
Kraliçenin kahvenin açık bir tonuna sahip iri gözleri beni hapsine almışken beynim çalışmayı durdurmuştu. Senja dürtmeseydi diz çökmeyi bile unutacaktım muhtemelen, neyseki boşluğuma aldığım minik darbeyle birlikte kendime gelmiş ve kraliçeyi selamlamıştım. Gözlerini benden çekip kızlara baktığında rahat bir nefes alarak kenara çekildim ve onu incelemeye başladım.
Onu sokakta görsem ve kim olduğunu bilmesem yine de kraliçe derdim muhtemelen. Uzun boylu, ince hatlara sahip oldukça çekici bir kadındı. Suratındaki buz gibi ifade, bakışlarındaki kudret ve duruşundaki asaletle hiçbir şey söylemesine gerek yoktu.
"Aylaklık ettiğinizi duydum," dedi kızlara bakarak. Sanırım benden bir dedikodu koparmaya çalışan kızlar işlerini ihmal etmişti. Duygusuz bakışlar beni bulduğunda ben de kraliçeye baktım. "Sen burada ne yapıyorsun? Kralla ilgilenmen gerekirken küçük hikayelerle onları mı eğlendiriyorsun yoksa?" Gücü bakışlarından bile belli oluyor olabilirdi fakat ben özgür büyümüştüm; birilerinin karşısında -kral ve kraliçe olsalar bile- eğilip bükülmek zor geliyordu.
"Kimseye bir şey anlatmıyorum majesteleri, temizlenmem için Lemys yolladı buraya."
"Gördüğüm kadarıyla temizlenmişsin, şimdi işinin başına dön."
Başımı sallayarak onu onayladım ve Senja'yı da alarak oradan çıktım. Senja sesli bir nefes verdi. "Kraliçeden çok korkuyorum, bize kızacak diye aklım çıktı!"
"Neden korkuyorsun?"
"Çok soğuk ve ciddi bir kadın, hiç güldüğünü görmedim."
"Belki de mutsuzdur." dediğimde Senja kahkaha attı. "Tanrı aşkına, her şeye sahip biri neden mutsuz olsun?"
Belki de sevilmiyordur demek istedim ancak Senja benim sözlerimi anlayacak biri değildi. Yaşı küçüktü ve dünyaya farklı pencerelerden bakıyorduk. Bir insanın her şeye sahip olması mutlu olmasına yetmezdi ki. Belki güçlü olurdu, sözü geçerdi ancak gerçekten sevilmemiş hiç kimse mutlu olamazdı. Belki de kraliçe sevilmemişti, belki de sevmeyi bilmiyordu.
Birlikte Lemys'in yanına gittiğimizde akşam yemeğinin hazırlıklarını yaptıklarını gördüm. Kral istemediğini söylese bile anlaşılan beni yine oraya yollayacaktı. Birkaç ufak hazırlığa yardım ettikten sonra yemeği yukarı taşımıştık. Lemys önden girdiğinde ben tereddütle kapıda bekledim, kralın beni istemediğini biliyordum ve içeri girmek istemiyordum.
"Hadi Zedia!" diye çağırdığında derin bir nefes alarak içeri girdim. Lemys bir mum yakmış ve odayı az da olsa aydınlatabilmeyi başarmıştı. Kral her zamanki gibi yatağında yatıyordu ve bize bakıyordu.
"Akşam yemeği yemeyeceğimi söylemiştim." dedi düz bir sesle. Endişeyle Lemys'e baktığımda derin bir nefes aldığını gördüm.
"Hekimler öğün atlamamanızı tembihledi majesteleri."
"Hekimlerin bir şey bildiği yok."
Lemys bana baktı ve "Ben gidiyorum." diye fısıldadıktan sonra dizlerini kırıp başını öne eğdi ve gözden kayboldu. Beni kralla yalnız bıraktığına inanamıyordum, muhtemelen birazdan odadan kovulacaktım. Bir dakikaya yakın süren sessizliğin ardından cesaretimi toplayıp yerdeki mumlardan birini yanan diğer mumla tutuşturup elime aldıktan sonra kralın yatağının yanına gittim.
"Gündüz yaptığım çıkıştan dolayı özür dilerim majesteleri," diyerek söze başladım. O, bu ülkenin kralıydı ve ne olursa olsun saygısızlık yapmamam gerekiyordu. Sinirlerime hâkim olmak zorundaydım. "İyileşmenizi tüm kalbimle istediğim için kendimi kontrol edemeyerek yanlış sözler sarf ettim."
Yorgun bir nefes verdiğini işittim. "Zedia," diyerek adımı söyledi. Kızacak mıydı? "Mum ışığı mı aydınlatıyor karanlığı yoksa güzelliğin mi?"
Ne? Soluğumun ciğerlerime yuvarlanarak düştüğünü hissederek öylece kalakaldım. Bana iltifat mı etmişti yoksa kulaklarım benimle alay mı ediyordu?
"Anlamadım majesteleri..." diye mırıldandığımda gülümsediğini sandım. Artık gözlerime de güvenmiyordum.
"Sana kızgın değilim çünkü kendince haklısın. Hadi bana bir şeyler yedir."
Tüm krallar mı bu kadar dengesizdi yoksa bu yalnızca bizim krallığımıza özgü bir şey miydi? Öğlen beni öfkeyle kovan bir başkasıydı sanki. Şaşkın ve biraz da panik bir halde ayaklı tepsiyi yatağa koymuş, bir sandalye çekerek kralın yanına oturmuştum. Yemeklerden ufak ufak tattırarak iştahını açmaya çalışıyordum. Bir süre sonra sessizliğe dayanamayarak soru sordum. "Hastalığınız tam olarak nedir?"
Ağzındaki lokmayı uzun uzun çiğneyip yuttuktan sonra yüzüme baktı. "Zamanla anlarsın, şimdi bundan konuşmayalım."
Başımı sallarken yemek yedirmeye devam ettim. "Bugün kraliçeyi gördüm. Gerçekten çok güzel bir kadın, şanslı hissediyor olmalısınız."
Gözlerini mumun titrek alevine diktiğinde patavatsızlık etmiş olabileceğimi yeni fark ediyordum. Neden konuşmak zorundaydım ki?
"Evet," dedi sakince. "Çok güzeldir."
Başka bir şey yemeyeceğini fark ettiğimde tepsiyi önünden kaldırdım ve toparlamaya başladım ancak kralın sesiyle durdum. "Hemen gitme."
Başımla onu onayladım ve öylece dikilip beklemeye başladım. Konuşup patavatsızlık yapmak istemiyordum artık, o yüzden o bir şey diyene kadar bekleyecektim. "Oturabilirsin Zedia, ayakta dikilmene gerek yok." dediğinde sandalyeyi yeniden yatağın yanına çekip oturdum. Sessizlik büyüdükçe zihnimin gürültüsü artıyordu. Sabah anlattığı rüyadaydı aklım. Gerçekten kralın rüyasına girip kalede mi kalmak istediğimi söylemiştim? Yok artık, adam hastaydı işte.
"Sohbet edebiliriz Zedia. Merak etme, sana kızmayacağım ve hatta canım isterse cevap bile vereceğim."
O bir kraldı ve pek tabii canı isterse cevap verirdi.
"Bütün gün bu karanlık odada sıkılmıyor musunuz?" diye sorduğumda tebessüm etti. Her tebessümü, hastalıkla kaplı solgun yüzünde güneş gibi parlıyor ancak sonra batıp gidiyordu.
"Beni eğlendirmek mi istiyorsun?" dediğinde bir kez daha donup kaldım. Hasta bile olsa erkek erkekti ve imalı sözler etmekten vazgeçmiyordu işte. Kusura bakma sevgili majesteleri, o kadar da uzun boylu değil.
"Öyle demek istemedim..." diye toparlamaya çalıştım. "Bir şeyler yapabiliriz. Yani bir şeyler derken... kitap okumak gibi mesela?" Kıpkırmızı olmuştum, Tanrım, neden kızarıyordum ki? Odanın diğer ucundaki kitaplıktan rastgele bir kitap alıp fazladan birkaç mum daha yaktım ve yerime oturdum. Kral Valdemar öylece beni izliyordu. Mumların sayısı artınca oda daha aydınlık ve güzel olmuştu. İzin isteyerek ona baktığımda başını salladı.
Elimde, el yazması bir şiir kitabı vardı. Babam sayesinde kitaplarla iç içe büyümüştüm, her akşam mutlaka karşılıklı kitap okur ve sonra okuduklarımızdan bahsederdik. Derin bir nefes alıp rastgele bir sayfayı açıp okumaya başladım.
"Bir savaşın ortasında açtı kan gülleri,
Ruhların öldüğü yerde büyüdü kökleri.
Güzeldi ancak kan vardı güzelliğinde,
Dikenleri battığı yerden öldürürdü dokunanı.
Aşkı istemezdi kan gülleri,
Aşkın yok ettiği kadınları ve adamları severdi.
Kanlı savaş meydanlarında,
Ellerinde yüreklerini taşımalarını izlerdi.
Aşkın ta kendisiydi aslında kan gülleri,
Aşk kadar güzel ve aşk kadar ölümcüldü.
Aptal kadınlar ve adamlar ölmek pahasına isterdi onu.
Ve istediklerini verirdi onlara,
Onlar ölürken aşklarından, savaşı kazanırdı kan gülleri."
Daha önce duymamıştım bu şiiri. Kral beni dikkatle dinlemiş ve "Çok güzel okudun, beğendin mi şiiri?" diye sormuştu.
"Aşkın bir savaşa benzediğini ve eninde sonunda öldürdüğünü söylüyor. Sanırım şair haklı, aşk gerçekten öldüren bir şey. Yine de kimsenin aşkı böyle tanımlamak isteyeceğini sanmam."
Ve hatta annem, babam ve Marcus üçgeni bunun kanıtı.
"Hiç aşık oldun mu?" diye sorduğunda kitabı kapatıp krala bakarak "Hayır." cevabını verdim. Aşık olmamıştım, aşk insanların gözünü döndürüp yanlış kararlar verdiren kötü bir duyguydu.
"Elindeki kitaptaki tüm şiirler bana ait Zedia ve bu güne kadar ben dışında kimse ona dokunmamıştı." dediğinde neredeyse kitabı elimden düşürecektim. Koskoca kitaplıkta kralın yazdığı ve kimsenin okumadığı kitabı bulmayı nasıl başarmıştım Tanrı aşkına? Biri kesinlikle benimle alay ediyordu. Panikle özür dilemek istediğimde beni susturdu.
"Sorun değil, şiirlerimi sesinden duymak iyi geldi. Okumaya devam et."
Kralın kaleminden bir şiiri daha okumayı kalbim kaldıracak mıydı bilmiyordum fakat isteğini yerine getirip okumaya devam etmiştim. Bir, iki derken kitabı yarıladığımda kralın uyuyakaldığını fark ederek durdum ve sessiz adımlarla odasından çıktım. Tepsiyi sabah toplardık, o kadar derin uyuyordu ki gürültü çıkarıp uyandırmak istememiştim.
Kral Valdemar son şiirlerinde daha karamsar olmuştu ve bunu hastalığına bağlıyordum. Ölümden daha çok bahsetmişti ve daha umutsuzdu.
Saatler ilerlediği için koridorlar boş ve sessizdi, herkes odalarına çekilmişti anlaşılan. O kadar yorgundum ki odama gidip uyumak istiyordum ancak loş koridorlar gözüme olduğundan daha karışık görünmüş ve yolu karıştırmıştım. Bahçeye çıkarsam yönümü daha kolay bulacağımı düşünerek dışarıya açılan kapılardan birine yönelmiştim ki biri kolumdan tutup bir odaya çekmişti beni. Çığlık atmak üzereydim ki Devian'ı görmüştüm.
"Tanrım..." derken derin bir nefes aldım. "Delirdin mi sen?"
Omuz silkti. "Konuşmamız gerektiğini düşündüm."
Elbette konuşmamız gerekiyordu ancak bunu kalbime indirmeden yapmanın çeşitli yolları olduğuna emindim. "Neden kalede işe girdin?" diye sordum doğrudan. Asker olmak istediğini sanmıyordum.
"Kim kalede çalışmak istemez ki?" dediğinde gözlerimi devirdim. Öyle olmadığını biliyordum. "Bir anlaşma yaptık değil mi? Buralarda olacağım ve söylediğin zaman işi bitireceğim." dedi. Gece kadar karanlık olan gözlerine baktım. Bir yabancıya güvenmiştim ancak şimdi yaptığım şey doğru gelmiyordu. Kalbim acırken mantıklı düşünememiştim resmen.
"Anladım." diyebildim yalnızca.
"Kralla nasıl gidiyor? Bu saatte mi çıktın odasından?"
Sorusundaki imayı anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. "Bir de sana laf anlatmakla uğraşamam." diyerek kapıya yöneldiğimde kolumdan tutarak gitmeme engel oldu.
"Tamam sakin ol ufaklık. Sadece seni uyarmak istedim, kralın seni özel hizmetçisi yapması biraz fazla tuhaf değil mi sence de?"
Ona, beni rüyasında gördüğünü söylemeli miydim bilmiyordum. Sonuçta bir yabancıydı ve ona kralın sırrını vermek güvenli olmayabilirdi. "Hasta olduğu için yeni bir hizmetçi istemiş olabilir." dedim yalnızca, kaledeki herkes bunu biliyordu sonuçta.
"Neyi olduğunu öğrendin mi?"
"Hayır, henüz kimse bir şey söylemedi. İnsanlar ulu orta bunu dillendirmiyor, sen de dikkatli ol bu konuda."
Başını salladığında etrafıma baktım. Bir yatak ve dolap vardı yalnızca. "Burada mı kalıyorsun?" diye sorduğumda evet cevabını vermişti. "Marcus'la aran epey iyi gibi," dedim yatağa oturarak. Yorgundum. Bir şey söylemeyince devam ettim. "Devian, eğer Marcus katil çıkarsa anlaşmamız gereği onu öldürmek zorundasın. Bunu yapabilecek misin?"
Sorumla birlikte kaşları şaşkınlıkla havalandı. Bunda şaşıracak bir şey yoktu, eğer onunla bir dostluk kurarsa anlaşmayı gerçekleştiremez ve hatta beni satabilirdi. "Oradan bakınca duygusal bağlar kuran birine mi benziyorum?" diye sorduğunda refleks olarak onu incelemeye başladım.
"Buradan bakınca hiçbir şeye benzemiyorsun çünkü kapalı bir kutu gibisin," dedim. "Ne hissettiğini bilemem, bir şey hissedebiliyor musun onu bile bilmiyorum."
Rahat bir şekilde omuz silktiğinde biraz ürktüm çünkü birini öldürmekten bahsediyorduk ve bu kadar soğukkanlı bir konuşma yapmamız çılgıncaydı.
"Sözlerimi her zaman tutarım, merak etme." dediğinde ayağa kalkıp kapıya yöneldim.
"Zedia?"
"Efendim?"
"Dikkat et. Kale senin büyüdüğün kasabaya benzemez."
Başımı sallayıp odadan çıktım. Haklıydı, burası büyüdüğüm yere hiç benzemiyordu çünkü yanımda babam yoktu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.27k Okunma |
237 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |