Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left 1.
Bölüm
keyboard_arrow_right

Çocuk Parkında Ertelenen İntihar

@emrahcelik
Akşamdı, sahil yolundan yürüyerek Zeytinburnu'na gittim, sahilde bir iki çocuk paltolarının içine saklanmış, poşetten bali çekiyorlardı. Bana baygın baygın bakarak, derin derin çektiler. Korkumu umursamazlıkla saklayarak geçtim yanlarından, metropol olmanın bedeli, tinerciler, gasplar, cinayetler. Yaşlanan İstanbul'un tenindeki kırışıklıklar, kaçarı yok.

Kayık barınağına gittim, Ayı Kazım oradaydı. Ayı Kazım, ayı gibi bir adam. İki metreye yakın boyu var, vücudu da iri, hantalca, belki yüz elli kilo vardır. Ben hep ayı gibi gözüktüğü için, Ayı Kazım diyorlar sanıyordum, değilmiş. Bir gün, biri anlattı. Bu Ayı Kazım, akşam olunca bir yetmişlik devirmeden evin yolunu bulamazmış, gençlik yıllarında yine böyle içmişken, yalpalayarak Sulukule'deki evine yürüyormuş, elinde de balık paketi varmış. Akşam geç vakit, Sulukule'nin o dar sokaklarında bir ayı oynatıcısı ile karşılaşmış.

O zamanlar İstanbul sokaklarında, zincir elinde ayılar peşinde dolaşırlardı. Mahallenin orta yerinde dururlar, zil çalarlar, ayı da oynardı. Bütün mahalleli toplanır, bu nümayişi izlerdi. Ayı oynatıcısının yamağı da, kirli şapkasını dolaştırır, içine bozuk paralar şıngırtılarla atılır, ekmek parası kazanırlardı. Sonradan herhalde hayvan hakları mevzularından olsa gerek, bu varoş eğlencesi ortadan kalktı. Hele bir de oynatıcı, 'hamamda karılar nasıl bayılır' diye zili hızlı hızlı çalardı da ayı kendini sırt üstü yavaşça yere bırakırdı ki, o nümayişin en zevkli kısmıydı. Ayının bayılma taklidi yapması mı, yoksa kadınların hamamda bayılması mı, yoksa hamamdaki bir kadın erotizmi miydi neydi bu sahneyi nümayişin zirvesine çıkartan bilemiyorum, ama çok hoşumuza gider, hep birlikte alkış tuttururduk.

İşte bizim Kazım, biraz içkinin rahvanlığı, biraz genç karısının koynuna tez girme arzusu, biraz da tuttuğu balıkların takdir edilecek gururuyla o dar sokakta yürürken bir ayıya çarpıyor, ayı huysuzlanıyor, başını bir o yana bir bu yana sallamaya başlıyor, bizim Kazım yere düşüyor. Ayı iyice zıvanadan çıkınca, oynatıcısı da zinciri bırakıp topukluyor. Kazım yerde, ayı başında, oynatıcısı kaçmış. Ayı kaldırıyor Kazım'ı yerden, Kazımın sıkı sıkı tuttuğu kese kağıdındaki balıklar hala koltuğunun altında, ayı bunu kaldırınca, Kazım paketten balıkları birer birer çıkartıp, ayının ağzına uzatıyor, o da iştahla yiyor, Kazım sendeleyip düşecek gibi oldukça ayı omuz verip onu ayakta tutuyor, Kazım'ın elini yüzünü öpüp duruyor hayvan, derken karşı evden bir pencere açılıyor ve kadının biri bağırıyor, 'ne besliyorsun be o pis hayvanı uzak dur, uzak dur' diye. Ayı dönüyor pencereye doğru, üç defa kadına doğru tükürüyor, kadın 'Allah' diye çığlık atarak pencereyi kapatıyor. Bu esnada sesi duyanlar pencereye kapıya çıkıyorlar, bi de bakıyorlar ki Kazım ayıyla kol kola. Kalabalık başlarına toplanınca ayı başlıyor oynamaya, Kazım da sarhoş, geçiyor ayının karşısına parmak şıklatarak oynuyor. Kalabalık alkış tutturdukça ayı oynuyor, ayı oynadıkça Kazım oynuyor. O akşamdan sonra Kazım'a hep Ayı Kazım demişler, o da bunu sevdi ki, kendini anlatırken 'ben Ayı Kazım' der hep.

Baktım kayıkta oturuyor, selam verdim, kayığa çıktım, ayağa kalktı uzun kalın kollarıyla sarıldı, sonra 'su dökeyim' dedi, kayığın kıç tarafına geçti, sesli sesli işedi, geldi oturdu, 'nasılsın Ayı Kazım' dedim, küfürle karışık bir şeyler söyledi 'ne iyi ne kötü' demek istediğini anladım. Cümlelerinde virgül ve nokta yerine küfür kullananlardandı, lafları yuvarlayarak konuştuğu için ne söylediği çok zor anlaşılırdı, hele bi de içtiyse dikkatlice dinleyip duyabildiğin kelimelerden ne demek istediğini ancak anlayabilirdin.
Baktım kendi dünyasına çekilmiş, çıktım, Bakırköy tarafına doğru yürüdüm, sahilden. Çocuk parkı gördüm, girdim içine, her yer karanlıktı. Ürkerek salıncağa oturdum. Otururken zincirin beni taşıyacağından emin olmak için bir iki kez ayaklarım yerde tarttım. Az sonra intihar etmeyi düşünen biri olarak yere düşme korkuma hayret ettim, güldüm, yoksa hayata hala çok mu bağlıyım, diye düşündüm. Şaşkınlığımla yavaş yavaş sallanmaya başladım. Tahterevalliye, kaydırağa baktım uzun uzun. Bizi, burada, hayata alıştırmak için yapılmış oyuncaklarmış meğerse bunlar.

Salıncak; hayatın korkunç med-cezirlerini ilk hissettiğimiz koltuk, ileri doğru giderken hızın rüzgarıyla saçlarımızın geriye doğru savrulmasıyla, alnı açık gururumuz ve geriye doğru sallanırken gerilemenin utancı, ensemizden esen rüzgarla, önümüze dökülen saçlarımızla o utancın gizlenmesi. Başladığın çizginin ötesine, gerisine gidip gelmekle geçen hayat oyunu ve bitirdiğinde başladığın noktadan inme mecburiyeti. Bazı cesur çocuklar salıncak durmadan atlarlardı, bu bitişi başlangıçtan ayırma hevesi miydi; yoksa farkında dahi olmadan başladığın oyunu, bilinçli bir isyanla bitirme güdüsü müydü?

Tahterevalli; birilerinin çıkması için diğerlerinin inmek zorunda olduğunu nasıl da nakşetmiş beynimize, oysa arz talep eğrisini ve kıt kaynaklar karşısındaki sonsuz ihtiyaçlar gerçeğini bilmiyorduk. Dengede durmak için her iki tarafın da, ağırlığı ölçüsünde fedakarlık yapması gerekiyordu. Ve bu dengede kalma zamanı çok kısa sürerken, yine birileri yukarı, birileri aşağı gidip gelirdi. Bazen de ağır bir çocuğun aniden karşı tarafa oturmasıyla hızla yukarı kalkan çocuğun, tahterevallinin hızıyla ağzı burnu kan içinde düştüğü görülürdü. Hızlı çıkışların hızlı düşüşlere gebe olduğunu anlatırmış meğer o da bize.

Kaydırak; güçlükle tırmandığımız basamaklarından, çıkmanın uzun, zahmetli, inişin ise kısa olduğunu öğrenmişiz. Aynı zamanda, aşağı doğru gitmenin keyfini ilk burada mı tatmışız; bu melankoli, bu acıdan zevk alma mazoşistliğini şu kaydırak mı işledi içimize, eğer öyleyse pozitif devletin kaydırakların tümünü yasaklaması gerekirdi. Yoksa 'muasır medeniyet'e doğru hep koşturan ama yakalayamayan 'devletlüler'im bu kaydırak hançerinin çocukların ruhlarında ne büyük yaralar açtığının farkında değiller mi.

Hepsinin ortak özelliği bir ivmelerinin olması, yer çekimine dikey, yatay, çapraz muhalifliği. Yoksa isyankar edilgenlikleri çocuk parklarında mı alıyoruz. Yoksa, enternasyonal isyankar bir örgütün militan yetiştirmek için tasarladığı hücreler mi bunlar, eğer durum bu ise çok akıllıca. Yapımını dahi devletin üstlendiği şu şer yuvalarından kimsenin nasıl da haberi olmaz. Meğer çocukları vakit geçirsinler, oyalansınlar diye getirdiğimiz şu parklar, eşkıyalığın ilk mektebiymiş, yarın sabahtan tezi yok başbakana, emniyete ve genelkurmaya mektup yazmalıyım. Halbuki yarın burada olmayacaktım, benim bu gece çok önemli bir işim vardı, intihar edecektim. 'Şimdi' dedim, 'ne yapmalı', bu işi yarına bıraksam, muhtemel ki başarabilirsem ben yarın hayatta olamayacağım.

Ama iyi vatandaşlık güdüm, muhakkak yetkilileri durumdan haberdar etmem gerektiğini söylüyordu. Ben de çareyi 155 ' i aramakta buldum. Anlattım, hemen bütün ekipler seferber edildi, emniyet alarm durumuna geçti, mavi kırmızı ışıklarla çocuk parkı kuşatıldı, büyük iş makineleri geldi, operasyonları yerinde izlemeye emniyet müdürü geldi, ondan yarım saat sonra vali de geldi ve gazeteciler ve televizyoncular, naklen yayınlar başladı. Herkes ülkenin içinde bulunduğu kaosun sebebini bulmuş olmanın sevinci ve hıncıyla parkın etrafına toplandı, bir kadın bütün gücüyle bağırıyordu, 'onları bize bırakın, biz yıkalım' diye, fakat polis parkı kordona aldığı için kimse yaklaşamıyordu.
modal aç
modal aç
modal aç