10. Bölüm

9. Bölüm

Yazan bir kız ;)
1907_busra

 

"Yağan kar, kar yağışı altında dönen bir kız ve kurulan hayaller..;)"

 

ÇINAR GÖKSOY

An itibari ile sinemaya giriş yapmış bulunmaktayız.

"Mısır alalım mısır." Diyen Ecrin ile Mısır satıcısının yanına doğru gittik. Burada sadece biz yoktuk, sinema salonu epey doluydu. Mısır almak için ise önümüzde ki iki üç kişinin almasını beklemeliydik. Sıra bize geldiğinde iki paket mısır aldığımızda ben ücreti ödedim. Tekrar sinema salonuna doğru gitmeye başladık.

"İşte ben öderdim de şimdi buraya senin kaybetmen sonucu geldiğimiz için sen ödedin" diyen Ecrin ile gözlerim ona çevrildi

"Beleş seviyorum demiyorsun da atıyorsun da atıyorsun." Sadece onu sinir etmek için söylediğim sözler hedefi on iki den vurdu. Ecrin anında bana dönmüştü gözleri iri iri açılmış bir vaziyette;

"Ne münasebet ne münasebet. Paramız yok olsa veririz fakiriz diye beleş sever olmuyoruz yani."

Dedi son derece ciddi bir şekilde

"Tabi efendim." Diyip sırıttığımda yeşil gözlerini kısarak bana baktı.

"Ne var acaba? Ne var yani tabi efendimmiş beleş seviyorsam seviyorum oh iyi diyorum sana her şeyi sen ödeyeceksin."

Diye hızlı hızlı konuştuğunda hafif sinir ve biraz üşümeden dolayı yanakları da kızarmıştı. Sözleri üzerine kahkaha atmaya başlamam koluma vurmasına neden oldu. Fakat buna pek aldırdığım yoktu.

Gülmeye devam ediyordum, beni bırakıp hızlıca sinema salonuna girdiğinde biraz şaşırdım, böyle şeylere pek takılmaz aksine iyice sinirlenir biraz olan o çirkef yanı ortaya çıkardı. Şaşkınlığı bir kenara bırakıp gülmeyi keserek elimdeki mısırlar ile birlikte sinema salonuna girdim.

Salonun içine adım attığımda, o karanlık ve loş atmosferin bana neredeyse fiziksel bir tokat gibi çarptığını hissettim. Herkesin bir yerlere yerleştiği, mısır hışırtılarının ve fısıltıların iç içe geçtiği o yarı karanlıkta, gözüm sadece bir kişiyi arıyordu. Ve bulmam da uzun sürmedi.

Ecrin... Onu bulmak için çok çabalamama gerek yoktu zaten. Kalabalığın ortasında, bütün o gri siluetler arasında, o hep biraz daha net, biraz daha keskin durur. Yeşil gözleriyle karanlığa meydan okur gibi… Yüzünde her zaman bir şey var; alay mı, sitem mi, yoksa sadece kendine has bir ‘beni çözemezsin’ hali mi, ayırt etmek zor.

Elimdeki iki paket mısırla ilerlerken onu gözüme kestirmiştim ama işte tam o anda, başka bir tip evet, bir erkek kişisi onun yanına doğru yürümeye başladı. Gözlerime inanamadım. İçimden geçenleri tarif etmem mümkün değil ama dürüst olacağım: elimdeki mısırları yere fırlatıp ışınlanmak istedim. Evet, resmen fizik kurallarını çiğneyip kendimi onun yanına atmak istedim.

O herifin adımları hızlandıkça benim kalbim de hızlandı ama başka bir ritimle. Göz göze geldik. O an, içimde ne varsa gözlerimden dışarı sızdı galiba. Çünkü o çocuk başını önüne eğdi. Göz teması bile kuramadan, yanımızdaki sıranın en sonuna doğru sessizce kaydı. Ardından gelen o “Abi hadi gelsene” sesiyle meseleyi çözdüm. Kız kardeşiyle gelmiş. Ama hâlâ başka kızların yanına oturma cesareti… Pes.

İçimden “Şerefsiz” dedim ama dışımda sadece derin bir nefes aldım. O an anladım ki, tehlike geçmişti. Sahil temizdi. Artık sakince Ecrin’in yanına yürüyebilirdim.

Yanına oturduğumda mısırın bir paketini sessizce kucağına bıraktım.

“Teşekkür ederim,” dedi.

Aramızdaki havayı yumuşatmak için sordum, sanki biraz önceki kahkahama alınmış olabilir miydi diye:

“Gülüşüme alınmadın değil mi?”

Bana öyle bir bakış attı ki... Hani şu “saçmalama” ifadesiyle dolup taşan, dudaklarını kımıldatmadan konuşan cinsten.

“Gülmek mi... Sen ona gülmek mi diyorsun? Sinema salonunu inlettin. Ayrıca ben bir şakaya alınacak insan mıyım?”

Sustum. Yani sustum derken, mahcup bir “Pardon” döküldü dudaklarımdan istemsizce. O da hemen çaktı tabii.

“Tamam pardon falan deme, beni vicdan azabına sürüklüyorsun,” dedi gözünün kenarıyla bakarak.

İçimden güldüm ama belli etmedim. Ecrin işte... Alınmaz, ama alındıysa da belli etmez. Ve her zaman haklı çıkacak bir cümlesi vardır.

Ama ne olursa olsun, bu salonun karanlığında yan yana otururken, onunla tartışmak bile bir tür yakınlık. Sıcaklığı, kahkahası, hatta az önceki siniri… Her şey gerçekti. Ve ben, tam olarak o gerçeği

Film zaten bu süreçte başlamış oldu. Bir 10-15 dakika filmi izledikten sonra şunu söyleyebilirim ki oldukça güzel falan değil. Sıkıcı oldukça sıkıcı. İçimde verdiğim paranın bu filme asla değmediğini dair bir his var. Kötü tarafı bu his hiç yanılmıyor. İyi tarafı Ecrin ile birlikteyim, yanımda elini tutabileceğim, başını omzuma koyabilecek, saçlarını okşayabileceğim kadar yakınımda. Bu hissi seviyorum tüm günüm onunla geçse bile sıkılmayışımı aksine yarınıda tamamiyle onunla doldurma isteğini seviyorum.

Ellerimize baktım. İkimizde ellerimizi koltuklarının kenarını koymuştuk. Yakındı ellerimiz güzeldi avuç içlerimde olan sigara yanıkları olmasa belki daha güzel olurdu. Bu düşüncemle elim yumruk halini aldı. Koltuğun kenarından çektim elimi kucağıma koydum. İşte tam böyle zamanlarda kendimi ona yakıştıramazdım. Yaşananlar benim suçum değildi. O psikolojiyi çoktan atlattım, fakat içimde ya bir gün olursak olabilirsek bir ihtimalimiz olursa onun bana iyi geldiği gibi ben ona iyi gelemem diye korkuyorum. Ben bir şekilde hep onun için en iyisini düşünüyorum.

Bu sigara yanıklarını elimden kazıyıp atmak istiyorum. Kemal Zorlu dan bende hiçbir şey kalsın istemiyorum, ama bedenimde bıraktığı izler benimle ebediyete kadar gelecek biliyorum. Ben bunun ağırlığı ile yaşıyorum.

Sil bu düşünceleri, yanında Ecrin var. Ecrin sadece Ecrin başka hiç bir şey değil.

Sadece Ecrin.

Ecrin'e baktım. Filme dalan yüz ifadesine baktım. Kafamı sinema koltuğuna yasladım. Onu seyretmeye devam ettim. Kimi zaman yüzü buruşuyor, kimi zaman kaşı çatılıyor dudakları hareketleniyor bir şeyler mırıldanıyor. Onun tüm mimiklerini hafızamın en temiz noktasına hep hatırlamak üzere kaydettiğimi bilmiyor.

Bir anda bana döndüğünde hiç bir şey yapamadım. Öylece kaldım, ne kafamı başka yöne çevirebildim ne gözlerimi ondan alabildim.

"Filmi izlememek için sağa sola bakıyorsun anlamadım sanki" yaramazlık yapan bir çocuğu suç üstü yakalamış gibi konuşmasına yarımca gülümsedim, çünkü anlamamıştı.

"Tamam önüme dönüyorum." Suç işlediğimi kabul edercesine önüme döndüm. Aslında işlediğim bir suç yoktu, belki de suç sayılabilecek tek şey ona ne kadar aşık olduğumu dile getirmiyor oluşumdu.

Fakat yine de dediğime uyarak filme geri döndüm. Ancak bu filmde çıkarabilecek hiç bir şey bulamadım, daha doğrusu filmin amacını anlamadım. Tamam Barbie var tamam Ken'de var sonra, işte onu anlamadım.

Gözüm hala ara ara Ecrin'e kayıyor, ama yakalanırım korkusu beni kaçamak bakışlarla itiyor. Oysa biraz önce ne güzeldi. İzliyordum farkında da değildi. Şimdi bakamıyorum bile, yanımdayken ona bakamamaktan daha kötü bir ceza olabilir mi?

Belki de iki saatlik olan filmin sayılı dakikasını izleyerek bitirdim. Bir film daha Ecrin'e bakmaktan izlenemeden bitmişti. Şimdi sinema salonundan çıkmak için hazırlanmaya başlamıştık. Çantasını alarak koltuktan kalkan Ecrin beni sinir etmek için çaba göstermeyi ihmal etmedi.

"Çok beğendin filmi değil mi?" Neşe ile sorduğu soru daha çok beni gıcık etmek üzerine kurulmuştu. Fakat benim takıldığım nokta gülüşüydü. Mutlu görmeyi çok severdim özellikle benim yanımdayken gülüyor olması çok güzel.

"Ya hem de nasıl beğenmek eve gidince bir kere daha izleyeceğim." Gözlerimi güzelliğinden çekip cevap vermeyi başardım. Yeşilleri hala sinsi bir pırıltı taşırken;

"O kadar beğeneceğini tahmin etmiyordum." Diyip gülmeye devam etti. Tabi memnun olurdu gayet net farkındaydı ki filmi zerre kadar sevmemiştim. Ecrin'in yüzünde oluşan gülümseme hâlâ yerini korurken dışarıya çıktık.

Gökyüzünden düşen soğuk kristallerin Ecrin’i ne kadar sevindirdiğini tahmin ediyordum. Zaten onun kış ayını sevdiğini biliyorum; özellikle de kar yağışını. Beyaz örtü yavaşça yere inerken, onun gözlerindeki ışığı görmek benim için yeterliydi.

"Kar yağıyor," dedi. Sesinden sevinç akıyordu, gözleri sanki gökyüzünden düşen o kar taneleriyle yarışıyordu. Karı görünce öyle mutlu oldu ki, kendini tutamayıp koşarak karın altına geçti ve dönmeye başladı. Kendi etrafında, kar tanelerinin altında dönüyordu. Sanki dünyanın merkezi oydu, geri kalan her şey onun etrafında sessizce dönüyordu.

Mutluydu. Gülüyordu. Ben sadece izliyordum. Biz karın altındaydık, ikimiz de. O, kar yağışının tadını çıkarırken, ben onun o hâlini izliyordum. Üzerime yağan karları bile fark etmiyordum, gözüm yalnızca Ecrin’deydi.

Bazı insanlar, Ecrin’e karşı hissettiklerimi anlamıyor. Oysa insan dokunmadan da sevebilir. Sarılmadan da aşık olabilir. Elini tutmadan da heyecanlanabilir. Çünkü aşk ten'de değil, yürektedir.

Hayal ediyorum… Onunla bu karların altında dans ettiğimi hayal ediyorum. Elini tutup onu döndürdüğümü. Saçlarına düşen kar tanelerini bir bir temizlediğimi. Ellerimin saçlarını okşayışını... Saçlarının nasıl olduğunu merak ediyorum. Sert mi, yumuşak mı? Kalın telli mi, yoksa ince telli mi?

Soğuktan kızarmış minik burnuna bir öpücük kondurduğumu hayal ediyorum. Bütün hayallerim onunla ilgili. Bütün sevgim ona ait. Kalbim de öyle… Kalp benim, evet, ama onun için atıyor. Benim kalbim, bana bile çalışmıyor artık. Ama kızamıyorum ona, öyle güzel bir şey için atıyor ki, bırak kızmayı, şükrediyorum.

Ecrin, karın altında kendi etrafında dönmeye devam ediyor. Oysa ben, tam da o an, onun hakkında hayaller kuruyorum. Sessizce. Bir kenarda. Hep böyle mi olacak diye soruyorum kendime. Hayali bile bu kadar güzelken, gerçeği nasıl olurdu? Hep hayallere mi tutunacağım? Ya duygularımı açarsam ne olur?

Bir noktada, her şeyi bir kenara bırakıyorum. Düşüncelerimi, geçmişimi, zihnimi saran zehirli anıları… Hatta kendimi bile… Ama Ecrin’i kalbimden başka bir yere koyamıyorum.

Ve sonra... Aklımdaki bütün düşünceler bir yana, ona doğru yürümeye başlıyorum.

"Ecrin, hadi gidelim. Üşüyorsun, hasta olacaksın."

Kalbim romantik hayallerle meşgulken, beynim onun hasta olabileceğini öngörüp kırmızı alarm veriyor.

"Üşümüyorum Çınar, hem bak, kar ne güzel yağıyor."

"Yalan söyleme kırmızı burun. Hem şimdi üşüyüp hasta olursan nasıl kartopu oynayacaksın? Nasıl kardan adam yapacaksın?"

Zaafını biliyorum. Oyunları sever. Kardan adam yapmaya bayılır. Hele kartopu… Attığını devirmeden durmaz. Acıması da yoktur. Sanki keskin nişancı sevmişim.

"Tamam o zaman, hızlıca gidelim. Hasta olmayayım. Hasta olursam kolay geçmiyor."

İçimden bir cümle geçiyor o an: Ben bakarım sana. Ama dışımdan söyleyemiyorum. O cümle dudaklarımdan dökülse ne olurdu?Belki de her şey.

"Hadi arabaya" deyip hareklenmem ile Ecrin de benim peşimden arabaya bindi. Arabaya bindiğinde ellerini birbirine sürtüp ısıtmaya çalışıyordu. Şimdi ellerini ellerime alıp nefesimle Isıtmak vardı. Bu düşünceler beni esir almışken bir yandan da şunu getiriyor aklıma ne kadar daha böyle gidecek uzaktan severek eninde sonunda Ecrin'e ona duyduğum yoğun duyguları söyleyeceğim? Değil mi?

"Hani üşümemiştin?" Sözlerim kulağına çalındığı an hemen ellerini birbirine sürterek ısıtma işlemini kesti. Ellerini cebine soktu.

"Üşümedim ki."

"Yalan söyleme." Ecrin bana Bayık bir bakış attıktan sonra gözlerini devirerek önüne döndü.

Bu sırada telefonum çaldı. Telefonun ritmik melodisi arabayı kaplarken Ecrin'in de gözünün telefonuma kaydığını fark ettim. Arayan Okandı. Telefonu açtığım gibi;

"Alo, Çınar" diyen sesi kulaklarımı doldu Okan'ın

"Efendim Okan" ilk önce gülüş sesi geldi kulağıma

"Barbie filmi nasıldı?" Gülme nedeni anlaşılmıştı. Dudaklarım düz bir çizgi halini aldı.

"Aynı senin gibiydi, sinir bozucu."

"Aaa kınıyorum. Biricik kuzenin olduğumu sanıyordum." Hele şaka peşinde olduğu sinir bozan sesinden anlaşılıyordu, ama ben tahammül edemiyordum.

"Okan sahiden bunları söylemek için mi aradın?" Konuya girmedi gerektiğini açıkça belli ettim, ama yine de bu kadar hızlı bir giriş beklemiyordum.

"Hayır bunlar için aramadım. Kendim ve Ada için aradım."

"Sen ve Ada için?" Kelimeler ağzımdan çıktığı gibi Ecrin kulağını telefonuma yapıştırdı. Ona bunun gerek olmadığını göstermek için telefonu kulağımdan çekip hoparlörü açtım.

"Ecrin yanında mı?" Benden önce lafı alan Ecrin;

"Buradayım Okan."

"Güzel direkt konuya giriyorum, şöyle yapıyoruz. Ecrin sen Ada'yı arıyorsun. Hani geçen topladığımız kafe var ya oraya çağırıyorsun. Bende oraya geliyorum."

"Demek sonunda o büyük gün geldi" diyen Ecrin heyecanlıydı.

Bu defa konuşan ben oldum "Oğlum kar yağıyor farkında mısın? İlanı aşk edecek başka zaman mı yok?" Ecrin bana ters ters baktıktan sonra:

"Hayır hayır kar zaten durmak üzere, sen gel ben de Ada'yı çağırıyorum."

"Tamam gidiyorum ben sizde Ada dan önce gelin." Okan'ın ne kadar heyecanlı olduğu sesinden bile belli oluyordu. Bir çocuk kadar telaşlı zamanın bir dakikasını bile boşa harcamak istemeyen biri gibi geliyordu sesi. Oysa sakin bir yapısı olduğunu biliyordum, en son heyecanlandığını gördüğüm zaman bile aylar önce Fenerbahçe A takım kadrosuna seçildiği zamandı.

"Çocuk ne kadar heyecanlı niye heyecanını kırıyorsun." Diye bana sitemli bakan Ecrin'e karşı ben senin üşümeni istemiyorum diyemedim.

"Düşünemedim" diyip geçtim. Arabayı kullanmayan devam ettim. Bir süre sonra kafeye vardığımızda Ecrin yolda gelirken Ada'yı aramış buraya gelmesini söylemişti. Ada "Ayy kesin dedikodu yapmaya çağırıyorsun. Hemen geliyorum." Diyip tabiri caizse telefonu Ecrin'in yüzüne kapatmıştı.

Yaklaştıkça elinde bir çiçek buketle durmadan sağa sola yürüyen yerinde duramayan Okan'ı fark etmemek imkansızdı. Yanına vardığımda buketin pembe gül buketi olduğunu idrak ettim. Pembe Gül'ün anlamı gönlüm sende demekti, benim bu çiçeğin anlamı biliyor oluşumun nedeni ise Okan'ın babası Selim eniştemin Lale halam'a hep pembe gül almasıydı.

Okan belli ki babasının izinden gitmeye karar vermişti.

Yerinde duramayan Okan'ın yanına vardığım da elimi omzuna koyarak "Sakin ol." Yatıştırmak için sakin bir ses tonu ile konuştum.

Fakat cümlemin üzerine"Demesi kolay gel sen ol." Demesi bir oldu. Haklıydı demesi elbet kolaydı. Benim için Ecrin'in ağzından ismimin dökülmesi bile heyecanlanmam için yeterli bir sebepken Okan'ın halini düşünemiyorum, ama elimden de sakin ol demekten başka bir şey gelmiyor.

Okan kadar heyecanlı olan biri daha vardı Ecrin, o da yerinde duramıyor. Olduğu yerde hafif zıplıyordu. Sanırım hem üşüdüğü için hemde heyacanlandığı içindi bu hareketi. Ben o etekle üşür demiştim.

"Güller çok güzel. Belli ki manasından dolayı seçilmiş." Diyip Okan'a bakıp gülümsediğinde Okan'ın yüzünde utangaç bir gülümseme yer edindi.

Okan'ın yüzünde oluşan utangaç gülümseme ile epey şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Okan ne zamandan beri utanma duygusunu yaşıyabiliyor? Benim bundan niye haberim yok?

Ecrin Okan'ın heyecanlı ve ne yapacağını bilemez halini tamamıyla yok sayarak kendi kafasında sanırım bir dakika da kurduğu planını anlatmaya başladı.

"Şimdi şöyle yapıyoruz, Ada geldiği zaman ben onu oyalıyorum. Okan sen sessizce Adanın arkasından gelip diz çöküyorsun. Ben adayı omuzlarından tutup sana doğru döndürüyorum ve bom. Çok güzel olacak." Diye kendi kendine alkış tutan elbette ki Ecrin di. Okan da bende ona şaşırmış bir vaziyette bakarken o bunu hiç umursamıyor, planın ne kadar güzel olduğunu söylüyordu.

Okan'ın yüzünde hala tedirgin bir ifade vardı "Ne diyeceğim?" Diye sorduğunda Ecrin;

"Öldürür beni kirpiğinin her tanesi hayırlı cumalar aşkoların bir tanesi. Böyle de tamam mı Okan?" Kıkırdaması dalga geçmesinin nişanesiydi ama Okan bunu anlamadı.

"Gerçekten mi?"

Bu çocuğa bazen üzülüyorum. Lale halamdan nasıl böyle bir çocuk çıkmış inanılmaz. Bu konu üstüne halamla konuşmam gerekiyor.

"Salak mısın?" Bu sorunun cevabını gerçekten merak ederek sordum. Bana cevap vermeyen Okan hala alık alık bana bakarken Ecrin ile göz göze geldim. Başını iki yana sallayarak adeta "kendine gelmesi gerekiyor" diyordu.

İki elimle Okan'ı sarsmaya başlamam çok sürmedi. "Kendine gel anladık heyecanlısın." Gerçekten onu kendine getireme kadar sarsacağımı anlayan Okan başını salladığında durdum.

Hala düşünceli gözüküyordu, her ne kadar salak bile olsa onun için en iyisi olmasını diledim.

 

 

OKAN YÜCEL

Daha ne kadar saklayabilirim içimde? Her yerde gözlerim onu ararken, kalbim onunla çarparken, onsuz geçen her saniye eksik gibi gelirken nasıl susturabilirim içimdeki bu çığlığı?

Gözümü kapattığımda bile yüzü beliriyor. Gülüşü yankılanıyor aklımın en kuytularında. Onu düşündüğümde, içimden bir şeyler kıpırdıyor. Sanki kelimelere dökülse eksik kalacak kadar derin bir şey bu. O yüzden sustum bunca zaman. Ama şimdi susmak, ihanete benziyor. Kendime, duygularıma, Ada’ya…

Ve en çok da beklemeye.

Geç kalmak… Belki de bu hayatta en çok korktuğum şey. Ya bir gün benden bıkarsa? Ya biri benden önce davranırsa? Ya ben cesaretimi toplayana kadar onun kalbi başka bir ismi fısıldamaya başlarsa? Bu ihtimal bile, kaburgamın altında ağır bir sancı gibi dönüp duruyor.

Ablam… Evet, onun hakkını yememek lazım. O olmasaydı hâlâ oturup Ada’yı uzaktan izlemekle yetinirdim. Her lafında biraz tokat vardı ama tokatlar da bazen uyarıdır. Kendine getiren, “Uyan artık!” diyen bir sevgi biçimi. Onun bana ettiği hakaretler bile bir çeşit dua gibiydi aslında. Kendimle yüzleşmemi sağladı.

Beni en çok etkileyen sözüyse hâlâ kulağımda çınlıyor:

“Kalbin kıza bağırıyor, ama sen dudaklarını mühürlemişsin. Delirdin mi oğlum?”

Haklıydı.

Benim kalbim Ada’ya çoktan “seni seviyorum” demişti. Gözlerimle, sessizliğimle, bazen beceriksizliğimle… Ama şimdi sıra, dudaklarımda. Sesli söylemeye…

 

Derin bir nefes alıyorum. Elimdeki pembe güllere bakıyorum. Her biri bir kelime sanki. "Seni", "ne kadar", "çok", "sevdiğimi", "bilsen"… Cümleye dönüşmeye çalışan his parçaları. Ellerim terliyor. Parmak uçlarımda bir karıncalanma var. Kalbim, göğüs kafesime sığmıyor. O an, sanki bütün dünya beklemede. Hiçbir şey ilerlemiyor. Zaman, duraksıyor.

Kafamın içinde sesler birbirine karışıyor.

“Ne diyecektim?”

“Ya her şeyi batırırsam?”

“Ya kelimeler ağzımda düğümlenirse?”

Aklım susuyor, ama kalbim bağırıyor.

Çınar’ın sesi kulağımda yankılanıyor bir kez daha:

“Kalbin pusulan olacak.”

Bu kadar sade bir cümle, neden bu kadar derin geliyor bilmiyorum. Ama işte orada bir yerde, o pusula var. Kafam karmakarışık, ama kalbim net. Ne hissettiğimi biliyorum. Ne kadar sevdiğimi, ne kadar özlediğimi, ne zamandır bu anı beklediğimi… Hepsi kalbimde tek bir yöne işaret ediyor: Ada.

Nefesim kesiliyor gibi. Düşüncelerim çarpışıyor. Ama tam o anda, rüzgâr hafifçe yüzüme çarpıyor. Serin, ama uyarıcı. Ayılmış gibi oluyorum. Ellerimi siliyorum gizlice pantolonuma. Saçlarımı düzeltiyorum. Gömleğimin yakasını çekiştiriyorum. Aynada kaç kez prova ettiysem o cümleleri, şimdi hepsi kayıp.

Ama belki de gereksizdi tüm o tekrarlar.

Çünkü kalpten gelen sözün provasına gerek yok.

Ve sonra Çınar tekrar fısıldıyor:

“Geliyor... Ada geliyor.”

Zaman bükülüyor sanki. Kalbim o an bir boşluğa düşüyor. Dizlerimde bir titreme… Göğsümde sanki biri içeriye yumruk atıyor.

“NEE?!” diye bağırıyorum refleksle.

“Gerizekalı, bağırma! Bizi görecek. Geç şuraya!” diyor Çınar, beni kolumdan tutup kafenin duvarının arkasına çekiyor.

Nefes al, ver. Al, ver.

Kendime fısıldıyorum içimden:

“Halledersin."

Kelimeler düğümlense de, sesim titrerse de, Ada bilsin istiyorum.

Onu seviyorum.

Ve artık geri dönüş yok.

 

ADA SEÇKİN

"Ay kesin dedikodu yapmaya çağırıyorsun. Hemen geliyorum," dedim ve telefonu Ecrin’in yüzüne kapattım. Alınmaz o, alışkın benim cilalı kabalığıma. Hem dostluk da biraz budur zaten; birbirinin sertini yumuşatmayı bilmek.

Hazırlanmalıyım. Ne olursa olsun, bu şehirde biri sokağa çıktığında “Ada yine ortalığı yakmış” demeli. Görüp geçen dönüp bir daha bakmalı. “Bu kız başka bir gezegenden gelmiş olmalı” desinler. Yüzüme ne sürdüğümü soracak kadar kıskanmalı bazıları.

Elbette cildim doğal değil. Nerede görülmüş pürüzsüz ve doğal tenin aynı anda var olduğu? Gerçeklerin makyajı vardır; güzelliğin yok.

Hazırlanırken bile beynim susmuyor. Giydiğim beyaz kazağın, taktığım beremin, saçımın doğal salınımının arasında kafamda tek bir şey dolanıyor: Okan.

Stalkladım mı? Evet. Hem de itinayla. Her bir fotoğrafına bakarken kendimle savaşıyorum. “Niye hesabı herkese açık?!” sorusunun cevabı yok. Her ateş emojisiyle birlikte içimde küçücük bir kıskançlık kıvılcımı yanıyor. Ama asla söylemem. Katiyen fake hesaptan takip etmiyorum, yeminle. Takibe takipse, ben de hesabımı açtım. Eşitlik dedikleri bu değil mi?

Kendi kendime konuşmak başka, kendime cevap vermek başka bir seviye. Bunu da başarıyorum artık. İç sesimle boğuşurken kar yağıyor. Şehir beyaza bürünüyor. Ben de onunla. Karla yarışır bir beyazlıkta giyiniyorum. Dışım donsa da içim sıcacık. Belki bugün bir şey olur. Belki kardan adam yaparız. Belki bir mucize…

Ecrin’i görüyorum. Heyecanla yanına koşuyorum. Kalbim de benimle koşuyor sanki.

“Ada, kız niye koşa koşa geliyorsun?”

“Dedikodu var demedin mi?”

“Demedim.”

"NEE?! Dedikodu yoksa ben buraya niye geldim? Evde gayet konforlu bir şekilde Okan’ı stalklıyordum."

“Stalklamana gerek kalmasın diye.”

Anlamadım. Bu ne demek şimdi? Kafamda devrik cümleler, eksik anlamlar dolanırken Ecrin'in sesi yankılanıyor:

“Arkana bak.”

Döndüm. Zaman yavaşladı. Rüzgâr durdu. Kar havada asılı kaldı. Ve ben... nefes almayı unuttum.

Karşımda, bir buket pembe gülle diz çökmüş Okan duruyor. Hayal bu. Gerçek olamayacak kadar güzel bir sahne. Kalbim değil, tüm bedenim onun adını atıyor. “Rüyada mıyım?” diyorum, ama ağzımdan çıkan sesi bile duymaz haldeyim.

“Ben senin gibi bir güzelliği rüyamda bile göremem.”

Sanki yeryüzü birkaç santim daha yukarıda artık. Ayaklarım yerle bağını koparıyor. Kalbim, içimde kuş gibi çırpınmakla meşgul. Çocuk bana bakıyor, ama gözleri kalbime dokunuyor.

O an, ellerime titreme geliyor. Pembe gül buketini uzatıyor. Ellerimle alıyorum ama sanki ruhumu da onun avuçlarına bırakıyorum.

“Okan...” diyorum, ismini fısıldar gibi. Ama o tek kelimeye içimdeki binlerce duyguyu sığdırıyorum.

Güllere bakıyorum. "Gönlüm sende" diyorlar. Dile gelmiş çiçekler gibi susarak konuşuyorlar.

“Çok güzeller, teşekkür ederim.” diyorum.

O gözlerime takılıyor. Gülümsememe. Diyor ki:

"Gülümsemen kadar güzel olamazlar. Kokun kadar güzel kokamazlar."

Bu ne demek? Neden bu çocuk bana böyle şeyler söylüyor? Kalbim onu duymaya değil, onu kaldıramamaya yakın. Kalp atışlarım kulaklarımı dövüyor. İçimde yankılanıyor, bastıramıyorum.

“Ada, ben seni çok seviyorum. Bunu öyle afili sözlerle söyleyemem. Çünkü benim sevgimi dile dökecek sözler hangileri, seçemiyorum…”

O an anlıyorum. Bu çocuk kelimelere değil, kalbine güveniyor. Kalbiyle konuşuyor bana.

“Evine git dedikleri zaman başımı senin göğsüne yaslamak istiyorum… Çık dışarı hava al diyorlar, açıyorum senin fotoğrafına bakıyorum. Ben yolumu buldum. Benim yolum sensin.”

Tüm kelimeleri içime çekiyorum. İçimde bir yerlere işliyor. Yer etti bile. Başımı eğemem, sesimi saklayamam.

“Senin yolun da ben olabilir miyim, Ada?”

Yüzüme bir sıcaklık yayılıyor. Gözlerim dolu ama taşmıyor. Bu sahneye tek bir cevap var. Boynuna sarılıyorum.

“Sen zaten benim yolumsun." diye fısıldıyorum kulağına. Sözlerim onun omzunda eriyor.

Ve sonra…

“Seni seviyorum, seni seviyorum,” diye fısıldarken belimden kavrıyor beni. Döndürmeye başlıyor. Kar havada dans ederken biz de dönüyoruz. Kahkaham, gökyüzüne karışıyor. Ayaklarım yerden kesildi ama zaten gökteydim. Bugün 20 Aralık. Kalbime kazıdım. Unutmam.

Sonra yüzüme yaklaşıyor. Gözlerinin belki en derininden bana bakıyor.

“Ada, seni öpebilir miyim?”

Ah, ne izin istemesi… Bu çocuk ne tatlı bir aptal. Cevap bile vermiyorum. Parmak uçlarıma yükselip dudaklarına kendi cevabımı bırakıyorum.

 

ÇINAR GÖKSOY

Okan ile Ada’nın birbirlerine baktığı anlardan biriydi. Sanki dünya biraz yavaşlamıştı; onlar birbirlerine bakarken geri kalan her şey silikleşiyor, sadece ikisinin etrafında netleşen bir çember oluşuyordu. Göz göze geldikleri an, dudaklarının kenarında birer tebessüm beliriyor, sonra bu tebessüm çocuksu bir masumiyetle birbirlerine yaklaştıklarında buhar olup gözlük camlarını buğulandıran bir kış nefesine dönüşüyordu.

Ve sonra, o an.

Birbirlerine eğildiler, dudakları buluştu. Ne ilk kez ne de son kez yapıyorlardı bunu, ama yine de her seferinde sanki zaman durmuş gibi hissediliyordu. Bu öpüşme öyle aşırı, öyle abartılı değildi. Gösterişten uzak, ama tuhaf bir şekilde büyüleyici. Birbirlerine ait olmanın sade ve net ifadesiydi. İkisi de dünyanın geri kalanını unutmuş gibiydi. Umursamıyorlardı.

Ama ben oradaydım.

İzliyorum. Tanık oluyorum. Her bakışta, her dokunuşta bir fazlalık gibi hissediyorum kendimi. Sanki bu an onların kutsal mabedine izinsiz girmiş bir yabancı gibiyim. Gözlerimi kaçırmak istiyorum ama yapamıyorum. Gözlerim bedenime ihanet eder gibi onlara kilitleniyor. Neden izliyorum? Belki de bir parçama bunu hak ettiğini düşündüğüm için. Çünkü bazen kendi yalnızlığını başkalarının sevgisiyle tartarsın.

Ecrin videoya alıyor bu anları. Benim yerime kameraya odaklanmış. Okan’ın bir eli Ada’nın yanağında, diğer eli onun belinde. Ada gözlerini kapatmış, öyle bir teslimiyetle öpüyor ki Okan’ı... Sanki ondan başka kimseye güvenemeyeceğini anlatıyor sessizce.

Ve o an, bir şey içimde sızlıyor. Ne Ada'yla ne Okan’la ilgili. Ecrin'le. Yanımda olan ama hiç bana ait olmayan kişiyle. Onun gözleri de bu sahneye takılmış ama farklı bir yerden izliyor gibi. Belki gıpta ediyor, belki yalnızca estetik buluyor. Ama ben... ben kıyaslıyorum. Bir gün biri bana da böyle bakar mıydı? Böyle öper miydi? Yoksa ben yalnızlığımı özenle saklayanlardan mıydım?

“Yani,” dedim, “herkesin içinde herkesin olmayan şeylere bu kadar kolay tanık olmak neden bu kadar dokunuyor insana?”

Sonra Ecrin bana döndü.

“Bak, Ada bunu görünce sevinecek,” dedi gülümseyerek. Sesinde bir şey vardı. Renkli bir boşluk gibi... neşeyle maskelenmiş bir yorgunluk. Belki ben de aynı tondaydım.

Ve o videonun içindeki görüntü hâlâ zihnime kazınmışken, Ecrin’in bileğimden hafifçe tutup beni arabaya doğru çekmesiyle o an da dağılıyordu. Hafızama, anlamını yitirmiş ama hisleri kalan bir film karesi gibi yerleşiyordu o öpüşme.

Ben ise hâlâ bir seyirciydim. Kendi hikayemde bile arka planda kalan bir figüran gibi. Ama her figüran, filmin ruhunu taşır. Ve ben... kendi ruhumu onun gülüşüne saklamıştım çoktan.

"En yakın arkadaşımın öpüşmesini görmek çok sevdiğim bir aktivite olmadı." Diyebildim yine de, çünkü öyleydi. Özel bir anıya izinsiz tanık olmuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi.

Ecrin bana cevap vermeden çektiği videoyu izledi. Daha sonra da fotoğraflara baktı.

"Ben tam bir fotoğrafçıyım. Acaba bu fotoğrafları Pinterest'e falan mı yüklesem?"

 

“Sence de artık gitmemiz gerekmiyor mu? İnsanların özeline yeterince tanık olduk.”

 

Bu söz ağzımdan çıkarken, gözlerimi başka bir yöne çevirmeye çalışıyordum. Çünkü gözlerimin gördüğü, ruhumun taşımayı reddettiği bir ağırlıktı bu. Sevgiyle sarılmış iki insanın arasında olmak, sevgiye susamış biri için cezaya dönüşebiliyordu. Kendi yalnızlığıma doğru adım attım. Sözcüklerimi savunma değil, kaçış olarak fırlattım ortaya.

 

"Galiba haklısın, gidelim." dedi Ecrin ve o an adımını attığı gibi ayağı kaydı.

 

Zaman bir anda genişledi. Saniyeler değil, sanki mevsimler geçiyordu. Refleks gibi değil, içgüdüsel bir şeydi bu. Bir elim beline gitti, diğer elim koluna. Sanki düşse yere değil, hayatın tam ortasına çakılacaktı. Onu tutarken, aramızda hiç olmamış kadar yakın bir boşluk vardı artık. Düşmesini engelledim ama düşen bir şeyler oldu yine de… belki ben, belki kalbim.

 

Göz göze geldik. Bu kadar yakından ilk defa bakıyorum ona. Gözleri… uzaktan ela görünen o gözler, yaklaştıkça netleşen bir doğa mucizesi gibi tamamen yeşil. Orman gibi bir renk. Kaybolmakla özgürleşmek arasında bir yer. Bu kadar yakınına girince anlıyorsun, kimse aslında onun gözlerini tam anlamıyla görmemiş. Herkes dışından geçmiş, ben içine düştüm.

 

“İyiyim.” dedi Ecrin, hafif bir utangaçlıkla.

 

O anda dünya dediğimiz o büyük gürültü bir anda sustu. Sadece onun sesi kaldı geriye. Sanki bütün hayatımı tek kelimeyle iyileştirebilecek bir tonla söyledi "iyiyim"i. Onu yavaşça kaldırdım. Bedeninden çok, içindeki kırılganlığı yerden alır gibi. Saçlarını düzeltmeye başladı. O an... o an zihnime Cemal Süreya’nın o yakıcı cümlesi düştü:

 

“Seni senin bile haberin olmadığı şeylerden dolayı seviyorum... sen boşuna saçlarını düzeltiyorsun.”

 

Çünkü onun düzelttiği o saçlar, benim içimde fırtınalar koparıyor. Çünkü o bilmeden dokunduğu her şey, bende iz bırakıyor.

 

“Hadi gidelim.” dediğinde, bu kez düşmeden yürüyebildik. Ama ben hâlâ o düşüş anında takılı kalmıştım.

 

Ecrin’i evine bıraktığımda, kapıyı açarken bana baktı. O bakış... öyle sıradan, öyle sade ama sanki yıllardır beklediğim bir şeydi. Göz kırptı, gülümsedi. Gülüş sesine nasıl aşık olduğumu bilmiyor. O sesi duyduğumda içimdeki karanlık geri çekiliyor. Savaş alanı susuyor. Sadece o kalıyor.

 

“Filmi çok beğendiysen yine gideriz.” dedi.

 

“Zaferin Rengi’ne gideriz.” dedim.

 

“Barbie’yi daha çok sevdin zannediyordum.”

 

“Ecriiin.” dedim gülümseyerek.

 

“Tamam tamam, görüşürüz yarın.”

 

“Görüşürüz.”

 

Arabadan inip bana el salladı. Ben de usulca elimi kaldırdım. İçimden geçen her şeyi tek bir harekete sığdırdım: Geri gel. O an fark ettim… onun bana el sallamasını seviyorum çünkü o eli her kaldırdığında, sanki bir gün bana dönecekmiş gibi hissediyorum.

 

Onun yanındayken, zihnimdeki bütün o kötü sesleri susturuyorum. Deniyorum en azından. Çünkü o sesler ona değmesin istiyorum. Çünkü onun kalbine ulaşan en küçük hüzün, benim içimde deprem olur. Ben dayanırım. Dünya başıma yıkıldı, yine de ayakta kaldım. Yaşıyorum, evet. Ama onun gözünden süzülecek bir tek damla… beni yıkar. Kaldıramam.

 

Sevdiğim herkes için böyleyim. Toprak abim için. Feride ablam için. Güneş için. Okan, Asaf, Ege… dostlarım için. Onlar üzülürse, ben mahvolurum. Bana zarar gelirse, altından kalkarım. Ama onların kalbi kırılırsa, ben un ufak olurum.

 

Ve Ecrin.

 

O artık o listenin en başında. Altın harflerle, titreyen kalbimle kazıdım adını. İtiraf ediyorum: Ecrin’i seviyorum. Neden değil. Gerekçe değil. Plan, hesap, ihtimal değil. Onu sadece… olduğu için seviyorum. Varlığı yeter. Varlığı bile fazla.

Eve geldiğimde, üstümde günün yorgunluğu değil… Ecrin’in gülüşü vardı. O gülüşün hatırasını yorgan gibi çektim üzerime. Gözlerim açık yattım uzun bir süre. Sonra bir ara… gözlerim kapanmış olmalı.

Ama ne zaman ki telefon çaldı, uyandım.

Uyku, nihayet gölgemi yakalayabilmişti ki çalan telefonun sesi, geceyi ikiye bölen bir çığlık gibi yankılandı odanın duvarlarında. Göz kapaklarım kurşun gibiydi, açmak irade değil, savaş istiyordu. Gözlerimi hafifçe araladım, puslu bir rüyanın içinden uyanmış gibiydim. Elimi, komodinin üzerine koyduğum telefona doğru uzattım; karanlıkta, bir yabancıya uzanır gibi buldum onu. Ekranın soğuk ışığı gözlerimi buruşturdu, yine de cevapladım.

“Alo?” Sesim, yeni uyanmış bir insanın zamana küs tonuyla döküldü dudaklarımdan.

“Uyuyor muydun?” dedi Asaf’ın sesi alışıldık, rahat, gevşek.

İçimdeki yorgunluk dile geldi:

“Yok, göbek atıyorum...”

Gecenin bu saatinde, iki dakikalık bir uykunun bile pazarlığı olurdu ya, işte tam o noktadaydım.

“Anladım, uyuyordun.”

Zekânın sınırlarını zorlamaya kararlı bir yanıt. Gözlerimi devirdim.

“Zeki şey... Ne oldu, niye aradın akşam akşam?”

“Ege de yanımda, Okan da gelecek. Ege’nin aramaya götü yemedi. Ben aradım, o yüzden. Sen de gelsen. Bizim evdeyiz.”

Her gün birbirimizi gördüğüm insanlardı bunlar. Her gün. Ama yine de... çağırıyorlardı işte. Birbirimizin alışkanlığıydık.

“Oğlum, siz sıkılmıyor musunuz? Her gün birbirimizi görüyoruz lan.”

“Öyle deme Çınarcım.”

Ege’nin sesi kulaklarıma tatlı bir sitem gibi dokundu. Ne bilsin Ege, bugün onun ikiziyle Okan’ın o “özel anına” tanık olmuşum, neredeyse bir belgesel çekmişim.

İçimdeki sessizlik çığlık atsa da, dudaklarım yorgun bir tebessümle kabul etti:

“Tamam. Neyse, madem çağırdınız... gelirim.”

“Tamamdır, görüşürüz.”

Telefon kapandı ama uykunun sıcaklığı hâlâ yastığımda titreşiyordu. Gidene kadar direndiğim bir huzurdu o. Yine de kalktım. Elimi yüzüme çarptığım soğuk su, gecenin içine düşürdü beni. Hayat bazen sadece “başa gelen çekilir” cümlesine sığınmaktır. Aynaya kısa bir bakış, saçımı biraz düzeltmek… üstüme deri ceketimi aldım.

Aşağı indiğimde salonun ışığında Toprak Abi’yi gördüm, televizyona gömülmüş.

“Asaflara gidiyorum.” dedim, sesi değil, kafasını çevirmeden yanıtladı:

“Geç kalma.”

“Ben seni yollayayım, kapıyı da kilitlerim.”

Feride ablam yanımda belirdi, o sonsuz teyakkuz haliyle.

“Zaten sinemada ne olduğunu da anlatmadın. Gelince alırım ifadeni.”

“Tamam abla, tamam.”

Ayakkabılarımı giydim. Kapının eşiğindeydim artık.

Yürümek istedim. Bu gece yol sessizdi, kaldırımlar düşüncelere uygun. Arabayı almadım. Ruhum yürümek istiyordu, ayaklarım değil. Sokaklar ıssızdı ama gece, hiçbir zaman tamamen yalnız bırakmaz insanı. Gökyüzünden kar taneleri süzülmeye başladı. Bir sokak lambasının altından geçerken, lamba ışığında dökülen kristaller gibi bir siluet belirdi zihnimde: Ecrin.

Tıpkı bugün gibi kendi etrafında dönüyor gibiydi o ışığın altında. Hayal bile olsa, gözlerimde bir tebessüm beliriyordu. Ay gibi parlayan gülüşü, yankı yankı dolaşıyordu kulaklarımda. Onu hayal etmek bile iyileştiriciydi. Sanki gülüşüyle ruhumu yıkıyordu.

“Nereye daldın?”

Ege’nin sesiyle koptum hayalimden.

Bir adım bile atmadan söyledim:

“Ecrin’e.”

Bunu söylerken gözlerine bakmam gerekmiyordu. Ege'nin bana nasıl bir ifadeyle baktığını göz ucuyla bile görebiliyordum. Tanıyorum onu. Tepkisini ezbere biliyorum.

“Vah vah, orada Ecrin yok, farkındasın değil mi? Genç yaşta kafası gitti yazık yazık...”

Yaşlı teyzeler gibi konuştu, elinin tersiyle diğer eline vururken tiyatral bir üzüntüyle.

Ama ben gerçekliğinde ısrarcıydım.

“Ecrin bir yerde değil, Ecrin... gözümün dalıp gittiği her yerde.”

O an sustu. Birkaç saniyelik bir sessizlik. Sonra bozulmaması gereken duyguyu şakaya sardı yine.

“Haa, ben romantiklik yapıyorum desene. Bir an akıl melekelerini kaybettin sandım.”

“Off Ege, off... yürü içeri geçelim. Okan geldi mi?”

Sözlerimin ucunda hâlâ o ışığın altında dönen Ecrin vardı. Ama içeriye adım atarken biliyordum ki, dostluk da bir sığınaktır. Ve bazı geceler, insan sadece içinin çöktüğünü belli etmeden sığınılacak bir liman arar. İşte bu gece, onlardan biriydi.

Evin içi, dışarıdaki kış sessizliğine inat, sıcaktı. Burası dört duvar değildi, bizim için yastıksız bir iç döküm salonuydu. Gülüşlerin yankılandığı, dalga geçmelerin altından sevgilerin sızdığı bir karargahtı. Üst kata çıkan tahta merdivenlerin her çıtırtısı, birlikte geçen günlerin anılarına basıyordu sanki.

Asaf’ın odası...

Biraz dağınık, biraz plansız, ama tamamen bizdi orası. Her köşesinde bir anı vardı. Pencerenin yanında bir koltuk, üzerine atılmış bir sweatshirt, yerde açılmış bir çerez paketi... Hava, ev yapımı cips ve limon kolasının karışımıyla doluydu. İçeri girdiğimde, Asaf o bildik “piç gülüşü”yle karşıladı beni.

“Film nasıldı?”

Hiç “hoş geldin” demedi, ama gözlerinin içi gülüyordu. Onun dilinde sevgi böyleydi.

“Gerçekten çok iyi dostlar biriktirmişim.” dedim, sesi ironik ama içi gerçekti.

İçeri girdiğim an, hep bir ağızdan üzerime çullandılar:

“Filmi boşver de Ecrin’le nasıl geçti?”

Okan sormuştu. Bu cümlede bir merak vardı ama ben, hatırlamak istemediğim bir sahneyi geri çağırdım: Ecrin’in yanına oturmaya çalışan çocuk. Yüzüm gerildi, gözlerim dardı.

“Çocuğun biri Ecrin'in yanına oturmaya çalışıyordu. Üstelik kız kardeşiyle gelmiş, ama nedense başka bir kızın yanına oturmak istiyor. Ne saçma.”

Sözlerim keskin çıktı. İçimdeki kıskançlık, pasif değil aktif bir tepkiydi. Haklıydım. Bunu yapmaya hakkım vardı. Çünkü bazen insanlar, birini sevdiğinde sadece onunla olmak istemez, onun karşısına çıkabilecek her kötülükten de korumak ister.

“Ah, ben orada olmalıydım!”

Ege’nin sesi kahkahaya hazır bir öfke gibiydi. “Senin yürüdüğün kız bizimle yürüyor, aslanım! Derdim hallederdim.”

O an, sanki hep birlikte bir zaman makinesine binip çocukluğumuza döndük. Aynı mahallede büyüyen çocuklar gibi… Gerçek dostluk böyle bir şeydi. Ama ben gerçekliğe döndüm.

“İşte bu yüzden yanımızda değildin.” dedim, gülümseyerek.

“Aman... kıçımın kenarı beni beğenmiyor.”

Ege kendi cümlesine gülüyordu, ben ise ona cevap vermeye tenezzül bile etmedim. Gülümsemek yetti.

“Asıl mesele şu: Oturdu mu o çocuk?” Asaf konuştu. Meraklıydı.

“Hayır. Oturamadı. Bir defalık engel olmuş olabilirim. Ama bu böyle sonsuza kadar sürmeyecek. Bir gün Ecrin’in hayatına biri girecek.”

Sözlerim, itiraf gibi döküldü. Gerçekleri saklayamazdım. Kendimden bile.

“Madem Ecrin’in hayatında biri olsun istemiyorsun, neden ona açılmıyorsun?”

Asaf bu sefer doğrudan kalbime bastı. Cevaplamak zorundaydım. Sustukça içimde yankılanıyordu.

“Çünkü... korkuyorum. Beni sadece arkadaş olarak görüyor olabilir. Eğer duygularımı söylersem, onunla olan her şeyi kaybederim. Şu an onunla konuşabiliyorum, gülebiliyorum, sinemaya gidiyorum. Ama itiraf edersem, belki de her şey biter.”

Dostlarım sustu. Sessizlikleriyle beni dinliyorlardı. İşte bu, gerçek dostluktur: Konuşmadan da anlaşabilmektir. Biz, birbirimizin dilinden çok, sessizliğinden konuşurduk.

“Yani diyorsun ki... kaybederim diye söyleyemiyorum.”

Ege’nin cümlesi netti.

“Evet.” dedim, kararsızlıkla.

O an, Ege'nin gözlerinde bir ışık yandı.

“Peki sen olduğunu bilmese?”

“Anlamadım.” dedim. Ne demeye çalışıyordu?

“Duygularını aç ama kendini sakla. Başka bir hatla, başka bir isimle yaz. Kim olduğunu bilmeden okusun sözlerini, seni görmeden tanısın.”

“Ne diyorsun Ege?”

O noktada artık sabrı kalmadı.

“Beş duyu organın varken niye beni götünden anlamakta ısrar ediyorsun!”

Ege yükseldi. Ama sonra içinden bir yetişkin çıkar gibi kendini toparladı.

“Sakinim. Şimdi bak. Ecrin’e duygularını yazarsın ama kendi numarandan değil. Biz sen olduğunu bilmeden nasıl tepki verdiğini görürüz. Belki de içindeki duygular onu etkiler.”

Bir an düşündüm.

Belki de... evet, belki de işe yarayabilirdi.

O sırada Asaf ayağa kalktı:

“104 yaşında ölen büyükannemin hattı bizde. Onu getiriyorum.”

“Maşallah, sen de pek üzülmüşsün.”

Okan gülüyordu. Asaf ona gözlerini kısarak baktı.

“Sen ne anlarsın 104 yaşında ölen büyükanne acısından.”

Tiyatrocu gibi dramatik bir edayla konuştu, sonra da odadan fırladı.

Ben hâlâ oturuyordum. Kimse fikrimi sormamıştı. Ama artık fark etmiyordu.

Çünkü içimdeki asıl soru, sessizce çınlıyordu:

“Gerçekten işe yarar mı?”

 

 

 

 

 

Bölüm : 22.12.2024 21:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...