Bitkin bir adam, oturduğu sandalyenin sertliğinden rahatsız olarak ayağa kalktı. Karşısında bakışlarında hınç dolu kadına aldırmıyordu. Daha yumuşak bir sandalye alarak yüzü camekana doğru bakacak şekilde oturdu. Bir gariplik olduğunu düşünüyordu. Bu saatlerde kafe oldukça kalabalık olurdu fakat arkada uyuklayan kedi ve kendilerinden başka kimse yoktu. Tanrı’nın ona verdiği bir hediye mi yoksa ceza mı karar veremedi.
‘’ Hayat da böyle değil mi?’’ diye sorarken çaydan bir yudum aldı.
‘’ Nereden çıkıp geldiği belli olmayan kara bulutlar etrafı sardığında düşüncelerin berraklığı kaybolur. Ardından da karmaşa başlar...’’
Kadın, adamın baktığı yöne doğru bakışlarını çevirdi. Siyahımsı bulutlar kavis çizerek yaklaşıyor, berrak mavilik siliniyordu.
Adam öfkeli bir şekilde kadına bakmaya başladı. Alaycı bir tavırla söylenmiş sözler, sıkkın olan canını daha da sıkmıştı. Bir elini bacak arasına götürüp sandalyeyi kadına doğru çevirdi. Üst dişleri alt dudağını ısırıyor, gözü seğiriyordu. Yıllar sonra, onu gördüğünde, olası bir karşılaşma hakkında düşlediklerinin ne kadar da anlamsız olduğunu anlamıştı. Boynuna sarılıp, öpücüklere boğmayacaktı fakat bu denli karışık duygular yaşayacağını da düşünmemişti.
‘’ Bildiğim en son biriyle beraberdin ve gayet de mutluydun…’’ dedi adam.
Kadın başını güleç bir şekilde sağa sola salladı.
‘’ Olabilir… İnsan mutsuz da olsa biriyle beraber olabiliyor! Bazen zaruretten, bazen korkudan bazen alışmaktan…’’
‘’ Yok… Alışkanlık ve mecburiyet yaşlarımı aştım artık.’’
Kırmızı ojeli; ince, uzun parmaklarını bardağın etrafında gezdirip konuşmaya devam etti.
‘’ Tek istediğim; netlik, huzur ve güven… Ardı arkası ne olur diye düşünmeden gönül rahatlığı!’’
Kadının son sözünden sonra etrafı derin bir sessizlik kapladı. Ve bu susuşun geçen her saniyesinde adamın boğulma hissi arttırıyordu.
‘’ ‘’ Yarıda bıraktım, başka bir öykü yazıyorum.’’
Genç adam, ileri uzanıp gözlerini keskin bir şekilde kadına dikti.
‘’ Ümmühan'a mektuplar ismi günlük gibi bir şey.’’
Kadının gülümsemesi bir anda kesildi.
‘’ Yaa! Ciddi olamazsın…’’ diye mırıldandı.
‘’ Yalanı bıraktım. Fark ettim ki yalana ihtiyacım yokmuş. Vasiyetime yazdım. Kitabı öldükten sonra yayınlatacağım. ‘’
‘’ Bu yaşta ne vasiyeti! Hem yaşarken çıkarınca neden sorun olsun…’’
Ümmühan’ın sorularına ve söylediklerine ne söylemesi gerektiğini kestiremeyen genç adam, bir müddet bekledi.
‘’ Yaşarken çıkarırsam sorun olur! Böyle olunca en fazla küfür yerim… Eee ölmüş eşek de kurttan korkmaz. Fakat hatırımda kaldığınca biraz bahsedeyim. Yabancı değilsin.’’ dedi.
Ümmühan ansızın bir kahkaha attı. Sesi o kadar gür çıkmıştı ki, arkada uyuklayan kedi dahi başını kaldırıp onlara baktı.
‘’ Sağ ol, gerçekten.’’ dedi gülmeye devam ederken.
‘’Şöyle bir kısım vardı… Sonra, yani tüm gün bitince oturup bir sigara yakıyorsun pencere kenarında…Şehrin ışıkları parıldıyor! Bakıyorsun, bir yakamoz vurmuş denize. Ah Ümmühan o kadar çok ağrım var ki! Senin ellerine takılsaydı gözüm değişirdi...Halbuki üstü kabuk bağlamayan iğne deliklerinin sebep olduğu morluklara bakıyorum! Ve bu beni kahrediyor!’’
Genç adam, söylediklerinin, Ümmühan’da nasıl tesir ettiğini gözlemlemeye başladı. Ümmühan’ın gözlerinde ki parıltı silinmiş, boşluğa bakıyordu. İstemsizce kaldırdığı tek kaşı, ince dudaklarının aralığından çıkan nefesin sıcaklığı bir insanı çıldırtacak kadar kudretliydi.
‘’ Ümmühan isminde bir hemşireye aşık verem bir gencin günden güne ölürken son notları olacaktı. Doksan sayfa kuşe kağıda basılmış. Birinci sınıf işçilik…’’
Ellerini alnına düşen saçlarına götürüp geriye attı.
‘’ Değişim…Ağır bir kavram! Aslında biliyor musun ben değişime inanmıyorum. Değişim eşya için olur, maddenin şeklinde olur, havada olur, toprakta olur. Değişim demeyelim de, yabancılaşma, uzaklaşma diyebiliriz. Hatta eğer zorla gerçekleşirse cinayet bile denebilir.’’
Ümmühan gözlerini kırpmadan, kısık bir sesle cevap verdi.
‘’ Öyle, öyle.’’ dedi kendinden gayet emin bir şekilde.
‘’ Alıştığın, sınırlarını bildiğin birinden bir yabancıya dönüşmek değil mi değişim dediğin? Ortada kendini tekrar eden bir olay var mesela, öncesinde farklı sonrasında faklı tepki veriyorsun. Bu durumda eskiyi öldürmüş olmuyor musun?’’
‘’ Oluyor musun?’’ dedi ince dudaklarının titremesine mani olamadan.
Ümmühan duyduğu sözlerden rahatsız olsa da, kalkıp gitmedi. Ümmühan’ın sinirlendiğini fark eden adam konuyu değiştirmeye karar verdi.
‘’ Bazı kısımları beğeniyorum. Bilmiyorum hissettiğim belki de şizofreni…Abartı anlamında elbette…Belki de söylemeseydim iyiydi!’’
Neden bilmiyordu ama inanıyordu ona. Derince bir nefes çekip paketin içindeki son sigaraya uzandı. Dudağının kenarına koyduğu sigarayı yakmadan bakışlarını tekrar denize çevirmişti.
‘’ Sonunu daha çok seviyorum ama…’’ diye mırıldandı genç adam.
‘’ Çocuk ölüyor. Kadın ertesi sabah şapkasını düzeltip işine devam ediyor. İdeal bir son!’’
Yaktığı sigaranın dumanı hava da ince bir is bırakarak tavana yükselirken düşüncelerini paylaşmaya başladı.
‘’ Realitesi var Ümmühan. Tek taraflı bir aşk üzerine yazılan bir eser. Ayrıca hasta diye bir çocuğu sevmek zorunda değildi kadın! Evet… Çocuk sevdi… Güzel de sevdi ama -tabiki kadını bu kötü ya da duygusuz yapmaz - bir takım gerçekleri de inkar etmemek gerekir.’’
‘’ Fakat biliyor musun? Bu bahsettiğin öykü için sana söyleyebileceğim tek bir şey var.’’
Seneler sonra göz göze gelmişlerdi. Genç adamın kalp atışları hızlanmıştı. Buna mani olamayacağını biliyordu.
‘’ Sen yaşarken görmek istiyorum hikayenin sonunda ne olduğunu…”
Genç adam ellerinin titremesine mani olamadığı için dizlerinin üzerine koydu. Karmaşık düşünceler ve duygular pençesinde başını bir cama, bir Ümmühan’a çeviriyordu. Onunla ilk karşılaştığı ve hala hatırında tazeliğini koruyan o gün, gözlerinin önünde canlandı.
Ada tüm ihtişamı ile geceyi karşılamaya hazırlanıyordu. Fenerler yanmış, ta uzaklardan at arabalarının sesi gelmekteydi. Son vapur da rıhtımdan uzaklaşırken ada halkına her akşam alıştıkları selamı vermeyi unutmamıştı. Begonviller pembeleriyle, eflatunlarıyla, sarı ve beyaz renkleriyle huzur dağıtıyordu. Usta ressamın ellerinden çıkmış bir tablo gibi ada muazzam güzellikteydi. Her köşesinde farklı bir güzellik yaşanıyordu. Acar delikanlılar da kayalıklardan derine inme yarışına tutulmuşlardı. İnebildikleri kadar derine gitmeye çalışıyorlardı. Bunu bir ödül içinde yapmıyorlardı. Onlara göre bu, her anı başka bir haz duyduran eşsiz bir eğlenceydi... Bir yandan da bu işi yapmak oldukça yorucuydu.
Çınar ağır adımlarla yürüyor, şortunun içinden sızan suyun serinliğini bacaklarında hissediyordu. Tepeden el sallayan Nihat ile göz göze geldiler. Çınar elini kaldırmış, artık yeter manasında sallamıştı. Fakat arkadaşlarının ısrarına da hayır diyememişti.
Grimsi gökyüzüne bir nokta gibi konulmuş güneşin kızıllığı gözlerini alıyordu. Zar zor ulaştığı tepe de ellerini beline dolamış etrafı izlerken, soluklanmaya başlamıştı. Tam o sırada bir deklaşör sesi dikkatini çekti. O tarafa doğru baktığında, tüm hayatını değiştiren kadını gördü. Kadın, fotoğraf makinesine bakıyor bir yandan da kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Çınar’ın denize atlama arzusu yok olmuştu. Hatta yorgunluğu dahi bir anda kaybolmuştu. Nedenini bilmiyordu ama orada öylece durup, bu kadını seyretmek istiyordu. Kadının, siyah saçları omuzlarına doğru dökülüyordu. Saçları uzun ve düz olup oldukça yumuşak bir görüntüye sahipti. Geniş alnının ortasında tek bir çizgi çekilmişçesine ince kaşlara sahipti. Geniş burun kanatları, Nübyan burnu adı verilen çeşitlemeye daha uygundu. Dudakları da, kaşları gibi bir kalemle çizilen üst üste konulmuş iki ince çizgi gibiydi. Elmacık kemiklerini kapatan dolgun yanakları yuvarlak bir yüzle bütünleşmişti. Ortalama bir boya sahip ve beyaz tenliydi.
“ Hayırdır arkadaş bir sorun mu var?”
Akşam rüzgarı kadının omuzlarına düşen saçlarını uçuşturmaya başlamıştı. Tek kaşı yukarı kalkık, bir gözü biraz daha büyümüş olarak Çınar’a bakıyordu. Çınar ise konuşmadan hatta gözlerini kırpmadan kadına bakmaya devam ediyordu.
Kadın, ince uzun parmaklarını havada döndürüp sinirli bir şekilde yere doğru indirdi. Mırıltılar eşliğinde yürümeye başlamıştı. Çınar ise öylece kalmış, kıpırdayamıyordu. Peşinden gitmek istiyor fakat dizlerinde o gücü bulamıyordu. Cesaret etse, bir merhaba dese ne çıkardı? İçinde büyüyen bir pişmanlık gittikçe onu sarmaladı. Artık ne gökyüzünün griliği umurumdaydı ne de dalgaların sesini işitiyordu. Hatta üzerine yapışan su damlacıklarının, esen rüzgarla tenine işlemesi ve titreten bir üşümeye dönüşmesine bile aldırmıyordu.
Çınar ve ailesi adanın yerlilerindendi. Ailesi oldukça varlıklı olmasına rağmen, mütevazi bir hayat sürdürülüyordu. Pinti olmamakla beraber savurganlığa da izin verilmezdi. Anne ve babası biraz da ticari bir ilişki üzerine hayatlarını birleştirmişlerdi. Yine de babası sonrasında annesine aşık olmuştu. Evin tek çocuğuydu. O yüzden üzerine titrerlerdi.
Çınar, ensesinde patlayan bir tokat ile kendine geldi. Bir anda alt üst olan dengesi bu şok dalgasıyla bir öfke yangınına dönmüş, damarlarında ki akan kan hızlanmıştı. Sinirli bir ses tonu ve çatık kaşlarla arkasına döndüğünde, Nihat’ın gevrek bir gülümsemeyle kendisine baktığını gördü.
Çınar derin derin soluyordu. Avuçlarını sıkmış, kendini kontrol etme çabasındaydı. Kısa bir süre Nihat’a sinirli bir şekilde baktı. Bir şey söylemeden ileride ki kayaların üzerinde duran havluyu omuzuna attı. Elleri cebinde yürüyor bir yandan da kadını düşünüyordu. Adada ondan daha güzel kadınlar olduğu halde ilk defa böyle bir his yaşıyordu. Çınar, çirkin bir adam değildi. Uzun boylu, esmer, siyah kıvırcık saçlı, akranlarına göre olduğundan daha büyük gösteren biriydi. Hayatı boyunca güleç yüzlü, esprili biri olarak tanınırdı. Kısa ömrünün en ciddi anlarını ise, sebebini hala çözemediği şekilde bugün yaşamıştı. Düşüncelerinin koyuluğunda, rengarenk yolun nasıl bittiğini anlamadı. Eve girer girmez, hızla odasına çıkıp kendini yatağa bıraktı. Ansızın yükselen ateşi onu halsizleştirmişti. Cenin pozisyonunda gözlerini kapattı.
Gözlerini açtığında, odanın aydınlığı dikkatini çekti. Halbuki eve girdiğinde akşam olmak üzereydi. Tüm gece uyumuşum diye mırıldandı saate bakarken. Hızla yataktan kalkıp duşun yolunu tuttu. Kapıyı açtığında elinde bir tepsi; tepsinin üstünde kase içerisine konulmuş sirke ve yanında kesilmiş bez parçalarıyla duran annesini gördü. Annesi tepsiyi bir mızrak gibi kullanarak Çınar’ı içeri itti. Aynı zamanda hızlı hızlı konuşuyordu.
“ Aman oğlum bizi o kadar çok korkuttun ki! Bir ara ambulansı çağıracaktık! Ateşin yükseldi. Bir titreme tuttu. Öyle korktuk ki…”
Bu evham hali Çınar’ı geriyordu. Annesine doğru, beklemediği şekilde yürüyüp sarıldı. Kadın bunu beklemediği için bocalamış, ağzından kesik kesik kelimeler çıkmıştı. Çınar geriye çekilip, ellerini tuttu.
“ Annem! Oldukça iyiyim. Dün biraz yoruldum. Deniz eğlencesini de abartınca o güneşin altında, çarpıldım.”
Annesinin şaşkın bakışları altında odadan çıktı. Bir şekilde o kadını bulup konuşması gerektiğini biliyordu. Ne üzerine konuşacağı hakkında bir fikri yoktu ama kadını seyretmek, gözlerini görmek bile ona yeterdi. Bisikletinin kilidini açarken, demir kapının ardında beliren bir gölge dikkatini çekti. Başını kaldırıp baktığında, alnında iri ter damlaları ile kendisine bakan Nihat’ı gördü.
Bisikletin selesini ayarlarken umursamaz bir sağ ol dedi.
“ Vurdum diye mi alındın? Arkadaşlar arasında böyle şakalaşmalar olmaz mı?”
Nihat elini Çınar’ın omuzuna koydu.
“ Arkadaşlar seni bekliyor. Pamukların oraya gideceğiz. “
Çınar aynı umursamazlıkla cevap verdi.
Çınar kendini bildi bileli Nihat’ı tanırdı. Nihat’ta, Çınar gibi genelde hep neşeli olurdu. Üzüldüğünde ise öyle bir hal takınırdı ki, onu tanımayan bir insan bütün hayatının acılarla geçtiğini düşünebilirdi.
Nihat elini çekip yüzüne doğru götürdü. İşaret parmağını düz bir şekilde uzatmış, tek kaşını kaldırmış Çınar’a bakıyordu. Bu bakış Çınar’ı ürpertmişti.
“ Külüstür çıkarılıyor ve bir içe kapanıklık söz konusu! İçimizde, pamukların orayı en çok seven adam gelmek istemiyor... Demek ki bir sıkıntı var!”
Nihat’a doğru yüzünü kaldırıp baktı.
‘’ Komple teorilerinle uğraşamayacak kadar önemli bir işim var. Siz gidin sonra haberleşiriz.’’
Çınar büyük bir azimle, tüm adayı baştan sona iki kere dolaştı. Fakat kadından yana bir iz bulamıyordu. Sonunda yorulduğunu ve soluklanması gerektiğini fark etti. Sahafçı Selim’in dükkanı önüne bisikletini kilitlerken ötelerden yaklaşan bulutlara gözü takıldı. Dükkandan içeri girdiğinde Selim’i, her zaman ki gibi önünde bir kitap, baş ucunda duran nargilesini harlarken gördü. Selim yanaklarını şişiren dumanı havaya püskürtüp Çınar’a doğru yürümeye başladı.
“ Hayırsız gelmiş. Görüyor musun Peyami?”
Peyami, Selim’in kedisiydi. Sarı, kabarık tüylü miskin bir kediydi. Yattığı yerde ağzını sonuna kadar açıp diliyle ağzının kenarında kalan mama kırıntılarını temizledikten sonra başını tekrar indirdi. Çınar dükkanın içerisini süzerken üzgün bir sesle hoş bulduk dedi. Çınar, burayı nedensiz severdi. Kitapların sararmış kağıtlarını tutan, solmuş kapaklar, o kapakların içinde silinmeye yüz tutan harfleri var eden mürekkebin kokusu hep ilgisini çekmişti. Kitapları insanlara benzetir, yaşanmışlıklarının gizemi daha çok hoşuna giderdi. Özellikle akşamüzeri burada otururken hayalinde bazı suretler canlanırdı. Gaz lambası altında bir adamı, bekar hanın dökülmüş duvarları arasında oturmuş, filtresiz son sigarasının dumanları altında kitap okurken tasvir ederdi. Kim bilir o adam ne ıstıraplar yaşamıştır diye düşünürdü.
“ Çaresiz bir dert yoktur.” dedi Selim çayı karıştırırken.
“ Yöntemi yanlış uygulanan formül, yanlış cevaplanan soru vardır. Ayrıca çaresizlik de o kadar kötü bir şey değildir. Çaresizliği yaşayan; bunu hisseden insan, insan olmaya başlamıştır. Beşerin lanet bir özelliği var. Böbürlenmek! Hiç bir sorunu olmayan insan da böbürlenecektir. Hiç bir şey olmasa sorunsuzluğuna böbürlenecektir!”
Çınar ne demesi gerektiğini bilmiyordu.
“ Boşuna pedal çevirmişsin. Hem de aynı hayatı iki kez yapmışsın! O kadar telaş yapmana gerek yok ki… Burada gördüğün bir yabancı için iki alternatif yol var. Buraya sadece günlük bir ziyaret için gelmiştir ya da diğeri kalacaktır. Moteller de araştırsan zaten aradığın cevabı bulacaksın.’’
Selim dudağının kenarına nargileyi koyarken Çınar çoktan ayağa kalkmıştı. Selim gülmüş, koşar adım kapıya giden Çınar’ın ardından bağırmıştı.
“ Dikkat et kendine deli oğlan!’’
Kapı kapanırken mırıldanıyordu.
‘’ Dur, desem bile durmayacağını biliyorum.”
Adada ki motellerin sayısı ve yerleri belli olduğu için dolaşması çok üzün sürmedi. Fakat kadına dair bir iz yoktu. Ümitleri tükenmek üzereyken aklına Salkım hanım geldi. Salkım hanım motel sahibi olmasa da adanın en güzel yerinde kiralık odaları vardı. Çardak altında oturan Salkım hanıma doğru giderken gökyüzü garip bir hal almaya başlamıştı. Güneş bir anda kara bulutların ardında kalmış, gökyüzü siyahımsı bir renge bürünmüştü. Rüzgarın şiddeti de bir anda hızlandı. Sanki biri derince bir nefes çekmiş, tutmuş ve ölmek üzereyken ciğerlerine dolan havayı geri vermişti. Çardak altına vardığında yağmur çiseliyordu. Salkım hanım, canhıraş bir şekilde gelen Çınar’ı görünce bir anda ayaklandı.
‘’ Hayır olsun bu ne geliş evladım!’’
Çınar bisikletten atlarcasına inmişti. Derince bir nefes alıp, söze girdi.
‘’ Aslında önemli bir şey yok Salkım hanım fakat size sormam gereken bir soru var.’’
Salkım hanım omuzlarına attığı şalı aşağı doğru çekerek sıkılaştırdı.
‘’ Dinliyorum sizi çocuğum.’’ dedi.
‘’ Birini arıyorum…Ada da bir yabancı. Elinde fotoğraf makinesi olan bir kadın.’’
Salkım hanım ellerini göğüsleri üzerinde kavuşturmuştu.
Salkım hanımın sorgulayıcı bakışları altında mantıklı bir cevap vermesi gerekiyordu.
‘’ Dün fotoğrafımı çekti!’’ dedi biraz yüksek bir sesle.
‘’ Ama bir anda ortadan kayboldu. Onu isteyecektim.’’
Salkım hanım bir müddet öylece durdu. Çınar için geçen saniyeler, dakikalara dönüşmüştü. İnsanın hayatında bazı zamanlar öyledir. Salkım hanım kısık bir ses tonu konuşup, içeri doğru yürüdü.
‘’ Gün batımı için kaleye gitti.’’
Islanmaya başlayan gömlek kollarına yapışıyor, soğuk yağmur damlaları içini ürpertiyordu. Güneş gökyüzünden iyice silinmiş, bulutların ardında kalmıştı. İri taneler hızını arttırdıkça Çınar pedalları daha kuvvetli çeviriyordu. Kalenin eteklerine geldiğinde yeşilliklerin üzerine bisikleti atarak, merdivenlere doğru koşar adım yürümeye başladı. Merdivenleri birer ikişer atlayarak eski kalenin kapısına gelmişti. Hafif aralık kapıdan içeri doğru başını uzattığında heyecanı dayanılmaz bir hal almıştı. Kalbinin atışlarını parmak uçlarında hissediyor, hızlı akan kan şakaklarına baskı yapıyordu. Soğuk kulpu tutup kapıyı itti. Gıcırdayarak açılan kapının ardında, o yöne doğru dehşetle bakan bir çift göz ile karşılaştı. Kadın, ıslanmış saçlarını yana doğru atmış küçük kalenin ortasında elinde ki makine ile duruyordu. Korkmasında haklıydı çünkü bir zamanlar hayatın bizzat vücut bu yer şimdi bir mezarlık gibiydi. Makineyi usulca indirerek boynundan soluna doğru sarkıttığı çantasına doğru elini uzattı. Çınar savruk saçlarını sağa sola doğru sallayarak derin bir soluk aldı. Adım atmak istiyor fakat cesaret edemiyordu. Tek kaşını kaldıran kadın sert bir ses tonu ile konuştu.
Çınar dengesini kaybetmişti. Baskılayamadığı duygular altında ezilmekteydi. Sakinleşmek için düşüncelerini değiştirmek istedi. Gözlerini etrafta gezdirip kendini, asırlar öncesinde hayal etmeye başlamıştı. Rüzgarlardan kabaran yelelerine yapıştığı ve koşmaktan çatlamak üzere olan bir atın üzerinden inip de bir an önce rahata kavuşmak isteyen bir süvari gibi paldır küldür kale kapısından geçip, kalenin koruyucusu ile karşı karşıya duruyor gibi düşledi kendini.
“ Bisikletimle gezintiye çıkmıştım. Yağmur şiddetlenince de en iyisi kaleye sığınmak dedim.’’
Kadın duyduklarına karşı hiçbir tepki vermedi. Kaşı kalkık bir şekilde bir müddet daha baktı. Çantasını uzanan elini çekip, makineyi kaldırdı. Çınar’dan, kendine bir zarar gelmeyeceğini anlayınca elinde ki makine ile ilgilenmeye başlamıştı. Fakat arada yine de kaçamak bakışlar atıyordu. O anlarda Çınar hızlıca başka yönlere çeviriyordu. Birkaç dakika sonra tekrar bir bakış attığında göz göze geldiler.
‘’ Arkadaş sen ne istiyorsun?’’
Çınar, seni tanımak istiyorum demeyi yeğlerdi fakat yine konuşamadı. Dışarıda ki yağmur da azalmaya başlamıştı. Çınar’dan bir cevap alamayınca garip bir şekilde tebessüm edip yürümeye başladı. Kadın, kale kapısına geldiğinde bir kez daha göz göze geldiler.
Çınar’ın, içine bir hüzün çökmüş, hayal kırıklığının ansızın bastıran bir halsizliğini hissetmişti. Bütün uzuvları yetilerini kaybetmiş, beyni emir veremez hale gelmişti. Kadının durduğu yere gözlerini dikmiş, öylece bakıyordu. Ayak sesleri kesildiğinde kalenin içerisinde yalnız kaldığını anladı. Vücudunu saran halsizlik bir anda kızgınlığa dönüşmüştü. Titreyen dudaklarını, boğazına kan gelene kadar ısırdı. Fakat hissettiği acı bedensel değildi. Ağzına dolan kanı tükürerek yüksek sesle bir nida attı. Bir zamanlar şenlikler yapılıp, kahkahalar atılan bu yerde acısının yankısı bir top gibi duvarlara patladı. Fakat yıkılan duvarlar değil hisleri olmuştu. Her insanın değerlendirmesi gereken bazı zamanlar olduğunu biliyordu. Oysa şu an değerlendirmesi gereken bir an varken, çuvallamıştı! Kendini kalenin dışına atıp, bisikleti aldı. Azalmış olan yağmur tekrar hızlanmaya başlamıştı. Kadını, kalınca bir dalın altında ihtiyar ağacın gövdesine yaslanmış gördü. Bisikleti ana yolda bırakıp çamurların içine dalarak yürümeye başlamıştı. Bez ayakkabıları kirlenmiş, içi su dolmuştu. Kadına doğru yaklaşırken, telaşla çantasını kurcaladığını görünce bağırdı.
‘’ Lütfen, lütfen! Sakin olun! Benden size bir zarar gelmez! ‘’
Kadın duraksamıştı. Çınar nefes nefese kalmış bir şekilde biraz gerisinde durdu. Ellerini dizlerine dayamış, soluklanıyordu.
‘’ Sadece…Yağmur hızlanınca…Sizin vasıtanız olmadığı için…’’
Kalbi koştuğu için değil heyecandan çarpıyor, sesi boğuk boğuk çıkıyordu.
‘’ Bisikleti almanızı isterim!’’
Son sözlerini oldukça emin bir şekilde söyledi. Hatta kendisiyle biraz gurur duymuştu. Kadın ne diyeceğini bilemez şekilde Çınar’a bakıyordu.
Soğuk su, kurumaya başlayan kana değince irkildi. Zeynep kapıyı yumrukluyor bir yandan da ağlıyordu. O kadın sadece bana zarar vermiyor, diye geçirdi Çınar. Kontrol edemediğim hisler yüzünden daha kaç kişinin canı yanacak, dedi fısıltıyla.
Gözlerini aynada ki suretine dikip, ne olacağını düşünmeye başladı.
Ümmühan’ın ne istediğini, pişman mı olduğunu yoksa öylesine mi geldiğini anlayamamıştı. Fakat Ümmühan’ın çalımı olduğunu biliyordu! Acılarını, pişmanlıklarını kahkahaların ardına öyle güzel saklar ki, ne hissettiğini anlayamaz insan, diye düşünüyordu. Tartışılamaz zekası devreye girdiğinde, duygularını saklamayı da iyi bilen biriydi Ümmühan! Cevap aradığı derin sorular içerisinde ne kadar süre geçirdiğini, fark etmemişti. Şiddetle basılan bir korna sesi daldığı düşüncelerden sıyrılmasına sebep oldu. Üstün körü ya da bir el çarpması, selam verme hali değildi. Minik bir düğme üzerine kurulmuş bir hegemonyaydı bu. Kulakları sağır edercesine çalan kornanın tiz sesi beyninde büyüdükçe alt üst olan duyguları yerini öfkeye bıraktı. Arabanın içerisinden nasıl indiğini ve emekli astsubaya o yumruğu nasıl attığını hatırlamıyordu. O koca gövdeli adamın bir saman balyası gibi yana devrilişi ise hafızasında kesik kesikti! Boş gözlerle otoparkın kolonlarına bakıp, aynı yerde üç kere dolaştıktan sonra ağır adımlarla yangın merdivenden üst kata çıktı. Yüreğine çöken ve uzun zamandır hissetmediğini düşündüğü mutsuzluk olduğu yere çökmesine sebep oldu. Mavi gömleğin üst cebinde ki uzun sigaradan bir tane çekip titrek dudakları arasına koyduğunda, Ümmühan’ın sureti gözlerinin önünde canlanmıştı. Sigarayı yakmaktan vazgeçti. Eve girip de kapağı tuvalete attığında biraz daha sakinlemişti. O an ellerinin üzerinde ki kanlar dikkatini çekti. Bu manzara oldukça tanıdık gelmişti. Bir hışım kalkarak ellerini yıkamaya başladı. Çeşmeyi tam açmıştı ki, Zeynep’in attığı bir çığlık ve peşi sıra gelen ağlama sesi evin içerisinde yankılandı.
‘’ Peyami korkmuş olmalı…’’ diye mırıldandı. Tuvaletin kapısı şiddetle çalınıyordu. Daha fazla tahammül edemeyerek kapıyı açtı. Korktuğu her halinden belli olan Zeynep, ona bakıyordu. Çınar başını koridora uzattığında albayın karısını ve kızını hınç dolu bakışlarla kendine doğru bakarken gördü.
‘’ Sen ne yaptın…’’ diye mırıldandı kısık bir ses tonuyla.
Çınar ne söyleyeceğini bilemiyordu fakat Dileğin bakışlarından anlamsızca ürkmüştü. Bakışlarını daha ötelere doğru götürdü. O an nikah masasında çekildikleri resme gözleri takıldı. Peyami hiç huyu olmadığı halde sinirli bir şekilde mırlayarak yarı açık kapıdan çıkmıştı.
Çınar topraklı yoldan, adanın ortasında ki çay bahçesine kadar tepeden tırnağa ıslak bir şekilde yürümüştü. Yağmur bir müddet sonra kesilse de şiddetli bir rüzgar vardı. Ayak tabanları büzülmüş, bastıkça içini gıcıklayan bir sızı hissediyordu. Mavi boyaları dökülmeye başlamış demir çitin kenarında bisikletini görünce heyecanlanmış; üşümesini, ayaklarının sızısını unutmuştu…Paslı giriş kapısını yukarı doğru kaldırıp ileri itti. Hiç beklenmedik bir zamanda patlak veren yağmurdan masa-sandalyeler toplanmış, giriş kapısının yanına rengarenk şemsiyeler üst üste konulmuştu. İçerisi oldukça kalabalıktı. Saçlarından damlayan yağmur suları kirpiklerini yalayıp çenesine doğru inerken ürkek bir tavırla çay bahçesinin kapalı kısmına girdi. Kale kapısında hissettiklerinden daha fazlasını hissediyordu. Yağmuru, örümcek ağına takılmış bir kelebeğin çırpınması kadar hızlı atan kalbine paravan yapmış, böylelikle kadınla konuşabilmişti. Gözlerini bir sağa bir sola devirerek etrafa bakındı. Kadından bir iz yok gibiydi. Ahşap, demir, taş yığını bina sanki bir anda üstüne yıkıldı. Hayatın binbir rengini taşıyan yüreğine derin bir karanlık çökmüştü. Önümden geçen garsonlardan birinin kolunu tuttu.
‘’ Kapının önünde ki bisiklet benim! Bir kadın getirdi. Burada mı?’’
Tepside ki çayları soğutmamak için acele eden garson sadece dudağını büktü. Bir ayağını sürüyerek yürümeye başladığında içinde fırtınalar kopuyordu. Ruhu hapsedildiği bedenden kurtulmak istiyordu. Üstünü örten duvarları delip, gökyüzünün berrak maviliğinde tüm insani yetilerini kaybedip bir kuş gibi süzülmek istemişti. Kalbime batan bu acı belki biter, diye düşündü. Bir kadının, hele ki hiç tanımadığı bir kadının, kendini bu hale getirmesini de tuhaf buluyordu.
Çınar’ın kulaklarında yankılanan bu ses gözlerinin kararmasına sebep oldu. Garson elinde ki tepsiyi düşürdü. Bin bir parçaya bölünen cam bardaklar hüzünlenmiş, kırıldığı için öfkelenmiş ve sivrileşmişti. Şimdi bu dağınıklığı toplamak Çınar’a düşmüştü. Parçaları bir araya getirip bütünleştirmek için eğildiğinde; kırık parçalar öyle kesik attı ki, neşeli insan seslerinin yükseldiği salonda attığı çığlıktan başkası duyulmaz oldu. Ocakta kaynayan su yakamazdı Çınar’ı! Fakat sararmış dişlerin arasında kalan masum buğday tanesi gibi, ezilmişti! Derin bir nefes alarak gözlerini açtı ve ruhunda yaşadığı karmaşaların karşısında Ümmühan’ın gözleriyle karşılaştı.
Çınar bunu neden söylediğini bilmiyordu fakat oldukça pişman olmuştu. Cevap bu olmamalıydı dedi içinden. Ümmühan, yanakları gözlerini kapatıncaya kadar tebessüm etti. Çınar, bu gülüşü görünce tüm pişmanlığını unuttu. Bu kadının halinde bir başkalık var dedi.
‘’ Bisiklet içinse, beklemenize lüzum yoktu. Yani...Buraya bıraksaydınız da olurdu. Adada herkes birbirini tanır ve yabancıların kim olduğunu biliriz.’’
Ümmühan gür bir kahkaha patlattı. Gözleri iyice küçülmüştü. Kırmızı ojeli parmaklarını, yüzüne doğru kaldırıp bir peçe görevi yükledi. Çınar hangisine öfkeleneceğini bilememişti. Saçmalamalarına mı yoksa bu gülüşün perdelenmesine mi? Asık bir yüz ifadesiyle Ümmühan’a baktı.
‘’ Size iyi günler.’’ dedi ansızın.
Ümmühan şaşırmış olsa da pek önemsedi. Peki demekle yetindi cam kenarına doğru yürüdü. Çınar, bir titreme hali içerisindeydi. Başına ilk defa böyle bir olay gelmiş, hayatında tatmadığı duyguların pençesinde bocalıyordu. Gidip, gitmemek arasında kararsız kalmıştı. Giderse, pişmanlık bir gölge gibi peşinden ayrılmayacaktı. Ağır adımlarla, Ümmühan’a biraz mesafeli olarak camın önüne yürüdü. Göz ucuyla Ümmühan’a bakıp, tepkilerini görmek istiyordu. Fakat yakalanma korkusu, vücudunun alev alev yanmasına sebep olmuştu. Derin derin soluyor, duygularının göğüs kafesine yaptığı baskıyı savmaya çalışıyordu. Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde gitmeye karar verdiği sırada, garson önüne bir çay bıraktı. Üzerinde dumanları kıvrım kıvrım yükselen çayı görünce üşüdüğünü hatırladı. Çaydan bir yudum aldığı sırada biraz ilerisinde konuşan iki kişi dikkatini çekmişti.
“ Eskiden insanlarda bir neşe vardı. Şimdi yalnızca korku ve endişe görülüyor. Bence bunun sebebi erişim hızı problemi…”
Kıvırcık saçlı, gözlüklü bir adam nefes almaksızın konuşuyordu.
‘’ Mesela metroyu biliyorsun değil mi…Eskiden başı durağın yarısını geçmiş, kıçı ilk vagonmuş gibi durakta dururdu. Çünkü perona hızla girerdi. Metro demek hızlı ulaşım aracı demektir. Bekletmez, zaman kaybettirmez. Fakat insanoğlu çok garip bir varlık… Bir nesneyi, bir aracı var ediliş amacı için değil kendi amaçları kullanmayı tercih ediyor. Kullanımı doğru olmadığı için araç varoluşuyla da zıtlık yaşıyor! Metro istasyonları da son zamanlarda ulaşımdan çok intihar için seçilen meskun mahallerden biri oldu! Aslına bakarsan trajikomik bir durum…Metronun amacı mevcut duraktan bir sonrakine insanları ulaştırmak, öte dünyaya değil! İntihar vakaları artınca makinistler bir tedbir aldı. Ne yapıyorlar? Perona yanaşmadan belli mesafede hızlarını kesiyorlar. Yani yaşatmak için yavaşlıyorlar! Demek ki çok fazla hız her zaman iyi değil. Anın içinde yaşanmayan duygular, olaylar insanları yoruyor azizim!”
Çınar, elinde tuttuğu çay bardağının sıcaklığına aldırmamış, gözlerini ufuklara dikmişti. Bir yandan da adamın söylediklerini düşünüyordu. Belki de adam haklı, diye geçirdi içinden. Uzun zamandır hissetmediği ve içinden birikmiş duyguların ani patlamasını, kontrol edemediği bir şekilde yaşıyordu. Fakat dedi kendi kendine, yeryüzünde milyarca kadın varken ve belki her gün bu adaya binlerce kadın gelirken, neden bu kadın! Düşündü, düşünse de cevabı bulamadı. Cevabı bulamadıkça bu sefer bunaldı. Elinde ki bardağın sıcaklığı gittikçe azalıyordu. Soğumaya yüz tutan çayı bir dikişte bitirdi. Pencere kenarına boş bardağı bırakırken göz ucuyla Ümmühan’a doğru baktı. Yerinde yoktu. Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde kasaya doğru yürüdü. Kasanın önüne geldiğinde üzerinde para olmadığını hatırlamıştı. Mahcup bir tavırla kasadaki adama baktı.
‘’ Beni tanırsınız, Mithat beylerin oğluyum. Para almadan çıkmışım, birazdan getireyim.’’ dedi gözlerini kaçırarak.
‘’ Sizin çayın parası verildi zaten. Bir şey getirmene gerek yok, evlat.’’ diye karşılık verdi kasadaki adam.
‘’ Kim verdi ki?’’ dedi heyecanla.
‘’ Bisikletle gelen abla.’’ diye atıldı küllükleri silen garson. Kasada ki adamın sert bakışlarını görünce hızlanmıştı. Çınar, tebessüm ederek kapıya yöneldi. İçinde bir sevinç, koşar adım yürüyordu. Artık ayaklarının sızısı da umurunda değildi. Büyük caddeye çıktığında bisikleti almayı unuttuğunu fark etti. Fakat hiç tereddüt etmeden, Salkım Hanım’ın kiralıklarına doğru yürümeye devam etti.
Çınar, kadehin dibinde kalan son yudumu aldığına pişman olmuştu. Ardı ardına içtiği kadehler midesini yakıyordu. Başını kaldırdığında, cenin pozisyonunda yatan Zeynep ve baş ucunda uyuklayan Peyami’yi gördü. Dileğin üstünü örtmek istese de bunu yapacak gücü kendinde bulamıyordu. Gözlerini tekrar kağıtlara çevirdi. Ümmühan’a mektupları okumaya başlamıştı.
‘’ Istırapların sonu gelmiyor Ümmühan! Ne zaman başladığını artık hatırlayamadığım bu musibetin, sapasağlam hayallerimi kumdan, kağıttan, külden ibaret bırakması ise daha acı! Yağmurlu bir gece yarısı başlayan sıradan bir ağrının; günlerce, aylarca, yıllarca süreceğini nereden bilebilirdim ki… Yeryüzünde önemsenmemesi gereken binlerce şey varken, önemsenmesi gerekenleri göz ardı etmenin cezasını çekiyorum! Gençliğe aldanmanın, geçer demenin bedelini geçmeyen acılarla ve kırık bir kalple ödüyorum. Hayır, sana kırgın olduğumu düşünme! Aramızda olanlara elbette ve senin gözümdeki, gönlümdeki, fikrimdeki, zikrimdeki velhasıl her zerremdeki yerine değineceğim…Değineceğim diyorum çünkü anlatmaya kalksam bir asır yetmeyecektir! Kırık kalbime gelince, insanın zamanında yaşaması gereken şeylerden mahrum kalma kırgınlığıdır benim ki…Bir yerlerde düğünler oluyor, birileri doğuyor, birileri gülüyor, hayat olanca gayreti ve süratiyle devam ediyor…Benim içinde bulunduğum duvarlardan yaşayacak başka yerim yok…Ne acı değil mi?
Seninle ilk karşılaşmamızı bilmem hatırlar mısın? Ben yine acılar içinde kıvranıyordum. Buzlu camın ardından gelen iniltiler, annelerinin; çocukları avutma çabasından çok, yüreklerinde bir yangın olduğunu gösteren feryatları ve gıcırtılı ilaç arabasının dışında, duvarda asılı olan ve içinde ki kağıdın bile solduğu saatin tıkırtısı duyuluyordu. Binbir iğrenç kokunun ki artık bana hiç de yabancı olmayan ve artık midemi bulandırmayan, dışında ağır rutubetin eşlik ettiği basık bir odanın köhne köşesindeydim. Karşı masada oturmuş; gözlüklü ve avurtları çökmüş ihtiyar bir kadın ara ara başını kaldırıp, bana acıdığını belli eden sesler çıkarıyordu. Gözlerimi yaraya doğru çevirdiğimde iyodoformun sargı bezinden taştığını gördüm. Eğilip silmek istesem de kendimde o kuvveti bulamıyordum. Saat tıkırtısının beynimin içinde büyüyen sesine tahammül etmeye çalışırken kapı açıldı ve içeri sen girdin!
Karşı masada kadın bir anda bocalamış, toparlanmaya çalışırken masanın üzerinde duran kağıtları, kalemliği, isimliği düşürmüştü. Bir müddet toparlanmaya çalışan kadına baktıktan sonra bakışlarını bana çevirdin. İşte o an çektiğim ve çekebileceğim bütün acıların üstünde bir hissi yaşadım! Kırışıksız beyaz gömleğinin yaka kenarlarına değen siyah saçların, ince dudaklarda belli belirsiz bir kırmızılık ve makyajdan mı yoksa kendiliğinden mi olduğunu o an için anlayamadığım pembe ve beyaz arasında ki tenine nazar boncuğu nispetince konmuş kaşların ve gözlerinle odanın ortasında duruyordun. Kadın, yerden aldığı isimliği masanın köşesine koyarken, parmaklarını oraya doğru uzattın ve aldın. Tek kaşını kaldırmış, dudaklarını biraz öne çıkarıp, dolgun yanaklarının kenarlarına ilişilmiş gamzen ile isimliğin içindeki kağıdı çekip aldın. Kadın, bir generalin yanında bekleyen er gibi, aldığı nefesin dahi seni rahatsız etmemesine özen göstererek izliyordu. Ben ise hayatımda görüp görebileceğim ve artık bunu kendinden emin olarak söyleyebilen biri olarak, izlemekteydim. Kenarları yer yer soyulmuş ve sarı süngerin ara ara göze battığı sandalyeyi, mermere sürterek çektin. Kadının ve hatta benim yüzüm ekşimişken bile, senin mimiklerin kıpırdamıştı. Cebinden çıkarıp özenle açtığın bir kağıdı isimliğe yerleştirip masanın üzerine koydun. Bunu yaparken gözlerini tekrar bana çevirmiştin ve bende mahcup olmuş, gözlerimi sıvası dökülen duvarlara çevirmiştim.
‘’Neymiş hastalığınız, bakalım!’’
Yeryüzünde hiçbir insanın sesi bu kadar güzel, kelimeler hiçbir dudağa bu kadar yakışamazdı! Cennetin kapıları açılmış, ıstıraplarım bitmiş ve yaratılmış en güzel varlık beni karşılamıştı. Annemin sesi bile bu kadar güzel olamaz, diye geçirdim içinden. Fakat hiç duymadığın bir sesle kıyaslayabilir mi insan…Bilinmez…Ürkek bakışlarımı usulca masanın üzerindeki isimliğe çevirdim. Operatör Doktor Ümmühan… Gözüm devamına gitse de aklıma çivilendi ismin. Evet, olmayan hikayemiz böyle başladı.’’
Çınar, soluk soluğa kalmış bir şekilde Salkım Hanım’ın kiralıklarının önüne geldiğinde sokak boştu. Soyulmuş elleriyle çamura bulanan elbiselerini silmek için çabalıyordu. Kestirme yoldan kadının önüne çıkabilmek için koşturmuş, adeti olmadığı halde köpekler tarafından peşlenmişti. O koşturma esnasında bir üstüne yere çakılmış, ıslak elbiseleri çamurlanmış, avuç içleri kanın kızıllığı belli olurcasına örselenmişti. Yine de yolundan vazgeçmedi. Fakat yorgun ve ıslak vücudu yaşadığı heyecanların ve duyguların pençesinde bitap düşmüştü. Kaldırıma oturarak ellerini dizlerine dolayıp kendine doğru çekti. Başını dizlerine dayadığında bir uyuma isteği peydahlanmıştı. Biraz gözlerimi kapatsam ne olur ki, diye içinden geçirdi. Sokak tenha, sokak boştu nasılsa. Birkaç kez derin derin soludu. Göz kapakları kapanırken, hayalinde kadının yüzü canlanıyordu. Canı sıkılmış şekilde başını gökyüzüne kaldırdı. Bulutlar dağılıyor, güneş varlığını sergilemeye başlıyordu. Üstte morumsu bir halka, maviyle iç içe geçen yeşilimsi bir renk ve onların sarılıkla belli belirsiz bir gökkuşağı meydana gelmişti. Çınar bunu iyiye yorumladı. Demek ki bir şeyler yoluna girecek, diye geçirdi içinden. Başını begonvillerin kapladığı sokağın başına çevirdiğinde yorgunluğu her adımdan belli olan kadınla göz göze geldi. Bir alev kapladı bütün vücudunu. İşte bu anlamsız, diye mırıldandı. Birkaç saniye evvel hiç bir şeyi yoktu. Çınar’ı gördüğünden memnun olmayan kadın yüzünü ekşitmişti. Çınar ayağa kalkmak isterken, soyulmuş dizine bir sancı girdi ve sendeledi. Bacağını ileri doğru uzatarak, dizini sıktı. Kadın adımlarını sıklaştırmış, baş ucuna gelmişti. Bir şey söylemiyor, sarmaladığı iki koluyla başını ileri doğru uzatmış şekilde Çınar’a bakıyordu. Acı içinde kalan Çınar, güçlü görünmek için bacağını hızla geri çekti. O anda sanki diz kapaklarında ki kemikler kırılmış gibi olmuştu.
‘’ Böyle yapınca güçlü görünmüyorsun arkadaş!’’ dedi kadın.
‘’ Zamanında hissetmen gereken acıları ötelememelisin!’’
İlginç bir tesadüf diye geçirdi içinden Çınar. His ve zaman meselesi ile tekrar karşılaşmıştı. Nefesini sakince bırakıp, doğruldu.
‘’ Olabilir.’’ dedi hırıltılı bir sesle Çınar. Heyecanlandığını her halinden belli oluyordu.
‘’ Bak arkadaş, insan karşısındakine her zaman dürüst olmalı. İnsana yakışan budur. Sen benden ne istediğini söyler misin?’’
Kadının sesindeki dinginlik Çınar’ı sakinleştirmişti.
‘’ Sizinle arkadaş olmak istiyorum.’’
Ümmühan bir süre susmuş, ardından gür bir kahkaha patlatmıştı.
‘’ Arkadaş mı?’’ dedi kısık gözlerle bakarken.
‘’ Evet…Fakat bunda gülünç bir şey göremiyorum. Dürüst olmamı istediniz ve bende tüm samimiyetimle talebimi dile getirdim. Evet ya da hayır demeniz yeterli olacaktır.’’
Ümmühan, Çınar’a doğru bir adım attı.
‘’ Sence vereceğim cevap tatmin edici olacak mı?’’
Çınar, kadının kendisi ile oynadığını mı yoksa ciddi mi olduğunu kestiremiyordu. Kadın, alımlı bir şekilde yürümeye başlamış, esen rüzgardan ıslak saç uçları uçuşuyordu. Sokağın ortasına yaklaştığında Çınar kendine gelmişti.
‘’ İsminiz neydi!’’ diye bağırdı kadının ardından.
Kadın sokağın ortasında durdu. Çınar ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kadına doğru yürüyüp, sorunun ne olduğu hakkında konuşma isteği doğmuştu içinde ama adım atamıyordu. Sonra kadının kendine doğru hızlı bir şekilde yürümeye başladığını gördü. Gözlerinde bir parlaklık belirmiş, bekliyordu. Öfkeli olduğu aldığı nefesten belli olan kadın birkaç adım gerisinde durarak, tek kaşı kalkık ve gözleri büyümüş olarak Çınar’a bakıyordu.
‘’ Bana bak arkadaş!’’ dedi sinirli bir şekilde.
‘’ Seninle konuşuyorum diye bana saygısızlık yapamazsın! Şu yaptığının ne kadar yakışıksız olduğunun farkında mısın! Yolun ortasında öylece durup ardım sıra bağırma hakkını kendinde nasıl buluyorsun!’’
Kadının ağzı koca bir patoz makinesi, kendisi ise bir buğday parçası gibiydi. Dişlerin arasında eziliyor, dövülüyor, küçülüyordu. Her kelimede koca beton blokları altında kalmış gibi çaresizdi. Esasen kötü bir niyeti yoktu ve anlamsızca fırçalandığını düşünüyordu.
‘’ Sadece isminizi öğrenmek istedim.’’ dedi utangaç bir tavırla.
Kadın öfkeli bakışlarını genç adamın üzerinde gezdirip, trip atar gibi bir ses tonuyla ismini söyledi. Şaşkınlığın ve mutluluğun kesişmesi dudaklarına yansıyan adamın bakışlarına aldırmadan yürümeye başlamıştı. Gözden kayboluncaya kadar kadını izleyen Çınar’ın beyninde tek bir isim yankılanıyordu.
‘’ Ümitsiz bir vaka olduğumu söylüyorlar. Çok uzun sürmeyeceğini bende biliyorum. Tek tesellim seni tanımış olmak. Dokunmadan sevmek zordur diyen şair bu hissi bilir. İnsanlar, dokunmaktan kastedilenin ne olduğunu düşünür bilmem. Fakat bana göre tutulan bir elin sıcaklığını, başını koyduğun omuzun, o omuza dökülen saçların yumuşaklığını hissetmektir. Başka kadınlara böyle hislere sahip olmadım. İki kere de hissetmemişimdir bu hissi!
Ümmühan, üzerinde iri yağmur damlalarının biriktiği şemsiyeyi sağa-sola çarparak odaya girmiştin. Bu seferse sinirden kızarmıştı yanakların! Gök gürültüsünün içerisinde kaybolmaktaydı mırıldandığın küfürler! Heyecanlanmış, ne yapacağımı bilemez bir hale gelmiştim. Gölgelerin büyüyerek duvarların içerisinde, gözlerine bakarken bütün acılarım siliniyordu.
‘’ Ne bekliyorsunuz, yaranızı açsanıza!’’ dedin gür bir sesle.
Paniklemiş, titrek ellerimle sararmış gömleğin düğmelerini açmaya çalışıyordum. Sense hiç oralı olmadan pek tabii işinin getirdiği alışkanlıkla odanın içerisinde dolaşıyordun. Bir aralık başını kaldırıp bana baktın.
Kalbim, göğüs kafesimi yarıp geçerek gökyüzüne ulaşacak gibi oldu. Ve huzurunda canımı verirken, ölümlerin en güzeliyle taçlandırılacaktım.
‘’ Yirmi yılı yedim.’’ diyebildim.
Yavru bir ceylanın ürkekliği ile sormuştum bunu. Yağmur damlalarını hızını arttırıp cama çarpıyordu.
‘’ Sizi alakadar etmez.’’ dedin sert bir şekilde.
Şehrin üzerine sinen karanlık değil sözlerin geceyi erkenden indirmişti.
‘’ Şunun için sordum.’’ dedim ve kocaman bir yumru şeklinde ağzıma dolan tükürüğü yutkundum. Gözlerime sorgulayıcı bir yargıç edasıyla bakıyordun. Niye sorduğumu o gün rahatlıkla söylememiştim. Fakat şimdi itiraf etmekten geri kalmayacağım!
Sordum çünkü yeryüzündeki tüm kadınlardan ötede; varolan sevdaların üzerine binlerce şairin hatta bazıları isimsiz, kutsal kitapların sevda öğretilerinden, mitolojik kahramanların aşklarından bağımsız olarak, kısacık ömrüm ve on sekiz santimi geçmeyen kalbimle seni tanımak istiyordum! Fakat ben en çok seni tanımak istiyordum!
‘’ Tecrübenizi ve hastalığımın seyrini ve bana olacak faydanızı merak ediyorum.’’
Bunları söylerken soluk soluğa kalmış, bayılacak gibi olmuştum. Titreyen ellerimle iki düğmeyi açamamış, direnecek gücü kendimde bulamadığım için pes etmiştim. Yavaşça yaklaştın ve aramızda belli bir mesafe bırakıp ellerini düğmeye uzattın.
‘’ Yeterince tecrübem var. Zannediyorum ki muvaffak olacağız.’’
İnce dudaklarından çıkan soluğun, yüzüme çarptığı anda hissettirdiklerinin bir tarifi olamaz! Buna en yakın anlatılabilecek his, çölün kavurucu sıcaklarında ölümle baş kalmış birinin çatlamış dudaklarına değen ilk su parçasıyla tekrar hayatı bulması, yaşamı hatırlamasıdır. Kumdan başka bir şey görünmeyen bir yerde, yalnızca kendisiyle baş başayken insanın sarılacağı tek varlık ölümdür. Ben bunu bilirim.
İnsan birini ne kadar severse sevsin, insanüstü acılara dayanamadığında acizliği meydana çıkıyor. Ömrüm boyunca bırakmak istemediğim ellerin yaranın üzerinde gezerken çektiğim acılar gözümü karartıyordu. Saç bitiminden yüzüme inen ter damlaları yağan yağmurdan daha hızlıydı. Dişlerimi sıktım. Direnmem gereken acı değil, perdelemem gereken güçsüzlüğümdü. Beceremedim. Pansuman biterken, yorgun başım öne düşmüş, gözyaşlarım yanaklarıma süzülen terlerle karışıyordu. Dudaklarımın kenarında beliren köpükleri elimin tersiyle silip, avuç içim alnımı maskeleyecek şekilde duruyordum. Odada gök gürültüsü, saat tıkırtısı, kağıda sürten kalemden başka tek duyulan ara ara boğazımdan çıkaran hıçkırık sesiydi. Notlarını tamamlayıp, reçete elinde masadan kalktın. Bende ağır ağır toparlanıyordum. Reçeteyi bana uzatırken, göz göze geldik. İçi kızarmış gözlerime ilk defa duygulu baktın. Fakat bu bir sevencenlik değil acıma içeriyordu.
‘’ Otuz beş…’’ dedin fısıltılı olarak.
Sedyeden destek alıp doğruldum. Omuzlarım düşük, halsizdim. Uzattığın kağıdı güçsüz parmaklarımın arasında alıp, başım önde kapıya yöneldim. Soğuk demir kulpu kavrarken duraksadım.
Masanın başında durmuş, anlamak istiyormuş gibi bakıyordun.
‘’ Otuz beş…Yaşamak için güzel…Dante gibi ortasında, değil mi?’’
Alıntıyı anlamış, tebessüm etmiştin.
‘’ Belki bir gün okurum doktor hanım, acılarımın bittiği gün…’’ dedim.
Bakışlarını üzeri kirli mermerlere dikmiş, düşünüyordun.
Gıcırtılı kapıyı açıp, kalabalık koridorda yalnız yürümeye başladım.
‘’ Güzel bir yazım…’’ dedi Zeynep, boş kadehi alırken.
Çınar boynunu ovuşturarak başını kaldırdı. Çapaklı gözleriyle etrafı seçmeye çalışıyordu. Ellerini yüzüne götürerek mide bulantısını kontrol etmeye çalıştı. Kafasının içinde bir cümbüş var gibiydi. Derin bir uğultu kulaklarına baskı yaparken, gözleri ekrana takıldı. Laptopu sertçe kapatarak hole doğru yürüdü. Peyami köşedeki mama kabına tünemişti. Zeynep, sinirlendiğini belli eder bir şekilde mutfakta iş yapıyordu. Lavabo, mutfağın biraz ötesindeydi. Kapının eşiğine geldiğinde korkunç bir ürkeklik yaşadı. Biraz ileri gitse ve gölgesi dahi Dileğin gözüne çarpsa kaçınılmaz bir kavga çıkabilirdi. Bu sefer yüzünü çelik kapıya çevirdi. Sessizce açıp, parmak uçlarında kendini sokağa atsa, yaşanacak bir kavga sadece ertelenmiş olurdu. Bir kez daha böyle bir tereddüt yaşamıştım, diye geçirdi içinden ve gözlerini karşı duvara dikti.
Adanın iki günü diğerlerinden daha farklı olurdu. Bunlardan bir tanesi düşman işgalinden kurtuluşları ötekisi ise Hıdırellez’di. İkisinde de bambaşka bir canlılık tüm adayı sarar, sarp kayalıkların olduğu yerler dahi cümbüş alanına dönerdi.
O sene mevsim geçişleri normalden daha farklı yaşanmış, Hıdırıllez yaz sıcağının hissedildiği bir havaya rastlamıştı. Ada bugünü karşılamak için hazırlanırken Çınar’da bazı değişimler göze çarpıyordu. Daha az gülüyor, daha az konuşuyor ve sürekli bir düşünce hali içerisinde yalnız başına dolaşıyordu. O günün üzerinden iki hafta geçmiş, Ümmühan ile iki kere daha karşılaşmıştı. Biri aile çay bahçesinin önünde bir akşamüzeri olmuştu. Ümmühan; mavi bir elbise içerisinde, yanına bir çiçek demeti gibi iliştirilmiş ufak beyaz çantası boynundan sarkarken hızlı adımlarla yürüyordu. Çınar ise eskimiş demirlere kollarını yana açarak dayanmış, yerde ki su birikintisine bakmaktaydı. Çok kısa bir an göz göze geldiler ve Ümmühan başını çevirdi. Bu bakışma Çınar’ın yangın yerine dönen yüreğini daha da harlamıştı. O kısa anın tesiri iki gün boyunca sürmüştü.
Bir diğer karşılaşmaları ise Selim’in dükkanında olmuştu. Selim her zaman ki köşesinde oturuyor, bir eliyle de Peyami’yi seviyordu. Çınar, arkası kapıya dönük elinde kapağı solmuş bir kitaba bakıyordu.
‘’ Bir zamanlar etten ve kemikten olan bu adamların yalnızca isimleri kalmış. Nasıl bir alem de yaşayıp da bunları yazdıkları meçhul…Pek yazık! Bu adamlarla tanışamadan ölmeleri.’’
Selim, dudağının kenarına koyduğu marpucu yana doğru itip, güldü.
Çınar şaşırmış bir şekilde yüzünü Selim’e çevirmişti.
‘’ Senin çektiğin acıyı tasvir edebiliyorlar mı? Sen acını tarif ederken onların sözlerini kullanabiliyor musun, bu yeterli oluyor mu?’’
Çınar, gözlerini bir kitabın üzerinde bir de Selim’in üzerinde gezdirip başıyla onayladı.
‘’ O zaman ölmüş değillerdir, demi?’’
Çınar derin bir nefes çekerek başını tekrar kitaba indirdi. O sırada camlı kapı, ardındaki şıngırtılara çarparak yavaşça aralanmıştı.
‘’ Bak burası çok ilginç Selim hocam.’’ dedi açılan kapıya aldırmadan.
‘’ “Arz-ı hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam,
Seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam”
‘’ Ne demek istiyor yani?’’ dedi içeri giren kadın. Çınar yüzünü kapıya doğru döndüğünde Ümmühan ile göz göze geldi. Eskimiş kitap, titrek ellerinden kayıp yere düşerken sayfaları da etrafa yayılmıştı. Selim kendini tutamamış gülmüştü. Ümmühan da mahcup olmuş, yüzünde ki gülümsemeyi saklamak istercesine dudaklarını içeri doğru büzüp başını çevirdi. Derince soluduktan sonra canhıraş bir şekilde kitabı toplayan Çınar’a döndü.
Çınar, Selim ile göz göze gelmişti. Selim, açıklamalısın der gibi başını sallamıştı. Çınar, müsamereye çıkan bir ilk okul öğrencisiyle tercümesini okuyordu.
‘’ Sevgilim! Halimi, yani aşkından dolayı başıma gelenleri ve isteklerimi arz etmek için seni yalnız başına bulamıyorum. Seni yalnız bulunca da kendimi asla bulamıyorum. ‘’
Odanın içerisinde kısa bir sessizlik oldu.
‘’ Derin bir cümle…’’ dedi fısıldar gibi Ümmühan.
‘’ Kesinlikle öyle!’’ diyerek atıldı Çınar.
‘’ Esasen anlatmak istediği, sevgilisini yalnız görse bile sevdiği aklını başından aldığı için dengesini kaybedecektir. Eğer insan birini gerçekten severse ki, bence sevginin çeşitleri vardır, aidiyeti tamamen karşısında olursa bazı hareketleri hoş görmek gerekir…’’
Ümmühan gözlerini kırpmadan Çınar’ı dinledi.
‘’ İlginç bir felsefe.’’ dedi.
‘’ İzin verirseniz dükkanınızın birkaç resmini çekmek istiyorum.’’
Selim, dudaklarına koyduğu marpucu öper gibi tutuyordu. Nargileden birkaç nefes çekip doğruldu.
‘’ Bundan mutlu oluruz.’’ diye karşılık verdi Selim.
Ümmühan başta Peyami’nin olmak üzere farklı farklı pek çok resim çekti. Çınar, iç dünyasında yaşadığı fırtınalarla kenarda sessizce duruyordu. Ümmühan, elini Selim’e doğru uzatıp gülümsedi.
‘’ İzin verdiğiniz ve misafirperliğiniz için çok teşekkür ederim.’’
Selim aynı içtenlikle gülüyordu.
‘’ Esas biz çok mutlu olduk.’’
Ümmühan, biraz gerilerinde duran Çınar’a kafa selamı verip çıkmaya hazırlanıyordu. Selim, başı öne eğilmiş olan Çınar’ı görünce duraksadı.
‘’ Size bir şey sorabilir miyim?’’ dedi beklenmedik bir şekilde.
Ümmühan, çantasını toplamaya devam ediyordu.
‘’ Buyurun.’’ dedi meraklı bir şekilde.
‘’ O kadar resim çekiyorsunuz da sizin içinde bulunduğunuz kaç kare var?’’
Ümmühan, duraksamış yine tek kaşı kalkmıştı. Düşünceli olduğu belliydi. Selim, elini ileri doğru uzattı.
‘’ Lütfen verin, bende sizi çekeyim.’’
Ümmühan hiç düşünmeden bu teklifi kabul etti.
‘’ Nasıl geçeyim?’’ dedi bocalamış bir şekilde.
Selim, makineyi almış kafasında kurduğu plana sadık davranıyordu.
‘’ Afişlerin olduğu tarafa geçebilirsiniz.’’ dedi.
Çınar o kadar dalgındı ki Ümmühan’ın yanında durduğunu fark etmemişti. Selim ise aldırmadan makineyi kaldırıp tuşa bastı. Deklaşör sesiyle kendine gelen Çınar, utangaç bir bakış atarak kenara çekildi. Ümmühan da birkaç poz verip, dükkandan çıkmıştı.
Hıdırellez günü şenlik havasında geçiyordu. Çay bahçesinin ilerisinde ki top sahasına mini bir Pazar kurulmuştu. Dışarıdan gelen seyyar satıcılar, adadaki kutlamaların ününü duyanlarla kalabalık gittikçe artmıştı. Adım başı bir insana rastlanıyordu. Arkadaş grubunun içerisinde olsa da Çınar kendini yalnız hissediyordu. Gece nazlı bir gelin gibi yeryüzüne inerken sahilde yakılan büyük ateşe doğru gidiyorlardı. Hava serinlemiş, yabancılar adayı terk etmişti. Kumsala geldiklerinde ateşin etrafında insanların halka halka oturduğunu gördüler. Dördüncü çemberin hemen arkasına bağdaş kurarak oturmuşlardı.
Yıldızların ve ateşin aydınlattığı plaj da şarkılar söylenmeye başlamıştı. Şen kahkahalar patlatan insanları geçiştirmek için sadece tebessüm etmekteydi. Kendisine soru sorulmasını istemediği için takındığı bu sahte yüzün geçmeyeceğini, yanaklarının eski halini almayacağını bile düşünmüştü. Başını kaldırdığında ileri de yürüyen Ümmühan’ı gördü. Yan tarafa doğru uzanıp, şişesi içindekinden daha pahalı olan şaraplardan birini aldı. Nihat’ın şaşkın bakışları eşliğinde hızla ayağa kalktı. Ayakkabılarını bile giymeden koşar adım kayalıklar tarafında duran Ümmühan’a doğru gidiyordu.
Ümmühan dalgın bir şekilde yürüyordu. Üzerinde gecenin karanlığını bölüp etrafa ışık saçtıran beyaz bir elbise vardı. Saçlarını örgü yapmış, omuzlarına salmıştı. Madalyonu andıran, etrafında zümrüt yeşili incilerin olduğu bir kolye ve rüzgar estikçe salıncak gibi sallanan halka küpe takmıştı. Ayakkabılarını çıkarıp kayalıkların dibine bırakırken, bileğinde ki halhal dikkat çekiyordu. Geriye doğru döndüğünde, elinde ki şarap şişesiyle yaklaşan Çınar’ı gördü. Çınar aralarında birkaç adım mesafe varken durmuştu.
‘’ Söyle arkadaş!’’ dedi gür bir sesle Ümmühan.
Hep böyle mi olacak diye geçirdi içinden Çınar. Sürekli mağlup olan bir takımın kalecisi gibi mi hissedeceğim kendimi! Hem yalnız başıma, hem de her şey benim hatammış gibi! Fakat yalnızca Ümmühan’a bakarken hissediyordu bunu. Şarabı da o yüzden getirmişti. Korkularından, savruk düşüncelerinden, baskın gelen bir hüzünden kurtulup, olanı anlatabilmek için.
Ümmühan, Çınar’ın bir cevap vermediğini görünce yürümeye başladı. Çınar, kendi kendine söyleniyor, cesaretsizliğinden dem vuruyordu. Ay ışığının altında bir gölge kumların üzerine yansıdı. İrkilmiş bir şekilde oraya döndüğünde, ellerini beline koyarak duran Ümmühan’ı gördü.
‘’ Çocukluğu bırak. Bana ne istediğini söyler misin?’’
Ümmühan’ın sözlerinde emreden bir komutan edası vardı. Çınar, elindeki şarabın kapağını açarak içmeye başladı. Soluksuz içiyor, midesinin ekşimesine, boğazının yanmasına aldırmıyordu. Ümmühan, kaşları çatık ve öfkelenmiş bir şekilde bakıyordu. Çınar, dudaklarının kenarlarından şarabı elinin tersiyle sildi.
‘’ Seni izliyordum.’’ diye söze girdi.
‘’ Orada, kalabalığın içerisinde yalnız bir adam olarak otururken…Seni bu sarp yerde gördüm. Haklısın aslında! Sen buraya; bu adaya bilmiyorum ama hatta şehre bile yabancısın belki…Yabancı bir yerde de öylesine yürümekten başka ne gelir ki elden?’’
Şarap şişesini Ümmühan’a doğru uzatmıştı. Kendisine uzanan şişeyi sertçe alan Ümmühan, avuç içiyle şişenin ağzını sildi. Çınar’a bir cevap vermeden şaraptan koca bir yudum aldı. Çınar, gözlerinin içi gülerek ve bu yüzüne yansımış bir şekilde Ümmühan’a bakıyordu.
‘’ Aslında ben böyle adam değilimdir. Öyle tutukluk yapacak, ne istediğini söyleyemeyecek…Aciz!’’
‘’ Öyle demeyelim de…’’ dedi Ümmühan şarabı geri uzatırken.
Çınar, şarabı aldığı sırada parmak uçlarına değmişti elleri. Yüreğinde bir kıpırtı olmuş, deniz kabarmış, rüzgar coşmuştu. Bir bebeğin, annesinin ellerini ilk defa hissetmesi gibi bir şey yaşamıştı. Taşan duygularıyla şarabı kafasına dikti. İndirdiğinde Ümmühan’ın tekrar yürümeye başladığını gördü. Peşi sıra hızlı adımlarla yürüyerek yetişti.
‘’ Aslında biliyor musun?’’ dedi yanına yaklaşarak.
‘’ Neyi?’’ diye sordu Ümmühan.
‘’ Seni tanıdığımdan beri bende kendimi yabancı hissediyorum.’’
Ümmühan durmuş, gür bir kahkaha patlatmıştı.
‘’ Tanımak mı? Çok iddialı bir söz! Madem ki bu kadar iddialısın ve beni tanıdığını söylüyorsun, o zaman söyle bakalım ben kimim?’’
‘’ Ümmühan’sın…’’ dedi kısık ses tonuyla.
‘’ Ümmühan ne?’’ diye üsteledi.
‘’ Hangi Ümmühan? Soyadım ne? Ne iş yapıyorum? Niye buradayım?’’
Çınar bir an söze atılarak Ümmühan’ı susturdu.
‘’ Fotoğrafçısın ve buraya yabancısın.’’ dedi kendinden emin bir şekilde.
Ümmühan, hadi oradan der gibi gülerek şişeye doğru uzandı. Çınar’ın, şişeyi ağız kısmından tuttuğunu görmüş onun için alt kısmından kavramıştı.
‘’ Bu kadar mı yani?’’ dedi şaraptan bir yudum alıp ve devam etti.
‘’ Beni tanıdığını iddia ediyorsun ve söyleyebileceklerin bu kadar! Kaldı ki, ismim ve yabancılığım konusu dışında söylediğinde yanlış.’’
Ümmühan, kırıldığı bakışlarından belli olan Çınar’a aldırmadan bir yudum daha aldı.
‘’ Bak arkadaş.’’ dedi şarabı Çınar’a uzatırken.
‘’ Bana darılma. İnsan haddini ve hakkını yani sınırlarını bilmeli. Seni tanıdığımdan değil de gördüğüm deseydin böyle bir diyalog yaşanmayacaktı. Demek ki arkadaş kelimeler de çok önemli. Hem sen şimdi söyle bakalım, beni tanımanı gerektirecek bir durum mu var?’’
Gökyüzü ayda iyice yükselmiş, az ilerindeki ateş sönmeye başlamıştı. İnsanlar kümeler halinde parça parça olmuşlardı. Çıplak ayaklarına değen dalgalar, Ümmühan’ın uçuşan örgülü saçları ve rüzgarın serinliği yetmiyormuş gibi en sorulmaması gereken ve aynı zamanda mutlak cevap verilmesi gereken bir soruyla karşı karşıyaydı.
‘’ Bilmiyorum.’’ dedi ürkekçe.
‘’ Bende bu sorunun cevabını arıyorum.’’
Ümmühan, bir adım daha atarak yaklaştı. Çınar, elinden şarap alınırken bir kez daha parmak uçlarının yumuşaklığını hissetmişti.
Çınar, Zeynep ile göz göze geldiğinde hala holdeydi. Zeynep bir müddet Çınar’a bakıp, elindeki fincan ile salona doğru yürüdü. Holde yalnız kalan Çınar, başını duvara dayamış, gözleri kapalı derin derin soluyordu. Ne düşünmesi gerektiği hakkında bir fikri de yoktu. Ani bir kararla kapıyı açıp ceketini aldı. Yürümek iyi gelebilir dedi.
Ansızın çakan bir şimşekle beraber açtığım gözlerime uyku bir daha girmedi. Dirseklerimi bir baston gibi kullanıp, doğruldum. Gaz lambasının solgun ve titrek ışığı odayı tam olarak aydınlatamıyordu. Loş bir ışığın gözlerimi kolonları çatlamış duvara diktim. Kaç gece buraya, böyle baktığımı artık hatırlamıyorum. Yatağımı ya cama doğru çevirmeliyim ya da şu kuru duvarı renklendirmeliyim diye geçirdim içimden. Mesela, senin resmini yaptırabilirdim. Kara kalemle bile çizilmiş olsa, dünyanın en renkli tablosundan daha güzel olurdu! Baş ucumda duran kitabı almak için yana doğru döndüm. Fakat yaram, katlanmış buruşuk derinin yaptığı baskı sonucu gözlerimi yaşartacak kadar acımıştı. Dişlerimi sıkıp, dayanmaya gayret gösterdim. Sabahın ilk ışıklarına kadar süren bu mücadele de bitap düşmüş, uyuyakalmıştım. Ben uykuyu çok seven bir değilimdir. Dünya dönmekten vazgeçmiyor ki ben uyurken! Her şey o kadar hızlı değişiyor ki, ben bu değişimi görmek için uyumak istemiyorum. Ne hazin gördüğüm sadece bir duvar…Allah’ım! İnsan aklını kaçıracak gibi oluyor. Hatta gibisi fazla! Çıldırtıyor bu halim beni…
Randevuya geç kalmıştım. Kendimi zorlayarak adımlarımı sıklaştırdım. Fakat fevkalade bir ağrının başlamasına sebep oldu bu hareketim. Gözüm az ileride annesinin etekliklerinin etrafında dönen bir çocuğa takıldı. Annem doğum esnasında öldüğü için ben böyle hiç koşturamadım. Arkasından da bacakları olmadığı için babasının sırtına yapışmış bir çocuk gördüm. Hayat ne kadar zalim! Değil mi Ümmühan? Böyle bir tabloyla karşılaşan insanın ruh sağlığını ve muvazenesini koruyabilmesi mümkün olur mu? Delirmememin yegane sebebi sensin…Bu acıklı manzarayı gerimde bırakarak büyük kapıya yöneldim. Kapıdan içeri girer girmez beni ifrit eden o kokuyla karşılaştım. Uzunca bir süre gidip geldiği yer aynı olursa artık yadırgamamaya hatta kabullenmeye başlıyor. Tek sevincim muayene odasının katta olmaması…
Kapının önündeydim. Bu üçüncü randevu…Sandukanın en ücra köşesinde sakladığım bayramlıklarımı giydim. Bin bir zahmet çekerek sildiğim ayakkabılar toprak yolda yine kirlendi, olsun. Gömleğe leke bulaşması da umurumda değil! Bir cesaret kapıyı çaldım. Kapının önünde beklediğim saniyeler, asırlara dönüşüyor. Tiz bir ses tonuyla bağırdın.
Gıcırdayan kapıyı ürkekçe açtım. Masanın başında oturmuş, bir takım kağıtlarla cebelleşiyordun. Başını kaldırmadan pamuksu ellerinle muayene koltuğunu gösterdin.
Gözlerim yaptığın her hareketi hatırıma kazırken koltuğa geçtim. Bu odaya girdiğim ilk günü hatırlıyorum. Koltuğa oturamayıp, acı içinde kıvranışımı ve bu pis, sararmış derinin tuzlu gözyaşımla ıslanışını. Hastane kokusundan tiksinmeme sebep olan da o kıvranışım esnasında bu koltuktan aldığım iğreti kokuydu!
Masadan kalkıp bana doğru geliyordun. Gözüm, sandalyeye takıldı. Yer yer sökük olan sandalye gitmiş yerine taze boyalı belli olan bir sandalye gelmişti.
‘’ İlaçlarınız ağrılar için faydalı oldu değil mi?’’ diye sordun.
‘’ Eskisine nazaran geceleri daha rahat uyuyorum.’’
Bu sırada gömleği çıkarmıştım.
‘’ Ala.’’ dedin, sargı bezini açarken.
Açılan sargı beziyle içeriyi katlanılması güç bir koku sarmıştı. Tiksindiğinde gerilen yanaklarından belli oluyordu. Bir an evvel kurtulmak için yarayı apar topar temizledin. Gömleğimi giyerken pencereyi aralamıştın. Kış güneşinin üzerine çeken şehir buradan seçilebiliyordu. Odanın içerisine döndüğün anı unutamıyorum. Esen rüzgarın çarpıp da havalandırdığı saçlarına, güneş kızıllığının bir taç gibi yansımasını…Sadece o birkaç saniyelik an için tüm bu acılara katlanmaya değmez miydi! Bir değil, iki değil binlerce kez değerdi!
Reçete ve bazı tahlil taleplerini bana verirken çekmeceyi araladın. Gazeteye sarılmış bir paketi yüzünde hazların en büyüğünü yaşatan bir gülümseme uzatmıştın.
‘’ Madem ki şiir seversiniz, buyurun. Benden size bir hatıra kalsın.’’
Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama gözyaşlarım acıdan değil, sevinçten akıyordu. Hatırlarsın Ümmühan! Dilim tutulmuştu da teşekkür edememiş, bir kekeme gibi ağzımdan çıkan sözleri sen tamamlamıştın!
Parmaklarımın yorulmasından değil, böğrümde ki acının büyümesinden bugünlük bu kadar yazıyorum. Hiçbir ilacın fayda etmediği bu ağrıları; senin elinin değdiği, gönlünün işlendiği bir kitabı okuyarak unutacağım. O gün top yekün söylemedim fakat bugün birden yazıyorum…
Gün ışıkları dingin denizin üzerine doğarken Ümmühan ve Çınar ayrılıyorlardı. O gece, kayalıkların orada uzun uzadıya konuşmuşlardı. Salkım hanımın kiralıklarına geldiklerinde Çınar elini uzattı.
‘’ Tanımak konusunda söylediklerinde o kadar haklıymışsın ki!’’ diye mırıldandı.
Avurtlarından ve küçülmüş göz bebeklerinden uykusuzluğu ve yorgunluğu belli olan Ümmühan kendini zorlayarak tebessüm etti.
‘’ Bunu öğrenmene sevindim.’’ dedi tokalaştıkları esnada. Elini çekmek istiyordu fakat Çınar elini tamamen kavramış, Ümmühan’ın aksine parlayan gözlerle bakıyordu.
‘’ Elimi alabilir miyim? Pişman etme insanı…’’
Yüzünde ki gülümseme silinen Çınar elini gevşetti. Doğan boşluğu fırsat bilen hızla elini çekmiş, bir şey söylemeden yürümeye başlamıştı. Çınar olduğu yerde durmuş, uzaklaşan kadına bakıyordu. Kiralıklara birkaç adım kala Ümmühan’a doğru koşmaya başladı. Tozu toprağı birbirine katarak soluk soluğa Ümmühan’ın yanına gelmişti. Ümmühan, rahatsız olduğunu belli eden bir yüz ifadesiyle Çınar’a bakıyordu.
‘’ Arkadaş!’’ dedi sert bir ses tonuyla.
‘’ Allah aşkına sen daha ne istiyorsun benden! Tamam…Bak ne güzel oturduk, konuştuk. Neyi uzatıyorsun ama sen!’’
Çınar, bir suçlu gibi başını eğmiş, yola bakıyordu. Ümmühan bir cevap alamayınca üstelemedi. Oval kapının mavi boyalı süngüsünü açıp bahçeye girmişti. Kapı sert bir şekilde kapanınca bahçe duvarını örten teller titredi. Aynı anda Çınar’ın da yüreği titremişti. Sabahın kızıllığı kaybolmuş yerini serin bir hava ve mavi-grimsi bir renk almıştı. Az ileriden öten horozların sesi yankılanıyordu. Ellerini cebine sokarak yürümeye başladı. Az önce avuçlarında tuttuğu ellerin sıcaklığını korumak istiyordu. Gece, gözlerinin önünde taptaze bir şekilde tekrardan yaşanıyor gibiydi. Kayalıklara oturmuşlar, konuşuyorlardı. Aralarında belli bir mesafe vardı ve Çınar bundan şikayetçi de değildi. Muhabbetin en güzel haliydi sadece izlemek…
Çınar, orada oldukları müddet içerisinde Ümmühan’ın; burcunu, yaptığı işi, ailesini, ucundan kıyısından sevdiği ve hayatına renk katan kısacası Ümmühan’ı var eden ve bilmesi gerekenleri öğrenmişti. Fakat kaderin bir cilvesi insan sevdiğinin yanında olunca ya da sevdiği bir iş ile meşgulken, gündelik hayatın içinde geçmeyen dakikalar su misali akıp gider! Çınar içinde bu böyle olmuş, hiç bitmesini istemediği gece göz açıp kapayana kadar bitmişti.
Böylesine muhteşem bir geceye yakışmayan bir son yaşanması Çınar’ın canını fazlasıyla sıkmıştı. Yürüyor fakat nereye gittiğini bilmiyordu. Ciğerlerinde gözlerinin yaşarmasına sebep olan bir yanma vardı. Verdiği her nefeste boğazını yakan bir sıcaklık hissediyordu. Neden böyle oldu ki, dedi kendi kendine. Daha fazla yürüme kuvvetini kendinde bulamayarak solda ki parka yöneldi. Ayakları boşlukta; demirin soğuk ve küfü, Ümmühan’ın avuç sıcaklarını silerken başını gökyüzüne kaldırdı. Dertler de bulutlar gibi olsa ne güzel yaşanır, diye mırıldandı. Öyle olsaydı yağmur olur yağılır, fırtına olur esilirdi. Fakat nihayetinde acılar da, dertler de biter, güneş açardı! Taktığı kulaklıktan kendi sesini duyamayan, parlak eşofmanlı bir kadın bağırarak şarkı söylediğinin farkında olmadan Çınar’ın önünden geçti. Çınar düşüncelerinden sıyrılmıştı. O anda havanın serinliğini pürüz pürüz olan teninden ve dikelmiş tüylerinden fark etti. Bir titreme hali içerisinde yürümeye başlamıştı.
‘’ Galiba iki sene oldu seni görmeyeli…Şaşırmadım diyemem!’’
Şehirde karanlık, kasvetli bir hava vardı. Çınar, nereye gideceğini bilememiş, yakasına yapışına geçmişin ağırlığı altında doktorun muayenesine gelmişti. Kapının eşiğinde doktorla karşılaşmıştı. İri gözlerini daha da büyüten gözlüğün çerçevesini, kepçe kulaklarına yerleştirmeye çalışan sıradaki hastadan özür dileyerek Çınar’ı odasına almıştı. Gök gürültüsü dalga dalga yükselirken kırışık pantolonunu düzelten doktor Çınar’ın karşısına oturdu.
‘’ Gelmen beni sevindirdiği gibi yüzündeki ifade ürkmeme sebep oluyor. Düşünceli olduğun kadar, kederlisin de!’’
Çınar dirseğini masaya dayamış, havada kalan bileğini bükerek denge toplarıyla oynuyordu.
‘’ Haksız değilsiniz doktor…’’ dedi dalgın bir şekilde.
‘’ Elbette bunu konuşacağız. Bu arada Zeynep nasıl?’’
Zeynep’in adını duyunca, hele ki doktorun karşısında, ruhunun daralması ve hissettiği baskı artmıştı. Avuç içleri terliyor, boynundan şakaklarına doğru bir ağrı yayılıyordu. Bacaklarını yana doğru açarak, birkaç kez soludu. Doktor, Çınar’ın hareketlerinden bir şeylerin yolunda olmadığını anlamıştı.
‘’ Ne olduğunu söyler misin?’’
Çınar, oturduğu yerde kıvranıyordu. Ellerini, yüzüne doğru götürüp ovaladıktan sonra dizlerinin üzerine koydu.
‘’ Zeynep ile nasıl tanıştığımı bilirsin sen doktor…’’ dedi gözlerinde bir hüzünle.
‘’ Yaralarımızın derinliğini gördün! Ve ne denli acılar içerisinde birbirimizi bulduğumuza şahit oldun… Yaşadıklarımız bizi nasıl da değiştiriyor doktor…Bir bakıyorsun olduğumuzdan daha farklı insanlara dönüşmüşüz. Biliyor musun doktor aslında insanın canını yakan bu değişime mani olamaması! Oturmuşsun bir kayanın üzerine, elin kolun bağlı gibi sadece izliyorsun…Bugün ki aklım ve tecrübelerim dün olsaydı her şey başka olur muydu?’’
‘’ Olmazdı.’’ dedi doktor kendinden emin bir şekilde.
‘’ Onları yaşamasaydın bugün olduğun insan olamazdın. Yaşadığın; gördüğün, tecrübe ettiğin, yediğin-içtiğin, sevip saydığın, nefret edip sövdüğün, yeri gelince kırıp geçtiğin kısacası hayatının bütünleri seni olduğun adama dönüştürdü. Ve eğer yaladıkların, zamanından önce yaşansaydı karşımda oturan adam olamazdın!’’
Kısa bir sessizlik olmuştu. Doktor masanın üzerine eğilip gözlük kutusunu aldı. İçerisinden çıkardığı bezle gözlüklerini silerken konuşmaya devam ediyordu.
‘’ Yeryüzünde var olan çoğu insan, kendisinin en büyük dertlere sahip olduğunu, en büyük felaketlerin kendi başına geldiğini düşünüyor. Kendinden daha çok acı eken birini görünce şaşırıyor, hatta bazen seninki de dert mi diyerek aşağılıyor…Oysa sen Zeynep’e öyle yapmadın! Eminim ki, sende benim gibi, o günü bütün canlılığıyla hatırlıyorsundur…’’
Şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Çınar gözlerini cama çevirip, şehre bakmaya başlamıştı. Camda Zeynep’in suretini görür gibi oldu ve ilk gördüğü an, hafızasında canlandı.
‘’ Yaşadığınız yer nasıldır?’’
Gömleğimin düğmesini iliklerken duyduğum sorunun garipliği ile başımı kaldırdım. Elinde tuttuğun kalemi ileri-geri sallarken, gözlerini bana dikmiştin.
‘’ Evdir.’’ dedim, heceleyerek.
‘’ Laubalilik yapınız diye sormadım!’’ dedin sinirli bir şekilde. Elini boşlukta manasızca sallayıp, tekrar kağıtları okumaya başlamıştın.
Şiddetli ağrılarla geçen bir gecenin ardından, seni görmenin getirdiği mutluluk ile yatağımdan kalktım. Komşudan borç aldığım deterjan ile üç kere çitilediğim ve ardından ocakta kaynattığım suyun buharıyla elimden geldiğince ütülemeye çalıştığım yamalı gömleği giyindim. Ellerimi bir tarak gibi kullanarak limonladığım saçlarımla yola çıktım. Seni görmek, sesini duymak içtiğim bütün ilaçlardan daha faydalı. Bence hastalığımın adı Ümmühan’sızlık, ilacı da sensin!
Şevkim hastane girişinde kırıldı. Sol tarafta dövünen kadınları görünce bir an duraksadım. Bankın ortasında oturan ve yazması açılmış kadını tanıyordum. Bekleme arkadaşlarımdan birinin annesiydi. Beklerken, zamanın geçmesi için onunla ilgilenilirdim. İsmi Hilal’di. Esmer, kara kuru bir kız çocuğuydu. Hastalığının ehemmiyetinden, dünyanın kargaşasından, acılardan bir haber yaşardı. Öğretmen olma ülküsü vardı. Bir keresinde bütün gün öğretmenini anlatmış, taklidini yapmıştı. Fakat olamadı. Hayatın en kaçınılmaz gerçeği ile en olmayacak yaşta karşılaştı…Ben, hatta sen bile bu gerçekten kaçamayacağız. Lakin biliyorum ki benim ölümüm bu kadar acı vermez!
Kadınların bağırtıları, erkeklerin üst üste yaktığı cigara dumanlarının böğrümü yakması yetmiyormuş gibi bir de ağrım başlamıştı. Direnecek kuvveti kendimde bulamadığım için, bulduğum ilk köşeye yığıldım. Gözlerimden dökülen yaşlara mani olamıyordum. Evet ağlıyordum ve bu kendim için değildi! Hilal’in yarım kalan ve asla gerçekleşmeyecek ülkülerine ağlıyordum! Talihsizliğine isyan etmiş, ağlıyordum! Dünya da ölümü hak eden hem biyolojik hem de gaddarlığından ve sefilliğinden ve rezilliğinden milyonlarca insan varken, neden ölen Hilal idi! Bunu düşündükçe ağlıyordum! O küçük bedeni tabuta sığar da yakışır mı? Benim gibi yarım bir adamın bile kabullenmediği bu hakikati toprak nasıl örtecek! Ümmühan bu nasıl iştir bilemedim, akıl erdiremedim. Hey hat! Hilal’im de gitti…Adı gitti, mazisi kaldı…
Sinemde ki yara, bedenimde olandan daha ağır basarak randevuyu geçirdik. Rutin sorular dışında hiç konuşmamıştık. Ta ki sen o soruyu sorana kadar.
‘’ Laubalilik yapmıyorum. Yaşadığım yeri sordunuz ve bende cevap verdim. Kapısı, penceresi olan herkesin ki gibi bir yer.’’
‘’ Yaranızın bir türlü iyileşmemesinde hatta durumun daha elzem bir noktaya gitmesinde yaşadığınız yerin temizliği önemli. Size bazı temizlik malzemeleri aldıracağım. Bunların kullanılması çok önemlidir. Bilhassa dinlendiğiniz köşenin!’’
Bakışlarımın boşlukta gezinmesinden rahatsız olmuştun.
Başımı usulca kaldırdım. Kirpiklerimde yerini koruyan yaşlar belirgindi.
‘’ Dikkat edeceğim.’’ diyebildim.
Uzattığın kağıdı alıp kapıya yöneldiğimde ne gömleğimin kırışıklığı ne de bozulan saçlarım umurumda değildi. Kapının kulpunu tutup, açmadan durdum.
Açık fıstık yeşille boyalı, çatlak damarları belirgin kapıya bakıyordum.
‘’ Hayatlar var. İnsanlar; umutları, fikirleri ve hayalleriyle. Hepsi de bu kapının ardından medet umuyor. Bu kapı geçiş kapısı! Hayal ile hayatların arasında ince bir çizgi bir perdeyi tutuyor. O perde açılırsa, sıhhatine kavuşanlar hayat sahnesinde hiç olmadıkları kadar canlı bir şekilde rol alacaklar...Bir de perdenin üzerine kapandıkları var! Uhdeleriyle, kalp kırıklıkları ve yitirilmiş hevesleriyle kendisini hatırlayan yalnızca hasta bakıcılarının ve annelerinin olduğu insanlar…Daha dün, ondan önceki gün, biraz daha gerilerde beni görünce bakışları parıldayan ve yüzümü güldüren bir Hilal vardı. Benim için karanlık doktor hanım! Uyuduğum yer ışıldasa ne fayda…’’
Kapıyı usulca açıp koridora çıktım. Kadın ağlamalarının yankılandığı bu sote yerde minik bir gölge siliniyordu.
Çınar gözlerini açtığında akşam karanlığı belirmişti. Uyuşuk bir ruh hali içerisinde yatakta doğruldu. Çıplak ayakları soğuk zemine değmiş, içi titremişti. Karşısında ki aynaya yansıyan görüntüsüne baktığında mutsuz bir adamla karşılaştı. Kadın, bir şans vermiş o ise değerlendirememişti. Duvarlar üzerine gelecek gibi olunca dışarı çıktı. Etrafında olanları umursamadan yürüyordu. Çehrelerde ki mutluluk ve çevrenin yaşam dolu tabloları bir şey ifade etmemekteydi. Eski Rum meyhanesinin önünden geçerken gözü bahçeye takıldı. Ümmühan önünde bir kadehle oturuyor bir yandan da fotoğraf makinesiyle meşgul oluyordu.
Bu anı, yeni bir fırsat olarak görüp, bahçeden içeri daldı. Çaprazda bir masaya oturmuş, bakışlarını o yana çevirmişti. Ümmühan makineyi fıçıdan bozma masanın üzerine bırakıp etrafa bakınmaya başlamışken, Çınar ile göz göze geldiler. İkisi de bakışlarını kaçırmamıştı. Çınar’ın heyecanlandığı titreyen dudaklarından belli olurken, Ümmühan gözünü kırpmıyor, bir duygu belirtisi göstermiyordu. Daldıkları bakışma Çınar’ın önüne gelen kadeh ile bitti. Çınar daha garson uzaklaşmadan önündeki kadehi tek dikişte bitirmiş, yenisini istemişti. Ümmühan’ın bir bacağı sallanıyor, dudaklarının üzerine koyduğu eline rağmen dişlerini birbirine vurduğu çene hareketlerinden anlaşılıyordu. Tümüyle öfkeli değildi. O vaziyette gözlerini tekrar Çınar’a dikti. İkinci kadeh önüne gelen Çınar ise Ümmühan’ın yanına gidip gitmeme konusunda kararsızdı. Cesaret, kaybedeceğine inansan da hamle yapmaktır, diye düşündü. Elinde ki bardakla Ümmühan’ın baş ucunda belirdi.
Sesinden heyecanlandığı belli oluyordu. Ümmühan elini kadehin üzerinde gezdiriyordu. Derin bir of çekerek tabureye doğru uzandı ve çantasını aldı. Çınar tabureye otururken savaş kazanmış bir komutan gibi hissediyordu. Ümmühan ise her an bir maraza çıkacakmış gibi tedirgindi. Çınar gülerek başını sağa sola salladı.
‘’ Geçmiş olan dünden hiç yad etme, yarın da gelmemişken feryat etme, düşünme geleceği de geçmişi de şimdi şen ol da yaşamı berbat etme. ‘’
Bunları söylerken Ümmühan’a güleç bir şekilde bakıyordu. Bunu tesadüfen söylemiş değildi.
‘’ Ömer hayyam…’’ dedi Ümmühan.
‘’ Şiirden anladığını tahmin etmiştim.’’ diye karşılık verdi Çınar.
Ümmühan kadehinden bir yudum aldı.
‘’ Maalesef yine yanıldın.’’ dedi yutkunurken.
‘’ Şiirden pek anlamam. Sadece Ömer Hayyam’ı severim.’’
Çınar, garson aranıyordu. Büfe tarafında ki garsona el sallayıp, Ümmühan’a doğru döndü.
‘’ Bence bir insanın şiirle ilgilenmemesi büyük bir eksikliktir. Şiir, duyguları anlatmanın en yalın halidir çünkü…Evet, ahengi vardır, ölçüsü vardır, yazımı zordur fakat sayfalar hatta ciltler boyu anlatılacak hisleri, duyguları birkaç kelime kullanıp yeterli kılmaktır.’’
Garson yanlarına gelmişti. Çınar, kulağına bir şeyler fısıldayıp Ümmühan’a döndü.
‘’ Dönüş tarihi belli mi? Hoş insan buraları bırakıp gitmek de istemez ki…’’ dedi.
Ümmühan’ın gideceği fikri aklına düştüğünde yüzü gölgelenmişti.
‘’ Vallahi hiç gelmek istemiyorum. Hatta artık geri dönmeme düşüncesi bile oluşmaya başladı yavaş yavaş.’’
Çınar bir an rahatlamış olarak, önündeki kadehten bir yudum aldı.
‘’ Normal.’’ dedi gür bir sesle.
‘’ Burada mutlusun çünkü… Daha küçük bir dünyada, daha sakin hayat cezbediyor ki en azından stres yok..’’
‘’ Kesinlikle öyle…’’ dedi Ümmühan, garsonun masaya bıraktığı çerez tabağından alırken.
‘’ Anın tadını çıkar bunları sonra düşün bence…’’ dedi gereksiz bir mahcubiyetle Çınar.
‘’ Yok yahu tabi ki anın tadını çıkartacağım önce…Ama düşünmekte gerekiyor tabii.’’ dedi gözlerini Çınar’a dikmiş olarak. Çınar heyecanlanmıştı. Kadehinden bir yudum daha aldı.
‘’ Mukayese etmek için buraya tekrar dönmek lazım bir de! Sen oradan yorgun geldin biraz da o cezbetti. Oraya ise daha dingin döneceksin.’’
Ümmühan bir sigara çıkarmış, yakmıştı.
‘’ Hayır buna gerek yok. Sonuçta öncesinde orada yaşıyordum. Daha evvel de gittim tatile. Tatillerde hep bir yerlere gidiyorum. Artık mukayese için tekrar oraya dönmeme gerek kalmadı. Bir de yurtdışı da düşünüyorum.’’
Çınar karamsar bir şekilde başını eğdi. Düşünüyordu. Bir yerlerden başka bir yerlere gitmeye karar vermiş bir insanı kalmaya nasıl ikna edebilirdin ki? Hem burası kendi memleketi değildi. Şu an hissettikleri bir heves de olabilirdi.
‘’ Hayırlısı neyse o olsun.’’ diye mırıldandı.
‘’ O zaman gelsin hayat bildiği gibi!’’ dedi.
İki kadeh havada raks ederek buluştu.
Ümmühan ve Çınar’ın arkadaşlıkları ilerliyor, gün geçtikçe daha fazla şeyler paylaşıyorlardı. Çınar gayet mutluydu. Ümmühan’ın yanındayken kendini olduğundan daha güçlü, daha akıllı hissediyordu. Ümmühan ise tedirgindi. Çınar’ın sohbetini seviyor, heyecanı onu mutlu ediyordu ama beklentilerin oluşması kaygılanmasına sebep oluyordu. Haklı olduğunu da kısa bir süre sonra anladı.
O gün Çınar’da bir başkalık vardı. Ümmühan’ı ısrarla kaleye götürmeye çalışıyor, gitmezlerse çok büyük bir olayı kaçıracaklarını söylüyordu. Israrlardan bunalan Ümmühan bir an önce kurtulabilmek için gitmeyi kabul etti. Ana yola çıktıklarında beyaz atların çektiği mavi kasalı bir faytona bindiler. Fayton özenle süslenmişti. Ümmühan’ın en sevdiği şarkılar tahta kasaya asılmış hoparlörlerden cızırtılı bir şekilde yükseliyordu. Kaleye yaklaştıklarında Ümmühan’ın huzursuzluğu artmıştı. Çınar karşısında oturmuş, konuşmadan kendisine bakıyordu. Nihayet kale yamaçlarına eriştiler. Yosun kaplı taş merdivenlerden çıkıp kapıya geldiklerinde Ümmühan paniklemiş, tedirgin olmuştu. Çınar’dan bir zarar gelmeyeceğini biliyordu ama yine de rahat değildi. Demir kapı gıcırdayarak aralandığında karşılaştığı manzara hiddetlenmesine neden olmuştu. Bir hışımla Çınar’a döndü ve öfkeyle bakmaya başladı. Vakit akşam üstüne geliyordu.
Kararmış, basık bir hava şehrin üzerine çökmüştü. Korna sesleri küfürleri bastırıyor, sanayi bölgesinden yükselen siyahımsı bulutlar karanlığa yardakçılık yapıyordu. Çınar cam kenarında bu manzaraya bakarken, menteşesinin yeni yağlandığı belli olan kapı bir kez daha açıldı. Beyaz tenli; saçları kült kesim yapılmış, yuvarlak yüzlü bir genç kız göründü. Girişin karşısında oturan kadına tebessüm edip kapının dibindeki sandalyeye oturdu. Ellerini saklamak istercesine krem paltosunun etekliklerini tutuyordu. Boynunda patlıcan moru bir şal sarılıydı. Çınar yüzünü tekrar cama çevirdi. Bir şimşek ansızın ve olanca gücüyle patlamıştı. Genç kız hafif bir inilti ile yerinden sıçradı. Hem Çınar hem de masanın berisinde elinde örgü işi yapan kadın, kıza şaşkın baktılar. Bakışların kendisine dönmesinden rahatsız olan genç kız ağlamaklı gözlerle başını eğdi. Çınar istem dışı bir bakış attığı halde kızın bu hali yüreğine dokunmuştu. Bir şey söylemek istemiş fakat vazgeçmişti. Doktor odasının kapısı açılmış, içeriden üç kişi çıkmıştı. Biri hastalarını geçiren doktordu. Ayak üstü yapılan kısa bir vedalaşmadan sonra eliyle Çınar’ı davet etti. Başı hala eğik olan kıza son bir bakış atıp, kapıyı kapattı.
‘’ Hoş geldin.’’ dedi masanın arkasına geçerken.
Çınar sessizce koltuğa oturdu.
‘’ Seni her geçen gün biraz daha iyi görmek beni çok mutlu ediyor. Buna aldırmazsın herhalde…’’ diyerek sigara paketini gösterdi. Çınar aldırmadığını ifade eder bir şekilde başını sallamıştı.
‘’ Doktor…’’ dedi düşünceli bir şekilde.
Doktor şaşırmış, sigarayı yakmak için ateşlediği çakmağı havada tutuyordu.
‘’ Şaşırdınız mı doktor?’’ diye sordu sakince Çınar.
‘’ Elbette!’’ dedi gür bir sesle doktor. Sigarasını alel acele yakıp, gözlerini yakan ilk dumanı elleriyle savuşturdu.
‘’ Seni tanıyalı neredeyse üç sene oluyor. İlk defa biriyle ilgilendiğini görüyorum.’’
‘’ İsmi Zeynep’tir. Maalesef bazı acı olaylar yaşadı o da. Biliyor musun yaptığım işin garip bir tarafı var. Duygularla alakalı olduğu halde duygusuzca davranmam lazım. Duygularını kontrol edemeyen insanlarla ilgileniyorum. Ve onların bana anlattıklarını yalnız ben bilirim. Fakat şu an istisnai bir durum söz konusu oldu. ‘’
Doktor koltuğuna yaslanmış, ileri geri sallanıyordu. Dudağının kenarında tuttuğu sigaranın külü uzamıştı. Külün düşmemesine özen göstererek masaya eğildi. Dibinden kavradığı sigarayı kül tablosuna doğru götürüyordu. Çınar başını yana doğru yatırmış onu izlemekteydi. Sigaranın cılız bir sesle yanan kağıdı, köşesi sararmış küllüğe değdiğinde biriken kül tomar olarak döküldü.
‘’ Hayatta işte böyle.’’ dedi doktor.
Ardından sigarayı sertçe kenara vurup, bıraktı. Kapıya yürümeye başladığında konuşmasını sürdürüyordu.
‘’Yaşadıkların bir yere kadar seni tüketiyor. Ve bir gün dolanlar taşıyor. ‘’
Kapının kulpunu tutup, Çınar’a baktı. Çınar kapıya doğru yan dönmüş, doktoru izlemekteydi.
‘’ Anlatmamım doğru olmadığı sırlar vardır. Bazen bir delilik yapmalı insan…’’
Kapıyı araladığında cama yağmur taneleri düşmeye başlamıştı.
‘’ Zeynep, bir dakika gelir misin?’’ dedi yumuşak bir sesle.
Çınar şaşırmış, heyecanlanmıştı. Böyle bir şey beklemiyordu. Bir kapıya, bir önüne döndü. Vazoyu kırıp da ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibi hissediyordu kendini. Kırıkları halının altına atsa bile yerini nasıl doldurulur, diye geçirdi içinden. Zeynep mahcup, Zeynep ürkek bir şekilde odadan içeri girdi.
‘’ Lütfen, geç otur.’’ dedi doktor.
Bir yandan yer göstermek için elini kaldırmıştı. O esnada Zeynep garip bir refleks göstermiş, bir iç çekmeyle beraber yana doğru eğilmişti. Çınar, bunun korunmak için yapıldığını fark etmişti. Zeynep ağır adımlarla yürüdü ve Çınar’ın karşısına oturdu.
‘’ İnsan yaş aldıkça tuhaflaşıyor. Yapmam gereken ufak bir iş var…Hemen döneceğim!’’
Doktor kapıyı sertçe kapattı. Çınar beklenmedik bir şekilde bir elini diğer eline vurduğunda Zeynep bunun bir serzeniş olduğunu biliyordu. Zeynep’in gözlerine sirayet eden kasvetli hava odanın içerisine yayılmıştı. Yağmur da şehre olanca hiddetiyle yağıyordu. Bu denli bir soğuğa rağmen Çınar’ın şakaklarında beliren iri bir ter damlası yanağına doğru süzüldü. Elinin tersiyle akan teri hızlıca sildi. Bazı beklemelerde geçen saniyeler asırlara dönüşüyor galiba, diye geçirdi içinden Çınar. Sıkılgan bir eda ile doktorun sigarasına uzandı. Hışırtılı bir şekilde açılan kapak sesi, çekilen sigaranın diğerlerine sürtme sesi sessizliğin hakim olduğu odada büyüdü. Kül tablasının kenarında unutulmuş ve cılız yanan sigaraya titrek elleriyle uzandı. Dudaklarını büzüştürmüş, filtreyi şiddetle ezmişti. Bir kaç derin nefesten sonra sigarayı yakabildi. Fakat ciğerlerinde başlayan ve boğazına kadar gelen bir yanma öksürmesine sebep olmuştu. Aynı zamanda gözlerine kaçan sigara dumanı yaşarmasına sebep olmuş, yüzünü garip bir hal almıştı.
Zeynep, karşısında öksürük krizine tutulmuş adamın kızaran rengine daha fazla tahammül edemeyerek sürahiye uzandı. Bardaktan taşan suya aldırış etmeden uzattı. Çınar, bir öksürük buhranı içinde bardağa uzandığında parmak uçlarıyla karşısında ki kadının ellerine değmişti. Ümmühan’ın ellerine uzandığı ilk günü hatırladı. Derin hırıltılar ile nefes alırken ruhu, bedeninin çektiği acıya aldırmadan ve anın farkında olmadan onu geçmişe sürüklemişti. Bu halden ancak, kurumuş boğazını ıslatan suyun ilk yudumu inerken kurtuldu. Kızarmış gözlerini Zeynep’e çevirdiğinde, genç kızın titrediğini ve yer yer çatlamış duvara baktığını gördü.
Grimsi bir havaya yer yer konulmuş kara bulutlar, şimşek çaktıkça daha belirgin oluyordu. O gün hiç konuşmadılar. Ara ara yapılan kaçamak bakışlardan başka yağmurun sesi ve saat tıkırtısı duyuluyordu. Çınar öne doğru eğilip başını ellerinin arasına aldı. Kulaklarında derin bir uğultu vardı. Saniyeler içinde bu uğultu netleşmişti. Ümmühan’ın sesi karıncalanan beyninde büyüyordu.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
‘’ Bu ne Çınar, bu ne!’’ diye bağırdı Ümmühan.
Çınar hiçbir söz söyleyemiyor, Ümmühan’ı izliyordu.
‘’ Sen ne yaptığını sanıyorsun! Bana bir cevap ver!’’
Ümmühan’ın sesi kalenin içerisinde yankılandıkça, Çınar’ın beyninde büyüyordu.
‘’ Ben…’’ diye mırıldandı Çınar.
‘’ Sen ne!’’ diyerek bağırdı bir kez daha Ümmühan.
Ağlamaklı olmuştu. Ümmühan’ın sinirden çatlayan sesi titreyen dudaklarından çıkarken, Çınar zamanından önce gelen bir itirafın eşiğinde, pişmanlık içinde kıvranıyordu.
‘’ Sakin bir şekilde seni dinleyeceğim! Lütfen amacının ne olduğunu söyler misin!’’
Ümmühan’ın tek kaşı çatılmıştı. Öfkeden kabaran göğsü bir inip bir kalkıyordu. Kale duvarlarını aşındırıp içeri giren rüzgar varlığını iyice hissettirmişti. Çınar sessiz, mahzun durmaktaydı. Gözlerini kalenin içerisine çevirdi.
Eskimiş duvarlardan sarkan tül perdelere, taş basamakların bitiminden başlayan kuru güller eşlik ediyordu. Ortada yuvarlak bir masa, üzerine konmuş şamdanlarla ile göz kamaştırıyordu. Sol köşede içinde şarapların olduğu bir sepet vardı. Bu haliyle kale, seneler önce kaybettiği hayatı yeniden bulmuş gibiydi. Fakat makus tarihi tekrar ediyordu. Bir zamanlar canları için mücadele edenlerin yerine şimdi ruhunun ölmemesi için mücadele edenler almıştı. Çınar derin bir nefes alarak Ümmühan’a doğru döndü.
‘’ Kızdığını biliyorum ama dediğin gibi sakin ol ve lütfen dinle.’’
Ümmühan derin derin solumaya devam ediyordu.
‘’ Bazen insanın karşısına biri çıkıyor ve tüm çehresini değiştiriyor. Hayata bakış açısını, fikirlerini, heyecanlarını, hayallerini…Buna mani olamıyorsun, mani de olamıyorsun. Çoğu zaman da anlamsızdır. Saçma geliyor biliyorum. Ben kimim, sen kimsin? Biz neresindeyiz hayatın hatta biz diye bir şey var mı?’’
Çınar bir aralık susarak nefes aldı. Bunu fırsat bilen Ümmühan, fısıltının yankılanarak büyümesine izin vermişti.
“ Biz diye bir şey yok Çınar!”
Beyninde bir tokat gibi patlayan bu cevabı inkar etmek için debelenen Çınar başını kabullenmediği şekilde salladı.
“ Fakat yaşadıklarımız…” dedi acı çektiğini belli edercesine.
“ Ne!” dedi Ümmühan, sinirlerine hakim olmayarak bir de gür kahkaha patlatmıştı.
“ Kendine gel! Ne yaşadık biz?”
Çınar’ın gözlerinde beraber geçirdikleri sıradan insanlara üç beş gün denebilecek fakat ona milyarca yıl gibi gelen anılar hızlı bir şerit halinde geçti. Şakaklarına baskı yapan ağrı büyüyor, kalbi olduğundan daha hızlı atıyordu.
“ Ne yaşadık biz!” diye üsteliyordu Ümmühan. Kurumuş gül yaprakları esen rüzgarla bir sağa bir sola savruluyordu.
‘’ Sahilde oturmakla, bir iki kadeh içmekle bir şeyler mi yaşanır! Sen yaşanmışlığı ne sanıyorsun…Sanrılara tutulmuşsun! Ne zannediyorsun sevgili falan olacağımızı?’’
Ümmühan bir gülme krizine tutulmuştu. Katıla katıla gülüyor, tiz sesinin tınısı Çınar’ın ruhuna bıçak olup saplanıyordu.
‘’ Ben sadece…’’ diyebildi Çınar.
Gülmesi kesilen Ümmühan hırçın bir ses tonuyla cevap verdi.
‘’ Ben sana yaşadığın hisleri anlatayım. Sen romantik bir adamsın fakat bu fazla aşırıya kaçıyor. Ve aşırı romantizm senin gerçekliğini zedeliyor. Senin inandığın fakat derin bir inkar halinde olduğun bir fikir var! Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir! Ve sen hayatı bir öykü olarak görürken muhteşem olacağına inandığın hikayede ki yabancı bendim! ‘’
Çınar derin bir sükunet içerisinde kadını dinliyor, söylediklerini tartıyordu. İtiraz etmenin bir yararı olmayacağını biliyordu. Yine de bir şeyler söylemeliyim, diye geçirdi içinden. Cevap vermek üzere dudakları kıpırdandığında, Ümmühan elini kaldırıp konuşmasına mani oldu.
‘’ Arkadaş!’’ dedi ciddi bir şekilde.
‘’ Düşüncelerini toyluğuna veriyorum. Hayat tecrübenin bizzat kendisidir. Fakat seni ne avutacak ne de büyütecek insanım ben! Karşıma çıkma! Bir daha sakın!’’
Kalenin kapısı gıcırtıyla kapanırken, Çınar büyük bir hayal kırıklığı ve yüreği yangın yerine dönmüş bir vaziyette tek başına kalmıştı. Hiçbir kelimenin tarif edemeyeceğini düşündüğü bir acı yaşıyordu. Hem her şeyi hissediyor hem de ölü gibiydi. Akşam güneşinin kızıllığı, içeri sızarken içinde kopan fırtınalara rağmen sessiz bir şekilde ağlıyordu.
Gamla, kederle geçen bir gecenin ardından taze filizlenen akça bardaklara bakıyordum. Nedenini bilmiyorum fakat yeryüzünde akça bardaktan daha çok sevdiğim bir çiçek yoktur. Toprakta elif gibi olmaları belki de ilgimi çekiyor. Yalnız ve mağrur…
Bir şevkle kenarı kırık boş saksıyı elime aldım. Bir demet sana getirmek istemiştim. Fakat toprağın cenanı olan akça bardaklara da kıyamadım. Toprağın kalbini, kalbimdeki yeri gibi görüp, söküp atamadım!
Karamsarlığım her geçen gün artıyordu. Beni delirtecek düşüncelerin, ardı arkası kesilmeyen ve sonu gelmeyen zihin oyunlarının yorgunluğu çektiğim acılar gibi, bitmiyordu. Yüzümde mutsuzluğun vücut bulmuş haliyle muayene odasına girdim. Üzerinde diz kapaklarına kadar gelen ve yakası açık mor bir elbise vardı. Saçların toplanmış ve hafif bir makyajın vardı. Gömleğimi çıkarıp sedyeye oturdum.
Tek sevincim artık alıştığım bu acının evrelerini ve yükselme zamanlarını bilip, kendimi ona göre ayarlamaktı. O anlarda yüzbinler önünde rol yapan bir artist gibi bile hissetmeye başlamıştım. Adım adım bildiğim bu kısır döngünün- her ne kadar acıklı olsa da- kahramanıydım. Acıların kahramanı…
Rutin işlemler bitmiş, dozu arttıkça beni daha çok uyuşturan yeni ilaçlar yazılıyordu. Bir aralık durdun ve gözlerini düşünceli bir şekilde bana çevirdin.
‘’ Öğle paydosu vaktidir.’’ dedin.
‘’ Hava da pek güzel…Kantinin o rutubetli ve soğan, sarımsak kokan havasından ziyade şu baharın tazeliğini solumak insana huzur verdiği gibi sıhhatini de arttırır. İşiniz yoksa beraber yemek yiyebiliriz!’’
Kulaklarım, duyduklarına inanamıyordu. İlk defa bir insanın sevincinin diğerini ürküttüğünü bakışlarında gördüm. Teklif için pişman değildin fakat tepkilerim ne denli kuvvetli ise seni şaşırtmış hatta ötesinde korkutmuştu. Nasıl baktığımı, sesimin nasıl çıktığını tasvir edecek ne hayal gücüm var ne de kelime haznem yeter! Bununla beraber kalbim mesut olmuşluğundan öyle bir atıyordu ki öleceğimi zannettim. Fakat ölümün bu kadar tatlı, böylesine naif olacağını sanmıyorum!
Alt kısmı siyahımsı renge bürünen etleri yanındaki tabağa koyan ustaya bakıyordum. Yüzünde bir neşe, yaşadığı hayattan memnuniyetin ifadesiydi. Birkaç kez bu dükkanın önünden geçmiş fakat lüzumundan fazla pahalı bulduğum için girmemiştim. Önümüze konulan tabaklara dalgın şekilde bakıyordum. Bunun sebebi de gelecek hesabı düşünmemdi. Çoğu zaman kuru ekmeği ile su ile ıslatıp yiyen biri için böyle bir yer kurduğu düşleri süslerdi!
Hayır manasında başımı sallasam da sıkılganlığımı saklayamıyordum.
İstemsizce güldüm. Ve sende bu gülüşümü manasız bulup, sormuştun.
Anlatmaya başlasam; kuracağım cümledeki kelimeler dahi üç en fazla dört kelime olacaktı, biliyorum. Cümlesi bile fakir olan biri ne diyebilir ki?
‘’ İyi beslenmek için, sağlıklı olmak lazım.’’ dedim sessizce.
Sözlerimin altında yatan manayı kavramış, ellerini ovuşturup bakışlarını dışarı çevirmiştin. Haksız olmadığımı sende biliyordun. Sağlığım yerinde olsaydı, daha iyi bir işim olurdu. Daha iyi bir iş, eli yüzü düzgün bir gecekonduya sahip olmak demekti. Oysa benim derme çatma; duvarları dökülen; tuvaletinin kapı eşiğinde, banyo ile beraber olan ve kışın çatısından akan suları leğenlerle biriktirdiğim fakirhanemden başka bir şeyim yoktu! Daha iyi bir iş, böyle bir lokanta da gözlerin rakamlara aldırış etmeksizin patlayana kadar yemek demekti. Daha iyi bir iş, bir eş, bir aile kurmak demekti! İş içinse sağlıklı olmak, ciğerli olmak lazımdı. Olmadı. Bu saydıklarımın hiç biri olamadı. Neylersin, olmayınca da olmuyor. Fenni bir yazı okumuştum Ümmühan…Tüm beşerin sıhhatli doğduğunu fakat sonrasında ruhumuzu ezip geçip, bizi tüketen bin bir bela yüzünden felaketlere uğradığımızı ve hastalıklarla perçinleştiğimizi yazıyordu. Belki de hakikat!
O masada oturduğumuz sürece hiç konuşmadık. Sessizce yemeğimizi yemiştik. Sen bir müddet sonra rahatlasan da ben pek çekingen, sıkılma halindeydim. Boğazıma düşen her lokman bir kurşun gibiydi ve midemde büyüyen sancılar terlememe sebep oluyordu. Ne iş değil mi Ümmühan! Senin karşında olduğum halde yine acı, yine elem, yine gam! Nihayet yemek faslı bitip hesap gelmişti. O an masaya doğru yaklaşan cüce garson gözümde iri yarı bir dev haline dönüşüyordu. Elinde tuttuğu hesap sanki tüm günahların ve sevapların yazıldığı kara kaplı defter gibiydi. Kapakları arasında ezilip, büzülecektim ve bir böcek gibi yok olacağımı düşünüyordum!
Garson hesabı önüme koyduğunda gözlerimin dolduğunu ikimizde biliyorduk. Sessizce uzanıp önümden alırken başımı ötelere çevirip, iç çektiğimi belli edercesine nefes alıyordum. Dayanamadım! Utancımdan fakat utanmadan ağlamaya başlamıştım. Hastalığım bu kadar yakmamış, hiçbir vakit kendime bu kadar öfkelenmemiştim. Daha fazla dayanamayarak masadan kalkıp, koşarcasına yürüyordum. Bayılmadan önce hatırladığım son şey yüreğime çöken bu acının en büyük ağrılardan daha beter olduğuydu. Köşe başında yosunlu taşlara tutunup soluklanıyor, böğürerek küfürler ediyordum. Yumruk yaptığım elimle taşa vurmaya başladım. Taşı değil, kaderimi dövmek istiyordum. Bir türlü yakamı bırakmayan talihsizliğin, hayatımın en büyük şansını da elimden almasına dövünüyordum. Yeni pansuman yapılmış yaramdan oluk oluk akan kan ve elimde hissettiğim derin bir acı kendime geldim. Fakat yorgun dizlerim dayanamamıştı. Sessiz sedasız bayılmışım, tıpkı ölümümün de yaşanacaklar gibi…
Çınar kaygılıydı. Kapının deliğinde ki anahtarı çevirirken yüreğini kaplayan ağırlık büyüyor, boğacak gibi oluyordu. Doktorun yanından çıkıp saatlerce boş boş dolaşmış, ne yemek yemiş ne de bir kadeh içmişti. Fakat içmek istiyordu. Sarhoş olunca ağlayacağını ve rahatlayacağını biliyordu. Yüreğine inen pusu başka türlü dağıtamazdı.
Kapının kilidi, apartman boşluğunda, koridorlar da büyüyerek yankılandı. Peyami huysuzlanmış, gece çöken şehirde bir suskunluk vardı. Çınar, hiç bir şey yaşanmamış gibi davranmayı tercih etti. Önce yatak odasına gidip üstünü değiştirdi ardından da koltuğunun altında bir kitap ile salona geçti. Zeynep koltuğunu pencereye çevirmiş, şehri izliyordu.
Çınar sessiz sedasız üçlü koltuğa yayılıp kitabı araladı. Peyami nazlı nazlı salınarak Çınar’ın ayak altına gelmiş, başını sürtüyor bir yandan odada ki derin sessizliği mırıltısıyla bölüyordu. Bir sorun olmadığını düşünen Çınar biraz rahatlamış, koltuğa biraz daha yerleşmişti.
“ Eğer birine çok alışırsan…” diye mırıldandı Zeynep. Duruşunu bozmamış şehri izliyordu.
Çınar kitabı yana doğru yatırmış gözlerini kırpmadan ona bakıyordu.
“ Alıştığın insan mı daha çok üzer seni yoksa sevdiğin mi?”
Çınar kitabı kapatıp doğruldu.
“ Zor bir soru.” dedi.
“ Hangisi?” diye fısıldadı Zeynep. Sesi dehşetengiz bir hal almıştı.
“ Alıştığın sanırım.” dedi Çınar.
“ Bir şeye, birine bir kere alışıyorsun yokluğu daha çok acı verir. Sevdiğin canını yakarsa, avunulacak, zamanı tüketecek yani oyalanacak bir meşgale bulup sadece beklersin. Bir ümittir seni sevmesi ya da dönmesi…Fakat alıştığın öyle midir? Yerini dolduramazsın, bocalarsın boşlukta. Zamanı değil kendini tüketirsin. Garip bir acıdır bu. Buruk bırakır insanı…”
Zeynep gülümsemişti. Yana doğru eğilerek koltuğun köşesinde duran şişesini eline aldı. Çınar onu pür dikkat izliyordu. Odada yalnızca Zeynep’in boğazını yarıp midesine doğru inen şarabın boşalan sesi duyulmaktaydı. Çınar derin bir nefes alarak ayağa kalktı. İleri doğru adım atma konusunda kararsızdı.
“ Haklısın. “ dedi Zeynep şişeyi aynı yere bırakırken.
“ İnsanın en büyük korkusu alışkanlığı kaybetmek. Evet, bazı cesur ruhlar vardır…Hayır, hayır onlar cesur değildir. Sadece yaşama herkesten daha fazla sarılırlar. Tükenmeye başladıklarını hissettiklerinde yenisini denerler. Fakat çoğu insan alışkanlığını kaybetme korkusundan bunu yapamaz.”
Çınar nefesini tutmuş, yüreğinde derin bir çarpıntı ile Zeynep’i dinliyordu. Bir kez daha böyle soluksuz konuşmuştu Zeynep. Ve Çınar bir an geçmişin perdelerini aralayarak o güne döndü. Sessizliğin hakim olduğu odada zaman yitirilmiş, eşyaların yerleri değişmişti. Yalnızca bu oyunun iki başrolü bir aradaydı. Çınar tuttuğu soluğu Zeynep’i ürkütmeden vererek ve bu anın tılsımını bozmadan izlemeye başladı.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------Mavimsi gökyüzünde uçuşan martılar insanın içine bir mutluluk doğuruyor, şairin sözünü takdisler nitelikteki bu manzara kuşların uçmasından hayatın devam ettiğini anlatıyordu. Çınar soluk soluğa doktorun bürosuna girdiğinde randevusuna daha on beş dakika vardı. Kapıyı hızlıca açtığından kendini de kontrol edememiş, sendelemişti. Gözüne ilk çarpan karşı masada ki boşluk oldu. İhtiyar kadın yerinde yoktu ve bekleme salonunda yalnızca birkaç kere daha gördüğü yuvarlak yüzlü kadın bekliyordu.
Şehrin dört bir yanı kazıldığı için, tozlanan pantolonunu hızlıca çırpıp, sandalyeye oturdu. Göz ucuyla da kadının kendisini takip edip etmediğini kontrol ediyordu. Genç kadın önünde tuttuğu kağıda bir şeyleri haşince karalamakla meşguldu ve Çınar’ın varlığını önemsemiyordu. Çınar bundan memnun olarak fakat tam da emin değildi oturdu. Bu kararsızlığın verdiği rahatsızlık sürekli hareket etmesine sebep oluyordu.
Genç kadın bir aralık başını kaldırdı ve göz göze geldiler. Yaraları olan iki insan için bu göz göze gelme oldukça garipti. Sanki konuşmadan anlaşılmış gibiydi. Kadın lütfen dikkatimi dağıtmayınız derken Çınar buna itaat etmiş ve dizleri düz olacak şekilde oturuşuna bir şekil vermişti. Bu sefer boynunda sarımsı bir şal vardı.
“ Derdinizi resimle mi anlatıyorsunuz?” diye sordu Çınar.
Kadın kara kalemle sarımtrak kağıdı birleştirmeyi bırakarak, parmak uçlarıyla sıkı sıkıya kavradığı kağıdı gevşetti. Çınar’a bakıyor fakat konuşmuyordu. Cevap vermek yerine çizim yapmaya devam etmeyi seçmişti.
Fakat bu sefer kağıt ve kalemin çıkardığı hışırtının, çığlığı olup da adama cevap vermesini ister gibi bastırıyordu.
“ Ben derdimi öykü yazarak anlatıyorum.” dedi ansızın Çınar.
Hışırtı kesilmemiş, kalem kağıttan ayrılmamıştı.
‘’ Yaşadıklarımı noksansız fakat yer ve mekan değiştirerek yazıyorum. Böyle olunca deliliğim azalıyor. Her şeyi, yazdığım insanlara yüklüyorum. Hatalarımı, doğrularımı, inandıklarımı, kaybettiklerimi…Bazen iğrenilecek insanlar da ortaya çıkıyor fakat hayat da böyle değil mi?’’
Zeynep kalemi masanın kenarına koyup, defteri kapattı. Karşısında oturan adamı izlemeye başlamıştı.
‘’ Peki ya bir gün içinde sakladıklarını, yazdıklarında itiraf edersen ve bunun senin itirafın olduğun anlaşılırsa ne olacak?’’
‘’ Karmaşık bir soru…Net bir cevap veremem keza başıma böyle bir durum gelmedi. Fakat yine de itibar göreceğini zannetmiyorum. Hem bunları iyileşmek için yazıyorum. Başka bir amacım yok…’’
Paltosunun cebinden rulo halinde bir tomar kağıt çıkarıp Zeynep’e uzattı. Zeynep tedirgin, kararsızlığı yüz hatlarından anlaşılıyordu.
‘’ Kağıtlardan zarar gelmez.’’ dedi Çınar.
Gözlerini kırpmadan birbirlerine bakıyorlardı. Fakat bu bakışma bir aşığın bakışı değil daha çok sahiplenici, dostaneydi. Zeynep nazlı bir eda ile kağıtları aldı. Kırışmış olan kağıtları sağa sola çekip düzeltti. Üstün körü geçtiği birkaç kağıttan sonra bir yerde durmuştu.
‘’Hangisi?’’ diye merakla sordu Çınar.
Çınar dirseğini masaya dayamış, gururlu bir şekilde cevap verdi.
‘’ İçeri de ilginçtir. Okursanız, dinleyeyim.’’
Zeynep, Çınar’ın sözlerini ikiletmedi. Önce derin bir nefes alıp, diyaframını ayarladı ve okumaya başladı.
‘’ “Ulan köpoğulları size seyirlik çıktı da bugün biz ne halt edeceğiz?” diye mırıldandı önünde duran kâğıda bir çentik daha atarken. Bununla beraber tastamam otuz iki sandalye çıkmıştı kahveden. Filmciler, belediyenin bile unuttuğu bu semti nereden bulmuşlardı bilinmez fakat çekim için sabahın köründe minibüslerle gelmişlerdi. Fabrikalara doğru gidenler, filmcileri görünce onları yıkım ekibi sanıp yaygarayı koparmış, sesleri duyan gelmişti. Gelenlerin filmci olduğu anlaşılınca az evvel saldırgan tutum sergileyenler, sirk gelmiş gibi şenlenmiş kendilerine seyirlik alan arıyorlardı. Ayakta duracak hali olmayanlar, çoluk çocuk herkes kahveye koşup sandalye kapma yarışına girmişti.
Mahalleliyi bir merak, bir telaş sarmıştı. Meraklıların en başında muhtar Rıza ile artist Aynur geliyordu. Mahalledeki eksik gedikle ilgili defalarca belediyeye gidip eli her zaman boş dönen muhtar, çölde su bulan bedevi gibi sevinmişti. Minibüsten ilk inen adamın yakasına yapışmış yolların bozukluğundan, su sıkıntısından elektrik kesikliklerine varana kadar ne varsa durmadan anlatıyordu. Artist Aynur ise, köşe başında durup, gözünü kırpmadan filmcileri izliyordu. Ne de büyülü bir dünya, diye içinden geçirmekteydi.
Öğlene doğru setteki hazırlıklar sona ermişti. İşçiler, gazete kağıdına sarılı gelen yarım ekmekleri buldukları taşların üstüne oturarak ya da minibüse doluşarak yiyorlardı. Mahallenin yarısı hareket olmayınca çekim alanını terk etmişti. Çocuklar, su birikintilerine yaptıkları kâğıt gemileri bırakırken, üçerli beşerli oturan kadınlar sohbete girişmişti.
‘’Kız, filmin konusu neymiş?’’
‘’Aman, hep aynı şeyler, zengin oğlan fakir kız işte.’’
‘’Müzikleri Orhan Gencebay yapacakmış.’’
‘’Oynayan da yarışmadan birinciymiş.’’
‘’Naciye’nin kocası geçen yine dövmüş onu.’’
‘’İçkiden anacım neden olacak, para yok, pul yok, beş çocuk!’’
Aynur, başını kaldırıp ileride ki minibüslere doğru baktı. Hemen berisinde de kadınların bahsettiği Naciye göründü. Çocukları eteğini çekiştiriyor, ileri geri koşturuyorlardı. Kendi sonunun böyle olacağını düşüncesi aklına gelince içi daralıyordu. Ölürdü de bu hayatı çekmezdi. Bir yol bulup kurtulmaya bakıyordu. Aynur, diğerlerine benzemiyordu. Her zaman asi ve yaşadığı hayatı kabullenmeyen bir kadındı. Bunu da hep anlatır, anlattığı için de babasından sürekli dayak yerdi. Her yediği tokat da içinde bulunduğu hayata ve semte nefreti büyüyordu. Buradan bir an önce kurtulmak için her yolun mubah olduğuna inanmıştı. Bugün, onun için çok büyük bir fırsat olabilirdi.
Öğle yemeğinden sonra, sette hareketlilik başlamıştı. Uzatma kabloları ile muhtarlıktan çekilen elektrikten, sağa sola koşuşan insanlardan ve yükselen seslerden çekimlerin başlayacağı anlaşılmıştı. Biraz sonra arka arkaya lüks arabalar minibüslerin arkasına sıralanmaya başladı. Ağzında piposu, kahverengi güneş gözlükleriyle bir adam iner inmez hakaret etmeye başlamış, öteye beriye bağırıyordu. İpince bir oğlan çevik hareketlerle minibüsün üstüne çıktı. Ondan biraz irice olan bir genç üstten uzattığı sandalyeleri, kameramanın arkasına yerleştiriyordu. Diğer iki arabadan, filmin oyuncularından olan uzun boylu, kömür gözlü, yakışıklı bir adam ile sarı saçları permalı, upuzun boyuyla endamlı güzel bir kadın inmişti. Çocuklar, oyuncuları görünce alkışlamaya başladılar. Derdini anlatacak kimseyi bulamayıp, minibüs şoförlerini esir alan muhtar alkışları duyunca başını kaldırdı. ‘’İşte, derdime derman olacak birileri!’’ diyerek, oturduğu yerden hızla kalktı. Yönetmene doğru koşar adım giderken, setteki birkaç kişi kolundan tutup geri çektiler.
Tüm bunlar yaşanırken bir adam meydana çıkarak elindeki megafon ile konuşmaya başladı. Yakışıklı oyuncu oturduğu yerden kalkarak, izleyenleri kendine hayran bırakan, vakur ama böbürlenerek meydana doğru yürümeye başladı. Hayatında hiçbir vakit böyle manzara görmemiş olanlar yaşananları nefeslerini tutarak izliyorlardı. Ara ara arkadan bağırtılar gelse de çekim sanıldığından daha hızlı ilerliyordu.
Nihayet filmin en can alıcı sahnelerinden birine gelinmişti. Genç adam, sevgilisi rolündeki kadınla şiddetli bir tartışma yaşayacak, arkasından bir tokat atarak yere düşürecekti. İşte ne yaşandıysa bu yere düşme sahnesinden sonra yaşanmıştı. Permalı kadın, akşam önemli bir davete katılacağını sahnenin yalnızca tartışma ile bitmesi gerektiğini söyleyip duruyordu. Yönetmen, kadının tavırları karşısında resmen çıldırmış, sesi bütün mahalleyi inletir olmuştu. Kendisine bağırılmasına daha fazla tahammül edemeyen kadın, kamera arkasındaki koltuğa sinirle oturdu. Setteki herkes birbirine şaşkın gözlerle bakıyordu. Yönetmen, kaskatı kesilmiş, hiçbir şey söylemiyordu. Tam bu esnada, Aynur’un aklına bir kurnazlık geldi. Kalabalığın arasından sıyrıldı.
‘’Ben size yardım edebilir miyim?’’
Başta yönetmen olmak üzere, herkes gözlerini sesin geldiği yöne çevirdi. Uzun eteği, mavi bluzu ve kömür karası saçlarıyla Aynur salına salına geliyordu.
‘’Gazetelerde okudum, isterseniz bu sahneyi benimle devam ettirin. ‘’
Yönetmen, baştan aşağı Aynur’a baktı. Arkadan birine gel işareti yaptı. Kulağına doğru bir şeyler fısıldadıktan sonra sessiz bir şekilde sandalyesine doğru yürüdü. Alanı izleyenler de büyük bir heyecan oluşmuştu. Yarım saat içinde, yönetmenin yanına çağırıp gönderdiği delikanlı elinde poşetlerle geri döndü. Kısa bir süre içerisinde Aynur, tıpkı permalı kadına benziyordu. Kostüm işi hızlıca halledilmiş, Kapalı Çarşı’nın tarafından peruk da getirilmişti. Aynur’un yüzü gülüyor, hayallerine ulaştığını düşünüyordu. Manzarayı gören kadın oyuncu daha fazla sinirlenmiş çekim alanını terk etmişti.
Akşam neredeyse olmak üzereydi. Yönetmenin motor sesiyle, sahne kaldığı yerden devam ediyordu. Aynur’un yüreği, bir ağdan kurtulmak üzere olan kelebek gibiydi. Var gücüyle kendini ispat etmeye çalışıyor, ne denirse dört gözle dinliyordu. Ve beklenen, final sahnesi gelmişti. Ama her defasında bir engel çıkıyor, Aynur’un yüzünde yakışıklı adamın tokadı patlayıp duruyordu. Her, kestik, sözünden sonra bir de yönetmen ortalığı yıkıyordu. Aynur’un yanağı, yediği tokatlardan kıpkırmızı olmuş bastırdığı acısı gözlerinden süzülüyordu. Yönetmen daha fazla dayanamadı ve seti bitirmelerini söyledi.
Bir an evvel, evlerine dönmek isteyen çalışanlar, çarçabuk toplanmaya başladılar. Kablolar çekiliyor, montelenmiş parçalar bölünüyordu. Kargaşanın ortasında kalan Aynur, gözlerini ileri doğru çevirdi. İleri de tekrar Naciye’yi gördü. Elinde tuttuğu kova ile evine su taşıyordu. Aynur’un içi bir an yine daralmıştı. Bugün her şey bambaşka olabilirdi diye düşünüyordu. Bu sefer gözlerini, ileride duran lüks arabaya çevirdi. Kendini tokatlayan genç aktör, teşekkür bile etmeden aracına binmişti. Karanlık artık inmişti. Yönetmen, az ileride üç kişi ile konuşuyordu. Aynur, biraz daha onları izledi. Yönetmen de hızlı adımlarla arabasına doğru yürümeye başlamıştı. Aynur’un kurduğu tüm hayaller bir anda yıkılmıştı. Neden sonra yanında duran bir gölgeyi fark etti. Kendisine doğru uzattığı on lirayı gördü. Kırılmış kalp ve yıkılmış hayallerle uzaklaşan gölgeye bakakaldı.
Çamurlu ve taşlı yollardan minibüs uzaklaşırken, meydan iyice boşalmış, köpekler sağa sola koşturuyordu. Aynur, elini hala kızarıklığı geçmeyen yanağına götürdü. Gözünden birkaç damla yaş süzülürken, avucunda on liralık bir hayal tutuyordu.’’
Çınar sabırla Zeynep’in hikayeyi bitirmesini bekledi. Bu esnada kadının bütün yüz hatlarını, mimiklerini dikkatlice izlemişti. Tanıdığı kadınlara bilhassa Ümmühan’a hiç benzemiyordu.
‘’ Nasıl buldun?’’ diye sordu heyecanla.
‘’ Beklediğimden iyiydi.’’ dedi.
Büyük övgüler beklemiyordu fakat bu denli sade bir cevabı da beklemiyordu. Derin bir sessizlik odaya çöktü. Zeynep tekrar defterini açmış, çizim yapmaya başlamıştı.
‘’ Yoksa hayallerinin peşinde koşarken sana tokat atanı mı çiziyorsun? ’’ diye sordu Çınar.
Zeynep duraksamış, gözlerinde bir su birikintisi belirmişti. Ansızın gelen bir öfke kriziyle, dudakları titriyor, kalemi deftere bastırıyordu. Çınar bir hata yaptığını düşündü ama merakını da gidermek istiyordu.
‘’ Ben size dürüst olarak konuşuyorum.’’ dedi yumuşak bir ses tonuyla.
Gözlerini kırpmadan Zeynep’e bakmaya devam ediyordu. Kalem ucu uğradığı baskıya dayanamayarak kırıldı. O esnada gözünde biriken yaş yanağına düşmüştü. Zeynep, insanın yüreğine dokunan bir masumluktaydı. Çınar dirseğini masadan kaldırıp dudaklarına götürdü. İyiden iyiye pişman olmuştu. Yersiz bir soru sorduğunu biliyordu. Zeynep, titreyen bedenine daha fazla hakim olamadı. Defteri hınçla yere atıp odadan dışarı koşarak çıkmıştı. Yarı açık kalan kapı yavaşça kapanırken, Çınar kendini put gibi hissediyor, kıpırdayamıyordu. Kapı boşluğundan giren rüzgar yerde ki defteri havalandırdı. Çınar asık bir surat ve sinesinde bir sancı ile eğilip, defteri aldı. Bir suç işlediğinin farkındaydı ama düşüncesine göre zaten az önce suçların en büyüğünü işlemişti. Titrek ellerle defteri kavradı. Kapağını açıp açmama konusunda yaşadığı tereddüt çok uzun sürmemiş, merakı galip gelmişti. İlk sayfadan son sayfaya kadar bakarken sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu. Çınar’ın gözyaşı deftere düşerken, kapı sertçe kapandı.
Gece karanlığı adaya çöktüğünde Çınar hala kale içerisindeydi. Soğuk taşlara sırtını dayamış, gözleri hala ıslak bir şekilde masaya bakıyordu. Halbuki bambaşka düşler kurmuştu. Eğer her şey yolunda gitseydi şu an dans ediyorduk, diye geçirdi içinden. Ümmühan’ın gitmesinden daha çok söylediklerine üzülmüştü. Bir hayalperest olarak görünmesi canını yakıyordu. Ümmühan’ı ilk gördüğü andan itibaren bir heves olarak da görmüyordu.
Bu konuyu konuşmam lazım, diyerek kalktı. Gecenin serinliği yahut karanlığın zifiriliği umurunda değildi. Normalde; böyle bir yerde, böyle bir zamanda insan zihni hınzırca oyunlar oynar, korkuyu iliklerine ilmik gibi işlerdi. Fakat Çınar çalı aralarından gelen sesleri ya da ağaçlardan sarkan gölgeleri umursamadan koşuyordu. Tek gayesi bir an evvel Salkım Hanım’ım kiralıklarına ulaşmaktı.
Sokağın başına kadar durmadan koşmuştu. Alnında biriken ter damlaları kaşlarından süzülüp gözbebeklerine değdikçe gözlerinde ki yanma artıyordu. Elinin tersiyle teri silmeye çalışsa da başarılı olamıyor, terlemesi durmuyordu. Bu şekilde Ümmühan’ın karşısına çıkmanın doğruluğunu akıl terazisinde tartarken, cırcır böceklerinin sesi ile gecenin indiğini fark etti. Esas çılgın bu saatte gelmem, dedi kendi kendine. Durmaksızın koşmanın etkisi ile dalağı şişmiş, göğüs kafesinde bir ağrı başlamıştı. Kaldırıma oturup dinlenirken bir yandan da gelmesinin üzerine bir tez kuruyordu.
‘’ Gecenin bir yarısı geldiğim öfkeden gözü kararacaktır. Fakat Salkım Hanım’ın tepkisini çekmemek için bağırmayacağını daha çok dişlerini sıkarak ve vurgulu konuşacağını düşünüyorum. Onu ikna edebilmek ve bir şans daha kazanabilmek için çok az bir sürem olacaktır. En azından sabah kahvaltı yapmaya ikna etmem lazım…Hadi bakayım göreyim seni!’’ diye mırıldanarak doğruldu.
Kurumaya başlayan terin o iğretili yapışıklığı umurunda değildi. Savruk saçlarını öylesine düzelterek bahçe kapısına yöneldi. Ürkek adımlarla içeri girdiğinde, çardakta yaktığı fenerlerin altında örgü ören Salkım Hanım’ı gördü. Salkım Hanım öne doğru kaymış olan gözlüğünü düzelterek şüphe duyduğunu belli ederek bakıyordu.
‘’ Buyur evladım.’’ dedi sakin bir şekilde.
Çınar heyecanlanmıştı. Bir de Salkım Hanım’ım koca gözleri üzerindeyken kendini hiç rahat hissedemiyordu.
‘’ Ümmühan hanım ile bir şey konuşacaktım.’’ dedi.
Bunu söylerken bir yandan Salkım Hanım’ım tepkisini ölçüyordu. Salkım Hanım örgüyü elinden bıraktı. Avuç içleri çürümeye başlayan tahtalara paralel olacak şekilde ellerini dayadı. Salkım Hanım’ın tavırları Çınar’ın endişelenmesine sebep oldu.
‘’ İyi misiniz?’’ dedi tedirgince.
‘’ Gel, otur şöyle.’’ diyerek yanına çağırdı Salkım Hanım.
Çınar sessiz, itaat etmişti. Salkım Hanım’ın biraz ilerisinde oturdu. Cırcır böceklerinin sesi yükseliyordu.
‘’ Ümmühan hanım gitti.’’ dedi kadın.
Çınar başını yerden kaldırıp şaşkın bir şekilde Salkım Hanım’a bakıyordu.
‘’ Nasıl?’’ diye sorarken kekelemişti.
‘’ Bak çocuğum…’’ dedi Salkım Hanım.
‘’ Ben neredeyse senin yaşadığının üç katı şey yaşadım. Bunu seni hor gördüğüm için söylemiyorum. Sadece senin şu an yaşadığın ve benim hatırımda bile canlandırmaya güç bulacağım hislerin için söylüyorum! Daha o gün, senin bu kapıya gelişinden ben yaşından büyük bir sevdaya tutulduğunu anlamıştım. Ümmühan hanım bu konuyla alakalı bana bir şey söylemedi. Bundan emin olabilirsin…Kadınların hisleri erkeklerden daha güçlüdür hepsi bu. Bundan sonrasında acının katlanacağını biliyorum. Fakat elbette geçecek. Seneler sonra benim yaşıma geldiğinde bir soruyla yüzleşmeni istemem… Tamamlanan hikayelerle mutlu olmak mı yoksa yarım kalanların acısını sürdürmek mi sorusudur bu. Şairin dediği gibi hayat devam ediyor…’’
Salkım Hanım kurumuş ellerini, Çınar’ın ellerinin üzerine koydu. Bakışlarını oraya çevirmişti.
‘’ İşte bunu anlamalısın…’’ dedi fısıltıyla.
‘’ Bak evladım, insanlar sonsuza kadar yaşamak isterler. Çünkü hayat tatlıdır. Şimdi sen şu esen rüzgarı, şu sıhhat dolu tabiatı bırakıp ölmek ister misin? Kesinlikle hayır. Ama tabiatın bir takım dayattıkları vardır. Bunların en değişmeyeni de doğanın yaşlanıp ölmesidir. Her zaman ellerinde bu gücü ve tazeliği bulamayacaksın. Ve bunu benim gibi kurumuş ellerini bir gencin elini tutarken anlayacaksın. Evine git çocuğum ve unut. Unutmak, Tanrı’nın insana verdiği en büyük mükafattır aslında.’’
Salkım Hanım birkaç saniye bekleyip, örgüsü alıp kalktı.
‘’ Gitti…’’ demek diye mırıldandı Çınar. Dudakları titriyordu.
Ay koyu bir renge bürünmüş, cırcır böceklerinin sesi azalmıştı. Feneri söndürmek için geri dönen Salkım Hanım, sedirin ıslandığını fark etmişti.
‘’ Ağlamak kötü değildir, hele ki sevda içinse…’’ dedi.
Zeynep içeri girdiğinde masanın kenarına eğilmiş, elinde defter tutan Çınar’ı gördü.
“ Sen ne yapıyorsun!” diye bağırdı Zeynep tüm gücüyle.
Öyle hiddetle çıkmıştı ki sesi, doktor dahi yazıhanesinden koşarak bekleme salonuna çıktı. Zeynep eğilmiş, Çınar elinden defteri alıyordu. Doğrulduğunda doktor ile göz göze geldiler. Koltuğun kenarına astığı çantasını alıp kapıya yöneldiğinde Çınar kıpırdamıyordu. Doktor, onu durdurmak istese de yapamadı. Bir gök gürültüsü patlamış, ardı ardına çakan şimşekler ışık huzmesi olup şehrin üzerine inmişti. Avuçlarından alınan defterin ardından boşta kalan parmaklarını yumruk yapan Çınar ansızın ayağa kalktı.
Kapıya doğru yöneldiğinde unutmak için çabaladığı hislerin tekrar canlandığını fark etmişti. Bu baskı öldürücü, korkunç bir güçtü. Asansörü beklemeden merdivenlere yöneldi. İkişer üçer atlayarak ana caddeye çıktığında kendini bir kaosun ortasında bulmuştu. Bastıran yağmurun etkisiyle sağa sola koşturanlar, taksileri durdurmaya çalışan takım elbiseli adamlar ve çocuklarını korumak isteyen annelerin seslerine trafik polisinin düdüğünden çıkan tiz ses katılıyordu. Gözleriyle etrafa hızlıca bakındı. Karşı yolda hızlı adımlarla yürüyen Zeynep’i gördü. Paçalarının ıslanmasına aldırmadan caddeye atlamıştı. Bir taksici sinirle kornoya asılmış ardından da bir küfür sallamıştı. Ama içinde bulunduğu bu anda ne işittiği küfür ne de yağan yağmurun hızlanması umurundaydı.
Zeynep köşeyi döndüğünde, Çınar sokağın başına varmıştı. Nefes borusundan geçip dudaklarından çıkan karbondioksit buhar olup gökyüzüne yükselirken seneler önce hissettiği bir yorgunluğu da anımsadı.
“ Bakar mısın? Bakar mısın!” diye bağırırken aralarında bir kaç adımlık mesafe kalmıştı. Genç kadın önce önemsememiş fakat biraz içinden gelen dur sesine de uyarak durmuştu. Çınar sendeleyerek gelip Zeynep’in karşısında durdu. Zeynep’in saçlarından omuzlarına dökülen yağmur taneleri, ağlamaktan bir anda kızaran gözleri ve burnunun kızarıklığı Çınar’ı olduğundan daha sakin soluklandırıyordu.
“ İstemeden seni üzdüm.” dedi.
Zeynep sessiz ona bakıyor, bir yandan da hala iç çekmelerine devam ediyordu.
“ Herkes zannediyor ki rüzgar onun için esiyor, yağmur onun için yağıyor, toprak o olmazsa çiçek açmayacak! İşte aşağılık insanoğlunun huyudur bu. Kendini herkesin üstünde görmek…Fakat ilginç de bir huyu vardır. Biri vardır, biri çıkar karşına. Bütün dünyan olur ve eğer sen onun dünyasında önemli değilsen, tüm dünya için önemli olsan önemsemezsin.’’
‘’ Sen ne anlatıyorsun!’’ diye bağırdı Zeynep.
‘’ Benim acım da buydu. Görmeni istediğim için söylüyorum…’’
‘’ Ne görmesinden bahsediyorsun sen! Neyi, niye göreyim! İşte bütün mesele de bu zaten! Umurumda olmayan meselelerin, insanların üzerime gelmesinden bıktım! Ben boktan bir hayatın içerisinde esir olan biriyim!’’
‘’ Ama sende yaşamaktan vazgeçmeyenlerdensin! ‘’ diye bağırarak kadının sözünü kesti.
‘’ Nereden biliyorsun!’’ dedi Zeynep bağırarak. Gözyaşları yağan yağmura karışıyordu.
Çınar, kadına doğru bir adım atıp kollarından kavradı.
‘’ Yoksa doktorda ne işin var! Fişi çekersin, defter kapanır olur biter! Ama hala içerinde direnen bir parçan var! İnkar edemezsin!’’
Zeynep silkinip Çınar’ın kollarından kurtuldu.
Yağan yağmura aldırış etmeden cenin pozisyonunda dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini karnına bastırmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
‘’ Dokunma!’’ dedi kesik kesik. Çınar usulca dizlerinin üzerine çöktü. Zeynep’in nefesini hissedercesine yakındı. Gölgelerin silindiği bir yerde, belirsiz bir saatteydiler.
‘’ Dokunma dedim! Yapma dedim! Yapma amca dedim! Çok küçüğüm ben, yapma dedim! Dinlemedi beni, duymadı! Canım yanıyor dedim, amca çok canım yanıyor dedim! Dur dedim dur ulan dur! Durmadı! Yeter dedim! Yeter! ‘’
Zeynep, utanç içerisinde kıvranıyor, ağlarken kendini kaybetmiş bir vaziyette sallanıyordu. Çınar ona sarılmak istedi. Fakat bu şehvet değil merhamet içeren bir istekti. Zeynep, derin derin soluyarak Çınar’a baktı. Ağzında biriken tükürük yumağını yutkunurken dahi zorlanıyordu.
‘’ Anam-babam ölmüş, ona vermişlerdi beni…Amcamdı o! Ama ne amca demi! Yeğenine göz diken bir orospu çocuğu! Ağırlığı altında günlerce ezdi beni! Çok küçüktüm bir şey yapamadım. Utandım, anlatamadım. Kaçamadım da…Nereye kaçacaktım ki! Ölüm diyorsun, ölüm…’’
Zeynep ellerini boynunda ki şala götürdü. Çınar titreyen bir halde bütün bir boynu kaplayan dikiş işlerine bakıyordu. Daha fazla dayanamadı ve yanağına inci tanesi büyüklüğünde bir kadre döküldü.
‘’ Bu dünyada kimsesi olmayan bir kız çocuğuysan seçeneğin yok! Ya katil, ya maktul ya da aşifte! Kimse de önemsemez, ölsen hatırlamaz! Adaleti yok bu dünyanın…’’
Yağmur hızlanmıştı. Genç kadın hala titrer bir vaziyette Çınar’a bakmaktaydı.
‘’Kaçmaya da çalıştım. Evet, inanmayacaksın belki onu da denedim. Hem de yalın ayak ardıma bakmadan, ayaklarıma batan taşlara aldırmadan! Fakat buldu beni. Sonrası daha feci…Dövmeler, sövmeler…Bir daha kaçmayayım diye zincirle bağladı beni! Köpek gibi bağladı ya! Sana söyleyebileceğim tek bir şey var. Bu dünya orospu çocuklarının! İyilere yer yok!’’
Siyahımsı bulutların çöreklendiği şehirde hayat bitmek üzereydi. Boşalan sokaklara bir sessizlik hakim olmuştu. Kaç dakika sustuklarını bilmiyorlardı.
‘’ Eğer izin verirsen şurada bir şeyler içelim. Hem kurulanırız.’’ dedi Çınar.
Zeynep bir müddet bekledi. Ayağa kalkıp, Çınar’ın yanından geçip, gösterdiği yere doğru yürümeye başladı. Çınar kadına karşı boynu bükük fakat bir yandan da umutlu onu takip ediyordu.
---------------------------------------------------------------------------
Çınar bir derviş gibi hayatını sürdürüyordu. Ne adada ki hayattan ne de bizatihi hayatın kendisinden zevk alıyordu. Ümmühan’ın beklenmedik gidişi iç dünyasını harap etmişti. Fırtınada yolunu kaybetmiş geminin kaptanı gibiydi. Nereye gideceğini bilemiyor, gündelik hayatın dayattıklarını bile zoraki yapıyordu.
Zaman kavramının manasını yitirdiği bir akşam sahilde oturuyordu. Kabaran dalgalar yosunlu taşları dövüyor, rüzgar; ötede toplaşan insanların yaktığı ateşi harlıyordu. Çınar yine yalnız oturmuş, gözleri kısa bir süre önce Ümmühan’ın dayandığı ve Çınar’ın hatırında hala taze izlerin olduğu kayaya bakıyordu. Çıldırmasına sebep olacak kadar düşünceleri karanlıktı. Kumların üzerine yansıyan bir gölgeyi görünce heyecanlanmış, Ümmühan’ın döndüğünü düşünmüştü. Fakat yanıldığını anladı. Elinde bir şarap şişesiyle duran Nihat’ı görünce karanlık dünyasına tekrar dönmüştü.
‘’ Sen iyi değilsin!’’ dedi Nihat.
Çınar umursamıyor, gözlerini eski noktaya dikmiş bakıyordu.
Nihat, Çınar’ın oturduğu kayaya sırtını dayayıp şişeyi uzattı. Çınar hayır anlamında başını sallayarak cevap vermişti. Nihat bir yandan içiyor bir yandan konuşuyordu.
‘’ Derbeder olup, arabeske bağlamana ne gerek var. Bak şuraya bir sürü kadın! Maşallah yağız bir delikanlısın. Elini sallasan ellisi.’’
Nihat şişeyi tekrar dudaklarına götürdü. O sırada göz ucuyla kendisine bakıp, gülen Çınar’ı gördü.
‘’ Ne oldu?’’ diye sordu merakla.
‘’ Sen hiç aşık oldun mu?’’ diye sordu Çınar.
Nihat yaslandığı kayadan doğrularak, şaşırmış olduğunu belli eden bakışlarla Çınar’ı süzmeye başladı.
‘’ Evet, aşk. Bunda şaşılacak ne var?’’
‘’ Şaşılacak bir şey yok fakat bu konuda ikimizin düşüncelerinin farklı olduğu aşikardır. Ben aşkı, tutkulu bir halde iki bedenin birleşmesi olarak görüyorum. Bu yüzden de tutkuyu yakalayabileceğime inandığım her kadınla olma gayesindeyim. Sense; diğer tüm kadınları elinin tersi ile itip, kendinden hem bedenen hem de karakter olarak farklı olan birine körü körüne bağlanma derdindesin.’’
‘’ Fikirlerimizin taban tabana zıt olduğunu anlıyorum. Bana göre bir kere her kadınla olma isteği araştırılması gereken psikolojik bir sorundur. Bak arkadaş, bu hayatın belli bir amacı vardır. Yani hayat sırf; yemekten, içmekten, gün aşırı eğlenceden ibaret değildir. İnsanoğlunun yegane amacı varlığını sürdürmek ve şartları iyileştirmektir. Oysa sen sadece zevk sürmeyi amaçlayan bir hayattan bahsediyorsun. Manasız değil mi?’’
Nihat kollarını birbirine bağlamış, gülerek Çınar’a bakıyordu.
‘’ Görüyorum ki bu kadın seni filozof yapmış. Yapmayacak bir kadın da değildi hani.’’
Nihat’ın son sözü Çınar’ın keyfini kaçırmıştı. Kayalıktan atlayarak şişeyi geri uzattı.
‘’ Ne oldu?’’ diye sordu Nihat arsızca.
‘’ Alkolün fazlası insanın huzurunu kaçırır.’’
Nihat yanakları şişinceye kadar içtiği şişeyi bırakırken arsızlığını sürdürüyordu.
‘’ Laf…Sen sözlerime alındığını yüreklice söylemiyorsun. Kadına da böyle davrandın ise kaçması normal. Kadınlar niyetlerini açıkça belirten adamları severler. ‘’
Şişeyi tekrar dudaklarına götürürken Çınar’ın vereceği reaksiyonu merak ediyordu. Çınar kaşlarını çatmış, şakaklarında damarlar belirmişti. Nihat şişeyi yavaşça indirdi.
‘’ Ne oldu yine?’’ diye sordu.
Çınar soruya cevap vermeden yürümeye başladı. Pesimistliği gittikçe artıyordu.
‘’ Sana vermedi diye bana ne trip atıyorsun!’’
Duyduğu sözler Çınar’ın duraksamasına sebep oldu. Ayaklarından başlayıp saç bitimine kadar yükselen bir ateş hissetti. Dişleri kenetlenmiş, adrenalini yükselmişti. Geriye doğru döndü. Gevrek bir gülüş ve baygın gözlerle kendisine bakan Nihat’ın yanına geldiğinde celallendiği belli oluyordu. Bir eliyle Nihat’ın şarap şişesini tutan bileğini kavradı. Kırmızı şarap kum tanelerine saçılırken apansız bir dövüş başlamıştı. Fakat buna tam bir dövüş denilemezdi. Öfkeden gözü dönen Çınar sağlı sollu yumruklar sallayıp, sersem bir halde bocalayan Nihat’ı düşürdü. Vücut ağırlığının daha fazla etki göstermesi üzerine balıklama atıldı.
Ateş başında toplanmış gruptakiler kayalıklardan gelen seslere doğru bakınca, karartıların hareketlerinden bir maraza çıktığını anlamış ve oraya doğru koşmaya başlamışlardı. Sıcak kanı bir yapıştırıcı vazifesi üstlenmiş gibi Nihat’ın yüzüne, vücuduna kumları yapıştırıyordu. Kıpırdayamıyor, aldığı yumruklara mukavemet gösteremiyordu. Çınar bir sinir harbiyle boğuşuyor, durmak istese de duramıyordu. Hayata karşı olan tüm öfkesi, Ümmühan’a karşı hissettiklerinden doğan yangınlar çelik yumruk olmuş, Nihat’a iniyordu. Nihayet kalabalıktan birkaç kişi onlara yetişti ve Çınar’ı tuttu. Çınar da debelenmemiş, kendini tutanlara mani olmaya çalışmamıştı. Fakat yediği yumruklardan dolayı hem bedeni hem de ruhu incinen Nihat ileri doğru atılarak şarap şişesini uzanıp, Çınar’a doğru savurdu. Şıngırtıları gecenin karanlığında bir fısıltı gibi gökyüzüne yükselirken Çınar’ın alnında biriken ter damlalarına sıcak kanı değiyordu. Keyfi kaçık insanların anlaşılmaz konuşmaları, yarı kesik küfürleri ve can yanıklığından usanmış olan Çınar kendisine yardım etmek isteyenlerden kurtuldu ve koşmaya başladı. Bu son raddeydi, dedi kendi kendine. Bir yandan başına kurumuş otları basıyor, diğer taraftan ağlıyordu. Tüm bu felaketlerin tek bir sebebi vardı gözünde. Ve yüzleşmek zorunda olduğunu hissediyordu.
Gün ışırken derin bir baş ağrısıyla gözlerini açtı. Başında dikelen adamın boz yüzüne baktığında nerede olduğunu bilmiyordu. Ürkmüştü.
‘’ Kalk ağabey, kalk. Şehre geldik.’’ dedi adam.
Ümmühan’ın şehrine geldiğini anlamıştı.
Zeynep başını Çınar’ın omuzuna koydu. Aylar sonra ilk defa böyle bir hareket yapmıştı. Çöp tenekesinden bir kedi aniden çıktığında insanı ürküten o duyguyu yaşadı Çınar.
Zeynep’i arzulamıyordu. Ümmühan’a beslediği aşkı da hissetmemişti. Ona bir sırdaş gözüyle bakıp yaralarını görmesine izin vermişti hepsi bu. Bir yarayı görmek o yaraya dokunmayı mı gerektirir, diye geçirdi içinden. Fakat hemen ardından hiddetlendi kendine.
Böyle ahmakça bir düşünceye nasıl kapılırsın, dedi. İç sesi, kendini sorguluyordu.
‘’Peki ya Zeynep de benim için, onun hakkında düşündüğümü düşünüyorsa…’’
‘’Ama o zaman neden başını omuzuma koydu ki!’’
Çınar zamandan ve mekandan sıyrılmış biraz ileride gözünde canlandırdığı bir sahnede beyninde oynanan oyunu izliyordu. İki kişi karşılıklı oturmuş, yalın konuşuyordu.
‘’İyi de başını omuzuna koydu diye sana aşık mı demek oluyor? İnsan güvendiği bir omuza başını koyamaz mı?’’
Gölge cevap verdi.
‘’Belki fakat bir hissiyat olmasa…’’
‘’Hissiyat! ‘’diye bağırdı diğer gölge.
‘’Nedir ki hissiyat? Ben sana göre tarifini yapayım arkadaş!’’
Arkadaş kelimesi geçtiğinde Çınar heyecanlanmış, kıpırdanmıştı. Zeynep başını kaldırdı.
‘’Bir şey mi oldu?’’
Çınar gözlerini bir hayali perdeye bir Zeynep’e dikti.
‘’Bir şey düşünüyorum fakat bu düşüncelerimi seninle paylaşamam. Sen keyfini bozma.’’
Çatık kaşlarını tekrar perdeye çevirdi ve gölge oyununu izlemeye devam etti. O an, ne havanın serinliği, ne Zeynep’in kokusu ne omuzuna koyduğu başını umursuyordu. Aklında tekrar çıldırtacak sorular vardı ve cevaplarını bilmek istiyordu.
‘’Bak!’’ dedi gölge bir.
‘’İnsanoğlu aldanmaya, kanmaya yeryüzünde ki tüm mahlukattan daha müsait. Bu yaratılışından geliyor. Bu onun laneti. Omuzuna bir baş kondu diye uçurumdan atlamayacağını düşünüp aldanıyor. Peki! Senin dediğin olsun! Ümmühan kadar seviyor mu o kızı?’’
Gölge iki düşünceli başını eğmiş, ellerini dudaklarında duruyordu.
‘’Sanmıyorum…’’ diye mırıldandı.
‘’Sanmak mı! Bu kadar aptalca bir kelime olabilir mi? Sen varlık ile yokluk arasında bir şeyden bahsediyorsun! Sanmak, ne ispatlamaktır ne de inkar etmek, kısacası araftır.
Arafta kalmak tükenmek değil midir? Hem ölünce olmaz bu hal. Her gün nefes alan etten ve kandan milyarca insan arafta değil mi? İstekleri, hayalleri olanlar uhdelerini gerçekleştiremeyenlerden göçenler! Bir döngü var ortada. Kalıplara sığanlar ve sığınanlar ile bunlara isyan edenler. Aşk da tam budur kalıba sığmamak halidir aslında. Olmayacağını bile bile acı çekmeyi sevmektir. Ümmühan ile olmayacağını bilmiyordun. Yaş falan değildi mesele. Bunlar saçma düşüncelerdi. Sen, kendinden korktuğun için olmadı.’’
‘’Dur!’’diye bağırdı gölge.
‘’Ben mi korktum! Korksaydım gidebilir miydim! Korksaydım mücadele eder miydim!
Benim ki sabırdı, savaştı. Fakat sadece onun görmesini istedim çünkü sadece ona erişmek istedim. Şimdi Zeynep başını omuzuma koyuyor da ne oluyor? Bir şey değişir mi? Bir şey değişecek mi! Ben, Ümmühan’a olan sevgimden bir şey kaybedecek miyim? Hem o nerede, kimlerle şimdi! Ben neredeyim, kiminleyim şimdi!’’
Gölge düşünceli, karamsardı. Ölüm ile hayat arasında bir yerdeydi. Başını indirdi. Gözleri derin boşluğu gördü. Asi ruhlu olmadığını biliyordu. Hatta sıradan, eskiyen, tozlanan bir mezar taşı olacaktı. Birileri üç kuruş harcar da, bir kaç satır sonuna bir el-fatiha yazdırırdı. Ama mezar taşı esen rüzgara, yağan yağmura dayanmayacak ve kırılacaktı. Yine yok olacaktı. Ağır işler onun omuzuna göre değildi. Başını kaldırdı karamsar düşüncelerden. Perde kalkmış gölgeler silinmişti. Ümmühan’ı tekrar gördüğü o serin sabahı hatırladı.
Mavi fonun üzerine serpiştirilmiş beyaz bulutların aralığından kaçak köçek sızan güneş ışıkları sadece etrafı aydınlatmaya yarıyor, havanın serinliğini kıramıyordu. Yabancı olduğu bu şehirde artan bir baş ağrısı ve üşüme eşliğinde yürüyordu. Bir vitrinin önünden geçerken aynaya yansıyan görüntüsüne gözleri takıldı. Camekana doğru yaklaşarak tüm dikkatiyle inceliyordu.
Yanağında boylu boyunca kurumuş kan parçacıklar oluşturmuştu. Uykusuz gözleri kanlanmış, avurtları çöküktü. Uzamaya başlayan ve yer yer boşlukları olan sakalları, savruk saçlarıyla bir insandan çok meczubu andırıyordu. Akşam yaşanan arbedede üzerinde ki elbise yırtılmıştı.
Bunlar geçici şeyler, diye mırıldandı. Ya ruhumda ki tahribat ne olacak! Yaralar açılıyor, kapanacaktır fakat bir ömür izlerini nasıl taşıyacağım! Beni buraya getiren aşk mı yoksa hırs mı? Bu sorunun peşinde olduğu için geldiğini biliyor ama bir yandan da cevabı öğrenmekten korkuyordu. Eğer onu buraya getiren, düşünmeden, kılık kıyafetini önemsemeden, öfkesini gözetmeden aşk ise bütün bir ömrü böyle geçireceğini düşünüyordu. Öyle de olmalı, dedi içinden. Yoksa bu hırs ise buraya gelmenin köhne bir zihniyetin, sapkın bir ruhun, arsız bir bedenin dünyevi arzusu olur; bu arzuyu başka bir bedende tatmin edebilir insan! Bu sorunun cevabını o verecek!
Yürümeye başladığında aklına annesi geldi. Haber vermeden adadan ayrılmıştı. Kim bilir kadıncağız nasıl meraklanmış, telaştan aklı başından gitmiştir, diye düşündü. Cebindeki paranın yettiğince kendine çeki düzen verip annesini aradı. Tam da tahmin ettiği gibi annesini yılgın buldu.
‘’ Sen ne yapıyorsun evladım! Maksadın beni kahırdan öldürmek mi!’’
Annesi tutulduğu ağlama krizinden dolayı kesik kesik konuşuyordu. Sesi, Çınar’ın yüreğine batan bir iğne olmuş, ağzından dökülen her kelime de iğnenin ucu daha derine batıyor, sızısını artıyordu.
‘’ Beni anlamayacağını biliyorum anne!’’ dedi süratli bir şekilde.
‘’ Sana bunu da anlatamam zaten! ‘’
Karşısında ki ses susmuş, derin derin iç çekmesi duyuluyordu.
‘’ Paran var mı oğlum?’’ diye sordu kadın.
Çınar bir an için olduğundan daha kötü hissetti. Almış olduğu karar sadece kendi hayatını etkilemiyordu.
‘’ Var, var.’’ dedi utangaçla bir sesle ve telefonu aniden kapattı.
Köpek sesleri ara sokaktan yükselirken herkes hanesine çekilme telaşındaydı. Çınar tüm gün yabancı olduğu bu belde de Ümmühan’ın oturduğu semti aramıştı. Ya bir durak kaçırmış ya da alakasız bir yerde inmişti. En sonunda dayanamamış, kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Tüm yolcular beklenmedik bir şekilde gülmeye başlayan adama garip bir şekilde bakmaya başlamışlardı. Çınar o kadar gülüyordu ki kendisine çevrilen bakışları görmemişti. Kendine ancak otobüsün durması ile geldi. Baş ucuna gelen şoför Çınar’ı dürttü. Gülme krizi bitmişti fakat bu sefer de bir utanma hissi sarmaladı. Kızaran yanakları alev alırcasına tutuşurken otobüsten atladı. Sonunda Ümmühan’ın sokağına gelmişti.
Burası şehrin merkezinden uzakta küçük bir mahalleydi. Balkonlara asılmış çamaşırlar kurumak için bekleşirken tepelerin ardında güneşin son demleri görülüyordu. Ağzında ki sakızı kocaman şişirip patlatan bir kadın kırık kaldırımın kenarında ki su birikintisiyle oynayan çocuğunu kucaklayarak evine girdi. Artık sokakta kimse kalmamıştı. Çınar kalp atışlarının yaptığı baskıya direnirken, ayaklarına beton atılmış gibi hissediyordu. Aslında insan sevgilisine bu şekilde gelmemeli, dedi içinden. Sevgili cümlesinde beyninde o kadar büyüdü ki, kainatın sınırlarını aşacak gibi hissetti.
Arkadan gelen bir korna sesi kendisine gelmesine sebep oldu. Başını çevirdiğinde arabanın içerisinde oturan Ümmühan ile göz göze geldiler. Yüzünde ki gülümseme direksiyonda oturan adamla göz göze gelmelerinde silindi. Şehre gece çöküyordu.
Neden böyle olduğunu anlayamadım. İçim paramparça olan bir ayna gibi. Parçalara bölündüm ve bir araya getirilsem daha eskisi gibi olamayacağım. Üstüne üstlük kırıkların kesikleri canımı yakıyor. Hayatımda ilk defa sararmış bir kağıda sarılı tütün içtim bugün. Bilirim sebebi sendin. Başkaları zannediyor ki çektiğim acıların sonu gelmeyen ıstıraplara bir teselli olsun diye yaktım! Fakat öyle de değildir. Tüm bunlar ölüme bir adıma daha yaklaşma arzusundan başka değildir.
Oysa son zamanlar da pek mesut idik. Biz yokken, biz vardık. Beraber geçirdiğimiz vakit ne güzeldi. Hastahane bahçesini cennetten bir köşeye çeviren sesin kulaklarımda çınlamaya başlamıştı her daim…Öleceğini bilen bir adam hayat dolu bir insana ümit veremez de ölümün acısını hafifletmek için birinde çare arayabilir! Bunu senlen keşfettim Ümmühan.
Avrupai havadisleri anlatışların pek hevesli idi. Ölümü kabullenip, kefeni giymeye hazırlanan birine merhem idin. Bana teselli olma çabanı zamansız öğrendim, ne hazin!
Göklerin karardığı ve siyahımsı bulutların dünyanın adaletsizliğine lanet ettiği berbat bir günde bedbahtlığım ile karşılaştım. Talihi kara olan becerikli adamlardık neylersin isyan etmek tabiattandı. Canın pek sıkkın, yüzünde bir asabiyet buhranının birikintisi izler vardı. Pembemsi yanakların solmuş, sinir harbinden uykusuz kalan gözlerine hüzün sirayet etmişti. İyi misin diye sorduğum vakit önemsememiştin.
Canım sıkılmış, beni boğan bir öfke hissiyle bakışlarımı duvarlara çevirmiştim. Sarının üzerine atılan mat mavi gülünç bir manzara oluşturmuştu. Fakat tam gösteriye çıkmak üzereyken sağanak yağıştan dolayı sahnenin ortasında yapayalnız kalan bir palyaço gibi hissediyordum. Seyirciler kendi telaşına düşmüş ve ben adi sıradan bir insandım. İçimdeki cehver için mücadele etsem de senin gözlerinde boğuluyordum ve Titanik illa ki batacaktı.
Ne feci bir hadise ve insanı uykusuz bırakacak kadar büyük bir felaketti değil mi?
Ümmühan sorularımı duymuyor, beni görmüyor gibiydin. Ağrılarıma bir de gönül yangınlığım ilave olunca, boğuldum. Tüm dünyayı kusmak istedim de beceremedim! Yaşamak neydi! Bu değildi. Bence böyle bir yaşam lanetliydi. Her gün aynı acılara uyanmak için ne denli bir günah işler ki insan! Ağlıyordum içli içli ama kimse görmüyordu… Dünya her zaman ki hızıyla dönüyor, mevsimler birbirini yenme çabasında yarışıyordu. Bense gaz lambasını kısık yakarak ve karşına çıkarken sırf ütülü olsun kolalı olsun diye beyaz gömleğimi, şehrin berbat çamurdan sakınırken mücadele ediyordum.
Başını kaldırdın. Kaşların bu sefer inikti. Kağıtlara aldırmadan, canımı sıkan bazı hadiseler vuku buldun dedin. Oturmam gereken bir pozisyonda sırtım karıncalanmış ve omuriliğimden yükselen bir sızı sağ tarafımı komple kaplamıştı.
‘’ Bugün pek düşüncelisiniz…’’ dedim ürkerek.
Ürküyordum çünkü gelecek cevap beni korkutuyordu.
‘’ Hayat her zaman güllük gülistanlık değil ki…’’ dedin.
‘’ Umarım kötü değil bir şey olmamıştır…’’
Israrımdan ne denli meraklandığımı anlamıştın.
‘’ Sözlümle bir konuda fikir ayrılığı yaşıyorum.’’
Kökleri toprağın derinine işleyen ve nice olaylara şahit olan bir ağacın kuruyup devrilmesi gibi yıkılmıştım. Koca gövdem tohum vermeyecek kadar çürüdü. Çıldırmanın nasıl vücut bulduğunu da öğrenmiş oldum. Gerçekten de bir anda delirmiyor insan! Üst üste biriken acılara ve kaybedilen umutlara son bir selam olarak kahkaha atıp veda ediliyormuş! Evet, sana manasız gelen benim ise hakikatleri uğurladığım bir gülüşüm, masanda ki isimliğin camına yansıyordu. Göğsümde kabaran ateş bir kor olup boğazımı yakmış, oradan beynime yürüyen parçalar gözlerimden yanağıma düşmüştü.
‘’ Ne oldu!’’ dedin ve bunu söylerken kaşını çattın.
‘’ Hiç!’’ dedim buruk bir şekilde.
‘’ İnsan bazen anlamsız tepkiler verebiliyor. Galiba hastalığımı kontrol edemediğim gibi duygularımı da edemiyorum…’’
Kalemi bırakıp, geriye yaslandın.
‘’ Ne gibi? Neden?’’ dedin. Ellerini göğsünde kavuşturmuştun. Ciddi bir tavır içerisinde sorgulayıcı bakıyordun.
‘’ Hisler işte doktor hanım. Geceden kalma yahut saçma sapan bir sabaha uyanıldığında hissedilen… Herkes kendi yaşadığını biliyor. Herkes kendini eşsiz bir hayatın ortasında görmek istiyor. O kadar çok kaptırıyor ki kendini zamanı bile karıştırıyor. Siz bana aldırmayın doktor hanım…Ben, köşe başına oturmuş sıra numarasının gelip de acısını hafifletmek isteyen biriyim. Aslında benim gibi binlercesi var. Onlar sadece acı çekmemek isteyen insanlar. Gören bir çift göz, körü anlayabilir mi? Sanmıyorum. Fakat şöyle bir gerçeklik de var! Ne kadar noksan olursa olsun insan, yaşamak istiyor Ümmühan! Yaşamak, salt bir nefes almak değil. Bir deniz kenarında yalın ayaklarına buz gibi tuzlu suyun çarpmasını istiyor. Bu hayallerden birinin örneği sadece… Bütün karmaşada bence bundan….İnsan hayallerine ulaşamayınca yani ülkülerinin boynu yetim, hayal kırıkları can yakıcı olunca öfkeleniyor, kıskanıyor ve baş aşağı etmeye çalışıyor diğerlerini. Hisler doktor, mantıktan daha gerçek. İki kere iki dört eder de, bir sınırlı çerçeve de kalır. Oysa hayal etmenin, arzunun bir sonu yok doktor hanım…Benimki de farazi bir konuşma…Umarım toparlarsınız…’’
Gözümden düşen yanağımı yaksa da aldırış etmedim. Canım yanıyordu ama hangisi seçemiyordum! Etten, içinde dolaşan kandan var olan kalbim mi yoksa kafamın içinde zonklayan ve bir bedeni terk etmek isteyen ruhum mu, bilemedim. Bildiğim insan olmanın zorluğu…İnsanlık da ne ise artık…Başım eğik kapıdan çıktım.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Araba uzaklaşırken gökyüzüne saldığı siyahımsı duman Çınar’ın göğsüne işleniyordu. Öksürüp, kurtulmak istedi fakat yapamadı. Bir yandan da cinayete sebep olan küfürler damağına kadar geliyor ama dışarı çıkmıyordu. Duyguları karışmıştı. Sokağın öte başına bakışlarını dikti.
Ümmühan dış kapıdan geçip bahçede durdu. Arabanın iyice uzaklaştığını anladığında hızlı adımlarla sokağın başında dona kalan Çınar’a doğru yürümeye başlamıştı. Delirmiş bu çocuk, diye geçirdi içinden. Başka bir izahatı olamaz bu yaptığının!
‘’ Nereden gittim o lanet adaya! Dertsiz başına dert açtın kızım! Hem de her şeyi yoluna koyacakken…Lanet olsun! ’’
Çınar’a yaklaşırken yaşadıklarını düşünüyordu.
Genç kadın gözlerini açtığında hava kararmak üzereydi. Bacaklarından başlayıp omuriliğine baskı yapan bir karıncalanma, felç geçirmiş gibi hissetmesine sebep oluyordu. Çapaklarını eliyle üstün körü alıp, gözlerini cama çevirdi. Ağaçlar, elektrik direkleri ve uçsuz bucaksız başak tarlaları ardı ardına geride kalırken tren salınarak yoluna devam ediyordu. Genç kadın hem heyecanlı hem de korku içindeydi. Klasik bir hikayesi vardı aslında. Babası memur, annesi ev hanımıydı. Küçük bir kasabada dünyaya gözlerini açmış ardından da ülkenin dört bir yanını dolaşmışlardı. Çok büyük sıkıntılarla da karşılaşmamıştı. Hayatının her anında gerektiği yerde olmayı bilmişti. Toz pembe bir şekilde dünyaya bakmasa da yaşı gibi taze heyecanları yüreğinde barınıyordu.
Tren kapısının soğuk demir kulpunu kavrayan yumuşak elleri heyecandan titriyordu. Daha adımını atar atmaz kendini bir kaosun ortasında bulmuştu. Sağa sola koşturanların, ağlayan çocukların, anlamsız bir şekilde vedaları abartan insanların ortasında kalmıştı. Üstüne üstlük bir de garı kaplayan ağır bir koku, kendisini rahatsız hissetmesine sebep oluyordu. Ürkek görünürse dikkat çekeceğini düşündüğünden sürekli buradaymış gibi davranmayı tercih etti. Fakat tüm bu çabası garın eskimiş kapısından geçip şehir meydanına bakan merdivenlerine geldiğinde bitmişti. Sandığından daha karışık bir yerde olduğunu hemen anladı.
Hayatı bir anda değişmişti. Yalnızlığın içerisinde kalabalıkların ortasında kalınca bocaladığını hissediyordu. Fakat Ümmühan’ın doğuştan gelen inatçılığı her defasında galip geliyordu. Direniyordu ve bunu yarınlara inanarak yapıyordu. Okulun ilk aylarında kitaplarından başka yanında kimse yoktu. Ailesi ile her gün konuşsa da içinde büyüyen bir özlem vardı. Bu özlemi şarkılarla, kitaplarla ve anılarla kapatmaya çalışıyordu. Bocalama yaşadığı bu dönem içerisinde yaşadığı bir olay hayatının tümüyle değişmesine sebep olmuştu.
O sabahın gecesi oldukça sıkıntılı geçmişti. Uykusu bölünüyor, kabus üzerine kabus görüyordu. Sebebini çözemediği bir baskı vardı üzerinde. Istıraplı geçen gecenin sabahı kabusları gibi olmuştu. Duştayken sular kesilmiş, saçlarını kurularken elektrik gitmişti. Aksilikler etrafını sarmalamış, otobüsü de kaçırınca okula geç kalmıştı. Ağlamaklıydı. Sinirli bir şekilde hızlı adımlarla yürüyordu. Ve işte o an, hiç beklenmedik şekilde bir adamla çarpıştı. Çantası omuzundan düşmüş, kucağında ki kağıtlar savrulmuştu. Sinirlerine daha fazla hakim olamayarak derinden bir nida attı.
‘’ Kör müsün be adam!’’
Bakışlarını çarpıştığı adama çevirdiğinde söyledikleri için pişmanlık duydu. Karşısında ki adam gerçekten kördü ve aslında bir suçu yoktu. Gözlüğü yere düşüp kırılmış olan adam mahzun bir yüzle başını eğmişti. Ümmühan dizlerinin üzerine çöküp dağılan kağıtları toplarken kırılmış gözlüğü gördü. Basık bir hava bir de! Sıcak fakat rüzgarın esamesi okunmayan cinsten…Bazı zamanlar hava öyle olur, sıcak; yapışkan bir sıvı olup tesir ederdi insana…
‘’ Kusur benim…’’ dedi titrek bir sesle kör adam hatasız olduğu halde, ardından ekledi.
‘’ Affedersiniz, gözlüğümü verebilir misiniz?’’
Ümmühan’ın yüreğine dokunmuştu duydukları. Sanki kör bilerek kendisine çarpmış da, hatalı olandı! Ve duyduğu sözlerin, bir mahcubiyet içerisinde utanarak, sıkılarak söylendiğinin de farkındaydı. Hatta öylesine bir mahcubiyet hissediyordu ki adam, iri ter damlaları şakaklarından çenesine doğru peşi sıra süzülüyordu. Adamın şakaklarından süzülen damlalar ise bir kor olup Ümmühan’ın yüreğine düşmüştü. Hiçbir peçetenin izini silemeyeceği damlalar… Ve ani bir patlamaya tutulup, sarsılarak ağlamaya başladı. Artık gözlerinden akan yaşlara mani olamıyordu. Uzun zamandır içini karartan karanlık ağlamaya başladığında kaybolmuştu. Ağlıyordu fakat bu biraz da karşısında ki insan içindi. Başını kaldırıp bir kez daha genç adama baktı. Adam da bakışlarını ona doğru dikmişti ama manası yoktu! Gözlerinde ki yaşı silip, derince bir nefes aldıktan sonra doğruldu.
‘’ Körlük işte, insan önünü göremiyor ki!’’
Adamın sözleri Ümmühan’ın bir inip bir kabaran göğsüne sipsivri bir hançer olarak battı. Nefes alış verişi durmuş gibiydi.
‘’ Gözlüklerimi verebilir misiniz?’’
Kırıldı diyemedi Ümmühan. Hatta hiç konuşmadı. Kırılmış camlarından arınmış kuru çerçeveyi adamın avuçlarına alelacele tutuşturup, saçlarının savrulmasına aldırmadan koşmaya başladı. Ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Ciğerlerinde ki yanma artınca duraksadı. Dalağı şişmiş, kan akışı hızlanmış, kanın damarlarına baskısı artmıştı. Ter damlaları kirpiklerine inerken, göz kaleminin siyahımsı rengi kızaran yanaklarına akmaya başladı. Gözlerini yakan tuzlu suyu elinin tersiyle silerken, siyahlık alnına da bulaşmıştı. Önünde durduğu koyu renkli camekanda ki yansımasından ürktü. Yağmur altında kalmış bir palyaçoyu andırıyordu hali. Geriye doğru baktı. O an, uzaklaşmadığını fark etti. Garip, diye geçirdi içinden, halbuki bana asırlar süren bir koşu gibi gelmişti şu birkaç adımlık yol! Kurumuş dudaklarını ıslatıp, eliyle rastgele saçını yana atıp koşar adım geriye yürümeye başladı. Düşürdüğü kitapları da umursamıyordu. Kör adamla arasında birkaç yüz metre vardı. Tekrar soluğu kesilse de aldırmadı.
‘’ Özür dilerim! ‘’ diye bağırdı aralarında birkaç adım kala.
Genç adam durmuş, başını sağa sola çeviriyordu.
‘’ Gözlüğünüzü kırdım ve hiçbir şey olmamış gittim!’’
‘’ Canımı almadınız ya! Hem eskimiş, modası geçmişti. Bu değiştirmem için iyi bir fırsat…’’
Ümmühan’ın şaşkınlığı genç adamla konuşurken, dakika dakika artıyordu. Ayak üstü başlayan sohbetleri gözlükçüye kadar sürdü. Kendilerinden, ailelerinden, geçmişlerinden ve gelecek hayallerinden durmadan bahsettiler. O çarpışmanın kendisini tümüyle değiştirdiğini görüyordu. Saniyeler içerisinde olan bir değişim değildi ama. İçerisin de bir yerlerde bekleyen bir Ümmühan’ın doğumuydu bu. Köre acımış değildi fakat diğer insanlardan daha fazla ve çabuk sevmişti. Acımak gibi bir duygudan kaynaklı olmadığını da biliyordu. Kendisini hiç tanımayan fakat tanımaktan ziyade görmemiş olan ve görmediği için sadece yüreğine dokunan bu insana güvenmişti. Biliyordu ki eğer o adam, Ümmühan’ı görmüş olsa işin içine başka hisler de mutlaka girecekti. O zaman sinsice bir tavırla, sahte bir yüz takınmayacağının garantisi yoktu.
Düşüncelerini bir kenara bırakar kör adamla bir arkadaşlığa başladı. O günün ertesinde, sonrasında sımsıkı bir bağla sarıldı ona. Çocukluğun neşesi geri gelmiş, mutluluk denizinde rüzgarın şiddetine aldırmadan kürek çekiyordu. Ona gördüğü herşeyi anlatıyor, tarif ediyor, yüreğinde oluşan heyecan seline kendini bırakarak anı yaşıyordu.
Gökyüzünün bakırımsı bir renge büründüğü, sonbaharın yeni yeni başladığı bir günde deniz kenarında oturmuşlardı. Ümmühan usanmadan çevreyi tarif ediyor, güneşe kanat çırpan martıları anlatıyordu. Ellerinin üzerinde hissettiği bir el irkildi.
“ Ömrüm boyunca görmediğim için kimse senin kadar çabalamadı.” dedi genç adam.
“ Demek istediğini anlayamadım…” diye karşılık verdi Ümmühan.
“ Herkesin telaşesi vardı ve ben zaten görmüyordum. Göremeyen; görülmez, konuşamayan konuşulmaz. Denkleri olmadığımı düşündüler. Oysa sen bana böyle davranmıyorsun. “
Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu konusunda kararsız kalmıştı. Elini çekmek istiyor fakat yapamıyordu. Az ileri de koşturan bir çocuğun düşmesi sıkıştığı köşeden kurtulan bir boksör kadar rahat hissetmesine sebep oldu.
‘’ Şurada!’’ diye gür bir sesle ve aynı zamanda hızla elini oraya doğru uzatarak yaşananı tarif ediyordu. Fakat kısa bir süre içerisinde eli usulca inmiş, sesi kısılmıştı. Kaçamayacağını anladı.
‘’ Ben sana sadece arkadaşlık yapıyorum.’’
‘’ Hayır!’’ dedi kendinden emin bir ses tonuyla genç adam.
“ Sen bir arkadaşlıktan daha fazlasını yapıyorsun…Bir kere bana katlanıyorsun! Evet, tam olarak yaptığın katlanmak! Sonra sen bana sabrediyorsun…Neden dersen, ben aynı güne seninle uyansam da aynı güneşi seninle görmüyorum! Beraber gülsek de gülüşün sadece hafızamda yer edinmeye çalışan bir tablo…Ki körler, tablo nasıldır bilmezler! Ben, bileti arka sıralarda kesilmiş bir izleyicim! Sen; bir oyunun, hayatımın oyunun başrolündesin ve ben seni göremiyorum!’’
Ümmühan başını öte tarafa çevirdi. Kör adamın kendini görmediği bildiği halde gözyaşlarını görmesinden ürkmüştü. Avuçlarını dudaklarına götürüp haykırmak istediği hıçkırıkları tuttu.
“ Bak ötelere!” dedi genç adam.
“ Bak bir vapur geçiyor ve ben yalnız sesini duyuyorum. Ben, onun nasıl yol aldığını bilemem! Bilemem, çünkü görmedim ki! Ama sen, benim içimde var olanı gördün. Gidebilirdin, gitmedin. Çok kişiye çarptım ben hiç biri durmadı.”
Güneşin kızıllığı etrafı iyi sarmıştı. Yakamoz pırıltısı insanların gözlerini kamaştırıyordu. Ümmühan ve genç adam biraz daha yakınlaşmışlardı. Fısıltılı konuşmalarından doğan nefesin sıcaklığını ikisi de hissediyordu. Fakat ikisi de garip bir şekilde bu yakınlaşmadan korkuyorlardı. Kaybetme iç güdüsü harekete geçmiş, duraksamalarına sebep olmuştu. Bir adım atınca dünyaları değişecek, farkındaydılar. Ve bu kaybetme korkusuna ilk yenilen Ümmühan oldu. Önce tekrar başını başka yöne çevirdi ardından da kaçtı. Koşarken gözlerinden süzülen yaşlar rüzgarda uçuşuyordu. Bir aralık durup yalnız bıraktığı adama baktı. Parmaklarını titrek dudaklarına götürmüş, büyük bir kararsızlık hali içerisindeydi. Bu bir yol ayrımı, diye geçirdi içinden. Geriye dönerse bir daha bırakamayacağı bir adamla olacağını biliyordu. Fakat o an neden ürktüğünü anladı. Saadeti her zaman yarım kalacak, anı hiçbir zaman tam manasıyla yaşayamayacaktı. Mesela bir evladı olsa aslında iki evladı olmuş olacaktı. Büyük bir heyecanla aylarca beklediği filme gitse, en heyecanlı yerinde boşluğa bakan bir yüzle karşılaşacak en güzel sahneler değerini yitirecekti! Bunları kaldırabilecek kadar güçlü olmadığını fark etti. Kollarını kavuşturup yürümeye başladığında hala ağlıyordu. Son bir kez ardına döndü. Bastonuna dayalı bir şekilde, başını ileri uzatmış genç adama baktı. Yapılmamış bir vedayla gerçekleşen bir ayrılık olmuş, meçhul bir hikaye böylece bitmişti.
Günler daha sıradan geçmeye başlamıştı Ümmühan için. Ne eski enerjisini hissediyordu ne de yaşama dair içinde ufak bir istek vardı. Ölemiyordu da! Böyle bir bocalama içindeyken, bir akşam kızlardan biri- ismi Canan olan- koluna girmiş, sürükleyerek bir bara soktu. Sadece filmlerde gördüğü bu ışık huzmeli yer gözlerini kamaştırdı. Dur durak bilmeyen ve gittikçe artan bir müzikle beraber kahkahalara boğulmuş insanların arasında istemeden kalmıştı. Kendini yabancı hissediyor, garip bir utangaçlık duygusuyla saklanmaya çalışıyordu. Canan elinde bir kadehle yanına geldi. Makyajının aktığının farkında bile değildi.
‘’ Canım oturmaya mı geldik?’’ diye sordu ağzı yanaklarına varırcasına açılmış bir şekilde. Ümmühan bir şey söylemedi, başını yere eğmekle yetindi. O sıraca Canan elinde tutuğu kadehi, Ümmühan’ın dudaklarına doğru götürdü. Keskin bir alkol kokusu kısa bir anlığına Ümmühan’ın gözlerinin kararmasına sebep olmuştu. Daha önce alkol almamış biri için can sıkıcı bir durumdu. Sonuçlarını kestiremiyordu. Bakışlarını büyük holde gezdirdi. Bunlar da sonuçta insan, dedi ve kadehi dudaklarına götürdü. Işıklar daha fazla parlıyordu.
Ertesi sabah genç kadın derin bir baş ağrısı ve şiddetli bir mide bulantısıyla uyandı. Kendini zar zor lavaboya atıp, kusmaya başladığında göz bebeklerinin yerinden çıkacağını sanmıştı. Sifonu çekip, sürünerek koridora çıktı. Gözleri hiçbir nesneyi seçemiyordu. Daha fazla direnemeyerek, kolunu yastık yapıp tekrar uyumaya başladı. İkinci uyanışı ise daha sancılı olmuştu. Midesindeki sancılar artmış, betonun soğuğu tüm bedenini kaplamıştı. Bir titreme hali içerisinde doğrularak, yatak odasının kapısını araladı. Kendini yatağa bıraktığında ense kökünden başlayıp, parmak uçlarına kadar inen bir ağrı başlamıştı. Ne yapsa ağrı azalmıyordu. Yataktan doğruldu. Dirseklerini, baldırlarına dayayarak parmak uçlarıyla şakaklarını ovmaya başlamıştı. Ardı arkası kesilmeyen telefondan sesi canını daha fazla sıktı. Sinirli bir şekilde telefonuna uzanarak, gelen mesajları okumaya başladı. Okudukları karşısında dehşete düşmüş, titreme hali artık durdurulamaz bir hal almıştı. Göğüs kafesinde artan baskı, gözlerinin dolmasına sebep olmuştu. Gelen mesajları tekrar tekrar okudu.
‘’ Gece çok iyi değil miydik?’’
‘’ Seni düşünmekten uyuyamadım!’’
‘’ Dudaklarından çıkan o yakıcı nefes mi yoksa göğüslerini öperken hissettiğim kalbin mi beni bu hale getirdi!’’
‘’ O incecik belini bir kez daha kavramak için can atıyorum!’’
Mesajların içerikleri gittikçe erotikleşiyordu. Nihayet tahammül edemedi ve telefonu öfkeyle duvara fırlattı. Cenin pozisyonunda ağlıyor, kanatıncaya kadar dudaklarını ısırıyordu. Öylece bir müddet debelendikten sonra ansızın doğruldu.
Tiz bir düdük sesi kulakları sağır edercesine ötmeye başladığında, Ümmühan donuk bakışlarla gara bakıyordu. Hayat katarının yolcusu, kafasında bütünleyemediği düşüncelerle yerini almıştı. Hikayesinin devam edeceğini Ümmühan da biliyordu fakat ilerisi için kararsızdı. Tren ağır ağır hareket ederek, Ümmühan’ın yüreğinde açtığı yaraları umursamayan şehirden uzaklaşıyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |