
Oy ve yorumları bekliyorum.
11.Bölüm
-Fotoğraf-
Belirsizlik öyle bir şeydi ki, düşüncelerden oluşan bıçaklar beynin her yerindeydi. Çözüm bulamadıkça boğazın düğümlenir, izi kalırdı. İzler, kapanmayan yaraları oluşturur, ruhunu yıpratırdı. Çıkmaza girdiğini hissederken, çıkış kapısını bulmak imkânsızdı. Bu döngü aydınlanana kadar devam ederdi.
Dört gün geçmişti. Burada, bu insanlarla iki gün geride kalmıştı. Bu süre zarfında ruhumun bir yanı kıskançta hissediyor olsa da diğer tarafı bu aileye alışmaya başlamıştı. Şu an alışmaktan başka çaremde yoktu. Her ne kadar babamı, eski hayatımı özlüyor olsam da bir şekilde buraya adapte olmalıydım. Yoksa çözmek istediklerimi çözemez, belirsizliğin içinden çıkamazdım.
Geceleri uyuyamıyordum. Ne kadar uyumaya çalışsam da başaramıyordum. Gözlerime uyku gelmiyordu. Sabahları başım ağrıyor, ağrı kesicilerle günü atlatmaya çalışıyordum. Kızlar, uykularındayken de onları rahatsız etmemeye çalışıyor, yukarıdaki salonun balkonunda gecelerimi geçiriyordum. Benimle birlikte Alim, sözünü tutuyor, her gece onu aşağıda görüyordum. İlk gece merdivenlerde oturmuş olsa da diğer geceler bahçelerindeki masada oturmaya başlamıştı. Bazen elinde bir kitap oluyor, onu okuyordu bazen de benim gibi sessizliği dinliyordu. Alim’in arada bahçede gezdiğine de şahit olmuştum Nöbetinin ikinci günü, kulübede gördüğüm dostu da yanındaydı. Adı Kömür’dü. Bu durumdan, korktuğu için Buket memnun kalmasa da ses çıkarmıyordu. Demet’in söylediği kadarıyla Kömür yıllardır onlarlaydı. Yavruyken, abisi onu yağmurlu bir günde sokakta bularak, bir daha da ayrılmamıştı. Hatta bahçede bir kulübesi bile vardı. Bu günlerde bazı sorularım cevaplanmış, bazı belirsizlikler ortadan kalkmıştı. Bu ev babaannesine ve dedesine ait olsa da mezun oldukları üniversiteleri buraya yakın olduğu için anneleriyle kaldıklarını Buket söylemişti. Alim ile babası ise babamın yazdığı adreste kaldıklarını ama Hamza abilerinin yanlarında kaldığını da belirtmişti. Oysa abilerini bulduğum yerde neden olduklarını söylememişti. Zaten bende merak etsem de soramamıştım.
Kızlar ise benden iki yaş büyüklerdi. Buket, eczacılık bölümünü bitirmiş, eczane dükkanı olan Hamza abisinin yanında çalışıyordu. Demet’in ilgi alanı bambaşkaydı. Kendisi Gastronomi bölümünden mezun olmuştu. Kocasını görmememin sebebi de orduda görevli olmasıydı.
Kendim babamın tercihlerime karışmasıyla psikoloji bölümünden mezun olmuştum ama tüm bu olanların içinde benim psikoloğa görünme ihtiyacım ironiliğini koruyordu.
Geceleri aşağıdaki adamı ilk başlarda izlerken, röntgenci gibi hissetmiş olsam da gözlerimi onu izlemekten geri kalmıyordum. Gündüzleri onu pek görmüyordum ama herkes uykularına çekildiği zaman hiç aksatmadan her zamanki yerini alıyordu. Onu izlerken, hayatlarımızdaki benzerliğin düşüncesi ruhumun derinliklerine işliyor, bir taraftan da benzemediğimizi düşünüyordum. Onun benim aksime bir ailesi, annesi, kardeşleri vardı. Benim ise kendimden başka kimsem yoktu.
Ağlayamıyordum. Kriz geçirdikten sonra bir daha tam anlamıyla gözyaşı dökememiştim. Çoğu insan gibi yanaklarımı süsleyen pınarlar görünmüyordu. Benim içime doğru akan nehrim vardı ve en çok insanı bu yıpratırdı.
Mehmet’e ise daha çok alışmıştım. Bana iyi geliyordu. Tek çocuk büyüdüğüm için hep bir yalnızlık çekmiştim. Buradaki yalnızlığımı da onunla gideriyordum. Buket, Hamza abisinin yanına gitmeye başladığı için annesi yemek yapmaya giderken ya da herhangi bir işi varken bana bırakıyordu. Evde en çok üçümüz oluyor, Alim’den ses çıkmıyordu. Kardeşine gündüzleri nereye gittiğini de soramıyordum ama burada bizi tek bırakıyorsa bir bildiğinin olduğunu düşünüyordum.
Mehmet’in yanındaydım. Aşağıdaki salonda yürütecinde, yürüme deneyimlerini yapıyordu. Demet ise işlerini hallediyorken, bende ona yardımcı olmaya çalışıyordum. Minicik burnunu ısırmamak için de büyük bir savaş veriyordum. Yürütecin önünde olan telefonu bazen eline alıyor bazen de önündeki kısma vuruyordu.
“Buraya gel, buraya,” dedim gelmesini işaret ederek. Yerde oturmuş, sağa sola yürüşünü izledim. Sesimi duymamış gibi yaptı. Vitrin tarafına adımladı.
“Beni yok sayan oğlanları sevmem ama.”
Kendi aleminde oyalanmaya devam etti.
“Tamam,” dedim pes ederek. Yanına doğru dizlerimin üstünde ilerledim. “Sen gelmezsen ben gelirim.”
Yürütecinin önüne doğru geçtiğim sırada, dikkatini çekmeye devam ettim. Elime telefonunu alıp, hafifçe kaldırdım. “Sakın telefonunu kötü emellerin için kullanma. Sen şimdi insanları kandırır, mama aldırırsın.”
Mehmet, küçük ellerini önündeki kısma heyecanla hafif hafif vurmaya başladı. Mama lafını duyduğu için mi heyecanlanmıştı, anlamamıştım ama tebessüm edemeden duramadım.
“Sakin ol, şampiyon,” dedim minik minik zıplarken. “Mamanı aldırmaya devam edebilirsin. Karışmıyorum.”
Elimdeki telefonu yerine yerleştireceğim sırada bir şey oldu. Daha önce düşünmem gereken ama olayların yoğunluğundan aklıma gelmeyen ya da gelse bile önemsemediğim bir düşünce belirdi.
Babamın cep telefonu ortada yoktu. Daha doğrusu evde durduğum zamanlar boyunca gözüme ilişmemişti. Bilgisayarına şifre yüzünden ulaşamamıştım ama babam telefonuna hiçbir zaman şifre bulundurmazdı. İçinde önemli şeyler olabilirdi. Kimlerle konuştuğunu oradan öğrenebilir, beni bir yerlere getirebilirdi ama telefon neredeydi? Olay yeri inceleme ekibinin aldığını sanmıyordum. Alsalar haberim olurdu. Evde bir yerde olmalıydı.
Kalbim heyecanla atmaya başladı. Ayaklandığım gibi Mehmet’i yürütecinden kucağıma aldım ve Demet’in yanına mutfağa gittim. Normallerinden biraz büyük olan mutfaklarında Demet, tezgâhta bir şeyler doğruyordu. Bir yandan da ocakta pişenler vardı. Kendini işine o kadar güzel vermişti ki, bizi ilk fark etmedi ama kucağımdaki Mehmet annesini görünce değişik sesler çıkarmaya başladı ve Demet yönünü bulunduğumuz tarafa çevirdi.
“Abinin nerede olduğunu biliyor musun?” diye sordum direk konuşmasına fırsat vermeden.
Acelece davrandığımın farkına varmış olmalı ki ellerini mutfak beziyle sildi. “Neden? Ne oldu?”
“Önemli bir şey söylemem gerek.” Bunu Alim’e söylemem gerekiyordu. Bu ayrıntıyı nasıl gözden kaçırmıştım, hala kendime inanamıyordum ama ona söyleyip, benimle geleceğini umut ediyordum. “Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Uyuyor,” dedi Demet yüzümdeki aciliyeti tarttıktan sonra.
“Uyuyor mu?” Şaşırmıştım. Alim Polat’ın uyuyacağını hiç düşünmemiştim. Hep gündüzleri evden gittiğini, daha sonra geri geldiğini düşünmüştüm.
“Evet, dün hiç uyumamıştı. Bodrumdaki odasında uyuyor. İkindiye kadarda uyandırmamı istemedi.” Durakladı. “Çok önemli bir şeyse gidip, uyandırayım.”
“Yok, hayır,” dedim hızlıca. Benim yüzümden geceleri uyumuyor, belki de bazen hiç uyumuyordu. Bu hakkı ondan aldığım için kendime yeteri kadar kızgınken, bir de şu an ki uyuma hakkını elinden alamazdım. “Mehmet’i alır mısın?”
“Alırım da,” dedi bebeği kucağımdan alırken. Mehmet annesini görünce şımarıp, annesinin omuzlarına tutundu. “Ne olduğunu söyleyecek misin?”
“Eve gitmem gerek,” dedim içimdeki heyecan kalbime baskı yapıyordu. Ev lafını duyunca kaşları şüpheyle baktı. “Yanlış anlama. Evden almam gereken bir şey var. Şimdi aklıma geldi. Gidip, gelmem fazla sürmez.”
Koridora çıkmış, askıya astıkları montumu hızlıca üstüme geçirdim. Tüm anahtarlarım montumun cebindeydi. Ayakkabılarımı giyerken, “Orasının güvenli olduğundan emin misin?” diye sordu bu seferde. “Ben en iyisi abimi uyandırayım, en iyi o karar verir. İçim rahat etmez böyle.”
Tam adımını atacağı sırada, kolundan yakaladım. Endişelendiğini biliyordum ama benim yüzümden bir başka fedakârlığa daha göz yumamazdım. “Abin uyanmadan, gidip gelirim. Yeteri kadar yük oldum zaten, bunu halledebilirim.”
Bir şey söylemekle, söylememek arasında bocaladı. “Çok mu önemli?”
“Önemli olmasa, bu kadar acele etmezdim. Gitmem gerek ama söz veriyorum hemen geleceğim.”
Sıkıntıyla iç çekti. “Dikkat et ama,” dedi en sonunda. “Hızlı, gidip gel.”
Başımı olumlu anlamda salladım. Hareketlerimi hızlandırarak, dakikalar içinde günlerdir kaldığım evi arkamda bıraktım. Babamın arabası, park ettiğim yerdeydi. Sokak, gündüz saati olmasına rağmen sessizliği göze çarpıyordu.
Yol boyunca eski sokağıma, eski evime varacağımın huzursuzluğuyla karışık umutla geçti. Telefonda bir şey bulabilir, içimdeki belirsizliği bir nebze olsun yatıştırabilirdim. Belki günün sonunda ağlayabilir, rahatlardım. Boğazımı sıkan ellerden kurtulurdum. En önemlisi bir ipucu bulabilirdim. Trafik olmadığı için yarım saat gibi bir sürede sokağımın ucunu görebilmiştim. Ceyda’ya da görünmemem lazımdı. Bu yüzden arabayı arka sokağa park ettim. Saçlarımı tepemde toplayıp, montumun şapkasını kafama geçirdim.
Yüzümü kaldırmamaya özen göstererek, bahçe kapısından içeriye girdiğimde duraklamadan adımlarımı kapıya doğru yönlendirdim.
Ev bıraktığım gibiydi. Sessizliği tüylerimi ürpertmişti. Hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Burada olan biteni, ne olduğunu aklıma getirmek istemiyordum. Odaklanmam lazımdı. Daha önce nerelere bakmıştım? Çalışma odasında olamazdı. Orayı daha yeni düzenlemiş, etrafa da bakmıştım. Odamda olamazdı. Olsa görürdüm. Giriş kapısındaki dolabın içine bakındım, bulamadım. Babamın yatak odasına doğru ilerledim. Babamın fazlası eşyası yoktu. Tıkış tıkış eşyadan her zaman şikâyet ederdi. Uzun bir giysi dolabı, çift kişilik bir yatak, bir aynalı çekmece, bir halıdan oluşuyordu. İlk baktığım yer çekmeceler oldu. Babamın eşyaları gözlerimin önüne gelirken, düşünceleri engellemeye çalıştım. Üç çekmecede bir şey bulamadım. Giysi dolabındaki kasaya tekrar baktım. Babamın banka hesapları, biraz nakit para, saldırının olduğu gün elime aldığım silah ve albümlerin olduğu kutu vardı.
Fotoğraflar…
Ailemin anıları…
Bizim fotoğraflarımız…
Durgunlaşan beynim, elime komut verdiğinde ise çok geçti. Bacaklarım kırıldı, bedenim yere çöktü. Dizlerimin üstüne kutuyu alırken, parmaklarım kapağında gezindi. Dakikalar geçti, kutuyu açamadım. Yutkundum. Derin bir nefes aldım. İlk kareyi görmek ise kalbimden çeneme kadar sızı bıraktı. Annemle babamın düğün fotoğrafıydı. Annem o kadar güzeldi ki, yüzündeki gülümse gözlerine yansımıştı. Gelinliği kapalı, kabarık bile değildi. Saçları, omuzlarına düşmüştü. Babam ise yaşının getirdiği ışıkla kameraya gülümsüyordu. İkisi de sade, bir o kadarda zarifti. Babam bana düğünlerinin nikâh olduğunu söylemişti. Annem düğün istememişti. Bu fotoğraflara daha önce kaç kere baktığımı bilmiyordum ama her baktığımda bir yanım mutlu olurken, bir yandan da kalbim burkuluyordu. Şimdi ise elimde tuttuğum resimdeki bu iki insan yoktu. Yanımda değildi. Boğazımdaki düğüm büyüdükçe büyüdü, nefes alamadığımı hissettim. Yanıma almaya karar verip yatağın üstüne koydum. Parmaklarım diğer sayfayı çevirdi. Bebeklik fotoğrafım vardı. Koltukta battaniyenin üstünde yatıyordum. Bir diğerine geçtim. Babamın arkadaşlarıyla çekildiği karelerden biriydi. Hiçbirini tanımıyordum. Nereden arkadaşlardı, bilmiyordum. Bir diğerine geçeceğim sırada ise kapı çalındı ve oturduğum yerde sıçradım. Fotoğraflara o kadar dalmıştım ki, kalbim ağzımda attı. Hızla ayaklandığım anda ise kutudaki fotoğraflar yere saçıldı.
Kapı tekrardan çalındı.
Ceyda’nın gelme ihtimali var mıydı? Eve girerken, gördüğünü sanmıyordum. Fotoğraflara basmamaya özen göstererek, tedirgin adımlarla koridora çıktığımda ses duydum.
“Oradaysan aç kapıyı.”
Sesi tanımıştım. Vakit kaybetmeden kapıyı açtığımda ise, karşımdaki Âlim Polat’tan başkası değildi. Kabanının önü bu sefer açık, içindeki kazağın lacivert rengi görünüyordu. Yanında kendi boyunda biri daha vardı ama sırtı dönük, etrafa bakıyordu.
“Burada ne işin var?” diye sorduğumda ifadesiz yüzünün kaşları çatıldı.
“Buraya gelmemen gerektiğini bilmiyor musun?” diye sordu o da. “Bunu kaç kere konuşacağız?”
“Buraya gelmem gerekiyordu. Geri döndüğümde anlatacaktım. Uykunu bölmek istemedim.”
Gözlerinin irisi titreşti. Elinde tuttuğu telefonu kaldırdı. “Telefonuna neden bakmıyorsun?”
“Çalmadı,” derken cebime koyduğum telefonumu çıkarıp, ekraranına baktım. Arama vardı ama ben duymamıştım. “Sessizde kalmış.”
“Çok fazla konuşuyorsunuz,” diyen diğer adamın sesi araya girdi. Önünü dönmüş, hoşnutsuz bakışlarla Alim’e bakıyordu. “Ne istiyorsa, alsın çıksın.”
Bu sert sesi daha önce duyduğumu biliyordum. Hafızam günler önceki sahneyi önüme getirdiğinde ise adamın kim olduğunu anladım. Polat ailesinin en büyüğü olan Hamzaydı. Alim gibi esmerdi. Siyah şapkası saçlarını kaplıyordu. Çok az kirli sakalıydı ama Alim’in gözleri gibi gözleri mavimsi değil, kahvenin koyu tonuydu. Yüz ifadeleri birbirlerini anımsatıyordu ama abisinin bakışlarında, tavırlarında başka bir ağırlık vardı. Koyu yeşil, uzun parka montunun cebine ellerini sokmuştu.
Alim, abisine bakmadı.
“Aradığını buldun mu?” diye sordu abisini duymazlıktan gelirken.
Bakışlarım Alim’i tekrar buldu. Babamın telefonunu ve yere saçılan fotoğraflar gözümün önüne geldi. “Hayır,” dedim evin içine doğru geri dönerken. “Hala arıyorum.”
Onlara arkamı döndüğünde, Alim’in abisinin homurdanma sesi evin içine kadar gelmiş, ne söylediği anlaşılmamıştı. Benden hoşlanmadığı her halinden belliydi. Dağıttığım odanın ortasına ilerleyip, dolaba baktığım yerden devam etmeye başladım. Bu sefer babamın ceketlerinin cebine bakındım. Babam, dışarıya ya da işe giderken hep ceket giyerdi. Burnumun ucu sızladı. Kokusu hala kıyafetlerindeydi. Bir zamanlar tüm eşyaları kullanan babam… Şimdi yoktu. Zihnim hançerlendi.
“Ne arıyorsun?” Âlim’in sesi oda kapısının girişinden geldi.
Ardından da duymamı istermiş gibi Hamza abinin sesi duyuldu. “Ne arıyorsa, arıyor. İlk önce evimizde yaşayacaksa, kafasına göre evden çıkmaması gerektiğini söyle.” Muhatabı Alim’di ama lafı banaydı.
Alim yine sessiz kaldı.
Askılıkları birer birer yerlerinden oynatırken, elim babamın paltosunun cebine değdi ve o an bir nesnenin varlığını hissettim. “Babamın cep telefonunu arıyorum,” der demez, bulmuştum. Elime aldığım beyaz telefonu cebime atarken, paltosunu düzelttim. Tüm eşyası değerliydi. Yalnız hayatımda ondan geriye kalan sadece kıyafetleri ve eşyalarıydı.
“O mu?” dedi Alim, elimdekini görmüş olmalıydı. Ona göre çabalarım mantıklı mı yoksa mantık dışı mıydı, bilmiyordum ama merak ediyordum.
“Evet, bu.” O sırada ise paltosunun üst kısımdaki iç cebinde ufak bir nesnenin kabarıklığı elime çarptı. Kaşlarım çatıldı, parmaklarım cebine gitti. Bu da bir cep telefonuydu. Çok eski tuşlu modellerdendi. Kafam karışmıştı. Daha önce babamın elinde bunu hiç görmemiştim.
“İkinci bir telefonu daha varmış,” dedim kendi kendime mırıldanırken. İçimde hayal kırıklığı mı yoksa farklı bir umut mu yeşeriyordu, anlamam şu an imkansızdı ama Alim’e doğru bulduğum telefonu gösterirken, kirpiklerim titredi.
Sinsi düşman yaralarıma dokundu, döngünün kapısını araladı.
“İkinci telefonu varmış ama ya bozuk, ya da kapalı,” dedim tuşlara basmaya devam ederken. Parmaklarım tuşlara basıyor ama herhangi bir sinyal alamıyordum. Daralmaya başlıyordum. İkinci telefonda neyin nesiydi? Boğazımı sıkan his, tüm bedenime yayılmıştı. Zihnime geçirilen kancanın acısı yayıldı. Babamın öldüğü oda hemen yan taraftaydı. Hayır, düşünmemeliydim. Yerdeki kurumuş kan hemen yan odaydı. Aklıma gelmemeliydi. Babamın ikinci telefonu. Şimdi olmazdı. “Bunlardan bir şey çıkacağına eminim, hissediyorum. Yoksa… yoksa…” Silahlı adam benden ne istiyordu? Aradığı bu olabilir miydi? Gözüm, yatağın üstündeki fotoğrafa kaydı. Annem ve babam. “Çıldıracağım.”
Elim yüzüme gitti. Terlemeye mi başlamıştım? Geriye doğru adımlarken, bacağım yatağa çarptı. Kendimi ucuna otururken, buldum. Başım döndü. Gözlerimin önü kararır gibi sislendi.
Alim’in hafif titreşimli sesi kulaklarıma geldi. Beynim zonkladı. Algılarımın durma düğmesine basılmış gibiydi. Ne demişti?
Dudaklarımı açtım, bir şey dediğimi sandım ama sesimi kulaklarım duymadı. O gece evde olmalıydım. Benim hatamdı. Telefonu daha önce bulmalıydım. Sesleri zapt edemiyor, ruhuma saplanan bıçakları çekemiyordum.
“Sesimi…” Alim’in uzak mırıltısı kulaklarıma dokundu. “Duymuyor.” Neden kısık sesle konuşuyordu. “Yüzü…” Kim hakkında konuşuyorlardı? “Kireç gibi oldu.”
“Git, kıza su getir,” dedi benden hoşlanmayan abisi. Bir hareketlilik olduğunu hisseder gibi olurken, beynimdeki sesten etrafımdakileri duymam zorlaştı. Biri bileğime dokundu. “Derin…” Kalp atışlarım sanki beynimde atıyordu. “Nefesler al.” Babamın dağılmış yüzü. Nefes alamadım. “Zor olsa da derin nefesler almaya çalış.”
Vücudum kendiliğinden tepki verdi ve dediğini yaptığını hissettim. Birkaç defa denileni yaparken, kalbim patlayacakmış gibi geliyordu. “İyi mi?”
İyiyim, demek istiyordum ama dudaklarım açılıyor, kelimeler dilime geliyor ama ses olarak ortama düşmüyordu.
“Nabzı yükselmiş, birazdan düşmeye başlar.” Su bardağının bulanık görüntüsü önüme düştü. “Al biraz su iç.”
Elime tutuşturulan bardağı aldığımda ise ellerimin titrediğini yeni fark etmiştim.
“İyi görünmüyor,” dedi Alim, abisine. Sesindeki endişeyi damarlarım hissetmişti. “Hastaneye gidelim.”
“Kendine gelir, şimdi. Bekle biraz.”
Öylede oldu. Saniyeler, dakikalara devrilirken, gözlerimin önündeki sis bulutları dağılmaya başladı. Beynimdeki zonklamanın gücü hafifçe kaybolmaya başladı. Bardaktan sudan iki yudum daha aldım. “İyiyim ben.” En sonunda sesim çıkmıştı ama sanki konuşan yabancı biri gibiydi. “Sadece…” Ayağa kalkarken, biraz sendeler gibi oldum ama bacaklarımın gücünü topladım. Bacak kaslarım kaskatı kalmış, ağırlığı hissediliyordu. “Yüzümü… yüzümü yıkamam gerek.”
Elimdeki bardağı çekmecenin üstüne koyduktan sonrada odadan çıktım. Kimsenin yüzüne bakacak, cesaretim yoktu. Kriz geçirecek gibi hissetmiş ama geçirmemiştim. Bu iki adamın önünde olmaması gereken bir durumdu ama toparlanmaya başlamıştım. En çokta Alim’in beni böyle görmesini istemezdim. Babasının ölümünden sorumlu tuttuğu kişinin kızıydım. Babam ona yardım etmemişti. Belki de o da benden Hamza abisi gibi nefret ediyordu. Onun karşısında, bu kadar güçsüz kalmamam gerekirdi. Eğer öyle biri olduğumu sanırsa bulduklarını söylemekten vazgeçebilirdi. Yüzümü suyla buluşturdum. Hayır, o öyle biri değildi. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Soğuk suyu tekrardan yüzüme çarptım. Aynaya bakmaya korkuyordum. Bakışlarımı kaçırdım. Biraz bekledim. Kalbimin çarpışları, yavaşlarken yutkunmaya çalıştım.
En sonunda saçlarımı tekrardan toplayıp, banyodan çıktım. Dakikalar önce olanı zihnimin gerilerine atarken, yatak odasının girişinden içeriye bakındım. İlk gördüğüm Alim’in yerde dizlerinin üstüne çömelmiş bir halde dağıttığım fotoğrafları kutuya koyuşu olmuştu. Sırtı bana dönüktü. Hamza abisinin nerede olduğunu bulmaya çalışırken, dış kapının açık olduğunu gördüm.
İçeriye adımladım. Karşısına doğru geçerken, yere çömeldim. Diğer fotoğrafları, yerden alırken, yüzüne bakamıyordum. Hakkımda ne düşündüğünü tam olarak bilmemek, zihnimde başka bir belirsizliğin kapısını aralıyordu.
“Daha iyi misin?” Alim’in konuşmasıyla gözlerim yüzüne doğru kalktı ama o bana bakmıyordu.
“İyiyim. Teşekkür ederim.”
Yan tarafındaki fotoğrafları topladı. Kutunun içine koydu. “Bir daha tek başına buraya gelmemelisin,” dedi çenesi dalgalanırken. “Tehlikeli olabilir.”
“Sen uyuyordun ve kardeşinden seni uyandırmamasını ben istedim. Kendi başımın çaresine bakabilirim.”
“Burasının ne kadar güvenli olup, olmadığını kimse bilmiyor. Bana ulaşmalıydın.”
Babamın beni salıncakta salladığı kare, okula ilk başladığım zamanki kare ve birçok anı… Fotoğrafları arka arkaya sıraladım. “Burası dediğin yer benim evim. Her ne olursa olsun, öyle kalmasını istiyorum.”
“Anlamıyorsun,” dedi iç çekerek. “Bir şekilde buraya gelme inadından vazgeçmelisin.”
“Buraya boşuna gelmedim. Sana bunu söyledim,” dedim direterek. Aslında kendisi anlamıyordu. Kutuyu kendi tarafıma doğru çektim. “Kötü bir şey olsa bile kendi başımın çaresine bakabilirdim.”
Sessiz kaldı. Ne düşündüğünü söylemedi. Gözlerimde yüz ifadesine değmedi. Beni anladığını sanıyordum ama anlamıyordu. Yıllarını geçirdiği eve korkarak girmenin nasıl bir his olduğunu bilmiyordu. Ya da dünyada tek başına kalmanın ne kadar çaresiz hissettirdiğini. Onun ailesi yanındaydı. Etrafında insanlar vardı. Benim neyim vardı?
Uzattığı son fotoğrafları aldım, kutuya yerleştirip kapağını kapattım. “Bir dahakine haberim olsun.”
Bu sefer sessiz kalan taraf ben oldum. Fotoğrafları, yerine koyduğum sırada gözüm ruhsatlı silaha kaydı. Yanıma alıp, almama konusunda kararsız kaldım. Fazla mı olurdu, bilemiyordum ama kendimi bir şekilde korumalıydım. Alim’e baktım. Bulunduğum tarafa bakmıyordu. Koridora çıkmış, elinde ne varsa ona bakıyordu. Parmaklarım ufak silahın kabzasına değerken, Alim’in abisinin sesi duyuldu ve hızlıca silahı montumun cebine sıkıştırdım. Kurşun kutusunu da aynı ki hızla montuma sokuşturdum. İçim rahat değildi ama kararımı vermiştim.
Hissettiğim huzursuzlukla koridora çıktığımda ise Alim ile Hamza’yı konuşurken, buldum.
Hamza, “Yine boş şeylerin peşinde koşacaksın,” diyordu şüpheyle Alim’e.
Geldiğimi görünce de susmayı tercih etmişti. Hamza’nın susmasıyla Alim de geldiğimi fark etti ve bulunduğum tarafa döndü. “Maral?” diye sordu ismimi ilk kez kullanırken. İsmimin sesiyle buluşması ruhumu tuhaf hissettirmişti ama sanki o ismimi söylediğinin farkında değilmiş gibi fotoğrafı kaldırıp, bana gösterdi. Elinde yere dağılan fotoğraflardan biri vardı. “Bu fotoğraf sana ne anlatıyor?” diye sordu acele ederek.
Gözlerim kısıldı. Fotoğraftaki kareyi görmeye çalıştım. Bu demin gördüğüm babamın da aralarında olduğu arkadaş grubuyla çekildiği fotoğraftı. Yedi kişi masada oturmuş, kameraya bakmışlardı. Mekân belli değildi. “Ne anlatması gerekiyor ki? Benim için babam dışında altı arkadaşıyla çekildiği bir fotoğraf işte. “
İçimdeki huzursuzluk Alim’in bakışlarıyla büyüdü. İşaret parmağıyla masada babamın yanında oturan adamı işaret etti. “Bu kişi, vefat eden babam.” Babamın yaşıtlarında, belki de babamdan büyüktü. Tam inceleyemeden, bu sefer babamı işaret etti. “Bu da senin baban.” Ardında da diğer tarafta oturan sakallı adamı işaret etti. “Bu da Ömer’in babası Hasan, ” dedi bir şey keşfetmişçesine. Bu insanlar kimse, tanıyor olmalıydı.
“Ömer de kim?” diye sordum fotoğraftan gözlerimi çekip, Alim’e yönlendirirken. Hamza abisi, bu durumdan hoşlanmamış gibi kaşlarını çatmıştı. Alim sorumla yüzüme baktı.
“Babanın davasına bakan kişiden bahsediyorum. Ömer Dereli’yi tanıyorum. Bir zamanlar aynı akademiden, aynı ekipteydik. Babasını da tanıyordum ama üçünün birbirlerini tanıdıklarından haberim yoktu.” Yüzünün şekli o kadar ciddiydi ki, bir an cümlesinin arkasında yatan durum ürpermeme neden oldu. Durakladı. “Ve bu üç insan şu an hayatta değil. Üç ay önce babama da otopside denildiği gibi kalp krizinden vefat ettiği söylendi.”
Son cümlesi havada asılı kalırken, belirsizlik yolunu çevirdiği gibi gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Bakışlarım Alim’in gözlerinin içinde gezinirken, düşündüğünü düşündüğümü biliyordum.
Ölümlerin tesadüf olmadığını düşünüyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |