12. Bölüm

11.Bölüm

okuyan doksandört
__okuyan94__

Merhaba.

Nasılsınız? Benim moralim bozuk. Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Siz moraliniz bozuk olduğunda neler yaparsınız?

Oy ve yorumları bekliyorum.

Bol bol gelirse çok sevinirim.

 

İYİ OKUMALAR

11.Bölüm

 

Başvurumu yapmıştım.

Dün akşam özgeçmişimi oluşturup hiç düşünmeden o restorandaki iş ilanına başvurmuştum. Diğer iş ilanlarına daha sonra bakmamıştım. O restorandaki açık pozisyona girmek istiyordum. Girecektim de. Beni o işe almasını sağlayacaktım. Fatura borcunu istiyorsa, kasklı da beni işe almak zorunda kalacaktı. Tabi bunu bilerek yapmayacaktı. Kendimi gözünde alt tabaka yani parasız bir insan gibi göstermeyecektim. Bunun içinde bir yolum vardı. Bu yüzden internet sitesinden başvuru yapmam ilk adımdı. İkinci adım olarak da bizzat kendim giderek bir tane de özgeçmiş kağıdımı restorana götürecek, birde öyle başvuracaktım. İşimi şansa bırakamazdım. Sonuçta ilana başkaları da başvurmuş olabilirdi. Onların arasından beni seçmelerini beklemeyecektim.

Bugünün planı buydu. Ama ondan önce okula, derse gelmiştim.

Sabah zar zor gözlerimi açmış, kendime gelmiştim. Doğanay’ın yokluğunu fena halde hissediyordum. Uyanmadığım zamanlarda bazen beni uyandırmaya gelir, kendime gelmemi sağlardı. Şimdi ise tamamen iş telefonumun alarmına kalmıştı. Kahvaltı bile etmemiş, üstümü giyinmiş, azıcık süslenmiş, sonra da evden çıkmıştım.

Hava yine kapalıydı. Soğuktu da. Sabah esen rüzgar kulaklarımı üşütmesin diye annemin ördüğü şapkamı takmak durumunda kalmıştım. Rengi yaptığım kombine başkalarına göre uymazdı ama ben verdiği canlılığı sevmiştim. Bugün açık mavi renginde İspanyol paça, yüksek bel pantolon giymiştim. Üstüme de siyah, hiçbir özelliği olmayan kazak vardı. Yalnızca kazağın etekleri pantolonumun üst kısmında bitiyordu. Onun üstüne de iki sene önce aldığım siyah uzun kabanımı giymiştim. Ayakkabılarım da siyahtı. Yani kombinimin içinde tek renk veren şapkamdı.

Ciddi bir kombindi.

Bugün ciddiliğe ihtiyacım vardı.

Doğanay’a okula gelince mesaj atmıştım. Olaylarından sonra derslerine gelmeye başlamıştı ama her şey daha düzene oturmamıştı. Yatta kasklının kız kardeşinin dediklerinden zaten belliydi. Doğanay da derse ilk geldiği gün anlatmıştı. Ebru denilen cadı ve tatlı minik Ece, çiftlik evindeydi. Kız daha evine bile gidememişti. Kocasının yanına gelmesine izin yoktu ama her nasıl oluyorsa enişte bey Doğanay’ı okula bırakıyordu. Yanında da oluyordu. Bir kere enişte bey Doğanay’ı okula bırakırken bende denk gelmiştim. Hatta geri dönerken beni de eve bırakmak istemişlerdi. Doğanay hep teklif ediyordu zaten. Çiftlikteki görevliler gelin ve damadın görüşmediğini sanıyordu. Sanmaya da devam edebilirdi.

Kampüsün kafeteryasında otururken gözlerimi telefonumdan çekmeden hemen önce tuhaf bir his bedenimi kapladı. Etrafa bakındım. Derse geç kalırım diye bir şey yememiştim ama açlığımı gidermek için kafeteryadan simit ve çay almıştım. Yolda trafik yoktu. Şaşırtıcı derecede yirmi dakika da erken gelmiştim. Şaşırtıcıydı çünkü ben ve erken kelimeleri pek yan yana gelmezdi. Sınıfa geçmek yerine de buraya gelmiştim. Doğanay da hala gelmemişti.

Bir an, kısacık bir saniye izlendiğimi hissetmiştim. Ama kafeteryanın içi doluydu. Sesler her yerdeydi. Dışarısı soğuk diye içeriye girmiştim bende. Benim gibiler de masalarda oturuyor, bazıları bir şeyler almak için sırada bekliyordu. Tek başıma masada oturmayı hiç sevmiyordum. Yalnız kalmayı sevmiyordum ama el mecburdu. 1

Bakışlarımı insanların üstünden çekeceğim sırada kuzenim Emre’nin içeriye girdiğini gördüm. Masam kapıya yakındı. Haliyle görmem kolay olmuştu. Yalnız değildi. Sınıftan arkadaşlarıylaydı. Toplam dört kişiydiler. Benim gibi Emre de sosyal biriydi. Ama ben sınıftaki insanlarla çok haşır neşir değildim. Elbette herkesle konuşuyordum. Hatta ilk senemde ortamlarında da bulunmuştum ama elektriğim tam anlamıyla doğru dürüst tutmamıştı. Herkes yapmacık gelmişti. Sonra da Doğanay ile tanışmıştım.

Yanındakileri tanıyordum. Esmer olan Doğukan’dı. Daha esmer olan Cüneyt’ti. Hafif kumral olan ise Sadık’tı. Emre bir keresinde beni arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Tanıştırmakla kalmamış, masalarında oturmam için arada da beni çağırıyordu. Tabi bunu yalnız olduğum zamanlarda yapardı. Çünkü diğer kuzenlerim gibi o da yalnızlıktan nefret ettiğimi biliyordu.

Ama bu ara Emre benimle hala konuşmuyordu. Birkaç kez denk gelmiş ve yüzünü başka yere çevirmişti. Doğanay konusunda bana kızgındı, biliyordum ama çocukluk yapıyordu.

Benim elimden ne gelebilirdi?

Beni görmedi. Hiçbiri görmedi. Doğukan kuyruğa girdi. Diğer ikisi kapıdan uzak bir masaya oturdu. Çayımdan bir yudum aldım. İtiraf etmeliydim; şimdi yalnız başıma masada otururken birini istiyordum. Eğer Emre ile aramda tartışma olmasaydı; el sallar ya masalarına gider ya da masama çağırırdım.

Bu hakkım bu ara yoktu.

Gözlerimi devirdim.

İnsan bir noktada yalnızlığa alışmak zorundaydı. Belli ki benim de zamanım gelmişti. Bende böyle, böyle alışırdım. Tekrardan sosyal medyamda gezinmeye başladım. Kendimi telefonuma kaptırdığım an masam sallandı. Ne olduğunu anlayamadan, kafamı kaldırdım.

“Çüş.”2

Biri resmen masama çarpmıştı. Hatta çarpmanın etkisiyle bardağımdaki çay sağa sola sallanmıştı. Doğru düzgün yürümeyi bile başaramıyorlardı. Ya çayım dökülseydi? Dökülmekle kalmayıp üstüme dökülseydi? Şükür ki masaya dökülmemişti.

Kimin çarptığını anlamak için ileriye baktım ama kızlı, erkekli bir grup masamın önünden geçmişti. Üçü kız, ikisi erkekti. İçlerinden kimin çarptığını anlamam imkansızdı ama çarpan her kimse bir özür dileyebilirdi.

Bazı insanlar nezaketten yoksundu.

Telefonum çalmaya başlayınca ekranına baktım. Eyvah, diye düşündüm. Arayan annemdi. Annemin sabah aramaları meşhurdu. Çoğunlukla erken kalkardı. Sabah ona kadar uyuduğu çok nadirdi.

Masamdakileri hızla topladım. Telefonu burada açamazdım. Sesten hiçbir şey anlaşılmazdı ama telefonu annem arıyorsa o telefonu açmam gerekirdi. Çayımı bir dikişte bitirdim. Çöplerimi aldım. Çantamı koluma takıp çıkışa yönelirken telefonu açtım.

“Efendim anne.”

“Kalabalık bir yerde misin sen?” diye sordu annem direkt. Daha kafeteryadan çıkamamıştım. Kafeteryanın çöp kutusuna elimdekileri attım.

“Okulun kafeteryasındayım ama şimdi çıkıyordum.”

“Yani aylaklık yapıyorsun kızım.”1

“Ne? Hayır anne!” dedim çıkış kapısından çıkarken. “Ders saatini bekliyordum. Dışarısı soğuktu. Donsa mıydın?”

“İyi iyi. Tamam,” dedi annem. “Sıcak yerde dur.”

“Artık dışardayım.” Kafeteryadan uzaklaşmaya başladım.

“Sınıfına git o zaman Betül. Soğukta ne yapacaksın?”

Sesi biraz sinirli çıkıyordu ama annemin ses tonu çoğu bazen böyle olurdu. En çok onunla tartışırdım. Çünkü bana doğru olan ona çoğunlukla yanlış olurdu ve kendi istediğini yapmazsam ağzından kurtulamazdım.

“Anne bende onu yapacağım zaten. Merak etme.”

“Merak etme,” dedi söylediğimi tekrar ederek. “İyi dedin. Konuya geleyim ben şimdi. Bana ne zaman söyleyecektin Betül?”

“Neyi?”

“Arkadaşının düğününden dönerken kiraladığın arabanın bozulduğunu ben neden teyzeden duyuyorum kızım?”

Ah. En son düğün hakkında konuştuğumuzda her şeyin çok güzel geçtiğini, bazı ayrıntıları atlayarak anneme anlatmıştım. Ama teyzemin annemi arayacağını, hatta söylemediğim ayrıntıları teyzemin söyleyeceğini hesaba katmamıştım. Bu ara aklım o kadar doluydu ki, hangi birini düşüneceğimi şaşırmıştım.

Acaba düğünde diğer olanları da biliyor muydu?

Kızlara söylememeleri için tembih etmiştim ama belli olmazdı. Nil boş boğazlık yapmış olabilirdi.

Bir ağacın yanında durdum. “Teyzemin ağzında da bakla ıslanmıyor,” diye mırıldandım. “Hemen sana mı söyledi?”

“Ne yapsaydı? Söyleyecek tabi. Hatta ondan önce sen bana diyecektin! Ben babana dedim, sen yalnız başına koskoca İstanbul’da olmamalıydın! Ama beni dinleyen kim?”1

Her zaman gibi konu yine aynı yere gelmişti. Benim tek başıma İstanbul’da yaşamama. Daha doğrusu bu ara yaşayamama. 1

“Anne ne alakası var şimdi?”

“Çok alakası var! Anne sözü dinlemezsen, daha başına neler gelir neler?” Klasik anne sözü de geldiğine göre bu konunun hemen kapanmayacağı anlaşılmıştı. 2

“Ben iyiyim anne. Bir şey olmadı. Sadece seni endişelendirmek istemedim.”

Olmamıştı ama olmak üzereydi. Kasklı yardımıma gelmeseydi, olacakları düşünmek istemiyordum.

“Siz niye beraber değildiniz? Nil ve Aysel neden ayrı eve gittin sen? Teyzen Aysel’in rahatsızlandığını söyledi. Bu yüzden başkası onları bırakmış, öyle mi?” Annemin arka arkaya sorduğu sorularla anladım ki düğünde olanları kızlar anlatmamıştı. Nil de ağzından kaçırmamıştı. Şaşırtıcıydı. Teyzeme de demek ki böyle bir kurgu anlatmışlardı. “Sen niye eve götürmedin kızı?”

“İşte Aysel rahatsızlandı ama bende Doğanay’ın yanında kalmak istedim. Bu yüzden onlarla değildim. Hem beraber olsaydık araba bozulunca Aysel için durum daha vahim olabilirdi. İyi ki de ben götürmemişim.”

“Hayır Betül,” dedi annem. “İyi ki falan değil. Araba bozulmuş ve sen tek kalmışsın kızım. Ya başına bir şey gelseydi?”

“Sapasağlamım anne. Bir şey olmadı dedim ya. Zaten benzinliğe girmiştim. Sonra da firmayı aradım. Bana yardımcı oldular.”

Tabi çok yardımcı olmuşlardı.

“Paranızı geri vermişler, teyzen böyle söyledi.”

Tartışarak parayı almıştım. “Evet, hatalarını anladılar. Sağ olsunlar.”

“Bir daha oradan araba kiralama falan yok Betül!” dedi yükselerek annem. “Ne biçim iş yapıyorlar?” Haklıydı. Ne diyebilirdim? Bir daha o firmaya adımımı atmazdım. “Hatta bir daha araba kiralamakta yok!” Normalde söylediğine karşı çıkardım ama bu sefer çıkmayacaktım. Neticede araba kiralamak için para lazımdı. Bende de yoktu. Olsa bile artık başka durumlar için gerekiyordu.

“Tamam anne,” dedim onay vererek. “Yok.”

“Sana bir şey olsaydı haberimiz bile olmazdı. Nereden duyacaktık? Duymazdık.”

“Anne, ben iyiyim,” dedim bir daha.

“Şu okulun bitse de artık eve gelsen.” Kendimi tedirgin hissettim. Annemin kaldığım dersleri duyunca vereceği tepkiyi düşünmek istemiyordum. Üstüne birde bursumu kaybettiğimi öğrenirse o zaman her şey berbat olurdu ve ben bunu hiç ama hiç düşünmek istemiyordum.

“Anne hep bunu mu konuşacağız? Okulumun bitmesine az kaldı. Eninde sonunda yanınıza döneceğim.”

Dönmek istemiyordum. Tüm hayatımı İstanbul’da geçirmek istiyordum ama annemi nasıl ikna edeceğimi bilmiyordum. Babamla annemi okul için bir kez ikna etmiştik. Hakkımı kullanmıştım.

“Memlekette okusaydın aklım sende kalmazdı,” dedi annem. Bu cümleleri yüzlerce kez duymuştum. “Tüm gün aklımdasın Betül. Dizimin dibinde olmalıydın.”1

“Aklın kalmasın anne. Ben iyiyim.”

“Öyle demekle olmuyor. Anne olunca anlarsın beni.” Klasik bir anne sözü daha.

“Ders saatim geliyor anne,” dedim konunun kapanmasını isteyerek. “Kapatmak zorundayım. Seni seviyorum. Kendine iyi bak. Babamı benim yerime öp.”

“İyi, kapat,” dedi huysuz bir sesle. “Ama bundan sonra her şeyi senden öğreneceğim. Teyzenden değil.”

“Tamam,” dedim uysalca. “Teyzemden önce ben sana söyleyeceğim. Şimdi gitmem gerek. Öpüldün.”

“Allah zihin açıklığı versin,” dedi annem. “Derslerini iyi dinle ki kısa sürede yanımızda ol.” 1

“Amin. Dinlerim anne.” Sonra da telefonu kapattım. Kapatır kapatmaz da rahat bir nefes verdim. Ucuz atlatmıştım. Kızların düğün hakkında hiçbir şey söylememesi iyi olmuştu. Çünkü birde Doğanay’ın abisinin hesabını vermek zorunda kalacaktım. Şükür ki bundan yırtmıştım. Eğer teyzem bu araba mevzusunu söylemeseydi, daha iyi olacaktı. Yapacak bir şey yoktu. Söylemişti. Bende de hataydı. Kızlara paralarını atarken, söylememelerini tembih etmemiştim. Aysel annesine söylemediyse de, Nil uyarı almadığı için söylemiş olması büyük ihtimaldi.

Aysel’e bunu sormayı not ettim.

Yine de şanslı bir günümdeydim. Anneme açıklama yapabilmiştim. Ama eğer diğer sakladıklarımı bilseydi, işim biterdi. Kesin biterdi. Erkenden bir şeylere elveda demek istemiyorsam, hiçbirini öğrenmemesi lazımdı. Yoksa bu sefer babam da beni kurtaramazdı.

Her şeye elveda derdim.

***

“Arabanın bozulduğunu teyzeme kim söyledi?” diye sordum Aysel’e. Derslerimiz bitmiş, Doğanay kocasıyla gitmişti. Beni eve bırakmayı teklif etmişti ama benim okuldan başka bir planım vardı. Doğanay’a bu konu hakkında bahsetmemiştim. Bahsettiğim an olayın en başına inmem gerekecekti. Her şeyi sonra anlatacaktım. Aslında Doğanay’dan yardım isteyebilir, kasklı ile arama enişteyi sokmasını isteyebilirdim. Hatta onlardan borçta alabilirdim. Enişte bey düğünde Doğanay’ın gelin odasını açmam için ne kadar cömert olduğunu zaten göstermişti. Ya da enişteye restoranlarının birinde bana iş vermesini de isteyebilirdim. Yardım istesem, kesin yardım ederlerdi. Ama bu işi kendim halledecektim. Kimseyi araya sokmayacaktım. 1

Kasklı ile kendim baş edecektim.

Kolaya kaçmayacaktım. Kimsenin gözünde de kolaya kaçan biri olmayacaktım.

“Ben demedim,” dedi Aysel.

“Nil’in dediğini biliyordum.” Tahmin etmek zor değildi.

“Seni zor duruma mı soktu?” diye sordu düşünceli bir sesle. Aysel, Nil gibi değildi. Bu sorusu bile iki kardeşin ne kadar zıt olduğunu gösteriyordu.

“Öyle olacaktı ama hallettim,” dedim. “Biraz azar işittim ama annemin her zaman ki hali.”

Hala kampüsün bahçesindeydim. Doğanay ile vedalaştıktan sonra kampüsün kırtasiyesine gitmek için bahçede kalmıştım. Hazırladığım özgeçmişimin çıktısını almam gerekiyordu. Kırtasiye kampüs binasından ayrıydı. Kampüsün arka kısmında kalıyordu. Ama içerisi doluydu. Daha içeriye bile girememiştim.

“Cidden korkmadın mı Betül?” diye sordu Aysel. “Ben olsam korkardım.”

Korkmuştum. Hatta o anları yaşamaya devam etseydim, korkudan ağlama raddesine de gelecektim ve ben kolay kolay ağlayan biri de değildim. Neyse ki fazla uzun sürmemişti. 1

Kızlara farklı bir senaryo söylerken de kimseyi endişelendirmemek için soğukkanlı olduğumu önceki telefon konuşmamızda belirtmiştim. Ama işin aslı tabi ki de farklıydı.

“Korksam da aynı şeyleri yapacaktım,” dedim dükkana bakarken. İnsanların işi neden bu kadar uzun sürüyordu ki? Ya hocaların notlarını alacaklardı ya da ihtiyaçları her neyse onu alıp çıkacaklardı. Ama kimse içeriden çıkmıyordu. “Neyse ki ucuz atlattım.”

“Bence de. İyi ki de saçma sapan bir yerde araba bozulmamış,” dedi Aysel.

Saçma sapan bir yerde araba bozulmuştu.

“Kesinlikle,” dedim. “Ama bu konuyu kapatalım artık. Sadece anneme kimin söylediğini merak etmiştim. Onun da cevabını aldım.”

“Sen şu an okulda mısın?”

“Evet, okuldayım. Sen?”

“Evdeyim. Dersim yoktu.”

Aysel de memleketteki kuzenim Dilara gibi devlet üniversitesinde okuyordu. Bölümü fizyoterapiydi. Bu bölümü kazanmak için iki sene boyunca mezuna kalmıştı. En sonunda da kazanmamıştı. Üniversite ikinci sınıftaydı. Sülalede sadece Emre ve ben özel üniversitede okuyorduk. En berbat durumda olan ise bendim. Emre de Doğanay gibi tam bursluydu ve bursunu bildiğim kadarıyla kaybetmemişti.

“Oh, ne güzel. Sonra görüşür müyüz?”

“Görüşürüz. Haberleşiriz.”

“Tamamdır.” Kırtasiyeden iki kız çıktı. Arka tarafımda benim gibi bekleyen başkaları da vardı. Sıramı kimseye kaptıracak değildim. “Ben şimdi kapatıyorum. Görüşürüz,” dedim Aysel’e.

“Görüşürüz.”

Telefonu kapattıktan sonra kızların oluşturduğu boşluğa doldurdum. İçerisi cidden kalabalıktı ama işimi başkaları gibi uzatarak halletmemiştim. Mailimden özgeçmişimin çıktısını almış, o kalabalığın içinden hemen sıyrılmıştım. Bu kadardı işte. İçeride o kadar beklemeye gerek yoktu. Ne bugün ne de başka bir gün o kadar beklememiştim. Ama insanlar öyle miydi? Değildi.

Kısa sürede işimi halletmiş olsam da çıkana kadar içerideki kalabalık dükkanın oksijenini tüketmişti. Dışarıya çıktığımda bıraktığımdan daha fazla sıra vardı ama ben rahat bir nefes almıştım. Kırtasiye Survivor’un da herkese başarılar dileklerimi aralarından geçerek içimden dileyerek kırtasiyenin olduğu alandan kurtuldum.

Kampüsün arka tarafındaydım. Kalabalık kırtasiye alanında yoğunlaştığından ilerlediğim yolda insan pek yoktu. İki tarafı ağaçlı yoldan ilerlerken elimdeki kağıda bakıyordum.

“Ne kadar boş,” diye mırıldandım.

İş tecrübem olmadığından boş olması doğaldı. Yalnızca okuduğum ve okumakta olduğum okul kısmı doluydu. Yapacak bir şey yoktu. Zaten ilanda tecrübesiz seçeneği de vardı. O kişi de ben oluyordum. Başkasını aramalarına gerek yoktu.

Gözlerim kağıttayken telefonum çalmaya başladı. Telefonumu kabanımın cebinden çıkarıp arayana baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Gizli değildi. Sadece bende kayıtsızdı. Gizli olsaydı açmazdım.

Aramayı cevapladım. “Efendim?” Bir yandan da yürümeye devam ediyordum.

“Ne haber Betül?”

Sesi anında tanıdım. Kaşlarım çatıldı. “Can?”

“Benim,” dedi o da. “Güzel, beni hemen tanıdın.”

“Ne istiyorsun?” diye sordum direkt. “Seninle konuşmak istemediğimi belirtmiştim.”

“Belirttin ve beni engelledin. Niye her yerden engeli bastın?”

“Engelledim. Çünkü seninle konuşmak istemiyorum.”

“Ama ben konuşmak istiyorum, Betül. Ne yapacağız şimdi?”

“Umurumda değil. Seninle konuşmak istemiyorum. Bu numaranı da engelleyeceğim. Güle güle Can.”

Tam telefonu kulağımdan çekeceğim sırada Can’ın kelimelerini duydum. “Engelle,” dedi. “Sana ulaşamayacağımı mı sanıyorsun? İstersen numaranı bile değiştir. Ben sana yine ulaşırım, Betül.”2

Sakin ve tane tane konuşuyordu ama bu sakinliği kelimelerinin tersiydi. Tehdit kokulu kelimeleri de öfkelenmeme yol açıyordu.

“Neden anlamıyorsun?” diye sordum sertçe. “Seninle konuşmayacağım.”

“Benimle işin bitti mi yani?”

“Ne diyorsun sen ya?”

“Yaptığın bu,” dedi kelimenin üstüne basarak. “Benimle konuştun. Aramızda bir elektrik oluşmasına izin verdin ve sonra benden sıkıldın. Çöp gibi attın.”

Saçmalıyordu. Kesinlikle saçmalıyordu. Neyden bahsediyordu? Öyle bir şey olmamıştı. Uzun süre bile konuşmamıştık. En çok mesajlaşmıştık. O kadar. Ondan da zaten benim sınırım vardı.

“Saçmalıyorsun. Aramızda hiçbir şey olmadı. Yalnızca konuştuk. Bundan bir şeyler çıkardıysan bu benim suçum değil.”

“Hayır,” dedi hızla. “Senin suçun.” Kısa bir duraklama yaşadı ama bana cevap verme fırsatı vermeden gerisi geldi. “Seni mutlu edebilirdim, Betül. Ama sen bunu seçmedin. Beni engellemeyi seçtin.”

“Şimdi de seninle konuşmamayı seçiyorum. Tamam mı?”

“Beni engelledin,” dedi yine.

“Seninle daha fazla konuşmayacağım.”

“Beni engelledin, Betül.”

“Beni bir daha arama.”

“Engelledin beni,” dedi bir kez daha. 2

Aynı kelimeleri tekrar tekrar söylemesi hiç normal değildi. Cevap vermedim. Telefonu yüzüne kapattım. Adımlarımı yavaşlatıp durdum. Aradığı numarayı engelleyemeden yine aynı numaradan arama yaptı. Reddettim. Arkasından engelledim. Artık aradığı numara kiminse oradan da ulaşamayacaktı.

Neydi şimdi bu?

Söylediklerimi anlamaması sinirlerimi bozmuştu. Konuşmak istemiyorum, demenin nesini anlamıyordu? Ayrıca resmen kendisini kullandığımı ima etmişti. Sohbeti hoşuma gittiği için onunla konuşmuş, hiçbir zaman ileriye gitmemiştim. Sanki bir ilişkiye başlamışız gibi kelimeler kullanması doğru değildi.

Saçmalıktı. Büyük saçmalıktı.

Elimdeki kağıda gözlerim gitti. Başımı hafifçe salladım. Kendime gelmeliydim. Çantamdan defterimi çıkarıp kağıdı arasına koydum. Bu saçmalığı daha fazla düşünemeyecektim. Daha önemli işlerim vardı.

***

Bir saati biraz geçe, birkaç gün önce geldiğim restorana gelmiştim. Saat öğleni geçmişti. Danışma kısmında önceden geldiğim zaman duran ufak yüzlü kız vardı. Restoran denize yakın mevkide olduğundan restoranın caddesindeki rüzgar daha soğuktu. Dışarıda fazla beklemeden restoranın sıcaklığına geçince arkada bırakılan havayı net hissediliyordu.

Restorana gelmiştim ama tam olarak nasıl bir yol izleyeceğimi planlamamıştım. Ne kadar zor olabilirdi ki? Herkesin yaptığı gibi iş için gelmiştim. Herkes nasıl iş başvurusu yapıyorsa öyle yapacaktım. Hallederdim.

Danışma kısmına ilerledim. Kız beni gördü.

“Merhaba,” dedim hafifçe gülümseyerek. “Ben iş başvurusu için gelmiştim.”

Kızın beni tanıyıp tanımadığını anlayamadım. Eğer tanıdıysa, bu restorandan kasklı ile çıktığımı da hatırlaması olasıydı.

“Görüşmeye mi gelmiştiniz?” diye sordu. Ya beni tanımamıştı ya da tanısa da ayrıntılar önemli değildi ama belli ki eleman alımından kızında haberi vardı.

“Evet,” dedim. “Görüşmeye gelmiştim.”

Kızın görüşme olarak tabir ettiği büyük ihtimalle başvurulara geri dönüş olduğunda çağrılan adaylar içindi. Ufak ayrıntıyı kıza çaktırmadım. Benim yararıma olacak bir ayrıntıyı belli edecek değildim.

“Adınız neydi?” diye sorunca düşündüğüm durumun elimde patlayacağını hissettim.

“Betül,” dedim.

“Bir dakika,” dedi kız. Adının önceden yaka kartında Berrak diye okumuştum. Danışma alanındaki telefonu aldı. Tuşa bastı. Kulağına götürdü. “Yıldıray Bey, iş görüşmesi için Betül Hanım geldi. Müsait misiniz? Yollayım mı?”

Yıldıray Bey kimdi, bilmiyordum ama görünüşe göre işe alımlarda o ilgileniyordu. Kasklının restoranda olup olmadığını merak ettim. Burada olmasını yeğlerdim. Belki de onu görmeden işimi bile halletmiş olurdum. Sonuçta tek restoran burası değildi. Başka yerde de olabilirdi ama burada olması demek, işimin kolaylaşması demekti.

Kız bana baktı. “Soyadınız neydi, söyler misiniz?”

“Işık,” dedim mecburen. “Betül Işık.”

Kız başıyla beni onayladı. “Betül Işık, efendim.” Kız durakladı. Telefondan hattın gelen konuşmayı dinledi. Bana baktı. “Evet, Yıldıray Bey. Betül Işık’mış,” diye tekrarladı. Yine bekledi. “Tamam, efendim,” dedi sonra da. İçimden bir ses sorun olduğunu söylüyordu. Galiba ufak ayrıntı hemen ortaya çıkacaktı. “Peki, yolluyorum yanınıza.”1

Ya da ortaya çıkmayacaktı.

Kız telefonu kapatıp bana baktı. “Sizi bekliyor,” dedi kız. Yana doğru çıkıp restoranın içini işaret etti. “Koridorun sonunda sağa dönün. Merdivenlerden aşağıya ineceksiniz. Soldaki en son oda.”

“Teşekkürler,” dedim kıza.

Herhangi bir sorun olmadan kızın yanından ayrılırken restoranın içine ilerledim. Neredeyse bir sorun çıkacağını sanmıştım. Tamam, gerçek bir görüşmeye gelmemiştim ama başvuru yapmıştım. Yalnızca ikinci adımı hızlandırmıştım. Yıldıray Bey belli ki sisteme düşen özgeçmişleri kontrol etmişti. Sonra da reddetmeden görüşmeye çağırmıştı.

Restoranda müşteriler vardı. Çok kalabalık değildi ama tenha da değildi. İnsanları incelemeden kızın dediği gibi koridorun sonuna ilerleyip sağa döndüm. Dediği gibi merdivenler vardı. Aşağıya inip belli bir alana geldim. Sol tarafta geriye doğru giden bir koridor daha vardı. Kapıların bazıları kapalıydı. Son kapıya ilerledim. Kapıda unvan falan yazmadığından kızın tarifine uydum. Odanın kapısını çalmadan saçımdaki şapkayı çıkarıp, saçlarımı düzelttim. Kendime çeki düzen verdim. Şapkayı çantamın içine attım.

Burnumu çektim. Nefes alıp verdim. Bedenimi dikleştirdim. Beyaz kapıyı tıklayıp, kulpunu çevirdim ama kapıyı açtığımda içeride kimseyi bulamadım. Adımlarımı ileriye attım. Oda hafif uzun, genişlemesineydi. Kapının tam karşısında gri mermer yüzeyli bir masa vardı. Arka duvarda, kocaman beyaz yuvarlak bir saat duruyordu. Masanın üstünde normal eşyalar vardı. Dizüstü bilgisayar, ajanda, dosya, telsiz telefon gibi eşyalardı. Ama oda boştu. Kimse yoktu. Daha fazla içeriye girmedim.

Masanın üstünde isimlikte yoktu.

“Acaba yanlış odaya mı geldim?” diye mırıldandım kendi kendime ama cevap arkamdan geldi.

“Yanlış gelmedin, Sarışın.” 2

Refleksle arkama baktım. Karşımda kasklının mavi gözlerini gördüm. Tam arkamdaydı. Boyu benden uzun olduğundan hem kapının önünü kaplıyordu hem de direklik görevini yerine getiriyordu.

Geriye adımladım. Tamamen kendisine döndüm. Karşısına geçtim. “Yıldıray Bey, nerede?”

“Onun odası ilk oda.”

Kızın ilk oda demediğinden adım kadar emindim. “O zaman yanlış geldim,” dedim yine de. “Önümden çekil de geçeyim.” Yine yattaki gibi önümdeydi. Önümden çekilmediğinde neler olduğunu daha yeni yaşamıştım. Bu sefer etrafta deniz yoktu ama ne olur olmazdı.

“Yanlış gelmedin,” dedi önümden çekilmek yerine. Öne doğru adımlayınca geriye çıktım. Odanın içine girip kapıyı arkasından kapattı. “Sen benimle görüşeceksin.” Olan durumu yavaşça fark ediyordum. Yanımdan geçip masaya ilerlerken onu izledim. “Demek,” dedi koltuğuna otururken. “İş görüşmesine geldin.”

Üstünde mavi triko kazağın üstünde siyah bir ceket, siyah kot pantolon vardı. Kıyafetlerinde bir tane bile kırışık yoktu. Belli ki ütülenmişti. Onu gördüğüm her kıyafeti hep böyleydi. Kırışıksız, dümdüz, keskindi.

“Yıldıray Bey ile görüşeceğim söylendi bana,” dedim gözlerinin içine bakarak.

“Normalde Yıldıray abi görüşmeleri yapar,” dedi o da, itiraf ederek.

“Yani görüşmemi baltaladın. Öyle mi?”

“Olan bir görüşmeye bir şey yapmadım, Sarışın. Görüşmeye çağrılmamışsın.” Bilmediğim bir şeyi söyleseydi daha iyiydi. “Ama madem başvuru yapmışsın ve buraya kadar da gelmişsin, benimle görüşeceksin.”

Buraya gelmeden ya da iş ilanına başvurmadan önce kasklının bundan haberinin olacağını biliyordum. Bilmediğim bir şey değildi. Sakladığım bir şey de değildi. Bugün beni burada görmemiş olsa ve ben işi almış olsam dahi zaten görecekti. Hatta en başta kasklı ile görüşme yapma düşüncem vardı ama danışmadaki kız başka bir isim söyleyince düşüncem biraz kaymıştı. Tırstığım da gerçekti. Neticede yabancı bir adamı ikna etmek, tanıdık bir adamı ikna etmeye benzemezdi.

Ama artık ilk düşüncemin içindeydim. Yalnızca bunu bu adama belli etme gibi bir niyetim yoktu.

Kasklı karşımdaydı ve sanki arkasından iş çeviriyormuşum da kendisi yakalamış gibi bir konumdaydı.

Öyle sanmaya devam edebilirdi.

“Yetki, Yıldıray Bey’de ise onunla görüşmek istiyorum,” dedim ciddiyetimi bozmadan. “Seninle neden görüşecekmişim?”

“Tüm yetkiler bende.” Eliyle masanın önünde bulunan görünüşte rahat gözüken tekli koltuğu işaret etti. “Otur da, başlayalım.”

O an fark ettiğim oldu. Kolundaki saat değişmişti. Taktığı içi mavi renkte olan bir saatti. Adam da lüks saat çok olmalıydı. Biri ıslanınca diğerine geçmişti.

“Bana torpil geçilmesini istemiyorum,” dedim kendisine bakarken. Aslında istiyordum. 3

“Öyle bir şey yapacağımı söylemedim. Ben profesyonel çalışırım.”

“Söylediğine güveneyim mi?”

“Güven.”

Yalandan düşünür gibi durakladım. “İyi,” dedim sonra da koltuğa doğru hareket ederken. “Öyle diyorsan.” Ben otururken beni izlediğini hissettim. Çantamı dizlerimin üstüne koydum. Omuzlarımı dikleştirip ona doğru döndüm. “Evet, nasıl başlıyoruz?”

Ellerini masanın üstünde kenetledi. “Çağrılmadan neden geldiğinden başlayabiliriz.”

Bunu beklemiyordum.

“Bu iş görüşmesinde sorulmayacak bir soru,” dedim direkt.

“Daha başlamadık,” dedi o da.

“O zaman başlayalım.”

“Sen soruma cevap verince başlarız.”

Durup ona baktım. “Gerçekten mi?”

“Gerçekten.”

Pes ettim. “Beklemeyi sevmem,” dedim gerçeği söyleyerek.

“Beklemeyi kimse sevmez.”

“Ben hiç ama hiç sevmem,” dedim çantama dönerek. Büyük çantamın fermuarını açtım. Defterimin içinden çıkarttığım kağıdı aldım. “Bu yüzden birde doğrudan buraya gelip başvurmak istedim.” Masanın üstüne katlanmış kağıdı bıraktım. “Oldu mu şimdi?”

Bıraktığım kağıda bakmadı.

“Şunu düzeltelim mi?” diye sordu yavaşça. “Başvuru yapmaya geldiğini söylememişsin, görüşmeye geldiğini söylemişsin. Torpil istemediğini de söylüyorsun. İstersen buradaki tezatlığı anlamamda bana yardımcı ol.”

Ayrıntılar.

Bunları yakalıyordu.

“Hayır, yukarıdaki çalışanına iş başvurusu yapmaya geldiğimi söyledim. Kendisi görüşme olarak algıladıysa ben ne yapabilirim?” Aynı da böyle olmuştu. “Artık başlayalım, çünkü buradan çıktıktan sonra daha başka yerlere de gideceğim. Oralara da özgeçmişimi bırakacağım.” Öyle bir şey yapmayacaktım. 1

Bir an duraklayıp masadaki kağıda uzandı. “Kendinden bahsederek başlayabilirsin,” dedi kağıdı açarken.

“Bildiklerini de söyleyeyim mi?” diye sordum söylediğine çomak sokarak. 1

Bana baktı. “Adından başka bir şey bilmiyorum.”

“Ondan da şüpheliyim,” dedim bana taktığı lakaba hitaben. “Ben yine de hatırlatma yapayım. Ben Betül Işık. Yirmi iki yaşındayım.” Normalde bu yaşta üniversite dördüncü sınıf olmam gerekiyordu ama ben ilkokula geç yazılmıştım. “Üniversite üçüncü sınıf, sosyal hizmet öğrencisiyim. Zaten bunlar ve daha fazlası elindeki kağıtta yazıyor.” Mesela nereli olduğumda elindeki kağıdın üstündeydi.

İğneli laflarıma bir şey demedi. “Tecrübe?”

“Yok.” Memleketteki köyde fındık toplama tecrübeden sayılırsa aslında vardı. Fakat özgeçmişime yazamazdım. “Olsaydı yazardım.”

“Bu işi neden istiyorsun peki?”

“Borcum var,” dedim çekinmeden. “Bir işim olmazsa borcumu ödeyemem.”1

Hiçbir tepki vermedi. Yüzünde mimik oynamadı. “Garsonluğu becerebileceğinden emin misin?”

“Kesinlikle eminim.”

“Neden seninle çalışmalıyız?”

“Benim gibisini bulamazsınız çünkü.” Bence yeterli bir cevaptı.

Yine tepki vermedi. “Anladığım kadarıyla part-time çalışmak istiyorsun,” dedi soru sorar gibi.

“Evet,” dedim. “Söylediğim gibi öğrenciyim. Çoğunlukla sabahları derslerim oluyor. Yalnızca iki gün öğleden sonra dersim var.”

“Anlaşırsak onun ayarlaması yapılır. Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Sorular bu kadar mı?”

“Bu kadar,” derken arkasına doğru yaslandı. Odanın içinde o sıra telefonum çalmaya başladı. “Pardon,” dedim hemen. Kabanımın cebindeki telefonuma uzandım. Aramayı reddettim ama ekrandaki aynı bu sabah olduğu gibi kayıtlı bir numara olmadığını gördüm. Can’ın olduğundan şüphelendim. Tabi başkası da olabilirdi ama tam emin olamıyordum. Yeniden telefonumu cebime koyup, kasklıya baktım. “Sonuç ne zaman belli olur?” diye sordum. “Yoksa klasik olarak biz size döneriz mi diyeceksin? Malum…” Telefonum yine çalmaya başlayınca kelimem yarıda kaldı. Cebimden hızla telefonu çıkardım. Aynı numaraydı.

Arayan Can olabilir miydi?

“Israrlı aramalar genellikle önemlidir,” dedi kasklı.

“Bu önemli değil,” dedim ve bir kez daha aramayı reddettim. Telefonun ekranını ters çevirdim. “Ne diyordum?” diye devam ettim söylediğime. “Ben sana dönerim mi diyeceksin? Malum bir ödemem var. Ödememim olduğu adam da net bir tarih istiyor.”

“Torpil geçmeyeceğimi söylemiştim,” dedi cevap olarak.

“Bende istemediğimi söylemiştim. Hem torpil isteseydim, eniştemden torpil isterdim ama ben buraya kimseye bir şey demeden geldim.”

“Öktem, buraya karışmaz. Kararlarımı destekler.”

Aralarındaki iş ilişkisini merak ettim.

“Bende karıştığı yere başvururdum.”

“Ana yerimizde eleman alımı yok.”

“Karısı en iyi arkadaşım. Benim için bir şeyler yapardı, eminim. Ne de olsa eniştem hanımcı bir adam ama dediğim gibi ben kimseye bir şey demedim. Hatta seni enişteme şikayette edebilirdim, etmedim. Torpil isteseydim bunların hepsini yapabilirdim ama ben ne yaptım? Hiçbir şey. Çünkü kendi başımın çaresine kendim bakabilirim.”

Telefonumun sesini duymaya başlamasaydım kasklıdan bir cevap bekleyecektim. Fakat telefonum yine çalmaya başlamıştı. Bakışlarımı kaçırıp hemen ekrana baktım. Lanet numaraydı. Açmayacaktım. Reddettim. Tam bakışlarımı kasklıya çevireceğim zaman ise telefonuma mesaj düştü. Aynı numaraydı. Bildirimi görür görmez kaşlarım çatıldı. Bildirimdeki bir fotoğraf ibaresiydi. Düşünmeden içine girdim.

Görüntüyü başta anlayamadım. Kısacık bir saniyeydi. Sonra anladım. Anlamam ile ayağa aniden kalktım. Ayağa kalkmamla çantam yere düştü.

Şaka mıydı bu?

Kasklının, “Bir sorun mu var?” diye sorduğunu işittim. 2

Fotoğraf karesindeki bendim. Kampüsün bahçesindeki bugünümün haliydi. Bahçede dikiliyordum. Telefonla konuşuyordum. Elimde kağıt vardı. Fakültenin kırtasiyesinden çıktığım zamandı. O an kiminle konuştuğumu da biliyordum. Can’dı. Onunla konuşuyordum ve ben onunla konuşurken fotoğrafımı çekmişti. Hem de öyle binadan çekilmiş gibi de gözükmüyordu. Ağaçlı yolun çaprazından çekilmiş gibi bir konumdaydı.

O an beni mi takip ediyordu?

Arkasından bir mesaj daha geldi. Bunun altında yazı vardı. Yine bugündendi. Kantinin kapısına ilerliyordum. Elimdeki çöpü atıyordum. Arkadan çekilmişti ama bendim.

Yazıyı okuduğumda ürpermemi engelleyemedim.

Bugün çok güzeldin. 1

J

İnanamıyordum. Pislik resmen beni fotoğraflamıştı ve benim ruhum bile duymamıştı.

Koluma dokunulunca irkildim. Nerede olduğumu unutmuştum. Haliyle bakışlarımı kaldırdığımda karşımda kasklıyı görünce şaşırdım. Koltuğundan ayağa kalkmış, yanıma gelmişti. Bu ne zaman olmuştu, haberim yoktu.

“İyi misin?” diye sordu yüzüne baktığımda. Bu adam neden bu kadar uzundu? Sonra öyle böyle saniyeler önce sorun olup olmadığını sorduğunu duyumsar gibi oldum. Halim dışarıdan nasıldı, emin değildim ama gözlerinde şüphe vardı.

“İyiyim,” dedim. Telefonumun ekranını hızla kapattım. “Sorun yok.”

“Emin misin?”

“Sorun yok dedim ya.” Bakışlarımı kaçırdığımda yerdeki çantamı gördüm. İçindeki eşyaların bazıları çantamın içinden çıkmıştı. Defterim, kalemlerim, selpak poşetim, suyumun olduğu pet şişem ve şapkam yerdeydi. Öğrenci akbilimi sonra görmüştüm. Rezillikti.

Telefonumu acelece cebime koydum. Dizlerimin üstüne çöküp eşyalarımı toplamaya başladım. Çantamın içine tıkarken aklım atılandaydı. Eşyalarımı toplarken mesaj geldiğine dair bildirimler geldi. Mesaj bildirimlerim titreşimdeydi ve hissetmiştim.

Bu manyak hala ne atmaya devam ediyordu?

Tam şapkama uzanacakken benden önce bir el uzandı. Kasklı şapkamı benden önce almıştı. Yavaşça ayağa kalktım. Yüzüne baktığımda şapkamı bana uzatıyordu. “Sağ ol,” dedim elinden alırken. “Eeee… Bana bir cevap verecek misin?”

Net bir şey demedi. “Burada bekle,” dedi ve anlamadığım bir şekilde odadan çıkıp gitti. Odanın kapısını açık bırakmıştı. O gider gitmez çantamı koltuğun üstüne bıraktım ve telefonuma baktım.

Nasıl fotoğrafımı çekebilirdi?

Resmen korktuğum başıma geliyordu. Aynı okuldaydık. Beni tanıyordu. Ben ise onun neye benzediğini bilmiyordum.

Atılan mesajlarda bu kez yazıydı. Görüntü değildi.

Kendini beğendin mi?

Beni engellesen de sana ulaşırım, Betül.

Bence artık beni anlamışsındır.

Sana ne kadar yaklaşacağımı asla bilemezsin. 1

J

Kahrolası. Birde iyi bir şey demiş gibi durmadan gülücük atıyordu ama haklıydı. Okuldaki herhangi biri olabilirdi ve ben bilemezdim. Tedirginliğimi net bir halde hissediyordum. Ayrıca tüm enerjim gitmiş gibi de hissediyordum.

Yutkundum.

Ne istiyorsun? Diye yazıp yolladım.

Cevap gelmeden kasklının kapıdan içeriye girdiğini gördüm. Bana yine bir şey uzattı. Yarım bir kağıttı. İlk aklıma vereceği ödeme planı geldi ama elime aldığımda olmadığını anladım.

Ona baktığımda, “İşi alındım mı?” diye sordum.

“Evrakları hazırlayıp getirirsin,” dedi. Kağıtta işe girmek için gerekli olan belgeler yazılıydı. “Getirdiğin zaman da mesai saatlerin ayarlanır.”

“İşe alındım yani? Torpil var mı?”

“Kendin söyledin,” dedi yüzüme bakarken. “Torpile başvurmak isteseydin kendin yapardın.”

Biraz öyleydi. Biraz haberi yoktu.

“Ama sende kararlarına kimse karışamaz dedin.”

Konuşur konuşmaz kendime kızdım. İşi almıştım işte. İstediğim olmuştu. Neden hala didiklemeye devam ediyordum?

“Şu an ki karar bana ait,” dedi göz temasını kesmeden. “İşe alındın.”

Alınmıştım. Kolay olmuştu. Sonunda bir isteğim aklımdaki gibi gerçekleşmişti. Çok şükür. Son on dakikadır olanların bir kısmı korkutucu bir kısmı da istediğim bir şeydi.

Elimdekileri bir elime toplayıp bu kez elimi ortamıza ben uzattım. “O halde hoş geldim,” dedim birazcık keyiflenirken. Kasklı hamlemle elime bakışlarını kaydırıp tekrardan yüzüme baktı. Elimi havada mı bırakacak mı acaba diye düşündüm. Yapardı. Ondan beklerdim.

Yapmadı. Şaşırmamam gerekiyordu. Ben şaşırmıştım.

Uzattığım elimi tuttu. Parmakları elimin başlı başına her yerini kavradı. Elimi kavrayan elinin güçlülüğünü hissettim. “Aramıza hoş geldin, Sarışın,” dedi ben hissettiklerine yoğunlaşmışken.

Ne diyeceğimi bilemedim ama en sondaki kelimeyi idrak ettim. “Sana söyledim. Benim bir adım var.”

“Alışkanlık,” diye tepki verdi, önceden söylediğini hatırlatma yaparcasına.

Parmaklarım karıncalanırken elimi yavaşça çektim. “Tabi öyledir. Alışkanlık.” Bakışlarımı kaçırdım. “Seni gıcık etmek için demiyorum demiyorsun da alışkanlıktandır, eminim.”

“Öyle bir gayem yok.”

“Hı hı.”

“Sen alışkanlığından kolayca vazgeçer misin?” Sorusuyla ona baktım. Vazgeçmezdim ama onun alışkanlık dediği şeyle benimkiler çok farklıydı. Sessiz kalışımı cevap olarak kabul etti. “Bence vazgeçecek birine benzemiyorsun.”

“Aynı şeyler değil,” dedim kendimi savunarak. “Alışkanlık dediğin uzun zamandır seninleyse alışkanlıktır ama sen alışkanlık diye savunduğun şey daha yeni.”

“Alışkanlıklarında başlangıçları vardır,” dedi geri adım atmayacağını belli ederek. Kendisi de hareket etti. Masasına doğru ilerlerdi.

Yönümü bende o tarafa çevirirken, “Kendin söyledin işte,” dedim. “Sen şu an başlangıçtasın. Bana sarışın demeyi bırakabilirsin.”

“Öyle demedim,” dedi bana bakmadan, koltuğuna otururken. “Başlangıcı vardır, dedim.”

“Yani?”

“Yani,” dedi gözlerini yüzüme getirdiğinde. “Ben başlangıcı geçtim.”

Ne kadar rahat ve kolayca söylüyordu. Hayretler içerisindeydim. İşinde ne kadar profesyonelse bana cevap yetiştirme konusunda da profesyoneldi ve bu benim başıma sık gelmezdi. Söylediğim her cümleyi kendi isteği doğrultusunda diskalifiye ediyordu.

Bu adamla uğraşılmazdı. Gerçekten!

Ama bende kolay pes eden biri değildim.

Ben uğraşırdım!

“Sana adımı öğreteceğim,” dedim geri adım atmayacağımı bilsin diye. “Er ya da geç öğreneceksin.”

Meydan okumasını gözlerinde gördüm. Hafifçe dudakları kıvrıldı. Onda da meydan okuma gizliydi. “Boşuna bir uğraşa girişirsin ama kolay gelsin.”

Son sözlerini söyledikten sonra bakışlarını üstümden çekti. Sanki ben orada yokmuşum gibi masanın üstündeki laptopun kapağına uzanarak açtı. Hareketi artık gitme vaktimin olduğunu belirtir cinstendi.

Bakışlarımı devirdim. Gitmem gerekiyorsa, bende giderdim. Ne de olsa artık buradaydım. Onu görecektim. Benimle uğraşmaya devam ederse bende onunla uğraşacaktım.

Koltuktan çantamı alıp elimdekileri içine koydum. Telefonum hariç. Onu kabanımın cebine koydum. Çantamı omzuma takıp kapıya doğru hareket edeceğim sıradaysa aklıma gelenle adımımı geri aldım. tekrardan kendisine baktım. “Bu arada gelmişken ödeme planımı da alayım. Senin yollayacağın yok hala elime ulaşmadı.”

Halbuki erkenden yollayacağını düşünmüştüm.

Sesimi duydu ama bakışlarını kaldırmadı. “İşe başladığında onu konuşuruz.”

İrdelemedim. Belki de hazırlamamış bile olabilirdi. Hiç sanmıyordum fakat olur muydu, olurdu.

Odadan çıkmadan önce “İyi,” dedim. “Bundan sonra artık ödemem ödemem diye tutturmazsın.” Ardından da tepki vermesini beklemeden odadan, koridora çıktım. Bu sorun böylece hallolmuştu. Sıra diğerindendi. O kolayca hallolacak gibi değildi ama bir çaresine bakacaktım. Önce kendime biraz daha gelmeliydim.

Merdivenlerden yukarıya çıkıp kimseye bakmadan dışarıya çıktım. Nasılsa çalışacağım restoranı sonra da incelerdim. Aklım başka sorundaydı. Otobüs durağına ilerlerken telefonuma bakma isteğimle baş ediyordum.

“Ne istiyorsun?” diye yazmıştım.

Cevap gelmişti.

Hissetmiştim ama daha bakmamıştım.

Durağa geldim. Benimle beraber iki kadın daha otobüs bekliyordu. Otobüsün ne zaman geleceğine dair sisteme telefonumu çıkarmadığımdan bakmamıştım. Bakmak yerine ilk çantamdan şapkamı çıkardım ve saçlarıma taktım.

Gelen bir otobüs gördüm. Benim bineceğim değildi. Diğer kadınların otobüse binişini izledim. On dakika geçti. Etrafa bakarak dakikaları geçirdim. Otobüs görünmedi. Bende pes ettim. Telefonu cebimden çıkardım. Ekranı açar açmaz mesajı görmeyim diye hemen otobüs sistemine girdim. Otobüsün yirmi dakikası olduğunu görünce sinir krizi geçirmemek için kendimi tuttum.

Sinir krizini okuyacağım cevaba saklıyordum. Geciktirmedim. Mesajın içine girip yazdığını okudum.

Seninle konuşmak istiyorum.

Eskisi gibi olalım. 1

Böyle yazıyordu. Konuşmak istiyordu, öyle mi? Telefon tacizlerinden ve gizli gizli fotoğrafımı çektiğini belirttikten sonra benimle konuşmak istiyordu. Hem de eskisi gibi.

Aklını kaçırmış olmalıydı. Yok, karşımda resmen aklını kaçıran biri vardı. Onunla konuşmayacaktım. Asla. Beni röntgenlemeyi tehdit olarak gösterse de olmazdı. Bir şekilde ondan kurtulacaktım.

Ekranda parmaklarımı oynattım.

Hayır, yazdım ve bu numarayı da engelledim. Telefonumu cebime geri koydum. Tam başımı kaldırdığımdaysa bir araba fark ettim. Gümüş rengindeki arabayı anında tanıdım. Kasklının arabasıydı. Dejavu yaşıyormuşum gibi hissettim. Daha geçen ben durakta beklerken önümden geçip gitmişti. Bakışlarımı kaçırdım. Çekip giderken bu kez arkasından bakmayacaktım.

Arkamdaki durağın bankına oturmak için hareket ettim ama oturamadan, “Sarışın,” diye bana seslendiğini işittim. Reflekse yola baktığımda onu gördüm. Araba durağın önünde durmuş, ön taraftaki cam aşağıya inmişti. Kasklı da sürücü tarafından bana bakıyordu.

“Betül,” dedim üstüne basarak. “Adım Betül ve ne var?”

Dediğime aldırış etmedi. “Gideceğin yere kadar bırakmamı ister misin?” diye sordu. Şaşırdım. Böyle bir şey beklemiyordum. Ben onu restorandaki odasında bırakmışken, kasklı şu an buradaydı. Arkamdan mı çıkmıştı?

“Neden senden bunu isteyecekmişim?”

Soruma soruyla karşılık verdi. “İstemiyor musun?”

“Teklif ettiysen evet, istiyorum,” dedim çekinmeden. Doğal bir şekilde arabasına ilerleyip kapıyı açtım. Kendimi arabanın içine attım. Kemerimi bağladım. Büyük ihtimalle bir önceki tepkimle şimdi tepkimin arasındaki bağlantıyı kuramamıştı. Ama bineceğim otobüs ortalıkta görünmezken, ortada böyle bir teklif varsa, istememek aptallık olurdu.

Kasklı, “Nereye?” diye sorduğunda araba hareket etmişti.

Ona baktım. “Alemlere akmaya,” dedim dalga geçerek. Bana baktı. Suratındaki söylediğimi adlandıramadığına dair ifadeyi görünce gülmek istedim. Ciddiye almıştı. Bakışlarını yola çevirdi. “Dalga geçiyorum,” dedim arkasından. “Eve gideceğim. Ama bence asıl sen nereye? Belli ki arkamdan sende çıkmışsın.” Eğer kendi evine gitmek için yola koyulduysa, yolu fazlasıyla uzamıştı. “Seni büyük olasılıkla yolundan ettim.”

“Önemli değil.”

“Zaten önemli olsaydı, teklif etmezdin.”

“Doğru, etmezdim.”

“Nereye gidecektin?” diye sordum bir kez daha. O yola bakıyordu, bende ona bakıyordum.

“Bilmene gerek yok,” dedi düz bir sesle.

Söylediğini duymazdan geldim. “Eğer evine gidiyorsan, yolun uzadı ya da her nereye gidiyorsan işte. Benim suçum yok. Kendin kaşındın.”

“Her düşünceni böyle direkt söyler misin sen?”

“Bu düşüncem değil,” dedim bakışlarımı ön cama çevirirken. “Gerçek.”

“Kaşınmam gerçek,” diye tekrarladı dediğimi. “Anladım.”

“Aynen öyle.” Ses gelmedi. Sessizlikten nefret ettiğimden konuşma olayı yine bana kalmıştı. “Sen niye beni bırakmak istedin?” diye sordum.

“Çünkü altımda arabam var.”

Neredeyse kahkaha atacaktım. Böyle bir cevap beklemiyordum. Beni afallatmıştı. “Bu acımasızca oldu,” dedim ona bakarken. “Ama haklısın. Araban ve başıma bela olan motosikletin var.”

Araba yavaşladı. Camından trafik ışığından durduğumuzu gördüm. Bana baktığında ona bakan yüzümle karşılaştı. Şaşırmaması ona baktığımı bilmesindendi. “Kim kimin başına bela olduğu konusu tartışılır,” dedi yüzüme.

“Bela olan ben miyim? Bunu mu demek istiyorsun?”

“Kendini bela olarak görüyor musun?”

“Hayır.”

“O zaman değilsindir, Sarışın.”

Yine sarışın.

“Adım Betül,” dedim. Cevap vermedi. Yola baktı. Işık yanmıştı. Araba yeniden harekete geçti.

Ona bakarken onun ve motosikleti için aynı şeyi düşünmüyordum. Kesinlikle başıma bela olmuşlardı. Hayatıma girdiği andan itibaren en olmadık şeyler başıma geliyordu.

“Adresim aklında mı? Adımı durmadan hatırlattığım gibi adresimi de hatırlatayım mı?”

“Gerektiği yerde söylersin.”

Oturduğum semti söyledim.

“Onu biliyorum,” dedi.

“Aynı adımı bildiğin gibi.” Kısa bir bakış attı. Gülecek gibi oldu. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı, biliyordum.

“Her fırsatı değerlendirmen takdir edilesi,” dedi yola bakarken.

Aynı söylediği gibi yapıyordum. Söylediği ne olursa olsun, kendi çıkarıma dair bir nokta buluyor, değerlendiriyordum.

“Öğrenene kadar böyle.” Önüme döndüm. “Sana adımı öğreteceğim.”

Bana bu lakabı takmıştı ama adımı daha öncelerde de kullanmıştı. Hatta yepyeni olan daha birkaç gün önceydi. Yattan denize düştüğüm zaman. Beni kurtarmak için onunda denize bodoslama atladığı zaman. En son bana ismimle o zaman seslenmişti. Şu ara ise hep sarışın diyordu. Neden yaptığını da biliyordum. Karşı koyduğum için yapıyordu. Uyuzluk olsun diye yapıyordu. Bundan adım kadar emindim. Yoksa alışkanlık demesi kocaman bir palavraydı.

“Boşuna çabalayacaksın, Sarışın,” dedi cevap olarak.

“Göreceğiz,” dedim bende. 3

Görecektik. Neticede birbirimizle daha sık karşılaşacaktık.

-DEVAM EDECEK-

İnstagram

cigdemin_hikayeleri

okuyan94 (twitter)

__okuyan94__ (tiktok)

Desteklerinizi bekliyorum.

Whatsaap kanalına gelmek isterseniz yazın bana.

NASİPSE YENİ BÖLÜMDE GÖRÜŞMEK ÜZERE.

 

 

Bölüm : 24.12.2024 21:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...