
Selam canlarım, benden sık sık vve hızlı bölüm bekliyorsunuz biliyorum lakin bazen olmuyor maalesef. Aralar uzuyabiliyor inanın sizin kadar üzülüyorum bu duruma. Ama beni mazur göreceğinizi umuyorum. Evet dediğim gibi sona doğru artık adım adım ilerliyoruz. Bu hikaye benim ilk evladım gibi. Her bir karakterin yeri bende ayrı galiba duygusallaşıyorum finale adım adım ilerlerken. Eminim benim kadar sizlerde onlarla vedalaşmaya hazır değilsinizdir. Merak etmeyin ama daha birazcık daha yolumuz var. Doya doya okuyacağız onları. Acılarını , aşklarını, mutluluklarını ve ayrılıklarını....
Dört genç kızımız ile bu yola çıktık. Hepsinin hikayesi farklıydı ve daha okuacak çok konumuz var. Kafanızdaki soru işaretlerini tamamlamadan hikayeyi bitirmeye hiç niyetim yok. Bu yuzden sizden bol bol destek, satır arası yorum ve beğeni bekliyorum. Lütfen ne olur satır aralarına yorum yapalım rica ediyorum sizlerden.
Bölüm weto sayımız 250 beğeni ve 100 yorum bence başarabiliriz ne dersiniz?
Haydi o zaman pamuk elleriniz klavyelere. Sizleri seviyorum...
İnstagram,Kitappad, Tiktok ve Dream hesabım
👇👇👇👇👇
( 55Cerkezkizi05)
_________________________________________
" İçimdeki o ummansız yanım, solum sonsuzum,
Ömrüme koyduğum, yolum, son umudum.
Gözlerinde kaybolduğum, yüreğinde huzur bulduğum,
Kalbimin hanesi, yüreğimin sahibi karagözlüm....
Sevdasına yandığım, sözlerine kandığım canımdan öte canım.
Hayallerimin baş kahramanı olan karayağızım.
Vakit geldiğin soluma oluk oluk akan kanîm.
Gidiyorum, hoşçakal sevdasında soluklandığım aşkım.... "
=55Cerkezkizi055=
Bölüm Şarkısı: Nilüfer Böyle ayrılık olmaz
"Aşk, yüreğinde yer bilen için kaderdir.
Bilmez olana ise yazılmış olsa da yabancıdır.
Kimi bakışta görür ömrünü,
Kimi ömrünce bakar da göremez aslını.
Sevmek bir nasip meselesidir;
Kimi yüreğini verir,
Kimi sadece gölgesini bırakır ardında."
Korktuklarımız karşımıza canlı kanlı çıktığında anlarız; bir kaçışımızın olmadığını.
Nereye gidersek gidelim, kaderimiz bizi bulur. En ücra köyde de, şehrin göbeğinde de... Bazen bir dağın başında, bazen bir çölün ortasında... Ama o hep bizimledir.
Biz sadece kurtulduğumuzu zannederek kendimizi kandırırız.
"Bazı yollar, varacağın yerden çok, ardında bırakacaklarını anlatır..."
Yağız, neşeyle çıkacağı bu yolun sonunun ölüm olacağını bilse, yine de adım atar mıydı? Zeynep'ine kavuşmak isterken, yokluğunda boğulacağını bilse... Gider miydi?
Hangi seven yürek, böyle bir acıya dayanabilirdi ki?
Tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Hakan'la birlikte plan yapmış, her detayı düşünmüşlerdi. Yağız'ın içi içine sığmıyordu; bir çocuk gibi heyecanlı, bir bahar sabahı gibi neşeliydi.
Ama sadece saatler sonra, yüzündeki o tebessüm solacak, kalbi atmayı bile unutacaktı.
Peki, Yağız eli kolu bağlı öylece oturacak mıydı?
Ya da... Zeynep'i affedebilecek miydi?
Seven insan, en çok sevdiğine kırılmaz mıydı?
Yağız gibi seven adamlar, bin yerinden paramparça olurdu da, yine de dimdik ayakta kalmayı bilirdi.
Peki ya alışır mıydı insan sevdanın acısına, ya da ıstırabına?
Hangi kalp hemen unutabilirdi sevdiğini?
Yağız, hayatının en büyük sınavına girmek üzereydi.
İsyan mı edecekti, yoksa sabır mı dileyecekti?
Bunu yalnızca zaman gösterecekti...
Ve Zeynep!
Bir yanı hep eksik, yarım kalan bir cümle gibiydi o. Kaderini kendi elleriyle yeniden yazmaya çalışan güçlü kadınlardan biriydi. Kara kalemle çizilmiş geçmişini, beyaza boyamaya çalıştı hep. Tam başardığını düşündüğü anda...
Kötü kaderi bir kez daha yolunu kesti.
Ve Zeynep, kaçtığı geçmişiyle yüzleşmek zorunda kaldı....
Zeynep'in zorlu hayatı daha çocuk yaşta başlamıştı. Annesinin vefatından sonra kardeşlerine anne, üvey babasına ise hizmetçi olmuştu.
Macit Bey onu hiç sevmemiş, bir kez bile saçını okşamamıştı.
Zeynep bu duruma alışmıştı belki ama kendisine bir nebze sevgiyi bile çok gören o zalim adam, kardeşlerine karşı bambaşka biriydi. Onları sever, öper, koklardı.
Onun gaddarlığı sadece Zeynep'eydi.
Bu yüzden Zeynep, öz babasını bulmayı çok istiyordu. Ama elinde doğru düzgün bir ipucu yoktu. Sadece annesinin anlattığı birkaç anı... ama onlar da babasını bulmaya yetmiyordu.
Adamlar arabaya yaklaşmadan önce Zeynep, telefonunda konum özelliğini açtı. Leyla'yı arayıp telefonu çantasına bıraktı.
Madem peşini bırakmıyorlardı, o da öyle kuzu kuzu teslim olmayacaktı kaderine.
Adamın biri camı tıklattı. Sesi arabanın içini doldurdu:
"Zeynep Hanım, kapıyı açın. Bizi zor kullanmak zorunda bırakmayın."
Zeynep adamın gözlerine soğuk bir bakış fırlattı.
Gözlerinde zerre korku yoktu. Biliyordu; arkasında onun için ölüme gelecek kocaman bir ailesi vardı.
"Ne istiyorsunuz?" dedi sesi buzdan bile keskin, tınısı yüreğe işleyen bir soğuklukta.
Bu dakikalarda Leyla, ailesiyle birlikte oturma odasındaydı. Ama içinde açıklayamadığı bir sıkıntı vardı.
Sanki birisi kalbini avucunun içine almış, yavaşça sıkıyordu.
Söylenen hiçbir şeyi duymuyor, sanki sadece bedeni oradaymış gibi davranıyordu.
Telefonu aniden çaldı. Kalbi sıkıştı.
Bir eli kalbine giderken, diğeri telefona uzandı. Arayan Zeynep'ti. Şaşkınlıkla fısıldadı:
"Daha yeni çıktın evden..."
Telefona cevap verdiğinde, Zeynep'in öfkeli ama sakin sesi geldi kulağına. Arka planda başka sesler de duyuluyordu:
"Zeynep Hanım, bizimle gelin. Patron sizi bekliyor. Lütfen arabadan inin."
Zeynep, adama başını iki yana sallayarak yanıt verdi:
"Ben hiçbir yere gelmiyorum. Siz de aklınız varsa şimdi çekip gidersiniz. Yoksa olacaklardan ben sorumlu olmam."
Leyla konuşmaları anlamaya çalışıyordu. Ayağa fırladı. Hızla kalkıştığı için başı döndü, dengesini kaybettiği anda onu tutan yine Yavuz oldu.
"Efülî, ne oluyor?" dedi endişeyle.
Leyla eliyle 'bir dakika' işareti yaptı, kulak kesildi.
Koruma cebinden bir telefon çıkardı, ekranı Zeynep'e çevirdi.
Kadir ve Kenan bir sandalyeye bağlanmıştı. Yüzlerinde kan izleri vardı.
Dayaktan yeni çıkmışlardı, bu çok belliydi.
Zeynep'in gözleri büyüdü. Dudakları titredi.
"Kadir abi..." diyebildi sadece.
Leyla diğer tarafta, bağırarak sesleniyordu:
"Zeynep! Zeynep cevap ver!"
Ama Zeynep duymuyordu bile. Tüm dikkati o ekrandaydı.
Koruma ekranı tekrar kendine çevirdi, bir şeyler yaptıktan sonra tekrar gösterdi. Bu kez bir video açılmıştı.
Zeynep'in kardeşleri, amcası, yengesi, kuzeni... Hepsi elleri bağlı, ağızları bantlıydı. Ağlıyorlardı.
Zeynep'in kalbi paramparça oldu.
Dört bir yanından bağlanmıştı sanki elleri, kolları.
"Allah belanızı versin!" diye çığlık attı.
Kapıyı açtı, arabadan indi. Adamın elindeki telefonu kaptı. Ekrandaki görüntülere baktı.
Bir çığlık daha attı. Dizleri titredi.
Bir yanda kardeşleri, bir yanda abisi...
Diğer tarafta canından çok sevdiği ailesi...
Ve kalbinin en derin köşesinde sakladığı adam... Yağız...
Bir karar vermesi gerekiyordu.
Ya onlarla gidip her gün içten içe ölecekti...
Ya da kalıp, tüm sevdiklerini ölüme terk edecekti.
İlk defa bu kadar çaresizdi Zeynep.
İlk defa boynu büküldü. Omuzları düştü.
Ve ağladı...
Kadersizliğine, çaresizliğine, kalbine gömdüğü sevdasına...
Korumalar bile başlarını önüne eğmişti.
Ama bir Lewent ve bir Macit... İmana gelmemişti!
Leyla ise o çığlıktan sonra yerinde duramadı.
Öfkeyle parladı gözleri, kehribarlarında fırtına koptu.
Elleriyle parçalardı kim zarar verdiyse Zeynep'e.
Telefonu hâlâ kapatmamıştı. Yavuz'a döndü ve sesinde titreyen öfkeyle haykırdı:
"Kardeşimi götürüyorlar, ağa!
Ben gidip onu alacağım. İstersen gel, yanımda dur. İstersen burada kal ama nerede olursan ol... Sakın karşımda durma!"
Söyledikleri tokat gibi indi odaya.
Sesi ve bakışları itiraz kabul etmiyordu.
Bu saatten sonra kimse Leyla'yı durduramazdı.
Yapacaklarından da kimse onu sorumlu tutamazdı.
Madem savaşı başlatmışlardı...
Leyla da kardeşini çekip almayı çok iyi bilirdi!
Yavuz, ilk defa karısının gözlerindeki öfkeden korktu.
Koskoca Yavuz Miroğlu, karısının bakışlarında irkildi.
"Leyla... Kim? Ne alması? Ne diyorsun sen?"
Leyla'nın sesi çatallandı ama kararlıydı:
"O şerefsizler kardeşimi götürüyor diyorum! Zeynep gidiyor! Ve ben de kardeşimi o cehennemden geri getireceğim!"
Azade Hanım ve Leyal Hanım ayağa kalktı. İtiraz etmek istediler ama Zergül Hanım bastonunu yere sertçe vurdu.
İki gelinine de gözleriyle susmalarını işaret etti. Çünkü torununu tanıyordu.
Zeynep için karnında ki, bebeği kaybetmeyi bile göze alırdı. Bilse ki annelik ona haram olacak. Yine de giderdi. Artık onu durdurmanın bir yolu yoktu....
Zeynep, ağlamaktan helak olmuştu. Başında duran ismini bile bilmediği adama baktı:
" Sizinle geleceğim ama önce bir yere gitmemiz gerekiyor merak etmeyin sorun çıkaracak değilim. Beni takip edin ordan da gidelim." Dedi sesinde kaybetmenin vermis olduğu o yorgunluk vardı. Çaresizlik canını acıtsada biliyordu Leyla ne pahasına olursa olsun onu kurtarırdı.
" Zeynep hanım tek bir yanlışınız ailenizden biririnin ölümüne sebep olur. Eğer ki, bizi aldatmaya kandırmaya çalışırsanız Lewent bey kardeşinize istemeyeceğiniz şeyler yapacak üzgünüm ama sizi uyarmak zorundayım." Zeynep gözlerini kıstı kardeşine napacaktı o manyak.
" Bir dakika kardeşime napacak o pislik?" Diyerek telaşla sordu.
" Sorun çıkarırsanız önce kardeşinizin... Dedi adamın bile dili varmıyordu söylemeye Lewent tam tersi hazırdı Zeynep için her türlü pisliğe.
" Napacak kardeşime?" Diye bağırdı Zeynep.
" Kardeşinizi yatağına alacak. Sonra da yurt dışına fuhuş çetesine satacak ."
Zeynep'in gözleri irice açıldı. Bu kadarını da yapmazdı değil mi? Yok yok yapmazdı. Bu kadar alçak olamazdı?
Vicdanı olmayanda merhamet aranmazdı. Zeynep de o soysuz ile karşılaştığında anlayacaktı.
" Kardeşlerimin saçının teline zarar verirse onu kendi ellerimle öldürürüm. Söyle patronuna ayağını denk alsın." Dedi Zeynep tırnaklarından saç diplerine kadar öfke doluydu lakin yanan ciğeriydi...
Öfke her bedende faklı boyuttaydı.
Leyla yatak odasına hızla geldi. Dolabın kapağını açıp kendisine rahat hareket edebileceği kıyafetler çıkardı.
" Leyla bir dur sakin ol." Dedi Yavuz arkasından oda gelmisti. Elindeki kiyafetleri alıp bir kenara koydu. Sevdiği kadının ellerini tutup gözlerinin içine bakarak onu sakinlestirmeye çalıştı.
"Bak daha yeni geldik hastaneden. Kurban olduğum yapılacak birsey varsa ben yaparım sen kendine ve karnında sana tutunan fasülyene iyi bak yeter." Leyla karnında ki bebeği hatırlayınca Yavuz'a hak verdi ama yinede Zeynep dardayken kendini düşunecek değildi.
" Yavuz ben o kıza bir söz verdim. Onu koruyacağıma dair. Şimdi burda sırf hamileyim diye boş boş oturmamı bekleme. Bu defa olmaz Yavuz bu defa durmam." Diyerek net bir dil ile kendini ifade etti.
" Tamam kurban olduğum oturma ama önce sakin ol bak stres sana zararlı. Şimdi bana telefonda ne duydun onu anlat."
Leyla tek tek duyduklarını anlattı. Yavuz'un elleri yumruk oldu. Bitmiyorlardı bir türlü bir rahat huzur vermemişlerdi. Ama bu defa kökünü kazıyacaktı.
" Sen şimdi sakince hazırlan gerisini bana bırak. Bende Yavuz isem onları doğduğuna pişman etmeden bırakmam."
Leyla üzerini değiştirirken Yavuz cebinden telefonu çıkarıp dostu Cihan Akbulut'u aradı.
" Yeni baba aldım haberlerini bende seni arayacaktım ama malum işlerden fırsat olmadı." Diyerek cevap vermişti Cihan.
" Hayırsızsın oğlum ne diyeyim. Neyse Cihan'ım benim sana bir işim düştü kardeşim." Cihan oturduğu masasında doğruldu. Yavuz'un sesi sıkıntılı geliyordu.
" Hayırdır kardeşim yapabileceğim ne varsa biliyirsun emrine amedeyim." Dedi biraz neşelendirmek istedi.
" Kardeşim birini araştırmanı istiyorum. Adam pisliğin önde gideni. Sinop da yaşıyor, adı Lewent Turalı. Bana bu adamın bilgileri, ailesi yani bulabildiğin ne varsa hepsini istiyorum ." Cihan duyduğu isimle şaşkina uğradı.
" Lewent Turalı mı dedin?" Yavuz duraksadı.
" Evet."
" Lan oğlum bu adamla ne işin olur senin. Pisliğin, şerefsizin önde gideni bu. Kumarhane adı altında kadın pazarlayan illet biridir. Her türlü pislik mevcut bunda." Yavuz'un öfkeden damarları patlayacak gibi oldu. Ulan hiçmi kahpe olmayan düşman çıkmazdi karşısına?
" Kardeşim bana o iti bul. Zeynep'i almış bizim avukat kızı. Benim bir an önce onu bulup Zeynep'i kurtarmam lazım. Şerefsiz kızı ailesi ile tehdit etmiş." Cihan'ın hayatta tahammul edemediği tek şey kadınlara el uzatılmasıydı.
Cihan için kadın demek....
Anaydı, çiçekti, emekti. Bir çocuğun ilk " anne" deyişiydi. Bir erkeğin alnında ki teri silendi.
Kadın demek ; Doğuran, büyüten, bekleyen demekti. Bazen bir anne, bazen bir kardeş yada bir sevdalı demekti.
Kadın, bir evi , ev yapan, bir adamı, adam eden demekti. Bir gülümsemeye baharı sığdıran, bir bakışı ile ömrü yönlendirendi. Cihan için kadın en kutsal varlıktı.
Ama şimdi?
Şimdi kadın demek; Sırtında bıçak izi, gözlerinde korku, mezar taşında suskunluk demek. Kadın demek, yaşaması bile bazen suç sayılan bir varlık oldu.
Cihan’ın en nefret ettiği şey ise tıpkı şimdi olduğu gibiydi:
Sevgi diyerek katleden, sahiplenme diyerek yok eden, sevmek sandığıyla solduran mahluklardı onlar.
Kadına “canım” deyip canını alan…
Aşka “ölürüm” deyip önce öldüren…
" Merak etme kardeşim o ibneyi bulup doğduğuna pişmam edeceğiz." Derken kendi yapacaklarını düşünemiyordu bile.
Eceli gelen her köpek cami duvarına işiyordu....
****************************
" Gidene mi zordu, kalana mı? Bilinmez ama zorla gitmek en can alıcısıydı...."
Zeynep, kendi arabasına binerken adamlardan biri Zeynep’in yanına geçerken, diğerleri de kendi araçlarına geçtiler.
Korkuyor muydu Zeynep? Evet.
Ama güçlü durmak zorundaydı, en azından Leyla onu bulana kadar. Çünkü biliyordu ki dostu çoktan ortalığı ayağa kaldırmıştı. En mutlu gününde onu üzmek istemezdi ama bu şerefsizlerle tek başına baş edemezdi.
“Keşke... keşke,” dedi içinden, “Yağız burada olsaydı.” En azından onu arardı.
Duyduğunda kıyameti koparacaktı, bunu biliyordu. Ama işin ucunda kardeşleri, ailesi ve yıllardır minnet borcuyla ezildiği abisi vardı. Yağız’ı düşünmeye başladığı ilk an gözleri dolmuştu.
Yüreğini ilk defa bir erkeğe açmış, ilk defa biri elini tutup onu sahiplenmişti.
Diğer erkeklere göre çok farklıydı.
Zeynep’i kendisine çeken de o farklı aurası değil miydi zaten?
Kadir abisiyle konuşacaktı oysa ki şimdi.
Evlilik hayalleri kurarken kaçtığı kaderinin gelini olacaktı.
Bunca çaba, çektiği onca acı... Boşa mı gitmişti?
Hepsi o adam yüzündendi. Kardeşleri olmasa elleriyle parçalayabilirdi onu.
Ama boynunu büken, ikiz kardeşleri ve yıllarca ona annelik, babalık, abilik yapmış olan insanlardı...
15 dakika sonra Zeynep, çarşıda bulunan noterin önüne park etti.
“Adamlarına söyle, uzakta dursunlar. Ailem elinizdeyken kaçacak hâlim yok. Burada herkes bizi tanıyor, dikkat çekmek istemiyorum,” dedi.
Adam, arkadaki lüks aractaki arkadaşlarını arayarak uzak durmalarını istedi. Zeynep ile birlikte arabadan indiler ve notere girdiler. Zeynep, tuttukları dükkânın sahibiyle tokalaştı. Daha sonra hazır olan evrakları noterin huzurunda imzaladılar ve satış gerçekleşmiş oldu.
“Hayır, uğurlu olsun,” diyerek oradan ayrıldılar.
Zeynep, evrakları kendi arabasına bıraktı bu arada telefonunada sessize aldı. Sadece kol çantasını alıp arabayı kilitledi. Nasıl olsa Leyla bu arabayı da bulurdu. Yanındaki adamla birlikte, ileride onları bekleyen lüks VIP araca bindiler.
Ve cehennemine doğru yola çıkmış oldu.
Gözlerinde yaş, yüreğinde sevdikleri ve kalbindeki tek aşkının şehrine böylece veda ediyordu.
Arabada gözleri yola değil, içindeki boşluğa kilitlenmişti. Zaman ağır akıyor, nefesi göğsünde bir yumru gibi sıkışıyordu. Dışarıdan bakıldığında belki sakin görünüyordu ama içinde kocaman bir çığlık susuyordu. Zeynep, hayatında ilk kez bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz hissediyordu.
"Kaçacak yerim yok," diye geçirdi içinden. Ne dönüp arkasına bakabiliyordu, ne de ileriye umutla yürüyebiliyordu. Bir yanda ailesi, kardeşleri, canından çok sevdikleri...
Diğer yanda Yağız. Kalbinin tek sahibi, ama artık ulaşamayacağı kadar uzak.
Boğazına düğümlenen sözler vardı.
Söyleyemediği şeyler. Sarılamadığı insanlar. Vedalaşamadığı bir sevda...
“Ben ne zaman vazgeçmek zorunda kaldım?”
“Ne zaman sustum böyle?”
Kendi hayatının seyircisi gibi hissediyordu. Biri yazmıştı sanki bu oyunu, ve o sadece repliklerini ezberliyordu.
Bir gözyaşı süzüldü yanağından sessizce.
Silmeye gerek bile duymadı. Artık güçlü görünmeye de çalışmıyordu.
Çünkü Zeynep, o an orada…
Bir arabada, bir adamın yanında, bilmediği bir sona doğru giderken...
Kendisini kaybetmişti. Tek düşündüğü bir an önce kız kardeşlerine ve ailesine sarılmakdı....
"Sağıra sözünü, köre yüzünü süsleme... Yorulursun."
Zeynep’in durumunu ne de güzel anlatıyordu bu söz. Bazen binlerce kelimeye gerek kalmaz. Tek bir cümle, bir çift söz yeter… Dudaklarından dökülür ve tam da seni anlatır.
Yüreğindekini özetler, sustuklarını dile getirir.
Ve o an anlarsın ki; anlatmak değil, anlaşılmakmış mesele.....
**********************
Yavuz ve Leyla hızlıca hazırlandılar. Gidip kurtarmaları gereken bir kardeşleri vardı. Leyla, kızlara aceleyle mesaj atarak durumu bildirdi:
“Kızlar. Zeynep’i bulmuşlar, o şerefsizler kızı almış. Yavuz’la birlikte kurtarmaya gidiyoruz. Buralar size emanet. Sakın Zeynep’i aramayın. Adamlar bizim onları fark ettiğimizi bilmiyor. Zeynep konumunu açmış, takipteyiz. Kimseye de bir şey demeyin.”
Mesajı yazp gönderdi.
Senem, bundan sonra yuvası olacak evi gezerken almıştı mesajı. Hemen açıp okudu. Elleri titrerken bedenen de hafiften sendeledi. Tahir tutmasaydı, yere düşebilirdi. Mesajı o sayede Tahir de görmüştü. İçinden bir güzel küfürler etti.
Senem’in titreyen parmakları, klavye üzerinde hızla hareket etti. Mesajı Leyla’ya gönderdi.
"Özür dilerim ama gitmem lazım,"dedi sevdiği adama, dolu dolu gözlerle bakarken.
Tahir, önünde duracak bir adam değildi; ama yalnız da bırakacak biri hiç değildi.
"Beraber gidiyoruz, gece gözlüm. Biz artık iki ayrı beden değiliz... Tek beden, tek yüreğiz," dedi.
Senem’in gözlerinden akmaya hazır olan yaşlar, artık engel tanımadan süzüldü. Bu adam, hangi işlediği sevabın, hangi ettiği duanın, hangi çektiği çilenin kabulüydü?
Yaren ise mesajı hastanede almıştı. İki gündür sevdiği adama ulaşamıyor, meraktan delirmek üzereydi. İlk defa Kadir ona bu kadar uzun süre geri dönüş yapmamıştı.
“Ulan Karadenizli… Eğer ki beni aldatıyorsan, seni topuğundan vurmak benim de boynumun borcu olsun!” diye kendi kendine söylenirken gelen mesaj sesiyle saydırmayı bırakıp telefonu tekrar eline aldı. İçten içe , mesajın Kadir’den gelmesini umut ediyordu.
Lakin öyle olmamıştı. Mesaj Leyla’dan gelmişti. Okur okumaz sinirden kıpkırmızı oldu. Mavi denizleri köpürdü, karaya çaldı. Şimdi o adamları neşterle kesmez miydi?
İzin almak için hocasının yanına giderken, Leyla’ya geri dönüş yapmayı da unutmadı.
Leyla’nın telefonuna, ardı ardına düştü mesajlar...
İlk mesaj Senem'dendi:
“Ben de geliyorum. Burada süs bebeği gibi oturup sizi bekleyemem. Kusura bakma abla ama söyleyeceğin hiçbir şey fikrimi değiştirmez.”
İkinci mesaj Yaren’den geldi:
“Eğer ki bensiz giderseniz, değil bu hastaneyi, Antep’i ayağa kaldırmazsam ben de Yaren değilim!”
Leyla mesajları okurken gözlerini devirdi. Kızlar kesin kafayı yemişti. Düğüne gider gibi kalabalık bir ekiple gitmeleri mümkün değildi.
Delirmişler miydi?
Telefonu Yavuz’a uzattı. O da mesajları okurken kaşları çatıldı, gözleri karardı.
Leyla, kocasının kara gözlerinin radarına girdiğini hissediyordu.
Bakışları bile ateş saçıyordu belli ki söyleyecekleri daha beter olacaktı...
“Siz kafayı mı yediniz?” dedi Yavuz, gözlerini kısmış, sesine hâkim olmaya çalışarak.
“Düğüne gitmiyoruz Leyla. Ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Hepinizin ne işi var orada? Olmaz. Söyle kızlara… Bu defa olmaz.”
Kesin bir dille reddetmişti. Geri adım atmıyordu.
Leyla, kızlara güveniyordu. Yavuz’un on adamına bedeldiler. Onlara zamanında, kendilerini koruyabilmeleri için özel eğitim aldırmıştı. Evet, bazen eğitimden mızmızlanırlardı... Ama iş ciddiye bindiğinde nasıl değiştiklerini Leyla çok iyi biliyordu.
Yavuz’un korkusu yersiz değildi, bunu anlıyordu. Ama bir yandan da biliyordu ki, o kızları kimse durduramazdı. Yıllardır birbirlerine sırtlarını dayamışlardı. Kimin başı derde girse, diğerleri gözünü kırpmadan koşardı.
Şimdi Leyla “gelmeyin” dese ne olurdu ki? İkisi de dinlemeyecek, bildiklerini okuyacaklardı. Boşuna konuşmuş olacaktı.
Gözlerini devirerek Yavuz’a baktı, aynı anda elindeki silahı da kontrol ediyordu.
“Sana bir şey diyeyim mi ağam?” dedi dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle.
“Senin şu kapıdaki adamlardan daha iyi silah kullanıp adam dövüyorlar. Sen daha onların o tarafını görmedin. Aslında hiç kimse görmedi."
Tırnağı kırılsa ağlayacak kadınlar değillerdi onlar... Arkadaşının tırnağı için canını ortaya koyacak kadınlardı.”
Yavuz, “Hadi be…” der gibi şüpheli bir bakış attı.
Leyla, ona “bak da gör” bakışıyla karşılık verdi.
Ardından çift, önce salona indi.
Yade Zergül’ün elini öpüp hayır dualarını aldılar. Sonrasında anneleriyle vedalaşıp hızlıca merdivenlerden indiler.
Dışarı çıktıklarında korumaların hepsi hazır ola geçmişti, Yavuz sert bir ses tonuyla komut verdi:
"Adem, Macit, Aziz. Siz bizimle geliyorsunuz. Diğerleri konağın etrafında kuş uçurtmayacak. Tek bir yanlışı, tek bir hatayı affetmem. Anlaşıldı mı?"
Korumalar ağalarının söylediklerini emir bilirlerdi.
Zaman Zeynep için hızla akarken, Yağız için geçmek bilmiyordu. Her şey hazırdı ama o saat bir türlü gelmek bilmiyordu sanki. Sevdiği kadını defalarca aramış, ama bir türlü ulaşamamıştı. Oysa bugün kavuşacaklardı. İçindeki heyecanla karışık o tuhaf sıkıntıyı bastıramıyordu. Sebebini bilmiyordu ama kalbinin tam ortasında bir daralma vardı.
Zeynep'e ulaşamayınca önce Yavuz’u aradı, açmadı. Ardından Leyla’yı... o da açmadı. Senem’i denedi, sonuç yine aynıydı. İçine bir kurt düşmüştü artık. Bir şeyler ters gidiyordu.
Son umutla Yaren’i aradı. Yaren ekranda abisinin adını görünce önce açmak istemedi. İçinden, "Of be, en zoru yine bana kaldı..." dedi. Ama telefon çalmaya devam ediyordu. Yağız kolay kolay peşini bırakmazdı, er ya da geç öğrenecekti.
"Efendim abi?"
Yağız sesini duyunca önce derin bir nefes aldı.
"Kızım bir saattir arıyorum, neredesin?" dedi telaşla.
"Abi müsait değildim, bir şey mi oldu?"
“Zeynep’e ulaşamıyorum. Herkezi aradım, kimse açmıyor! Kötü bir şey mi oldu? İyi misiniz?"
Yaren bir yandan hazırlanıyor, bir yandan zaman kazanmak istiyordu. Ama Yağız’ın sesi artık sabırsız ve öfkeliydi.
"Ben iyiyim, boş ver şimdi beni. Zeynep nerede? Neden telefonumu açmıyor?"
Sustu Yaren. Abisine nasıl söyleyecekti? Dağ başında görev yapan bir adama, sevdiği kadının kaçırıldığını telefondan nasıl anlatırdı?
İçinden ailesine saydırarak "Tabii yine Yaren söylesin, taş kalpli o ya..." diye mırıldandı.
"Kızım cevap versene!” diye bağırınca, Yaren gözlerini kapattı, kanepeye oturdu ve derin bir nefes aldı.
"Abi... herkes iyi ama…”
“Ama ne? Konuşsana!”
“Zeynep iyi fakat... önce lütfen sakin ol. Anlatacağım ama beni sakince dinlemen lazım.”
Yağız gökyüzüne bakıp sabır diledi.
“Tamam, sakinim. Anlat, ne oldu?”
“Zeynep’in peşindeki adamlar onu bulmuş. Yolunu kesip almışlar. Götürüyorlar abi. Biz de peşlerindeyiz. Telefonlar bu yüzden açılmadı.”
Cümle bittiğinde Yağız’ın içinden bir şeyler kopmuş gibiydi. Kelimeler beyninde çarpıştı: “Almışlar... götürüyorlar...” Ne demekti bu?
O an Şırnak sıcağı bile beynini bu kadar yakmamıştı.
“Ne dedin sen?” dedi sessiz bir öfkeyle.
Yaren devam etti:
“Bak abi, lütfen bir delilik yapma. Yavuz abim zaten peşlerinden gidiyor, biz de yanındayız. Kurtaracağız Zeynep’i.”
Ama Yağız hiçbir şey duymuyordu artık. Tek bildiği, sevdiği kadının ellerinden kayıp gitmek üzere olduğu gerçeğiydi. Hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı ve koşarak alay komutanlığına yöneldi. Merdivenleri ikişer üçer çıktı. Soluksuzdu. Kalbi hızla atıyor, gözleri ateş gibi yanıyordu.
Hakan’ın odasının kapısını çalmadan açtı. Birdenbire içeri girince Hakan irkildi.
“Çüş lan! Kapı çalmak adettendir! İyice ayıya bağladın sen!” dedi kemerini bağlarken.
Ama Yağız’ın halini görünce sustu. Onun dağılmış yüzü, titreyen elleri, gözlerindeki öfke Hakan’ı alarma geçirdi.
“Boş ver şimdi nezaketi!” dedi Yağız.
“Acil Zeynep’in yerini bulmamız lazım. Hemen, şimdi!” Hakan kaşlarını çattı.
“Oğlum, kafayı mı yedin? Gideceğiz zaten Antep’e, kızın yerini şimdi ne yapacaksın?”
"Bana o konumu buluyor musun, yoksa askerliğimi yakıp ben mi bulayım?"
O an Hakan sustu. Çünkü Yağız’ın gözleri konuşuyordu. Dostunun bu hâlini ilk defa görüyordu. Gözlerinde çaresizlik değil, ölümüne kararlılık vardı.
“Dur lan! Ne oluyor doğru düzgün anlat!”
Yağız hızlıca her şeyi anlattı. Hakan dinlerken yerinde duramıyordu, öncelikle yerlerini kendi bulmaya çalıştı ama yeterli olmadı.
İkisi aynı anda harekete geçmişti. Yağız komutanına durumu arz etmek üzere çıkarken, Hakan da ne yapabilir onların uzerinde çalışıyordu.
Dışarıda sıcak bir yaz rüzgârı esiyordu ama içeride Yağız’ın içini yakan, sevdiğine yetişememe korkusuydu.
Yağız, adımlarını yavaşlattı. Hâlâ sinirliydi ama komutanının karşısına saygısızca çıkamazdı.
Kapının önünde bir kez derin nefes aldı ve tok bir sesle kapıyı çaldı.
"Gir içeri!" diye cevap geldi içeriden.
Yağız kapıyı açıp içeri girdi. Dimdik durdu, alnındaki ter damlaları gözlerinden çok daha fazla şey anlatıyordu.
Komutan masasından başını kaldırıp Yağız’a baktı.
"Ne oldu Evlat , suratın kireç gibi? Hazırlanıyordunuz, bir sorun mu çıktı?"
Yağız, cümlelerini seçerek konuşmaya başladı.
"Komutanım... Dedi nasıl anlatsa bilemiyordu konuya nerden girse.
" Teğmen hemen durumu arz et." Dedi Korhan Albay ciddiyetle.
Yağız komutu alınca konuya direkt girdi.
" Komutanım kısa ve net konuşacağım. Sivil bir durum söz konusu . Evleneceğim kızın başı belada komutanım benim gitmem lazım izniniz olursa?" Korhan Albay kaşlarını çattı.
" Şu konuyu adam akıllı anlat önce." Dedi . Yağız durumu en başından anlattı Korhan Albay Hakan ile birlikte gitmesine karar verdi. Bu deli oğlanı ancak Hakan zapt ederdi. En iyi askerini böyle tehlikeli bir operasyona tek göndermek istemedi.
Hakan , Ankara da istihbarat da bulunan arkadaşından Zeynep ile ilgili bilgileri istedi. Sinyal takibi başlamıştı çoktan. Hakan ve Yağız ise vakit kaybetmeden yola çıkmışlardı. İsktimetleri sevdiği kadının memleketi Sinop'du.....
***********************
Bir yanda kaderine doğru giden bir kadın ve onun peşinden yollara düşen Miroğlu ailesi, diğer tarafta sevdaları için aileleriyle konuşmaya çabalayan iki sevdalı...
Hasret, ailesinin yanına gelmişti bu sabah. Beraber kahvaltı yaptılar. Uygun bir an kolluyordu, ailesine Berdan'ı söylemek için. Kahvaltıdan sonra o anı yakalamıştı. Babası, ellerinden kahve içmek istediğini söyleyince hızlıca kahveleri yapıp servis etti ve kendisi de annesinin yanına kanepeye oturdu.
“Baba, ben buraya aslında sizinle önemli bir konu hakkında konuşmaya geldim,” diyerek konuya girdi Hasret. Stresten, parmaklarıyla oynuyordu bir yandan da.
Babası kahvesinden bir yudum aldı. Keyiflenmişti; bugün tüm aile bir aradaydı.
“Hayırdır, ne konuşacaksın?” diyerek merakla sordu.
Hasret cesaretini topladı. Korkacak bir şey yoktu; en fazla evlatlıktan reddederdi. Hasret’in de bir aileye zaten ihtiyacı yoktu. Yıllar önce ailesiz kalmıştı zaten; şimdi yoklukları da, varlıkları da birdi.
“Hayırlı bir iş... Berdan... benimle evlenmek istediğini söyledi, ben de kabul ettim. İzniniz olursa istemeye gelecekler,” dedi Hasret bir nefeste.
Babası yanlış duymuş olmayı umdu. Kızı, buralardan gideli töreyi iyice unutmuş muydu? Karşısına gelmiş, ergenler gibi evlenmek istediğini söylüyordu utanmadan bir de.
Öfkeden gözleri seğirdi. Elindeki fincanı, yanında bulunan sehpaya sertçe bıraktı.
“Ulan sen örf, adet, töre bilmez misin? Hadi sen gittin gurbette unuttun, o ağa bozuntusu da mı unuttu? Yıkıl karşımdan, elimden bir kaza çıkmadan! Daha dün boşanmış, utanmadan bir de evlenecek! İyice edepsiz oldun sen ama ben seni adam etmesini bilirim,” dedi.
Hasret ayağa kalktı, başını dikleştirdi. Zaten beklediği bir tavırdı, hazırlamıştı kendini buna. Babası hiçbir zaman değişmezdi. Boşuna buraya gelip dil dökmüştü.
“Ben örfümü de, adetimi de unutmadım baba. Ama sen hâlâ karşında bir evladın olduğunu unutmuşsun. Hiç değişmeyeceksin. Ben senden müsaade istemiyorum zaten. Sadece haber veriyorum; karşı tarafın geleceğini,” dedi Hasret.
Babasının yüzü bir anda kıpkırmızı oldu. Eli sehpaya sertce çarptı . Üzerindeki fincan duvara fırladı. Şangırtıyla kırıldı.
“Utanmaz! Hâlâ konuşuyor! Bu evde benim sözümden çıkana nefes yok!”
Bir adımda Hasret’in yanına vardı. Bağırdı, saçına yapıştı, sertçe itti. Hasret sendeledi, ama yere düşmedi. Gözleri doldu ama ağlamadı.
“Etme bey , yapma! Evladına kıyılır mı?!”Dedi Annesi ama nafileydi.
Kadıncağız araya girmeye çalıştı ama kocası olacak zalim onu da omzundan sertçe itti.
O anda kapının önünde arabasını park edip inen Berdan evden gelen sesleri duydu. Hızlıca eve doğru kostu. Kapıya vurdu ama açılmıyordu. Ardından bir çarpma sesi… bir daha… bir daha...
Kapı, gürültüyle kırıldı. İçeriye bir gölge doldu.
Berdan girdi içeri nefes nefese. Gözü direkt Hasret’i buldu. Saçı dağılmış, yanağında parmak izi. Gözlerinde acı.
Berdan’ın gözleri karardı. Göz göze geldiği anda öfkesi tüm bedenini esir almıştı.
“Sen...! Ulan ona el mi kaldırdın?!”
Hasret'in babasına doğru hızla yürüdü, yumruklarını sıkarak. Ama tam yumruğu kaldıracakken Hasret araya girdi eli havada asılı kaldı. Berdan’ı durdurmak istedi ama ... Berdan içindeki öfkeye daha fazla hâkim olamadı Hasret'i kenara çekti ve karşısında insanlıktan nasip almamış adamın yüzüne bir yumruk savurdu.
Yumruk babasının dudağını patlattı. Sendeleyerek geriye doğru düştü.
Baba müsveddesi şaşkındı. İlk kez böyle bir şey yaşamıştı. Gözleri boşluğa baktı. Berdan Marazoğlu'nu ilk defa bu denli öfkeli görmüştü.
Hasret, Berdan’ın koluna girerek ona yalvaran gözler ile baktı. Sonra bakışlarını babası olacak mahluka çevirdi. Titreyerek ama başı dik bir şekilde konuştu:
“Ben seni babam zannettim yıllarca... Ama sen sadece adammış gibi görünen bir cellatsın. Senin bir cellat olduğunu unutup buraya geldiğim için kendimden nefret ediyorum." Dedi
Berdan'ın elini sıkıca tuttu. Güç alırcasına varlığını babasına göstermek ister gibi.
“Bir gün gerçekten baba olmaya karar verirsen, kapım sana açık olacak. Ama o zamana kadar senin Hasret adlı bir kızın yok. Ne ölün ölüme, ne dirin dirime ” dedi. Annesi yalvardı yakardı ama nafile Hasret kararlıydı.
Ve birlikte evden çıkan genç çift arabaya kadar beraber el ele yürüdüler. Hasret’in elleri titremekteydi ama gözleri sakindi. Berdan kolunu omzuna dolarken yavaşça sordu:
“İyi misin?” Hasret hafifçe tebessüm etti ve:
“İlk kez gerçekten iyiyim.” dedi.
Berdan, sevdiği kadını sıkıca kendine çekti. Hasret'in başı, Berdan’ın göğsüne denk gelmişti. Sığındığı bu kollar artık onun evi, yuvası, gideceği tek limanıydı.
Arabaya binmeden önce baba evine son bir kez baktı. İçini bir hüzün burktu. Orası onun baba evi değildi ki... Hiçbir zaman da olmamıştı. Bunu hâlâ anlamamış mıydı?
Berdan, Hasret’i arabanın kapısını açarak içine oturttu. Artık burada daha fazla kalmalarına gerek yoktu. Ne yaşandıysa yaşanmış, geride kalmıştı.
Berdan için fark etmezdi. Ona gerekirse anne olurdu, baba olurdu… Hatta tek başına bir aile bile olurdu. Yeter ki sevdiği kadın yanında, yamacında olsundu…
Hasret, Berdan’a aşkla baktı. İçini kurcalayan bir soru vardı; merak ediyordu. Acaba onun ailesi ne demişti? Evliliklerini kabul etmişler miydi?
Biraz çekinerek seslendi:
“Mavişş…” dedi, sonunu uzatarak.
Berdan kahkaha attı. Yıllar sonra ilk defa birinin ağzından bu kelimeyi duyuyordu. Hem de sevdiği kadının sesinden... Kahkahası arttıkça Hasret, onun yüzündeki tebessümde kaybolmak istedi. İçinden, bir çocuk gibi yanaklarını sıkmak ve öpmek geldi.
“Söyle Maviş’in ömrü,” dedi Berdan, gülümseyerek.
Hasret azıcık utanmıştı. Yüzü hafifçe pembeleşti. Bakışlarını kaçırmadan sordu:
“Sizinkiler ne dedi evlilik işine?”
Konuyu uzatmak istemiyordu, sadece cevabını merak ediyordu.
“Anam dünden razıydı,” dedi Berdan keyifle.
“Babam da seni üzer miyim diye beni güzelce tehdit etti. Yadem zaten her zaman benim arkamda ama artık o da ‘gelinci’ oldu. Kısacası… hazır mısın, Marazoğlu’nun gelini olmaya ?”
Hasret’in içi burkulsa da mutlu olmuştu. Kabul görmüştü. Utanmadı da değil hani… Ellerini utancından yüzüne kapattı. Seviliyordu, hem de sadece Berdan tarafından değil, ailesi tarafından da.
Ama Berdan “Marazoğlu gelini” deyince yüzü kıpkırmızı oldu. Hafifçe geriye çekilip yüzünü sakladı.
“Kız… sen utandın mı sen?” dedi Berdan, gülerek. Dalgasını geçiyordu.
Hasret ise elini kaldırıp hafifçe omzuna vurdu:
“Dâlga geçmesene yaa, pislik.”
Berdan hemen suratını hafifçe buruşturdu, abartılı bir edayla:
“Kız elin amma ağırmış! Omzum koptu! Gör ana, gör oğlunu! Evlenmeden şiddet görmeye başladı. Sonra da ‘kadınlar mağdur’ diyorlar. Biz erkekler ne yapalım peki?”
Hasret hafifçe güldü ama hemen ciddileşti, kollarını göğsünde bağlayıp suratını astı:
“Aşk olsun Maviş… İki dakikada sattın beni. Ben seni dövüyor muyum da şikâyet ediyorsun hemen?” Berdan kendisine küsen kadına baktı ciddiydi.
Berdan, ciddi bir hâle büründü. Arabayı sağa çekip durdurdu. Yavaşça Hasret’e döndü, omuzlarından tuttu. Hasret’in gözlerine baktı. Mavi gözleri, Hasret’in ela gözleriyle buluştu. Gözlerinde sevda, yüreğinde merhamet vardı.
“Dökme hemen yüzünü kadın. Bu Maviş sana ölür. Canı yoluna feda olsun. Yeter ki sen küsme,” dedi.
Hasret’in gözleri doldu. Bu adama şimdi nasıl küsebilirdi? Daha fazla tutamadı kendini. Berdan’ın boynuna sıkıca sarıldı, sessizce ağladı.
“Ağla güzelim,” dedi Berdan, yumuşak bir sesle.
“Yeter ki içine atma…”
Bir süre o şekilde kaldılar. Sessizlik, her şeyi anlattı. Sonra toparlandılar ve yeniden yola koyuldular.
Önlerinde uzun bir yol vardı artık. Acısıyla tatlısıyla...
Ama bu kez beraber geçirecekleri bir ömür vardı.
***************************
"Kırıldı mutluluğa uçan kanatlarım,
Sensizlik ölümle eş değer sevdiğim... "
Zeynep, kafasını cama yaslamış, kaderine ağlıyordu. Yol akıp gidiyordu ama Zeynep’in ruhu Antep’te, sevdiklerinin yanında kalmıştı. Yanındaki adamlar bile onun bu hâline üzülmüşlerdi. Ama onlar da emir kuluydu, ellerinden bir şey gelmiyordu.
Hayatı geçiyordu gözlerinin önünden. Annesinin onu tek başına bırakıp gidişi, Kadir abisinin o küçük yaşta Zeynep’e kol kanat germesi… Sırf yüzünü güldürmek için her gün çikolata alıp getirmesi, kardeşlerinin o neşeli halleri, sonra İstanbul’daki okul ve tabii ki dostları.
Yaren ve Senem’in didişen hâlleri, Leyla’nın o ummansız sevgisi, konaktakilerin aile sıcaklığı ve sevdiği adam...
Kalbinin kapılarını aralayıp yüreğine giren ve kalbinin merkezine yerleşen, deli dolu teğmen...
“Şimdi kim bilir ne hâllerdedirler?” diye düşünüyordu. En çok da Yağız’ı... Öğrendiğinde delirecek, kendisini asla affetmeyecekti. Zeynep daha çok ağlamaya başladı.
İsyan etmek istemiyordu ama hayat bazen bizi öyle bir yere getiriyordu ki, “Neden ben?” dedirtiyordu. Tıpkı şimdi Zeynep’in de dediği gibi...
“Neden ben?” diyordu içinden. Onca insan varken neden hep Zeynep acı çekiyor, bedel ödüyordu? Hepsi babası olacak o adam yüzündendi. Öz babası olsaydı, böyle bir şeyi asla kabul etmezdi. Ama konu Macit ise, her şey beklenirdi.
Zeynep, geçip giden yola gözyaşlarını dökerken, arkasından kartal olup onu almaya gelen sevdiğinden habersizdi.
Yağız, arabayı öyle bir kullanıyordu ki sanki tekerlekler yere değmiyordu. Sevdiğine geç kalmaktan korkuyordu. Bir an önce gidip çimen gözlüsünü kurtarmalıydı.
Hakan, dostuna sakin olmasını her ne kadar söylese de Yağız bir kere gemileri yakmıştı. Kimse onu durduramaz, sakinleştiremezdi.
"Lan oğlum, hadi bizim canımızı düşünmüyorsun, bari otobandaki vatandaşın canını düşün!" diyordu ama Yağız’ın hiçbir şey umurunda değildi.
Yağız’ın aklı Zeynep’teydi. Ya yetişemezse? Ya o adamla evlenirse? Ya o adam Zeynep’e dokunursa? İşte bu düşünce Yağız’ın nefesini kesiyordu. Direksiyonu tutan parmakları öyle bir sıkıyordu ki, öfkeden bembeyaz olmuşlardı. Hızını artırmıştı. Sollama yaparken az kalsın kaza yapacaklardı. Ya larından geçen tırın kornasına basmasıyla kendine gelen genç adam, hızlıca yaptığı manevrayla canlarını kurtardı.
Hakan’ın ise artık sabrı taşmıştı.
"Yağız! Yeter bu kadar! Çek sağa, bizi öldüreceksin! Kendimizi geçtim, sivillerin canına da kast ediyorsun!" diyerek yüksek sesle konuştu.
Yağız arabayı sağa çekti. Hakan ile yer değiştirdiler. Hakan arabayı kullanırken, perişan olan dostuna arada bir göz ucuyla bakmayı da ihmal etmiyordu.
"Abi, tamam seni anlıyorum ama bak, kurtaracağız yengeyi. Sen de biraz sakin ol kardeşim. Bu öfke sana da, ona da zarar."
Yağız dostuna hak veriyordu ama içinde öyle bir yangın vardı ki hiçbir yere sığamıyordu. Zeynep’e de çok kızgındı, haber vermediği için.
"Ulan ben bostan korkuluğu muyum? Nasıl gider abi onlarla? Hadi mecbur kaldı, yav bir mesaj atsa, yine yeterdi. Leyla’ya yazan kadın, bana tek bir kelime dahi etmedi..." dedi. İçinde fırtınalar kopuyordu. Bir yanı Zeynep’e kıyamazken, diğer yanı öfke ile dolup taşıyordu.
"Lan manyak mısın sen? Kız nasıl sana haber versin o durumda? Sen iyice kafayı yedin!" Yağız, küçük çocuklar gibi mızmızlanıyordu şu an. Hakan, dostunun bu hâline hayretler ediyordu. Dağlarda göz açtırmayan adam, elinden oyuncağı alınmış çocuklar misali, utanmasa ağlayacaktı.
"Seni tanımasam, dağlarda kükreyen o adamın sen olduğuna inanmazdım şu hâlini gördükten sonra." Yağız arkadaşına ters ters baktı; zaten canı burnundaydı.
"Ya sen ne kadar mızmız biri çıktın! Tı tı tı... Yazık, ben de seni baya korkusuz sanmıştım. Çocuksun lan sen, büyümemiş çocuksun. Kız tabii sana haber vermez. Ona da böyle nazlanıyorsan!"
Hakan bilerek Yağız’ın damarına basıyordu ki kafası dağılsın istiyordu.
"Bana bak, asabımı bozma arkadaş falan dinlemem, atarım seni arabadan!" dedi Yağız. Sinirini çıkaracak birini arıyordu zaten.
Hakan gülümsedi. İşte şimdi olmuştu. Yoksa yol, yanındaki dostunun öfkesiyle bitmezdi.
İnsan en çok sevdiğine geç kaldığında kahrolur. Kirpiklerinin teline kıyamayan adamlar, sevdiklerinin canı yandığında, kendi kirpiklerini onun uğruna feda edecek hâle gelir.
Bir yürek iki bedende atıyorsa, mesafe ne kadar uzun, kader ne kadar acımasız olursa olsun; aşk, o iki kalbi hep birbirine götürür.....
*****************************
Yavuz, Leyla ile çıktığı yolda her ne kadar itiraz etse de, Yaren’i de almıştı arabaya. Senem ve Tahir ise arkalarından onları takip ediyordu. Üç araba, peş peşe Sinop’un yolunu tutmuştu.
Bir kaçış hikayesinin ardından, bu defa bir kurtarma hikayesi yazmaya gidiyorlardı.
Zeynep, telefonunu kapatmıştı ama konumu hâlâ açıktı. Cihan, yaptığı araştırmalar sonucu bindikleri arabanın marka, model ve plakasına kadar her şeyi öğrenmiş ve bilgileri Yavuz’a göndermişti. Aralarında fazla mesafe yoktu ama Yavuz’un içinde bir korku vardı:
Ya Leyla’ya ya da doğmamış bebeklerine bir şey olursa... Yine de kendini zorlayarak hızını sabit tutuyordu. Çünkü biliyordu, önemli olan istikrardı, panik değil.
Arabanın içinde Yaren ve Leyla, geçmişten konuşuyor, gülümseyerek anılar arasında dolaşıyorlardı. Leyla’nın elini karnına koyuşu, gözlerinin parıltısı, içinde taşıdığı umudu gösteriyordu. Yavuz ise direksiyon başında sessizdi. Gözleri yolda, zihni binbir parçaya bölünmüştü. Her düşünce, her plan, Zeynep’i ve ailesini korumaya odaklıydı. Zihninde kurduğu her senaryonun ucunda, kurtarılmış bir Zeynep vardı.
Saatler ilerliyor, yollar birbirini kovalıyor ama bitmek bilmiyordu. Gökyüzü griye çalmaya başlamıştı. Arabanın farları yavaş yavaş çevreye vuruyor, gecenin habercisi gibi yolu aydınlatıyordu.
Yol kenarında bir dinlenme tesisinde durdular. Leyla'nın yüzü biraz solgunlaşmıştı, hamilelik yorgunluğu göz kapaklarına çökmüştü. Yavuz, Tahir ile birlikte bir şeyler almak için içeri girdi. Kızlar lavaboya giderken, Adem dışarıda etrafı dikkatlice kolaçan ediyordu. Elini beline atıyor, göğsünü gere gere koruyucu bir duruş sergiliyordu.
Kısa molanın ardından tekrar yola koyuldular. Dakikalar bile artık kıymetliydi. Geri dönülecek zaman yoktu, çünkü her saniye Zeynep’i karanlığa biraz daha yaklaştırıyordu.
Yağız ve Hakan ise uzun bir yol almışlardı. Gözleri yolda, kulakları kalplerinin atışında… Yavuz’larla aralarında tam bir saatlik mesafe kalmıştı. Korhan Albay sık sık arıyor, bilgi istiyordu. Hakan, bir benzinlikte mola verdi. Rüzgâr Karadeniz’den esiyor, benzinliğin bayrağını şiddetle dalgalandırıyordu. Gökyüzü alacakaranlıktı, sanki bir fırtına yaklaşıyordu.
Yakıt aldılar, ihtiyaçlarını giderdiler. Karadeniz’in sınırlarına girmelerine artık çok az kalmıştı.
Yağız tekrar direksiyona geçti. Gözleri kararlıydı ama yüreği paramparçaydı. Hakan, içindeki sessizliği bozmak istercesine elini uzatıp radyoyu açtı. Spiker kısa bir konuşma yaptı ve ardından günün anlam ve önemine dair bir şarkı başladı:
Nilüfer – “Böyle Ayrılık Olmaz”…
Şarkının “Böyle ayrılık olmaz” dediği anda, Yağız derin bir “off” çekti. O iç çekiş öyle ağırdı ki, adeta kalbinden bir parça daha koptu. Gözleri doldu ama akmadı. Hakan ona baktı, suskunluğunu saygıyla izledi.
Aynı dakikalarda, Zeynep de aynı şarkıyı dinliyordu. Arka koltukta sessizce oturuyor, camdan dışarıya dalmıştı. Gözyaşları süzülüp boynuna iniyor, içindeki yanığı dışa taşıyordu.
“Neredesin Yağız, neredesin?”
Kalbinde isyan, dilinde dua vardı.
"Gel kurtar beni teğmen… Ben sensiz nefes alamıyorken, nasıl o adamın nikâhına girerim? Nasıl ona evet derim? Duy sesimi… Duy ki, beni bu cehennemden çekip al.”
Koruma şoförün gözleri dikiz aynasından Zeynep’e takılmıştı. Gözlerinden süzülen o yaşlar… Adamın içini sızlattı. Ama emir emirdi. Lewent Turalı söz konusuysa, kimsenin karşı gelmeye cesareti yoktu.
Yağız, o anda göğsünü tutarak bir anda irkildi. Yüreğine sanki diken batmıştı. Eli istemsizce kalbine gitti.
“Dayan çimen gözlüm… Az kaldı. Geliyorum… Seni alacağım ve biz çok mutlu olacağız.”
Hakan, dostunun dudaklarından dökülen her cümlede gözlerini kaçırdı. O güçlü, sarsılmaz adam… Şimdi bir çocuk gibi dua ediyordu. Hakan, ilk kez bu kadar aciz gördü onu ve canı yandı.
“Üzülme kardeşim, bak az kaldı. Gidip alacağız yengeyi,” dedi.
Evet, yollar azalmıştı ama zaman sanki onlara inat hızlanmıştı. Gökyüzü kararmaya başlamış, güneş yavaşça dağların arkasına çekilmişti. Zeynep o saatlerde memleketine giriş yapmıştı. Araba kasabanın dar sokaklarından geçerken, her köşe başı, her ağaç, her taş Zeynep’e anıları fısıldıyor gibiydi. Gözleriyle veda etti hepsine. İçinden bir ses, bu yolun sonunda bir mezar olduğunu söylüyordu.
Bu gece Zeynep yaşayarak ölecekti.
Ne nefes alacak, ne de gülümseyecekti.
Bir ölüden farkı olmayacaktı.
Vicdansız bir adamın elinde solacak, sonra belki de annesine kavuşacaktı.
Bu düşünce, yüreğine garip bir huzur bıraktı.
Ölüm kokuyordu her yer. Ama o sona, gülümseyerek gidiyordu.
Nihayet, gösterişli ama bir o kadar ruhsuz bir evin önünde araba durdu. Demir kapılar sanki bir zindanın ağzı gibi aralandı. Zeynep gözyaşlarını sildi, başını dikleştirdi. Gözlerinde kararlılık, yüzünde küskünlük vardı. Korumalar kapıyı açıp yardım etmek istediler ama Zeynep, sert bir baş hareketiyle reddetti.
Özgürlüğünü teslim ettiği bu eşiği tek başına geçecekti.
Kapı ağır ağır açılırken, yüreği kuş gibi çırpınıyordu. Yanındaki koruma önden ilerledi. Zeynep ise bir adım geri kalarak yürümeye başladı. Merdivenlerin başında bir an durdu. Başını gökyüzüne kaldırdı, derin bir nefes aldı.
“Bunu son kez yapıyorum” der gibiydi.
Son kez ciğerlerine özgürlüğün kokusunu çekti.
Kapı açıldı.
Ve karşısında, takım elbisesiyle, yüzüne yapışmış iğrenç bir gülümsemeyle, kollarını açmış Lewent Turalı duruyordu.
“Hoş geldin evine, sultanım,” dedi.
Sanki Zeynep kendi isteğiyle gelmiş gibi bir de karşılama yapıyordu.
Zeynep tiksintiyle baktı. Gözlerini adamın suratında gezdirdi.
Yavaşça ilerleyip tam önünde durdu.
“Kardeşlerim nerede?”
Sesi öyle soğuktu ki, salonda buzdan bir sessizlik yarattı. Zeynep dimdik korkusuzca karşısında durmuştu.
Lewent, fotoğraflarda görüp içten içe âşık olduğu kızı şimdi ilk kez karşında tüm gerçekliğiyle görüyordu.
Dik duruşu, korkusuz bakışları ve içindeki ateşi susturmayan haliyle Zeynep, hayalindeki kadının ta kendisiydi.
Tam da beklediği gibiydi...
Gururlu, başı dik, asi ve asaletli.
İşte ona layık kadın buydu.
Levent’in zihninde aşk değil, sahip olma duygusu kabarıyordu artık. Ve bu kadın, boyun eğdikçe değil, karşı durdukça daha da çekici geliyordu gözüne.
" Ahh sultanım çok acelecisin. Önce bir hosgeldin diyeyim sana uzun zaman oldu ben hep bu anı bekledim. Fotoğraflarından bile daha güzelmişsin." Tam Zeynep'e sarılacaktı ki, Zeynep iki adım geri gitti.
" Kardeşlerim nerde dedim sana. Ailemi görmeden seninle tek kelime etmeyeceğim." Sesi keskin bir bıcak gibi kestirip atmıştı herşeyi. Zeynep'ti o bu adama papuç bırakacak değildi.
" Peki sultanım gel seni kardeşlerine gotüreyim." Dedi ve elini uzattı. Zeynep bir kendisine uzatilan ele baktı birde karşısında ki adama. Asla o eli tutmayacakdı. Zaten o şerefli bir askerin elini tutmuştu.
"Kendi başıma yürüyebilirim, yolu göstermen yeterli," dedi Zeynep.
Lewent, "Hay hay," diyerek elini içeri doğru uzattı.
Zeynep, gösterilen yöne doğru kararlı adımlarla yürüdü.
Geniş, gri tonlarının hâkim olduğu salonda; bir kanepe üzerinde amcası, yengesi, iki kardeşi ve Melike elleri ve ağızları bantlı şekilde oturuyorlardı. Başlarında ise, iri yapılı üç adam nöbet tutar gibi bekliyordu.
Ailesi, Zeynep’i gördüklerinde ağlamaya başladılar.
Zeynep, koşarak kardeşlerine sıkıca sarıldı. Gözyaşları, o anlarda yanaklarından sel olup akıyordu.
Hangi yürek bu acıya dayanabilirdi ki? Ama o zalim adam, sanki bir film izler gibi zevkle izliyordu bu sahneyi.
Zeynep, kardeşlerinin ağzındaki bantları açtı. İkisi birden "Abla!" diye çığlık attılar.
Zeynep’in yorgun kalbi bu sesle daha da sıkıştı. Hele ki, bu adamın kardeşlerine yapacağını söylediği kötülükleri düşündükçe... Aklını kaybedecek gibi oluyordu.
Ellerindeki ipleri çözmeye başladı. Hızlıca kardeşlerini bağlardan kurtardı ve onlara bir kez daha sıkıca sarıldı.
O an, birbirlerinden başka hiçbir şeye tutunamıyorlardı.
Zeynep, kardeşlerini çözdükten sonra Melike’ye döndü. Yüzü gözyaşları içindeydi.
Ellerini çözerken başını hafifçe eğdi:
“Korkkma... Merak etme, seni buradan kurtaracağım.”
Melike başını salladı, gözleri dolu doluydu.
Sonra amcasına ve yengesine yöneldi. Her birinin bağlarını çözerken, gözlerinin içine baktı.
Yutkundu, sesi alçak ama kararlıydı:
“Biraz daha sabredin... Sizi buradan çıkaracağım. Hepinizi.”
Onlara da sarıldı, hızlı ama sıcacık bir temasla. Aile olmanın verdiği o içten bağ orada bir anlığına herkese nefes aldırdı.
Ama o anın hemen ardından, Lewent’in tok ve iğrenç sesi havayı kesti:
"Ne duygusal anlar... Dizi gibi. Ama unutma sultanım, bu hikâyenin finalini ben yazacağım.”
Zeynep derin bir nefes aldı. Yavaşça ayağa kalktı ve Levent’e döndü. Gözleri karanlık ama güçlüydü:
“Sen... iğrenç, pis bir adamsın.”
Levent şaşırmadı, sadece gülümsedi.
“Ben sadece sana âşık bir adamım Zeynep. İlk gördüğüm andan beri…”
Zeynep onun sözünü kesti:
“Sen zavallısın. Gücünü kadınlara, çocuklara yettiren, tehditle boyun eğdiren bir korkaksın. Ne sevgi bilirsin, ne insanlık.”
Lewent’in çehresi bir anda değişti. Yanlarındaki adamlarının önünde böyle aşağılanmak gururuna dokunmuştu.
Sert bir adımla Zeynep’in yanına geldi, bileğinden tuttuğu gibi onu kendine doğru çekti.
“Senin bu dik başlı hâlin yok mu… delirtici!” diye tısladı dişlerinin arasından.
Zeynep, acıya rağmen gözlerini kaçırmadı.
" Senden nefret ediyorum... Hiçbir zaman tam anlamıyla bana sahip olamayacaksın." Dedi.
Lewent, gür ve tüyler ürpertici bir kahkaha attı.
Zeynep kulaklarını kapatmak istese de bu mümkün değildi. Yüzünü buruşturdu, midesi bulanmış gibiydi.
"Sen, her hâlinle benim olacaksın!" dedi Lewent. "Kadınım, kölem olacaksın. Her gece beni eğlendiren, altımda zevkten inim inim inleyen tek kadın sen olacaksın."
Zeynep’in duymaya tahammül edemeyeceği sözler, Lewent’in dudaklarından bir dua gibi dökülüyordu.
Zeynep'in yüreği sıkıştı, nefesi kesilecek gibiydi.
"Şimdi, sevgili karıcığım... Yukarı çıkıyorsun ve kına için hazırlanıyorsun. Herkes seni bekliyor." diye devam etti.
Zeynep, şaşkınlıkla gözlerini irice açtı. Bu kadarını beklemiyordu.
"Hayır… Yoo… Olamaz!" diyerek başını iki yana salladı.
Madem o, Lewent'in canını yakmıştı; şimdi sıra Lewent'teydi.
Zaten kınadan sonra hemen imam nikahı kıyılacaktı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamıştı. Geriye sadece Zeynep’i almak kalmıştı, artık o da tamamlanmıştı.
"Evet karıcığım, gel. Sana odamızı göstereyim, sen de hazırlan." diyerek Zeynep’i kolundan yakaladı ve yukarı sürüklemeye başladı.
Zeynep'in ailesi, kardeşleri, amcası, yengesi, müdahale etmek istediyse de adamlar tarafından engellendiler. Her biri korku içinde izliyordu olup biteni.
Lewent, Zeynep’i sürükleyerek üst kata götürdü.
Odaya girdiklerinde Zeynep donup kaldı.
Duvarlarda onun farklı zamanlarda çekilmiş fotoğrafları asılıydı.
Ortadaki yatak, kırmızı güllerle süslenmişti. Odanın her köşesinde yanan mumlar, rahatsız edici bir romantizm havası yaratıyordu.
Ve tekli koltuğun üzerinde, dallı güllü kırmızı bir bindallı ile bir duvak duruyordu.
Zeynep, gördükleri karşısında titredi.
Bu adam gerçekten bir psikopattı.
Korkuyordu, ama bunu asla belli etmek istemedi.
"Bak sevgilim," dedi Lewent, gururla odayı göstererek.
"Burası bizim aşk yuvamız olacak. Sana burada sahip olacağım. Çığlıkların bu odada yankılanacak. Çocuklarımızı burada doğuracaksın. Burası bizim aşk mabedimiz olacak."
Zeynep, duyduğu her kelimede tiksintiyle ürperdi. Boğazı düğümlendi, midesi bulanıyordu. Daha fazla dayanamadı, ağzını kapatarak banyoya koştu.
Lewent, ilk kez telaşlanmıştı. Ardından banyoya gitti. Zeynep, klozete eğilmiş kusuyordu. Tüm zehrini kusmuş gibi bitkin düşmüştü.
Ayakta durmaya çalışırken Lewent kolundan tuttu.
"Dokunma bana!" diye bağırdı Zeynep.
Ama Lewent umursamadı. Suyu açtı ve zorla Zeynep’in yüzünü yıkadı. Aralarındaki mesafe neredeyse sıfırlanmıştı. Bu yakınlık Zeynep’i rahatsız ederken, Lewent halinden oldukça memnundu.
"Küçük hanım!" dedi sert bir sesle. "Yeterince müsamaha gösterdim. Şimdi iyi dinle."
Zeynep gözlerini kaçırmadan dinliyordu.
"Eğer o çok kıymetli Kadir abinin yaşamasını istiyorsan..." dedi ve bir an durdu. Zeynep’in kalbi sıkıştı. Nefesini tuttu.
"... dediklerimi tek tek yapacaksın. Aksi takdirde, Kadir’i gözümü kırpmadan öldürürüm. Hatta kız kardeşlerinden birini senin gözünün önünde burada altıma alırım, sonra da kapıdaki adamların önüne atarım."
Zeynep’in gözleri doldu. Kalbi yerle bir olmuştu. Yine yenilmişti bu zalime karşı.
Elini kolunu öyle bir bağlamıştı ki, kaderine razı gelmekten başka çaresi kalmamıştı.
"Tamam… Lanet olası tamam!" dedi hıçkırarak. "Dediklerini yapacağım. Ama sen de kardeşlerime, aileme dokunmayacaksın. Anlaşıldı mı?"
Lewent, zafer dolu bir gülümsemeyle başını salladı.
"Sen istediklerimi yaptığın sürece, onlara dokunmam. Ama tek bir yanlışında, dediklerimin de ötesini yaşatırım sana. Şimdi… Beş dakikan var. Çabuk hazırlan."
Kapıyı sertçe kapatarak odadan çıktı.
Zeynep, dizlerinin üzerine çöktü.
Ayakta duracak gücü kalmamıştı.
İçinde taşıdığı bütün acı, gözlerinden sicim gibi döküldü.
Bir süre sonra yavaşça ayağa kalktı.
Üzerindekileri çıkarıp, kırmızı bindallıyı giydi. Duvağını saçlarına yerleştirdi ve aynaya baktı.
Aynadaki suretini görünce bir hıçkırık daha koptu boğazından. Gözyaşları yağmur gibi süzüldü yanaklarından.
Bu bindallıyı bir tek Yağız için giymek istemişti… Ama şimdi celladı için giymeye mahkum edilmişti....
**************************
Bir şehir düşün ki; bir yanı cehennem, öteki yanı yangın.
Yavuzlar nihayet Sinop il sınırına girmişti. Cihan, kendi özel uçağıyla onlardan önce gelmiş, çevrede gerekli araştırmaları çoktan yapmıştı. İlk olarak Kadir ve Kenan’ın tutulduğu deponun yerini öğrenmiş, ardından da Levent’in ev adresine ulaşmıştı.
Yavuz’u arayıp buluşma noktasını bildirdiğinde, Yavuz bir benzinlikten çıkmak üzereydi. Tam o anda karşısında kardeşi Yağız’ı ve Hakan’ı gördü.
“Yağız!” diye seslendi.
Hakan ve Yağız, sesin geldiği yöne döndüklerinde Yavuz’la göz göze geldiler. Yağız’ın yüzüne karışık bir şaşkınlık ve özlem yansıdı.
“Abi...” dedi Yağız, ve bir anda birbirlerine sarıldılar.
Hakan da Yavuz’la tokalaştı, sıkıca.
“Sen nasıl geldin oğlum? Askerliğini mi yaktın?” diye sordu Yavuz, şaşkınlıkla.
“Yok abi, izin aldım. Antep’e dönecektik ama yolumuz buraya düştü...” Sesinde yorgunluk, öfke ve derin bir hüzün vardı.
“Kurtaracağız onları, abicim. Üzülme...” dedi Yağız ve abisine bir kez daha sıkıca sarıldı.
Hep birlikte, Leyla ve kızların olduğu araca doğru yürüdüler. Yağız’ı gören Leyla, hamileliğin verdiği duygusallıkla ağlamaya başladı.
“Yağız...”
Yağız, hem süt kardeşi hem yengesi olan Leyla’ya sarıldı. Sevgileri farklı, acıları birdi. Biri gönlüne mühürlü olan kadına yanıyordu, diğeri can dostuna...
Yağız geri çekildi, Leyla’nın alnına bir öpücük kondurdu.
“Tebrik ederim bebiş için.” Leyla zorla gülümsedi.
“Teyzesini kurtarmaya geldi minik fasulye...” dedi usulca.
Kısa bir hasret gidermenin ardından, Cihan ile buluşacakları noktaya ulaştılar. Yavuz arabadan indi, Cihan’a sarıldı.
Bir operasyon daha, omuz omuza...
“Kardeşim, tebrik ederim tekrar.” dedi Cihan.
“Eyvallah kardeşim.”
“Bir planın var mı, yoksa direkt mi dalıyoruz?”
Yavuz, onlarca ihtimali kafasında defalarca döndürmüş, tüm ayrıntıları tek tek düşünmüştü. Derin bir nefes aldı ve herkesi etrafına topladı. Kızlar da gelmişti. Artık onlar da bu planın birer parçasıydı.
“Bu pezevenk her şeyi hesaplamış belli ki...” dedi Yavuz, herkese birer birer bakarak.
“...ama bir şeyi unuttu: Bizi.”
Gözlerinde ateş vardı. Sözleri, bir savaş ilanı gibiydi.
“Yağız, sen Hakan ve Tahir’le birlikte kızlarla kınanın yapıldığı yere gideceksiniz. Kendinizi ifşa etmeyin. Önceliğimiz, Zeynep ve diğerlerini sağ salim çıkarmak.”
“Merak etme abi. O ite kolay ölüm yok.” dedi Yağız, dişlerini sıkarak.
“Cihan, biz de seninle Kadir’i ve kardeşini alacağız.”
Cihan başını sallayarak onayladı.
Ama o sırada Cihan, istemeden bir yaraya dokundu:
“Yavuz, abi... Kadir’i ve kardeşini fena ezmişler, şerefsizler...”
Bu cümle, orada bulunanlardan birinin içine saplanan bir hançer gibi oldu
Yaren...
Gözleri doldu. Demek bu yüzden ulaşamıyordu günlerdir Kadir’e.
“Onunn günahını aldın be Yaren, helal olsun...” diye içinden geçirdi, gözyaşlarını zor tuttu.
“Abi ben de sizinle geleyim,” dedi Yaren. “Yaraları varsa müdahale edebilirim hemen...”
Cihan araya girdi:
“Yavuz, Yaren haklı. Yanımızda doktor olması faydalı olur. Gerekirse ben korurum.”
Yavuz, gönülsüzce de olsa kabul etti.
“Tamam, gelsin...”
İki grup iki farklı yöne dağılacaktı. Yavuz, gözlerini Leyla’ya çevirdi. Ardından, karnına...
Yalnız bırakmak hiç içinden gelmiyordu.
Yavaşça karısının yanına yürüdü, alnına dudaklarını bastırdı.
Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
“Kendine ve fasülyemize dikkat et, Efüli. Tehlike sezdiğin an ilk işin canını korumak olsun. Aklım sende kalmasın, kurban olduğum...”
Endişesi sesine kadar işlemişti.
Yavuz ilk kez bu kadar korkuyordu.
Leyla da en az onun kadar tedirgindi.
“Merak etme sen, ağam. Biz kendimizi koruruz. Sen de dikkat et... bana sağ salim gel.”
Yavuz, karnına dokunup fısıldadı:
“Sağ salim gelicem, Efülim. Önce Allah’a, sonra birbirinize emanetsiniz.”
Ve sonra Cihan’la birlikte, sevdiklerini arkalarında bırakıp gecenin karanlığına doğru yola çıktılar....
Zeynep, üzerindeki bindallının eteklerini tutarak az önce savrularak girdiği o kapıdan şimdi sessizce çıkıyordu.
Bir mahkum gibi…
Bir kurban gibi…
Canlı canlı gömülen bir kadın gibi.
Kapının ardında onu bekleyen celladı vardı.
Lewent, üzerine damatlığını giymiş, heyecanla Zeynep’in çıkmasını bekliyordu. Kapı ağır ağır açıldı ve Zeynep göründü. Bindallısı, al renkli ipek gibi dökülüyordu üzerine… Ama gözleri sönük, teni solgundu. Hayat, bedeninden çekilmişti sanki.
Lewent’in gözleri Zeynep’e kilitlendi.
Yüzündeki tüm pis arzular, bakışlarına yansımıştı. Onlarca kadın geçmişti elinden, yatağından… Ama hiçbiri Zeynep gibi onu böylesine sarhoş etmemişti. Gözleri, yüzü, duruşu, asi yanı… Onu hem çıldırtıyor hem de delicesine kendine çekiyordu.
Altında bastıramadığı bir gerilim yükseldi. Birkaç saat sonra bu kadın onun olacaktı. Bu düşünceyle vücudu kasıldı. Bir an önce bu rezil seremoni bitsin, istiyordu.
Zeynep, kokusunu kendisine uzatan adama tiksintiyle baktı. Gözlerinde öfke ve iğrenme vardı.
“Kendim yürüyebilirim. Böyle şeylere hiç gerek yok. Kendi isteğimle gelmedim sana sonuçta,” dedi.
Her bir sözü, Lewent’in göğsüne bir hançer gibi saplandı. Ama alttan alır gibi davrandı. İki adımda Zeynep’in dibine gelip kulağına doğru eğildi. Nefesini ensesine bırakırken, sesi tıslama gibiydi:
“Kendi isteğinle gelmedin ama kendi isteğinle benim olacaksın.
Zaten sabrım kalmadı. Zorlama beni istersen. Ya koluma girersin, insanların içine birlikte çıkarız… Ya da hemen şimdi seni o yatağa atar, sabaha kadar zevkten kıvrandırırım. Tercih senin.”
Zeynep’in tüm vücudu kasıldı. Dişlerini sıktı, ellerini yumruk yaptı.
Ama çaresizliğini yutmak zorundaydı.
İstemeyerek de olsa uzatılan kola girdi.
Beraberce merdivenlerden inmeye başladılar.
Merdivenlerden indiklerinde ilk olarak içeride oturanları gördü. Dilek ve Melek, ablalarını o halde görünce oldukları yerde donup kaldılar. Gözyaşlarına engel olamadılar; ikisi de aynı anda ağlamaya başladı.
“Abla… Yapma bunu kendine…”
“Lütfen abla… Ne olur!”
Zeynep, onları görünce içinde tuttuğu gözyaşları yanaklarına indi.
Ama yine de dik durmaya çalıştı.
Acı bir tebessüm sundu onlara.
“Kimse kaderinden kaçamıyormuş.
Siz iyi olun… Mutlu olun. Bana yeter, canlarım.”
Rıdvan Bey, elinde büyüttüğü kızının böyle rezilce bir şekilde gelin olmasına dayanamıyordu. Gözleri doldu, sesi titredi:
“Yapma kızım… Gerekirse bizi öldürsün ama sen bu şerefsize gelin olma.
Yalvarırım…”
Bilmeseler derlerdi ne kadar merhametli bir amca… Ama bilenler bilir; öz yeğeni olmayan bir kıza bu kadar yürekten “kızım” diyen bir adam, yüreği tertemiz bir adamdı.
Eşi Rukiye Hanım da ondan geri kalmıyordu. Gözyaşlarını tutamamış, kocasının arkasında dua okuyordu içinden.
Melike ise artık dayanamıyordu.
Hıçkırıkları arasında konuştu:
“Onu bırak, beni al! Benim zaten yaşamak gibi bir hevesim yok. Ama onun kardeşleri var… Ne olur! Söz veriyorum, ne istersen yaparım!”
Lewent, kahkahayı bastı.
Tüm bu sahne gözünde zavallı, aciz bir oyun gibiydi.
Melike’ye kısa bir göz gezdirdi.
Güzeldi, çekiciydi… Ama onun saplantısı Zeynep’ti.
“Üzülme güzelim… Seni de adamlarımdan birine alırım.
Ama önce biz,” dedi pis bir sırıtışla.
Adamlarına başıyla işaret verdi.
“E hadi, gidip kınamızı yapalım.
Daha sevgili karımla nikahımız kıyılacak.
Siz de uslu durun… Yoksa o pek sevgili oğullarınızı gebertirim.”
Son cümleyi sert ve vurgulu söyledi.
Niyetinin ne kadar ciddi olduğunu herkes anlamıştı.
Bahçeye doğru ilerlediler.
Zeynep, kınaya değil; adım adım ölüme yürüyordu. İçeriden gelen neşeli şarkılar, onun kulağında mezar taşı gibi yankılanıyordu.
Bahçeye ulaştıklarında hava serinlemişti.
Karanlık, kırmızı ışıklarla kırılmıştı.
Zemin kırmızı halılarla kaplıydı.
Sandalyeler beyaz örtülerle, masalar kırmızı güllerle süslenmişti. Ortada büyükçe bir kına tahtı duruyordu.
Etrafı mumlarla çevrili, üzerine ince tüller serilmişti. Ama her şey ne kadar güzel görünse de… Havada çiçek kokusu değil, ölumün kokusu vardı.
Orkestra, dans müziğine başlamıştı.
Spiker mikrofona uzanıp coşkuyla anons etti:
“Alkışlarla Zeynep ve Lewent çiftimiz geliyor…”
Zeynep, alkışlar, ıslıklar ve müzik eşliğinde alana adım attı. Ama adımları mezara atılan her kürek toprak gibiydi.
Kalabalık hiçbir şeyin farkında değildi.
Ama Zeynep… Kalbinin kıyısında bir dua, aklının köşesinde kardeşleriyle olan anılarla yürüyordu.
Belki bir mucize…
Belki kurtuluş…
Ama o an için tek gerçek vardı:
Artık her şeyin sonundaydı....
Zeynep, istemese de yanındaki pis adamla dans etmeye mecbur kaldı. Kalabalığın ortasında, herkesin gözleri önünde… Elleri istemsizce Lewent’in omzuna yerleşti, vücudu onun karşısında donmuş gibiydi. Tek isteği, o lanet müziğin bir an önce bitmesiydi. Gözleri, kalabalığın arasında bir umut ışığı arıyor, Leyla’nın onu kurtaracağı ana odaklanıyordu. Ama zaman, her saniyesinde Zeynep’i daha çok sıkıştırıyordu.
Lewent, Zeynep’e tutkuyla değil, hastalıklı bir arzu ve sahip olma hırsıyla bakıyordu. Her adımda, her dokunuşta elini Zeynep’in sırtına bastırarak onu kendine daha çok yaklaştırıyor, teniyle temas kurmaya çalışıyordu. Bu temas, Zeynep için tarifsiz bir işkenceydi. Sanki Lewent’in her dokunduğu yer alev alev yanıyor, içten içe onu yakıyordu. Zeynep, kendini silmek, bedenini kazıyıp atmak istiyordu.
“Her şeyi bugüne özel hazırlattım, sultanım…” diye fısıldadı Lewent, sesi iğrenç bir arzu ile titriyordu. “Seninle yan yana olmak bile bir hayaldi. Ama biliyordum… bir gün kollarımda olacaktın. Şimdi buradasın. Birazdan yatağımda olacaksın. Sadece kokun bile beni ne hale getiriyor, bir bilsen… gecenin sonundan korkardın.”
Zeynep, bu sözleri duymamak için kendini kapatmaya çalıştı. Ama her harf kulağını deldi geçti. Lewent’in iğrenç itirafları, onun ruhunu lime lime ediyordu. İçindeki tüm direnç, duvarlar gibi çatırdamaya başlamıştı. Bu adam yalnızca sapkın değil, aynı zamanda şeytaniydi.
Dans müziği nihayet bittiğinde, Zeynep adeta bir tutuklu gibi tahtın önüne götürüldü. Lewent, onu büyükçe, işlemeli kına tahtına oturttu. Kendisi de yanına geçip yerleşti. Keyfi yerindeydi. Her şeyi kontrol altında sanıyordu.
“Ee hadi bakalım,” dedi yanında ki kadına seslenerek. “Söyle bir türkü de gelinimizi ağlat.”
Zeynep’in yüzüne kırmızı duvak örtüldü. Herkesin “mutluluk” sandığı bir gecede, onun için matem başlıyordu. Yanık kına türküsü yavaşça yankılanmaya başladı. Genç kızlar, ellerindeki mumlu kına tepsileriyle tahtın etrafında dönmeye koyuldular. Melodinin her tınısı, Zeynep’in kalbini biraz daha sıkıştırdı.
Gözlerinin önünde her şey dönüyor gibiydi. Karanlıkla birlikte başı döndü. Boğazına kadar dolmuş gözyaşları dökülmek için çırpınıyor, ama o ağlamamaya direniyordu.
Tam o sırada…
Bir şey oldu.
Zeynep, etrafını süzerken kalabalığın ilerisinde bir silüet takıldı gözüne. Gözlerini kırpıştırdı. O yorgunlukla hayal gördüğünü düşündü önce. Kalbi, beynine oyun oynuyordu belki de… ama o yüz hâlâ oradaydı.
Yağız.
Evet, oydu. Tüm gerçekliğiyle, tam karşısında duruyordu. Üzerinde simsiyah kıyafetler… gözleri Zeynep’te kilitli… dudakları kenetlenmiş… ama asıl dikkat çeken: yumruk yaptığı elleriydi. Parmak eklemleri bembeyaz kesilmişti öfkeden.
Zeynep, onun varlığına inanmak istemedi. Çünkü bu gerçek olamazdı. Yağız’ın bundan haberi yoktu… olmamalıydı… ama işte oradaydı.
Ve o an, Zeynep’in kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu.
Lewent hiçbir şeyin farkında değildi. Onun tek derdi, gece sonunda Zeynep’i “kendi karısı” olarak yanına almaktı.
Ama Zeynep’in gözleri şimdi sadece bir noktaya takılıydı. O karanlığın içindeki tek ışığa.
Yağız, tüm gecenin gölgeleri arasında bir yıldırım gibi belirmişti.
Ve gözlerinde tek bir söz okunuyordu:
“Artık oyun bitti.”
Evet bölüm sonu canlarim uzun ve yorucu bir bölüm oldu. Duygusallık, aksiyon, ve heyecan dorukta bir bölümdü. Sizleri çok beklettim ama bence degdi.
Sizce Zeynep kurtulabilecek mi?
Peki Yağız , Zeynep'i haber vermediği için affedecek mi?
Yada sevdiği kadını o cehennemden alabilecek mi?
Keyiflu okumalar yorumlarda buluşalim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 28.96k Okunma |
2.54k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |