

Miriam ormanı o güne parlak bir güneş ve sıcak bir havayla başlamıştı. Günün geri kalanında yaşananları örtmek için sisle kaplanacak ve hava ruhları bile üşütecek kadar soğuk olacaktı ancak sabah saatlerinde her şey güzel başlamıştı. Kral Valdemar ve yanındakiler av için ormana gelmişlerdi. Eskiden kral çok daha sık ava çıkardı ancak zamanla kaleden bile çıkamaz hale gelince bu eylem tarih olmuştu. Bu yüzden heyecanlıydı, sadece ormanda olmak bile iyi gelmişti.
Kralın davetiyle Zedia da ona eşlik etmişti. Elbette kraliçe, Marcus ve onun en gözde askeri Devian da onlarla birlikteydi. Zedia kralın çadırını onların rahat edeceği şekilde düzenlerken kral ve askerlerinin bir an önce av için kamp yerinden ayrılmalarını diliyordu. Öğrendiğine göre av saatler sürüyordu ve eski tapınağı bulup Orrlagh'la konuşması için bundan iyi bir fırsat bulamayacağını biliyordu.
Önce kalenin kütüphanesine gidip ormanın haritasına ulaşmıştı ancak baktığı haritada bir tapınak yoktu. Pes etmedi. Oraya eski denmesinin sebebi artık kullanılmıyor oluşuydu nihayetinde. Belki de yeni haritalarda artık oraya yer verilmiyordur, diye düşünüp daha eski bir harita bulmak için rahatça girip çıktığı kralın odasını kurcalamaya karar verdi. Bunu yapmaktan hiç hoşlanmasa da başka seçeneği olmadığını biliyordu. Kralın kitaplığında tüm haritaların kaba bir çizimini bulunduran deftere ulaştığında eski tapınağın yerini de öğrenmişti. Beklediğinden daha kolay olduğu için garipsese de umursamadı.
Defteri çalmak çok riskliydi ve odaya tek girip çıkan kendisi olduğu için kolay yakalanırdı. Bu yüzden beceriksiz bir şekilde haritayı kağıda geçirmiş ve sütyeninin içine saklamıştı. Şimdi yapması gereken tek şey kraliçeyi atlatmaktı. Neyseki kral onun ormanda çiçek toplayacağını biliyordu, umuyordu ki birkaç saatlik yokluğu kraliçeyi kuşkulandırmazdı.
İşlerini hızlı bir şekilde bitirip kral ve kraliçenin kahvaltısında diğer hizmetçi kıza yardım ederek kenarda beklemeye başlamıştı. Onlara Marcus da eşlik ettiğinde Zedia gerçekleri bilmenin yüküyle izledi bu tuhaf manzarayı. Kraliçe ve Marcus oldukça rahat görünüyorlardı, sanki Valdemar'a ihanet eden onlar değil de bir başkası gibi hissetmişti Zedia. Üçünün neşeyle kahvaltı edip havadan sudan sohbet etmesi midesini bulandırıyordu. Belki bu ihaneti ortaya bile dökebilirdi ancak Marcus ne olursa olsun onun öz babasıydı ve bu gerçek onu görünmez bir el gibi durduruyordu.
Onlar kahvaltılarını bitirdiklerinde Zedia masayı toplamaya başladı. Kral ve Marcus av için rota belirlerken kraliçe sandalyesinde oturmuş sıcak havaya rağmen sarındığı kürkünün içinde etrafı izliyordu. Zedia onun zarafeti karşısında her gün şaşırıyordu. Ormanın ortasında bile tahtında oturuyor gibi görünmeyi başarıyordu.
Av için ormanın derinliklerine gitmeye hazırlanan kral Zedia'yı yanına çağırdı. "Çiçek toplayacaksın değil mi?" diye sorduğunda genç kız başını hevesle salladı. "Yanına askerlerden birini vermemi ister misin?"
"Kamp alanından çok uzaklaşmayacağım, hem yanımda biriyle rahat edemem." diyerek onu reddetti. Kral onu onaylayıp atına atladı ve saatler sürecek av için birkaç adamıyla birlikte ormanda kayboldu. Zedia, kraldan aldığı izinle sepetini koluna takıp kamp alanından uzaklaşırken kraliçenin gözlerini üzerinde hissediyordu. Kimsenin peşine takılmadığından emin olana dek dikkatle yürüdükten sonra göğsüne sakladığı kağıdı çıkardı ve beceriksizce kopyaladığı haritayı incelemeye başladı. Şu anda ormanın güney tarafında ve şehre yakın kısmındaydı, tapınak ise ormanın tam ortasında duruyordu ve yakınından bir nehir geçiyordu.
Yönünü bulmak için ağaçlara baktı. Yosunlar her zaman kuzeyi gösterirdi, emin olmak için dallara da bakıp aynı yöne uzadıklarını görünce haritayı yeniden sakladı ve sepetini alıp hızla yürümeye başladı. Bir süre kuzeye yürümesi gerekiyordu.
Bu sırada kral ve askerleri ormanın derinliklerine ulaşmış ve atları bırakıp sessiz bir şekilde yürümeye başlamışlardı. Arkadan yürüyüp etrafı kolaçan eden Devian dikkatliydi ancak düşünmesine de engel olamıyordu. Nasıl bu konuma gelmişti? İnsanları öldüren, kurallara uymayan ve kendi kurallarını başkalarına dayatan bir adamdı. Kökleri yoktu, canı nerede isterse, rüzgar nereye savurursa orada yaşardı.
Şimdi, düşmanı olan kralı koruyor, onu avlamak isteyen bir Kader Muhafızının sağ kolu gibi davranıyordu. Ölüm Getirenlerin en iyisiydi, o istemediği sürece yakalanmayacağını biliyordu ancak yine de hayatını tanımadığı bir kızın yönlendirmesiyle bu kadar riske atması canını sıkıyordu. Kader Çeviren ile konuşmasını duymuş, Zedia'nın Mors'un aradığı eksik parça olduğunu öğrenmişti.
Gerçeği öğrendiğinde onu öldüreceğini söylemişti kendine. Neyi bekliyordu? Mors umurunda değildi ancak kızı öldürmemesini söyleyeceği de ortadaydı. Peki Mors nasıl fark edememişti aradığı şeyin Zedia'da saklı olduğunu? Aptal bir adam değildi nihayetinde. Tüm bu karmaşa zihnini yormuştu. İçindeki Ölüm Getiren kimliği kızı bir an önce öldürmesi için baskı yapıyordu. Kız onun kara lekesiydi. Elde ettiği şöhret yerle bir olacak, başarısızlık her hücresine işleyecek gibi hissediyordu.
Zedia'nın görüntüsü geldi aklına. Ateş gibi kızıl bakışları, biçimli dudakları, pürüzsüz teninden yayılan cezbedici kokusu ve düşününce bile sertleşmesine neden olan dolgun göğüsleri. Üstelik rüyasına giren ilk kadın da Zedia'ydı. Pek de ahlaklı olmayan rüyalar elbette... Devian onun bakire olduğuna emindi, Zedia ona bir gelecek vaad etmeyen biriyle yatmayacak türden kadınlardandı. Devian'ın sapık düşüncelerini duysa "Edepsiz!" diye bağırırdı muhtemelen. Devian bunu hayal ettikçe gülümsüyordu, bir kedi kadar vahşi ve yine bir kedi kadar utangaçtı.
Ve ölmesi gerekiyordu.
Ölmesini istemiyordu.
Devian kızı düşünürken ilk kez dikkatini kaybetmiş ve yaklaşan tehlikeyi sezememişti. Ağaçların arasından üstlerine fırlatılan oklar öndeki iki askeri yere yığmıştı bile. Devian belindeki kılıcı kavrayıp sanki ezelden beri bunu yapıyormuşçasına kralı korumaya aldığında yaptığı şeye kendi bile şaşırmıştı. Kral, Ölüm Getirenlerin ölüm fermanını vermişti ve onların en iyisi olan adam onu koruyordu.
Kader bir kez daha göz kırptı. Fanilerle oynamayı seviyordu.
Oklar ardı ardına üstlerine yağarken aniden sis çöktü ormana. Bunun doğal olmadığını oradaki herkes biliyordu. "Mors mu?" diye iç geçirdi Devian. Kralı güvende tutmak için ona siper olan Devian bir yandan kaç kişiyle karşı kaşıya olduklarını anlamaya çalışıyordu. Marcus sanki onu duymuş gibi cevapladı.
"On kişiden fazla değiller, birkaç tanesi ağaçlara saklanmış!"
Kral av sırasında dikkat dağıtmamaları ve ses çıkarmamaları için yanında fazla asker getirmemiş, Marcus'tan en güvendiği askerlerden küçük bir ekip kurmasını istemişti. Bu yüzden sayıca azlardı ve ağaçlara yerleşip mükemmel görüş açısına sahip olan okçular yüzünden nefes alamıyorlardı.
Oklardan biri doğrudan kralı hedef aldığında Devian'ın mükemmel refleksleri kralı kurtarmıştı. Bu sırada Marcus birkaç adamı haklamıştı bile. "Siz burada kalın majesteleri." diyerek ona yardıma koştu Ölüm Getiren. İkisi de mükemmel derecede iyi dövüşüyor ve kılıç kullanıyorlardı. Bütün adamları tek başlarına indirdiklerinde her yanları kana bulanmış ve nefes nefese kalmışlardı. Marcus gururla baktı ona. "Aferin Devian, iyi dövüştün."
Devian başını belli belirsiz sallarken geçmiş mücadelelerini düşündü. Bu onun için hiçbir şeydi.
Onlar savaşırken kral da boş durmamış, yanına ulaşmayı başaran bir adamı haklamıştı.
"Bu kimin işi?" derken kan gölünün arasında dolaşıyordu. Marcus yere eğilip henüz son nefesini vermemiş birini yakasından tutup kaldırdı. "Sizi kim gönderdi?" diye sorarken tükürürcesine konuşmuştu. Adam canının bağışlanmayacağını biliyordu, bir krala suikast düzenlemenin bedeli her zaman canla ödenirdi.
"Söyle!" diyerek bir yumruk attı Marcus. Adam ağzındaki kanları tükürürken inledi. "Kral, tanrıya karşı geliyor ve bize yalan söylüyor bu yüzden ölmeli."
Valdemar olduğu yerden adama bakarken şaşkındı. Halkı ölmesini mi istiyordu? Bu saçmalıktı. Kesinlikle Mors bir şeyler yapıp halkı galeyana getirmiş olmalıydı. "Ben değil sen öleceksin." derken soğukkanlı görünüyordu, kılıcını adamın göğsüne saplarken bir an bile düşünmemişti. Geri çekilip kararan ve fırtınayı haber veren gri bulutlara baktı. "Mors, seni yok edeceğim!" diye bağırdığında gök şiddetle gürlemişti.
Yaralı askerleri toparlayıp kamp alanına dönmeyi emretti ve Devian'ın omzuna elini attı. "Sağol asker, bugün hayatımı kurtardın."
Gelecek ne gösterir bilinmezdi. Bugün hayatını kurtaran yarın o hayata son verebilir, hayatını borçlandığının hayatına göz dikebilirdin. Neler olacağını zaman gösterecekti.
Gök gürlemesiyle irkilen Zedia yukarı baktı ve bulutların tüm göğü kapladığını gördü. Tapınağın tam önünde duruyordu ve bir saat boyunca hiç durmadan yürüdüğü için ter içinde kalmıştı. Fırtına başlamadan içerideki işini halledip geri dönmesi gerekiyordu ancak bunun imkansız olduğunu o da farkındaydı.
Tapınağın eski ve yosun tutmuş merdivenlerine yürürken kalbi göğsünü tekmeliyordu. Burası sanki yüz yıldır kimse uğramıyor gibi bir görüntüye sahipti ancak içinde yükselen bir his öyle olmadığını söylüyordu. Ağaçlar bu gizli hazineyi saklarcasına çevrelemiş, sarmaşıklar tüm duvarları kaplamıştı ancak tapınağın insanın içine huzur veren tuhaf bir enerjisi vardı.
Merdivenleri çıktığında bir kapı olmadığını gördü. Tapınaklar herkese açıktı ve bir kapıyla onu kapatmanın tanrıya hakaret olduğu düşünülürdü.
Zedia içeri girdiğinde hissettiği her şey güçlenmiş ve onu ele geçirmişti. Etrafına bakınırken başı dönüyordu. Tapınağın yüksek duvarları, geniş pencereleri ve ince oymaları gözünü alıyordu. Üstelik her köşeye işlenmiş kelebek figürleri bir ustanın elinden çıktığını ve özenle yapıldığını açıkça ilan ediyordu. Neden terk edilmişti burası? Gördüğü en güzel tapınak burasıydı. Belki eski gösterişi kalmamıştı ancak eskiden şahane bir yapı olduğuna emindi. "Kimse var mı?" diye seslendi boşluğa doğru. Yukarıya çıkan merdivenlere mi yürümeli yoksa aşağı inen dar ve uzun koridora mı yönlenmeli emin değildi. "Orlagh?"
İnce bir ses duyduğunda yeniden etrafına bakındı. Sanki küçük bir kız çocuğu kıkırdıyor gibiydi. Sırtında hissettiği bakışlarla arkasını döndü ancak kimseyi göremedi. "Hey!" diye bağırdı korkusunu bastırmaya çalışarak. Kıkırdama sesleri giderek yükseldiğinde buradan koşarak kaçmak istiyordu ancak bunca yolu gelmişken ve birçok şeyi riske atmışken bunu yapmayacaktı.
Yeniden önüne döndüğünde bir çığlık koparmıştı. Karşısında genç bir kız vardı ve aniden ortaya çıkması yüreğini ağzına getirmişti. Nabzı en yüksek ritimde atarken gözlerini kıstı ve kıza baktı. "Seni tanıyorum değil mi?" Kıza doğru yaklaşıp dikkatli baktığında "Vanya!" diye bağırdı. Yaşlı bir adam tarafından kralın karşısına getirilen ve Kader Çeviren olduğu iddia edilen sefil kız. Gerçi şu an sefil görünmek yanından bile geçmezdi bu kızın.
"Ta kendisi!"
"Anlamıyorum..." diye mırıldandı Zedia. "O adam doğruyu mu söylüyordu yani?"
Vanya, adamı hatırlayınca kaşlarını çattı ve ciddi bir ifadeye büründü. "Kader Çeviren olduğum konusunda doğruyu söylüyordu ancak bu bana asıldığı gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki!"
Zedia artık şaşıramayacak kadar yorgun hissediyordu. Zihni bıkkın bir şekilde fısıldadı. "Evet her şey birbirine bağlı, evet hiçbir şey tesadüf değil, bla bla bla..." Elbette isyanını dışa vurmadı. "Orlagh'ı tanıyorsun değil mi? Bana buraya gelmemi söylemişti."
Vanya başını olumlu anlamda salladı. "Elbette tanıyorum, o da seni bekliyordu." Eliyle gelmesini işaret edip yürümeye başladığında Zedia onun peşine takıld ve aşağı inen karanlık merdivenlere yöneldiklerinde Vanya buradan bin kez geçmiş gibi ustalıkla inmişti basamakları. Zedia duvara tutunup düşmemek için büyük bir mücadele verdikten sonra bir koridoru aşmışlar ve aniden karanlığın bıçak gibi kesilip yerini aydınlığa bıraktığı bir avluya giriş yapmışlardı. Avlu tapınağın ortasındaydı ve her yerde üst katlara çıkan merdivenler ve kapalı kapılar vardı. Avlunun ortasında büyük bir ağaç vardı, o kadar büyüktü ki Zedia onu dışarıdan nasıl göremediğine hayret etmişti. Uzun ve yeşil yapraklı dalları göğe ulaşıyor gibiydi. Ağacın etrafında uçuşan kelebekleri gördüğünde ise hayranlığı ikiye katlanmıştı. Zarif kanatlarını çırparak ağacın etrafında dönen rengarenk kelebekler tapınağı daha kutsal gösteriyordu adeta.
Zedia'nın ağacı izlediğini gören Vanya konuştu. "Tapınak inşa edildiğinde dikmişler bu ağacı. Tapınak eskirken o güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş."
"Çok güzel." diyerek hayranlığını dışa vurdu Zedia. Vanya onu onaylarken gülümsedi ve parmağına konan bir kelebeği kıza gösterdi. "Vanya kelebek demek. Tapınakta doğduğum için bana bu adı koymuşlar." Kelebek uçarak Zedia'nın saçına konduğunda Zedia gülümsedi ve kolyesini avuçladı. Kelebek şeklindeki kolyesinin öylesine bir anlam taşımadığını anlamıştı artık.
Bu sırada avluya Orlagh ve birkaç kadın daha girmişti. Zedia onların nereden çıktıklarını fark edememişti bile. Gözleri hızla kadını taradı ve omuzundaki sargıyı gördü. "İyi misin?" diye sorarken ona yürüyordu. Orlagh hafifçe tebessüm edip başını salladı. "İyiyim, bıçak sıyırıp geçmiş sadece."
Zedia onun iyi göründüğünden emin olunca hızla konuştu. "Kral av için ormanda, ben de onlarla geldim ve fazla vaktim yok. Bir an önce anlatacaklarını dinleyip geri dönmem lazım."
Aslında hiçbir zorunluluğu olmadığını o da biliyordu. Kral onu burada bulamazdı ancak Zedia içten içe onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu. Eğer gecikirse kaçtığını düşünürdü ve... her neyse, bunu istemiyordu işte.
Orlagh onu avlunun köşesindeki büyük mermer kamelyaya yönlendirdiğinde peşindeki kadınlar da birer fincan bitki çayı getirmişti. Zedia'nın zihninin içinde geriye doğru akan zamanın tik tak sesleri yankılanırken çay içmek gibi bir arzusu yoktu ancak boğazını ıslatmak için birkaç yudum almıştı.
"Bana o gün senin peşine düşen Ölüm Getirenin adını sormuştun," diyerek konuya girdi Orlagh. "Ancak adını bilmiyorum Zedia. Yüzünü tanıyorum lakin ismine dair bir fikrim yok. Hektor ölümünün isteneceğini biliyordu, bu yüzden her zaman tetikteydik. Doğru anda kaderi değiştirdim ve Ölüm Getirenin yanlış kişinin peşine düşmesini sağladım yalnızca."
"Neden biri benim adımı bir Ölüm Getirene fısıldadı?" Duraksadı. "En azından fısıldamaya çalıştı. Hala tam olarak algılayamıyorum o esnada yaşananları. Neden ölmem isteniyor?"
"Sana biraz bahsetmiştim. Mors'un çemberinde tek bir eksik var ve uzun zamandır o eksiği bulmaya çalışıyor. Henüz bulamayışının nedeni aradığı şeyin ne olduğunu bilmeyişinden. Karmaşık geldiğini farkındayım. Mors'a bir Kader Bilen, Kader Çeviren ve Ölüm Getiren lazım olduğunu biliyorsun. Bunları bulması hiç de zor değil ancak bir eksiği daha var. Bir Kader Çalan lazım."
Zedia bu kelimeyi çocukluğundaki masallarda çok nadir olsa da duyduğunu anımsadı. Eh, babasının hiçbir şeyi öylesine anlatmadığını hesaba katınca bu ona sürpriz olmamıştı. Parçaları birleştirmeye çalıştı. "Önce tek eksik sensin dedin, şimdi de tek eksiğin Kader Çalan olduğunu. Bu durumda ben..."
Orlagh hızla başını sallarken gergin görünüyordu. "Evet, sen bir Kader Çalan'sın Zedia. Mors'un seni bulamayışının nedenini de tahmin edersin. Kader Çalan'lar hiçbir zaman bir insan olmazdı. Çok nadir bulunurlar, belki yüzyılda bir tane... bazen bir hançer, bazen bir kolye, bazen de bir kelebeğin kozası."
Eli usulca bacağına sakladığı ve henüz ne işine yarayacağını bilmediği hançere gitti. Ardından kolyesine dokundu ve bakışları bu esnada ağacın etrafında uçuşan kelebeklere ve dalların arasına saklanmış kozalara sabitlendi. Hepsinin bir anlamı vardı ancak tek tek düşünmeye vakti yoktu.
"Kader Çalan'lar ne işe yarar?" diye sordu hızla. Gözlerini ağaçtan güçlükle çekip karşısındaki siyah tenli güzel kadına çevirmişti.
"Onlar eşsizlerdir. Yüzyıllar boyunca ele geçirilmeye çalışılan değerli bir hazine görevi gördüler. Sürekli başka bir şekle büründüklerinden bulunmaları çok zor oldu her zaman. Onları ele geçirince bir başkasının kaderini çalabileceklerine inandı insanlar. Kendi kaderinden memnun olmayanlar için bulunmaz bir nimetti. Ancak tek görevleri bu olmadı ve Mors bunu öğrendi. Kaderi kontrol etmenin anahtarıydı Kader Çalan. İnsanların kaderini değiştirebilir ya da çalıp kendi için kullanabilirdi. Tanrının o insan için yazdığı her şeyi -tüm güzellikleri ve kötülükleri- ele geçirebilirdi. Bir Kader Çalan'a sahip olduğunda tüm kadere sahip olabileceğinin sırrını çözdü Mors. Tüm evrenin kaderine."
Zedia için içinde sakladığı ve onun bile haberinin olmadığı en derin sırrı bir başkasından duymak sarsıcıydı. Bir Kader Çalan'dı ve bir Kader Çalan ne yapar onu bile bilmiyordu. "O kişinin ben olduğumu nereden biliyorsunuz?" diye sordu. Kendini bunca güce sahip biri gibi hissetmemişti hiç.
"Bir Kader Bilen'in kızı olduğunu unutuyor musun?"
Teknik olarak onun değil bir Kader Muhafızı'nın kızıydı ancak bir önemi yoktu. Hektor kaderini ve kim olduğunu görmüş ve ona göre yetiştirmişti onu. "Haklısın," derken gökyüzüne baktı. Saatler hızla ilerliyordu, kral yokluğunu fark etmiş bile olabilirdi. Bir an için bunun önemsiz olduğunu hissetti Zedia. Az önce geç kaldığı için endişeleniyordu ancak şimdi her şey önemini yitirmişti. Geri dönmek zorunda değildi. "Şimdi ne olacak?" diye sordu ve ekledi: "Burada mı kalacağım?"
Orlagh kaşlarını çattı. "Elbette hayır! Senin o kalede kalman ve kralı koruman gerekiyor. Kaderin seni oraya götürdüğüne göre bunun bir anlamı olmalı Zedia. Kral hayatta kalmalı ve ülkenin birliğini korumalı."
"Ama o sizin..." Duraksadı ve ekledi: "...ve benim gibi olanları tutukluyor ve zindana atıyor. Eğer yemin etmezlerse yakaladığı herkesi öldürecek."
Orlagh ve Vanya'nın yüzleri soldu. Öylece söylemek istememişti ancak gerçek buydu. Kralın tutukladığı kişileri sonsuza kadar zindanda tutmayacağını herkes farkındaydı.
"Kral asıl tehlikenin biz olmadığımızı anlayacaktır. O zamana kadar tek dileğim soydaşlarımızın -en azından iyi niyetli olanların- hayatta kalabilmesi."
"Umarım..." diye fısıldadı Zedia. Artık gitmem gerekiyordu ancak zihninde hala onlarca soru işareti vardı. Hepsini sormaya kalksa karanlık çökecek ve yolunu bulamayacaktı bu yüzden tek birini sormaya karar verdi. "Şimdi ne yapacağım?"
Orlagh, genç kızın buz kesen ellerini tuttu ve güven veren bir gülümsemeyle ona baktı. "Kimliğini saklayacak, kralı koruyacak ve kaderinden kaçmayacaksın güzel Zedia. Şimdi git. Yakında Vanya'yı kalede göreceksin, o sana yardım edecek ve yol gösterecektir."
Zedia; Orlagh ve Vanya'ya veda edip geldiği yolu koşarak geri dönmeye başladı. Gelecek artık tamamen belirsizdi ve bir şey dışında hiçbir şey bilmiyordu. O da şuydu; tapınağa adım attığı an artık eski Zedia değildi. Emin olduğu tek şey buydu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.27k Okunma |
237 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |