Selamm
Yine yeni yeniden bir ben ☺️
"Fevkalade zaferlerim olmayabilir, fakat içinden sağ çıkmayı başardığım yenilgilerimle ile sizi şaşırtabilirim"
Feride abla da geldi, selamlaşma faslında göz göze geldiğimiz de yorgun kahveleri dikkatimden kaçmadı. Yorgun gözlerine rağmen bana ufak bir tebessüm sundu. Geldi gelmesine ama aslında daha önce de gelebilirdi, fakat gecikmesini yorgun gözlerine bağlıyorum bugün epey yorulmuş olmalı. Gereğinden fazla gecikmiş gibiydi ben geldiğimde Feride ablanın evde olmasını bekliyordum. Benim aklıma takılan Toprak abi'nin de aklına takılmış olacak ki "Sanki biraz geciktin?" Dedi sorar gibi
Feride abla ise karşılık olarak "evet aslında mahkeme daha önce bitmeliydi ama uzun sürdü biraz" dedi belliydi halinden yorgun gözüküyordu. Bir an önce uyumak istiyor gibi bir hali vardı.
Bu defa soru soran kişi ben oldum "Dava'yı kazandın mı?" diye sordum kahve irislerini bana çevirdiğin de yamuk ve kendini beğenmiş bir gülümsemesini takınarak "Sen bir bak bana dava kaybedecek göz var mı bende?" dedi Toprak abi güldü onun bu haline,
"Dışardan gören hiç dava kaybetmedin sanar" diyince Feride abla hemen müdahil olarak "O konu bana ağır gelir açma yasemen" dedi iyi hoş ama
Yasemin kim diye düşünürken Toprak abim de benim gibi düşünüyordu, garip bakışlarımızın hedefi olan Feride abla "Azıcık Instagram falan izleyin cahiller" dedi bize cahil dedi hoş olmadı.
Feride abla bizim hala bir şey anlamadığımız görünce oflayarak salonu terk etti, Toprak abim gözlerini giden Feride ablam'ın sırtından çekerek bana dikti. "bize cahil dedi" diye söylendi, yüz ifadesi şok içinde sesinde hala şaşkınlık kırıntıları vardı. "Abii sana yasemen de dedi" diye ufak bir hatırlatma da bulundum. Altı üstü ufak bir hatırlatma. Toprak abi sanki iki dakika önce olan şeyi unutmuş gibi şaşkın bir ifade ile Feride ablanın peşinden gitti.
Çok geçmeden "Feride yasemen kim?" Diyen sesi kulağıma ilişti.
"Toprak boğarım seni kocacım."
Boğarım diyince değilde kocacım diyince ürküyorum.
Lütfen ama Feride abla öyle bir insan mı? Kendisi şiddette karşı melek gibi bir insandır.
Evet savunma sanatı bilen, şiddete karşı melek gibi bir insandır.
Allah Allah savunma sanatı bilen şiddette karşı olamaz diye bir kural mı var, varda biz mi bilmiyoruz.
Ama bu konuda Feride ablamı asla hafife almam. Çünkü gerçekten savunma sanatı biliyor. Benim bildiğime göre birkaç kişi ona sarkıntılık edince öğrenmiş. Hatta benim lise zamanı yaşadığım olaylar sonrası bana da öğretmişti. Lise de yaşadığım olaylar daha çok psikolajik olsa bile sanırsam Feride abla beni biraz hırpalamak istediği için öğretmişti. Zira tam olarak öğrenene kadar kaç kez beni yere serdi hiç saymadım.
Feride ablam ile Toprak abim çetin bir sosyal medya kavgasına tutuştular, bu çetin savaş Güneş'in "acıktım" isyanı ile son buldu.
Hazırda bir yemek olmadığı için Feride abla beni mutfağa yanına çağırdı. Bir komutan edası ile bana emirler yağdırırken benim tek anladığım şey hızlıca bir makarna yapılması gerektiğiydi. "Çınar makarna sende, salata bende." Dedi bana makarna yapmayı kendisi öğretti, ama ne zaman makarna yapılacak olsa bana yaptırıyorlar. Feride abla gerçekten bugün yorulmuş olacak ki Güneş ile oyun oynayacak enerjiyi kendinde bulamamış mutfağa salata yapmaya gelmiş. Güneş'e kalsa bizim yanımıza mutfağa gelirdi, ama çok hareketli bir çocuk olduğu için bir keresinde Feride ablamın göz hapsinden kurtulup elini sıcak tencereye yapıştırdığı zamandan beri mutfağa yemek yapılırken girmesi yasaklandı.
Toprak abide Güneşe bakma bahanesi ile sanırım işten kaytarıyor. Neyse sofra toplama işini ona kitleriz olur biter. Makarnayı hızlı bir şekilde yapmaya çalışıyorum, zira Feride abla daha fazla yorulmasın diye onun elinde olan salatayıda halletmek istiyorum. Makarnayı kaynaması için ocağa koyduğumda Feride ablamın yanına geçip salatayı almaya çalıştım.
"Çınar çocuğum sen makarnanı yap yeterli. Salata yaparken yorgunluktan bayılmam."
Sanki, ama sanki ufaktan bıçağın ucu bana doğrulmuş gibi hissediyorum.
Pekala iyilik yaramıyor. Ben makarnamı yapmaya devam ediyim. Makarna piştiğinde bu defa ocağa sosu koydum. İlk önce yağı, daha sonra ise doğradığım soğanları içine attım. Benim makarnamın daha iyi olduğunu söylüyorlar, nedenini bilmiyorum. Sadece sosu yaparken içine birazcık nane ve biraz da fesleğen katıyorum. Fakat bu bir fark ediyor mu emin değilim. Soğanlar gerektiği kadar solduğunda salçamı içine atarak bir tur çevirdim, ve nane ve fesleğeni içine attığımda tamamdım. Bir yandan sos bir yanda da biraz kıyma kavurdum makarnanın yanında seviyoruz.1
Feride abla salatayı benden önce bitirdiği için sofrayı kurmuştu bile, bende makarnayı masaya getirdiğimde tam anlamı ile sofra hazır hale geldi. Tek eksik kalan şey Güneşi bahane ederek sofra hazırlamaktan kaçan Toprak abinin sofraya gelip masayı onurlandırmasıydı. Feride abla yukarıya doğru seslendiğinde bir kaç dakika içerisinde merdivenden patır kütür inen Güneş Feride ablanın kucağına atladı. Tabi özlüyordu annesini, sabahtan beri görmemişti.
Anne özlemi nedir biliyoruz. Sonsuza kadar Anne özlemi çekeceğimizi bildiğimiz gibi..
İstiyorum ki Güneş sonsuza kadar annesini özlemek zorunda kalmasın. İstiyorum ki Güneş benim yaşadığım şeylerin ucundan kıyısından bile geçmesin, ve istiyorum ki bir çocuk benim çocukluğumu asla yaşamasın.
Çünkü bazen yaralar asla eskimiyor. Çünkü bazen acısı geçmiyor. Bazen unutulmuyor. Bazen alışılmıyor. Bazen yaşamak için gücün bile kalmıyor.
Yine kendi iç dünyama daldığım da beni karanlık girdaptan kurtaran Güneş'in bıcır bıcır konuşup sofraya oturuyor oluşuydu. Ona bakarken dudağımın bir kenarı burukça kıvrıldı.
Feride abla Güneşi kucağında indirip sandalyeye oturttu. İçimde olup biten fırtınayı kimseye belirtmeden yavaşça sandalyemi çekerek bende oturdum. Toprak abim makarnadan biraz yediğinde "Çınar mı yaptı?" Diye sordu "Çınar varken ben makarna yapmam." Diyen Feride abla ile cevap vermek durumunda kaldım.
"Abartıyorsunuz, ayrıca bana makarna yapmayı bile sen öğrettin evde olmadığın zamanlar aç kalmayım diye. Toprak abi malum bir türlü beceremiyor."
Toprak abi elinde çatala sardığı makarnası ile bana baka kaldı. Yüzünde ise âdeta ihanette uğramış Kuzey Tekinoğlu ifadesi vardı.
"Şimdi ben ne alaka!?" Diye isyan edişi beni de Feride ablamı da güldürdü. Elindeki çatal ile bir beni birde Feride ablayı işaret edip "Her seferinde bana karşı birlik oluyorsunuz, fark etmedim sanmayın." Diyip gözlerini kıstı.
Feride abla ile birbimize bakıp beşlik çaktık. İnkar mı edicektik yok daha neler. Tabi ki biz muhteşem ikiliyiz, ve bu muhteşem ikilinin yegane görevi Toprak abiyi sinir etmek.
Yemeğimizi yedikten sonra sofra toparlanmadan Toprak abinin merdivenleri çıktığını fark eden Feride abla ve keskin gözleri oldu.
"Toprak bey hayırdır nereye? Sofra toplanmadı daha."
Şu ses tonunu bana uygulanmış olsa çıktığım merdivenleri tıpış tıpış geri iner masayı toplamaya koyulurdum. Toprak abi ise
"Off ben niye topluyorum." Diyerek isyan etti. Kendisi yemek, masa kurma, masa toplama işlerinden feregat etmek istiyordu. Diğer tüm işlere ise tamamdı. Ciddiyim özellikle bulaşıktan nefret ederdi. Tabi bizde bayılmıyoruz yani bu evde bir avukat var adalet işleri ondan sorulur o ne diyorsa odur.
"Yemeği niye biz yaptık?" Diyen Feride abla elini beline koyarak savaş moodunu açtığını belli etti. Toprak abi artık biliyordu ki Feride ablaya şu an ters giderse sonsuz bir trip döngüsüne girerdi. İşte bu yüzden tıpış tıpış aşağı indi ve masayı toplamaya başladı. Ne demiştim masayı toplama işini Toprak abiye kitleriz olur biter :)
Bende makarna yaparken üstüme yağ sıçradığı için üzerimi değiştirmeye yukarı odama çıkacaktım. Çıkarken arkamdan Toprak abimin serzenişini duydum.
"Çınar niye yukarıya çıkabiliyor?"
"O çok beğendiğin hapur hupur götürdüğün yemeği Çınar yaptı da o yüzden."
Evin reisi tartışmaya son noktayı koydu, ve bende bunun rahatlığı içerisinde odama çıktım. Üzerimi değiştirip salona tekrar indiğimde beni karşılayan manzara şuydu;
Feride abla ile Güneş birlikte koltuğa uzanmış ve Güneşin en sevdiği çizgi filmi izlerken uyuyakalmışlar. Toprak abi ise dijital kamerasını eline almış, fotoğraf çekiyor bizim evde neden bu kadar çok albüm var şimdi cidden anlıyorum. Beni fark eden Toprak abim
"Ne güzel uyuyorlar değil mi?" Diye sordu gözlerinde bile kızına, karısına olan sevgisini görüyor parıltıları okuyabiliyorum.
Ecrin ile olacaksa olur. Yoksa gerek yok. Benim kurduğum kaç tane hayalim varsa tam ortasında Ecrin var. Yani ya Ecrin ya hiç.
Toprak abinin sözlerine kafamı salladım. Benim diyebilecek pek sözüm yoktu, çünkü iç dünyam yine başka şeyler ile uğraşıyordu. Toprak abim'in kızına ve karısına bakarken sevgi yüklü gözleri ileriye doğru hayal kurmamı sağlıyor.
"Ben Ferideyi alayım. Sende güneşi uyandırmadan odasına götürüp yatır olur mu?"
Toprak abi koltuğun yanına gitti yavaş ve sessiz olmaya özen göstererek Feride ablamı kucağına aldı. Kaldırılmanın verdiği etki ile gözlerini aralayan Feride abla
"Güneş" diye mırıldandı. Sesi var ile yok arası, uyku mahmurluğu ile kısık çıkıyordu.
"Çınar yatıracak." Diyen Toprak abi ile sakinleşen Feride abla kafasını Toprak abinin göğsüne yasladı. Hem örnek anne baba hemde örnek karı koca bu ikisi gerçekten bu dünyaya fazla.
Toprak abi kucağında Feride abla ile merdivenleri çıktığında Güneşe yönelerek "Gel bakalım minik." Diyerek yavaşça kucağıma aldım. Hafifçe kıpırdanmak dışında bir aksiyon göstermeyen Güneş uyanmadı. Güneş'i odasına götürüp dikkatlice yatağına yatmasını sağladım. Yatağa yatırdığım kardeşim asla düz yatmayarak farklı şekillere girdi. Üstünü açacağının bilinci içinde yine de üstünü örttüm.
Kendi odama geçtiğimde direkt olarak yatağa uzandım. Uzandığım gibi günün tüm yorgunluğunu üzerimde hissetim. Zaten hep yatağıma yattığım zaman ne kadar yorulduğumu anlarım. Yorgunluk içinde kendimi derin bir uykunun kollarına bırakıp, fişi çektim.
...
Kabussuz bir sabaha merhaba diyorum. Bu, mucizeye benzer bir hafiflik. Elbette ilk günlerdeki gibi geceleri zangır zangır titreten, yastığımı terle ıslatan kabuslarla uyanmıyorum artık. Ama hâlâ, geceleri göğsüme çöken o karanlık, zihnimin loş odalarında pusuda bekliyor. Aynı korkular, aynı yüzler, aynı çığlıklar... Sanki zihnim bir kara delik; içine bastırılmış her anıyı, her korkuyu uyuduğum anda hortlatıp önüme seriyor.
Küçük Çınar’ı hatırlıyorum… Yeni kurtulmuş ama hâlâ titreyen, uykudan korkan o ürkek hâlini. Gecenin içinde gözlerini tavana dikmiş, her tıkırtıya irkilen, bir battaniyeye saklanan o çocuğu…
Benim psikolojimin darmadağın olduğu, beni tanıyan herkesin malumu. Evlat edindikleri ilk günden beri psikologlara taşındım. Fakat sürekli aynı şeyleri anlatmak, tekrar tekrar aynı kabusları kelimelere dökmek... Her cümlede yeniden yaşamak… Bu, iyileşmek değil; bu, yavaş yavaş içten içe tükenmekti. Terapi odasının beyaz duvarları arasında yankılanan her kelime, içimde yeniden kırılan bir cam gibi… Ben artık biliyorum, psikologla kat edilecek yolu çoktan yürüdüm. Şimdilik sadece biraz durmak, nefes almak istiyorum. Belki bir gün yine yürürüm.
Bazı şeyleri hâlâ atlatamadım. Bazı şeyleri unutmak bir seçenek bile değil. Çünkü ben, ne unutulacak, ne alışılacak, ne de zamanla silinecek şeyler yaşamadım. Herkes “19 yaşındasın, hayatının baharındasın” diyor. Ama kimse içimde dizleri kan içinde, gözleri umut yerine korkuyla dolu, kalbi paramparça bir çocuk taşıdığımı bilmiyor.
Ben kaç kere düştüğünü hatırlamayan, yıkıldığını sayamayan bir çocuğum. Ben, sırtında kemer izleri, ellerinde sigara yanıkları, ruhunda yankılanan çığlıklarla büyüyen bir çocuğum.
Ben, annesinin küçük savaşçısıyım. Her şeye rağmen dimdik durmak zorunda kalan… Ağlamamak için dişlerini sıkan, her şeyini birer birer kaybeden o çocuk benim.
Bak, buradayım. Hâlâ hayattayım.
Uçurumun kenarında, ayak parmaklarım boşluğa değecek kadar yakın. Ama hâlâ tutunuyorum.
Ben hiç çocuk olamayan çocuğum. Benim en büyük cezam; unutamamak, düşünebilmek.
Ben karanlık ışık sızmayan dünyamda kaybolmuşken odamın kapısı açıldı. Kapıdan içeriye giren küçük beden Güneş'e aitti. Odaya girdiğinde gözleri yatakta uzanan beni buldu. Güneş'in gelişi ile düşüncelere bir set çekmeye çalışarak yataktan doğruldum. Güneş yatakta doğrulduğumu gördüğünde minik adımlarla yanıma gelerek
"Abi uyaydın mı?" Diye sordu peltek konuşma şekli ve masum bakan gözleriyle
"Uyandım minik." Düşünceleri zihnime kilitlemiş biçimde Güneş'e içten bir gülümseme sundum.
"Babam abin çok uyudu. Git oyu uyaydır dedi." Sözlerini kısa bir an zihnimde birleştirdiğimde yerine oturmamıştı bu cümleler. Çünkü benim bildiğim Toprak abim böyle birşey söylemez. Aksine uyanmamam için çaba bile gösterir. Galiba benim masum sandığım minik kardeşim beni kandırmaya çalışıyor.
"Güneş, sen bana yalan söylüyor olabilir misin?" Şüpheci sesim ve kısılmış gözlerim ile sorduğumda kaçırdığı gözleri ayan beyan ilan ediyordu ki ortada beyaz bir yalan vardı. Elbette ufak bir yalan söyledi diye Güneşi azarlayacak değilim. Sadece yalan söylemenin iyi birşey olmadığını anlasın istiyorum. Gözlerinde mahcubiyet oluşmasını anbean izledim.
"Öşüy diyeyim abi, yalan kötü biyiyoyum. Ama şen uyuysan benimle kim oyun oynayayım." Yalan kötü olduğunu kabul eden mahcup başlayan sözleri isyankar bir tavırla bitti.
"Ben seninle oyun oynarım, ama bir kere daha yalan söylemek yok." Sözlerim bittiğinde Güneş'in yüzünde açan ışıl ışıl gülümsemeye baktım. Gülümsediğinde yanaklarında Toprak abim den aldığı iki büyük gamze ortaya çıktı. Onunla oyun oynayacağımı duymuş belki de yalan söyleme kısmına takılmamıştı bile.
"Yalan söyemek yok." beni tekrar etmesi söylediklerime sadık kalacağına dair bir yemin gibiydi. Aynı zamanda düşüncelerimi haksız çıkarmayı başarmıştı.
"Aferin minik, sen in salona ben geliyorum." Ellerini birbirine çarparak sevinçle odamdan çıktı. Çocuksu sevincini hafif bir tebessüm ile seyrettim. Gerçekten kardeşim diye söylemiyorum, aşırı sevimli bir çocuk. Kumral saçları, ela iri gözleri, tombul yanakları, iki büyük gamzesi ve pıtır pıtır yürüyüşü ile sevimliliğine sevimlilik katıyor. Tabi konuşma şeklini es geçemem.
Güneş'in arkasından bakmayı kesip, yataktan tamamen kaltım Güneş ışıkları pencereden içeriye sızarken hızlıca yatağımı toparladım. Daha sonra odamda bulunan banyoya geçerek elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçalayıp, üzerimde olan pijamalarımdan kurtulup kıyafetlerimi giydiğimde aşağı inmeye hazırdım. Salona indiğimde Toprak abiyi göremedim, kısa bir zaman dilimi içinde nerde olabileceğini düşündüğumde ise unuttuğum detay aklıma geldi. Bugün çalıştığı BESYO okulunda bir turnuva vardı. Bildiğim kadarı ile okullar arası yapılıyordu, aslında destek olmak için onunla gitmek istesek bile bu maçın onlar için kolay olacağını diğer maçlarda desteklemek için gelebileceğimizi söylemesi üzerine gitmekten vazgeçmiştik.
Feride abla beni gördüğünde "Uyandırdı değil mi bizim bıcırık." Sanırım Güneş'i ona şikayet etmemi bekledi, ama ne olursa olsun kardeşimi ele veremem "Yok abla ben uyanmıştım zaten." Kendimce Güneş'i kurtarma çabam şimdilik işe yaramış gibi gözüküyordu. Bir bakıma doğruyu söylüyorum zaten Güneş gelmeden uyanmıştım.
"Tamam, tamam. Senin için mutfağa birşeyler hazırladım. Hadi geç." Feride ablam'ın sözleri üzerine mutfağa doğru adımladım. Mutfak masasına oturup bir iki birşey atıştırdım. Kahvaltı da canım pek çok şey istemiyor açık söylemek gerekirse fazla yiyemiyorum, kahvaltı bizim gibi sporcular için fazla önemli bir öğün olsa da kahvaltıyı fazla sevmiyorum. Yedikten sonra masayı kendim toparladım. Zaten bu sırada Güneş yanıma gelmiş, resmen çabuk ye dercesine gözümün içine bakmıştı. Kardeşimi fazla bekletmemek adına masayı hızlıca toparlamış ikimiz birlikte salona girmiştik. Güneş koşarak odasından oyuncaklarını almaya giderken Feride abla;
"Kızım nereye gidiyorsun koşa koşa." Diye sordu fakat Güneş hanımefendi dönüp cevap verme zahmetine katlanmadan koşarak gidince cevap verme işi bana kalmış oldu.
"Oyun oynamak için oyuncaklarını almaya gidiyor." Dediğim zaman Feride ablam oflayarak
"Hayır ben anlamıyorum ki, bu çocuk niye illa abimle oynayacağım diye tutturuyor." Dudaklarımı aralamış cevap vermeye hazırlanırken salona giriş yapmış olan Güneş;
"Abimle oynayken canım hiş şıkılmıyoy sişinle oyun oynayken hep sıkıyıyoyum."
Feride ablamın gözleri pörtlemişti desem yeridir.
"Hey Allah'ım doğurduğum beni beğenmiyor."
Feride ablanın yanına yaklaşıp omzuna iki kez pat pat yaptım "Buna da alışırsın abla." Derken Güneşin elinde gelen Pembe Tavşan kulaklı taç maalesef ki görüş alanıma girdi.
"Geliyor benim prenses tacım." Diyen elbette bendim taç artık bana yapışacak diye korkuyorum. Feride ablanın eli omzuma iki kere pat pat yaptıktan sonra
"Buna da alışırsın oğlum." Dedi kısasa kısas diyor kısaca
Güneş gelip tacı bana uzattı, canım kardeşim takacağımdan ne kadar da emin. Taç ile kısa bir bakışma yaşadıktan sonra alıp kafama taktım. Lanet olsun içimde ki kardeş sevgisine ya da pembe tavşan kulaklı taç sevgisine mi demeliyim?
Güneş ile bol kahve içmeli, bol ses inceltmeli, ve bol bol pembe tavşan kulaklı taçlı saatler geçirdim. Sanırım Güneşin neden benimle oyun oynamayı bu kadar sevdiğini anlıyorum. Çünkü biz oyun oynarken en güzel ben ayak uyduruyorum. Fincanda ki olmayan kahveyi içerken höpürdetme desen var, sesini inceltip "eline sağlık kuzum." Deme var, çeşit çeşit taç takma desen o da var. Ben olsam bende benimle oyun oynardım.
Zaman böyle geçip giderken Güneş yoruldu, ve öğle sonrası uykusunu uyumak için Feride abla tarafından uyutuldu. Aslında yorulmuş olmasına rağmen oyun oynamaya devam etmek istiyordu, ama akşam maç var şimdi uyu ki akşam maçı izleyebil falan diyerek ikna etmiştim. Daha küçücük kız elbette anlamıyor izlediğini ama bu evde iki tane koyu Fenerbahçeli insan var. Bizim coşkumuzu sevincimizi görmek onun hoşuna gidiyor. Güneş uyuduğunda Feride abla tekrar aşağı gelip mutfağa girdi. Bir süre mutfakta kalınca ne yapıyor diye bakmaya gittim.
Girdiğimde Feride ablamın kek yapmayı bitirip, fırına attığını gördüm. Bir de kurabiye hamuru hazırlamıştı. Sanırım bununla bitmeyecekti zira hala tezgahta birşeylerle uğraşıyor yoğurduğu kurabiye hamurunu bile yapamıyordu.
“Abla ne yapıyorsun?” diye sormaktan kendimi alıkoyamadım, ama mutfağa girince yayılan mis gibi kokular zaten cevabı fısıldıyordu.
“Akşam çocuklar gelecek ya, maç izlerken yerler diye atıştırmalık bir şeyler hazırlayayım dedim,” dedi Feride abla, mutfak tezgâhının başında elini hamura daldırmış, gözleriyle fırının derecesini yokluyordu. O an, mutfağın içinde bir sıcaklık vardı — yalnızca fırından değil, aileyi hatırlatan o yoğun, sarmalayan sıcaklıktı bu.
Okan, Ada, Ege ve Asaf da... Ama esas mesele, Ecrin bizim eve gelecek.
“Abla bizimkiler kıtlıktan çıktı da benim haberim mi yok?” dedim, göz ucuyla tezgâhta biriken tabaklara bakarak. “Maç izlemeye gelecekler, biz açız bize yemek verin demeye değil.”
Feride abla gözlerini devirdi. “Off Çınar.”
“Tamam, tamam,” dedim ellerimi kaldırarak. “Senin bu marifetli oğlun bunu da halleder. Sen galiba börek falan da yapacaksın bizim kıtlıktan çıkmışlara. Ben kurabiyeyi hallederim… herhalde.”
“Herhalde mi halleder misin?” diye sordu gözlerini kısıp. Şüpheli bakışı, sanki kurabiye değil de gizli bir dosya hazırlıyormuşum gibi üzerimdeydi. Ama onun bana olan güvensizliği, nedense bana güven veren bir şeye dönüşüyordu. Tuhaf, ama gerçek.
Onaylar gibi başını salladığında kurabiye hamurunu alıp mutfak masasının başına oturdum. Tezgâhı o kaptığı için bana masa kalmıştı ama mesele değildi. Zihnim başka bir yerdeydi zaten. Kurabiyeye nasıl şekil versem diye düşünürken, zihnimde bir ışık parladı. Kalpli yapacaktım. Ecrin için.
Belki bilmeyecekti onun için yaptığımı ama önemli değildi. Beğenmesi yeterdi. Beğenirse, belki bir saniye bile olsa beni düşünürdü. Belki saçma... belki çocukça… ama değil. Onun ağzından dökülecek bir “güzel olmuş” bile benim için bir ömre bedel.
Elimi kalpli kalıplara uzatırken başka bir fikir geldi aklıma: geçen günlerde gördüğüm reçelli kalpli kurabiyeler. Videoyu telefonumdan açıp izlemeye başladım. Yüzüm ciddiyetle şekillenmişti, sanki milli maç öncesi strateji belirliyordum. Ellerim reçele bulanırken, içim heyecanla doldu. Kurabiyelere can verirken, Ecrin’in tebessümünü hayal ettim. Belki de o tebessüm, hayatımda görmek istediğim en güzel şeydi.
Mutfağın içi tarçın ve vanilya kokularıyla dolarken, geçmişim de zihnimin arka odalarında gezinmeye başladı. Toprak abi, Feride abla çalışıyor. Güneş'e biri göz kulak olmalı. Genelde evde olan kimse o sorumluluğu alıyor. Bense maçlar, antrenmanlar derken pek sık evde olamıyorum. Ama ne zaman evdeysem elimden geldiğince yardım ediyorum. Feride ablanın annesi, Nermin teyze, evin gölgesiz ağacı gibi. Herkesi içine alıyor, bana da sıcaklığını hiç esirgemedi. Onu ilk kez “anaanne” diye çağırdığımda yüzünde beliren ışıltıyı hiç unutamam.
Zihnim geçmişle, ellerim hamurla meşgulken zaman geçmiş gitmiş. Kurabiyeler pişmiş, ben farkında bile değilim. İki tepsi kurabiye... belki şekilleri tam düzgün değil ama hepsi ayrı bir hevesin ürünü. Sanki içimden taşan sevgi fırında pişip şekil almış. Gururla baktım eserime.
Feride abla yanıma yaklaştı. “Bu kurabiyelerin kime yapıldığı belli,” dedi.
Yüzüme en yapmacık, en şirin gülümsememi yerleştirdim. “Tabii ki sana, canım ablam benim.”
Göz ucuyla baktı, gülümsedi. Ama o gülümseme, gerçekleri gören bir dedektifin ifadesiydi.
“Yemezler Çınar Bey, yemezler.”
Yani bir evde avukatla yaşamak demek, duygularını savunmasız bırakmak demek. Çünkü onlar her mimiği okuyor.
Ah be kadın, bir şeyi de ANLAMA. Hemen sağa sola göz gezdirdim, ortam güvenli. Sırrım şimdilik bende.
“Abla, bu evde benim hiç özelim yok.”
“Özelmiş... Pöh. Benim özele saygım var gibi mi duruyorum?”
“Tövbe estağfurullah, asla! Sen, kim... özele saygı kim!”
“Yalnız... ben diyeyim Ecrin beğenirse, ‘Çınar yaptı’ diye söylerim, demedi deme.”
“Abla ne diyorsun! Kız demez mi durduk yere niye kalpli kurabiye yaptın diye?”
Feride abla sırıttı. “Ne güzel işte. Sen de, ‘Ben seni her gece yatmadan önce düşünüyorum’ dersin."
O cümleyi duyduğumda yüzümdeki ifade... sanki küçük çaplı bir kıyamet yaşanmış gibi.
“Abla, Allah aşkına, sen benim gece ne düşündüğümü nereden biliyorsun?”
Tam o anda, kapı çaldı. Allah'ım şükür! Daha fazla Feride abla dersi almamak için fırsat bu fırsat deyip mutfaktan fırladım.
Kapıyı açtığımda Toprak abiyi gördüm. Klasik tavrıyla, sessiz ama güvenli, yüzünde yorgun ama sıcak bir tebessüm… Eve gelen her kişi, bu hikâyenin bir parçasıydı. Ve bu akşam, belki de küçük bir kurabiye, büyük bir şeyin başlangıcı olacaktı.
Toprak abiyle birlikte içeri adım attığımızda, Feride abla bir selam bile vermeden sordu:
Bahsettiği, Toprak abinin okulunda oynanan turnuva maçıydı. Ben de merak ediyordum ama adam daha nefesini toplamadan sormak istememiştim. Toprak abi, Feride ablanın aceleci sorusuna gülerek cevap verdi:
"Sen kocanı tanımadın mı? Kazanırız dediysem, kazanmışızdır."
Feride abla yanına gidip gururla sarıldı:
Toprak abi kahkahayı patlattı, kollarını Feride ablanın beline doladı. Ben gözlerimi devirdim.
"Sizin kadar romantik ve sizin kadar hödük bir çift daha görmedim."
Yıllardır onlarla yaşıyorum ama hâlâ bu halleri beni şaşırtmayı başarıyor. Feride abla, Toprak abinin kollarından kurtulup saçını savurdu "Farkımız, tarzımız."
Bu sırada merdivenlerden pat pat sesler geldi; uykulu gözleriyle Güneş aşağı iniyordu.
Konuşması yavaş, hâlâ tam uyanmamıştı.
Toprak abi onu merdivenlerde karşıladı, küçük bedeni kucağına aldı. Güneş başını babasının omzuna yaslayınca, Toprak abi göz kırpıp onu gülümsetti.
Ben mutfağa geçip fırındaki kurabiyelere baktım. İlk tepsi olmuştu. Kurabiyeleri çıkarıp ikinci tepsiyi fırına sürdüm. Sonra Feride ablaya döndüm:
"Kurabiyeler pişerse çıkarır mısın?"
"Tabii ki, demene bile gerek yok. Zaten börek girecek ardından."
İçim rahatladı. Kurabiyeler emin ellerdeydi. Artık gönül rahatlığıyla odama çıkabilirdim. Zaman ilerlemişti. Hızlı bir duş alıp çıktım. Saçımı kurutma makinesiyle kurutmayı sevmediğim için havluyla kabaca kurulayıp üzerime mavi jean pantolonumu ve en değerli parçamı, A takım kadrosundan imzalı formamı giydim. O forma benim gururumdu.
Nasıl ki Ecrin’in 19 numarası onun için özelse, benim için de bu forma bir simgeydi. Tabii yalan yok, bir gün 07 numaralı formayı giyersem, işte o zaman her şey değişir.
Duştan yeni çıktığım için parfüm sıkmayı canım istemedi. Zaten doğal halimle çıkmak istiyordum. Aşağı indiğimde herkes hazırdı bile. Üç sarı-lacivertli arasında Feride ablanın siyah-beyaz forması hâlâ göze batıyordu ama biz onu böyle kabul etmiştik.1
Güneş’in yanaklarına sarı-lacivert boyalar sürmüşler. Tatlılığı fazla kaçıyordu. Her maç öncesi yaptığımız gelenek bu kez de tekrarlandı: Fotoğraf zamanı.
Toprak abi makineyi kurdu, geri sayım başladı. Beşten geriye doğru sayarken biz de yüzümüze o içten gülümsemelerimizi yerleştirdik. Sahte değildi, sadece poz vermiyorduk. Gerçekten mutluyduk.
Bir kare daha yerini aldı albümlerde. Evde sayısız albüm vardı. Benim 11 yaşımdan bu yana fotoğraflar birikti. Komik anılar, başarılar, rezillikler… Hepsi kayıtlı.
Maç yaklaşırken içimdeki heyecan büyüyordu. Derbi heyecanı bir yana, esas kalbimi hızlandıran şey başka: Ecrin'in bu akşam bizimle olacak olması. Ecrin...
Sevmek demek, onun elini tutmadan bile heyecanlanmakmış.
Sakin ol Çınar. Sakin... Derin bir nefes al. Kalbinin sesini bastırmaya çalışma, çünkü işe yaramayacak. Kapıya doğru yürürken, her adımda içimdeki coşku büyüyordu. Kapıyı açtım.
Karşımda Okan, Ege, Asaf ve Ada. Ecrin arkada mı kaldı?
Diğerleri de içeri girdi, selamlaştılar. Ama ben hâlâ gözlerimle onu arıyordum. Yeşil gözleriyle buluşmayı bekliyordum. Ama...
Ege, aradığımı fark etmiş olmalı ki sessizce söyledi: "Gelmedi."
Kalp atışlarım yavaşladı. Az önce onu göreceğim diye hızlanan o kalp, şimdi suskunluğa büründü.
Hayaller... kurduğum o küçük, masum hayaller... şimdi paramparça oldu.
Ve bu sadece bir eksiklik değildi. İçimde tarif edemediğim bir boşluk bıraktı.
Omzuma dokunan eller, dostlarımın desteği… hepsi iyi niyetliydi, ama yetmedi.
Kızgın değildim, kırgın da olmamalıydım. Ama kalbim… kalbim bunu bilmiyordu.
Ve artık o kurabiyelerin bir anlamı kalmamıştı.
Kalpli kurabiyeler… sadece bir tepsilik umutmuş meğer.
Neden gelmedi ağlamak ağlamak 😭
Çınar'ın yaptığı kurabiye ⬇️
Ponçik kalbimiz paramponçik🥺
Diğer bölümde görüşürüz inşallah 👋🏻
Okur Yorumları | Yorum Ekle |