
Canlarım,
Açıkçası üzgünüm. Yorumlar çok azaldı. Oysa biz emek vererek yazıyoruz. Günlerce bir sahne üzerinde düşünüp duruyoruz, sizlere en iyisini verebilmek adına. Ancak yorumlar günden güne düşüyor. Eski bölümlerde 100'ü geçen yorumlar alırken, artık bölümler 40 yorumu bile geçmiyor.
250 kişiye yaklaştık ve hayali okuyucu sayısı oldukça fazla. En azından emeğe saygı açısından iki satır yorum yazmak çok zor olmamalı. Gerçekten çok üzgünüm. Bu yüzden, artık veto sayısı dolmadan yeni bölüm paylaşmayacağım. Kusura bakmayın.
Bazen bakıyorum, sıradan yazılmış bir kitap ya da hikâye bizden fazla yorum alıyor. Bu da emeğimize olan inancımı zedeliyor.
Veto sayımız: 250 beğeni ve 100 yorum. Bu sayılar dolmadan yeni bölüm gelmeyecek. Bu nedenle lütfen "Bölüm neden gelmedi?" diye sormayın.
Yorum yapan, emeğe saygı duyan okuyucularıma teşekkür ediyorum. Varlığınızı her daim hissediyorum. Sizlerin bir yorumu, bir oyu, bir takibi bile bizi bir adım ileriye taşıyor.
Lütfen sadece okuyup geçmeyin, destek olun. Rica ediyorum.
Kitappad, Tiktok, İnstagram ve Dream hesabım
👇👇👇👇
( 55Cerkezkizi055 )
___________________________________________
" Bir gül açtı yüreğimde, bir kuş kondu pencereme.
Bir sen varsın bende, bir de sevdan var ummansız yüreğimde.
Bir gelişin var gönül bahçeme, bir de gülüşün ömrüme hediye.
Bir hayal var gözlerimde, bir de gerçekler var önümde.
Bir can var canına âmâde, bir de aşkım var ölümüne..."
=55Cerkezkizi055=
Bölüm Şarkısı: Gülay- Ahirim Sensin
Ömürden ömür götüren anlar vardır. Canınızdan can gider, dizlerinizin bağı çözülür ne ileriye gidebilirsiniz nede tek kelime edersiniz.
Öyle zamanlar olur ki, "neden ben" dersin. Ama cevabını hiçbir zaman bilemezsin.
Neden!!!
İnsanın beynini kemiren, çözümü olmayan cevabı bilinmez bir soru? Altında binlerce cevabı olan oysa ki...
Yaren, bir sağlıkçı refleksiyle hemen diz çöktü. Nabzını yokladı, göz bebeklerini kontrol etti. nabzı vardı...
'' Bayılmış! Nabzı var, yavaş ama düzenli..." dedi, sesi soğukkanlı ama içi kaynıyordu.
"Kolonya! Temiz hava! Açılın biraz!"
Sesindeki otoriteyi ilk defa bu kadar net duyuyorlardı. Ev halkı hızla geri çekildi. Senem koşarak kolonyayı getirdi.
Leyal hanım, kızının yanıbaşına diz çöktü, alnına dokundu. Elleri titriyor, Gözünden yaşlar bir bir yanağına süzülüyordu.
'' Kızım... Canım... ne oldu sana böyle annem?'' sesi kısık ama titrekti.
Azade hanım, diğer yanında durdu, oda en az Leyal hanım kadar gelini için endişeliydi.
'' Çok yoruldu ... Kolay değil yaşadıkları. Vücudu tepki verdi.''
Behram ağa sadece başını eğdi. Gözlerinde endişe vardı ama onu dışa vurmadı.
'' Yükü kendinden ağırdı kızımın. Kolay mı ? bunca acıya sıkıntıya göğüs gerdi.''
Ve bir sessizik...
Ama bir kişi hâlâ hareket etmiyordu...
Yavuz.
Olduğu yere mıhlanmış gibiydi. Yüzü sapsarı, bakışları boştu.
Sanki ruhu bedeninden çekilmişti. Sanki o an, içinden bir çocuk çıkmış ve o çocuğun yıkılışını izliyordu.
Zergül Hanım gözünü torunundan ayırmadı. Leyla'ya olan sevgisini de, ona olan bağlılığını da biliyordu.
Ama bu hâl?
Bu donukluk?
Bu Yavuz değildi.
Adımlarını ağır ağır attı, torununun yanına geldi.
Bakışları, gözlerine değil... kalbine dokundu sanki.
"Yavuz..." dedi usulca.
Hiçbir tepki yok.
Sadece derin bir boşluk.
Bir adım daha yaklaştı, sesi biraz daha sertleşti.
"Yavuz.... Kendine gel evladım! Karın yerde yatıyor sen hala taş gibi durmuşsun!''
Ama hâlâ bir tepki alamadı. Gözleri doldu Zergül'ün.
Ona asla kıyamazdı ama bu an, başka bir şeydi.
Ve birden...
ŞAKKK!
Elini kaldırdı ve tokatladı.
Yavuz'un başı yana savruldu. Zaman yeniden akmaya başladı sanki.
Bir anda nefes aldı, derin ve zor bir nefes.
Gözleri yaşla doldu, iki adımda kehribar gözlüsünün yanında buldu kendini. Ve dizlerinin bağı çözüldü. Yanına diz çöktü Leyla'nın.
Titreyen avuçları ile yüzünü tuttu.
"Efüli'mm... Leylâm... Aç gözlerini."
Kıstıkça kıstı sesini, içindeki yangın kulaklarından değil, gözlerinden boşaldı.
Koca Yavuz... koca dağ... gözyaşlarına boğulmuştu.
Leyla'nın kirpiklerinde bir titreme oldu. Göz kapakları ağır ağır aralandı. 'Yavuz'un sesi başının yanında yankılanıyordu.
'' Efüli... aç gözlerini güzelim.... Ne olur..''
Birkaç saniye geçti. Sonra Leyla'nın gözleri yavaşça Yavuz'a odaklandı. zayıf ama belli belirsiz bir gülümseme belirdi dudaklarında.
'' Çawreşamın.....'' dedi fısıltıyla.
Yavuz'un içi titredi. Hemen eğilip alnına sevgi dolu bir buse kondurdu. Yavaşça kollarına aldı. Onu kucağına aldığında, sanki dünyadaki en kıymetli emaneti taşıyordu. Canına can katan kadına aşk ile baktı.
Yade Zergül, Azade hanım ve Leyal hanım derın bir '' Şükür'' çekti.
'' Abi odaya götür biraz dinlensin, bende birazdan gelir kontrol ederim.''
Yavuz adım adım oturma odasından çıkıp, merdivenlere yöneldi.
'' Korkuttun beni Leyle.''
''Korkma burdayım''
Odaya geldiklerinde Yavuz, yavaşça Leyla'yı yatağa bıraktı. Üzerini örtmek üzere dolaptan bir tane pike getirdi. Leyla, hayranlıkla izliyordu kocasını. Yavuz değil miydi zaten her düştüğünde tutan, koruyup kollayan? Geçen beş yıllarına bir inat uğruna yazık etmişlerdi.
Yüreği burkuldu, gözleri dolu dolu oldu. Kehribarlarına hüzün bulutu çökmüştü. Yavuz'un içinde binbir fırtına kopuyor olsa da Leyla'ya belli etmiyordu. Karısının yüzüne baktığında duraksadı. Efüli'sinin kehribarları dolmuş, birazdan yağmur olup yağacaktı.
"Leyla, ne oldu? Yine doldurmuşsun kehribarlarını."
Leyla, endişeyle kendisine bakan kocasına kırık bir tebessüm etti.
"Beş yıl be Yavuz, sensiz geçip giden o zamana yanarım..." dedi. Sesindeki tınıdan bile anlaşılıyordu kederi.
Yavuz için vicdan azabıydı o beş yıl. Neleri kaybetmişti bir hiç uğruna ve çok acı çektirmişti sevdiği kadına, istemeden de olsa.
Leyla'nın yanına gidip oturdu. Kolunu açarak karısının kafasını göğsüne doğru çekip sarıldı.
"O gun seni bırakıp gitmek, ölümden beterdi Leyla. Ama kalsam canını daha çok yakardım. Beni belki en iyi tanıyanlardan birisi sensin. Öfke kontrolüm yoktu o zamanlar," dedi.
Anılar gözünün önünden film şeridi gibi geçiyordu. O günleri hatırladıkça vicdanı kendisini rahat bırakmıyordu.
"Onu, yani o şerefsizi sevdiğini söylediğinde, kalbimde kıyametler koptu. Altında da ikimiz kaldık işte."
Yavuz'un ses tonu otoriter çıksa da dudaklarından binlerce hüznün özrü dökülüyordu.
"Düğün günü, imam nikâhından önce seni almaya geldiğimde, Yaren ile konuşuyordunuz. İstemesem de kulak misafiri oldum bir kısmına. O an dedim ki: Yavuz, doğru yoldasın oğlum. Leyla'dan sana hayır yok, boşa kürek çekip duruyorsun. Çünkü onu asla unutamadığını, kalbine kilit vurduğunu söylediğinde, benim kalbim kırk yerinden hançerlendi, Efüli."
Leyla gözleri dolu dolu dinliyordu sevdiğini.
Yanlış anlamalar değilmiydi zatan hayatlarını mahveden...
"Gitmek...
Hele seni gelinlikle, öylece, düğün gününde bırakıp gitmek... Ölümden beterdi.
Aklım ile kalbim arasındaki savaşta kaybeden ben oldum. Aklım ‘git’ dedi, kalbim ‘kal’...
Her iki durumda da sonuç değişmiyordu. Kalsaydım, senin de, kendimin de canını her gün yakacaktım.
Kendimi biliyorum ben Leyla, konu sen olunca gözüm dönüyor.
Ve ben... tehlikeli biri haline geliyorum."
Leyla o günleri hatırlayınca, gözünden bir damla yaş süzüldü.
Yavuz’u anlıyordu... Kendi doğrularına göre hareket ettiğini biliyordu.
O zamanlar belki çok acı çekmişti, ama…
İyi ki de çekmişti.
Eğer Yavuz kalsaydı, birbirlerini her gün biraz daha öldürürlerdi.
Leyla, gözleri dolu dolu Yavuz'a baktı:
"Unutamadığım o değil, sendin be çawreşamın. Nasıl göremedin gözlerimdeki seni? Sana kızgın değilim artık, gitmen ikimiz açısından iyi oldu yoksa aramızda ne sevgi kalırdı nede saygı. Günden güne birbirimizi tüketirdik."
Yavuz çok pişmandı ama geriye dönme şansı yoktu. Giden zamanı geri getirmeye kimsenin gücü yetmiyordu işte.
"Gordüm Efüli, kehribarlarında kendimi gördüm ama kıskançlık kalbimi ve gözlerimi öyle kör etmişti ki... O gözlerde Yavuz yerine hep Said'i gördüm."
Ne acıydı değil mi? Sevdiğinde başkasını görmek...
Ya Leyla gerçekten Said'i sevmiş olsaydı? Ya gözlerinde Yavuz değil de o olsaydı? Yavuz ne yapardı? Birden içi ürperdi. Düşüncesi bile canını yakmaya yetiyordu.
"Leyla, biliyorum, özrü olmaz ama affet beni güzelim. Seni bırakıp gittiğim için, kalbini paramparça ettiğim için, ömründen sevdiğinle geçireceğin beş yılı çaldığım için affet beni."
Leyla hafifçe Yavuz'a doğru döndü. Sol gözünden bir damla yaş yanağına doğru süzülürken, ellerini kaldırıp Yavuz'un yüzünü elleri arasına aldı, sakallarında parmaklarını gezdirdi.
"Ben seni affettim emmim oğlu, sen de artık kendini affet. Gözlerinde o pişmanlığı görmediğimi mi zannediyorsun? Görüyorum hem de çok net. Kalbimi kıran da sendin, yaptıklarınla ve sözlerinle tamir eden de sensin. Seni çok seviyorum karagözlüm," dedi ve Yavuz'un dolgun dudaklarına dudaklarını bastırdı.
Sade ama etkisi büyük, tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu.
Yavuz, durur mu, devamını getirdi hemen. Bu kadına karşı açlığı, doyumsuzluğu bitecek gibi değildi. Bunca yıl bir tek kadına bile dönüp bakmayan adam, mevzu Leyla olunca içinden vahşi bir aslan çıkıyordu.
Birbirlerine kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, kapının vurulma sesiyle irkildiler. Leyla hemen kendini geri çekti. Yavuz ise her defasında yarım kalan özel anlarının bölünmesinin sinirini yaşıyordu.
O kadar çok sinirlenmişti ki sesi bile değişti.
"Gel!" diye resmen kükredi.
Yaren, kapıdan abisinin kükreyişini duyduğunda neye sinirlendiğini anlamasa da, ürkek bir ceylan misali çekinerek kapıyı açıp kafasını uzattı.
"Gelebilir miyim?"
Leyla eliyle gel işareti yapsa da, onun bakışları abisindeydi. Gel demeden asla girmezdi.
"Hayırdır Yaren, otobüs mü bekliyorsun içeri girmek için?"
Leyla bu söze kıkırdarken, Yaren korkarak içeri girdi. Leyla'nın yanına geldi. Elindekileri sehpanın üzerine bıraktı.
"Yengecim, biliyorum yorgunsun ama son kez bir kontrol edeyim. Yarın hastaneye gel bir değerlerine baktırayım, bu bayılmaların sıklaştı, sebebi nedir öğrenelim."
"Bu ilk değil miydi? Daha önce de mi bayıldı?" diye telaşla sordu Yavuz.
Bazı anlar vardır ki en ufak bir şey sizde koca bir dağ olur; tıpkı şimdi olduğu gibi.
"Sen vurulduğunda iki defa da hastanede bayıldı. Biz stresten ve üzüntüden olduğunu düşünüyorduk ama bugün de olunca, tedbir amaçlı baktıralım dedim."
Leyla gözlerini devirdi. Altı üstü bayılmıştı. Bunlara kalsa "ne sağa ne sola, gömün toprağa" hesabıydı.
"Ya abartmayın, Yavuz'u çok merak ettim. Ondan olmuştur." diyerek konuyu kapatmaya çalışsa da ne Yaren ne de Yavuz kapatacak gibiydi.
Öyle bir bakışları vardı ki Leyla bir kocasına, bir de görümcesine bakış attı. İkisi de birbirinden deliydi. Pes etti.
"İyi tamam, ama bak göreceksiniz hiçbir şey çıkmayacak." dedi.
Yaren işini temiz ve itina ile yaptı. Yengesini gızelce muayene etti. Kafasjnda binbir tane soru vardı lakin hiçbirsey belli etmemeye çalışıyordu. Leyla iyi göründüğünü öne sürsede Yaren durumun iyi olmadığını anlayabiliyordu. Hastanede belli olurdu iyi olup olmadığı. İsini bitirir bitirmez ayağa kalktı " geçmiş olsun" diyerek odadan çıktı.
Bu defa da Senem, elinde yemek tepsisiyle içeri girdi. Ablasının aç uyumasına kimsenin gönlü razı olmamıştı. Leyla kardeşine "yok artık" bakışı atarken, Yavuz dudaklarını yalayarak
"Getir bacım getir, ablanda ben de çok acıktık." dedi.
Senem, elindeki tepsiyi sehpanın üzerine bırakıp tebessüm ederek
"Afiyet olsun abi, ablam sana emanet," deyip Leyla'ya da eliyle öpücük attı. Leyla, o öpücüğü havada yakalayıp kendisi de kardeşine aynı şekilde karşılık verdi.
Yavuz, karısını elleriyle besledi. Leyla ne kadar itiraz etse de Yavuz kabul etmedi.
Yemeklerini yedikten sonra Yavuz, boşalan tepsiyi mutfağa götürmek için ayaklandı.
"Gelirken bir şey istiyor musun, getireyim mi?" diye sordu karısına.
"Yok canım, sağ ol."
"Beraber film izleyelim mi, uykun yoksa?"
"Ya çok iyi olur ama sen yorgunsun?"
"Efüli, benim tek yorgunluğum sensiz geçen yıllarım. Bunları bırakıp geliyorum, sen de Laptop'tan film seç."
Leyla, yataktan ayağa kalkar kalkmaz başı döndü, midesi bulandı. Kendini lavaboya zor attı. Klozetin kapağını açıp midesindekileri boşalttı.
Yavuz, odaya geldiğinde banyodan gelen seslerle telaşlandı. Kapıyı açmaya çalıştı ama kilitliydi.
"Leyla iyi misin? Ne oluyor?"
Leyla o kadar halsiz düşmüştü ki, konuşmaya mecali kalmamıştı. Ama biraz daha ses vermezse, kocası konağı ayağa kaldıracaktı.
"İyiyim, merak etme. Çıkıyorum şimdi." diyerek ayağa kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Kilidi çevirip kapıyı açtığında, kendisine endişeyle bakan bir çift karagözle karşılaştı.
Yavuz, karısının beti benzi atmış yüzünü görünce daha çok telaş yaptı.
"Leyla, bu böyle olmayacak. Doktora gidiyoruz. Şu haline bak, rengin atmış."
Leyla, tez canlı kocasının kolunu tuttu.
"Merak etme, iyiyim. Ortalığı velveleye verme be adam.... Galiba üşüttüm, midemi bozmuşum."
Yavuz, karısının sararmış yüzünü avuçlarının arasına alıp alnına bir öpücük kondurdu.
"Ateşin yok... Leyla'mm, inat etme, gidelim doktora. Bak halin hal değil."
Leyla, kocasının bu hallerine alışık olmadığı için tuhafına gitse de, bir yandan da hoşuna gitmişti hani. Derdi Yavuz, dermanı da Yabuz değilmiydi.
"Aşkım, iyiyim merak etme. Bak kötü olsam, ben derim zaten sana 'gidelim' diye.Hem Yaren var bakar bana. Hadi film izleyelim, kızlarda gelsin lütfen." derken boynunu bükmüş, dudaklarını hafif büzmüştü.
Yavuz, şimdi bu kadına nasıl dayansındı? Güzelliği zaten kalbine zarar verirken, bir de bu halleri... içi gidiyordu.
"Ulan kadın! Biliyorsun zayıf yanımı, vuruyorsun hemen oradan. Tamam ama kötüleşirsen hemen gideceğiz hastaneye."
Leyla gözlerini devirdi. Kocası bazen çok elhamlı oluyordu.
"Tamam söz," diyerek konuyu kapattı.
Yavuz, eğilip Leyla'yı kucağına aldı. Yaptığı ani hareket, karısının yüreğini hoplatmıştı.
"Yavuz, ne yapıyorsun? Daha yaraların yeni yeni iyileşti. Bu yaptığın iş mi şimdi?" diye kocasına çıkıştı.
"Değil yaralarım, canım çıksa yine de seni taşıyacak o gücü bulurum kendimde kadın. Çok konuşuyorsun," derken Leyla'yı alıp katlarinda bulunan fılm odasına gortüp kabepenin uzerine biraktı. Telefonu ile Yaren'i aradı aşağıya inmeye üşeniyordu.
" Güzelim hadi gelin yengen film izlemek istiyor sizle. Mutfağa birseyler hazırlamalarinı soylemistim onlarıda getirin."
Leyla, telefonda konuşan kacasina bakarken şükretti . Şuan ki hallerine. Çektiği onca acı, mutluluğunun kefareti gibiydi.
"Allah'ım, senden gelene amenna. Boynum kıldan ince. Sana binlerce şükür, hamdü senalar olsun.
Şükretmek gerek...
Cefasına da, sefasına da.
Başımıza gelen her sınava, her imtihana.
Bazen bir acı, bir mutluluğun habercisidir.
Bazen gözyaşının ardında saklıdır tebessüm.
Bugün sahip olduklarımız, dün döktüğümüz gözyaşlarının meyvesi olabilir.
" Rabbim, bin şükür ki bu adamı bana yoldaş eyledin.Bizi birbirimize nasip ettin, kalbimizi birbirine mühürledin.
Hamdim sana, sonsuz teşekkürüm de..."
Yavuz, telefonu kapatıp karısının yanına geldi. Leyla, dalmış, kendisine öyle güzel bakıyordu ki Yavuz bir kez daha vuruldu bu kadına. Bin kez dünyaya gelse yine Leyla'yı isterdi ömrüne.
Sevdalık kolay iş değildi. Onların sevdası da binlerce sınavdan geçmişti ama mutlu olmayı hak etmişlerdi. Başlarına gelene de şükrettiler, şu anki hallerine de...
Birbirlerinin gözlerinde kaybolan karı koca, kapının vurulma sesiyle kendilerine geldiler.
"Gel," dedi Yavuz, kehribar gözlüsüne tebessüm ederken.
Yaren, Zeynep, Senem, Asmin ve Berzan elleri dolu içeriye girdiler.
"Maşallah gülüm anam, babam yâdem yok mu? Yâde sultan ablalar," diyerek Yavuz kardeşine takılıyordu. Leyla koluna hafifçe vurdu.
"Yavuz!" dedi. Kardeşleri onu anlardı ama Zeynep ve Senem yanlış anlayabilir, istenmediklerini düşünebilirlerdi.
"Abi kusura bakma ama madem film izleyeceğiz, tam kadro olmadan olmaz," diyen Senem ile Leyla şok oldu. Ondan böyle bir çıkış beklememişlerdi.
"Yavuz abi, kusura bakma, bizi davet eden sendin. Memnuniyetsizlik yapma, vallahi çekemeyiz," diyen Zeynep'le Yavuz'un ağzı açık kaldı.
"Tahir abim de gelmek üzere. Sen filmi ayarla ağam, hadi hadi!" Yaren abisine komutu vermişti. Yavuz, karşısındaki çeteye göz attı. Bunlarla baş edilir miydi hiç? Mümkün değildi.
"Tamam ula, tamam. Ağzımı açanı si...," deyip toparladı hemen kendini, "seveyim. Bari Sevda ve Zehra'yı da çağırın, kızlar da gelsin. Oldu madem, tam olsun."
Leyla onun pes etmiş hâline gülmeden edemedi. Kızlara göz kırptı:
"Aferin size," dedi.
Aralarında "Hangi filmi izlesek?" muhabbeti dönerken, Yaren:
"Abi ya, Sultan'ı izleyelim. Eski Türk filmleri gibisi var mı ya?" dedi. Ne varsa zaten hep eskilerde vardı.
Yavuz filmi ayarlarken Tahir ve Adem geldiler içeriye. Senem, nişanlısını özlemişti. Gerçi birkaç saattir ayrılardı ama iş yerinde de eskisi kadar sık göremiyorlardı birbirlerini.
Adem, Yavuz'un kulağına eğilip:
"Abi, o dediğin iş tamam," dedi. Gitmek için hazırlanırken Yavuz sordu:
"Nereye?"
"Gideyim abi, etrafı bir kontrol eder, odaya çekilirim."
"Otur lan, film izleyeceğiz."
Herkes yerini almıştı ve film başlamıştı.
Bazen kahkahalara boğulurlarken bazen de gözyaşlarına hâkim olamadılar.
Zeynep ve Yaren kafa kafaya vermiş, burunlarını silerken; Tahir, Senem'in gözyaşlarını parmak uçlarıyla siliyordu.
Berzan filme odaklanmış, ha bire boğazının derdindeyken, Adem sevdiği kızın ağlamasına dayanamıyor, kaş göz arası bakıp hemen bakışlarını geri çekiyordu.
Yavuz ise hayretler içinde etrafındakilere baktı. Hayır, altı üstü filmdi yani, neye bu kadar ağlıyorlardı ki?
Hele karısı... İyice sulu göz ve sümüklü olmuştu. Peçete yettiremiyordu, en son ruloyu ona vermekte buldu çözümü.
Filmin son sahnesine geldiklerinde ise Yavuz'un bile gözleri dolmuştu. O gelinliğin havada uçuşarak kadının ayaklarının önüne düşmesi, herkesi ağlatmaya yetmişti.
O anlarda Leyla'yı düşündü. Düğünleri olmuştu ama zoraki bir düğündü. Evlilik teklifi bile etmemişti. Üstelik beş yılları heba olup gitmişti. Karısına bir mutluluk borçluydu. Ve bir gün, o mutluluğu ona vereceğine inanıyordu.
Herkes o an filmdeki karakterlerin yerine kendilerini koydu. Zeynep, Yağız ve kendisini hayal etti. Ama o teğmen bu kadar sabırlı olmaz, tutar kolundan nikâh dairesine götürürdü. Deliydi bir kere. Kafasına koyduğu zaman yapamayacağı şey yoktu. Bir an Yağız'ın o hallerini düşününce yüzünde aptal bir sırıtma peyda oldu.
Leyla, koluyla Yavuz'u dürttü. Gözleriyle Zeynep'i gösterdi:
"Şuna baksana, kesin Yağız'ı düşünüyor, yüzündeki tebessümden belli."
Yavuz Zeynep'e baktı:
"Buldun kendine layık elti, mutlusun bakıyorum da hanımağa'm. Berzan'a da buldun mu birini? Ona kimi alacaksın? Tam sağa layık elti olması lazım, aşağısı kurtarmaz."
Leyla sinsice sırıttı:
"Var aklımda birisi," derken Sevda'yı baştan aşağı süzdü. Berzan'a çok yakışacaktı. Yan yana ne kadar güzel bir tablo oluşturmuşlar, haberleri yoktu.
Sonra içinden "Tövbe ya Rabbi, git gide Yâde Zergül'e benzedim," dedi. O da milleti baş göz etmeyi severdi. Eee, kimin torunuydu? Soyu da huyu da çekmişti.
Leyla ve Yavuz, birbirlerine bakıp gülümsediler. Yade Zergül deyince, besmele çekmeden olmuyordu. Ee yılların tecrübesi; ondan öğrenecekleri daha çok şey vardı.
"Leyla, git gide Yade’m’e benziyorsun. Hayır, kadının içinden ne çıkacağı belli olmuyor. Hatun, sen de öyle olursan ben sizle nasıl baş ederim?”
Leyla, kocasına yandan ters bir bakış attı.
"Aşk olsun! Ben öyle biri miyim? Ayrıca ne varmış yani bizde, baş edemeyecek?"
Yavuz, "Yapma,"der gibi bir bakış attı.
"Efülüm, sen değil misin Fırat’ı iki kez vuran... Ulan kadın, her hâlin mi asil ve güzel olur? Çok seviyorum lan seni, öyle böyle değil kadın. Bir bilsen, bir görsen içimdeki seni… aklın hayalin şaşar. Şu yürek var ya, şu yürek…"
(Eliyle kalbini işaret etti.)
"Bir tek sana böyle atıyor. Sen yoksan, nefes almanın da yaşamanın da bir anlamı yok Leyla. Hayatıma, kalbime, evime, yüreğime geldiğin için teşekkür ederim."
Leyla’nın gözleri dolu dolu oldu yine. Bu adam, bu gece kalbine indirecekti. Bu sözleri duymayı ne çok beklemişti…
Sevdanın cefası olmadan, sefası olmuyordu. Yürek, acıyı dibine kadar yaşamadan mutluluğun kıymetini bilmiyordu. Sevda da imtihan olmadan mutluluğa erişilmiyordu.
Bir çift göze kalbini,
Bir güzele ömrünü verirdi insanoğlu.
Yavuz, kalbini de ömrünü de Leyla’nın önüne sermiş, uğruna feda etmişti.
Kimseye boyun eğmeyen, Antep’in nice güzellerine bir kez bile dönüp bakmayan, Azerbaycanlı Elmira’ya bile rest çeken Antep’in adaletli ve gözü kara ağası Yavuz Miroğlu, amca kızına gönül vermiş, onu hayatının merkezine koymuştu.
Leyla demek; aldığı nefes, içtiği su, uyuduğu uyku, gülen yüzü, gören gözü demekti.
Kısacası Leyla varsa Yavuz vardı. Leyla yoksa, Yavuz’dan geriye bir enkaz kalırdı.
Kara sevdaydı onlarınkisi. Ayrılıkları herkesi yakan, kavuştuklarında her yere mutluluk saçan ve örnek olan cinstendi.
Saat gece yarısını geçmişti. İkinci bir filmi de bitirdikten sonra, ortalığı toparlayarak herkes odasına çekildi.
Yepyeni gün, onlara neler getirecek bilinmezdi…
Sabahın örtüsü, Antep semalarını sarmış; güneş tepeye doğru çıkarken en parlak ışınlarını sanki Leyla ve Yavuz’un üzerine örtmüştü.
Yavuz, gözüne gelen ışıkla gözlerini yavaşça araladı. Burnuna dolan gül kokusu ciğerlerine bayram ettirirken, yanındaki kadın huzuru vadediyordu.
Yavuz, güzel karısına bakmaya doyamazken saçlarına binlerce öpücük kondurdu. Karısı bebek gibi uyuyordu ve mis gibi kokuyordu.
Leyla’nın başını eliyle göğsünden yavaşça kaldırıp yastığın üzerine bıraktı. Sessizce yataktan kalktı.
Önce giyinme odasına gidip kendine iç çamaşırı aldı, ardından banyoya geçti.
Zeynep, sabah erken kalkmıştı. Bugün bir duruşması vardı; şirketteki son dava olacaktı. Artık kendi bürosunu açma zamanı gelmişti, hatta geçiyordu bile.
Yeterince bu aileye yük olduğunu düşünüyordu. Keşke şu bela olmasaydı başında… Kardeşleriyle birlikte olurdu en azından.
Belki lüks bir hayatları olmazdı ama yan yana olurlardı. Hepsi o üvey babası olacak zalim adam yüzündendi.
Annesi nasıl böyle biriyle evlenmişti, hâlâ anlayamıyordu. Gerçek babası kimdi, neden onları terk etmişti, hiçbir fikri yoktu.
Annesi de hiçbir şey anlatmamıştı ki, arayıp bulsun. Kafasında binlerce soruyla hazırlanıyordu.
Telefonu çalınca, düşüncelerini bir kenara bırakıp komodinin üzerindeki telefonu almak için yatağa yöneldi.
Bir anda yüzünde aptal bir tebessüm oluştu. Bu adam, yüzünde güller açtıran ikinci erkekti.
"Ooo, teğmenim. Siz bu saatte beni arar mıydınız?"
Yağız, ahizenin diğer ucunda gülümsedi:
"Seni çok özledim be eli maşalı. Göreve gideceğiz, gitmeden sesini duymak istedim."
Zeynep’in yüreği cız etti. Her göreve gittiğinde aklı gidiyordu; ona bir şey olacak diye korkuyordu.
"Yağız…"
Sustu. İçinde fırtınalar kopuyordu ama dik durmalıydı. Karşısındaki adama belli etmemeliydi.
"Ne zaman gideceksiniz?"
"Birazdan."
Zeynep’in sol gözünden bir damla yaş firar edip yanağına süzüldü.
"Dikkat et kendine… Lütfen."
Yağız, sanki Zeynep onu görüyormuş gibi başını aşağı yukarı salladı.
"Merak etme çimen gözlüm. Seninle kavuşmadan ölmek yok."
Zeynep, "ölüm" kelimesini duyunca sağ gözünden bir yaş daha aktı.
"Deme öyle, teğmen. Ölüm kelimesini alma ağzına. Gideceksin, sağ salim döneceksin."
Dili böyle söylüyordu ama kalbi kan ağlıyordu.
"Döneceğim sevdiğim, döneceğim."
"Teğmen…"
Yağız, merakla ne diyeceğini bekliyordu.
"Efendim?"
Sesinden merakı belli oluyordu.
"Seni çok seviyorum. Lütfen dikkat et kendine. Allah’a emanet ol."
Zeynep, ilk defa içinden gelerek, dolu dolu sevdiğini söylemişti Yağız’a.
"Bu teğmen senin Allah’ına kurban! Bekle beni çimen gözlüm, geleceğim. Allah’a emanet ol."
Birbirlerini kâinatın yaratıcısına, Rab’lerine emanet ettiler. Oysa ki, gelecek günlerden habersizdiler…
Zeynep, telefonu kapattıktan sonra evrak çantasını ve kol çantasını alıp odadan çıktı. İçinde kocaman bir hüzün vardı. Sabah nasıl uyanmıştı, şimdi ise ne hale gelmişti.
Yağız’a bir şey olma düşüncesi nefesini kesiyordu.
Ne ara bu kadar kaptırmıştı kendini? Bir teğmenin sevdası, kalbine bu kadar nasıl hükmetmişti?
Senem ve Yaren de erkenciydiler. Senem, şirkette Tahir ile Sinop'da ki okul projesinin son parçalarını tamamlayacaktı.
Yaren ise bugün bir ameliyata girecekti. Üniversiteden sonra TUS’a girmiş ve cerrahi asistanı olarak özel bir hastanede göreve başlamıştı.
Asistan olarak bir yılını tamamlamış, hocasıyla birlikte birçok ameliyata girmişti. Zekiydi, başarılıydı ve bulduğu yöntemlerle farklı bir bakış açısına sahipti.
Vurdumduymaz gibi görünse de mesleğine âşıktı. Sürekli araştırıyor, okuyor, kendini geliştiriyordu.
Bir yılda oldukça fazla tecrübe kazanmıştı. Uzmanlık sınavı için iki yılı kalmıştı. İki yılın sonunda genel cerrahi uzmanı olarak sınava girecek ve ataması yapılacaktı.
Yaren, zamanında babasına verdiği sözü tutmak istiyordu: Ayakları üzerinde duracak, hiçbir erkeğin gölgesinde kalmayacaktı.
Bugün de hocasıyla zorlu bir ameliyata hazırdı. Girdiği her ameliyattan başarıyla çıkmışlardı.
Dört genç kadının hayatı hiç kolay olmamıştı. Hepsi farklı acılarla sınanmış, aynı kaderi yaşamıştı.
Hepsinin kalbinde bir sevgi eksikliği, bir yoksunluk vardı.
Sıcak bir aile özlemi…
Zülümsüz geçen huzurlu bir gün…
Bir babanın saçlarını okşaması…
Ve bir gönül yarası…
İstedikleri sadece bir parça huzur, biraz sevgi, biraz ilgi.
Kız çocuklarının kaderi miydi hep sevilmemek?
Ya da baba sevgisi görmeyen kızlar, mutluluğu yanlış yerlerde, yanlış kişilerde mi ararlardı?
Oysa ki, bazılarının ailesi varken ailesiz kalmış, hayatın en acımasız yüzüyle doğar doğmaz tanışmamışlar mıydı?
Şanslı olanların hayatı kurtuluyor, şanssız olanlar ise sokaklarda kayboluyordu…
Bizim gerçeklerimiz neydi?
Bir çocuğun temeli ailede atılmıyor muydu?
Peki, neden terk ediliyorlardı?
Ya da sırf “kız” diye eksik etek mi görülüyorlardı?
Beğenmedikleri o kız çocuklarının her biri, kendi ayakları üzerinde duran, başarılı, cesur birer iş kadını olmuşlardı.
Yaren, Zeynep, Senem ve Leyla; zorlu yollardan geçen, dimdik ayakta duran, sınavlarını çetin veren kadınlardı.
Hayatlarını öğrenen genç kızlar, kadınlar onlara imrenerek bakar, örnek alırlardı.
Antep, bu dört genç kadına hem yuva olmuştu hem de acılarına şahit…..
*****************************
Hasret, sabahın serinliğinde restoranına erkenden gelmişti. Her zamanki gibi işleriyle meşguldü; çalışanlarıyla günün planını gözden geçiriyor, detaylara dikkat ediyor, her şeyin kusursuz olması için çabalıyordu. İçindeki yorgunluğu ve eksikliği bastırmak için yıllardır bu işe sarılmıştı. Ailesi bu kadar çok çalışmasını hâlâ kabullenememişti. Ama o, artık kimseye açıklama yapacak güçte değildi.
"Zamanında yanımda yoktunuz. Şimdi de karışmayın bana. Ailem olmanız, benim adıma hüküm vereceğiniz anlamına gelmiyor. Eski Hasret yok artık karşınızda."
Bu sözlerle noktayı koymuştu bir zamanlar. Kırılmıştı, ama bu kırıklığı kimse görmemişti.
Bir kadına en büyük zararı bazen kendi ailesi verir. Hasret bunu genç yaşta öğrenmişti. Tıpkı terk edilmenin, yalnız bırakılmanın, unutulmanın ne demek olduğunu öğrendiği gibi.
Kıvırcık, omuzlarına dökülen saçlarını her zaman dağınık bırakırdı. Düzenle uğraşmayı sevmezdi; zaten hayatı da hiçbir zaman düzene girmemişti. İri, çekik ve simsiyah gözleri vardı. Gözlerine her bakan onun derin bir hikâyesi olduğunu hissederdi, ama cesaret edip kimse soramazdı. Dudakları küçük ama dolgundu; yüzü ince uzun ve zarifti. Zaman ona yorgunluk eklemişti ama güzelliğinden bir şey eksiltmemişti. Aksine, yaşanmışlıklar onu daha etkileyici yapmıştı.
Kahvaltı için çalışanlarıyla masaya oturduklarında, içerinin kapısı açıldı. Hasret, o anın gelişini önceden hissetmiş gibi, hızla yerinden kalktı. Kalbi birden hızlandı. Aylar, yıllar... O kapıda duruyordu. Berdan.
Yıllar sonra bile, onu ilk gördüğü anı hatırlatıyordu bu adam. Yüzündeki gülümseme, mavi gözlerindeki sıcaklık ve güven duygusu... Berdan yine aynıydı. Hatta daha da olgun, daha da içe işleyen bir hali vardı şimdi. Kumral saçları, daima hafif dağınık ve doğaldı. Oyuncu yüzlü, net hatlara sahipti. Tolga Sarıtaş’a benzediğini söylerlerdi hep. Ama Hasret için o, sadece Berdan’dı. Geçmişin en parlak anısı. En büyük pişmanlığı.
Göz göze geldiklerinde içi titredi. Kalbindeki duvarlar çatırdadı. Hiçbir şey söylemeden yaklaştı ona.
"Günaydın, hoş geldin," dedi cıvıl cıvıl ama biraz titreyen sesiyle.
"Günaydın... Çok hoş buldum," dedi Berdan, gözlerinden tek an bakışlarını kaçırmadan.
Sonra arkasına gizlediği kırmızı gülü çıkardı. Hasret’in avuçlarına bıraktı. O an, zaman durdu sanki.
Hasret’in gözleri şaşkınlıkla irileşti. Dudakları hafifçe aralandı. Yutkundu ama boğazındaki düğüm çözülmedi. Gözleri doldu, ama ağlamayacaktı. Bu, ağlanacak bir an değildi. Bu an... unutulmuş bir kadının yeniden hatırlandığı, varlığının değer bulduğu bir andı.
O an anladı ki, yıllardır beklediği şey bir çiçek değildi. Bir söz, bir özür ya da telafi de değildi. Sadece gözlerinin içine bakan biri... Onu hâlâ kadın gibi gören biri... İşte buydu eksik olan.
Kocası ona yıllarca sadece yük olmuştu. Kadınlığını, gençliğini, neşesini söküp almıştı. Ama Berdan... O hep aynıydı. Hâlâ aynı aşkla bakıyordu Hasret’e. Sanki yıllar geçmemiş, sanki hiçbir şey eskimemişti.
Hasret’in içi yandı. Kalbine görünmez bir hançer saplandı. Çünkü biliyordu: Onca yıl, onca fedakârlık, onca gözyaşı... hepsi bir hiç uğruna heba olmuştu.
Şimdi tek bir bakışla yeniden can buluyordu o kalp. Ama bir yandan da, geçmişin enkazı altında eziliyordu. Berdan hâlâ buradaydı. Hâlâ kırmızı güllerle, gözlerinde sevgiyle duruyordu karşısında. Oysa ihaneti yapan Hasret’ti.
Yine de gitmemişti.
İşte bu, Hasret’i en çok sarsan şeydi.
Hasret, derin bir nefes aldı. İçindeki dalgalanmayı bastırmaya çalışarak:
"Hadi gel, kahvaltı hazır. Birlikte yiyelim," dedi.
Berdan gülümsedi. Masaya geçip diğer çalışanlarla selamlaştı. Hasret hemen yanına oturdu. İlk defa bu kadar yakındılar birbirlerine. Aralarında geçmişin izleri vardı, evet, ama şimdi her şeyin iyileşebileceğine inanmak istiyordu Hasret. Berdan’ın varlığı içini ısıtıyor, onu kadın gibi hissettiriyordu. İlk defa hayatında huzura bu kadar yaklaşmıştı.
Fakat mutluluğun ömrü kısa sürdü.
Tam çaylar konmuş, ekmek sepeti uzatılmıştı ki, Berdan’ın telefonu titredi. Ekrandaki mesajı okur okumaz yüzü bir anda değişti. Kaşları çatıldı, çenesi sıkıldı. Yumrukları masanın altında öfkeyle sıkıldı.
Hasret bunu hen fark etti.
Sessizlik aniden ağırlaştı. Gerginlik, havayı keskinleştirmişti. Hasret ürperdi.
"Berdan? Ne oldu? Ne geldi?" diye sordu endişeyle.
Telefonu elinden almak istedi. Berdan bir an tereddüt etti ama sonra sessizce uzattı. Hasret mesajı okur okumaz gözlerine inanamadı. Parmakları titredi, kalbi sanki yerinden çıkacak gibiydi. Cümleleri tekrar tekrar okudu, her satır ruhunu paramparça ediyordu.
“Boşandı benden, kurtulduğunu mu sanıyorsun? Hasret’le mutlu olabileceğini mi düşünüyorsun? Sen zavallısın, Berdan. Yıllar önce onu senden nasıl aldıysam, yine alacağım. Bu defa kendi ayaklarıyla gelecek.
Hasret benim oyuncağımdı. Zevklerime hizmet eden, dizlerimin dibinde çaresizce titreyen bir kadından başka neydi ki?
Onun teninde, ruhunda, her hücresinde benim izim var. Rahminde bile benim geçmişim. Sen sadece geride bıraktıklarımla yetinmeye çalışan aciz bir adamsın. Söyle ona… hayatının en büyük hatasını yaptı bana. Sizi süründüreceğim."
“Şerefsiz, adi köpek... hâlâ iftira atıyor... Yok! Hayır, ben onu öldüreceğim!” diye bağırarak ayağa kalkıp fırladı.
"Dur. Bu şekilde olmaz," diyerek gözlerinin en derinine baktı Hasret.
Berdan, dönüp sevdiği kadına baktı. Kalbindekini dile getirdi.
" Eğer ki geri dönersem... Benim helalim olur musun?"
Hasret donup kaldı. Gözleri doldu, ciğeri sızladı. O an anladı ki, Berdan gitmeye kararlıydı. İçinden bir ses, bu gidişin ya bir son ya da yepyeni bir başlangıç olacağını fısıldıyordu. Ama eğer giderse… biri geri dönmeyebilirdi.
"Gitme... " diyebildi sadece, fısıltı gibi. Tüm benliğiyle, kalbiyle, ruhuyla istiyordu bunu. Gitmesin. Bir daha kaybetmek istemiyordu onu.
"Soruma cevap vermedin," dedi Berdan bir adım daha yaklaşarak.
Hasret, gözlerinden yaşlar süzülürken ona baktı. Dudakları titredi ama sesi netti.
"Ben hep senin helalindim. Hep de öyle kalacağım."
O söz, Berdan’ın gözlerinde bir ışık gibi parladı. Duyduğu yetmişti. Usulca eğildi, alnını öptü. O öpücükte binlerce kırılmış yılın onarımı, bin pişmanlığın affı gizliydi.
"Belasını sikip geleceğim. Sonra da seni, ibreti âlem için, anlı şanlı gelin edeceğim konağıma," dedi kararlı bir sesle.
Ve arkasına bile bakmadan çıktı. Gidişi hızlıydı. Bedeni gibi ruhu da kararlıydı. O adımlar sadece bir adamın yürüyüşü değil, yılların intikamını almaya giden bir yüreğin haykırışıydı.
Bu gidiş… yıllar önce yarım kalan bir hesabın kapanışı olacaktı.
Ve belki de, yıllar önce kopan bir hayatın yeniden başlama umudu…
Hasret, giden adamın arkasından telaşla yerinden fırladı. Masanın üzerindeki telefonunu hızla kaptı. Parmakları titreyerek rehberden Yavuz’un numarasını buldu ve arama tuşuna bastı.
Yavuz, duştan yeni çıkmış, üzerine temiz kıyafetlerini giymiş, saçlarına şekil veriyordu. Leyla hâlâ uykudaydı. Telefonun çalmasıyla uykusu bölünürken, Yavuz hemen açtı. Güzel karısının huzurlu uykusunun bozulmasını istemiyordu.
"Efendim bacım?"
"Abi, yetiş! Berdan başını belaya sokacak! Yardımın lazım!"
Hasret’in sesi nefes nefeseydi. Panik içindeydi. Yavuz derin bir iç çekti. Oysa bu sabah, huzurla uyanmak istemişti. Ama huzur, ona hep uzak olmuştu. Hatta artık onunla dalga geçiyor gibiydi.
"Şunu bir sakin anlat, Hasret. Berdan’ın başı mı belada? Ne oldu? Ulan bir gün de iyi bir haber alayım be!"
Artık isyan noktasındaydı.
" Berdan ziyarete gelmişti. Ufuk, o şerefsiz, mesaj attı. Abi... mesajı bir görsen... bel altı, iğrenç şeyler yazmış. Berdan delirdi, çekip gitti. Korkuyorum başına bir iş gelecek diye. Bu pislik bunu planlamadıysa ben de Hasret değilim!"
Yavuz öfkeyle burnunu sıktı. Bitmiyorlardı bu şerefsizler. İt sürüsü gibi çoğalıyorlardı.
" Tamam, sen merak etme. Ben halledeceğim. Kimseye bir şey deme. Benden haber bekle. Korkma, onu sana sağ salim getireceğim."
Telefonu kapattı. Hemen rehbere girip Berdan’ı aradı. Telefon çalıyordu ama açan yoktu. Yavuz dişlerini sıktı, giyinme odasından hızla çıktı.
Bu sırada Leyla, birden lavaboya koştu. Midesinde ne varsa çıkarıyordu. Yavuz endişeyle arkasından gitti. Leyla “Gelme,” dese de Yavuz onu dinlemedi. Karısından asla tiksinmezdi. Yanına çöktü, şefkatle sırtını okşadı. Leyla klozetin kapağını kapattı, sifonu çekti. Yavuz elini yüzünü yıkamasına yardım etti.
" Leylam... İyi misin?" Telaşı ses tonuna yansımıştı. Gözlerinden bile belli oluyordu.
" İyiyim canım... Galiba kötü üşüttüm." Diyerek geçiştirmeye çalıştı Leyla.
" Yok böyle olmayacak. Hastaneye gidiyoruz Efülim. Ulan Berdan, başını belaya sokacak başka gün mü bulamadın?"
Kendi kendine söylenerek öfkesini bastırmaya çalıştı.
" Berdan’a ne oldu ki?" diye sordu Leyla, sesi hâlâ yorgun ama merakla doluydu.
" Dert bitmiyor ki Leyle... Ufuk denen o it yine rahat durmamış. Berdan da öfkesine yenilip peşine düşmüş."
Leyla'nın kehribar gözleri kararırken, içini bir öfke sardı. Hasret’i kurtulmuş sanmıştı o adamdan... Ama demek ki hâlâ yakalarını bırakmıyordu.
Leyla, Yavuz’un göğsüne ellerini koydu. Kara gözleriyle onun gözlerini buluşturdu. Bakışları sevgiyle parladı. Elini kaldırdı, yanağını okşadı, sakallarını parmaklarıyla hafifçe taradı.
" Sevdam... Sen Berdan’ın yanına git. Ben kızlarla giderim hastaneye. Merak etme. Seni sürekli haberdar ederim. Onu yalnız bırakma."
Yavuz başını iki yana salladı. Onu bu hâlde bırakmak istemiyordu. Ama karısının gözlerinde öyle bir güven, öyle bir sevda vardı ki, kalbini ikna etti.
"Beni dakika dakika haberdar edeceksin, söz mü? Seni bu hâlde bırakıp gitmek içime sinmiyor, Efülüm... Lütfen beni habersiz bırakma," dedi.
Ve alnına dudaklarını usulca bastırdı.
Bu kadın... onun dünyasıydı. Onsuzluğu düşünemezdi bile. Ama şimdi, kardeşini kurtarmak için gitmesi gerekiyordu.
Yavuz, hızla Berdan’ı bir kez daha aradı. Telefon uzun uzun çaldı, yine açılmadı. İçinde kötü bir his büyüyordu. Dişlerini sıkarak tekrar aradı. Bu kez, sinirden yanan bir sesin tınısıyla açıldı hat:
"Sakın... Sakın beni engellemek ya da durdurmak için aradığını söyleme kardeşim!
Ben o itin ecdadını sikeceğim! Haysiyetsiz, şerefsiz... cami duvarına pisledi! Hasret’e ettikleri yetmedi mi? Bu kez mezarını kazacağım, kendi ellerimle!"
Berdan’ın sesi titreşimle karışan bir öfke dalgası gibiydi. Soluk alışverişi hızlanmış, sesi çatallanmıştı. Yavuz derin bir nefes aldı, ama sakinleşmeye çalışmadı. Sadece dostunun yanında olmalıydı.
" Merak etme. Seni durdurmak için aramadım. Ama o köpeğin yanına seni yalnız göndermem. Neredesin, ben de geliyorum."
Birkaç saniye sessizlik oldu. Berdan, kardeşi gibi gördüğü Yavuz’un sesinde gerçekliği duydu. Gözleri dolmadı ama yüreği ağırlaştı. Öfke hâlâ bedenini yakıyordu ama yalnız değildi.
"Yarım saat içinde şehir merkezinın dışında olmaz isen, seni beklemem giderim."
"Oradayım. Gecikmeyeceğim. Sakın tek başına hareket etme. Bu sefer bu işi kökünden çözeceğiz Berdan. Hasret’in, senin, hepimizin yakasından düşecek o bela."
Telefon kapanmadan önce kısa bir sessizlik daha oldu. Bu, bir savaş öncesi nefes alma sessizliğiydi. İki adam da aynı kararlılıkla aynı düşmana yürüyordu.
Yavuz, önce Yaren'e Leyla'yı emanet etmiş, sonra hızla konaktan çıkarken bir yandan da gelen mesaja ve konuma bakmıştı. İçini acıtan tek şey, karısını o halde bırakmak zorunda kalmasıydı....
Yarım saat sonra Yavuz ve Berdan şehrin dışında buluştular. Ufuk'un olduğu yeri bulmak zor olmamıştı. Yine Cihan Akbulut devreye girmiş dostuna yardımcı olmuştu.....
Leyla ise kızlar ile birlikte hastaneye gelmiş, kan tahlillerini vermiş son olarak ultrason filmi için sedyeye uzanmıştı.
Yaren, herşeyle kendisi ilgilenmişti. Zeynep ve Senem ise telaşla salonda onları bekliyorlardı.
Yaren, sıvı jeli Leyla'nın karnına sıkıp ultrason çubuğunu karnında gezdirmeye başladı. Ciğerleri, böbrekleri, safra kesesi ve diğer iç organlarında her hangi bir sıkıntı yoktu. Yaren son olarak kasıklarına bastırdığınnda çubuğu karşısında bir sürpriz ile karsılastı. Lakin emin olmak adına hemen kadın doğum doktorunun odaya gelmesi için telefon ile çağırdı.
Leyla ise ne olduğunu merak ediyordu lakin görümcesi ser verip sır vermiyordu. Çünkü yaren kist den şüphelenmişti.
" Yaren ne oldu yüzün değişti senin." Yaren hafifden tebessüm etti yengesine emin olmadan birşey söylemek istemiyordu.
" Aşk olsun Leyloş, şurda bir karartı gördüm ama anlayamadım. Emin olmak adına o yüzden doktor arkadaşı aradım." Diyerek Leyla'nın içini rahatlatmak istemişti..
Zaman Leyla için geçmek bilmiyordu adete. İçinde bir şüphe vardı, umud ediyordu ki öyle olsun....
Sahi umudumuz olmadan, hiçbirşeyin bir anlamı kalmıyor. Büyümek için umud ediyoruz, okumak için, iş sahibi olmak için, sevdaya düştuğümüzde kavusmak için. Yani kısacası hayatımızın her döneminde umut etmek bize güzellikleri getirebiliyor. Bazende acı ve kederi....
Berdan ,Yavuz ve Adem bağ evine gelmişlerdi. Onları takip eden birkaç adam sessizce çevre güvenliğini almıştı.
Bağ evinin kapısı ardına kadar açıktı. Ufuk içeride sakince oturuyordu, sanki olacaklardan haberi varmış gibi.
Yüzünde hicbir korku belirtisi yoktu rahattı. Yaptığı sinsice plan belki de bu rahatlığının sebebiydi. Ama bilmediği birşey vardı ki, oda Yavuz Miroğlu tüm planları bozardı.
Berdan’ın ayak sesleri evin içini doldururken, Ufuk kafasını çevirdi ve o alaycı gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi.
"Oooo hoşgeledin eski dostum. Ne guzel bir kavuşma." Diyerek kollarını iki yana açmıştı. Nefesinden ve hareketlerinden sarhoş olduğu belliydi.
Tam o anda Berdan, hiçbir kelime etmeden koşar adım ilerledi ve yumruğu Ufuk’un çenesine geçirdi. Ufuk geriye savruldu, sandalye devrildi. Berdan bir yumruk daha indirdi. Ardından bir tekme. Ve bir tane daha. Ufuk, yerden doğrulmaya çalışırken konuşmaya başladı:
“Beni hiçbir zaman aranıza almadınız. Hep dışladınız! Aranıza giremedim çünkü adım yetmedi. Ama seni izledim. Hasret’e nasıl baktığını, nasıl sevdiğini… sandın mı fark etmedim?”
Berdan durdu. Yumruğunu havada tuttu. Nefesi hızlandı. Ama Ufuk durmadı, üstüne yürüyordu:
“Siz beni dışladınız diye, Dilruba'yı sevdigimi bildiğin halde ailen gorüçü gitti diye. Bende senin sevdiğini aldım elinden. Hem de göz göre göre! Her seferinde, her dokunuşumda sana olan nefretimi kustum. Ona her şeyi yaptım, her şeyi! Sadece tenini değil, ruhunu da kirlettim! Ben senin yerine geçtim...”
Bu sözler, Berdan’ın içindeki zincirlenmiş canavarı çözdü. Artık gözlerinde hiçbir insanî iz kalmamıştı. Nefes almıyordu sanki, yalnızca öfke vardı damarlarında.
İçinde yükselen bir çığlıkla eline geçirdiği kalın meşe odununu kaptı. Ve ilk darbeyi Ufuk’un sırtına indirdi.
Yavuz , içeri geldi, kılını bile kıpırdatmadı. Kapının yanında durmuş, sigarasını yaktı. Gözleri boşlukta. Bu hesaplaşma kardeşinin hakkıydı. Ufuk onu beklemiyordu. İçinden " Kahretsin" dedi.
Berdan odunu tekrar savurdu. Ufuk’un çığlıkları sabah sessizliğini deldi geçti. Her vuruş, Hasret’in sırtına inen kemerin intikamıydı. Her çığlık, Hasret’in yüreğinden kopan bir feryadın cevabıydı.
Berdan odunu bir kenara attı. Ardından kemerini çıkardı. Metal tokası yere değip tak diye ses çıkardı. Gözünü kırpmadan kemeri savurdu. Bir, iki, üç...
“SEN!”
“ONUN!”
“RUHUNA SALDIRDIN!”
“BEN DE SENİN BEDENİNİ ÇÜRÜTECEĞİM!”
Yumruklar, tekmeler, kemer darbeleri arasında Ufuk’un çığlıkları kısıldı. Artık sadece hırıltı vardı. Berdan elinde kan bulaşmış kemeriyle nefes nefese yere çöktü.
Yavuz yanına geldi.
"Tamam kardeşim. Hakkını aldın. Bu defter burada kapanmalı. Yoksa sen de yanarsın."
Berdan yere tükürdü. Gözlerini Ufuk’un kan içindeki bedenine dikti.
"Ben cehennemden geldim Yavuz. Onu da beraber götürmeye razıyım."
Ama içinde bir ses, Hasret’in yüzünü hatırlatıyordu. Gözleri, "Gitme," deyişini... İşte o an, elleri titredi, gözleri doldu. Ama dövüş bitmişti. Şimdi başka bir hesap başlayacaktı.
Ufuk'un planı tıkır tıkır işlemişti. Gizlediği kamera her şeyi kaydetmişti. Yediği dayak ise zaferinin bir nişanesi olmuştu. Ama bu kadarını beklemiyordu.
Yavuz, Adem’e başıyla işaret etti, yanına gelmesi için.
"Adem, her yeri didik didik arayın. Bu pezevenk durup dururken bunları yapacak biri değil. Vardır bunun bir hesabı. Evin her köşesine bakın, mutlaka bir şey bulursunuz."
Ufuk’un bütün planları altüst olmuştu. Oysa ki o kayıtlarla Berdan’ı yakacaktı. Ama Yavuz, yine onun yanında durmuş, kendisini yok saymıştı.
Yavuz’dan korkuyordu. Onunla baş edemeyeceğini biliyordu. Burada olmasını planlamamıştı. Üstelik yediği dayak ve elinin boş kalması, yanına kâr kalmıştı...
Yavuz, Berdan’ı da alıp oradan uzaklaştı. Hastaneye giden karısını deli gibi merak ediyordu. Daha fazla burada kalmanın bir anlamı yoktu.
***************************
Yaren ve Leyla muayene odasından çıktılar. Yüzlerinde hiçbir belirti yoktu. Zeynep ve Senem ise merakla onlara bakıyorlardı.
"Eee, nesi var ablamın? Ne dedi doktor?" diye sordu Zeynep.
Yaren ciddi tavrını takınarak:
"Yani korkulacak bir şey yok," dedi. Baş parmağı ve işaret parmağını birleştirip, "Ufacık bir problem dışında gayet iyi. Hatta daha da iyi olacak inşallah," diyerek hafif tebessüm etti.
Leyla, kendisinden hiçbir şey söylememesini istemişti. Önce bu durumu kendisinin hazmetmesi gerekiyordu. Bütün aileye de kendisi söyleyecekti. Ama önce Yavuz ile konuşması lazımdı.
"Ohhh çok şükür... İyi olsun da, kötü bir şey olmasın. Her şeyi hallederiz. Ama nedenmiş bu mide bulantıları?" diye sordu Zeynep.
"Stresten kaynaklıymış," diyerek geçiştirdi Yaren.
Senem ve Zeynep bir "ohh" daha çektiler. Kötü bir şey duyacaklar diye ödleri kopuyordu. Leyla ve Yaren ile vedalaşıp yanlarından ayrıldılar.
Herkes işinin başına dönerken, Leyla ise kendilerini getiren Aziz ile önce eczaneye uğrayıp ilaçlarını alacak, daha sonra konağa döneceklerdi.
Yavuz, karısı ile konuşmuş ama içi rahat etmemişti. Yaren’i aramıştı. Yaren, abisiyle konuştukları gibi Leyla’nın iyi olduğunu, bulantılarının yaşadığı strese bağlı olduğunu belirtti.
Her ne kadar Leyla’yı görmeden içi rahat etmese de kardeşinin sözlerine inanmayı tercih etti.
Dostu ile birlikte konağa geldiklerinde gördükleri araba ve koruma kalabalığı, birbirlerine bakmalarına vesile oldu.
"Hayırdır inşallah? Bunların ne işi var burada?" Berdan, dostuna "bilmem" der gibi bir bakış attı. "Ufuk yüzünden gelmiş olabilirler mi?" diye düşündü. Ama imkânsız... Daha hastaneye bile varmamış olacaklarını düşünerek bu düşünceyi es geçti.
Konağa girince öğreneceklerdi nasıl olsa.
Yavuz, konağın geniş kapısından Berdan'la birlikte içeri girdi. Avlu kalabalıktı. Miroğlu Aşireti’nin ileri gelenleri, yerlerini almışlar hararetli bir konu konuşuyorlardı. Yavuz, içeri girerken gür ve kararlı sesiyle selam verdi:
“Hoş geldiniz ağalar.”
Ağalar bir ağızdan başlarını sallayarak karşılık verdi:
“Hoş bulduk, Yavuz Ağa.”
Yavuz bakışlarını tek tek üzerlerinde gezdirip, yüzündeki hafif şaşkınlıkla sordu:
“Hayırdır ağalar? Bu kalabalık, bu ziyaret...”
İçlerinden en yaşlı ve sözü geçeni olan Firuz ağa öne çıktı. Sesi derin, tonu yumuşak ama altında ağır bir yük taşıyordu:
“Yavuz Ağa, biz yıllardır senin bu aşiretin başında olmandan memnunuz. Ağalığını layıkıyla yapıyorsun, eyvallah... Lakin...”
Yavuz kaşlarını çattı, gözlerini hafif kısarak içinden geçen şüpheyi sesine taşıdı:
“Lakin?”
Ne çıkacaktı bu kelimenin altından? Bu adamlar durduk yere gelmezdi. Mutlaka bir sebep vardı. Ve bu “lakin”, o sebebin kapısını aralıyordu.
“Lakin,” diye devam etti Firuz Ağa, “sen hem bu aşiretin, hem de bizlerin gelecek umudusun. Yol göstericimizsin. Gücün, adaletin, duruşunla örnek oldun hepimize. Ama...”
Tam o sırada Leyla konağa ulaşmıştı. Bahçedeki kalabalığı görünce yüreği sıkıştı. Hızlı adımlarla konak kapısına geldi. İçeri bakarken Adem'le göz göze geldiler. Adem’in yüzünde bir şeyler vardı... telaş, endişe, bir uyarı gibi. Yavuz’un arkası dönüktü. Leyla oradaydı ama Yavuz hâlâ farkında değildi. Yoksa o an duyacaklarını asla duymasına izin vermezdi.
Firuz Ağa, gözlerini Yavuz’a dikti ve sesi bu kez daha net, daha kararlıydı:
“Beş yıldır bu konuyu açmadık. Çünkü sen susturdun bizi. ‘Leyla’ya tek kelime etmeyeceksiniz’ dedin. Biz de sözünü yere düşürmedik. Susmayı bildik. Ama artık yeter. Bir sene oldu evleneli. Hepimiz senden çocuk haberi bekledik. Ama görüyoruz ki ortada ne çocuk var, ne de umut.”
O an Yavuz’un gözlerinde bir kıvılcım çaktı. Yüz hatları keskinleşti, bakışları sertleşti. Ellerini yumruk yaptı. Konuşurken sesi her zamankinden daha derin, daha tehlikeliydi:
“Eee?”
O “Eee?” öyle bir yankılandı ki odada, sanki duvarlar bile susmayı tercih etti. Öfkesinin tonu, kelimelere değil, doğrudan yüreklere işliyordu.
Perwer Ağa ile Behram Ağa araya girmeye çalıştı:
“Ağalar, yeter. Bu konular böyle konuşulmaz...”
Behram ağa oglunun öfkesini biliyordu. Ters bir söz söylemesinden veya başka birşey yapmasından endişeli idi.
Ama artık çok geçti.
Kalabalığın içinden bir diğeri öne çıktı. Sözleri buz gibi döküldü:
“Ee’si şu Yavuz Ağa... Belli ki Leyla Gelin kısır. Kuma almanın vakti gelmiştir.”
Cümle bittiğinde avlu sessizliğe gömüldü. Yade Zergül üst balkondan aşağıya öyle bir baktı ki, gözleri "sizin dilinizi keserim." Doye tehdit savuruyordu.
Yavuz, oturduğu yerden bir anda ayağa fırladı. Sandalyesi devrildi. Öfkeyle attığı adımın rüzgârı bile ağaları korkutmaya yetmişti. Gözleri kıpkırmızıydı, boğazındaki damarlar belirginleşmişti. Yumrukları titriyordu.
Ama arkada biri daha vardı.L ki, kalbinin sahibi.
Leyla.
O kelime... “Kuma”...
Bir bıçak gibi saplandı yüreğine.
Sanki ciğeri parçalandı. Sanki bir anda hava boşaldı etrafından. Kalbinin her köşesi bin bir parçaya ayrıldı. Nefesi sıklaştı, gözleri karardı. Dizlerinin bağı çözüldü.
Ağalar, sadece bir “karar” vermişti. Ama Leyla için, bir kadın en derin yerinden, en savunmasız yerinden vurulmuştu.
Onun kadını, onun karısı, Yavuz’un uğruna dünyayı karşısına aldığı kadın...
Karar verilirken bunları da hesaba katmışmıydı?
Hagi kadın çocuğu olmadı diye kumayı hak ederdi ki?
Ve şimdi bu sözler...
Leyla, son bir bakış attı Yavuz’un arkasına. Sanki onu bir daha göremeyecekmiş gibi... Sonra gözleri yavaşça kapandı.
Adem, hemen arkasındaydı. Yere yığılmadan tuttu.
Leyla, Adem’in kollarında bayıldı.
Ama Adem sessiz kalmadı.
Ciğerini yırtarcasına, yürekten bir ses yükseldi konağın taş duvarlarında yankılanan:
“YENGEEE!”
Öyle bir feryattı ki bu...
Konakta ne kadar insan varsa dondu kaldı.
Kuşlar havalandı.
Antep semaları bile bu acının ağırlığını omuzlarında hissetti.
Yavuz o sesle sarsıldı. Kalbinden bir şey koptu adeta. Arkasını yavaşça döndü...
Gördüğü manzara yüreğini delip geçti.
Leyla...
Kendini bildi bileli uğruna her şeyi göze aldığı, gözünün nuru karısı...
Şimdi Adem’in kollarında baygın yatıyordu.
Yavuz’un gözleri büyüdü. Nefesi kesildi. Dizlerinin bağı çözüldü. Kehribar gözlüsü, kalbine hükmeden Efüli'si yerde cansız bir şekilde yatıyordu.
Zaman durdu, sesler sustu, duyulan tek şey Yavuz'un cılız,yorgun sesinden dökülen " Efülimm" oldu.....
Bölüm sonu canlarım sizlerden guzel yorumlar bekliyorum. Veto sayılarımız dolunca yeni bölüm bitirebilirsem gelecek. Sizleri cok seviyorum, yorum yapan beğeni atan parmaklarina tesekkkurler...
Sizler bolüme bende yeni bölüme. Sevgilerimle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.01k Okunma |
2.55k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |