Merhabaaaaa.
Bölüme geçmeden emojilerimizi her zaman ki gibi alayım.
İnşallah severek okuduğunuz bir bölüm olur.
Bol oy ve yorum bekliyorum.
:)
İYİ OKUMALAR
13.Bölüm
Ertesi gün derse geç gitmeyi tercih ederek biraz daha uyukladım. Sabah uykusu gibisi yoktu. Belki bu bir saatin yarım saatini uykuma ekleyebilmiştim ama yarım saat, yarım saatti. Hiç yoktan önceki sabahlardan daha fazlaydı. Erken kalktığım zamanlar, en nefret ettiğim sabahlardı. Ama nefret etsem de bünyemde alışmaya başlıyordu. Öyle bir alışmıştı bazen hafta sonlarında bile uyanıyor oluyordum.
Bu durum kesinlikle nefretlik bir durumdu. Oysa ben böyle biri değildim.
Planımı gece yatmadan önce dizayn etmiştim. Sabah ekstra zamanlı güzel bir uyku çekecek, güzelce hazırlanacak, kalan derslere girilecek, sonra da elime verilen kağıttaki evrakları öğleden sonra halledecektim.
Kasklının nasıl elemana ihtiyacı varsa, benim de paraya ihtiyacım vardı. Hem kendisine ödeme yapmam için hem de gelecek ay yatırmam gereken okul param için. Bu yüzden ne kadar erkenden işe başlarsam, o kadar çabuk elime para geçecekti. Üşengeçlik yapamayacağım bir konuydu.
Planıma sadık kalarak uyanmamın ardından ilk önce sabah duşumu aldım. Kahvaltı tabağımı sağlıklı yiyeceklerle doldurdum. Hatta çay yerine kendime portakal suyu bile koydum.
Mutfak masasındayken bana dün verdiği kağıdın üstündeki evrakların neler olduğunu göz atmıştım. Hem karnımı doyurmuş, hem de evrakların nereden, nasıl alınacağı hakkın internette genel bilgi taraması yapmıştım. Kısacası iki işi birden götürmüştüm. Mutfağı toplamamın ardından da odama geçmiş, üstüme kıyafet seçmeye gitmiştim.
Bugün ne giyseydim acaba, diye düşünmüştüm.
Kesinlikle bu sorunun cevabı en zor kararlardan biriydi.
Parçaları birleştirmeyi severdim ama bazen hiçbir şeyim yokmuş gibi de hissederdim. Sanki her gün aynı kıyafeti giyiyormuşum gibi hissinden de nefret ederdim. Dolabımda ne kadar kıyafetim olursa olsun yeterli gelmiyordu. Bu yüzden en fazla harcamam kıyafetlerimeydi. Ama artık buna dur deme vaktim gelmişti. Neticede önümde kocaman bir sorun vardı.
Param yoktu.4
Tabi, tam param yok sayılmazdı ama daha doğrusu elimdeki parayı düzgün kullanmam gereken bir dönemdeydim. Yoksa ne borç ödeyebilir, ne de karnımı doyurabilirdim. Gereksiz para harcama dönemim maalesef ki bitmişti.
Bu dönemimin ismini bile bulmuştum.
Kısıtlanmaydı.1
Ben artık kısıtlanma dönemine giriş yapmıştım. Sadece –inşallah- kısa sürede çıkabilirim diye ümit ediyordum. Kimseye, en önemlisi anneme belli etmeden bu sorunlardan kurtulmak için dua ediyordum.1
Dolabımdan beyaz bir kazak, kazağın üstüne giyebileceğim gri süveter ve altıma da koyu gri kot pantolonumu çıkardım. Havanın nasıl olduğuna pencereyi açarak bakmıştım. Soğuk gelmişti. Tüm gün sokaklarda olacaksam üşümemeyi garanti etmem gerekiyordu. Hepsinin üstüne de dün giydiğim siyah kabanımı giyecektim.
Saçlarımı sabah kurutmuştum. Herhangi bir şekil vermeden doğal durmasına karar vermiştim. Hafif bir makyaj yapmış ve kendimin iyi göründüğüne karar verince de hazırlanmam sonlanmıştı.
Aynadan son kez halime baktım.
İyi görünüyordum. Ekleme. Ekstra olarak kararlı da görünüyordum.1
Kapıyı kilitleyip evden çıktığımda on dakika geç çıkmıştım. Yine de aceleci bir tavrım yoktu. İki dersin arasında zaman farkı vardı. Yetişirdim. Ama keşke acelece hareket etseydim. Çünkü merdivenlerden aşağıya inerken aşağıdaki dairenin kapısı açıldı ve kapıda Emre’nin annesi, yani Asuman teyzem göründü.
Hiç muhabbet edecek halimde değildim ama merdivenlerden geride çıkamazdım. Aşağıya inmeme üç basamak kalmıştı ve kendisi de beni görmüştü. Sabah sabah niye ayaktaydı ki?
“Betül,” dedi görür görmez. “Nerelerdesin sen? Hiç göremiyorum seni.”
Görememesinin sebebi oğluydu. Oğlunun bana kızmasıydı. Emre ile aram açılmadan önce haftanın tamamında olmasa da yanlarına aşağıya inerdim. Teyzemin ev yemekleri yer, biraz Emre ile takılırdım. Bu takılmalarımın çoğu playstation oynamalarımızdı. Sonra da daireme çıkardım. Emre ile aramı düzeltmezsem artık o günler arkamda kalacaktı.
Bugünlerde ne de çok sorunum vardı.
“Biraz öyle oldu teyzoş,” dedim kalan merdivenleri neşeli halimle bitirirken. “Okuldan eve gelince evde işlerim oluyor. Yoksa boş zamanım olsa sizde bitiyorum, biliyorsun.” Hayatımdaki hiçbir sorunu teyzemin bilmemesi gerekiyordu çünkü bildiği an annemin de bilmesi dakikalık olurdu. Zaten bu yüzden teyzeme yakın olma şartıyla İstanbul’da kalmama izin verilmişti. Annem, başıma her ne gelirse gelsin, hemen öğrenmek istiyordu. “Sen ne yapıyordun?” diye sordum, düşüncelerimi çalı süpürgesiyle temizlerken.
Görünüşe göre dışarıya çıkmıyordu. Böyle bir planı olsaydı, hazırlanmış olurdu ama o ev haliyleydi. Yeşil kazağının üstüne kazağından uzun yelek giymişti. Altında siyah eşofmanı vardı. Asuman teyzem de aynı annem ve ben gibi sarışın bir kadındı. Oğlu da ona çekmişti. Ama şu an saçlarını kaplayan tülbenti vardı ama eğer saçlarını görüyor olsaydım, sarı saçlarının aralarında beyazlıklarını da görüyor olacaktım.
“Ekmek almaktan geldim ama dışarıda ayakkabılar kalmış, onları alıyordum.” Gözlerim kapının önünde duran ayakkabılara gitti. Siyah klasik anne ayakkabılarındandı. “Mahallede ayakkabı hırsızlarının çoğaldığını duydum.”1
“Sende ayakkabılarını sakın dışarıda bırakma. Ne olur olmaz. Al içeriye.”
Benim ayakkabılar bazen sabaha kadar bile kapının önünde dururdu. Bilerek yaptığım bir şey değildi. Aklıma gelmiyordu ama artık gelmeliydi. Bu sefer de kendi ayakkabılarıma baktım. Siyah topuksuz botlarımı giymiştim. Daha yeni, üç ay önce almıştım ve güzel bir para bayılmıştım. Aklıma kesinlikle teyzemin dediğini not ettim. Birde kendime ayakkabı masrafı çıkaramazdım.
“Alırım tabi,” dedim hemen. “Hırsıza yem edecek ayakkabı yok bende de.”
Kapının önündeki ayakkabılarına uzanırken, “Aferin, her zaman böyle ol,” dedi. Arkasından da “Sen okula mı?” diye sordu.
“İyi seni tutmayayım fazla ama akşam yemeğe gel. Bu ara akşam yemeklerine gelmiyorsun,” dedi teyzem. “Gel bu akşam da, beraber yemek yiyelim.” Teyzemin yemeklerini bende özlemiştim ama işte bilmediği sorun vardı. Oğlu yüzüme bakmıyordu ve yemeğe gidersem aramızdaki sorun o yemek masasında ortaya çıkabilirdi. “Hem akşama sevdiğin var.”
“Karnıyarık mı?” Atılmamı engel olamamıştım.
Başını tabi dercesine salladı. “Sen karnıyarığa hayır diyemezsin.”
Diyemezdim. Annem karnıyarığı çok güzel yapardı ama aynı elinin tadı teyzemde de vardı. Her seferinde parmaklarımı yememe ramak kalıyordu. Hayalimde karnıyarığın görüntüsü belirdi. Patlıcanın yarılmış içinde bol bol içinde kıyması, yeşilbiberi, soğanı, domatesi, sarımsağının karışımının tadını alır gibi oldum. Akşam yanında kesin pilav da olurdu.
Evden çıkarken aç değildim ama hayalimdeki görüntü midemi acıktırmıştı.
“Belki gelirim,” dedim kaçamak bir dille.
Kapının önünden geçerken, “Gelemezsem de bana ayırırsın teyzoş, değil mi?” diye sordum. Aşağıda yediklerini bilerek yukarıda kalamazdım.
“Ya, deme öyle.” Ya da mecbur yediklerini bile bile dairemde kalacaktım. Diğer bir ihtimal Emre ile aramı düzeltmekti. Tabi bunu nasıl yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. “Kıyacak mısın yeğenine? Kıyamazsın sen bana.”
“Ben söyledim. Benden günah gitti.”
Dudaklarımı büktüm. “Öyle mi diyorsun?”
“Gel akşam sen,” diye tekrar etti dediğini.
“Hm. Akşam olsun bir o zaman. Gelmek şart oldu gibi sanki,” dedim, gidip gitmemek konusunda tereddüttüm olsa da. Aşağıya inen merdivenlere yöneldim. “Gönül isterdi, daha fazla sohbet ama şartlar izin vermiyor. Şimdi okula gitmem gerekiyor.”
“Git tabi,” dedi elini kış kış yaparak. “Durduğun kabahat.”
Gülerek merdivenlerden indiğimde teyzemin onlara gelmeme sebebimin bilmediğini ya da şüphelenmediğini teyit etmem iyi olmuştu. Bu demek oluyordu ki, Emre aramızdaki problemi annesine belli etmemişti. Belki de akşam o karnıyarığı yiyebilirdim.
Otobüs durağına ilerlerken çantamdan çıkardığım kulaklığımı takmış, yol boyunca dinleyeceğim radyo kanalını ayarlamıştım. Gökyüzünde yalancı bir güneşin olduğu günlerden biriydi. Havanın böyle olduğu günlerde yaz özlemim daha bir kabarıyordu. Çünkü yaz demek; özgürlük demekti. Üniversitenin tatile girmesi demekti. Gezi planları yapmak demekti. Yazı gerçekten özlemiştim ve gelmesini iple çekiyordum.
Otobüs durağında beklerken belki de bu yaz benim için öncekiler gibi olmayacağı ihtimali aklıma düşmüştü. Borcumu ödeyemez ve okulun parası için birikim yapamazsam, çalışmaya devam etmem gerekecekti. Diğer yandansa tatile girdiğim an annem beni memlekete çağıracaktı. O zaman işte yanmıştım.
Başımı düşüncelerimi silkelemek adına salladım. Daha yaza vardı ve aylar önceden düşünerek canımı sıkmayacaktım. Elbette bir yolunu bulurdum. Nasıl şu an sorunlarımın çözümünü düzene soktuysam, o gün geldiğinde bir çare ortaya çıkarırdım.
Otobüs geldi. Kendime otobüste yer bulurken bugün şanslı olduğumu düşündüm. Tam yerime yerleşmiştim ki kulağıma telefonumun çalma sesi başladı ve dinlediğim müziğin arasına daldı. Telefonumu cebimden çıkarıp ekrana baktım.
Ekranda tanımadığım bir numara yanıp sönüyordu ve arayanın kim olduğunu içten içe tahmin ediyordum. Can, olmalıydı. Hala laf anlamamakta ısrar ediyordu. Daha dün başka bir numarayı engellemiştim. Ondan önce de başka bir numarayı. Birden fazla aradığı numaralara set çekmiştim ama o her seferinde farklı numaralardan arıyordu. Bu kadar numarayı nasıl bulabilirdi? Satın mı alıyordu?1
Telefonum çalmaya devam ederken sakinliğimi korumaya çalıştım ve aramayı reddettim. Bu numarayı da engellemeye hazırlanırken telefonum yeniden çalmaya başladı.
Kendimi tokatlamak istedim. Bir otobüsün içinde olmasam yapardım da. Hangi akla hizmet sosyal medyadan biriyle konuşmaya başlamıştım ki? Bir de telefon numaramı da vermiştim. Bunları yaparken ne düşünüyordum acaba? Başıma musallat olacağı düşüncesi geçmediği aşikardı.
Derin bir nefes alıp verdiğimde kulaklığımı telefonumdan çıkardım. Kulaklığım telefonla konuşurken çalışmıyordu ama telefonu kulağıma götürürken hiçte sakin değildim. “Ne var?” diye açtım telefonu. “Ne istiyorsun?”
Can’ın sesi, sesimin aksine birini rahatsız etmiyormuş gibi doğal çıkıyordu. Sıradan bir sabah, sıradan bir sabahın günaydın konuşması gibi.
“Benimle dalga mı geçiyorsun sen?” diye çıkıştım. Otobüste olduğumdan sesimin desibelini alçak tutmaya çalışıyordum ama ne kadar başarılı olduğumu tartışırdı. Yanımda kırklı yaşlarında bir kadın oturuyordu. Şu anlık ilgisini çekmemiştim. Dikkati kendi telefonundaydı.
“Uzun zamandır günaydınım eksikti,” dedi hattın ucundan. “Bu kez mesaj yerine, sesimden duy diye düşündüm.”
Onunla konuştuğum zamanlarda attığı sabah mesajlarından bahsediyordu. Her sabah günaydın, mesajı atarak günün ilk mesajını ondan alıyordum. O zamanlar hoşuma da gidiyordu ama onun istemiyorum dememe rağmen ısrar edeceğini öğrenmeden önceydi.
“Beni neden rahat bırakmıyorsun?” diye sordum, sertçe.
Karşılığında, “Beni durmadan engelleyecek misin?” diye sordu o da. “Böyle yaparak sana ulaşmamı engelleyemezsin.”
Görünüşe göre engelleyemiyordum.
Kaşlarım çatıldı. “Fotoğrafımı çekmişsin!” diye tısladım başımı otobüs camına doğru çevirirken.
“Güzel olanın fotoğrafı çekilir,” dedi yaptığı normal bir hareketmiş gibi. “Bugün de güzel olacağını düşünüyorum. Geliyorsun değil mi okula?”
“Sana ne. Beni takip etmeyi bırak!”
Hattın ucundan kısa ama ensemdeki tüyleri diken diken edecek bir gülme sesi geldi. “Seni takip etmiyorum. Sen zaten benim gözümün önündesin.”
Ne?
Otobüste olamazdı. Olması imkansız gibi bir durumdu.
Duyduğumla panik duygum yükselişe geçerek ansızın izlendiğimi hisseder gibi olduğumda acelece gözlerim otobüsün içinde gezindi. Arka tarafa doğru bile baktığımda herkes kendi halindeydi. Kimsenin kulağında benden başka telefon yoktu. Yavaşça sakinlemeye başladığımda önüme dönerken yanımdaki kadının bakışlarını bana çevirmişti. Aniden hareket edişim, bu kez dikkatini çekmiş olmalıydı ve rahatsız olmuş gibi bakıyordu.
Bakışlarımı kaçırırken kulağımda sesini duydum. “Niye ses vermiyorsun?” diye sordu dalga geçercesine. “Kötü bir şey demedim.”
Burnumdan öfkeyle soludum. Saniyeler önce beni nasıl da paranoyak bir hale getirmişti. “Defol git,” dedim telefona. “Arama beni bir daha!”
Konuşmasına fırsat vermeden öncekiler gibi telefonu yüzüne kapatıp ve acele ederek bu numarayı da engelledim. Ama engellemek bir işe yaramıyordu. Engellediğim gibi başka bir numaradan aramaya devam ediyordu.
Başka bir çare bulmam gerekiyordu.
Otobüs yolculuğum boyunca sinirlerim yatışmadığı gibi güne berbat bir halde başlamamı sağladığı içinde yüzüm düşmüş bir şekilde fakültenin bahçesine girdiğimde ayaklarım geri gitmek istiyordu. Birinci dersi isteyerek gelmesem de ikinci dersin başlama saatine on beş dakika vardı.
Telefonumu çıkarıp Doğanay’ı aramayı düşündüm ama tahminim dersin başlayacağını sınıfta olacağı yönündeydi. Bu yüzden aramadan vazgeçip direkt dersin olacağı sınıfa yöneldim. İnsanların arasından geçtim. Dersin olacağı sınıf binanın en üst katındaydı. Merdivenleri kullanmak yerine asansöre ilerledim. Asansörün önü aynı benim gibi merdivenleri kullanmak istemeyenlerle doluydu. Her katta üç asansör vardı. Hepsinin önü aynı durumdaydı. Mecbur bekleyecektim. O kadar merdiveni çıkmayı düşünmüyordum. Hem zamanım da vardı. Yanımdaki kız da aynı benim gibi düşünüyor olmalı ki asansörün aşağıya inme ibresini izlerken sıkıntıyla ofluyordu. Benim de gözlerim aynı hizadaydı. Asansörün geldiğine dair ses duyulduğunda kapılar açıldı. Fazla inen olmadı ama binen için aynı durum geçerli değildi. İnenlerden sonra öne doğru hareket edildiğinde öne doğru adımladım. Tam asansöre adım attığımda tuhaf bir durum oldu. Öyle bir şey hissettim ki bir an anlayamadım. Kabanımın cebine dokunulmuş, dokunulduğu gibi yok olmuştu. Saniyelik bir şeydi ama anlamıştım. Anladığımda ise geç olmuştu. Reflekse asansörün içinde önüme doğru dönerken asansöre binen başka insanlardan dolayı geriye gitmek zorunda kaldım.
Elim cebime gitti. Olmayacağını bilerek başta hırsızlık olduğunu düşündüm ama telefonum o tarafımdaki cebimde değildi. O cebim boştu. Hiçbir şey yoktu. Yanlıştı. Artık cebim boş değildi. Parmaklarıma değen vardı. Kalın kağıttı. Parmaklarım kalın kağıdı kavrayıp çıkardığında bunun önceden aldığım kart gibi olduğunu gördüm. Yalnızca minik zarfı yoktu.
Kalbim anladığımla panikle atmaya başladığında yavaşça kapanmaya başlayan asansör kapısına baktım. Asansörden çıkmak istiyordum ama bu mümkün değildi.
Kapı kapandı. Gözlerim elimdeki kartta yazılanı okudu.
Sana dedim, gözümün önündesin.1
: )
Buradaydı. Can, buradaydı. Hatta tam dibime kadar girebilmeyi göze almış ve cebime bu lanet kartı bırakmıştı. O kadar yakınımdaydı ve ben başta hissetmemiştim bile.
Yazılanı tekrar okudum. Kelimeler önceki gibi el yazısı değildi. Daktilo ile yazılmıştı. Sana dedim, gözümün önündesin. Her ayrıntı ürpermeme neden oluyordu. Çünkü otobüsteyken telefonda bana bu kelimeleri kullanmıştı. Zihnimde kartı okuduğumda sesini duyar gibi oluyordum. Sana dedim, gözümün önündesin.
Asansörün yukarıya çıkma süresi uzadıkça uzadı. İçimdeki histe büyüdü de büyüdü. Sonunda asansörün kapıları açıldığında rahat bir nefes aldım. Çıkanlarla beraber kendimi koridora attığım gibi kattaki lavaboya seri adımlarla ilerledim. Kendimi lavabonun içine girdiğimde şansıma içeride kimse yoktu.
Elimde sıkı sıkıya tuttuğum karta üçüncü kez bakışlarımı değdirdiğimde gözlerimi kırpıştırdım. Kelimelerin yok olmasını istiyordum ama olmuyordu.
Yaptığı hareketle resmen bunu bilmemi istemişti. İstediğini elde etmişti. Yakınıma kadar gelebilirdi ve ben onun kim olduğunu bilemezdim.
Lavabodan çıkmadan önce aynadan kendime baktığımda yüzüm düşmüş, dehşet içinde kalmıştı. Bu halde insanların içine karışamayacağımdan toparlanmam gerekiyordu. Sınıfa gittiğimde Doğanay, bir sorun olduğunu anlayabilirdi.
Eğer kendisine olanları anlatsaydım, gerçeği söyleyebilirdim. Ama aktarmam gereken bilgi askıda duruyordu. Haliyle hiçbir şeyi söyleyemiyordum. Diğer taraftan kızın başında o kadar dert vardı ki, bir de benim bu durumuma üzülmesini istemiyordum. Bu zamana kadar hayatım ile ilgili saçma sapan şeyleri anlatıp durmuş olsam da bu farklıydı.
Kartı cebime koyup saçlarımı düzelttim. Aynadan kendime bakarak her şeyin normal olduğunu kendimi inandırarak birkaç prova yaptım. Can denilen o pislik, tedirgin olmamı istediği için bunları yapıyordu. Sırf onunla konuşmayı kestiğim için benimle uğraşıyordu. Ona istediğini vermeyecektim. Kazanamayacaktı. Ne tedirgin olacaktım, ne de korkacaktım.
Koridora çıkarken toparlanmıştım.
Dolmaya başlayan sınıfa girdiğimde Doğanay, orta sıraların cam kenarında oturuyordu. Çantasından çıkardığı defterini masaya koyuyordu. “Selam,” dedim sıraya doğru geçerken. Geldiğimi o zaman fark etmişti.
“Selam,” dedi bana dönerek. “Ne haber?”
Sorusuyla acaba yüzümden bir şey mi anlaşılıyor diye tereddüt ettim.
Üstümdeki kabanımı çıkarırken “İyi,” dedim. “Asıl sen nasılsın? Durumlar nasıl?”
“Aynı,” dedi burukça. “Bir değişiklik yok.”
Yani enişte beyin annesi hala oğluyla konuşmuyordu. Doğanay da dün olduğu gibi bugün de çiftlik evinde kalmaya devam ediyordu.
“Hmm,” dedim yerime otururken. “Sizi böyle ayırmaları çok saçma. Kocanla kalmak istiyorsan, çık o çiftlik evinden. Neden kalıyorsun ki?”
Saçmaydı. Tamam, neler olduğunu biliyordum ama arkadaşımın bu halde olmasını, üzülmesini de istemiyordum.
“Öyle ama…” dedi Doğanay. Duraklarken sesi kısıldı. “Aslında ayrı sayılmayız.”
Gözlerim kısıldı. “Bu ne demek?”1
“Öktem, geceleri yanıma geliyor,” dedi sesini kısık tutmaya devam ederek. “Benimle kalıyor ama kimse bilmiyor.”
“Hadi,” dedim şaşırarak. “Gizli gizli geliyor diyorsun?”
Başını aşağıya yukarı yavaşça salladı. “Sana söylemedim ama bizi anlaması için annesiyle de konuştum. Nehir Hanım daha geri adım atmadı. Başka ne yapacağımı bilmiyorum.”
“Ben diyorum sana, kocanın yanında olmak istiyorsan, diğer her şeyi boş ver.”
Ben olsam yapardım. Sevdiğim birini bulduysam, adama kene gibi yapışır, ayırmaya çalışanları da görmezden gelirdim.2
“Yapamam,” dedi sıkıntıyla. “Öktem, annesiyle barışmadan o evden gidemem.”
Neden yapmadığını da anlıyordum. Kaynanasının yaşadıklarını anlattıklarından ve bana Doğanay, enişte beyden bahsettiğinde internetten bir araştırma yapmamdan dolayı haberim vardı. Yakın arkadaşımın sözleneceğini aynı zamanda da bana söylemeden hayatına birinin girdiğini bilmediğimden merak etmiştim. Tabi o zamanlar gerçekleri bilmiyordum. O haber sitesinde de bir şeyler öğrenmiştim. Kaynanası Nehir Kandemir ve ailesi bir kaza geçirmişti ve kadın orada kocasını, küçük oğlunu kaybetmişti. Geriye de tek bir oğlu kalmıştı. O da enişte beydi. Yani Doğanay’ın neden böyle bir yol izlediğini azıcık anlıyordum ama arkadaşımın da mutlu olmasını istiyordum.
“Oğluyla zaten bir insan ne kadar küs kalabilir ki?” diye sordum içi rahatlasın diye. “Bence fazla kalamaz.”
“İnşallah kalmaz,” diye karşılık verdi ama moralsizdi. Yüzünden görebiliyordum.
“İşin heyecanlı tarafından bak,” dedim hemen.
“Kaçamakça buluşmalar heyecanlıdır,” dedim gülerek. “İlişkinizi diri tutar. Tabi sen bunu kocanla yaşıyorsun ama bunda da kesinlikle heyecan vardır.” Arkasından bir ayrıntıyı fark ettim. “Bir dakika…” dedim. “Şimdi anladım. Bu yüzden enişte beyi hep yanında görüyorum.” Bahsettiğim kocasının Doğanay’ı okula getirmesiydi ve çıkışta almasıydı. “Bende diyorum, enişte beyin sana yaklaşma izni yoksa nasıl bir araya geliyorlar diye.”
“Annesi bana okula gelmem için araba ayarladı ama Öktem beni beş dakika sonra o arabadan alıyor. Böyle onunla okula geliyorum.”1
Morali yerine yavaş yavaş geliyordu. Bu kez gülümseyerek, “Öktem, benim özel şoförüm,” dedi.1
Onunla beraber ben de gülümsedim. “İşte benim arkadaşım. Sonuna kadar kocandan yararlan, arkandayım.”
Hoca sınıfa girerken gülümsemesi büyüdü. Onunla beraber benimde moralim yerine gelmişti. Dakikalar önce yaşadığım durumun bünyemde bıraktığı iz geride kalmıştı.
***
Derslerimin bitiminden sonra Doğanay ile yollarımız ayrıldığı gibi bugünün sıralamasına koyduğum işlerimi yapmak üzere harekete geçmiştim. Benden istenilen evrakların tamamını ucu ucuna yetiştirmiştim. Mesai bitimine beş dakika kala banka şubesinden çıkmıştım ama günün sonunda benden istediği evrakları bitirmiş, şeffaf dosyasının içine tıkamıştım. Restorana giderken hepsi çantamın içinde uslu uslu duruyordu.
Otobüsten indiğimde hava kararmak üzereydi. Kış günlerini bu yüzden de sevmiyordum. Hava erkenden kararıyor, gün bitiyormuş gibi hissettiriyordu. Halbuki saat bazında günün bitmesi için daha zaman vardı.
Görüş açıma giren restorandan insanların çıktığını gördüğümde valedeki çalışan da restorandan çıkan bir çiftte araba anahtarlarını veriyordu. Kasklının restoranda olup olmadığını bilmiyordum. Bu bilgiyi içeriye girince öğrenecektim.
Restorana girdiğimde danışmanda daha önce gördüğüm kız vardı ve o an orta yaşlardaki bir kadın ve erkekle konuşuyordu. Anladığım kadarıyla rezervasyonlarını kontrol ediyordu. Kızın işini yapmasını bekledim. Müşterileri bir başka garsona masalarını göstermesi için emanet ettikten sonra yerine geldi ve bekleyen beni gördü.
“Merhaba,” dedim beklemeden. “Sedat Bey burada mı?”
Kasklıyı soruyordum çünkü hem benimle görüşmeyi o yapmıştı hem de evrakları kendisi istemişti. Ben de ona evrakları vermek istiyordum.
“Ne için…” diye devam edecekken durakladı. Yüzüme dikkatle baktı. “Sen daha önce iş görüşmesine gelmiştin değil mi?”
İkinci sefer konuştuğumuzda beni tanıdığına dair bir ipucu vermemişse de şimdi beni tanımıştı.
“Nasıl geçti?” diye sorduğunda samimi tavrına şaşırdım. Önceden sizli, bizli konuşurken birden samimi boyuta dönüşmüştü. O an bir de görüşmeye geldiğim zaman beni yönlendirdiği odanın kasklının odası olduğunu hatırladım. Telefon konuşmasında nasıl bir emir aldıysa, Yıldıray Bey’in odası olarak gittiğim yer kasklının odası çıkmıştı.
“Alındım,” dedim sorusuna. Arkasından, “Sedat Bey burada mıydı?” diye sordum. Kasklının burada olup olmadığını hala söylememişti. Bilerek mi yapıyordu, anlayamamıştım ama ben hafiften sinir olmaya başlıyordum.
“Tebrik ederim,” dedi kız. “Aramıza hoş geldin.”
“Teşekkür ederim,” dedim yine soruma cevap vermediği için tekrardan hatırlatma yapacaktım ki konuştu.
“Sedat Bey’i sormuştun değil mi?” dedi. Sonunda soruma sıra gelmişti. Yüzümden mimik vermeden ağırca aşağı yukarı başımı salladım. “Bugün buraya hiç gelmedi. Ne için soruyordun?”
Sondaki sorusunu görmezden geldim. “Gelecek mi peki?”
“Bu arada ben Berrak,” dedi kendisini tanıtarak. “Diğerleriyle başlayınca tanışırsın zaten.”
Samimi bir kıza benziyordu. Benim yaşlarımda diye tahmin etmiştim ama yaşını göstermeyen insanlardan da olabilirdi. Böyle konuşmaya devam ederse bunu da yakında öğrenirdim.
“Betül,” derken, Berrak’ın bakışları arkamdan bir yere odaklandı. İlk aklıma müşteri gelmesi olmuştu. Danışma alanından çekilmem gerektiğini düşünürken de Berrak konuştu.
“Şanslısın, Sedat Bey geldi,” dedi.1
Söyleminin refleksiyle omzumdan arkama doğru baktığımda gözlerim kasklıya çarptı. Demek bugün de motosikletini kullanıyordu. Dün akşam gördüğüm gibi motorcu ceketi üstündeydi. Saçları kasktan çıktığından dağınıktı ve elinde tuttuğu kaskıyla bulunduğum tarafa geliyordu. O da beni gördü ama gördüğüne şaşırmadı.
Ama ben onu görünce dün yaşadığım anlar aklıma gelmişti. Gelmekle de kalmamıştı. Hissettiğim zıplama kendisini hatırlatmıştı.
Sakin ol, Betül, dedim kendime. Eskileri hatırlayarak kanına adrenalin yükleme.
“İyi akşamlar, Sedat Bey,” dedi arkamdan Berrak, kasklı yanımıza yaklaştığı sırada. Kasklının bakışları çalışanını buldu. “Betül Hanım da sizi bekliyordu,” dedi arkasından da.
Kasklının gözleri bana geri geldi. “Evraklarını mı getirmiştin?” diye sordu. Ne için geldiğimi direkt bilmişti.
Geleceğimi tahmin etmiş miydi acaba?
“Güzel. Benimle gel,” diyerek onu takip etmemi başıyla işaret etti ve yanımdan geçerek restoranın içine yöneldi. Dediğini yapmadan önce kısa bir anlığına Berrak’a gözüm gitti. “Kolay gelsin,” dedim kendisine. Tepki vermesine fırsat vermeden kasklının gittiği yöne yöneldim.
Restoranın içi müşterilerle doluydu. Anlaşılan akşam saatlerinde yoğun oluyordu. Garsonlar masalara hizmet ediyordu. Biri müşterilerden yemek siparişini alırken, bir başkası aldığı siparişleri masaya götürüyordu. Diğeri de köşede hazır bir şekilde beklerken, masaları bakışlarıyla kontrol ediyordu. Ben de hem etrafa bakıyor hem de kasklıyı da görüş açımdan çıkarmıyordum. Gittiği yöne bakarsam, aşağıdaki odasına gidiyordu.
Koridorun sonundaki merdivenlerden aşağıya indiğinde arkasından ilerledim. Odasının olduğu kapıya varana kadar bir kelime dahi etmemişti. Zaten yukarıda konuşsaydı restoranın içi insan gürültüsüyle dolu olduğundan onu duymam için daha da yakınında olmam gerekirdi.
Kapının önünde durup elini cebine atarken, “Oldukça hızlısın,” dedi gözlerini bulunduğum tarafa çevirerek. Yan tarafındaydım ama bana bakmasını beklememiştim. Yanında dikilirken başka şeyler düşünüyordum. Mesela bu adamın yanında kısa durmaktan hiç hoşlanmadığımı, aynı zamanda da keşke, topuklu çizmelerimi giyseydim gibi düşüncelerim vardı ama en azından bu sefer boş bulunarak herhangi bir tepki vermemiştim. Çünkü neyden bahsettiğini anlamıştım.
“Öyleyimdir,” dedim yüzüne bakarken. “Hem sen de böylelikle faturanı ödemem konusunda ne kadar ciddi olduğumu anlamışsındır.” Ayrıca kendisi de dün bana evraklarımı kısa sürede yaptırmamı söylemişti. Bu ayrıntı benim açımdan önemli değildi. Zaten öyle bir durumun içindeydim ki demese de hızlı olmak zorundaydım.
“Onu anladım, Sarışın. Söylediğine sadıksın.”1
“Sonunda,” dedim ama dün olanların düşüncesine katkı yapıp yapmadığını merak ettim. Soruyu anında kovaladım. Elbette katkısı vardı. Sonuçta adam dün, dediklerime güvenmek adına beni denemişti.
“Tutsana şunu,” deyip kaskını bana uzattığında afalladım. Daha çok hareketinden ziyade sanki arkadaşımız gibi tavrı afallatmıştı. Ama fire vermeden kaskı elinden aldım. Kaskı elime alır almaz, yine dün olanlar gözlerime geldi.
Bakışlarını üstümden çekip, kapıya doğru döndü. Elindeki anahtarı deliğe sokarken kapının kulpunu kendisine doğru hafifçe çekerken ben, elimdeki kaska baktım. Dün olanlar gözlerimin önüne durmadan geliyordu ama tek bir noktada takılı kalıyordu. O da elimdeki kaskın onun tarafından takılma anıydı.
Anıların tetiklenmemesi gerekiyordu.
Kasklı önden odaya girdiğinde odaya girdiği gibi ışıkları açtı. Onun arkasından odaya girerken elimde hala kaskını tutuyordum. Saniye geçmeden, bana doğru dönerek kaskı elimden aldı ve masasının olduğu tarafa doğru ilerledi.
“Evraklarının tam olduğundan emin misin?” diye sordu, kaskını masasının üstüne koyarken. Masanın diğer tarafında ayakta dikiliyordu.
“Elbette eminim.” Omzumdaki çantamdan evrakları koyduğum dosyayı aldım. Masaya yaklaştım. “Bana verdiğin kağıtta ne yazıyorsa, hepsi burada.”
Uzattığım dosyayı alarak masaya koydu. Üstündeki motorcu ceketinin fermuarını açarken bu kez de, “İşe ne zaman başlayabilirsin?” diye sordu. Gözlerini yüzüme çıkarmıştı.
Ben de bu soruyu kendime sordum; Ne zaman başlayabilirim?
“Fark etmez,” dedim. Doğrusu buydu. Saatlerimi ayarladıktan sonra yarın da olurdu, diğer günde.
“Fark etmez ise bu akşam başlayabilirsin.”2
“Ne? Bu akşam mı?” İşte şimdi boş bulunmuştum ve şaşkınlığımı gizleyememiştim. Ne yapabilirdim? İşe başlama konusunda aniden, damdan düşer gibi bugünü söyleyeceğini hiç düşünmemiştim.
Kasklı tepkime karşı, “Fark etmez demedin mi?” diye sordu, gözlerini üstümden çekmemişti.
Bakışlarını çekti. “O halde başlıyorsun.” Ben anın şokuyla birlemişken o, üstündeki ceketi çıkarıp, arkasındaki köşede bulunan askılığa astı. Üstünde grimsi rengindeki kazakla kaldı.
Ciddiydi. Gerçekten de ciddiydi. Adam bu akşam işe başlamamı istiyordu ama ben hazır olup olmadığımı bile bilmiyordum.
“Bir dakika,” dedim arkası bana dönükken. Bana doğru döndü. “Daha biz, ne çalışma saatlerimi ne de alacağım maaşı konuştuk. Ben bunların hiçbirini bilmiyorum.”
“O kolay. Bana okul saatlerini yazarsın, ona göre haftalık çalışma saatini belirleriz.”1
Bunu bende tahmin etmiştim. Okul saatlerim neyse, çalışmalarım saatlerimin çakışmaması gerekiyordu. Bu dönem, diğer dönemden farklı bir ders programım vardı.
“O zaman yazayım,” dedim, gözlerim daha önce alıp, kullandığım masasındaki not kağıdına giderken. Okul saatlerimi yazmamı istiyorsa, bana bir de kalem lazımdı. Onu da dizüstü bilgisayarın yanında gördüm. Tam elimi uzatacağım zaman kasklının konuşması hareket edemeden beni durdurdu.
“Numaramı kaydetmiştin. Mesaj olarak iletirsin.” Ona baktığımda sandalyesine oturmak üzereydi. “Ücret konusuna gelecek olursam,” dedi oturduğunda, devam ederek. “Hesaplamama göre, yedi ay sonunda alacağın ücret ile borcunu ödeyebiliyorsun ama mesaiye kalırsan mesai ücretini kendine almanda herhangi bir sorun yok.”3
Duyduğumu algılarken zihnim gidip gelme oldu. Yedi ay mı demişti? Kesinlikle öyle demişti. Yedi ay. Anladığım diğer ayrıntılarsa daha vahimdi. Bu ayların çalışma ücreti, ancak fatura bedelini ödediğini söylüyordu. Belki de para elime geçmeden, borcuma gideceğini ima ediyordu. Yok, ima etmiyordu. Direkt söylemişti.
“Teyit etmek için soruyorum,” dedim yine de, saniyelik duraklamamın ardından. “Yedi ay çalışmam karşılığında yalnızca motosikletinin tamir parasını ödeyebiliyorum, öyle mi?”
“Mesaiye kalırsan, belirttiğim gibi ücretini alacaksın,” dedi kasklı gözleri bendeyken. “Onun dışında normal çalışma süren borcunu ödemeye yetiyor ama sen mesaiye kalıp borcundan düşmemi istersen de onu da ayarlarım.”
Her kelime kullandığında, anladığımı tekrar tekrar anlamamla sanki başımdan kaynar sular dökülmüş gibi hissettiriyordu. Aylarca çalışıp tek motosikletin parasını ödeyebiliyordum. Böyle olunca okul ücretimi ne yapacaktım? Ödeyemezdim. Bu yandığımın resmiydi. Motosikletin faturaya yansıyan bedeli yüksekti ama alacağım ücret kafa kafaya geleceğini tahmin etmemiştim. En azından biraz tutar bana kalmalıydı. Görünüşe göre böyle bir durum söz konusu değildi ve ben bu ihtimali hiç düşünmemiştim.
Kabataslak bir düşünsem de, aslında çalışma ücretim makul bir ücrete benziyordu ama işte benim yardımıma söylenen yetişmiyordu. Kahretsin, diye düşündüm. Anlaşılan benim part time, değil de tam çalışmam gerekiyordu. Ama bu da mümkün değildi. Okulum vardı. Geriye iki seçenek kalıyordu.
Biri söylediği mesaiye kalma fikri.
Normal çalışma süremi, okuluma göre ayarladığında öyle ya da böyle fazla mesai yapmam için saatler, hatta günlerim kalacaktı.
İkincisi de burası yerine başka yerde çalışma fikri.
Tabi, ikinci seçeneği seçtiğim an yeniden iş arama süreci girecekti. Bulsam bile ne kadar bir ücrete çalışacağım belli değildi. Kasklının yönetiminde olan bu restoranda ücret, part time çalışacak olmama rağmen asgari ücretten birazcık fazlaydı. Normalde ayların toplam ücreti okulumun ücretini ödemeye yetiyordu ama kahrolası motosikletin kaza bedeli vardı.
Beni çıkmaz sokağa sıkıştıran buydu. O lanet motosiklet.
Aklımda kısa bir değerlendirme ile kasklının konuşmasının arasındaki kısacık anın sonunda “Öyle bir düşüncem yok,” dedim. “İlk söylediğin benim için de makuldür.”
“Pekala ama düşüncen değişirse bana haber ver.” Düşüncem değişmeyecekti. Değiştiği zaman başka bir yerden para bulmuşum demekti. Kasklı masadaki telsiz telefona uzanırken, “Şimdi aklına takılanlarda çözüme kavuşturduğuna göre sıra işe başlamana geldi,” dedi.
Yerimde huzursuzca kıpırdandım. “Bu akşam olması şart mı?”
“Yukarıyı görmüşsündür,” dedi telefon elindeyken. Restoran kısmından bahsediyordu. “Oldukça yoğunuz. Benim de bu akşam elemana ihtiyacım var.”
Yoğun oldukları doğruydu. Masalar fazlasıyla doluydu. Bu bir de giriş kısmıydı. Restoranın üst kısmını hiç görmemiştim.
“Daha çalışma şeklinizi de bilmiyorum.”
“Farkındayım. Bu günlük başvurduğun pozisyonun gerisinde duracak; izleyeceksin, göreceksin ve öğreneceksin.”
“Yani bu akşam garsonluk yapmayacağım.” Başvurduğum alan garsonluktu ve ben daha önce evdeki tepsiler hariç başka tepsi taşımamıştım. “Sadece işin nasıl yapıldığını çözmeye çalışacağım.”
“Sana anlatırlar,” dedi net bir cevap vermek yerine. Telefonu tuşlayıp kulağına götürdü. Beklemeden hattın diğer tarafına “Canan’ı odama göndersene,” dedi. “Yeni elamanın alışma sürecini ona vereceğim. Bekliyorum.” Yeni eleman. O kişi ben oluyordum. Telefonu kapatıp yeniden bana döndü. “Birine haber vermek istiyorsan şimdi sırası, Sarışın. Yoksa mola verene kadar eline telefonunu alamazsın.”
Molaya kadar telefonumdan uzak mı duracaktım?
Kasklının söylediğini düşündüm. Bu akşam burada çalışmaya başlasam bile kimsenin bundan haberi olmayacaktı. Eğer her şey normal ve aile evinde kalıyor olsaydım; aileme çalışmaya başlayacağımı söyleyebilirdim. Ya da hala Doğanay ile ev arkadaşlığı yapmaya devam etseydim; ona da haber vermek durumunda kalırdım.
Ama benim ne ailemin bulunduğum durumdan haberi vardı ne de yakın arkadaşımla aynı evde kalıyordum. Evde kimse yoktu.
“Ben yalnız kalıyorum,” dedim birden. “Bilindiği üzere ev arkadaşımı, sütkardeşine kaptırdım.”
Enişte bey ile kendisinin sütkardeşi olduğunu bildiğime şaşırıp şaşırmadığını merak ettim ama ifadesinden geçip giden olmadı.
Merakım ile ilgili herhangi bir cümle kullanmadı ama “Son kararın mı?” diye sordu.
Son kararın mı da neydi şimdi? Yarışmada falan mıydım?
Bakışlarımı kaçırıp tam onun gibi “Son kararım,” diyecektim ki teyzemle sabah yaptığım konuşmayı hatırladım. Beni akşam yemeğine çağırmıştı. Geleceğimin sözünü kesin olarak vermemiştim ama beni beklerdi. Belki de beklemenin üstüne bile çıkardı. Üst kata çıkarak kapıma gelebilirdi. Evde olmadığımı anlayınca da içine şüphe tohumu eklenebilirdi. Sonra beni arar, telefonuma ulaşmadığım için bana ulaşamazdı. Arkasından da anneme ulaşır, ortaya fena bir kaos çıkabilirdi. Düşüncesi bile korkunçtu. Böyle bir kaosun ihtimalini kökten bitirmem gerekiyordu.
“Değil.” Telefonumu cebimden acelece çıkardım. “Haber vermem gerekenler var,” diye devam ederken, arkamı dönüp kapıya doğru ilerledim. Başka da bir şey demeden, kapıdan koridora çıktım. Gözlerim telefon ekranındayken teyzemin numarasını buldum. Söylemem için bulmam gereken bahaneyi kısaca düşündüm.
Telefonu kulağıma götürdüğümde söyleyeceğimi bulmuştum. Telefonun açılmasını beklerken sırtımı kasklının odasına vererek koridorda iki adım attım. Teyzem, “Betül,” diye telefonu açtığında cümlesinin geri kalanını çoktan tahmin etmiştim. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Direkt gelip gelmeyeceğimi sordu. “Akşama geliyorsun değil mi?”
“Ben de onun için aramıştım, teyzoş,” dedim duvara bakarken. “Bu akşam gelemeyeceğim ben. Yemeğe beklemeyin diye aradım.”
“Neden, ne oldu? Evde işinin olduğu mu aklına geldi?” Bu sabah söylediğimi nasıl da unutmamıştı. Zehir gibi kadındı. Aynı annem gibi. “Evinin işini sonra da yaparsın kızım. Ev kaçmıyor ya.”
“Yok, ondan değil,” dedim bulduğum nedeni söylemeden önce. Bulunduğum koridorun sessiz olmasına şükrettim. Yukarıdaki müşterilerin sesi telefondan duyulsaydı, bulunduğum yer hakkında başka bir bahane bulmam gerekecekti. “Bu akşam, Doğanay’a gideceğim. O çağırdı, ondan gelemiyorum.”
Düğünde olanları bilmemeleri, bahaneme Doğanay’ı eklememi kolaylaştırıyordu.
“Benimle yemek yemeyi özlemiş. Görüyorsun teyzoş, bana rağbet çok.”
“Belli, belli. İyi o zaman, başka sefere gelirsin artık.” Koridorda bir hareketlilik sezdiğimde koridorun ucuna kısa bir bakış attım. Bulunduğum tarafa doğru gelen bir kadın vardı. Genç biriydi ama yüz hatlarının ciddiliği gençliğini gölgelendiriyordu. Ama en çok dikkatimi çeken saçlarıydı. Diğer restoranda gördüğüm şu, inek yalamış saçlı çalışan gibi saçları saç derisine yapışmışçasına ensesinden toplanmıştı. “Yine de ben sana hakkını ayıracağım. Yarın ısıtıp yersin.”
Kadın bana bakmadan, kasklının odasına doğru döndüğünde açık kapıya tıkladı. Teyzemin konuşmasıyla bakışlarımı kaçırdım. Teyzemin son söylediğine güldüm. “Ya, ben dedim ama sen bana kıyamazsın.” O karnıyarıktan yemeği çok istiyordum. Bu cümle ile modum yerine gelmişti. “Çok teşekkür ederim teyzoş ama şimdi kapatıyorum. Ayırdığını almaya geleceğim. Öptüm, kocaman.”
Konuşmama o da gülerek karşılık verdi. “Deli kız,” dedi. “Ben de öptüm. Arkadaşına selam söyle.”
Doğanay’ı görmeyecektim ama “Söylerim,” dedim. O an oğlunun, durumunu yine bilip bilmediğini merak ettim fakat bu zamana kadar beni bu konu hakkında sıkıştırmamıştı.
Telefonu kapatıp çantamın içine koyarken arkamdaki odaya kısa bir bakış daha attım. Konuşma sesleri geliyordu. Odaya giren kadının kim olduğunu da anlamıştım. Kasklının ben odadayken telefon edip çağırdığı kişiydi. Neydi adı? Canan.
Saçımı kulağımın arkasına atıp odaya geriye döndüğümde, kasklının gözleri anında beni buldu. O sırada odadaki diğer kadın, “Tamamdır, Sedat Bey,” diyordu.
Oda da tuhaf kısa bir sessizlik yaşandı. Neden olduğu hakkında en ufak fikrim yoktu ama rahatsız edici bir durumdu. Kasklının o kısa sessizlikte gözleri üstümdeydi ve bana ifadesiz bir şekilde bakıyordu.
Acaba yüzümde bir şey mi vardı, diye düşünürken, kasklı bakışlarını kaçırdı ve “Yeni elamanımız,” diyerek, beni çalışanına tanıttı. Adımı o an bile kullanmamıştı. “Canan da şef garsonumuz. Senden o sorumlu.”
Kadına baktım. Kadın da ancak o zaman bakışlarını yavaşça döndürdü. “Merhaba,” dedim. Ciddi yüz ifadesi ile beni, baştan aşağıya bir incelerken bende ona baktım. Saçlarını spreyle yapıştırmış, ensesinden toplamak yerine topuz yapmıştı. Kareli bir yüze, kahverengi gözlere sahipti. Hafif kepçe kulaklarında toplu, beyaz küpelerden vardı. Yüzüne yaptığı makyajı kendisini daha da ciddi gösteriyordu.
Bana bakması bitince cevap vermeden kasklıya döndü. Ne hayırlı olsun, ne de başka bir şekilde karşılık vermişti.1
Kadının gıcık olduğu zaten saçlarından belliydi.
Benimle konuşmamıştı ama Canan denilen kadın, “Müsaadenizle, Sedat Bey,” diyerek çıkacağını belli etti. Kasklı, çıkabilsin dercesine başını salladı. Kadın, hareket ederek kapıya yöneldi. Kadının yürüyüşüne bakarken ciddiliği yürüyüşüne de yansıttığını düşündüm.
“Sende onunla gideceksin,” dedi arka tarafımdan kasklı. Söylediğiyle bir an ona baktım. Ellerini kenetlemiş, masaya dayamış bir şekilde hareket etmeyişime bakıyordu. Tam, gıcık çalışanın böyle bir şey söylemediğini söyleyecektim ki, kadının da “Siz benimle geleceksiniz,” diyen sesini duydum.
Bakışlarımı kaçırıp kapıya doğru baktım. Koridora çıkmıştı. “Acele edin lütfen.”
Sanki kapıya giderken onunla gitmemi söylemişti.
İçimden bir ses karşılığını vermem gerektiğini söylüyordu ama yapmadım. Sustum. Kadının arkasından kapıdan çıktım. Kapıdan çıktığımda kadın bir an bana bakıp gözlerini devirdi ve kapıya gidip, kapattı. Sonra da yanımdan geçerek ilerlemeye başladı. Kendisine sinir olmuştum ama mecbur onu takip ettim. Koridorun başına kadar ilerleyip siyah kumaş pantolonun cebinden anahtar çıkardı ve baştaki kapıyı açtı. Kapının üstündeki yazıda kadın ibaresi vardı. Altında da giyinme odası yazıyordu. Yan kapıda da aynı şekilde erkeklerin ibaresi vardı.
Kadın içeriye girip ışıkları açtı. İçerisi yeterince büyük bir odaydı. Bir duvar tarafında baştan başa metal ayrı kapakları olan dolap duruyordu. Odanın içi sağa doğru döndüğüne dair bir boşluk gözüküyordu.
“Burası soyunma odası,” dedi kadın içeriye tam girdiğimizde. “Üstünü burada değiştireceksin.”
Sizli, bizliden hemen çıkması şaşırtıcıydı ama çıksa da sesindeki o mesafe hala oradaydı.
“Şu dolap boş, eşyalarını buraya koy,” dedi en sondaki bir dolabın önüne giderken. Üstünde anahtar vardı. Boşluk tarafına geldiğimde iki kabinin olduğunu gördüm. “Bedenin kaç senin?”
Başka bir dolabın önüne gidip, içini karıştırdı ve paketli kıyafetler çıkardı.
“Ayakkabı numaran?” diye sordu bu kez de.
Yandaki dolabını kapağını açtı. Oradan da bir çift siyah ayakkabı aldı. Elindekilerin üstüne koyarak bana döndü. “Bunları kabinde giy, yanıma gel,” dedi elindekileri elime bırakırken. Ardından da “Seri de ol. Uyuşukluk sevmem,” diyerek arkasını döndü ve kapıya yöneldi.
Sakin ol, dedim yine kendime. İlk günden kimseyle tartışmayacaktım.2
Kadın dışarıya çıkmadan bana gösterdiği dolabın önüne gittim. Dolap iki raflıydı. Elimdekileri alt rafa koyarken kapı kapandı. Çantamı üst rafa koyup, kabanımı omzumdan sıyırmadan önce elim bir an ceplerine gitti. Telefonumu cebime koyduğumu sanmıştım ama çantama koyduğumu elimi ceplerime götürdüğümde hatırladım. Onun yerine başka bir şey aklıma geldi. Cebime koyduğum kağıt. Kaşlarım birden çatıldı. Kağıt cebimde değildi ama cebime koyduğumu ismimim Betül olduğu kadar emindim.
Elbette düşürmüştüm. Restorana geldiğimde kağıt, telefonumla aynı yerdeydi ve teyzemi aramak için telefonumu alırken düşürmüş olmalıydım.
Sıradaki soru, nerede düşürdüğümdü?
Telefonu, kasklının odasında çıkarmıştım.
Ofladım. Kesin orada düşürmüştüm.
Düşünmeden odadan çıktım. Canan kapının önünde duruyor, telefonuna bakıyordu. Kapıyı açtığımda “Ne oldu?” diye sordu, gözlerini kaldırıp huysuzca.
“Patronun odasında bir şey düşürdüm,” dedim yanından geçmeden. “Onu alacağım.”
Konuşmamla hiç beklemediğim bir şey yaptı. Önümü kesti. “Ne yapıyorsun?” dedim afallayarak.
“Neyse söyle, ben gidip alırım,” diye karşılık verdi. “Senin gitmene gerek yok.”
Afallamıştım ama kadının bu tavrı o kadar tuhafıma gitmişti ki, bir an benimle dalga geçtiğini düşündüm. Ama geçmiyordu.
“Asıl size gerek yok,” dedim, dik karşılık bakışlarına karşılık verirken. “Kendim gidip alacağım.”
Önümden çekilmeyeceği belliydi. Zaten bu da benim için önemli değildi. Son söylediğimi söyler söylemez, yanından acelece geçerek koridorun sonundaki kapıya ilerledim. Her adımımla arkamdaki bıraktığım kadının bakışlarını üstümde hissediyordum. Bir o kadar da her adımım da kadına gıcıklığım katlanıyordu.
Kasklı ile görüşmek için sanki ondan izin istemem gerekiyordu. Tavrı aynı böyleydi. Hatta daha beteriydi. Görüşmemem için kendisini barikat kurmuştu.
Kasklının odasının önüne geldiğimde dikkatimi bulmam gereken kağıda yönelttim. Kağıdı, umursamıyordum ama bu kağıdı şimdilik yok edeceğim anlamına gelmiyordu. Diğer kartı yok etmiştim. Halbuki bu tür şeyler kanıt olabilirdi.
Elimi kapının kulpuna uzattığımda kapı ansızın açıldı ve karşımda kasklı belirdi. Gözlerimiz birbirini görürken beni kapının önünde beklemediği belliydi. Ben de birden çıkmasını beklemiyordum. Beklemediğim gibi kalbim korkudan zıpladı ve ne için geldiğimi unuttum.
“Sorun mu var?” diye sordu, ilk konuşan olarak.
Konuşmasıyla ne için geldiğimi hatırladım. “Odanda bir şey düşürdüm,” derken önümden çekilmesini bekledim. Kapının önünde duvar gibi dikilmemesi gerekiyordu ama dikiliyordu.
Gözleri gözlerimde gidip geldi. Sonra da yana doğru çekilip içeriye girmem için yol açtı. Bakışlarımı kaçırıp içeriye girdim. Girmemle yere bakmaya başladım. Dikildiğim yerleri göz gezdirdim ama nereye bakarsam bakayım her yer boştu.
Başka bir yerde düşürmüş olabilir miydim?
Sanmıyordum, burada bir yerde olmalıydı.
“Düşürdüğün değerli bir şey mi?” diye sordu kasklı.
Değerli bir şey mi? Gülmek istedim ama gülmedim.
“Yerde buraya ait olmayan hiçbir şey görmedin mi?” diye sordum cevap vermek yerine.
“Gördüm.” Söylediğiyle hemen ona baktığımda arkasından ekledi. “Bunu mu arıyordun?”
İki parmağının arasında o küçük kartı tutuyordu. Demek, görmüş ve bulmuştu. Belki de okumuştu. Okumuş olması büyük olasılıktı. İnsan okumak istemese bile kelimeler gözüne ilişirdi.
Sana dedim, gözümün önündesin.1
“Burada düşürdüğümü biliyordum,” dedim kağıdı elinden almak için yanına giderken. Önünde durup havada duran eline elimi uzattığımda beklemediğim oldu; elini kaçırdı. Tam ne yapıyorsun, diye ağzımı açarken sesi kulaklarıma doldu. “Kimin gözünün önündesin, sarışın?”3
Anlamamıştım ve anlamadığım başka bir durum da vardı.
Gözlerimiz karşılaştığı an mavi gözleri, sanki kahverengi gözlerime bir şey akıtmaya başlamıştı. O an gözlerimi kırptığımdan dahi emin olamadım.
“Birinin gözünün ödündeymişsin,” dedi gözlerini gözlerimden çekmeden. “Kimin gözünün önündesin?”1
Bana bunu gerçekten soruyor muydu?
Ona seni ilgilendirmez namında her şeyi söyleyebilirdim. İlgilendirmezdi de. Ya da neden merak ediyorsun, diye de sorabilirdim. Veya doğru cevap yerine her şeyi söyleyebilirdim. Ama demek istemiyordum. Onun yerine bunu merak etmesi ne kadar saçma ise benim de o kadar saçma olan gerçeği söyleme isteğim vardı. Çünkü “Hiç kimse,” demek istiyordum.
Can, kim olabilirdi ki? Kesinlikle hiç kimseydi. Sorun başkaydı. Beni her hareketi ile sinirlendiren, uyuz eden bu adama doğru cevabı vermek istememdi ve bana bakarken cevap beklediğini yüzüne yansıtıyordu ve ben ifadesiz yüzünde bunu yakaladığım için kendimi şanslı hissediyordum.
Tüm bu düşüncelerim içindeyken ona “Hiç kimse,” kelimelerini söylemek için ağzımı açmaya niyetlendiğimde içimdeki dürtüye dur diyen bir ses duydum. O sesi aynı zamanda kulaklarım da duydu ve düşüncelerim parçalara ayrıldı. Bunun sebebi içimdeki ses değil, telefon sesiydi.
Benim ki yanımda olmadığına göre kasklının telefonu çalıyordu.
Dudaklarımı açılmadan kapattım. Benimle beraber kasklı da sesi duymuştu ama onun gözleri hala yüzümdeydi. Cevabımı gerçekten bekliyordu. Benim durumum ise farklıydı. O an şok cihazıyla vurulmuşçasına kendime gelmiştim. Sonra da konuşmak yerine başka bir harekette bulundum ve bir kez daha eline uzandım. Bu sefer tuttuğu kağıdı elinden çekip alırken elini geri çekmesine fırsatı olmamıştı.
“Çalışanın beni bekliyor,” dedim, bakışlarını yüzünden kaçırırken. Sonra da konuşmasına fırsat vermeden kapıya doğru hareket ettiğimde acelece kapıyı açarak koridora çıktım. Oysa oda kapısının odaya girerken kapandığını bile fark etmemiştim. Arkamdan kapıyı kapatıp kapatmadığımı da bilmiyordum; yalnızca koridora çıkmıştım. Fakat kendimi odadan atar atmaz, zihnimdeki bir soru yanıp duruyordu.
Daha demin her anlamda ne olmuştu öyle?
-DEVAM EDECEK-
Oy ve yorum bırakmadıysanız hemen bırakalım. 3
Bana destek olmayı unutmayın. Hikayemizi önererek destek olursanız daha da sevinirim.
İnstagram: cigdemin_hikayeleri
Whatsaap kanalına gelmek isterseniz, bana herhangi bir sosyal medyadan ulaşabilirsiniz. 1
NASİPSE YENİ BÖLÜMDE GÖRÜŞMEK ÜZERE.3
Okur Yorumları | Yorum Ekle |