Merhaba
iyi okumalar diliyorum yorumlarınızı bekliyorum oy vermeyi unutmayın 🎀
"Kursak denen bir yer var hayallerim heveslerim hepsi orada kaldı." 4
ÇINAR GÖKSOY4
Her yanı saran, sanki havayı bile boğan bir karanlık. Göğsümün tam ortasında, tarif edemediğim bir korku var. Nedenini bilmiyorum ama orada, içimde. Bedenim titriyor. Soğuk, iliklerime kadar işliyor. Başımı usulca eğiyorum. Gözlerim, ürkekçe üzerime kayıyor.3
Hayır, bu bir hata olmalı.3
Ben artık o çaresiz çocuk değilim.
Büyüdüm, değil mi?1
Ama bedenim bana ihanet ediyor. Zihnim büyümüş olabilir, ama karanlık geçmiş, çocuk bedenimin içine yeniden doğmuş gibi. Neden hâlâ o küçücük çocuğum ben? Neden bu korku içimde çığlık çığlığa?1
Adım atmak istiyorum ama adım atacak yer yok. Zemin yok sanki altımda. Hava ağır, puslu, karanlık göz kapaklarımın ardına bile sızıyor. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Nereye kaçılır karanlığın içinden? Her yön aynı, her adım bilinmezliğe...1
Karanlık beni izliyor.Sinsi. Sabırlı. Aç.
Sonra bir ses... Sanki göğsümün içine çivi gibi çakılıyor:
Bu ses, tanıdık.Yaralarımı açan ses.
Babam olduğunu kabullenemediğim, her nefesinde korkuyu öğreten o adam.1
Her hücrem çığlık atıyor: “Kaç!”1
Ama karanlıkta koşmak, sonsuz boşlukta çırpınmak gibi. Ayaklarım var mı bilmiyorum. Ama bedenim kaçıyor. Çarpık adımlarla, bilinmezliğe doğru.
Annemi bulmalıyım.O beni korur.O karanlığı sevmez.
Sesim karanlıkta yankılanıyor. Cevap yok. Boşluk çınlıyor. Yalnızım.Sonra bir fısıltı, kulaklarımda:
“Anneni mi arıyorsun?”1
Donuyorum. Nefesim boğazımda düğümleniyor. Sanki ses, ensemde. Bir nefes hissediyorum. Soğuk. Tehditkâr.
“Al sana annen.”1
Ve karşımda beliren bir mezar.Taşın üzerindeki yazı, yüreğimi parçalarına ayırıyor:
Beni karanlığa terk edip gitmiş mi?
---
Sayıklamalarla uyandım. Nefes nefeseydim.
Sanki ciğerlerim hâlâ karanlığı soluyordu.
Ter, alnımdan damla damla yastığa süzülüyordu.bGerçekle rüya arasındaki o kırılgan çizgideydim; hangisi hangisiydi, çözemedim. Bitti mi?
Yoksa hâlâ içindeyim mi o kabusun?
Bu kaçıncı? Kaçıncı gece aynı dipsiz kuyunun içine düşüşüm? Her defasında kurtulduğumu sanıp, sonra tekrar aynı karanlıkla uyanmak...
Yoruldum. Yalnızca uykudan değil, hatırlamaktan... Unutmama izin vermeyen gecelerden yoruldum.3
Gözlerim, yavaşça pencereye kaydı.
Camın ardında dünya hâlâ uykudaydı.
Güneş, henüz gökyüzüne tırmanmamıştı.
Her şey gri, silik ve sessizdi.
Bir hayalet gibi uzandım komodine.
Parmaklarım tanıdık bir arayışla telefonumu buldu. Ekrana düşen saat:
04:56
Az kaldı.
Gün doğmak üzereydi. Uykumun kıymetli kısmını almıştım çoktan, ve bu bir teselli gibiydi. Çünkü biliyorum, böyle gecelerde geri dönülmez artık uykuya. Kabus, kapı aralığında pusuda bekler. Gözünü yeniden kapatırsan, tekrar içeri sızar.
Güneş’in yanına gitmeliyim.O, benim sığınağım. Küçük kız kardeşim.
İçimdeki fırtınayı dindiren tek varlık.
Onun yanında geceler aydınlanır, karanlık susar.
Ama böyle gidilmez.Kabusun bıraktığı soğuk hâlâ tenimde. Duşa girmeliyim.
Suyun altına girip üzerimdeki geceyi akıtmalıyım.
Suyun altına girdim.
Damla damla geçmiş aktı üzerimden.
İçimdeki çocuk hâlâ ürkek, hâlâ sığınacak yer arıyor. Ama en azından dışımdaki buz çözülüyor. Temizleniyorum. Kendimi yeniden kuruyorum.
Duştan çıktım, havluyla silinirken aynaya gözüm takıldı. Yüzümde tanıdık bir yorgunluk.Gözlerim hâlâ geceyle dolu.
Ama içimde bir kıvılcım var.
Sessizce odasından içeri girdim.
Uyuyordu.Minicik bedeni battaniyeye sarılıydı. Yanağında huzurun gölgesi.
Yanına kıvrıldım. Göz kapakları hafifçe aralandı, beni görünce küçük kollarıyla boynuma sarıldı.
İnsan bazen,sadece sarılmak ister.
Küçük bir bedene.Küçük bir mucizeye.
Ve unutur karanlığı.
Yanında bir süreliğine uyumuşum.
Ta ki minik elleriyle uykumu sarsana dek. Yatak hafifçe sarsıldı. Önce bir rüya sandım.
Ama sarsıntı artınca göz kapaklarım aralandı. Işık hâlâ solgundu, ama bir ışık vardı artık:
Görüş açıma minik bedeninin neşeli kıpırtıları girdi. Yatağın üstünde zıplıyor, sabahı kendi ritmiyle başlatıyordu.
“Abi kayk! Annem bizi kafaytıya çayıyo!”1
Cümlelerini bir araya getirme çabası, dilinin sevimli sürçmeleri… Bir tebessüm yerleşti yüzüme.
İçimdeki karanlıkta küçük bir mum yakıldı. Tam olarak ne dediğini anlamasam da, onu anlamak için kelimelere ihtiyacım yoktu. Sevinci bulaşıcıydı.Güneş gibiydi zaten; kendini anlatmak için yalnızca doğması yeterliydi. Kalktım, onu kucağıma aldım.
Minik elleri boynuma dolandı. Ev uyanıyordu. Ve ben bu sabahın içinde, küçük bir huzur adacığına demir atmış gibiydim.
Aşağı indiğimizde kahvaltı masası kurulmuştu.
Toprak Abi ile Feride Abla oradaydı.
Söz değil, ses tonumuz birbirine günaydın dedi.
Özellikle Toprak Abi hâlâ rüya ile uyanıklık arasında bir yerlerdeydi.
Güneş, küçük hanımefendi olarak herkesin uyanmasını buyurmuştu zaten.
Ve ev kalkmıştı. Kahvaltı sessizce değil,
çatal-bıçak seslerine karışan küçük kahkahalarla, çocukça anlamsızlıkların arkasına saklanan kocaman anlamlarla doluydu. Sofra kalktı. Birlikte topladık. Ben bulaşıklarla ilgilenirken, diğerleri sofranın izlerini siliyordu.
Sonra Güneş yanıma geldi.Gözleri kocaman. Sesi tatlı.
O an, dünyanın bütün sorumlulukları anlamsızlaştı. Minik bir elin tuttuğu yere gidilir. O el, seni bir oyuna çağırıyorsa, reddetmek günaha girer.
Evcilik. Minik bir tiyatro sahnesi. Pembe fincanlar. İnce sesle “komşum hoş geldiniz” replikleri. Ben, kardeşimin oyun arkadaşı. Kahramanı. Gönüllü kuklası.
Saçlarım kısa değildi; alnıma düşecek kadar vardı.
Ve bu, Güneş’in favorisiydi. Pembe, tavşan kulaklı tacı saçlarıma geçirirken bir kahkaha atardı. Bir keresinde Ege'nin yanında da takmıştı. Ege, gizlice fotoğrafımı çekip sehpanın üstünde unuttuğum telefonumdan Instagram’a yüklemişti.2
Çünkü fotoğrafın altına gelen ilk mesaj…
Kalbim sanki bir anlığına yerinden fırladı.Ama ardından gelen ikinci mesaj:
“Yani Güneş’i kastediyorum.”6
Yine de, o birkaç saniyelik heyecanın hatrına Ege’ye kızamadım. İyi ki yapmıştı. Bazen umut dediğin şey, bir yanlış anlaşılma kadar kısa ama derin olur.
Tam da bunu düşünürkentelefonuma Ege’den mesaj geldi. Galiba iyi insanlar gerçekten lafın üstüne geliyordu ya da atalarımız yine haklıydı.
Ege:
Siz:
Bu çıkartmaların galerimde ne işi olduğunu sorgulamayı çoktan bırakmıştım, sanırım böyle bir elli altmış tane falan vardı. Hepsini de Ege göndermişti artık bir süre sonra silmeyi bırakmıştım. Ege ile Ege gibi konuşmak gerekiyordu.3
Ege:
Siz:
Ege:Gönlümü alman için sana fırsat tanıyacağım3
Ege: yeni bir kafe açılmış buluşacağız sende gel3
Siz :
Siz: oğlum yeter be her gün siz her gün siz gelmiyorum ben3
Ege:
Siz:
Ege: Ecrinde geliyor2
Siz: konum at bende geliyorum5
Ege: ne oldu birden fikrin değişti 😏2
Siz:
Ege:
Siz:
Ege:
Siz:
Ege:
Sanırım Ege... Ege, abuk sabuk davranmadığı sürece, gerçekten eğlenceli biri.Ve bunu itiraf etmek gerekirse, onunlayken sıkılmak neredeyse imkânsız.
Mesajlaşmamız sona erdiğinde dudaklarımda istemsiz bir gülümseme vardı.O hâlâ bir baş belasıydı ama benim baş belamdı.Ve bazen, insan sadece gülebileceği bir dosta ihtiyaç duyar.
Odama çıktım, üzerimi değiştirmek için dolabımı açtım.Kıyafet seçerken çok vakit harcamam.Sadelik, çoğu zaman abartının önüne geçer.Beyaz bir gömlek, kot pantolon...
Kış mevsiminde olmamıza rağmen havada sonbaharın hafifliği vardı.Soğuk, tenime dokunsa da canımı yakmıyordu.Ben zaten çok üşüyen biri değildim.Üzerime bir deri ceket, yeterdi.
Aynanın karşısına geçtiğimde,saçlarımla fazla oynamadım.Elimle biraz karıştırdım sadece. Kendimi fazla izlemeyi sevmem.
Zaten bu hâlimle de aynaya borcum yoktu. Ecrin eğer beni beğenecekse, böyle de beğenebilirdi. Kendim hakkında çok büyük iddialarım yok.Ne ‘yakışıklıyım’ diyorum ne de ‘çirkinim’.
Ortalama bir yüzüm var belki, ama kalpten bakıldığında her şey başka görünür. Çünkü bence, birini seviyorsan, her hâliyle seversin. Saçını düzeltmese de... Gömleği ütüsüz de olsa... O sensin ya, işte o yeter.2
Parfüm şişesini aldım, bileğime ve boynuma birer fıs.
Ben çıkarken Feride Abla çoktan evden çıkmıştı. Bugün duruşması vardı, avukat olmak kolay değildi. Toprak Abi evdeydi; BESYO’da koçluk yapıyordu.
Spora yetenekli gençleri keşfeder, onlara yön gösterirdi. Ben de onlardan biriydim. Bugün sahada yerim varsa, onun gözümdeki yeteneği görmesindendi.
Güneş’le o ilgilenecekti bugün. Ben kapıdan çıkarken, arkamda kalan ev sıcak, huzurlu bir sığınak gibiydi. Arabaya bindim. Motorun sesi eşliğinde yola çıktım.
Oraya vardığımda içerisi hâlâ tenhaydı. Bazı sabahlar, çok fazla kişi olmazdı sonunda iki silüet dikkatimi çekti.
Kendi dünyalarına gömülmüş, hararetli bir konuşmanın tam ortasındaydılar. Ayak seslerimi yumuşattım, farkında olmadan sessizce yaklaştım. Dinlemek gibi bir niyetim yoktu. Gerçekten yoktu. Ama bazı cümleler var ya, insanın kulağına kendiliğinden gelir.
Okan.
Ada’dan hoşlandığını söylemişti zaten.Ama duygularını itiraf etmekten çekiniyordu.Bir kıvılcım bekliyordu, çünkü Ege’ye "ikizini seviyorum" demek kolay değildi. Boşuna bir dostluğu riske atmak istemiyordu.
“Açılmalısın bence, Okan gözünün içine bakıyor.”
Sesi, her zamanki gibi net, kararlı ve haklıydı. Sanki her şeyin kalbini hemen görebilen bir pusula vardı içinde. Ecrin haklıydı. Görüyordu, biliyordu.
“Bilmiyorum ya... Öyle değilse? Yanlış anlıyorsam?”
Yanlış anlamaktan çok, hiç anlamıyorsun galiba. Konuya bodoslama dalmak istemezdim ama... Dalmak zorundaydım.
Hayır, dürüst olayım: Dalmak istedim. Ve bunu fazlasıyla keyifle yaptım.
Sessizce bir sandalyeyi çektim, aniden yanlarına oturdum. Ada bir anlık şaşkınlıkla bana baktı. Gözlerinde yakalanmış bir suçlunun titrek parıltısı vardı.
“Demek Okan’dan hoşlanıyorsun, ha?” dedim.
Sözlerim mermi gibi çıktı, hedef belliydi. Ada anında savunmaya geçti.
Ses tonu panik doluydu, ama ben yemedim.Yutulmayacak kadar büyük bir yalandı.Gözlerindeki telaş, ses tonundaki titreme, her şey onu ele veriyordu.
“Öyle mi? Sevmiyorsun yani?” diye üsteledim.Cevap vermedi.
Ama gözlerinde küçük bir kırılma oluştu. Bazen kelimeler değil, gözler konuşur.O gözlerde Okan’a dair bir şeyler vardı.
“O zaman... şu an içeri giren Okan hiç umurunda olmaz.”
Bunu söylediğim anda elleri saçlarına gitti. Bir refleksle saçlarını düzeltmeye çalıştı. Başını sağa sola çevirdi, gözleri koridoru taradı.Telaş. Beklenti. Heyecan.
“Hani? Nerede?” dedi, gözleriyle Okan’ı arayarak.
Ada’nın yalanı, bir çocuk gibi kendi eteğine takılıp yere düştü.
(Zihnimde ada saçını düzeltirken Okan gelecek "Seni, senin bile haberin olmadığın şeylerden dolayı seviyorum. Sen boşuna saçlarını düzletiyorsun." Diyecekti ama fazla hızlı olur diye yapmadım 🥹) 3
Onu izlerken gözüm, yanı başımda oturan Ecrin’in gözlerine takıldı. Kısa bir an… ama içinden bin kahkaha sığacak kadar derin bir andı. Birbirimize bakar bakmaz bastıramadığımız bir gülümseme dudaklarımızdan taştı, ardından tutamadığımız kahkahalar birbirine karıştı. Sesimizin yankısıyla dönüp bakan Ada, gözlerini kısarak, kaşlarını hafifçe çatıp sahte bir ciddiyetle,
“Çok kötüsünüz…” dedi. Ama gözlerinin içi gülüyordu, biz bunu görmeye alışığız.
Biraz duraksadıktan sonra ona döndüm. “Okan’dan hoşlandığın artık kanıtlandı. Bence ona açılmalısın. Çünkü bazen hiç bakmaz sandığımız gözler, aslında sadece bizi izliyordur.”
Sözlerim havada asılı kalmadı; doğrudan Ada’nın içine işledi. Aslında söylediklerim sadece onun gözünü açmak için değildi. Belki de, içten içe kendi cesaretimi de besliyordum. Gözlerime minnetle bakan Ada, dudaklarında mahcup bir tebessümle,
“Teşekkür ederim, Çınar,” dedi. Önemli değildi. Ecrin konusunda onun yardımına ihtiyacım olacaktı, bunu ikimiz de biliyorduk.
Ecrin, o çok sevdiğim yüzünü bana dönerek hafif bir alayla,
“Sen de bu işlerde hiç fena değilmişsin,” dedi. Gülümsemesini gizlemeye çalışsa da göz kenarlarında oluşan çizgiler her şeyi ele veriyordu.
Alınmış gibi yaparak, dudaklarımı büküp başımı eğdim. “Fena değilmişim ha? Çok iyiyim. Olayı ben çözdüm!”
Böyle özgüven patlamaları yalnızca onun yanındayken çıkıyordu benden. Galiba benim ilklerim hep bu kıza yazılıydı: İlk seksek oynayışımda, ilk utandığımda, ilk âşık olduğumda…
Ecrin kollarını kavuşturdu, başını yana eğerek, “Hiç de bile! Ben tam çözüme ulaşmıştım, sen geldin hemen üstüne kondun,” dedi. Sesi kararlı, ama gözleri oyunbazdı.
Ona daha fazla konuşabilmek için ve sinirlendiğinde nasıl bu kadar tatlı olabildiğini görmek adına, “Tabii efendim,” dedim. Gözlerini devirdi ama o sinirli hali bile insanın içini ısıtan türdendi. Bir insan sinirlenirken nasıl bu kadar şirin olabilirdi, hâlâ anlamıyordum.
“Bak, beni sinirlendirme,” dedi tehditkâr olmaya çalışan sesiyle, “Yoksa iddiayı kazandığımda sana çok kötü şeyler yaptırabilirim!"
Dünyanın en güzel tehditlerinden biriydi bu. Bilmeden benim için en kıymetli şey olduğunu söyledi. Oysa bilmiyordu… O ne isterse yapardım. Bunun için iddia falan kazanmaya gerek yoktu.
Biz konuşurken Ege ile Okan da masamıza katıldı. Okan’ın elinde iki pamuk şeker vardı. Gülümseyerek kızlara almak istediğini söyledi ama ben biliyordum bunu Ada için almıştı. Ada’nın pamuk şekere olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktu. Hatta her fırsatta yüksek sesle dile getirirdi. Okan bu yüzden almıştı; aklında Ada vardı. Ama işte, hayat bazen aşkı bile perdeyle gizlerdi. Şu an Okan, kendi gönlünü gizlemenin maskesi gibi iki pamuk şeker taşıyordu ellerinde.
Ayağa kalkıp onlarla selamlaştım. Oturduklarında, Ada’nın gözleri istemsizce Okan’a kayıyordu. Ben fark ediyordum, ama Okan’ın ekranına gömülmüş hali hiçbir şeyin farkında değildi.
“Altı üstü ‘seni seviyorum’ diyeceksiniz, ne bu tantana?” dedim içimden. Ama sonra aklıma geldi:
Kelin ilacı olsa başına sürer. Dedi iç sesim
Ne alaka? Bilmiyorum. Ama biz işin içinde olunca aşk bile cümle kurmakta zorlanıyor galiba.
Derken bir garson kız geldi siparişlerimizi almak için. Gözleri doğrudan Okan’a kilitlendi. Öyle utanmazca, öyle çekincesizce bakıyordu ki göz teması kurmaktan değil, gözlerini kaçırmamaktan korkulması gereken anlardandı. Fakat o bakışı başka biri daha fark etti, Ada.
Ada’nın gözleri bir anda çelik kesildi. Garsona öyle bir bakış attı ki… Eğer bakışlarla adam öldürülebilseydi, kız şu an en az beş parçaya ayrılmış olurdu. Bu, ‘ben buradayım’ demenin en sessiz ama en güçlü haliydi. Garson fark etti durumu, toparlandı, siparişleri aldı ve ışık hızında gözden kayboldu.
Galiba Ada’nın şansı, Ege’nin o sırada lavaboda olmasıydı. Ve Okan’ın da telefonuna gömülmüş olması… Ne Ada, Okan’ın pamuk şekeri onun için aldığını biliyordu, ne Okan, Ada’nın onu nasıl kıskandığını…
İkisi de birbirine kör, ama birbirine ait.
Hem doğru, hem çok yanlış bir cümle. İflah olmazlar çünkü birbirlerini seviyorlar… Ama belki de aşk dediğin zaten biraz iflah olmaz bir şeydir.
Ege lavabodan geri döndüğünde odada hâkim olan sessizlikle yüzleşti. Gözleri masadakileri tek tek süzdü, dudaklarının kenarında hafif bir alaycılık geziniyordu.
“Neden kimse konuşmuyor?” diye sordu, sesi dalga geçer gibi, ama altında bir merak da gizliydi.
Ecrin, sandalyesine yaslanmış, gözlerini kısmış bir halde cevap verdi:
“Hiç... Öyle, seni bekliyorduk.”
Ege'nin yüzü, hemen tanıdık o kibirli gülümsemeye büründü. Burnunu hafifçe havaya kaldırarak,
“Ben olmadan konuşamıyorsunuz bile, değil mi?” dedi. Egosunu odaya yayılan bir parfüm gibi etrafa serpti.
Tam o anda arkasından gelen Asaf, omzunu Ege'nin arkasından uzatıp, gözlerini devire devire,
“Egonu çek de ben de oturayım,” diye homurdandı.
Ben ve Okan, Fenerbahçe altyapısında yoğrulmuştuk; her çim tanesinde terimiz, her soyunma odasında anımız vardı. Ama Asaf ve Ege… onlar bizim gibi değildi. Sonradan gelmişlerdi, başka toprakların, başka hikâyelerin çocuklarıydılar.
Asaf, Antep altyapısından çıkıp gelmişti; memleketinden bahsetmeye doyamazdı. Sanki yüreği hâlâ oradaydı da sadece bedeni buradaydı. Yer, zaman fark etmezdi; bir lahmacun görse, bir deyim duysa anlatmaya başlardı.
Ege ise Gençlerbirliği’nin disiplinli koridorlarından çıkıp gelmişti. Daha sonra katılmıştı takıma, önce Asaf’la, sonra da bizimle tanışmıştı lisede. Böylece biz dört kişi olduk, aramızda açıklanamaz bir bağ oluştu kimi zaman gergin, kimi zaman kahkahalı ama hep sahici.
Biz Fenerbahçeliydik. Asaf ise profesyonel olmanın gereği olarak tarafsız kalmayı seçmişti ama yine de bizimle derbileri kaçırmazdı. Bence içinde gizlenmiş, inatçı bir Fenerbahçeli yatıyordu.
Ege, sandalyesini usulca kenara çekip, boşluğa bakarak,
“Gel canım egom,” dedi. Öyle bir ciddiyetle söyledi ki, sanki görünmez bir misafire yer açıyordu. Asaf’ın üzerine yolladığı iğneli bakışları ise görmezden gelmekte usta bir tiyatrocu gibiydi.
Asaf sandalyesini çekip yanımıza oturduğunda artık eksiksizdik. Garson, siparişlerimizi önümüze bıraktı. Asaf için de sipariş vermiştik, onun tatlısı da yerini aldı masada.
Okan ile Ada’nın arasında gidip gelen bakışları fark eden Asaf, iki kaşını da kaldırarak bana döndü.
“Bunlar ne ayak?” dercesine bir bakış attı.
Ben başımı iki yana salladım; bunlar iflah olmaz demekti bu.
Asaf, başparmağını havaya kaldırarak onay verdi ve birlikte güldük.
Kahkahalarımıza bir gülüş daha karıştı—Ecrin’in gülüşüydü bu. Hafif, içten, sanki bir bahar sabahıydı da güneş doğmuştu. O gülüşte bir şey vardı, insanın içini ısıtan, zamanın durduğunu hissettiren bir şey. Ona baktım, sadece birkaç saniye ama sanki bir ömür geçmiş gibiydi.
Tam o anda Ege, dirseğini karnıma geçirdi. Hazırlıksız yakalanmıştım, refleksle iki büklüm oldum.
Bu çocuk hiç ölçü bilmiyor muydu? Gavura vurur gibi vurdu! Ecrin’in sesi kulağımda çınladı, endişeyle eğilmişti bana:
Doğruldum, nefesimi toparlayarak,
Ege kulağıma eğildi, sözde pişman bir tonla,
“Çok mu sert vurdum?” diye sordu.1
Ellerim kaşınmaya başlamıştı bile. Bir de pişkin pişkin soruyor.
“Ege, sus. Elimden bir kaza çıkacak,” dedim dişlerimin arasından. Gözleri parladı, yüzüme eğilip,
“Sen karıncayı bile incitmezsin,” dedi. Dudağımın bir kenarı istemsizce kıvrıldı.
“Ama sen karınca değilsin,” dedim.
Masadaki kahkaha tufanı, bu sözle patladı. Bir kişi hariç tahmin edileceği üzere, Ege.
Ama gün güzeldi. Çünkü Ecrin hâlâ gülümsüyordu. Ve o gülümseme, günün en parlak anıydı.4
-
Evet bir bölümün daha sonuna geldik
Umarım beğenmişsinizdir
Yorum ve oylarınızı bekliyorum 😜
Yazar hesabı @kitaap_dunyasii kitap hakkında bilgi almak isteyenler takip edebilir 💐
Okur Yorumları | Yorum Ekle |