

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.
İyi okumalar...
*
"Ciddi ciddi evine almadı piç!" diye bana Kerem'i şikâyet ediyordu hemen çaprazımdaki Tekin.
"Sana söylemiştim..." dedim bıkkın bir nefes vererek. Bir yandan da Didem'e Lor'u veterinerden alıp almadığını sorduğum bir mesaj yazmıştım. Beraber organizasyona gidiyorduk. Arabada Beyazıt'la yan yana otururken Tekin, Beyazıt'ın karşısında olan koltuğa geçmişti.
"Ciddi olduğunu düşünmemiştim! Hasta herif! Evini yiyeceğim sanki!"
Tekin, Ecem'i görmeye gitmiş ama Kerem içeri almamış. Ecem de konuşmak için çıkmayınca kapıdan dönmüştü.
"Beni bile almamışlığı var. Çok şahsi algılama!" Telefonumun ekranını da kilitlemiş, çantama kaldırmıştım bu sırada.
"Çocuklar alırdı veterinerden?" demesiyle Beyazıt'a döndüm. Mesajımı görmüştü sanırım. Yan yana oturduğumuz ve saklamak için özel bir çaba göstermediğim de düşünülürse gayet normaldi. Normal olmayan kısım Kerem konusuna herhangi bir yorum yapmaması ya da yüz ifadesini bozmamasıydı. Bir 'Bu tiple nasıl arkadaş oldun?' tiradı beklerdim. Yine de üzerinde durmadım.
"Tanımadığı birine saldırır. Zaten bacağı kırıldı diye huysuz."
Salak şey kedi kovalayacağım diye duvardan atlayıp bacağını kırmıştı. O yüzden ameliyat olmuştu ve birkaç gündür de veterinerdeydi ama özlemiştim oğlumu. Eve gidip onunla uyumak istiyordum.
"Bu arada bugün için biraz iddialı değil mi, başlamıyor muyuz plana?" Tekin üzerimi dikkatlice süzmüş ve yüzünü buruşturmuştu. İstemsizce ben de süzdüm.
Üzerimde uzun, kırmızı, askılı, parıltılı bir elbise vardı. Göğüs dekoltesi yüzünden Beyazıt'la küçük de bir kavga etmiştik ama bu kez galip bendim. Tekin sanırım rengini iddialı bulmuştu. Dudağımdaki kıpkırmızı ruju da iddialı bulmuş olabilirdi ama bence sadece gereken buydu.
"Bence de!" diyerek hoşnutsuz bir bakış daha attı Beyazıt göğüs dekolteme.
"Gayet ideal!" dedim baskın bir tonlamayla.
"En çok göz önündeyken görünmez olursun! Ayrıca çizdiğim profile karışmayın! Ne yaptığımı biliyorum!"
"Başladık bir işe ama hadi hayırlısı..." diye belli belirsiz söylenen Beyazıt'a ters bir bakış attım.
"Şu an bir role girer misin? Görmek istiyorum!" dedi Tekin de meydan okurcasına.
Normalde kimseye bir şey kanıtlama çabasına girmezdim ama role girmemi istemişti.
Şuh bir gülümseme takındım ve hafifçe başımı yana eğdim. Dudaklarımı büzerken elimi de ileri uzattım ve tırnaklarıma şöyle bir bakış attıktan sonra içim gitmiş gibi bir iç çektim. Ardından da yanımdaki Beyazıt'a döndüm ve elimi ona doğru uzattım.
Bordo, simli ojeler vardı.
"Çok güzeller, değil mi?" dedim ama sonra birden aklıma bir şey gelmiş gibi kaşlarımı çattım ve üzgünce dudaklarımı aşağı doğru büzdüm.
"Tonunu, simini, şeklini, her şeyini seçmek için tam 2 saat uğraştım! Ama ne oldu? Rastgele bir kadın geldi ve sadece 'Çok güzelmiş, aynısından olsun!' dedi. Benden izin bile istemedi! Şu an bir kadınla birebir aynı tırnaklara sahibim! Biriyle piştiyim!"
Gözlerimi de iri iri açmış ve sanki bu dünyadaki en olamayacak şeymiş gibi bir tavır takınmıştım. Sesim de bir o kadar sitemliydi.
"Vaktim olsa tırnaklarımı baştan yaptırırdım ama yoktu..."
Sonda sinirimi yavaş yavaş söndürmüş ve daha üzgün bir tavır takınmıştım. Beyazıt ve Tekin'in garip bakışlarını üzerimde hissettiğimde kendimden emin bir gülümseme takındım ve de arkama yaslandım.
"Bu gerçekten yaşandı mı, şu an mı uydurdun?" dedi Tekin inanamazcasına.
"Ay, uydurdum tabii ki!" dedim yok artık dercesine. Kıyafeti belki sorun edebilirdim ama tırnaklarımın biriyle aynı olması niye sorun olsundu ki?
"Zaten çok konuşmayı planlamıyorum, zira katıldığım diğer etkinliklerde de pek konuşmadım ama dedikodulardan sonra biraz ağzımı arayacaklarını düşünüyorum. Boş bulunmuş gibi aralara..."
Bu sırada araba durmuştu. Etrafa bakındığımda bir sergi alanına geldiğimizi gördüm.
"Serginin amacı ne?" dedim Beyazıt'a dönerek. O ise bana halihazırda dikkatli bir şekilde bakıyordu. Bakışlarındaki şey neydi tam olarak anlayamamıştım. Hem bir şeyler hoşuna gitmiyor gibiydi hem de bir şeylerden memnun gibi.
Bu sırada Fatih arabanın kapısını açmıştı. Tekin bizi beklemeden doğrudan inerken Beyazıt'ın inmek gibi bir düşüncesi yoktu sanırım. Sadece bana bakıyordu, ben de hem sorumun cevabını hem de neden böyle baktığını sorarcasına bakıyordum.
Dudaklarını büzüp hafifçe üflediğinde gözlerim istemsizce kapanmıştı. Geri kırpıştırarak açtığımda yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşmuştu.
"Seni hiç bu işlere bulaştırmak istemiyorum..." dedi derin bir iç çekerek.
"Ama bu teknik olarak benim de işime yarayacak..." dedim rahatlatıcı bir gülümseme sunarak.
"Sana olan güveni geri kazanırsan, daha da güçlenirsin, beni de daha iyi korursun..."
Uzanıp yanağına da bir öpücük bıraktığımda bana onaylamaz bir bakış attı.
"Tepkilerini kontrol etmek zorunda kalacaksın devamlı. Senin sinirini bozacak çok şey söyleyecekler ama anlamazdan gelmek zorunda kalacaksın, salağa yatmak... Sonra yeteneklerini, bilgilerini onların içinde kullanamayacaksın. Birine düzgün bir yumruk bile atamayacaksın mesela."
Umursamazca omuzlarımı indirip kaldırdım. Buna gerçekten ihtiyacı vardı ve o yüzden kendisi planı iptal edemiyordu ama ben hayır dersem beni zorlayacak hali yoktu ve o yüzden de beni vaz geçirmeye çalışıyordu şu an.
"Yumruk atmak pek benim tarzım değil zaten. Yine de olur da birine yumruk atmak istersem sana söylerim, sen atarsın."
Buna istemsizce güldüğünde uzanıp bu kez dudaklarına kısa bir öpücük bıraktım.
"Eğer yapamayacağımı düşünürsem Paris'e moda haftasına giderim!" dediğimde alayla Beyazıt'ın gülümsemesi genişlemişti.
"Çok güzelsin!" Belimden tutup biraz daha yakınına çektiğinde yüzünü avuçlarım arasına aldım ve önce yanağına ardından da dudağına bulaşan rujumu temizledim. Bu süre boyunca bana öyle güzel bakıyordu, öyle içi gider gibi... Gözlerine bakmaya utanmış ve arada kaçamak bakışlar harici temizlediğim bölgeyle ilgilenmiştim.
"Artık inseniz mi abi!" diye bağırılması ve arabanın camına vurulmasıyla boş bulunarak Beyazıt'ın kolları arasında irkilmiştim.
"Bir gün elimde kalacak!" diye sinirle homurdandı Beyazıt ve önden kendisi indi arabadan. İnmem için elini de bana uzattığında bir elimle elini tuttum, ötekiyle de uzun eteklerimi topladım ve öyle indim arabadan.
En az benim kadar Beyazıt da tersçe bakıyordu Tekin'e.
"Siktir git, Ozan!" dedi çok net bir şekilde Beyazıt. Halihazırda elindeki elim aracılığıyla beni kendine çekmiş ve kolunu belime sarmıştı. Bu sırada kulağıma da eğilerek minik bir hatırlatma yaptı.
"Kulaklığı asla çıkarmak, kapatmak yok!"
İçerde ayrılmak durumunda kalma ihtimalimize karşın Beyazıt kulak içi kulaklıklardan vermişti. Aşırı dikkatli bakılmadığı sürece belli olmayacak cinsten kulaklıklardı. Kısaca başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım.
"Serginin amacı ne diye sormuştum?" diyerek sorumu tekrarladım Beyazıt'la içeri doğru ilerlerken. Tekin hemen arkamızdan geliyor bir de haklı gibi söyleniyordu ama duymazdan gelme kararı almıştık sanırsam ikimiz de.
"Açık arttırma da olacak. Biraz tarihi eser kaçakçılığı, biraz para aklama, biraz göz dağı verme... Ortaya karışık biraz." dediği sırada üç küçük basamağı çıkıyorduk.
"Gerçek tablo yok yani içerde."
"Var, gerçekten sergilenen tablolar da var. Zaten hangisi gerçek tablo, hangisi paravan anlarsın."
Dediği gibi de aşırı belliydi. Sadece bir meyve resmi çizilmiş tablo da vardı, üzerinde emek kokan tablolarda.
Bu sadece tabloların sergilendiği alandan, fuaye alanına geçene kadar şöyle bir göz gezdirerek dahi anlaşılıyordu. Beyazıt hiçbir masa önünde durmadan doğrudan boş bir masaya ilerledi. Tekin ise ne ara nereye kaybolmuştu anlamamıştım.
Bir garson bize daha yeni şarap getirmişken bir çiftin bize doğru yaklaştığını fark ettim. Sanırım biz değil onlar bizim ayağımıza gelecekti.
Kadınla adam tam masamıza ulaştığında kulaklıktan Tekin'in sesi doldu kulaklarımıza.
"Ateş'ler burada! Piç herif!"
"Son zamanlarda fazla oldu sanki?" dedi Beyazıt onların konuşmasına izin vermeden sorarcasına adama hitaben. Bakışlarındaki uyarı da gözümden kaçmamıştı.
Yaşlı adam bilgece gülerken gözleri beni buldu ve baştan aşağı süzdü. Kadın da beni inceliyordu ama bakışlarında bariz bir hoşnutsuzluk vardı. Her ne kadar çenemi kaldırıp ona dik dik bakmak istesem de bunu yapamadım ve anlamazdan gelerek yumuşak bir gülümseme sundum.
"Eşinle de bir tanışmak istedim."
Elini bana uzattı bir yandan da ve "Haldun Bakırcı..." dedi. Bakırcı soyadı tanıdıktı. Ben nereden tanıdık geldiğini düşünürken bir yandan da elimi uzatmış ve "Dilem..." demiştim.
Ardından eşini işaret etti bana ve o an Bakırcı soyadının nereden tanıdık geldiğini hatırladım.
"Semiha Bakırcı..." diyerek de eşini bana taktim etti. "Eşim..."
Beyazıt'la benim evimde o yemeği yiyip de eski ilişkilerimiz hakkındaki o konuşmadan sonra elbette ki araştırma yapmıştım. Beyazıt'ın şu 10 yıllık ilişkisi, Aslı'nın ailesi olmalıydı bunlar.
Aslı'nın sadece fotoğrafını görmüştüm ve ailesi buradaysa şu an o da burada olabilirdi. Bunu öğrenmek için etrafıma bakınmak istiyordum ama bunu yapmamam gerektiğinin de farkındaydım.
"Memnun oldum..." demekle yetinmek zorunda kaldım aklımdan geçen bütün o şeylerin aksine. Kadının üzerimdeki hoşnutsuz bakışları da anlam kazanmıştı. 'Kızım yerine seçtiğin bu mu?' dercesine bakıyordu.
"Gazeteciydiniz değil mi?" diye sordu Haldun Bakırcı.
Role sadık kalarak ne diyeceğimi bilemezmişçesine Beyazıt'a baktım ancak o bana bakmıyor, dik dik Haldun'a bakıyordu doğrudan.
"Cevabını bildiğin soruları sorma bence! Artık gazetecilik yapmadığını herkes biliyor!"
"Doğru, annesinin ölümünden sonra bıraktı..." dedi ve şüpheyle beni süzdü Haldun Bakırcı. Ayla abla o zaman bir kötülük yapmış gibi gözükse de o haberi benim adıma yaparak aslında bir iyilik yapmıştı.
Ardından doğrudan Beyazıt'a döndü.
"Söylentiler doğru mu?"
"Kimseyi ilgilendirmiyor bu ve bence düşünmen gereken, dert edinmen gereken daha önemli şeylerin var. Bana sağlam bir kanıt getir, Güven'i üzerinden alayım."
Ne kanıtı? Ayrıca Güven de kimdi?
Etrafta bizi duyabilecek yakınlıkta kimsenin olmadığından emin olmak istercesine etrafı süzdü. Ardından öne doğru eğildi, Haldun.
"Ben sadece Güven'in beni ve kızımı rahat bırakmasını değil, onun yüzünden kaybettiğim forsumu, itibarımı da geri istiyorum..."
Kısaca bunu Beyazıt'ın yapmasını istemiyordu, en azından görünürde bunu istemiyordu... Güven denilen adama her ne yapılacaksa altında kendi imzasının olmasını istiyordu.
Kızımı demişti ayrıca. Araştırırken Aslı'nın bir de ablası olduğunu öğrenmiştim. Acaba Güven hangisine musallat olmuştu?
"Ama bu sana daha pahalıya patlar. Hem hiç yoktan yere bitip gitmiş birini yeniden dirilteceğim hem de Güven gibi birini karşıma alacağım... Akıl kârı değil..."
Kendinden emin duruşunu bozmadan başını da iki yana salladığında Haldun tereddütlü bir bakış daha attı etrafa.
"Kızımın hatırı yok mu hiç?" diyerek Semiha Bakırcı girdi araya birden.
"Semiha sen karışma!" diyerek Haldun da araya girdi eşini susturmak için ancak Semiha onu takmadı ve dik bakışlarını Beyazıt'a yöneltti.
Beyazıt bana kısa bir bakış attıktan sonra ters bir ifadeyle döndü kadına.
"Eğer Akasya'nın canı bahis olsaydı karşılık beklemeden müdahale ederdim hatır için ama ortada kimsenin canı bahis değil. Benden kocan güç istiyor ve bunu kimseye vermek zorunda değilim."
Güven'in taktığı kişinin Aslı değil ablası olduğunu da anlamıştım böylece. O an aklımdan farklı bir düşünce de geçmişti istemsizce. Eğer Akasya'ya değil de Aslı'ya musallat olsaydı o Güven... Beyazıt şimdiki gibi bir karşılık bekler miydi, yoksa karşılıksız bir şekilde yardım mı ederdi? Bu düşünce sinirlerimi bozarken ifademi sabit tutmakta zorlandım ama başardım.
"Peki benim gücüm seni de güçlendirirse?" diye atıldı Haldun.
Bu Beyazıt'ın ilgisini çekmiş olacak ki gülümsedi. Sanırım en başından beri bunu teklif etmesini bekliyordu.
"Eski gücüme kavuşmam senin de işine yarar, eskisi gibi seni koşulsuz desteklerim."
"Ama bunun için bir güvenceye ihtiyacım olacak ve bunu konuşmanın yeri burası değil..."
Eliyle ileriyi işaret ettiğinde Haldun başıyla onayladı. "Haber bekliyorum." dedikten sonra da karısının hoşnutsuz bakışlarına aldırmadan onunla birlikte masamızdan uzaklaştı.
"Aslı'nın, şu bahsettiği-" diye açıklamaya girişmişken sözünü kestim.
"Salak değilim Beyazıt, salağa yatıyorum... Anladım o kadarını!"
Yüzümde her ne kadar yumuşak bir gülümseme olsa da tersçe konuşmam üzerine Beyazıt susmayı ve önüne dönerek içkisinden büyük bir yudum almayı tercih etmişti.
"Ölmüşsün de toprak atanın yok..." dedi Tekin eğlenen bir tonla. Kulaklıktan başka birinin sesi de gelmişti ama çok derinlerden geldiği için anlayamamıştım. Bir kadının sesiydi.
"Kapa çeneni Ozan!" dedi Beyazıt tersçe. Bunu yaparken bana diyormuş gibi hafifçe bana doğru eğilmişti.
"Kız yanımda bu arada..." dedi sadece bunun üzerine büyük bir ciddiyetle, Tekin.
"İşaretimle gelirsiniz..." dedi Beyazıt da.
Ne olduğunu sorarcasına Beyazıt'a baktığımda sorun olmadığını belirtircesine göz kırptı. Eğilip öpeceğini hissettiğimde kendimi geri çektim. Beyazıt bunu yanlış anlamış olacak ki kaşları çatıldı.
"Bir de bana kıskanç diyorsun!" diye sinirle homurdandığında gözlerimi yuvarladım.
"Sereyli o gün beni neden bıraktı? Senin yumuşak karnın olmadığımı düşündüğü için, herkes ani evliliğimizi mantık evliliğine yoruyor. Bırak da aksini düşünmesinler. Etrafımda bir tane daha etten sur istemiyorum! Bu kadarı bile canımı sıkıyor... Bir insanın fikri neyse zikri de o oluru kanıtladığın için de teşekkür ederim." diyerek en sonda da beni suçlamasını yalanladığımda Tekin'in güldüğünü işittim kulaklıktan.
"Yenge gittikçe saygımı kazanıyorsun... Şaka bir yana kız haklı bu arada, abi! Senin karşına çıkmak istemeyen yengenin karşısına çıkmaya çalışır. Sadece racon gereği kadar koru kolla insan içinde."
Beyazıt sıkıntılı bir nefes verdi ama haklı olduğumuzun bilinciyle bir şey de demedi ve içkisinden büyük bir yudum daha alarak bitirdi. Ardından benim içmediğimi fark ettiği içkime yöneldi. Bu sırada birkaç kişi gelmiş, selam vermiş, araya anlamadığım birkaç hatırlatma sıkıştırmış, bazıları ağzımı aramaya çalışmış ve gitmişlerdi.
Ateş, abisi Toprak ve Toprak'ın karısı Kübra sergi alanından fuaye alanına girdiğinde ortamı derin bir sessizlik sarmıştı. İnsanlar bir süre çıt çıkarmadan kapıdan yeni giren Arslan ailesi ve bizim aramızda gözleriyle mekik dokumuş, ardından derin bir fısıltı uğultusu çıkmıştı.
Ateş gözlerini Beyazıt'tan ayırmadan bu tarafa gelirken, Beyazıt da gözlerini Ateş'ten bir saniye olsun çekmiyordu. Muzip bir tonla gülümserken bir yandan da korumacı bir tutumla belimden tutmuş ve biraz arkasında kalacağım şekilde çekmişti beni kendine.
Ateş'ler yanımıza ulaştığında Beyazıt'ın sırtıma koyduğu eli sayesinde sırtımı dikleştirmek zorunda kalmıştım. Bu sanırsam onların yanında rol yapmamıza gerek olmadığı anlamına geliyordu. Tabii diğer gözler üzerimizdeyken hareketlerime dikkat etmek zorundaydım yine ama ne konuştuğumuzu duyamazlardı.
"Ecem nerede?" dedi Ateş doğrudan, selamsız sabahsız.
Ecem'in hâlâ nerede olduğunu bulamamış olması içime su serpmeli miydi emin olamadım. Kerem'de olacağı aklının ucundan geçmezdi. Kerem'in varlığından bile haberdar değildi belki de.
Beyazıt bilmediğini belirtircesine dudaklarını büzdü.
"Yokluğunu benden önce fark etmiştin diye hatırlıyorum... Evleneceğin kadının nerelere gidebileceğini bilmiyorsan, kaçtığı için onu suçlayamazsın. Zira onu ben saklamadım."
İşin tuhaf tarafı doğruyu söylüyor olmasıydı. Kerem saklamıştı ve ben Kerem'i tanımasam, o konuşmalarından şüphelenmesem şu an nerede olduğunu Beyazıt da bilmiyor olurdu muhtemelen.
"Unuttuğun bir şey var, Beyazıt! Biz Ecem'le evliyiz. İmam nikahımız kıyılmıştı ve hatta sen de şahittin hatırlarsan! Bizim oralarda da imam nikahının, resmi nikahtan önemli olduğunu bilirsin. Karımı almadan, sana rahat vermem!"
"Resmi olarak başkasıyla evlenecek biriyle imam nikahlı kalmak istiyor ve etrafta karım diye gezmek istiyorsan keyfin bilir!" dedi Beyazıt umursamazca omuzlarını indirip kaldırarak.
Bu bana daha önce söylenmemişti ve şaşkındım. Ateş'in şu tavrı gözetilirse Beyazıt'ın bunu Ecem'i korumak için yapacağını görebiliyordum. Ateş'in karım diyerek Ecem üzerinde hak iddia etmesini istemiyordu hiçbir şekilde.
Ateş'in gözlerindeki ifade öyle bir boyut almıştı ki bir an Beyazıt'ın üzerine saldıracağını düşündüm ancak abisi Toprak kolunu kardeşinin önüne siper ederek ona engel olmuştu.
"Mesele sadece Ateş'in meselesi değil artık, Beyazıt! Karşına tüm aşireti aldığını hatırlatırım!"
Toprak, Ateş'in aksine oldukça soğukkanlı ve sakindi ancak sesindeki tehdit de barizdi.
"Kuzenimin sonunun Havva gibi olmasına izin vermem. Değil bir aşiret, gerekirse dünyayı karşıma alırım!"
Ateş'e de Toprak'a da Havva ismini duyar duymaz bir kal gelmişti sanki. Tam o anda Tekin kolunda bir kadınla içeri girdi. Siyah, uzun, sade bir elbise giymişti kadın. 30'larının ortalarında gibiydi. Yüzünde ağır bir makyaj vardı ama bu bile kadının tükenmişliğini gizlemeye yetmemişti. Gözlerinde bariz bir çekince, bir korku vardı.
Ateş ve Toprak aynı anda herkesin baktığı yöne -kadına- döndüklerinde bembeyaz oldular resmen ve o an Beyazıt'ın Havva dediği kadının o olduğunu anladım.
Bu mesafeden topuz yaptığı saçlarının arasına ak düştüğünü seçebilmiştim. Bu kadar beyazı olması için yaşı bir hayli gençti. Hayatın ona pek iyi davranmadığı oldukça açıktı.
"Ailemden uzak duracaksınız Ateş! Yoksa bir aileniz kalmaz!"
Ardından bana döndü ve gülümsedi nazikçe.
"Açık arttırmadan önce biraz tabloları incelemek ister misin?"
Beyazıt'a gülümsedim ve onaylamak adına yalnızca bana uzattığı koluna girmekle yetindim. Tekin ve kadınla ortada buluştuğumuz o kısacık saniyelerde gözleriyle anlaşmışlardı.
Arkamızda bir kaos bırakmamış gibi fuaye alanından sergi alanına geçtik.
"Havva olayı ne?" diye sordum bizi duyabilecek yakınlıkta kimsenin olmadığına emin olduktan sonra.
"Ateş'in babasının, Savcı Arslan'ın ilk karısından olma kızı. Büyük bir aile sırrı aslına bakarsan. Ben bile bilmiyordum varlığını. Herkes, kendi ailesi dahil herkes de Havva'yı öldü sanıyordu, cesedini bulamasalar da... Ailesi hayatını karartmış, Esma Hanım annesinin ölümüne sebep olmuş ama sırf hamile diye görmezden gelinip üstü kapatılmış. Üstüne Havva'ya da annesinin ölümü sonrası sığıntı gibi davranılmış. Amcası kıza tecavüz etmiş henüz 16 yaşındayken, hamile de kalınca amcasıyla evlendirmek istemişler, biraz da baştan savmak. Kendini uçurumdan atmış evlenmemek için. Öldü ve bunun gibi birçok kirli sır da Havva'yla gitti diye düşünmüşler ama..."
Havva'nın yaşadıkları kanımı dondurmaya yetmişti. Nasıl bir aileydi bunlar? Aşağı yukarı 20 yıl kadar önce yaşanmıştı tahminimce. Ateş henüz bir çocuk olmalıydı ama hatırlamayacak bir yaşta da olmamalıydı. Büyüdükten sonra dahi buna susması... Ecem kaçmakla gerçekten hayatını kurtarmıştı ama keşke daha önceden söylemiş olsaydı.
"Dokuz Buçuk'un hediyesi Havva, değil mi?" dedim Kerem'in Beyazıt'a söyledikleri aklıma dolunca.
Beyazıt beni başıyla onayladığında bir tablonun önünde durmuştuk. Tablonun alt tarafları oldukça canlı ve rengarenk bir arka plana sahipti, yukarı çıktıkça renkler koyulaşıyor ve çeşitliliğini azaltıyordu. Adını bilmediğim güzel bir çiçek vardı bir de tabloda. İnsan alt taraflarının canlı olmasını bekliyordu ama tam tersiydi. Çiçek dallara ayrılmıştı ve alt taraftaki renkli kısımdaki çiçekler solmuşken, karanlıktaki çiçekler giderek güzelleşiyor ve canlanıyordu. Nedendir bilinmez hoşuma gitmişti.
"Evet, Havva." dediğinde tabloya daha fazla bakmayı bırakarak Beyazıt'a döndüm.
"Anlamadığım bir şey var." dediğimde gözleri kısıldı ama elini öne doğru uzatarak söylememi istedi.
"Bu hediyeyi niye kabul ettin?" diye sorduğumda anlamazca bakmayı sürdürdü.
"Dokuz Buçuk bir çeşit tefeci bana kalırsa. Bir iyilik yapıyor ama karşılığını 20 yıl sonra da olsa istiyor..." derken şöyle bir fuaye alanının buradan görünen kadar kısmına bakmıştım. Havva için ailesiyle yüzleşmek, bunca yıl sonra o insanları görmek hiç kolay olmasa gerekti. Muhtemelen o uçurum sonrasında Dokuz Buçuk bulmuş ve himayesine almıştı. Şimdi de kendisine yapılan iyiliğin borcunu ödüyordu ama bence şunu yaşamaktansa o uçurumda gerçekten ölmeyi tercih ederdi. Kendisini tanımamama rağmen gözlerinde öyle bariz bir korku vardı ki...
"Bu kadar çabuk olmasa da Ateş'i eninde sonunda halletmenin bir yolunu bulurdun. Beni koruyarak vefa borcunu ödemişken ne diye tekrar karşılığında tanımadığın biriyle evlenmene sebep olabilecek kadar belirsiz istekleri olan birinin hediyesini kabul ettin?"
Ne diyeceğini bilemezmişçesine baktı bir süre. Böyle bir şey sormamı beklemiyor olmalıydı ki gözlerinde bariz bir şaşkınlık vardı.
Kulaklıktan "Vallahi ben de bu adama güveni nereden geliyor bilmiyorum, yenge!" diyerek sohbetimize Tekin de dahil oldu birden.
"Bunun karşılığında bir şey istemeyecek." dedi sadece oldukça net bir şekilde.
"Vefa borcun her neyse..." dedim bildiğimi bilmediği için dudaklarımı da bilmiyormuşçasına büzmüştüm.
"O iyiliği yaparken de yıllar sonra karşılığında senden bir şey isteyeceğim demediğine eminim."
Beyazıt o zamanlarda 14 yaşındaydı. 14 yaşında ergenliğe yeni girmiş birine böyle bir şey söylese dahi o yaştaki bir çocuğu dolandırmaya girerdi bence zira isteklerin boyutunu tartamazdı. İnsanların minnet duygularını kullanıyordu, belki elinde deliller vardı ve minnetle istediklerini yapmayanlara tehditle boyun eğdiriyordu.
Sakince dudaklarını ıslattı ve elindeki kadehi biraz arkamızda kalan kirişin üstüne bıraktı.
"Üzerinden yıllar geçti, Dilem. Ayrıca sadece bana değil, tüm aileme yardım etti. Bana bir şey yaptırmak için ekstra bir şeyler vermesine gerek yok. Ailemin borcunu da ödememi isteyebilir zaten. Ona şu an olduğumdan daha fazla borçlanamam yani. Bugün sevdiğim birçok insanın hayatını ona borçluyum ben."
Ben pek öyle düşünmüyordum ama bir şey demedim ve tablolara bakınmaya geri döndüm. Beyazıt'ın etrafını birkaç adam sardığında sadece, biraz tablolara bakınacağımı söyleyerek yanlarından uzaklaşmıştım. Konuştukları ihale mevzusu pek ilgimi cezbetmemişti. Beyazıt, ben uzaklaşırken gözünün önünden ayrılmamam için bir bakış atmıştı.
"Havva'yı çıkarıyorum." demişti Tekin kulaklıktan ben başka bir tablonun önünde dururken. Bizim gibi kulaklığı hep açık olmasa gerekti. Zira Beyazıt'ın adamlarla konuşmasını duyabiliyordum ama Tekin'in sesi sadece arada geliyordu. Lazım oldukça açıp kapatıyor olmalıydı sesini. En azından mikrofonu. Zira bizi duyabiliyordu.
Beyazıt yanındaki adamlar yüzünden bir cevap verememişti Tekin'e ama etrafta şöyle bir göz gezdirmiş olacak ki yanındaki adamlardan birinin neden etrafa baktığına dair bir söylemini duydum belli belirsiz. Sesleri aşırı boğuk ve uğultulu geliyordu ama zar zor da olsa anlayabiliyordum.
Önümdeki bembeyaz tabloya baktım. Arada kirlenmiş gibi küçük gri lekeler, dalgalanmalar vardı ama genel olarak bembeyazdı. Muhtemelen paravan tablolardan biriydi ama hoşuma gitmişti. Uzaktan bakınca bembeyaz görünen bu tablonun bile yakından lekelere sahip olması hiçbir şeyin tam anlamıyla beyaz olamayacağının kanıtıydı. Annemin ölümünün intikamını dahi yasalar çerçevesinde almıştım belki ama birinin suçlu olduğunu bile bile susuyordum, birini geçtim ben kendim iki kişiyi öldürmüştüm. Nefsi müdafaaydı belki ama öldürmüştüm. Şu an burada bulunarak da adım adım griliklerimi çoğaltıyordum. En kötüsü de içimde gram pişmanlık olmamasıydı.
"Bu kadar uzun uzun bakmak için biraz fazla boş bir tablo değil mi, kardeşim?"
Yanımdan gelen sesle irkilerek döndüğümde bulmayı beklediğim son yüz Emir'inkiydi. Hemen yanımda durmuş ve o da karşımızdaki tabloya bakıyordu.
Kulaklık geldi hemen o an aklıma. Saçlarımı kulağımın arkasına kıstırıyormuş gibi yaparak kulaklığı kapattım.
"Ne işin var burada?" dedim ardından da tersçe ve etrafa şöyle bir bakındım. Beyazıt, Emir'i duymuş olacak ki kaşlarını çatmıştı ve bakışlarını buraya sabitlemişti.
"Kocanın amcası davet etti. Hem o günden sonra hiç ziyaret etmeyince beni unuttun sandım ve kendimi hatırlatmak istedim." Elleri saçlarıma gidecekken elini havada yakaladım ve kendimden uzaklaştırdım. Büyük tepkiler veremezdim. Beyazıt'ın gözlerinin üzerimizde olduğunun farkındaydım. Servet Bozok geldi aklıma. O da burada olmalıydı. Ne kadarını biliyordu?
"Servet Bozok ne kadarını biliyor?" dedim sertçe gözlerine bakarak. Beyazıt'a karşı bunu kullanmak isteyebilirdi. Beyazıt'ın kıskançlığını ve korumacılığını belki en iyi bilen kişilerden biriydi. Bunu Beyazıt'ın en savunmasız anında kullanmasını istemezdim.
"Küçük sırrımız aramızda merak etme..." dediğinde derin bir nefes verdim. Aslına bakarsak aramızda falan değildi ama kontrolüm altındaydı.
Yüzündeki sırıtma midemi bulandırırken Beyazıt'ın bu tarafa geldiğini fark ettim.
"Defol buradan, Emir!" dedim sertçe. Beyazıt gelmeden uzaklaşmalıydı.
"Beyazıt neyim oluyor? Kayınço mu? Ona selam vermeyeyim mi?"
"Kendi iyiliğini düşünüyorsan defol buradan! Beyazıt zaten senden şüp-"
Beyazıt'ın bizi duyabilecek bir mesafeye geldiğini fark ettiğimde sözümü yarıda kestim. Yanımıza ulaşır ulaşmaz Beyazıt her zamanki korumacı tavrıyla bir miktar önüme geçmiş ve kolunu gamzelerim üstünden belime sarmıştı.
"Burada ne işin var?" dedi Beyazıt aksi bir tavırla. Emir'i gram sevmiyordu ve bir şeyler döndüğünün de farkındaydı ama bu konuyu her açtığında konuyu değiştirebiliyorsam değiştirdiğim, değiştiremiyorsam da kaçtığım için üzerime gelmiyordu.
"Karının abisine böyle mi davranıyorsun?" dedi Emir ayıplayan bir tavırla. Aksi bakışları Beyazıt'ın belimi saran elindeydi. Beyazıt'ı öldürmek, elini kırmak istercesine bakıyor ama ellerini yumruk yapmaktan ileri gidemiyordu.
"Soruma cevap ver!" dedi Beyazıt duruşunu hiç bozmadan. Emir'in ters bakışlarının benimle temas ettiği noktada olduğunu da fark etmişti ve bu onu daha da rahatsız etmiş gibiydi.
"Amcan davet etti."
Beyazıt amcasının da burada olacağını biliyor olmalı ki buna herhangi bir tepki vermedi ama bakışları kısılarak omzunun üzerinden döndü ve bana bir bakış attı.
Amcasının Beyazıt için pek iyi şeyler düşünmediği herkesin malumuydu. Emir'i de oyuna katıyorsa Beyazıt için kötü bir sebebi olmalıydı ki vardı da.
"Açık arttırma ne zaman başlıyor?" dediğimde halihazırda bende olan bakışları daha da kısıldı.
"Şimdi." dedi sadece ve önüne döndü. Daha sonra beni bu konu üzerinden darlayacağını gayet iyi biliyordum.
"Size eşlik edebilir miyim?" diye soran Emir'le tam açık arttırmanın olacağı salona ilerleyecekken duraksadık.
"Hayır!" dedi Beyazıt bir an bile olsa duraksamadan ve beni belimden yönlendirerek salona doğru yönlendirdi. Bunu biraz da benim tepkimi ölçmek için yaptığının farkındaydım. Eğer Emir'i sevseydim, benim için değerli olsa Beyazıt'a kızar ve Emir'i yanımıza çağırırdım ama Beyazıt'ın şüphelerini yıkmak için dahi olsa bunu yapamamıştım.
Emir'den yeterince uzaklaştığımızda Beyazıt elini üzerimden çekmiş ve çatık kaşlarıyla bana tersçe bakmıştı. Gözlerimi kaçırdım istemsizce.
"Bana anlatacaksın!" dedi gözlerimi kaçırmamı umursamadan. Tıpkı benim biraz önce yaptığım gibi saçımı kulağımın arkasına sıkıştırır gibi yaparak kulaklığı tekrar açtı.
"Bunu bir daha kapatır ya da çıkarırsan ikincisi olmaz! Bir daha böyle bir yere gelemezsin!"
Beni bu konuda birden çok kez uyardığı için hiçbir şey diyemedim ve yalnızca başımla onayladım.
"Tuvalete gitmem lazım." dedim salona girmek üzereyken. Soğuk lazımdı bana. Soğuk su. Kendime gelmem lazımdı. Aklıma gelen görüntülerden kurtulmam.
"5 dakikan var! Kulaklık da kapanmayacak!"
Bir kez daha başımla onayladığımda Beyazıt salona girmişti ve ben de tuvalete gitmek üzere bir koridora.
Ancak yanlış yere girmiş olmalıydım. Koridordaki diğer tüm kapılar kilitliydi ve tuvalet gibi bir yer de yoktu. İki adam vardı yalnızca koridorun sonunda. Hararetle konuşuyorlardı.
"Marangoza olan güven geri geliyor. Ben bunun olmasını istemiyorum! Bu ne senin ne benim-" diye konuşmaya hararetle devam ediyorken beni fark ettiler. Hemen şirince gülümsedim.
"Şey pardon! Ben tuvaleti arıyordum ama..." dedim ve adamların arkasında kalan kapıya baktım ama orası da tuvalet değildi.
"Diğer koridordan hanımefendi!" dedi konuşan değil de diğeri tersçe. Tabii ki beni tanımışlardı ve Beyazıt'ın karısı olduğumu biliyorlardı. Marangoz lakabını sadece bir kez Tekin'den duymuştum ama Beyazıt'tan bahsettiklerine emindim.
"Neredesin?" diyen sesini duydum kulaklıktan Beyazıt'ın ancak duymazdan gelmek zorunda kaldım.
"Eşlik edebilir misiniz? Burası biraz kafamı karıştırıyor!"
Kafam karışmış gibi de arkama kısa bir bakış attım. Bu sırada adamlar da birbirlerine birer bakış atmıştı.
"Şuna imzala!" dedi bana tersçe bakan ve bir senet gibi küçük bir kâğıdı diğerine uzattı. Bu mesafeden üzerinde ne yazdığını göremiyordum. Diğeri ceplerinde kalem aradığında ama bulamadığında aradığım fırsat doğmuştu. Alışkanlıkla çantamda taşıdığım kalemi çıkardım ve adama uzattım.
"Buyurun bende var."
Adam bana bir aptalmışım gibi baktı. Muhtemelen kocam için kötü bir ortaklığın imzasıydı bu ve bizzat benim verdiğim kalemle imzalayacak olmak yüzünde bıyık altı bir gülümsemeye
Adam kalemi aldı. "Teşekkür ederim, Dilem Hanım." dediğinde de kim olduğumu bildiğine bir kez daha emin oldum.
"Dilem, neredesin?" Beyazıt'ın sesi daha sert ve net çıkmıştı. Rahat konuşabilmek için salondan dışarı çıkmış olmalıydı.
"Ama lütfen kalemi bana geri getirin olur mu? Annemden kalma ve sanırım sizi bekleyemeyeceğim ve bir kez daha şansımı deneyeceğim." diyerek arkamı işaret ettim.
"Tabii ki getiririm." dediğinde kalemi alan, ben de arkamı döndüm ve büyük adımlarla yanlarından uzaklaştım.
"Şimdi tuvalete gidiyorum." dedim, Beyazıt'a da.
"Kimdi o yanındakiler?" dedi. Kulaklıktan dahi ne kadar sinirli olduğunu anlamak zor değildi.
"Bilmem tanımıyorum. Geliyorum hemen." dedikten sonra da gerçekten tuvalete gitmiştim. Biraz enseme ve boynumu soğuk suyla ferahlattıktan sonra salona geri döndüm. Açık arttırma çoktan başlamıştı. Tekin de Havva'yı bırakmış olacak ki geri dönmüştü ve Beyazıt'la yan yana oturuyorlardı.
Beyazıt'ın diğer yanına oturur oturmaz ters bakışları beni bulmuştu.
"Geldim, hiç de bir şey olmadı." derken kolumu koluna dolamış ve elini yatıştırırcasına okşamaya başlamıştım başparmağımla. Beyazıt bana bir süre ters ters bakmayı sürdürse de neyse ki hiçbir şey demedi.
Ardından açık arttırmada saçma sapan bir vazo milyon dolarlara satıldı. Ardından bir ayna.
Sonra garip eski bir saat çıkarıldı. Boyna kolye gibi takılan saatlerdendi. Garip olan kısım ise o saatin bana çok tanıdık gelmesiydi. Nereden tanıdığımı düşünürken yan taraflarda, ön kısımda oturan Emir'le göz göze geldik.
O saat bizde de vardı. Benim için çok eski bir anıydı ama Emir'de daha net olduğuna emindim. Anneme mi, Ahmet abiye mi, yoksa başka birine mi aitti hatırlamıyordum ama o saatin aynısından ve belki de birebir o saatin bizim yazlık evde olduğunu anımsıyordum.
Açık arttırmayı sunan adam saat hakkında bilgi veriyordu ve ben ne yazık ki önemli bir kısmını kaçırmıştım. Adam açık arttırmayı 100 bin lirayla başlattığında hızlıca Beyazıt'a döndüm.
"Bu saati istiyorum!" dedim oldukça net bir şekilde de.
"Eski püskü bir saatin nesini istiyorsun?" dedi Tekin ise her zamanki gibi her şeye maydanoz olarak.
Nedenini bilmiyordum ama almam gerekiyormuş, benim olmalıymış gibi hissediyordum.
"İstiyorum!" dedim sadece bir kez daha. Beyazıt nedenini bile sormadı. Bana kısa bir bakış attıktan sonra elinde sayı olan kartı kaldırdı.
"Şu saçma sapan şeye bu kadar para vermeyeceksiniz değil mi? Akıl kârı değil!"
Çoktan 1 milyon liraya yakın bir paraya çıkmıştı.
"Saat altın bile değil!" diye isyan etti yanımızdaki Tekin, Beyazıt sürekli fiyat arttırmaktan sıkılıp 1,5 milyon lira teklif ettiğinde.
"Ben sana saf altından daha güzel bir saat yaptırırım ve emin ol daha uyguna gelir. Hadi vaz geç!" Bir yandan da beni ikna etmeye çalışıyordu.
Bir süre kimseden ses çıkmadı ve saati alacağımızı düşündüm ama sonra başka bir adam "2 milyon lira!" diyerek arttırdı. Kaşlarım çatıldı. Bu saat 1,5 bile etmezdi. 2 milyon lira vermeye razıysa bir işine yaramalıydı. Sanki isteyenin Beyazıt değil de ben olduğumu bilirmiş gibi doğrudan gözleri de beni bulmuştu. Yüzünün büyük bir kısmını kaplayan burnuna, diken diken duran saçlarına baktım, kirli bir sakalı vardı yüzünde. 40'larının başındaydı, göz rengini ise buradan seçemiyordum ama adam tanıdıktı.
Beyazıt da bunu beklemiyor olacak ki adama ters bir bakış attı ama kartı bir kez daha kaldırarak "2,5" dedi.
"Yenge durdur şu kocanı!" dedi adamın da ne kadar hırslı olduğunu fark eden Tekin.
"Tüm mal varlığımı bu saate vermek zorunda kalsam da sonuç değişmeyecek. İstiyorum! Hatta şimdi biraz önceden de çok!" dedim kendimden oldukça emin ve net bir şekilde.
"Paradan bu kadar nefret ediyorsan bana verebilirsin ama bu delilik! Hiçbir amacı olmayan bir saate bu kadar para veremezsiniz!"
Beyazıt önce 3'e çıkardı ama adam da çok geçmeden 3,5'a çıkardığında 5 yaptı ve neyse ki adam daha da arttırmadı.
"Tanıyor musunuz o adamı?" diye sordum. Açık arttırmayı sunan adam bize sattığını duyururken.
"5 milyona aptal bir saat aldırdıktan sonra en azından biraz gülebilir misin yenge?" dedi Tekin bana ters ve alayvari bir ifadeyle.
"Sen mi ödeyeceksin parasını? Bir sus artık!" diye çıkıştım artık dayanamayarak.
"Ha benim ha Beyazıt'ın cebinden çıkmış ne fark eder! Ortağız biz! Ve sen bizi batırmaya çalışıyorsun!"
"Ben ödeyeceğim parasını, sus artık! Hatta bir 5 milyon da sana vereceğim ama sus!"
Başını iki yana salladı Tekin.
"Fakir ruhum bu gece uykusuz kalacak senin yüzünden! Bir saate 5 milyon vermek nedir ya? İnsanlar o paraya ev alıyor, ev!"
"Ozan uzatma!" dedi Beyazıt en sonunda şu an doğrudan bize bakan adamdan gözlerini çekerek. Ardından bana döndü.
"Ayrıca öyle bir şey de yok! Ben ödeyeceğim!"
Beyazıt'a itiraz etmedim zira faydasız olacağının farkındaydım. Açık arttırmaya çıkarılacak yeni eşya getirilirken ki o kısa arada kalemi verdiğim adam yanımda bitmiş ve böylece de konuşmamızı bir bıçak gibi kesmişti.
"Teşekkür ederim, Dilem Hanım."
Eğilerek kalemi bana takdim eder gibi bir tavra büründüğünde şirince gülümsedim.
"Teşekkür ederim, biraz daha getirmeseydiniz ben sizi aramak zorunda kalacaktım."
"Evet, babanızdan yadigardı değil mi?" dedi ancak gerçekten yanlış hatırladığından mı yoksa beni denemek için mi böyle bir şey söylediğini anlayamamıştım.
"Annemden..." diyerek düzelttiğimde bendeki bakışları hoşnutsuzca duran Beyazıt'ın üzerine çevrildi.
"Düğününüze gelememiştim. Bayağı geçti üzerinden ama eşinle tanışmak yeni kısmet oldu. Tebrik ederim, Beyazıt!"
Beyazıt tek kelime etmeden sadece başıyla teşekkürünü kabul ettiğinde adam bozuldu ama belli etmemeye çalışarak Tekin'e de başıyla bir selam verdi ve arkamızda bir yerlerde kalan yerine doğru ilerledi.
"Sen elin adamına niye kalem veriyorsun?" diyerek yeterince uzaklaştığında da Beyazıt vakit kaybetmeden beni azarlamaya girişmişti.
"Şu an müsait değil ortam."
Çok yakınımızda insanlar vardı. Duyamazlardı gerçi ama zaten saati alarak yeterince dikkat çekmiştik.
"Çıkınca gösteririm sebebini." dediğimde ikisinin de kaşları çatıldı ama bir şey demediler. Önüme döndüğümde o adamla bir kez daha göz göze geldim. Ben onu nereden tanıdığımı çıkarmaya çalıştığım için bakıyordum ama o neden bakıyordu bilmiyordum. Biri ona seslenene kadar öylece birbirimize bakmayı sürdürdük.
"Murat!" Adam omzuna da dokunduğunda ona seslendiğine emin oldum ve o an nerede gördüğümü de hatırladım. Kerem'in evinden kovduğu adamdı bu. Pek seviyor gibi durmuyordu. Bunu bir an Beyazıt'a söyleyecek gibi oldum ama Kerem'le konuşmadan bir şey demek istemedim. Zaten Dokuz Buçuk'un oğlu olduğunu ağzımdan kaçırmıştım.
Açık arttırma bittiğinde saat gece yarısına bir hayli yaklaşmıştı. Korumaların arabamızı getirmesini beklerken "Gelin Hanım!" diye seslenilmesiyle, istemsizce dönüp bakmıştım. Burada olduğunu Emir söylemişti ama yine de Servet, Gül ve Hasan Bozok'u karşımda görmek şaşırmama sebep olmuştu.
Beyazıt bana sinirli olduğu için uzak duruyordu ama onların varlığıyla anında elimi avuçları arasına aldı.
"Normalde akrabalığımız olan biriyle iş yapmaktan hoşlanmam ama abini sevdim!" dediğindeki o iması midemi bulandırıyordu. Emir bu insanlara bir şey söylemediğine emin miydi?
Bence bu bizim artık bazı şeyleri kocamıza anlatmamız gerektiğini söylüyor, Dilem.
"Gidelim mi?" diye sordum Beyazıt'a yalnızca. Hem yarınki plan hem bugün olanlar beynimi öyle bir işgal etmişti ki daha fazlasıyla uğraşamayacaktım. Beyazıt korumaların tam da o an getirdiği arabayı işaret etti.
"Geç sen, geliyorum ben." dediğinde ikiletmedim. Korumalardan birinin açtığı kapıdan arabaya bindim ve yerime yerleştim.
Uyudum uyuyacakken Beyazıt ve Tekin de gelip arabaya bindi.
"Eve mi abi?" diye sordu bu sırada da şoför koltuğunda oturan Fatih. Aradaki paravan açıktı.
"Önce Dilem'i eve bırakalım, sonra Ecem'in yanına gideceğiz. Şu evlilik işini konuşacağım onunla."
Uykulu halime bakarak söylemişti bunu ama Beyazıt bunu söyler söylemez de ayılmıştım.
"Direkt Kerem'e sür Fatih." dedim olduğum yerde de ayıldığımı belirtircesine dikleşirken.
Tekin bıyık altından gülmüş, Beyazıt ise onaylamaz bir bakış atmıştı bana.
"Ne?" dedim hemen.
"Hem ben olmadan Kerem seni de içeri almaz."
Beyazıt bir şey demediğinde, Tekin bana kare bir kutu uzattı.
"5 milyon verdirip almadan gittiğin saat, yenge!" de dediğinde laf sokmasını umursamadan kutuyu elinden aldım ve açarak daha yakından baktım. Evet, bu o saatti. Saatin aynısından mıydı, yoksa birebir aynı saat mi bilmiyordum ama bu o saatti.
Yarın yazlık eve gidecek ve uzun uzun etrafı kurcalayacaktım.
"Sadece beğendiğin için istemediğinin farkındayım o saati." dedi Beyazıt. Saat hakkında yaptığı ilk yorumdu bu.
"Ne için istedin?" diye de devam etti.
"Bunun aynısından vardı bizde. Yani bizde mi emin değilim. Küçüktüm, Emir'le bulmuştuk. Annemin bir arkadaşı daha vardı yanımızda. Ona mı aitti, anneme mi, Ahmet abiye mi bilmiyorum ama bu saatin aynısı ve belki de bu saat bizim yazlık evde vardı. Annem aldık diye çok kızmıştı. Ki böyle şeylere kızmaz normalde. Annemin 10 sene önceki parayla 100 binlerce liralık kolyesini kaybettiğimde bile kızmamıştı öyle. Maddi bir sebebi olamaz yalnızca. Bir de-" diyerek adamdan da bahsedecekken duraksadım.
"Bir de?" dedi Beyazıt sorarcasına.
Artık birbirinizden bir şeyler saklamamalısınız, Dilem! Daha fazla sır olmaz...
"O adam, saatin diğer talibi... O adam Kerem'in evinden çıkıyordu. Kerem onu kovuyordu. Kerem herkesi kovduğu için pek üzerinde durmamıştım ama o adamı gerçekten seviyor gibi durmuyordu ve daha önce de ondan ne bahsetti ne de yanında görmüştüm. O da ısrarla saati almak isteyince..."
"O değişik tipin sevdiği biri bence dünya üzerinde yok ama tanıması garip harbi. Adı Murat'tı değil mi?"
Tekin, Beyazıt'a hitaben konuşmuştu. Beyazıt'ın gözü ise kutudaki saatteydi.
"Bu saatin bir çakmasını yaptıralım ama anlaşılmayacak kadar iyi bir çakmasını...Orijinalini de ben sağlam bir yere saklayacağım. Gerçekten bir işe yarıyorsa eninde sonunda gelip almak isteyecekler."
Saatteki gözlerini bana çıkardı Beyazıt.
"Kalem mevzusu?" dediğinde sorarcasına göz devirdim ama çantamdan da kalemi çıkardım.
"Kalemi getiren adam ve bir adam daha senin sana olan güveni geri kazanmaya başladığını ve ikisinin de bunu istemediklerini konuşuyorlardı. Diğer adam, kalemi verdiğim adama senet gibi bir şey imzalatacaktı."
Kalemin kenarına hafifçe bastırdığımda arabanın içini o iki adamın ses kaydı doldurdu.
"Teşekkür ederim, Dilem Hanım." diyordu kalemi benden alan.
"Ama lütfen kalemi bana geri getirin olur mu? Annemden kalma ve sanırım sizi bekleyemeyeceğim ve bir kez daha şansımı deneyeceğim." diyorum ben de.
"Tabii ki getiririm." diyor kalemi alan ve bir süre duyabildiğimiz tek şey benim uzaklaşan topuk tıkırtılarım oluyor.
Ardından çirkin boğazdan gelen bir gülme sesi dolduruyor ama hangisine ait olduğunu çıkaramıyorum.
"Sanırım söylenti doğru. Kocasının fişini çeken anlaşmayı imzalaman için kalemi bizzat kendi getirdi. Bu bir işaret!"
Ardından kalemin kâğıda sürtme sesi duyuldu. İmzalamış olmalıydı.
"Al! Yapacağımız şey basit. Sadece güveni kazanmasına engel olacağız. Güven kaybetmek, güç kaybetmesine sebep olacak. Güç kaybetmesi de bunca zaman terör estirdiği herkesin üzerine çullanmasına. Bize sadece arkamıza yaslanıp izlemesi kalacak. Bu kadar basit bir şeyi de eline yüzüne bulaşt-"
Başka bir adım sesi duyulduğunda ikisi de sustu. Bir görevli gelmiş olacak ki bir kadın sesi "Bu taraf misafirlerimize açık değil efendim." diyerek nazikçe uyardı.
Bir şey demediler ama dikkat çekmemek için olsa gerek ana alana dönmüş olacaklar ki hem uğultu hem adım sesleri arttı.
"Yarın sabah benim teknemde detayları konuşuruz. Geç kalma!" dedi kalemi verdiğim. Geri kalanı benim de maruz kaldığım samimiyetsiz birkaç diyalogdan ibaretti. En sonda da kalemi bana geri veriyordu zaten.
"Biri Suat da diğerinin sesini çıkaramadım." dedi Tekin büyük bir ciddiyetle Beyazıt'a hitaben. "Yarın öğreniriz diğerini..." diyerek Tekin'e cevap verdi Beyazıt ama bakışları benim üzerimdeydi.
"Hep böyle şeyler taşıyor musun yanında?" dedi çenesiyle de elimdeki kalemi işaret ederek.
Omuzlarımı indirip kaldırdım umursamazca.
"Eski bir alışkanlık. Ne zaman nerede lazım olacağı belli olmuyor. Bazen sadece düşürüyorum ve sonra aile yadigarı kalemimi aramak için geri dönüyorum, bazen masada unutup makyaj tazelemeye çıkıyorum, bazen benim bir şey yapmama gerek kalmadan imza atmak gibi kendileri bir sebep veriyor bana... En üzücü kısmı ses kayıtlarının delil niteliği taşımaması."
Yüzünde hayran bir gülümseme olurken Beyazıt'ın, bir kez daha kalemi işaret etti bana.
"Başka böyle ses kayıtları var mı?"
"Bilgisayarımda. Legal olarak pek işime yaramıyorlardı ama illegal olarak senin işine yarayan vardır belki. Bakarsın..."
Araba durduğunda Beyazıt bendeki hayran bakışlarını zar zor çekerek Fatih'e döndü.
"Suat'ın teknesinde çalışan kaç kişi varsa hepsini hızlıca araştırıp bul bana. Aralarında bir çürük yoksa da birini yarın için ortadan kaldırın ve siz birini yerleştirin. Ne yapacağınızı anlatacağım."
"Hemen abi!" diyerek Fatih başıyla onayladı ve hızlıca telefonunu çıkararak bir numara tuşladı. Bu sırada başka bir koruma kapımızı açmıştı. En önce Tekin, sonra Beyazıt ve Beyazıt'ın yardımıyla da ben indim arabadan.
Kapının önündeki üç basamaktan da uzun elbisemin eteklerini toplayarak, yine Beyazıt'ın yardımıyla indim. Neden bu kadar uzun bir elbise tercih etmiştim ki?
Kapının önünde Tekin zile basacakken onu engelledim. "Sakın!" dediğimde de şaşkın şaşkın bana döndü. Zile basılmasından nefret ediyordu ama zili sökemeyecek kadar da üşengeçti.
Kerem'e mesaj attığımda birkaç saniye sonra garaj kapısı gibi olan kapı açılmaya başlamıştı zaten.
"Bu herif telefonun başından ayrılmıyor mu?" dedi Tekin hayretle.
Onu takmadan kapının tamamen açılmasını beklemeden eğilip alttan geçtim her zamanki gibi. Benim aksime Tekin ve Beyazıt tamamen açılmasını bekledikleri için henüz girememişlerdi.
Kerem her zamanki gibi bilgisayarının başında otururken Ecem koltukta oturmuş, çenesini kolçağa yaslamış bir şekilde içeri girecek insanları bekliyordu. Bundan da önce televizyon izliyor olmalıydı.
"Hoş geldin, güzelim!" dedi başını çevirip bana bakma zahmetine dahi girmeden.
"Hoş buldum..." dediğim sırada Beyazıt ve Tekin de içeri girmişti. Ben ise çoktan Kerem'in yanına ulaşmış ve diğer dönen sandalyeye bırakmıştım kendimi.
Bunu yapmamla bana döndü ve baştan aşağı süzdü, ardından da yüzünü buruşturdu.
"Çok parlak ve kırmızı!"
Derin bir nefes aldım. Gerçekten biz bunun nesini sevip arkadaş olmuştuk Narenciye?
Ben de bilmiyorum, Dilem... Nasıl arkadaş olduğumuzu bile hatırlamıyorum...
"Hayatımda senin kadar memnuniyetsiz bir insan daha tanımadım!" diye söylendiğimde umursamazca omuzlarını indirip kaldırdı ve bu sırada Tekin ve Beyazıt'ı da fark etti. Yüzü daha da memnuniyetsiz bir hâl aldı.
Bu sırada ise benim gözüme Kerem'in diğer tarafındaki çikolatalı pasta takılmıştı. Neden bilmiyordum ama güzel geldi o an gözüme. Normalde pek tatlı yiyemezdim hele çikolatalı şeyler aşırı ağır gelirdi. Uzanıp önüme çektiğimde Kerem bana şaşkın bir bakış attı ama bir şey de demedi.
Bir çatal alıp ikincisini alamam diye düşünüyordum ama aşırı iyiydi. Hızlıca bir çatal daha aldım ve sonra bir tane daha...
Bu sırada konuşulanlara da kulak kesilmiştim.
"Sabah dışarı çıkmaman çok kırıcıydı." diyordu Tekin, Ecem'e hitaben.
Beyazıt sessiz sedasız yine berjere geçip oturmuştu. Ecem, Tekin'e neden çıkmak istemediğine dair bir açıklama yaparken bir çatal daha pasta almak istemiştim ama bitmişti. Dilimin neredeyse yarısı duruyordu ve küçük de bir dilim değildi. Nasıl bitirdiğime şaşırırken bir yandan da tadı damağımda kalmıştı. Daha çok istiyordum.
"Bitti bu..." dediğimde üzgünce, Kerem şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı ama eliyle dolabı işaret etmekten de geri kalmadı.
"Dolapta daha var..." da dediğinde rahatlamıştım. Hızlıca kalkıp Amerikan mutfak tarafına geçtiğimde bir yandan da içeriye seslendim.
"Pasta isteyen var mı?"
"Ben alırım..." dedi hemen Tekin.
"Benimkini yedin!" dedi Kerem de huysuzca. Bu da istediği anlamına geliyordu.
"Yok, ben yedim." dedi Ecem de ama Beyazıt'tan bir cevap gelmedi.
Bunun üzerine spesifik olarak "Beyazıt?" diye sormak zorunda kaldım.
"İstemiyorum, yavrum." dedi ve buraya geldiğinden beri kurduğu ilk cümle oldu. Ben de üç tabağa üç dilim pasta yerleştirdim. Önce Tekin ve Kerem'inkini verdim. Ardından da kendiminkini alarak eski yerime yerleştim.
"Bu tabakları sen yıkayacaksın!" dedi Kerem koyduğum cam tabakları ve getirdiğim normal çatalları işaret ederek. Kendisi bulaşık çıkmasın diye plastik tabak, çatal kullanan bir psikopattı.
"Hayır." dedim umursamadan başımı iki yana sallayarak.
"Zaten ev sahibi olarak senin bize ikram etmen gerekiyordu!"
"Ben davet etmedim sizi!" dedi tüm kabalığıyla. Tek çatalla da pastanın yarısını ağzına atmıştı bu sırada.
"Gitmeden yıkamazsan, bir daha sen de giremezsin bu eve!"
Sinirle bir tekme savurduğumda tekerlekli sandalyesini geriye çekerek kurtuldu hamlemden.
"Yıkamayacağım, almazsan alma!" diye de inat ettiğimde bana ters bir bakış attı.
"Ay, ne uzattınız! Ben yıkarım!" dedi Ecem bu saçma kavgamıza anlam veremez bir halde, biraz da rahatsız olmuş gibiydi bu yakınlığımızdan. Daha doğrusu Kerem'in bana verdiği bu tavizden. Ne kadar almayacağım dese de buradaki herkes ne yaparsam yapayım beni yine bu eve alacağının farkındaydı.
"Ecem..." dedi Beyazıt tok sesiyle. En nihayetinde asıl konuya gelip Ecem'i kâğıt üzerinde bir başkasıyla evlendireceğini söyleyecekti sanırsam.
"Seninle bir yalnız konuşalım." diyerek bahçeyi de işaret ettiğinde, Ecem istemeye istemeye kalktı ve Beyazıt'ın peşinden bahçeye çıktı.
Tekin burada kalıp pastasını yeme kararı almıştı sanırım ama Kerem de ben de kendisine dik dik bakmayı sürdürdüğümüzde bizim de yalnız kalmaya ihtiyacımız olduğunu anlayabilmiş ve hızlıca pastayı ağzına tıkarak çıkmıştı evden.
"Seninki evde yalnız kaldığımızı fark eder etmez damlar..." dedi çabuk konuşalım dercesine bir tavırla ki maalesef haklıydı.
Sereyli'nin bana verdiği telefonu çekmeceden çıkardı ve masaya koydu.
"Mesaj attı. Yarın seni marinada bekliyor olacak. Yani... Muhtemelen orada olmayacak. Adamları seni oradan alıp Sereyli'ye götürecek. Buradan çıkıp gidemezsin. Beyazıt hem burada olmandan hem de telefonlarına cevap vermemenden ekstra rahatsız olacaktır. Ben de senin korumalara gözükmeden çıkabileceğin en uygun yere bakındım. Gökçe'nin evi. Yangın merdivenlerini kullanarak çatıya çıkacaksın, yandaki binayla aşırı yakınlar. Diğer binanın çatısına atlayacaksın ve oranın yangın çıkışından çıkacaksın. Ben oraya bir araba ayarladım." Bir kâğıt uzattı bana.
"Plakası bu. Beyaz bir BMW. Onunla gidersin marinaya, onunla da aynı yolu kullanarak dönersin. Sereyli'ye ne diyeceğini biliyorsun zaten."
Kerem konuşurken bir yandan da pastamı yemeye devam etmiştim. Bitirmesiyle başımla onayladım ve o da devam etti.
"Sen yemi attıktan sonra birkaç günümüz olacak boş geçecek. Önce araştırmasını yapacaktır, adam seçecektir falan..."
Ama o an ağzıma attığım pastayı boğazıma dizen bir gerçek geldi aklıma. Zar zor ağzımdaki lokmayı yutarken gözlerim doldu.
"Sen Ecem'e yardım ettiğin için bile baban sana bedel ödetti. Benim yüzümden tekrar mı borçlanıyorsun ona..."
Ağladı ağlayacak bir ifadeyle konuşmamla kaşları çatıldı ve sandalyesini bana biraz daha yaklaştırarak ellerimi kavradı hızlıca. Ki Ecem'i düğünden kaçırmak için kullandığından daha çok adama ihtiyacı vardı bunu yapmak için. Yani daha fazla borçlanmış olmalıydı.
"Hayır, hayır... Aramızda kalacak dedin. Babamın ekibini, bağlantılarını kullansaydım haberi olurdu. Ben de kendi ekibimizi kurdum. İkimizin ekibini... Babama borçlanmadım, ağlama..."
Gözümden akan bir damla yaşı da sildiğinde söyledikleri sayesinde de biraz olsun içim rahatlamıştı ve ağlamam durmuştu. Kerem bir ağladı ağlayacak yüzüme, bir de yediğim pastaya baktı.
"Bir şey soracağım ama..." dedi tereddütle de. Gözleri de kısılmış ve belli bir tereddüt yaşıyordu.
"Hamile olabilir misin?" dedi birden pat diye. Bunu nereden çıkardığını anlamayarak gözlerimi kırpıştırdım ama başımı da iki yana salladım.
"Nereden çıkardın?" dedim şaşkınlıkla da.
"Normalde belki bir çatal alıp bırakacağın şeyleri hunharca yiyorsun, canın çekiyor ya da böyle bir şey için ağlamazsın. Bir de bira göbeğinden şikâyet edip duruyorsun..."
Bira göbeği değil, bebek göbeği mi demeye getiriyordu? Sinir bozukluğuyla gülerken başımı da iki yana salladım.
"Yok, Ecem'in düğününden hemen önce test yaptım. Hamile değilim. Stresten bayağıdır regl olmuyorum. Muhtemelen regl olacağım. Onun bozukluğu, bu şişliğin sebebi de o olabilir." dedim bir kez daha bira göbeğime üzgünce bakarak.
Kerem rahatlamış gibi arkasına yaslanacakken gözünün kapı tarafına takılmasıyla ben de o tarafa baktım. Ne ara dönmüşlerdi ki? Beyazıt'ın gözleri ne bende ne Kerem'deydi. Böyle bir şüphe duyduğumu ama hamile olmadığımı duymuş olmalıydı. Yine de olmayan bir ihtimale tutunurcasına kırgın gözleri karnımdaydı. Hem bunu ona söylemediğim için kırılmış hem de hayal kırıklığına uğramıştı sanki...
"Beyazıt..." dedim ne diyeceğimi bilemeyerek ama o arkasını dönüp çıktı evden hızlıca.
Al! Yine kırdın, Dilem! Bunu niye sakladın ki?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 27.87k Okunma |
1.64k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |