@redbook
|
Keyifli okumalar
Sesini açtığıma bin pişman olduğum telefonum çalıyordu. Delirmek üzereydim, kim arıyordu sabahın köründe? Telefonu alıp öfkeyle "Alo," dedim. "Nasıl olduğunu merak ettim," Sonay'ın sesini duyunca öfkemi bastırdım. "İyiyim, dört kere aramasaydın mışıl mışıl uyuyordum şu an." "Saat üç, Talia. Bu saatte nasıl uyuyabiliyorsun?" Telefonu kulağımdan çekip ekrandan saate baktım, gerçekten saat tam üçtü. "Çok yorgundum." "İyi misin, Tali?" "Evet, iyiyim. Neden ısrarla nasıl olduğumu soruyorsun?" "Çünkü seni en son göreli bir buçuk ay olacak." O kadar olmuş muydu? Zaman gerçekten çok hızlı geçiyordu. "Merak etme, iyiyim ben. Mümkünse biraz daha uyumak istiyorum." "Aybars'ı gördün mü?" Aramasının asıl sebebi bu olmalıydı, beni merak ettiği falan yoktu muhtemelen. "Evet, dün beraberdik. Neden soruyorsun?" "Bir şeyler karıştırıyor, o. Seni de peşinden sürüklüyor anlaşılan." Ne karıştırdığını biraz bile merak etmiyordum. Muhtemelen tek bir şey değil, birçok şey karıştırıyordu ve benim umurumda değildi. Sadece uyumak istiyorum. "Anladım, kapatıyorum." Vedalaşıp telefonu kapattığımda kafamı yastığa geri koydum. Uykum kaçmıştı ama hâlâ yorgun hissediyordum. Bedenimde hiç dinmeyen bir yorgunluk vardı. Yatakta doğrulup ayaklarımı sarkıttım. Yatmak istemiyordum, kalkmak da istemiyordum. Kalkıp üzerimdekileri çıkarıp banyoya girdim. Soğuk su bedenime değdikçe uykum açılıyordu. Banyodan çıkıp saçlarımı kuruttum. Salona geçmek üzereyken telefonumun çalmasıyla derin bir nefes aldım. Hiç çalmayan telefonum bu aralar haddinden fazla çalmaya başlamıştı. "Ne var?" dedim, ekranda yazan isme bakmadan. "Sana da merhaba, Talia." "Yeni mi uyanıyorsun sen?" Mutfağa geçip telefonu hoparlöre alıp tezgâha koydum. “Evet, bu salak telefon haddinden fazla çalıyor. Eğer aramalarını açmazsam bil ki öldüğümden değil, telefonu paramparça ettiğimdendir." "O zaman telefonunu sağlam tut çünkü bir süre gitmem gerekiyor." Ha, yine mi? Şimdi ne için gidecekti? "Sen hep böyle ortadan kaybolacak mısın?" "Seni de yanıma götürmek isterdim ama çalışıyorsun, okulundan olmanı istemem." "Çok sağ olun Aybars Bey, siz beni böyle çok düşünmeyin. Ben belamı arıyorum, biliyorsunuz ki-" "Belanı aradığını farkındayım." Belanın kendisi olduğunun da farkında mıydı acaba? "Ne zaman gideceksin?" "Bu akşam. Gitmeden uğrarım, uğrayamazsam da artık gideceğimi biliyorsun." "Biliyorum." "Görüşürüz, kendine iyi bak." Yine gidecekti ve haftalarca ortadan kaybolacaktı. Favori aktivitesi kesinlikle ortadan kaybolmaktı. Karmaşık bir adamdı, bulmaca gibiydi. Ama her bulmaca elbet bir gün çözülürdü. Çözmem çok uzun zaman alacaksa bile çözmeyi en çok istediğim bulmacaydı Aybars. Koltuğa oturup tostumdan bir ısırık aldım. Kafam darmadağınıktı. Her şeyi çabucak sindirir hale gelmiştim. Yalnız oturduğum zaman aklıma gelip kurtçuk gibi zihnimi kemiriyordu. Aybars'ın geçen gün hastanede bana "bunun kimin yaptığını" sorarken ki üstü kapalı tehdidini o an o kadar büyütmesem de, şu an o tehdit çok fazla gelmişti. Ne olacaktı? Ben ona anlatmayı her reddettiğimde beni Haldun’a vermekle mi tehdit edecekti? Bense Haldun’a gitmektense ölümü yeğlediğimden, her seferinde ona ötecektim. Böyle olmazdı. Böyle yaşayamazdık. İştahım bir anda kaçmıştı. Bu üstü kapalı tehdit işi canımı fena sıkmıştı. Aptaldım ben; o beni tehdit edeli on dakika bile olmadan dudaklarına yapışmıştım. Kendime kızmadan edemiyordum. Aptal Tali... Hayatımdaki en berbat günler arasında ilk beşe girerdi kesinlikle. Koltukta bacaklarımı kendime çekip, Sergen'in izlediği için kızdığım programı izliyordum. Hava kararmıştı. Işığı açmam gerekiyordu ama açacak halim yoktu. Hiçbir şey yapmamama rağmen bütün kemiklerim sızlarcasına yorgundum. Bu yorgunluk psikolojik olabilir miydi? Sözde tıp okuyordum ama daha kendi çaremi bile bulamıyordum. Kapı çalınca, Yakın ve Pelda'nın geldiğini düşünerek sızlana sızlana kapıyı açmaya gittim. Daha açılmamış koliler vardı etrafta. Yatak odası dışında her yer darmadağınıktı. Kilidi çevirip kapıyı açtım, kimin geldiğine bakmadan oturma odasına gidip geri yattım. "Beni gerçekten kızdırmayı başarıyorsun." Gelen Pelda'yla Yalkın değildi, Aybars'tı. Cevap vermedim. "Yemek yedin mi sen?" "Sen de beni kızdırıyorsun." Evet, birkaç saat önce bütün iştahımı kaçıran oydu. Dolaylı yoldan olsa da onun yüzündendi. "Beni bir daha tehdit etme. Yanındayım işte, bir yere kaçtığım yok. Anlatmıyorsam da sebebim vardır." Ayak ucuma oturup kolunu koltuğun sırtına koydu. "Bazen ne dediğini gerçekten anlamıyorum, Talia." Kaşlarımı çatıp, "Sini kindi elorumle Heldu’na veruirimiş" dedim gıcık bir şekilde. Onun bana söylediklerini taklit ettiğimde neden bahsettiğimi anlamıştı. "Söylemen içindi, Talia. Mühim bir şey değildi, gerçeklik payı sıfırdı." "Bir daha beni tehdit edersen hiç durmam, kaçarım haberin olsun. Yapmadığım şey değil." "Bu bir tehdit mi?" "Nasıl anlamak istiyorsan öyle." "Çok sağlıksız besleniyorsun, Talia." Kumandayı alıp sesi yükseltim. "Sana ne?" Aybars'ın derin nefes aldığını duyabiliyordum. Sehpadaki sadece iki ısırık aldığım tostu gösterdi. "Yememişsin." "İştahımı kaçırdın, yemek istemiyorum." Kalkıp tabağı alıp oturma odasından çıktı. Dakikalardır hipnoz olmuş gibi televizyona bakıyorum. Oturduğum yerden resmen eriyerek kalktım, kolumdaki lastik tokayla saçlarımı at kuyruğu yapıp mutfağa doğru gittim. "Ciddi olamazsın, değil mi?" Aybars ceketini çıkarmış, elindeki tahta kaşıkla tencereyi karıştırıyordu. Mutfak masasına gidip bir sandalye çekip oturdum. "Ne bu, İtalyan çorbası falan mı?" "Mercimek çorbasını İtalyan çorbası olarak görüyorsan neden olmasın?" O an aklıma dün akşamki Antep konuşması geldi. "Çıkar kimliğini." Çorbayı karıştırırken suratıma garip bir şekilde baktı. "Çıkar, hadi." "Hata bende, neden basıp gitmediysem." Tek eliyle cebinden siyah bir kartlık çıkarıp uzattı. "İçinde." Kartlıktan kimliği aldım, gerçekten de Antep yazıyordu. "Sahte değil mi bu? Kim bilir ne haltlar yiyorsun da sahte kimlik çıkarttın." "Değil, çifte vatandaşlığım var. Türkiye'de kimlikte baba yabancıysa annenin memleketi yazılıyor." Bunu ilk defa duyuyordum. "Italya ve Antep, Aybars, seni kırmak istemem ama ismin kadar uyumsuzlar." Uyumsuz olan bitek ismi değildi ailelerinde hiç kimse birbirine benzemiyordu, "Siz melezsiniz yani. Aron'la kardeş gibi durmuyorsunuz ama Tolga her ikinizin de kardeşi gibi duruyor." Tolga, daha önce hiç görmediğim gözlere sahipti; bir tarafı kahverengiyken diğer tarafı masmaviydi. Böyle şeyler olduğunu biliyordum ama görünce daha da ilginç gelmişti, büyüleyiciydi. Karıştırdığı çorbaya baktım "Hiç zahmet etmeseydin keşke, ben dışarıdan söylerim beş dakikada." Ocağı kapatıp dolaptan kase çıkaracağı sırada kafasını bana çevirdi. "Biraz olsun sağlıklı bir şeyler ye diye yemek yaptım sana ve sen 'dışarıdan söylerdim' mi diyorsun?" "Aynen öyle diyorum." Kâseyi çıkarıp karşıma oturdu. "kaseyi çıkarıyorsun ama koymuyorsun?" "Çok pardon, Talia şefim, kaynar kaynar vermem gerekiyordu, değil mi?" Bu ikisi nasıl olurdu da bu kadar iyi yemek yapıyordu? Ya da evlerine gelen her kıza şov olsun diye mi yemek yapıyorlardı? Kendimi tutamayarak, "Siz nereden öğrendiniz yemek yapmayı?" diye sordum. "Lisede Sergen'le aynı odada kalıyorduk. Sonra aynı eve geçince oradan buradan öğrendik." "Bok gibi paran var, neden birini tutmadın da oradan buradan öğrendin acaba?" "Beş kuruşumun olmadığı bir dönemdi." Buna inanmak istesem de inanamıyordum. Sürekli araba değiştirip pahalı saatler takan adam karşıma geçmiş 'beş kuruşum yoktu' diyor. "İnanmış gibi yapıyorum, tamam." "Dedem bütün fonlarımı kesmişti. Annemin mirasına da on sekiz olmadan dokunamıyordum." "Deden neden bütün fonlarını kesti, ne yaptın?" Yüzündeki o ufacık sırıtış gitmiş, yerini dümdüz dudakları almıştı. Sandalyeden kalkıp tezgâha koyduğu kaseyi aldı. Sanırım bu konunun son bulduğu anlamına geliyordu. Önüme çorbayı koyup, ceketinin cebinden telefonu alıp az önce oturduğu yere oturdu. "Sen yemiyor musun?" "Aç değilim." Kaşığımdaki, üzerinden dumanlar çıkan çorbayı üfleyip içtim. Çorba gibiydi, bayıldım aman tanrımlık bir olayı yoktu. Sadece yemek gibiydi işte. Kapı çalınca telefonunu masada bırakıp kapıya gitti. Birkaç saniye sonra içeri giren Yalkın, elindeki poşetleri masaya bırakıp oturdu. Pelda da Aybars'a bir şeyler diyordu. "Bunun burada ne işi var?" Yalkın’ın yanına oturdu. "Akşam gel diyorsun, bir de kıçını kaldırıp kutuları bile açmamışsın daha." "Elimizde olan bu, Yalkın. Beğenmiyorsan kapı orada." Çorba bitince kâseyi ittirdim. "Çorba yapmak yerine o kutuları boşaltabilirdin." "Ben yapmadım çorbayı, Aybars yaptı." Parmaklarımı iki şeklinde yaptım, sanki tırnak işareti gibi. "Çok sağlıksız besleniyormuşum," dedim. Pelda, masadaki market poşetinden bir paket cips çıkarıp paketi açtı. "Sen de bayağı sağlıklı besleniyorsun, Pelda." Aybars’ın hazır yiyeceklere tahammül edemediğini bilmesem de hissediyordum. Pelda, paketi Aybars’a uzatınca Aybars yüzünü buruşturdu. "Bu sevilmez mi ya, cinsin yemin ediyorum." "Sağlıkçı olacaksınız bir de, berbat besleniyorsunuz," dedi Pelda, parmağını sallayarak. "Hayır hayır, yanlışın var. Ben sadece Talia’nın yanında abur cubura gömülüyorum, Talia’nın yaşam stili böyle." Gözlerimi devirmemek için zor duruyordum. "Abartın, abartın, biraz daha abartın." Pelda, elindeki paketi aniden bırakıp, "Ben bugün kiminle buluştum biliyor musunuz?" dedi. Yalkın kafasını salladı, "Kiminle?" der gibi. "Tuğçe’yle." Kendimi tutamayarak gözlerimi devirdim. "Dedikoducu kuzenin ne anlattı yine? Ne dedikodu varmış elinde?" "Senin şu okul var ya hani, adı neydi ya... ha, Yeis Okulları, oranın diğer şubesinde…" Kollarımı birbirine bağladım. "Eee, kısa keser misin lütfen? Lise dedikoduları beni kesmiyor artık." Yalkın beni gösterip, "Katılıyorum, daha farklı bir şey yok mu?" dedi. "Off, ama da çok konuşuyorsunuz, durun da anlatayım." Doğrusu eski okulum hakkında pek konuşmayı sevmiyordum. Yeis Okulları, İstanbul’un, hatta direkt Türkiye’nin en iyi liseleriydi. Ama içinde çok fazla dolap döndüğünü de orada okuyan herkes bilirdi. Koca bir çöplüktü. "Tuğçe’nin okuduğu yıl basketbol takımının kaptanı varmış. Tuğçe, çocuğun deli dehşet yakışıklı olduğunu söylüyor ama görmediğim için bilemiyorum." Yalkın elini masaya hafifçe vurup, "Buldum, bu deli dehşet çocuk kesin çapkının önünde gideni. Tuğçe’ye yüz vermiyormuş, değil mi?" dedi. Pelda, Yalkın’ın koluna vurup, "Sus da anlatayım ya," dedi. Aybars da tezgâha yaslanmış bizim bu garip muhabbetimizi dinliyordu. "Her neyse, işte bu çocuğun kız arkadaşı varmış ama böyle çok havalı, çok güzel değilmiş kız." Ah, bir de şu deli dehşet yakışıklı çocuklar vardı. Bu çocuklar sadece yakışıklı değildi, aynı zamanda maddi anlamda da çok yüksek statüdeydiler. Bu da onları mükemmel gösteriyordu. Yeis Okulları'nın büyülü, mükemmel çocukları gece yarısı olunca büyü bozuluyor, balkabağına dönüşüyorlardı. "Herkes deli dehşet güzel ya da yakışıklı olmak zorunda değil." Pelda, benim dediğime aldırmadan devam etti. "Bunların bir ortak arkadaşı parti vermiş ama partiye sadece belirli kişiler gidiyormuş. Çocuk partiye gitmiş, kız gitmemiş. Sonra ne olmuş biliyor musunuz?" Yalkın tekrar heyecanla bağırdı. "Çocuk kızı aldatmış ve son!" Pelda gözlerini devirip, "Hayır, kızı aldatmamış," dedi. "Eee, ne olmuş, hadi anlat devamını." "Çocuğu partide biri vurmuş. Çocuk da onu vuranı vurmuş." Kaşlarımı çattım. "Neden?" Omuz silkip, "Orasını bilemeyeceğim. Bu hikâyenin asıl can alıcı noktası, bazıları kızın o partiye gidip diğer çocuğu vurduğunu ama sevgilisinin bunu sakladığını…" O sözünü bitirmeden gözlerimi devirdim. "Bunlar gerçek değil." "Üfff aman be, sen de." "Ne ben de? Gerçek değil işte, Tuğçe sana bir tarafından sallamış." Pelda burnundan soluyarak, "Senin sıradan bir hayatın var diye herkesin sıradan bir hayatı yok," dedi. Benim sıradan hayatım, peh, ne sıradan ama! "Talia, sen okulda kumar oynuyormuşsun, buna mı şaşırdın?" Buna şaşırmamıştım, sadece gerçekçi gelmiyordu. "Kimse kimseyi böyle sevmez. Hele okulun deli dehşet yakışıklı çocuğu hiç sevmez. Ben kimse için birini vurmam, kimse de benim için birini vurmaz. Vurmasın da zaten. Aklı yerinde olan kimse böyle şeylere bulaşmaz." Tek solukta aklımdan geçen ne varsa demiştim. Dediklerim, Pelda’yı kızdırmış olacak ki elindeki cips paketini sıkıca kavramıştı. "Konuştu çok bilmiş. Ben inanıyorum, üstelik ağzımı açtırma benim şimdi." "Açsana ağzını!" Pelda kaşlarını çatıp, kollarını bağladı. "Emin ol, açmamı istemezsin." Gözleri benden Aybars’a kaydı. "O da duymak istemez." Biz birbirimizi yememek için zor dururken, Aybars’ın telefonu çaldı. Aramayı cevaplarken Pelda’ya tekrar baktım. Kesinlikle beni boğmak istiyordu. Ama elimde değil, böyle peri masallarına inanmazdım ben. Telefonla konuşması bitince ceketini sandalyeden aldı. “Gidiyor musun?” Kafasını salladı. “Ne zaman döneceksin?” “Bilemiyorum.” “Bu sefer bir ay yoksun yani.” Yaptığı şeyi bırakıp bana baktı.“Uzağa gitmiyorum.” “Ha, bu sefer İtalya değil de Rusya'ya gidiyorsun yani.” “Rusya, İtalya’dan daha uzak.” “Her neyse işte, görüşürüz.” Coğrafya bilgim berbattı, evet. Önüme döndüm. “Talia, Ankara’ya gidiyorum. Düşündüğün şey için değil, Arselin’in çalışanlarıyla toplantı yapacağız.” Düşündüğüm şey örgüt için gittiğiydi ama Arsel için gidiyordu. Arselin de kafamı karıştırıyordu. Dün duyduklarımdan sonra hele hepten kafamı karıştırmaya başlamıştı. Mutfaktan çıkınca yerimden hızla kalkıp peşinden gittim. “Bir şey sormam gerek.” “Dinliyorum.” “Arsel’in hisselerini Meriç’in babasına satmayacaksın, değil mi?” Asansörü çağırıp gözlerini kıstı. “Sen neden hala bu konuyla ilgileniyorsun? Bana Meriç’in geçmişte kaldığını söylemiştin.” “Geçmişte kaldı ama nişanlımla ortak olmasını istemiyorum. Başka biri yok mu? İlla o mu olmak zorunda? Hem… hem Meriç neden birdenbire ortak olmak istesin, garip değil mi?” Ellerini cebine sokup yanıma geldi. Aramızda bir adımlık mesafe bile yoktu. Kafamı kaldırıp çatık kaşlarımla ona baktım ama o, rahat ve kendinden emin duruyordu. “Sence ben nişanlımı kaptıracak kadar dikkatsiz bir adam gibi mi duruyorum?” Derin bir nefes adım, “Öyleyse neden–” sözümü kesti. “Meriç’i unut, Talia. Attığı her adımdan haberim var benim.” Yüzüme gelen saçımı kulağımın arkasına itti. “başka sorun yoksa görüşmek üzere. Geç kalmayı sevmem.” Asansörün kapısı kapanırken dikilmeyi bırakıp kapıyı yavaşça kapattım. Mutfağın önünde durdum, burada değillerdi. Salona gitmiş olmalılardı. Tam da tahmin ettiğim gibi salondaydılar. Onların yanına oturdum. Pelda biriyle hızlı hızlı mesajlaşıyordu. “Toksik kelimesinin hayat bulmuş halisiniz,” dedi. Kafasını telefondan kaldırmamıştı bile. Benim de ona cevap verecek halim yoktu. Başım ağrıyordu ve yarın hastaneye gitmem gerekiyordu.
𓇢𓆸🂱𓃠 “Hocam, hastanın–” “Şşş, sus,” Erdem daha sözünü bitiremeden Savaş Hoca onu susturmuştu. “Düşünüyorum.” “Ama hocam–” Anlaşılan, Erdem fikrini beyan edemeyecekti. Belim, bütün gün kitaplara bakmaktan artık ağrıyordu. Uykusuzdum, açtım. Daha kötüsü, Savaş Hoca öğle yemeğine bile çıkmamıza izin vermemişti. Sebebi de o an çok verimli düşündüğüyle ilgili bir şeyler zırvalamıştı. Bu adam manyaktı, kesinlikle manyaktı. Saat üçtü ve iş çıkış saatine neredeyse üç saat vardı. “Hocam,” dedim bıkınca. “Söyle Talia.” Ayağa kalktım, o kadar uzun saatir oturuyordum ki kalkınca gözüm kararmıştı “Biraz mola verebilir miyim?” Kesinlikle hayır diyecekti. “Ver, Erdem’i de götür yanında.” Elindeki kâğıtlarla stajyer odasından çıkınca Erdem’e baktım. “Ben açlıktan öleceğim. Yemekhaneye gidelim mi?” dedim. Oturduğu yerden kalkıp, “Olur,” dedi. Yemekhanede boş bir köşeye oturup telefonumu çıkardığım sırada, Erdem elinde tepsiyle gelip karşıma oturdu. Tepsideki sandviçle kahveyi önüme koyunca, “Teşekkürler,” dedim. Kafasını sallayıp kahvesinden bir yudum aldı. “Bunu daha ne kadar çekeceğim, merak ediyorum.” Ağzımdaki lokmayı bitirince, “Ben de senin kadar merak ediyorum,” dedim. Yemek haneye boş boş bakarken kapıdan giren adamı görünce onun olmadığı tarafa çevirdim gözlerimi. Birkaç saniye sonra oturduğumuz masanın yanına gelip, “Oturabilir miyim?” dedi. Erdem elindeki sandviçi bırakıp, “Tabii hocam, oturun,” dediğinde, Erdem’in yanına oturup bana baktı. “Daha iyi misin?” Elimdeki kahve bardağını dudaklarıma götürmeden önce kafamı salladım. “Uzun zaman oldu, burada çalıştığını bilmiyordum.” Kahve bardağını masaya bırakıp ona baktım. “Doğru, uzun zaman oldu.” “O adamı gerçekten–” Sesimi düz tutarak, “O adam dediğin, benim nişanlım. Senin de çalıştığın hastanenin ortağı,” dedim Suratında sinsi bir gülümseme vardı. “O, göründüğü gibi bir adam değil, Talia.” Bu sefer ben güldüm. “Nişanlımı bana mı anlatıyorsun? Anlatma çünkü Aybars’ı gerektiğinden fazla tanıyorum.” O hoşnutsuz gülümseme hayla suratındaydı ve gittikçe büyüyordu “O, beni tanımıyormuş gibi gözükse de, benim onu dikmişliğim var. Narkoz almadığından, öbür tarafa gidip geliyordu. O yüzden tanımadı herhalde.” Yüzümdeki alaycı gülümseme bir anda kayboldu. “Ne demek istediğini anlamadım.” “Düzgün bir iş adamı olduğunu sanıyordum ama erkek arkadaşın her yaralandığında Savaş Hoca’ya gidiyor. Üstelik, Savaş Hoca ona kayıt açmıyor çünkü açarsa hastanenin polisi araması gerekecek. Göründüğü kadar düzgün bir iş adamı değil demek istiyorum.” Savaş Hoca’yla nasıl tanıştıklarını şimdi anlayabiliyordum.“Kimse göründüğü gibi değil. Sen de, ben de değiliz.” Oturduğum sandalyeden kalkıp durdum. “Ve bizim arkadaşlığımız geçmişte kaldı. Sen kendine farklı bir hayat kurmuşsun, ben de kendi yolumda gidiyorum. Lütfen bunu daha fazla uzatmayalım. Olası bir yanlış anlaşılma, dedikodu çıksın istemeyiz her ikimizde.” Bunun anlamını çok iyi biliyordu. Bu, ‘Ben seninle konuşmak istemiyorum, sen de benimle konuşmak isteme,’ demekti. Kahvemi alıp stajyer odasına geri döndüm. Pelda ve Yakut da oradaydı. Oturup gitmeden önce baktığım hasta raporunu açıp incelemeye başladım. Rapora baktıkça içim daralıyordu. Hastanın nesi olduğunu bilmemek daha kötüydü. Kadın sürekli ateşleniyordu ve sebebini bilemiyorduk. Kapı aniden açılınca kafamı kaldırıp kapıya baktım. Savaş Hoca’ydı. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu, ayaklarını da masaya koydu. “Hocam, hastanın–” “Cuma günü hastanenin 10. yılını kutlayacaklar. Kıyafetlerinizi alıp gelin.” Kaşlarımı çattım. Ben hasta diyordum, adam kutlama diyordu. “Gelmek zorunlu mu?” Gitmek istemiyordum, evime gidip yayılmak istiyordum. “Daha önemli bir işin mi var?” Daha önemli bir işim yoktu ama bu da benim işim değildi. “Bir de Aybars’a söyle, konuşmayı yapacak başka birini bulsun.” “Aybars İstanbul’da değil.” “Ara, söyle,”. “Neden böyle bir şey yapayım?” “Neden yapmayasın ki?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Aklımdaki şey emrivakiye giriyordu ve Savaş Hoca garip bir adamdı. Dediğime nasıl bir tepki verirdi, bilmiyordum. “Ben Aybars’ı arayıp konuşma için başka birini bulmasını söyleyeceğim…Ama karşılığında siz de benim sorumu yanıtlayacaksınız.” Dudaklarında net bir gülümseme vardı. Telefonumu gösterip, “Ara hadi, ben de senin sorunu yanıtlayacağım,” dedi. “Şimdi mi?” diyeceğim sırada, “Ara, ara! Hoparlöre al hatta.” Masada duran telefonumu alıp Aybars’ı aradım, hoparlöre alıp geri masaya koydum. Telefonu tek çalışta açmıştı ama ses gelmiyordu. Çok sessiz bir esneme sesi geldi. “N’aber?” dedi. Sesi uykuluydu. Ben her aradığımda uyuyor muydu bu adam? “N’aber mi?” dedim suratımı buruşturarak. “Evet, n’aber? İyi misin? Bir şey mi oldu?” “Bir şey olmadı, söylemem gereken bir şey vardı, o yüzden aradım.” Telefonda kapı açılma sesi geldi. “Я принес то, что ты хотел.” bir kadın sesiydi ve Rusça demişti. Telefonu masadan aldım. “Спасибо, Анастасия.” “Teşekkürler Anastasia, ha?” Aybars’ın gülüş sesini duyabiliyordum. “Anastasia arşivde çalışıyor, dosyaları getirdi. Bilmediğin bi dil varmı?” “Sandığından çok daha fazla şey biliyorum.” “Öyle mi?” Bu konuşma böyle giderse çok uzardı direk sadede gelmeye karar verdim “Öyle. Savaş Hoca, kutlama olduğunu ve konuşmacıyı değiştirmeni söyledi.” Tek nefeste söylemiştim bunu. “Sana bilerek söyletiyor.” Biliyordum, bana söyletiyordu çünkü böylesi işine geliyordu. “Kapatmam lazım.” “Şimdi mi?” “Hasta raporlarına bakıyorum.” Gerçekten raporlara baktığımdan değildi, odadaki dört kişi bana bakarken onunla konuşmak rahatsız ve gergin hissetmeme sebep oluyordu “Ben de hastayım–” sözünü kestim, “Aybars, ciddiyim, kapatmam gerek.” “Birkaç gün daha seni göremezsem delireceğim.” Beni kale almıyıp konuşmaya devam ediyordu. “Beni görünce de çıldırdığını söylüyorsun.” “Talia, Talia, Talia... Seni görünce kalbim daha hızlı atıyor, damarlarımda ki kan daha hızlı akıyor.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Çok hızlıydı, çok hızlı ilerliyorduk ve duvara çakılacaktık. “Ateşi çok çabuk körükledin.” “Otele git Aybars, uyku başına vurmuş anlaşılan. Görüş–” “Tekrar ara, seni özledim.” Cevap vermedim, ‘görüşürüz’ bile demedim. Daha fazla etraftakilere rezil olmadan telefonu kapatıp masaya koydum. Savaş Hoca istediğini almıştı sıra bendeydi. “Sor, ne soracaksan,” dedi, muzip bir tavırla. “Aybars’a neden narkoz vermeden dikiş atıyorsunuz?” Suratındaki gülümseme gitmişti. “Ona dikiş attığımı nereden çıkardın?” “Kuşlar söyledi.” “Alerjisi var.” “Nasıl?” “Aybars’ın bütün anestezi ilaçlarına alerjisi var.” Dudaklarımı araladım ama bir şey diyemedim. “Böyle... böyle bir şey mümkün mü? Hepsine nasıl oluyor?” “Bana her ay kaç kere geldiğinden haberin var mı? Her geldiğinde ona fentanil veremem.” Fentanil en güçlü anestezi ilacıydı, çok ciddi olmadıkça verilmezdi. “Ona alerjisi yok mu?” “Bir tek ona yok. Sen de benim kadar iyi biliyorsun ki, fentanil sadece–” “Sadece çok ciddi cerrahi ameliyatlarda kullanılır.” “Aynen öyle.” “Aybars’a söyle de kendini sürekli yaralayıp durmasın, sonra çok canı acıyor.” Ah, hayır, empati yapamazdım, yapmamalıydım. Hiç anestezi almadan dikilmek çok can acı verici olurdu, muhtemelen. Önümde duran raporu kaldırıp Savaş Hoca’ya baktım. “Kadında Ailevi Akdeniz Ateşi olabilir mi? Apandisle bu tanı sürekli karıştırılır ve biz de ilk apandisit sandık.” Oturduğu yerden kalkıp elimdeki dosyayı aldı. “Hastanın anne ve babasının nereli olduğunu sorgulayın.” Ben ayağa kalkıp kolumdaki saati gösterdim. “Benim çıkış saatim geldi, Erdem’e söylerim, sabaha hazır olur.” Kafasını sallayınca ben de odadan çıktım. Erdem’e hastanın ailesinin memleketini sorgulamasını söyleyip hastaneden çıktım. Soğuk yüzüme vuruyordu, kollarımı birbirine sardım. Sabah Doğan’ı atlatabilmiştim ama şu an hastanenin karşısında arabada beni bekliyordu. Arabaya doğru gidip kapıyı açmaya çalıştım, açılmayınca da cama vurdum. Camı açıp, “Pardon yenge, fark etmedim,” dedi. Kapıyı açıp oturdum. “Sabah sana görünmeden çıkmıştım, ben. Hiçbir şey de olmadı. Bence artık gelmene gerek yok.” “Yenge, sen sabah yürürken ben de seni arabayla takip ediyordum.” Kafamı hızla Doğan’a çevirdim. “İnanılmazsınız, cidden.” Araba hızla yolda gidiyordu. Eve yaklaştığımız sırada, “Eve gitmeyelim,” dedim. “Aybars’ın evine götür beni.” Doğan kafasını sallayıp evimi arkamızda bıraktı. Aybars’ın evi boş olmalıydı, gözlemlerime göre Sergen, Aybars evde yokken evine gitmiyordu. Asansöre binip 43. kata bastım. Sessizlik beni kesinlikle mayıştırıyordu; aklımda hâlâ alerji konusu vardı. Daha önce duymuştum, ama hepsine alerjisi olduğunu hiç duymamıştım. Bir tek fentanile olmaması apayrı bir konuydu. Onu her zaman kullanamazdık, kırmızı reçeteydi. Yanlış kullanımda bilinç kaybına ya da ölüme neden oluyordu. Asansörün kapıları açıldı. Kapıya gidip şifreyi girdim. Basit bir şifreydi, çok basit. 8079. İnsan yaşadığı yere neden bu kadar basit bir şifre koyar ki? Kapıyı kapatıp ayağımdaki topukluları çıkarmak için eğildiğimde, kapalı salon kapısının ardından sesler duyunca topuklularımı çıkaramadan doğruldum. Kapıya gidip dinlediğimde sesler geliyordu. Açıp bir adım attığımda boş diye geldiğim evde Aybars’ın kardeşlerini görmeyi beklemiyordum doğrusu. Kapı açılınca dördü de bana döndü. Tolga’yı burada gördüğüme şaşırmamıştım, Vera’yı da; ama Aron ile Katerina’nın neden burada olduğunu anlamamıştım. Tolga, sanki hiçbir şey yokmuş gibi gülümseyip, “hoş geldin, beklemiyorduk,” dedi. Beklemediklerini farkındaydım, gayet farkındaydım. Kapı eşiğinde çivilenmiş gibi dururken, “Ben de sizi görmeyi planlamıyordum,” dedim. Tolga’nın gülüşünün altında garip bir ifade vardı. Sonunda bu yapmacık samimiyeti bırakıp, “Neden geldin?” diye sordu. “Neden gelmeyeyim?” “Tolga, bence bu garip sohbete bir son verelim. Çok yorgunum ve uyumak istiyorum. Ben uyumaya gideyim, siz de konuşuyorsanız devam edin,” dediğimde, memnun olurcasına kafasını salladı kapıyı kapatıp kaldığım odaya doğru gittim. Kapıyı açmak için kolunu indirdiğimde açılmadı. Tekrar açmayı denedim, tekrar, tekrar, tekrar... Anlaşılan bugün kapılar bana açılmak istemiyordu. Cebimden telefonumu çıkarıp Aybars’ı aradım. “Odanın kapısını neden kilitledin?” “Ne?” Telefonu açtığı anda dediğimi anlamamıştı muhtemelen. “Senin evindeyim ve odaya giremiyorum, nerede bu odanın anahtarı?” “Neden evinde değilsin?” “Çünkü buraya gelmek istedim, oldu mu?” “Salonda, yemek masasının oradaki konsola git.” Derin bir nefes aldım. Salona gitmek İstenmediğim çok açıktı ve odanın kapısının anahtarı oradaydı. Tekrar salona girdiğimde hepsi birden susmuştu. Ne konuşuyorlarsa duymamı istemiyorlardı. Konsolun önüne gidip eğilimdim kapaklarını açtım. Ciddi olamazdı herhalde. “Aybars, neden salonda çelik kasa var?” “Çok sorguluyorsun.” “Şifre ne?” “3 1 1 2.” “Bekle.” Sayılara bastım, ekranda gözüküyordu. 31, 12... “Devam et.” “2 0 1 3.” tuşa bastığımda kasanın kilit sesini duydum ama kapağı açmadım. Ekranda yazan sayılar daha çok ilgimi çekmişti. 31.12.2014. Yılbaşı gecesi, kırmızı kaban, çarptığım adam... Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Bu bir tarih mi?” “Öyle olduğunu mu düşünüyorsun?” “Bu tarih aklımda mıh gibi kazılı.” “Hm... Ortak bir geçmişimiz mi var dersin?” Gözlerimi devirdim. “Şu ortak geçmiş işini daha sonra konuşabilir miyiz? Biraz daha salonda durursam Aron beni öldürecek çünkü.” Kasanın kapağını açıp içinden anahtarı alıp geri kapattım. Arkamda Aron’un bakışlarını hissettiğimden bir an önce gitmek istiyordum. “Aron orada mı?” “Buradayım, nişanlın sürekli konuşmamızı bölüyor.” Bir an Aybars’ın telefonu kapattığını sanmıştım ama ses tonu bir anda değişmişti. “İyi geceler, Talia.” Telefonu bu sefer o kapatmıştı. Salondan çıkmadan önce mutfaktan bir bardak su alıp, bir daha dönmemek üzere salondan çıktım. Anahtarı kilide sokup çevirdim, odaya girdiğim an kapıyı kapatıp kilitledim. Aron beni beş parçaya bölmek isterken burada kalmam bile garipti. Işığı açıp elimdeki suyu komodine koydum. Topukluları yere atıp yatağa uzandım; yorgunluktan bütün kemiklerim sızlıyor gibi hissediyordum. Aklıma gelen şeyle aptalca gülümsedim. Neden kasanın şifresi karşılaştığımız günlerden biriydi? Dudaklarımdaki o aptal gülümseme birden gitti, kafamı karıştırıyordu. Beni seviyor muydu? Beni sevmiyor muydu? Peki, ben onu seviyor muydum? Belirsizlikten nefret ederdim ve şu an o belirsizliğin tam ortasındaydım. Onu öpmüştüm, karşılık vermişti. Özlediğini söylüyordu. Ben de yanında olmak istiyordum; istediğim her an ona sarılıp, hiç düşünmeden öpmek istiyordum. Ama bir o kadar da yabancı geliyordu. Aramızda bir şeyler olduğu apaçık ortadaydı, reddedemeyeceğim kadar ortadaydı. Aramızdaki şey neyse, ben bunu anlayamıyordum. Sen hiç aşık olmadın ki Talia, nereden bileceksin? Yataktan kalkıp dolabın yanına gittim, kapağı açtığım anda burnuma parfüm kokusu doldu. Tatlı bir nane kokusuna benziyordu. Tişörtlerin olduğu raftan en üsttekini alıp dolabı geri kapattım. Üzerimdekileri çıkarıp ışığı kapatıp yatağa yattım. Yağmur, odanın büyük camlarına düşüyordu. Yastıkta da aynı parfüm kokusu vardı. Siktir, ne diye geldim ben bu eve? Derin nefes aldığımda burnuma tekrar parfüm kokusu doldu. Nasıl dolmasın ki, onun eviydi, onun odasıydı, onun kıyafetiydi. Ve ben hâlâ aramızdaki şeye anlam veremediğimi düşünüyordum. Her şey ortada değil mi, Talia? Sen de gerçeği biliyorsun, reddetmeyi bırak artık. Gözlerimi sıkıca kapattım. Oyun, ben onu öptüğüm an başlamıştı ve canımın çok yanacağını, bu yolda çok yara bandı israf edeceğimi hissediyordum.
𓇢𓆸🂱𓃠
Parmaklarımın arasında çevirdiğim kaleme o kadar odaklanmıştım ki düşünmüyordum bile. “Bu akşam ne giyeceksin?” Kafamı kaldırıp Pelda’ya baktım, anahtarlığını çantasına koyuyor, çıkmak için hazırlanıyordu. “Lacivert bir elbisem var, onu giyeceğim.” “Yeni mi aldın?” “Hayır, alacak vaktim yoktu. Hem o kadar önemli olduğunu düşünmüyorum.” Pelda durup bana baktı, tek kaşını kaldırmıştı. “Nişanlının ortak olduğu hastane burası, hatırlatırım.” Omuz silktim. “Herkes dedikodumu yapıyor, Pelda. Bir de kötü gelirsem adım çıkacak hastanede.” “Adın zaten çıkmadı mı?” “Üstelik Aybars Ankara’da, gelmeyecek bile.” Pelda çantasını koluna takıp kapıya doğru yürüdü. “Akşam görüşürüz, Talicik!” Havaya doğru öpücük atıp çıktı. O çıkınca elimde döndürdüğüm kalemi bırakıp kalktım. Hastaneden çıkmak üzereyken Sergen’i kapıda görünce bir an şaşırdım. Telefona bakıyordu, yanına gidince kafasını kaldırdı. “Seni burada görmeyi beklemiyordum. Beni almaya bu kılıkta geldiğini de sanmıyorum.” Üzerindeki takıma baktım. “Bayağı süslenmişsin bugün, Sergen.” “Doğru, seni almaya gelmedim.” “Neden geldin o halde?” Telefonunu ceketinin iç cebine koyup, “Bu, özel bir mesele,” dedi. Kafamı salladım. “Peki, daha elbisemi üstüme giymem gerek. Kutlamada görüşürüz o halde.” Asla gitmek istemiyordum arabada Aybars’a gitmek istemediğimi söylemek için aramayı planlıyordum. “Görüşürüz.” Doğan her zamanki gibi hastanenin karşısında bekliyordu. Arabaya binip telefonumu çıkarıp Aybars’ı aradım. Telefon çalarken içimden gitmemek için dualar ediyordum. “Alo, Aybars,” dedim, telefonu açtığı an. “Dinliyorum, Talia.” “Şu kutlama zırvalığına gitmek istemiyorum.” Bir an sessizlik oldu. “Ne renk giyeceksin?” Of çekerek, “Aybars, beni kale alıyor musun?” dedim. “Alıyorum ve o zırvalığa gitmeme isteğinizi geri çevirdiğimden ne renk giyeceğini sordum.” “Gerçekten merak ediyor musun?” “Ediyorum.” “Lacivert giyeceğim. Sorumun cevabını aldığıma göre kapatıyorum.” Konuşmalarımız hep böyle bitiyordu. Ben ‘görüşürüz’ bile demeden yüzüne kapatıyordum. Belki de fazla katıydım bu konuda, ya da Aybars telefonda konuşurken sapıttığındandı. Elbiseyi giyip aynanın karşısına geçtim. Fazla mı basit? Ah, hayır, Pelda yüzünden en sevdiğim kumaş elbiseye basit muamelesi yapıyordum. Saten lacivert bir elbisenin kötü olma ihtimali yoktu, ama bu elbiseyle donacağımın farkındaydım; kısaydı ve inceydi. Dolaptan çıkardığım krem rengi kısa kürkü giyip tekrar aynaya baktım. Hazırdım işte. Boş versene, bütün gece bir köşede oturup telefonuma bakmayı planlıyordum zaten. Topuklu ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım. Tam tahmin ettiğim gibi, bacaklarıma soğuk vuruyordu ve birazdan zangır zangır titreyecektim. Arabaya binip, “Klima’yı aç, Doğan,” dedim. Arabaya gelene kadar donmuştum. “Nereye gideceğimizi biliyor musun?” “Biliyorum.” “Çok uzak mı?” “Yok yenge, ya. Şurası hemen.” Telefonumu çıkarmak için yanımdaki küçücük çantayı açtım ama içinde telefonum yoktu. Bu gecenin daha berbat olacağına dair bir işaret miydi acaba? Kesinlikle öyleydi. Araba durunca Doğan’a dönüp, “Burası mı?” dedim. “Burası, yenge.” Kafamı sallayıp kapıyı açacaktım ki nasıl üşüyeceğimi bildiğimden açasım gelmiyordu. Açtığım anda bacaklarıma vurmuştu rüzgâr. Kapıyı hızla kapatıp neredeyse koşar adım içeri girdim. İçerisi acayip kalabalık gözüküyordu. Kocaman bir köşktü zaten, üstelik boğaza baktığından soğuk olmasına rağmen bütün camlar ve pencereler açıktı. Gözlerim Pelda’yı aradı. Böyle ortamlarda yalnız durunca herkesin bana baktığını hissediyordum. Pelda ortalıkta gözükmediği gibi telefonum da yoktu. Kapının önünde dikiliyordum ki elinde liste olan kız, “İsminiz ne acaba?” diye sorunca gözlerimi salondan çekip kıza baktım. “Ha, pardon, Talia. Talia Aker.” Kız ismimi listede bulup gülümseyip kenara çekilince içeri girdim. Üzerimdeki kürkü almak için bekleyen bir kız daha vardı ama ona elimle vermek istemediğimi belirttim. Kız diğer davetlilere döndü. “Taliaa,” Pelda’nın sesini duyunca etrafıma baktım. Elini sallıyordu, hızlı adımlarla oturduğu masaya gittim. “Neden telefonumu açmıyorsun?” Kürkü çıkarıp sandalyeye astım. “Telefonumu unuttum.” Sergen de bizim oturduğumuz masada oturuyordu, yanında bir kız vardı, daha önce gördüğüme emin değildim. Yerime oturduğumda gözüme masanın üzerinde ismimin yazılı olduğu kart çarptı. Garip olan, benim yanımda Aybars’ın isminin yazılı olduğu bir kart daha vardı ama Aybars gelmiyordu. “Sergen, Aybars’a telefonumu unuttuğumu yazar mısın? Sonra deliriyormuş.” Sergen, gözünü bir an olsun telefonundan ayırmayarak kafasını salladı. “Talia, bu Efsa. Tanışıyor muydunuz?” Kafamı sallayıp kıza gülümsedim. Elimi uzattığım sırada Sergen kafasını kaldırıp kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Kız elimi sıkmasaydı muhtemelen geri çekecektim. “Efsa, ben,” dedi kız sevecen bir tavırla. “Talia, seni daha önce hiç görmedim hastanede.” Elini bırakıp buz mavisi gözlerine baktım. Güldüğü için gözleri kısılmıştı. “Ah, görmemen normal. Ben hastanede çalışmıyorum,” deyip Sergen’i gösterdi. “Ben Sergen’in kız kardeşiyim,” “Hiç benzemiyorsunuz,” dedim gülümseyerek. İyi bir kıza benziyordu ve fazla hayat doluydu. Kesinlikle abisinin yediği nanelerden haberi yoktu. “Evet, benzemiyoruz. Sen Aybars’ın nişanlısıymışsın. Ben onun bir ömür sap kalacağını sanıyordum oysa.” Sergen, kardeşine uyarıcı bir şekilde bakıp, Mikrofonu alıp konuşma yapan hastane yöneticisi, etraftakilerin dikkatini çekmeye çalışıyordu. Işıklar neredeyse kapanmıştı, müzik kesilmişti. Hastane ile ilgili bir şeyler söylüyordu ama biraz bile ilgimi çekmemişti. Ellerinde şampanyalarla gezen çocuklardan birini durdurup, iki kadeh şampanyayı masaya koyup, üçüncüsünü de alıp önüme koydum. Kadehlerden birini nefes almadan bitirdiğimde yüzümü buruşturdum. Masamıza doğru gelen kişi daha çok yüzümü buruşturmama neden oldu: Gediz. Suratında öfke dolu bir ifadeyle yaklaşıyordu. “Konuşmamız gerek,” dedi. Elimdeki kadehten bir yudum alıp, “Konuşmamız gerekmiyor,” dedim. Ben dudaklarıma kadehi tekrar götürürken elimden kadehi alıp masaya sertçe koydu. Sandalyemden tutup eğildi. “Sana konuşmamız gerekiyor diyorsam, konuşmamız gerekiyordur, Talia.” “Hayır, gerekmiyor, Gediz.” “Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun?” Sandalyemi bırakıp ters bir bakış attığında omuz silktim. “Korkmam gereken bir şey mi var?” “Nişanlının Meriç’le konuştuğunu biliyor muydun?” Hiçbir şey demedim. “Tabii biliyorsun.” “Biliyorum, evet. Şimdi gidecek misin?” “Zeki bir kız olduğunu sanıyorum… Sana mantıklı geliyor mu, Meriç’in seni bunca zaman arayıp sormaması?” Yutkunamadım. “Ne demek istiyorsun?” “Konuşacak bir şeyimiz olmadığını söylemiştin.” O masadan uzaklaşırken, benim zihnime kara bir düşünce düşmüştü. Aptal değildim. Ben de biliyordum, Meriç’in iki tehditle peşimi bırakmayacağını. Ama elimizde fazla koz vardı. Babasını işlerinin içine çekmemizi istemediğinden peşimi bıraktığını düşünmüştüm yıllarca. Düşündüğüm gibi değilmiş anlaşılan. Kadehlerdeki şampanyalar bitince, gözlerim daha fazla alkol aradı. Açık büfeden farksız olan masayı görünce kalkıp gittim. İki kadeh şarabı alıp geri yerime oturdum. Tam masaya koyduğum kadehi alacağım sırada, Sergen, “Yavaş mı içsen biraz?” dedi. “İki kadehten sarhoş olmam. Merak etme.” Konuşması sonunda biten adam, alkışlar eşliğinde sahneden indi. Işıklar açıldığında sahneye doğru yürüyen kişiyi gördüm. Aybars sahneye çıktığında, elimdeki kadehi bırakıp Sergen’e baktım. Gözlerim şaşkınlıktan açılmıştı. Geldiğini görünce kaşlarımı çatıp ayağa kalktım. Yanıma geldiğinde elini belime koyunca geri çekilip hemen yerime oturdum. “Neden geleceğini söylemedin?” “Sabah seni aradığımda dön dedin, ben de döndüm.” Sabah aradığında gerçekten kapatırken “dön” demiştim. “Ciddiye aldığını düşünmedim.” Yanıma oturup önümdeki şarabı alıp dudaklarına götürdü. “Aybars, beni hiç ciddiye almıyorsun, alacağın mı tuttu sabah, yoksa bahanen mi bu?” Kadehteki şarap bittiğinde masaya koydu. “Bahanem değil, sen dedin diye uçağı aniden ayarlayıp geldim.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Pelda, Efsa ile konuşmaya dalmıştı; Sergen de çatık kaşlarla Aybars'a bakıyordu. “Gediz gelip, senin Meriç'le konuştuğunu bilip bilmediğimi sordu.” Suratı aniden gerilmişti. “Gediz dedin, aklıma geldi. O herif, Meriç'le iletişimini hiç kesmemiş. Talia, sen bana tam tersini söylemiştin.” Çünkü öyle biliyordum. İkimizin de onunla iletişimi tamamen kestiğini sanıyordum. “Bilmediğim şeyler var sanırım.” “Bana kalırsa düşündüğünden çok daha fazlası var.” Önüme dönüp dirseğimi masaya koyup yanağımı da elime yasladım. Ne dönüyor bilmiyorum ama sıkıldım. Babamın beni deney faresi yapma planlarından da Aybars’la olan oyunumuzdan ve beni sapık gibi izleyen Meriç'ten çok sıkıldım. Pelda, Efsa ile bayağı iyi anlaşmış olacak ki sürekli bir gülüşme halindeydiler. Dakikalar saatler gibi geliyordu, zaman biraz bile geçmiyordu. “Eve gitmek istiyorum.” Pelda, beni duyacak olmuş olacak ki: “Bana asır gibi geliyor, Pelda. Üstelik Savaş Hoca bugün öğle arasına bile çıkartmadı.” Pelda kaşlarını çatıp, “Sahi o nerede?” diye sordu, etrafına bakarken. “Gelmemiştir.” Aklıma gelen şeyle dudaklarım kıvrıldı. “Alerjin varmış,” dedim Aybars’a bakıp. “Neye alerjim varmış? Dur, ben tahmin edeyim, senin kumar arkadaşlarına.” “Kim söyledi bunu?” “Savaş Hoca söyledi.” Yanında oturan Savaş Hoca’ya döndü. “Bakma öyle, bir anlaşmamız vardı,” dedi Savaş Hoca. Aybars ceketinin düğmesini açıp, “Ne anlaşması bu?” diye sorunca, Savaş Hoca beni gösterip, “O zaten anestezi almadığını öğrenmiş, ben sadece nedenini söyledim,” dediğinde, Aybars tekrar bana döndü. Elimi boğazıma götürüp, “Tamam, yeter artık. Burama kadar geldi, tamamı! Gitmek istiyorum,” dedim. Sandalyede asılı olan kürkümü alıp masadan uzaklaştım. Açık kapılardan birinden çıkıp terasa girdiğimde, kollarımı göğsümde birleştirdim. Soğuktu ama içeride bunalmıştım. Bir an olsun susmayan keman müziği ve insanların yapmacık kahkahalarını duymaktan midem bulanmıştı. Girdiğim kapının kapanma sesini duyunca arkamı döndüm. Aybars. Kaşlarımı daha ne kadar çatabiliyorsam o kadar çattım. Ona doğru giderken: “Sadece oyundan ibaret mi olduğunu düşünüyorsun?” Yine bilmece gibi konuşuyordu ya da ben anlamıyordum. “Asıl sen oyundan ibaret mi olduğunu düşünüyorsun?” dedim. Dudaklarında ufak bir gülümseme belirdi. Elini yanağıma koyup, “Ben gayet netim, Talia. Duygularımdan da, seni sevdiğimden de eminim. Emin olmayan sensin,” dedi. Öylece ona baktım. “Seviyormuş gibi yap o zaman, kafamı karıştırma.” “Günlerdir telefonda seni özlediğimi söylüyorum. Tek lafınla çıkıp yanına geliyorum, Talia. Nasıl kafan karışıyor?” Kafam karışmıyor. Beni sevdiğine inanamıyordum. Onu sevdiğime de inanamıyordum zaten. “Nefret ediyorum,” diye mırıldandım. “Senden nefret ediyorum, Aybars… Hissettiğim şeyleri hissetmekten de nefret ediyorum.” Hislerimiz tehlikeliydi, yanlıştı. Aramızda hiç mesafe kalmamıştı. “Öp beni, çünkü bu sefer ben seni öpmeyeceğim.” Dudaklarındaki muzip sırıtışı göremiyordum. Kolu bedenimi sarıp dudakları dudaklarımı bulduğunda, elimi saçlarına götürdüm. Çenesini kafama koyup sıkıca sarıldığında kafamı kaldırıp ona baktım. “Düğüm düğüm olmuş bir ipliği çözüyor gibi hissediyorum… Birden etrafımda bu kadar fazla insan olmasına alışık değilim.” Kapının açılma sesini duydum ama bakamadım. “Yalgı Yesari geldi efendim.” Aybars ne bana sarılmayı bırakmıştı ne de elimi tutmayı. Anlamamıştım. “Gidelim hadi, üşüyorsun zaten.” Terastan çıkıp salona girdiğimizde soğuktan sıcağa geçince olan o garip his bütün vücudumu sardı. Yanına geldiğimiz adamın suratında sert bir ifade vardı. Gözleri daha önce hiç görmediğim bir renkti; gri. Üstündeki takım elbise de aynı gözleri gibi griydi. Aybars, adının Yalğı olduğunu öğrendiğim adamın elini sıkıp, “Yalgı, Talia. Nişanlım,” dedi. Aybars’ın elini bırakıp bana uzattı. Elini sıkarken, serçe parmağındaki siyah bir ipi bağlamış gibi olan ve y harfine benzeyen dövmesi dikkatimi çekti. “Güzel dövmeymiş,” dediğim an elini çekip kaşlarını çatmıştı. “Talia, Yalgı’nın yaralarına dokunma.” Aybars’ın gülerek söylediği bu kelimeler Yalgı’nın hoşuna gitmemişti anlaşılan. Parmağını Aybars’a doğru sallayıp, “Bir daha aranızda kuryelik yapmayacağım, duydun mu beni?” “Kendin kaşınıyorsun, kimse sana İstanbul’a gel demiyor.” “Bak Aybars, arkadaş falan dinlemem, bir dahaki sefere o gönderdiğiniz USB’leri atarım.” Elini ceketinin cebine atıp küçük bir kutu çıkartarak Aybars’a uzattı. “Bu son.” Aybars derin bir nefes alıp kutuyu aldı. “Bilemiyordum... Hem senin ne işin var İstanbul’da?” Yalgı hiçbir şey demedi. “Bu yıl tam yedinci gelişin.” Nerede yaşıyordu bu adam da yedi kere İstanbul’a gelip gidiyordu? “İşlerim vardı.” Aybars seslice güldü. “Ha, yani onu görmeye gelmiyorsun.” “Sen baksana bana Yalgı, aptala mı benziyorum oradan bakılınca?” Anlaşılan bu Yalgı denen adamla Aybars arkadaştı. Sergen’le bile böyle konuşurken görmemiştim onu. “Ben senin ciğerini biliyorum Yalgı, sapık gibi kızı takip ediyorsun, değil mi?” “Nereden çıktı bu? Ayrıca sapık ne, başka bir tabir bulamadın mı?” Aybars bir elini Yalgı’nın omzuna koyup, “Gördüm seni,” dediğinde Yalgı, Aybars’ın elini çekti. “Ben sana onu da yanında götür dediğimde götürecektin, şimdi iş işten geçti.” “Nasıl götürmemi bekliyordun? Ailesi, okulu, bütün hayatı buradaydı. Hiç bilmediği bir ülkeye onu hapis mi edecektim?” Aybars dudaklarını büzüp, “Yine aynı şeyleri diyorsun. Gezme o zaman peşinde, biz kontrol ediyoruz işte.” “Görüşmemek üzere, Aybars.” Adam ellerini cebine atıp geri giderken Aybars’a garip bir bakış attım. “Hiç sapık tipi de yok oysa.” “Gönül işleri mi?” “Aynen öyle.” Durduğum yerde duvara yaslanıp, “Ayrılmışlar mı?” Aybars’ın suratındaki o gülümseme gitmişti. “Hayır.” Benim gibi duvara yaslanmıştı o da. “Onlarınki çok farklı.” “Aybars, böyle diyerek beni meraklandırdığının farkında mısın?” gülerek bana baktı. “Sen her şeyi merak ediyorsun.” “Ayrılmadılarsa, Yalgı neden kızı takip ediyor?” “Ayrılmadıkları, ayrı olmadıkları anlamına gelmiyor.” Gözlerimi devirdim. “Ne anlama geliyor peki?” “Siktir, aldatmış mı?” Şokla demiştim bunu. “Hayır, ihanet yok, bir kaza sadece. Baksana… Şu geçen Pelda’nın anlattığı ama senin inanmadığın hikâyeye benziyor aslında.” “Eminim öyledir,” dedim tekrar gözlerimi devirip. “Siz arkadaş mısınız?” Kafasını salladı. “Evet, çok uzun yıllardır.” “Sergen gibi mi?” “Hayır, Sergen’le lisede yatılı okula giderken tanıştık. Yalgı’yı kendimi bildim bileli tanırım. O da o ünlü liselerden birine gidince uzaklaştık.” “O ünlü liselerden kastın Yelis okulları mı?” “Evet.” “Neden yatılı okula gittin? Üstelik ben sizin İtalya’da büyüdüğünüzü sanıyordum.” Aybars cevap vermedi, sonra, “Aron İtalya’da büyüdü, biz değil,” dedi. “Hımm... Neden, neden hepiniz İtalya’da büyümediniz?” “Annem buradaydı, Talia. Sandığının aksine Tolga’yla ben normal çocuklar gibi büyütüldük.” “Tolga’nın ve Verena’nın bu işin dışında olduğunu biliyorum, onlar gayet normal. Sen kompleksli ve çok katısın, bunu nasıl açıklayacaksın?” “Bir açıklama mı yapmam gerek?” “Yok canım, açıklama falan beklemiyorum, öylesine dedim.” Aybars, “Hım,” deyince ona döndüm. “Yatılı okula bir tek sen mi gittin, yoksa Tolga da mı geldi?” “Tolga benim gibi aptallık etmedi, ben hata yaptım ve cezamı da ağır ödedim.” “Allah aşkına Aybars, on beş yaşında nasıl bir hata yapabilirsin?” On beş yaşında bir çocuk en fazla ne yapardı ki? Ben o zamanlar evden kaçardım, dışarlarda sürttüğümden Sonay’dan fırça yerdim. “Dedemin çiftliğini yaktım.” Ağzım şokla açılırken, “Yanlışlıkla değil mi?” dedim. “Hayır, bilerek yaptım.” “Aybars, bari ayıp olmasın diye yanlışlıkla yaptım deseydin ya.” Şok olmuştum, sanki hiçbir şey yokmuş gibi söylemişti bunu ama koca çiftliği yaktığından bahsediyordu. “Prensip olarak sana yalan söylemiyorum.” “Neden yaktın?” “Canım yanmıştı, öfkeliydim.” Onu gördüğümden beri bunu biliyordum zaten; sakin, yumuş yumuş biri değildi, hemen her şeye öfkelenecek gibi dursa da aklı gayet yerindeydi. “Her öfkelendiğinde ev mi yakarsın sen?” Ben dalgaya vurarak konuşuyordum, o her zamanki gibi ciddiydi “Bazen canın çok yanar Talia, uç noktalarda yaşarsın bazı duyguları… İçindeki yangın öyle büyür ki buna sebep olan herkesin canı yansın istersin.” “Yuttuğum bütün yalanlar, görmezden geldiğim bütün gerçekler kıymık gibi canıma battı.” Gözlerimi kapatıp kafamı duvara yasladım. “Kıymık olup canına batan ne?” Benim ruhuma batan kıymıkların hepsi Haldun’la Azelya’nın eseriydi. Ben onların aşklarının meyvesi değildim zaten. O yüzden Sonay’ın adı soyadıydı; başka çocuklarının olmayacağını planladıklarından. Sonay son çocuktu, öyle olması gerekiyordu. “Gidelim mi Talia?” Gözlerimi açtım.“ Gidelim.” Keman sesi gittikçe kötüleşiyor, insanların muhabbetleri daha da yükseliyordu. Arabaya binip kemerimi takarken bacaklarıma bırakılan ceketi görünce, “Teşekkürler,” dedim. Üşüyordum, evet, inkâr edemeyeceğim kadar üşüyordum hem de. Kafamı pencereye yasladım. Ben kocaman bir babanın kızıydım; her açıdan güçlü bir adamın… Benim babam, insanların hastalıklarına çare olan ilaçlar üretip tedavi bulmaya çalışırken, kızını kendi elleriyle hasta etmeye çalışıyordu. Affeder miydim seni baba? Sen affetmemi ister miydin? Benim hayatıma, ruhuma, kaderime tek tek o kıymıkları batırdıktan sonra seni affetmemi ister miydin? İsteme. Çünkü Ölsem affetmem ben seni.
Selammmmm nasılsınız umarım iyisinizdir. 12. Bölüm için kesin bir gün söyleyemiyorum şu an ama cuma cumartesi gibi gelicek Bölüm hakinda fikirlerinizi eleştirilerinizi yazmayi unutmayin hepsini okuyorum Daha öncede demiştim tekrardan diyeyim beyenmedigniz veya beyndiginiz yereleri yazabilirsiniz bende bilmek isterim 🤭🙂 Keyifli günler dilerimmmmmmmm.💙😽😽😽 Bölüm : 12.12.2024 08:14 tarihinde eklendi |