
Ne ara daldığımı bilmediğim uykumdan uyandırıldığımda gözlerim ağlamaktan acımış ve şişmişti. İsteksiz bir şekilde hazırlanıp Lemys'in yanına gittiğimde gözleri bir süre beni inceledi. "Kraliçe bir şey mi söyledi?" diye sorduğunda halimin kraliçeden kaynaklandığını düşündüğünü anlamıştım. Başımı iki yana sallarken bir cevap vermedim.
"İyi o zaman, hazırlan; bugün kraliçenin hizmetinde çalışacaksın."
Gözlerim kocaman açılırken "Ama kral..." demiştim ki Lemys beni susturdu. "Kraliçe öyle emretti, biz sadece emirlere uyarız bunu unutma."
Kraliçe benden hoşlanmıyordu ve bugün hizmetinde olmam hayra alamet değildi. Bana işkence mi edecekti? Kraliçenin odasına doğru yürürken ayaklarım adeta geri geri gidiyordu. Bir an önce Devian'a katilin Marcus olmadığını söyleyip bu kaleden ayrılmam gerektiğini not alarak kraliçenin odasına girdim. Buraya oda demek hakaretti aslında, kraliçenin kendine ait koca bir yaşam alanı vardı.
Pahalı kumaşlarla kaplı ahşap koltuklardan ve kraliyete ait antika eşyalardan oluşan şık bir misafir salonunu geçtikten sonra kraliçenin özel alanı karşılamıştı beni. İçinden buharların yükseldiği ve yüzeyi çiçeklerle kaplı bir havuz, sıcak taşların ve çeşitli yağların bulunduğu bir masaj yatağı, leziz meyveler ve tatlılarla dolu koca bir masa ve devasa bir kıyafet dolabı vardı. Pencerelerde uçuşan tüllere, her yana yerleştirilmiş çiçeklerle dolu zarif saksılara ve duvarları süsleyen manzara tablolarına bakarken dudaklarım hayranlıkla aralanmıştı.
Kraliçe çok zevkliydi ve bu kesinlikle beklemediğim bir şeydi. Ruhsuz bir oda bekliyordum ve gafil avlanmıştım.
"Beğendin mi?" diyerek odanın diğer ucundaki kapıdan çıkan kraliçeyi görünce dizlerimi kırarak selam verdim ve "Evet, çok özel bir zevkiniz var." diyerek övgüde bulundum. Belki bana acırdı ve canıma okumaktan vazgeçerdi ancak gözlerindeki bakış kesinlikle bunun olmayacağını söylüyordu.
"Zevklerimizin uyuştuğunu farkındayım." dediğinde kocasını ima ettiğini anlamak için dahi olmama gerek yoktu. Gözlerimi kaçırıp etrafıma bakındığımda diğer kızların peşimden odaya girdiğini ve meraklı gözlerle bizi izlediklerini gördüm.
Kraliçe yanımdan geçip havuza doğru yürürken uzun sabahlığını bir çırpıda üzerinden atmış ve çırılçıplak kalmıştı. Benden daha uzun ve inceydi. Çok büyük kalçaları ve göğüsleri yoktu belki fakat fiziği orantılı ve güzel görünüyordu. Cildi ışıl ışıldı ve tek bir kusuru, çatlağı, izi yoktu.
Her gün bu kadar bakım yapsam ben de öyle olurum diye düşünmeye dalmıştım ki ona yardım etmek için hareket eden kızları durdurup omzunun üzerinden bana baktı. "Zedia, ne bekliyorsun?"
Onu benim mi yıkamamı istiyordu? Ayaklarım beni ona götürürken bakışlarım çaresizce diğer kızların üzerindeydi ve onlar da şaşkın görünüyordu. Eh, beni bugün buraya çağırdığına göre her işini bana yaptıracağı belliydi. Sıcak havuza girmesine yardım ettikten sonra çiçek yapraklarının arasında zarifçe yüzüşünü izledim. Birkaç dakika yüzdükten sonra havuzun merdivenlerine oturdu ve beni yanına çağırdı. Kızların verdiği bir yağı saçlarına sürüp saç diplerine masaj yapmaya başladım. İşim bittiğinde vücuduna kese yapmamı istemişti.
"Geceyi kralın hizmetinde mi geçirdin? Uykusuz görünüyorsun." dediğinde derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım. "Hayır majesteleri, uyku tutmadı sadece."
Gururum incinmesin diye uğraşıyordum. İçimden sürekli ülkenin kraliçesine hizmet ediyorsun, sakin ol diye geçirip duruyordum ancak bastıramadığım bir ses bırakıp gitmemi söylüyordu. Ben kendi içimde bir mücadeleye kapılmışken kraliçe "Ah!" diye bir ses çıkardı ve irkilerek yaptığım işi bıraktım. Öfkeli gözleri bana bakarken "Dikkat et, benim cildim senin güneşten kavrulup kalınlaşmış köylü cildine benzemez. Nazik davran." demişti.
Dudağımı ısırdım. Sahil kasabasında büyümek güneşe daha çok maruz kalmak demekti ancak kendime olabildiğince iyi bakmaya çalışırdım. Babamla ilaç yapmak için topladığımız bazı otları kaynatır, içine birkaç yağ karıştırıp yüzüme sürerdim. Kasabadaki balıkçıların elleri yaptıkları işlerden dolayı çatlak ve yara içinde olurdu, kendi kendime yaptığım bu karışımları onlara da verirdim ve iyi gelirdi. Elbette bir kraliçenin teniyle yarışamazdım ancak kavruk ve kalın bir derim yoktu. Olsa bile aşağılamaya hakkı yoktu. Köylü dediği insanlar güneşin altında çalışıp üretmeseydi kullandığı onca bakım yağını rüyasında görürdü.
"Benzemiyoruz, haklısınız." dedim daha nazik bir şekilde omuzlarını keselerken. "Dışımız kadar içimize de özen göstermemizi söylerdi babam hep. Sanırım ben cildime bakmak yerine ruhumu beslemeye öncelik vermişim, kusura bakmayın."
Bakışları kısıldı. "Ne demek istiyorsun sen?" Gülümseyerek işime devam ettim. "Bir şey demek istemiyorum majesteleri, cildiniz gerçekten güzel ve hassas. İyi baktığınız ortada."
Küçümseyen bir bakışı gitmemek üzere gözlerine yerleştirip mırıldandı. "Bu cesareti kimden aldığını biliyorum." İşim bittiğinde havuzdan çıktı, kurulanmasına yardım ettim ve kahvaltı servisini yaptım. Diğer kızların tek bir iş yapmasına bile izin vermiyor, yere bilerek döktüğü şeyleri bile bana temizletiyordu. Bunu neden yaptığını farkında olduğum için sinirlenmiyordum, nasıl olsa yakın zamanda kaleden ayrılacak ve her şeyi arkamda bırakacaktım.
"Masaj vakti!" dedi tuhaf bir neşeyle ve gözleri yüzüncü kez beni buldu.
"Masaj yapmayı bilmiyorum, sizi incitmek istemem." dediğimde omuz silkti. "Öğrenirsin Zedia, sen akıllı ve becerikli bir kızsın. Kocamı bile iyileştirmeye başladığına göre yapamayacağın hiçbir şey yok."
Kızların kıkırdadığını duyunca derin bir nefes aldım ve kraliçeye baktım. "Sanırım haklısınız, tahmin ettiğimden daha yetenekliymişim." Meydan okumak istemiyordum ancak sürekli yaptığı imalar dayanma sınırımı zorluyordu. Tek kaşını kaldırıp odadaki yumuşak minderli sandalyelerden birine oturdu ve ayağını uzattı.
Ayak masajı mı? Yok artık.
"Bu aralar çok yoğunum, ayaklarım ağrıyor."
Önünde diz çökecek, adeta ayağına kapanmışım gibi bir görüntü çizecek ve masaj yapacaktım öyle mi? Biri beni şu havuzda boğsa olur muydu? Çaresiz bakışlarımı farkında olarak gülümsediğinde bana işkence ettiğini düşünerek zevk almasını istemiyordum. Ona bu hazzı tattırmayacaktım. Sanki hiç sorun yokmuş gibi dizlerimin üzerine çöküp ayağına uzandığım sırada arkamda bir hareketlilik hissettim. Kraliçenin bakışları şaşkınlıkla irileştiğinde merakla omzumun üzerinden baktım ve önce başlarını eğip saygı ve şaşkınlıkla selam veren hizmetçileri, ardından da kapıda durup öfkeli gözlerle bize bakan kralı gördüm.
Kral ayağa kalkmış, aylardan sonra odasından çıkmış, buraya gelmişti.
Ve içimden bir ses bunu benim için yaptığını söylüyordu.
Şaşkın ve mutlu hissettiğim nadir anlardan birindeydim. Kralın aylardır odasından çıkmadığını biliyordum, neredeyse herkesten bunu duymuştum ancak şimdi tam karşımda duruyordu ve etraftaki herkes benim kadar şaşkın görünüyordu. Kraliçe ayağa kalkıp "Valdemar..." diye mırıldandığında ben de ayağa kalkmış ve kralı selamlamıştım. Kral "Herkes dışarı." diyerek hizmetçileri çıkardığında ben de peşlerinden gidiyordum ki kolumu tutarak beni durdurmuştu.
Herkesin çıktığını görünce kraliçeye doğru yürüdü ve tam ortamızda durdu. "Burada ne oluyor Soren?"
Kraliçe şaşkınlıkla omuz silkti. "Bir şey olmuyor majesteleri, günlük rutinlerimi hallediyorduk."
Kral Valdemar'ın bakışları inanmayarak kısıldı ve başını iki yana salladı. "Onlarca hizmetçin varken benim emrimdeki bir çalışanı istemen ve işinin ehli olmayan kimseye dokundurtmadığın vücuduna masaj yaptırman bir rutin mi?"
Biraz önce gözüme devasa görünen oda şimdi küçücük görünüyor, sanki duvarlar üstüme gelerek beni sıkıştırıyor gibiydi. Buradan gitmek istiyordum. Kral ve kraliçenin arasındaki kavganın kurbanı olmamalıydım. Kraliçe şaşkınlığını bir kenara attı, gözlerine bir duvar ördü ve soğuk yüz ifadesine geri döndü.
"Aylardır odasından çıkmayan kral, bir hizmetçi için mi çıktı yani yatağından?"
Hizmetçiyi o kadar tiksinerek söylemişti ki öfke damarlarımdaki kana karışmaya başlamıştı. Yine de merak ediyordum; kral gerçekten benim için mi çıkmıştı odasından?
"Bunları seninle tartışmayacağım Soren!" dedi kral sertçe. "Hastalığım beni gözünüzde hangi konuma düşürdü bilmiyorum fakat ben ölmedim ve hala sizin kralınızım. Emirlerime karşı gelen kim olursa bedelini öder, beni anladın mı?"
Soren'in ördüğü duvarlara yayılan çatlakları görünce onun için gerçekten üzülmüştüm. Gözümü ona dikip daha fazla gururunu incitmek yerine yere bakmaya başladım. Kralın bu çıkışı benim önümde yapması doğru değildi. O karısıydı ve bu ülkenin de kraliçesiydi.
"Valdemar," diyerek adını söyledi Kraliçe Soren. "Hastalığın seni hiçbir konuma düşürmemişti gözümde, ta ki şu ana kadar." Sesindeki kırgınlığı en derinimde hissettim. "İyileşmene sevindim, umarım yeniden kendini odana kapatmak yerine sorumluluklarını hatırlar ve ülkenin başına dönersin."
Kraliçe yatak odasına açılan kapıdan girip gözden kaybolurken kral yanıma gelmiş ve çenemi kavrayarak başımı yukarı kaldırmıştı. "İyi misin Zedia?"
"İyiyim majesteleri, neden kötü olayım ki?"
Kaşlarını çattı. "Soren gururunu incitip seni hor görmedi mi?"
Evet, bunları yapmıştı ancak kralın yaptığı çok daha kötüydü. "Tüm soylular hizmetkarlarına nasıl davranıyorsa o da öyle yaptı majesteleri."
"Sen bir hizmetçi değilsin!"
Bu defa ben çattım kaşlarımı. "Neyim peki?" Neydim sahiden? Yemeğini getiriyor, götürüyor, iyi hissetmesi için elimden geleni yapıyordum ve bunlardan gocunmuyordum. İlk başta hizmetçi olacağım için gururum incinmişti ancak geçen günlerde bunun yanlış olduğunu fark etmiştim. Herkes işini yapıyordu ve bunda gocunacak bir şey yoktu.
"Sen rüyalarıma girip beni iyileştiren peri kızısın, bak sayende ayağa kalktım."
Bana bakarken gözlerinin parladığını anlamamak için aptal olmak gerekirdi ancak bunu istemiyordum. Ne olacaktı yani? Zaten evli olan kral benim için karısını mı yok sayacaktı? Tarihte görülmüş şey değildi.
"Siz güçlü bir kral olduğunuz için ayağa kalktınız, benimle bir alakası yok majesteleri."
Bu odadan çıkmak istiyordum bir an önce. Kraliçenin bu konuşmaları duyması hiç iyi olmazdı. Kapıya doğru yöneldiğimde kral peşimden geldi. Misafir ağırlanan salona girince etrafta kimsenin olmadığını görmüştüm.
"Soren'in yaptıkları için bana soğuk davranma Zedia, söz bir daha seni aşağılamasına izin vermeyeceğim."
Tanrım... Gözlerimi sıkıca kapattım, derin bir nefes aldım ve yüzümü ona dönerek gözlerimi açtım. "Majesteleri, bana böyle sözler etmeyin lütfen. Hem kraliçe hem de kaledeki diğerleri hakkımda yanlış bir düşünceye kapılsın istemem. Başka bir şansım olmadığı söylendiği için burada çalışmaya başladım ancak işler giderek yanlış bir hale geliyor gibi hissediyorum. Lütfen beni zor bir duruma sokmayın, bırakın sadece işimi yapayım."
Sanki bu sözleri beklemiyor gibi sarsılmıştı. Ne dememi istiyordu ki? Bir başkası kralın ilgisiyle havalara uçabilirdi ancak bu ilgi bana gerçek gelmiyordu. Hastayken tutunacak bir dal aramıştı ve beni bulmuştu, bir hevestim yalnızca, ayağa kalktığına göre beni de unuturdu birkaç güne. Babam gerçeğin görünenin ardındakinde saklı olduğunu söylediği günden beri gördüğüme inanmamayı öğrenmiştim. Bu ilgiyle şımarıp göklere çıkarsam gerçeklerle yüzleştiğimde yere çakılırdım.
Dizlerimi kırıp "İzninizle." diyerek yanından ayrıldığımda kapıdaki onlarca kişiyle karşılaşmıştım. İçlerinde Marcus, Tybalt, Lemys gibi tanıdık yüzler de vardı. Hiçbir şey söylemeyerek yanlarından geçip gittiğimde fısıltıların gürültüsünden nefes alamıyordum adeta. Kendimi bahçenin kuytu bir köşesine nasıl attığımı hatırlamıyordum, tek istediğim biraz hava almak ve kendime gelmekti.
Her gün yeni bir olayla sarsılıyordum. Babamın sırları, gerçek babamın ortaya çıkışı, uğradığım saldırı, kralın anlamsız ilgisi, kraliçenin gizli öfkesi... Hepsi bu kaleye gelince gerçekleşmişti, dönüp öfkeyle baktım soğuk duvarlarına.
"Duyduğuma göre yine ortalığı karıştırmışsın."
Devian'ın sesiyle irkildim ancak belli etmeden ona baktım. "Ne yapmışım?"
Yüzümü dikkatle inceledikten sonra kaşlarını çattı. "Ağladın mı sen?"
Bütün gece ağlamıştım ancak saatler geçmişti üzerinden, nasıl anlamıştı? Başımı iki yana sallayarak inkar ettim. "Uykusuz ve yorgunum sadece."
"Yalancı." dediğinde onu ikna etmeye çalışmayacaktım. "Kral odasından çıkmış ve ilk işi kraliçenin odasına gitmek olmuş ancak çoğu kişi bunun kraliçeyi özlediğinden değil de küçük bir hizmetçi kızdan dolayı olduğunu düşünüyor."
"Neden böyle düşünüyorlar?" diye sordum sakince. Ne yaparsam yapayım dedikodulara engel olamadığımı fark ederek vazgeçmiştim.
"Diğer çalışanlar kraliçenin hizmetçiyle uğraştığını, sabah kahvaltısını getirmeyen hizmetçinin yokluğunun da bundan kaynaklı olduğunu öğrenen kralın öfkelendiğini söylüyorlar."
Tek kaşım alayla havaya kalktı. "Devian, giderek daha dedikoducu olmaya başladığını farkında mısın?"
Bıkkın bir nefesi dışarıya üfledi. "Herkesin tek derdi bu gibi sadece bunu konuşuyorlar. Nereye gitsem bir dedikodu kazanı kaynıyor."
"Merak etme," dedim buruk bir tebessüm ederek. "Artık burada bir işimiz kalmadı, gidebiliriz."
Anlamayan bakışlarla bana baktığında açıkladım. "Marcus'la yüzleştim ve katil olmadığını öğrendim. Artık bizi..." Duraksayıp gözlerimi kaçırdım. "...en azından beni bu kalede tutan bir şey kalmadı. Yakında ayrılacağım."
Devian şaşırmamıştı. Sanki en başından beri katilin o olmadığını anlamış gibiydi. Belki de çok sık vakit geçirdiklerinden dolayıydı. "Kralın gitmene izin vereceğini sanmıyorum." diyerek bir gerçeği dile getirdiğinde bunun farkındaydım ancak umurumda değildi. "İzin alan kim?" dedim kendimden emin bir şekilde. "Burada bir köle olmadığıma göre istediğim zaman çıkıp gidebilirim."
Devian bana inanmıyormuş gibi bakıyordu. "Saf mısın yoksa salak mı hala anlamadım." dedi alaycı bir tavırla. Öfkeyle kaldırdığım işaret parmağımı ona doğrultup aramızdaki mesafeyi kapattım. "İster inan ister inanma ama ben bu kaleden ayrılıyorum. Seninle olan anlaşmamız da bitti, burada kalmak ya da gitmek senin tercihin. Ben evime dönüyorum."
Bir hışımla yanından ayrılırken sinirlenmemin sebebinin o olmadığını farkındaydım. Bu soğuk kale beni boğuyordu ve burada geçirdiğim kısacık zamanda bile fazlasıyla bunu hissetmiştim. Kimse beni zorla burada tutamazdı.
Kaleye döndüğümde krala ulaşamamıştım. Biriken çok fazla işi olduğu, herkesin onunla konuşmak istediği gibi sebeplerle sürekli taht salonunda ya da çalışma odasındaydı. Saatler geçerken sabrım tamamen tükenmişti. Hizmetçilerin çalışma düzenleriyle Lemys ilgilendiği için onunla konuşup ayrılmak daha mantıklı gelmeye başlamıştı. Krala veda etmeme gerek yoktu sanırım. Zaten zaman geçtikçe bu fikir daha aptalca gelmeye başlamıştı.
Kralın vedamdan daha önemli işleri vardı.
Akşam yemeği koşturmacası bittiğinde Lemys'i bahçeye çağırmıştım. Kral ayağa kalktığı için o kadar mutluydu ki tüm gün çok daha az huysuzluk yapmıştı. Bana hiç soru sormamış ve bahçeye kadar sabırla yürümüştü. Dışarı çıkıp temiz havayı içine çektikten sonra yıldızlara kaldırdı bakışlarını.
"Ne kadar da güzel bir gün... Aylar sonra ilk kez böyle hissediyorum."
Gülümsedim. Ülkesini ve kralını bu kadar seven biriyle tanıştığım için şanslı hissediyordum. "Evet, sanki kaledeki tüm kasvet dağıldı." dedim içten bir mutlulukla. "Sanırım artık gidebilirim."
Lemys'in bakışları hızla bana dönerken kaşları da aynı hızla çatılmış ve bakışlarındaki huzur dağılmıştı. "Nereye?"
"Evime," diye cevap verdim sakince. "Evimi çok özledim."
"Kral biliyor mu?"
"Henüz konuşma fırsatı bulamadım ama hizmetçilerle sen ilgileniyorsun, önemsiz bir mesele için işlerini bölmeye gerek yok."
Lemys bir aptala bakar gibi baktığında utanmıştım. "Önemsiz mi? Tanrım... aptal mısın Zedia?"
"Lemys, bana hakaret etme. Burası bana göre değil, biliyorsun."
"Kimin umurunda Zedia? Bu kaledeki kimse, bir hizmetçi ya da üst düzey bir komutan dahil, kafasına estiği gibi girip çıkamaz buraya. Hislerin bir önemi olsaydı 40 yıldan fazla zamandır hizmet etmezdim kraliyet ailesine. Senin gibi ilk fırsatta kaçar giderdim."
Lemys'le uzun bir konuşma yapmama rağmen ikna edememiştim. Bana önce kralla konuşmamı söyleyip arkasına bakmadan çekip gitmişti. İşin kötüsü kalenin kapısından benim de aynı şekilde çıkıp gidemeyeceğimi biliyordum. Marcus'un da benzer laflar ettiği düşünülürse tek çarem kralla konuşmaktı.
Akşam yemeğini ben götürmemiştim, bir hizmetçi ordusu taht odasına ziyafet kurmuştu adeta. Gecenin ilerleyen saatlerinde olduğumuz için odasına geçmiş olabileceğini düşünerek oraya gitmiştim. Koridordaki muhafızlara bir şey sormadım, onlar da girip çıkmama alışkın olduklarından nereye gittiğimi sorgulamadılar.
Kralın odasına girdiğimde henüz gelmediğini görerek hayal kırıklığına uğramıştım ancak bekleyecektim. Daha tam olarak iyileşmemişti ve eninde sonunda dinlenmek için buraya gelecekti. Şömineye birkaç odun atıp tutuşturduktan sonra kralın çok sevdiğini söyledi sallanan koltuğa oturup ateşi izlemeye başladım.
"Kralın odasında istediğim gibi davranabileceğimi de biliyor muydun baba?" diye mırıldandım. Dakikalar geçiyor, kral bir türlü gelmiyordu. Şömineden yayılan sıcaklık ve odunların çıkardığı tatlı çıtırtılar uykumu getirmeye başladığında göz kapaklarım usulca kapandı ve direnemeyerek kendimi koyverdim.
Rüya görüyordum sanırım. Büyüdüğüm sahil kasabasında, babamı ölü bulduğum o uçurumun kenarındaydım. Hava alabildiğine gri bulutlarla kaplıydı ve ufukta çakan şimşekler fırtınanın son sürat bu tarafa geldiğini gösteriyordu. Arkamdan yaklaşan adımları hissetmemle birlikte döndüm ve babamla karşılaştım. Açık renk gömleği tıpkı onu bulduğumdaki gibi kanla kaplıydı ancak bu defa ayaktaydı ve bana bakıyordu.
"Baba?"
"Zedia."
"Yaşıyorsun..."
Babam buruk bir tebessümle başını iki yana sallarken "Hayır," dedi. "Yalnızca, hayatta kalanların kalbinde yaşattığı bir ölü kadar yaşıyorum."
Böyle laflar etmesine o kadar alışkındım ki ne söylemek istediğini hemen anlamıştım. "Seni bir ömür kalbimde yaşatacağım." dediğimde bunu zaten biliyormuş gibi başını salladı. O sırada hemen arkasında birileri belirdi ancak aramızda çok mesafe olmamasına rağmen kim olduklarını seçemiyordum. Yüzleri bulanıktı ve bize doğru gelmelerine rağmen netleşmiyordu.
"Katilini bulamadım." dedim dikkatimi babama vererek.
"Belki doğru yere bakmamışsındır." dediğinde sert bir rüzgar bedenimize çarptı ve okyanusun öfkeli suları köpürerek dalgalara vurdu. "Zedia, kaderinde katilimi bulmak var ancak bundan daha fazlası da var. Kader döngüsünün çarkını çevirecek anahtarsın sen, zamanı gelip tüm eksikler tamamlandığında bu dünyadaki en önemli şey senin varlığın olacak."
Benim varlığım nasıl bu kadar önemli olabilirdi ki?
"Senin seçimin, kader dişlilerinin ne yöne gideceğini belirleyecek kızım. Kalbini ve aklını aynı anda kullanmak zorundasın. Kaçma, bıraktığın yerde değil seni bekleyen yazgı."
Hiçbir şey anlamıyordum. Babamın arkasındaki bulanık silüetler çok yakına gelip onu kendi yanlarına çekerken fırtına bastırmış, onlar kaybolup giderken ben sıçrayarak uyanmıştım.
Uyandığım gibi karşımda kralı görmek beklediğim bir şey değildi elbette. Önümde yere eğilmiş beni izliyordu.
"Uyandırmak istemedim Zedia, üzgünüm."
Gerçekliğe hızlı bir dönüş yaşayıp ayağa fırladım ve kralı saygıyla selamladım. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki paniklemiştim. "Kusura bakmayın, sizi beklerken uyuyakalmışım."
"Uyurken çok güzel görünüyordun." dediğinde tıpkı şöminedeki bir odun gibi yanmaya başlamıştım.
Derin bir nefes aldım. Buraya niye gelmiştim ben? Hatırlayınca yeniden derin bir nefes alıp krala baktım. Ayağa kalkmıştı ve şömineden yansıyan alevler yüzünde dans etmeye başlamıştı.
"Majesteleri, iyileşip ayağa kalkmanıza çok sevindim."
"Artık iyileşmek için daha çok sebebim vardı."
Sesi o kadar imalıydı ki beni kast ettiğini anlamamak aptallık olurdu. Kendimle böbürlenmeli miydim yoksa kollarımı çimdikleyip hayal dünyasından çıkmalı mıydım bilemiyordum. Sanırım ikinci seçenek daha mantıklıydı.
"Siz iyileştiğinize göre artık kaleden ayrılabilirim."
Söylemiştim işte. Bir anda çıkıvermişti ağzımdan, gevelememe gerek bile kalmamıştı. Kralın kaşları ciddiyet ve şaşkınlık arasında bir duyguyla çatılırken yutkundum. "Kaleden ayrılmak mı?" dediğinde sesi duyduğum en sert tonunda çıkmıştı. "Bu da nereden çıktı? Soren yüzünden mi?"
"Hayır majesteleri, kraliçeyle alakası yok," dedim ve açıklamaya başladım. "Bu şehre geliş amacım kalede çalışmak değildi hiçbir zaman. Buraya tamamen yabancıyım ve evimi çok özlüyorum."
Gözlerindeki ifade giderek öfkeye dönüşüyordu ve korkmaya başlamıştım. Bugüne dek bana hep iyi davranmıştı ancak birazdan bir fırtına kopacak ve bu değişecek gibi hissediyordum.
"Kimden izin aldın?" diye sorarken bağırdığını farkında değil gibiydi. "Kime sordun gitmek için? Lemys mi söyledi gidebileceğini?"
Başımı hızla iki yana salladım. "Hayır, size sormadan hiçbir şey yapamayacağımı söyledi o bana." Durup dururken kadına kızmasını istemiyordum.
"Biri mi bir şey yaptı Zedia? Ağır işlerde mi çalıştırıyorlar seni? Lemys'e söylemiştim, seni yormayacaktı."
Demek ondandı herkes deli gibi çalışırken ufak tefek işlerin bana kalışı. Krala doğru yaklaşıp gözlerinin içine baktım. "Majesteleri, sadece büyüdüğüm ve alıştığım yere dönmek istiyorum o kadar. Buraya ait hissetmiyorum kendimi, kalede mutlu değilim."
Gözlerini kısarak baktı bana. O kadar kararlı ve inatçı görünüyordu ki düşündüğümden daha zor olacağını ancak şimdi idrak ediyordum. "Gidemezsin!" diye bağırdı öfkeyle. "Ben izin vermeden bırak kaleden ayrılmayı, şu kapıdan bile çıkıp gidemezsin. Kralınım ben senin, ben ne emredersem o olur."
Bir anda içinden bambaşka bir adam çıkmış gibi şaşkındım. Sanki karşımda, oyuncağı elinden alınmak üzere olan küçük bir çocuk vardı. "Majesteleri..." diye mırıldandım. Anlamıyordum, anlamayacaktım. Neden böyle yapıyordu?
"Kabuslarımı dağıttın önce, karanlık en zifiri haline dönüştüğünde geleceğini bildiğim için katlanmak daha kolay oldu. Sonra kaleye çıkıp geldin, odama girdin, perdeleri aralamadan çok önce doğdu güneş odama. Anlamadığını görebiliyorum, bir kral neden sana ilgi göstersin diye düşünüyorsun ama sen çıkardın beni o karanlıktan. Hissediyorum, sen kimseye benzemiyorsun. O yüzden gitmene izin veremem."
İzin istemiyordum ki... Çaresizce baktım gözlerine. "Gitmek istiyorum." Babamı özlemiştim, geri gelmeyeceğini biliyordum bu yüzden her köşesinde anılarımızın olduğu eve dönmek, biraz olsun yanındaymış gibi hissetmek istiyordum. Kasvet dolu bu kale beni boğuyordu, sanki her bir duvarında içimi sıkan tuhaf bir enerji var gibiydi. Üstelik gerçek babam Marcus da buradaydı ve onunla aynı çatı altında olmak istemiyordum.
"Gitmeyeceksin." dedi kral aynı kararlılıkla. Aramızdaki kısacık mesafeyi kapatıp öfkeli bakışlarıyla tutuşturdu bakışlarımı. "Gerekirse seni zindana kapatırım, bana bunu yaptırma, zor kullanmak istemiyorum sana karşı."
Hayal kırıklığı bir mürekkep gibi dağıldı irislerime. Beni gerçekten zindana kapatır mıydı? Hastayken çok daha iyi bir adam gibi görünüyordu oysa. Savunmasız ve masum biri gibiydi ancak şimdi gerçek bir kral gibi sert ve otoriterdi. "Burada bir köle olduğumu bilmiyordum." dedim buz gibi bir sesle. Bakışları değişmedi, beni uyurken izlediği halinden eser kalmamıştı ve ben kralla ilk kez tanışıyormuş gibi hissediyordum.
"Köle değilsin ancak seni kalede tutmak için her şeyi yapacağımı bilmen gerekiyor," dedi inatla. "Hiçbir yere gidemezsin."
Kale öylesine iyi korunuyordu ki kaçıp gidemeyeceğimi, gitsem bile anında yakalanacağımı biliyordum. O halde beni azad etmesini bekleyecek ve bunu hızlandırmak için elimden geleni yapacaktım. Kızıl bakışlarımı tıpkı onun gibi kararlılıkla diktim yüzüne.
"Benden beklediğiniz hiçbir şeyi alamadığınızda beni boşuna buraya hapsettiğinizi anlayacaksınız. O vakte kadar bekleyeceğim, iyi geceler."
Kralı arkamda bırakıp giderken öfkeyle nefes verdiğini işitmiştim. Beni bu kaleden bizzat kendi yollayacaktı ve istemediğim halde beni burada tuttuğu için pişman olacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.27k Okunma |
237 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |