
Merhaba. Karakterlerin fotoğrafları istenmiş. Hemen aşağıya ekledim.
İYİ OKUMALAR.
YORUM VE OY BEKLİYORUM.
Whatsaap kanalına gelmek isterseniz; mesaj atabilirsiniz.

17
Uyuyor musun?
Hayır olmazdı.
Uyandığında beni bulur musun?
Böyle mesaj mı olurdu?
Seninle babamın telefonu hakkında konuşmam gerek.
Yazdığımı tekrardan sildim. Ofladım. Dakikalardır telefonumun mesaj bölümüne kelimeleri yanyana getirip, bir türlü isteğim mesajı yazamıyordum. Alim’in evde olup olmadığını bile bilmiyordum ama babamın telefonunu ondan bir şekilde almalıydım. Almalıydım ki telefona şarj cihazı bulup, içini kontrol etmeliydim. En kısa sürede bunu halletmeliydim.
Alim’i gece mutfakta görüşmemizden beri görmemiştim. Gündüzleri pek evin içinde görünmüyordu. Tahminen bodrum kattaki odasında uyuyordu. Şarj cihazı almak için de telefonun kendisine ihtiyacım vardı. Telefonda Alim’deydi. Kendisini aramayı düşünmüştüm ama eğer uyuyorsa uykusunu bölmek istemiyordum. En iyisi Demet’e sormaktı. Buket, eczane dükkânın da olduğu için haliyle ona soramazdım.
Odadan çıkmıştım ki, Demet’in kaldığı odanın kapısı açıldı. Beni görünce durakladı. Gülümsedi.
“Bende sana gelecektim,” dedi kucağındaki Mehmet’i sıkı sıkı tutarken. “Mehmet’e biraz göz kulak olur musun? Benim biraz az işim var da.”
Mehmet’e baktım. Annesinin eline verdiği küçük topla oynuyordu.
“Tabi,” dedim yanlarına giderken. “Bakarım.”
“Çok teşekkür ederim, Maral. Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum. Buket zaten işte. Benimde evde işlerim oluyor. Bir yandan çocuk bir yandan ev işleri. İnan çok zor.”
Gülümsedim. “Yardımım dokunuyorsa ne mutlu bana.”
“Sakın ablayı üzme oğlum, tamam mı?” dedi Demet, Mehmet’i kucağıma bırakırken.
Mehmet’in yanağından ufak bir buse çaldım. Yanakları yumuşacıktı. Pamuk gibiydi. “Zaten uslu bir çocuk. Beni üzmesi imkansız,” dedim Mehmet’i daha fazla mıncırdamamak için kendimi zor tutarken. İlk başlarda Mehmet’e karşı biraz mesafeli olmuştum ama zamanla alışmıştım. O da bana alışmıştı. Güzel bir takım olmuştuk.
Demet’in sessiz kaldığını görünce, bakışlarım Mehmet’ten Demet’e kaydı. Gülümsemesi büyümüş, Mehmet ile ikimize bakıyordu. Yüzünde değişik bir ifade vardı. “Ne oldu?” diye sordum gülümserken. “Niye öyle bakıyorsun?”
“Yok, bir şey,” dedi omuzlarını silkerken. “O zaman bir şey olursa, bana seslenmen yeter.” Merdivenlere doğru yöneldi ve demin Demet’i bulma sebebim aklıma geldi. Mehmet araya girince unutmuştum.
“Demet?” diye seslendim arkasından.
Sesimle merdivenlerde durakladı. “Efendim?”
“Alim abin uyuyor mu? Biliyor musun? Ona sormam gereken bir şey vardı ama uyuyor olabileceği aklıma geldi.”
“O çıktı. Evde değil.”
“Çıktı mı?” diye sordum yanına doğru ilerlerken. “Ne zaman?”
“Sabah. Oluyor baya ama lütfen bana bir yere gideceğini söyleme. Geçen olanlardan sonra, yine başım ağrımasın.”
Eve gittiğim zamanı diyordu. Kendisini zor duruma sokmak hiçbir zaman istememiştim ama görünen o ki zor duruma düşmüştü.
“Yok, beni yanlış anladın. Sadece onunla konuşmam gerekiyordu. Artık geldiğinde konuşurum.” Durakladım. “Şey… Nereye gittiğini peki söyledi mi?”
“Demedi,” dedi başıyla olumsuzca sallarken. “Ama gelir birazdan.”
“Tamam, teşekkür ederim.”
Gözlerinde ki tereddüdü gördüm ama başka bir şey demedi. Mehmetle ikimizi başbaşa bırakıp, aşağıya indi. Demet gidince, salona doğru adımladım. Mehmet ile beraber salonda tur atarken, aklım çoktan Alim’e kaymıştı. Nereye gitmiş olabilirdi? Gece babamla ilgili bir durum olduğunda beni de yanında götüreceğini söylemişti. Kendisi söz vermişti. Sözüne güvenmiştim ama ya gece söyledikleri göstermelik sözlerse diye düşünmeden de edemiyordum. Böyle bir şey yapabilir miydi? Uyumadan dışarıya çıktıysa, önemli bir şey olabilirdi? O zaman bana niye dememişti?
“Dayın bana yalan söylemiş olabilir mi ortak?” diye Mehmet’e bakındım. Yerinde gayet rahattı. Elindeki topu ağzına sokmaya çalışıyordu.
Aşağıya inmeye karar verdim. Mehmet ile beraber aşağıya doğru indiğimde, Demet'i salonun penceresinden arka bahçeye çamaşır astığını görmüştüm. Salona adımlayacağım sırada ise ne olduğunu anlamadan Mehmet oynadığı topu fırlattı. Dikkatim dağıldı. Top, kayarak merdivenlerin yanındaki kapıdan girdi ve aşağıya doğru inmeye başladı. Şaşkınlıkla olan duruma bakarken, bu kapının hiç açık olduğuna şahit olmamıştım. Aşağıda Alim'in kaldığı oda vardı ve bu zamana kadar hep kapalı dururdu. Ama şimdi Mehmet'in topu aşağıya yuvarlanmıştı.
Mehmet ise elindeki topun nereye gittiğini anlamadan öylece kaldı. Yüzü asıldı. Ağlamak ile ağlamamak arasında gitti.
Ne yapmam gerekiyordu? Aşağıda Alim'in kaldığı oda vardı ve orası onun özel alanıydı ama topunu Mehmet'e vermesem, ağlayacak gibi de duruyordu.
Kucağımda mızmızlandı.
"Sakın ağlama, tamam mı? Topunu alacağız."
Kararımı böylece vermiş oldum. Bodrumdaki odaya inen merdivenlere doğru ilerlerken, yaptığımın yanlış olduğunu biliyordum ama bir yandan da aşağıyı merak etmeden duramıyordum. İlk geldiğim zamanda Bukette aşağıya inmemem için beni uyarmıştı. Bu zamana kadar hiç aşağıya bakınmak aklıma bile gelmemişti ama şu an merakım bir yandan Mehmet'in huysuzlanmasının korkusu bir yandan aşağıya doğru iniyordum.
Merdivenlerin genişliği dar değildi. Yukarıya çıkan merdivenler gibi ahşap, tahta görünümündeydi. Merdivenlere uzun bir halı serilmişti. Aşağısının aydınlığı merdivenlere kadar geldiği için ışığı hiç aramadım. Adımlarımı arka arkaya doğru atarken, kalbim ağzımdan çıkacak gibi atıyordu. Mehmet'i de yanımda sürükleyerek, son basamağa geldiğimde beni büyük bir alan karşıladı. Merdivenlerdeki halının bir başkası odaya da serilmişti. Bodrumdaki pencereleri küçük ve sıklığı odanın içini yeterince aydınlatıyordu. Tavandan evin boruları geçiyordu ama içerisi yukarıdaki odalar gibi büyüktü. Merdivenlerin karşısındaki duvarda uzunlamasına bir masa vardı. Duvara monte edilen dolaplarda hemen hemen aynı hizadaydı. Masanın üstünde bir bilgisayar, gördüğüm kadarıyla da masanın üstü de üst üste konulan kağıtlardan başka bir şey yoktu. Etrafa göz gezdirirken, Alim'in yatağı pencerelerinin altına doğru konumlandırılmış, gardırop görünümlü dolabı da yatağının hemen yanındaydı. Yatağı düzenlenmiş, dağınık değildi. Eşyaların rengi koyu tonlarındaydı ama oda ferahtı. Diğer duvarda ise yukarıdaki salondaki gibi uzun koltuk vardı. Odanın gerilerinde kapalı iki kapı bulunuyordu. Banyo ve tuvalet olabilecekleri aklıma gelmişti.
Demek Alim burada kalıyordu. Özel alanına girdiğim için kendimi rahatsız hissetsem de onunla ilgili merakım hiç körelmiyordu.
Kucağımdaki bebek mızırdandı.
Mehmet'in mızmızlanması aklıma başıma getiren oldu. Fazla vakit kayıp etmeden topu bulmalı, kimseye görünmeden yukarıya çıkmalıydım. Yoksa yanlış anlaşılabilirdim.
İlk bakışta topu göremedim. Yeşil bir toptu, nereye yuvarlandıysa görünmüyordu. Odanın içerisine doğru adımlarken, dolabın olduğu kısımdan yatağın altına doğru bakınmaya çalıştım. Boştu. Bir şey yoktu.
Geriye doğru adımladım. Mehmet ile beraber dizlerimin üstüne çöktüm. Masanın altına doğru baktığımda ise yeşil küçük topu masanın köşesinde görmüş oldum.
"Bulduk ortak," derken ileriye doğru adımladım. Mehmet ile uzanamayacağım için Mehmet'i yere bırakmak durumda kaldım. Topa uzanıp, elime aldığımda zafer kazanmışım gibi sevinmiştim. İşte o an gözüm aralık olan dolabın içine kaydı. Dolabı kapalı sanmıştım ama değildi. Kaşlarım çatıldı. Çünkü dolabın içinde kağıt parçaları sarkıyordu. Aklım bir yandan dolabı açmam gerektiğini söylüyor bir yandan da hemen odadan çıkmam gerektiğini dile getiriyordu. Merakım mantığımı yendi ve ayaklandım. Mehmet'i kucağıma tekrardan alıp, dolabın ilk kapağını kendime doğru çektim ve gözlerim şaşkınlıkla açılması bir oldu. Dolap sandığım şey dolap değildi. Daha doğrusu kapakları olan panoydu. Birçok not, birçok kağıt vardı. Alim bir dosya üzerinde çalışıyor olmalıydı. Bu dosya ne ise karşımdaki de onun çalışmasıydı.
Ve ben şu an ona bakıyordum.
Panoda ki bazı fotoğraf kareleri dikkatimi çekmişti. Bir karede büyük bir villanın kapısında dikilen adamlar vardı. Koruma gibiydi. Bu karelerden birkaç tane daha vardı ama her karede adamlar değişiyor, ev değişmiyordu. Yakın bir fotoğraf değildi. Uzaktan çekilmişti. Bir başka karede siyah takım elbiseli bir adamın yandan yakınlaştırılmış bir resmi vardı. Lüks arabasından çıkarken çekilmişti. Adam her kim ise, yaşlı, kır saçlı biriydi. Yüzündeki kırışıkların aksine adam dinç birine benziyordu. Fotoğrafın üstünde tarih ve saat vardı.
15 Mart 2019, 17:30
9 ay öncesi. Bu adamın daha başka fotoğrafları da mevcuttu. Restoranda birileriyle yemek yerken, telefonla konuşurken ve birçok kare… Üstündeki tarihler ise ya dokuz ay öncesine ya da geçen yıla aitti. Yeni bir tarih yoktu. Yanlarına iliştirilen notları okumak için biraz daha ilerledim. Muhbir bilgisi teyit bekliyor. 10 Aralık 2018. Altına sıkıştırılan not kağıdında devamı yazıyordu. Teyit yapıldı. İstanbul, Şile Yolu, Kayalık Depo. No:4/1 12 Aralık 2018. Deponun fotoğraf karesi de yanına sabitlenmişti. Issız bir deponun fotoğrafıydı. Daha birçok anlamadığım şekilde adresler, bilgiler yazılıydı. Bu sefer diğer kapağı da açtım. Bu kısımda aynıydı. Bu adam her kim ise çok fazla fotoğrafı ile bilgiler mevcuttu. Bir fotoğrafın üstüne siyah kalemle isim karalanmıştı. İskender Vural. Bu İskender Vural her kim ise Alim’in araştırmalarında önemli bir yere sahip olmalıydı. Bu kişi bir suçlu olabilirdi ve Alim de bu adam hakkında soruşturma yürütüyor olabilirdi. Aklıma sadece bu geliyordu. Tarihlere tekrardan baktım. Hepsi geçmişte kalmıştı. Bu panonun hala burada olmasının açıklaması başka bir şey olmalıydı. Alim, evinde dahil bu kadar araştırmaya devam ettiyse, bu dosya neyse çok önemli olmalıydı.
Gözlerim kır saçlı adamın bir fotoğrafına gitti. Şapkalı bir adamla parkta dikiliyorlardı. Şapkalı adamın yüzü görünmüyordu. Sırtı dönüktü. Objektife yaşlı adamın yüzü yansımıştı. Diğer fotoğraflardaki gibi İskender isimli şahıs takım elbiseli değildi. Yaşlı bedenini spor kıyafetle kaplamıştı. Koşuya çıkmış gibiydi. Bir başkası bu fotoğrafı fazla dikkat etmezdi. Fazla sıradan bir kareydi. Şapkalı adamın duruşu o an da kendisine saati soruyormuşçasına dikkatini kolundaki saate yöneltmişti. Gözlerim kısıldı. Fotoğrafa daha çok dikkat kesildim. Algım keskinliğini korudu. Adamın yüzünü şapkasından göremiyordum ama ben ne gördüğümü biliyordum. Başım döndü. Gözlerim yuvalarından fırlayacakmışçasına açıldı. Mehmet’i tutan ellerim sıklaştı. O saati biliyordum. Saatin mavi kopçasını bildiğim gibi çevçevesini kaplayan çentiklerini daha önce görmüştüm. Görmemiştim bizzat ben kendim seçmiştim.
Nefes alamadığımı hissettim. Fotoğrafı panodan çekip, aldım.
Bu nasıl olurdu?
Bu karedeki babam olamazdı!
Şapkalı adamın kolundaki saat babama geçen yıl doğum gününde aldığım saatti. Özel bir yapımdı. Ceyda ile siparişini verdiğimiz saatçiyi bile o kadar çok araştırmıştık ki… Çünkü babama özel olmasını istemiştim. Doğum gününde saati kutudan çıkardığı zaman çok beğenmiş, gözlerindeki mutluluğu görmüştüm. Her gün işe giderken o saati takmaya başlamıştı. Babama aldığım saat bu saatti. Emindim. Fotoğrafı gözlerime doğru yakınlaştırdım. Olamazdı ama o oydu. Saat aynıydı. Bu sefer şapkalı adama baktım. Babama benziyor muydu? Yoksa bu saatten başkasında da olabilir miydi? Özel yapım olmasa, başkasında da olabilirdi ama bu saat sadece babamda vardı ve kabul etmek istemesem de Alim’in panosunda bu yaşlı adam her kim ise onunla bir bağlantısı olabilirdi. Bedenimden ürperti, geçti. Titredim.
“Maral?”
Alim’in şaşkın sesi arkamdan geldiğinde panikle dönerken, elimdeki fotoğraf elimden yere doğru düştü. Merdivenlerin oradaydı ve yüzüme soru sorarcasına bakıp, bakışları yüzümden düşen fotoğrafa kaymıştı. Ardından da açık olan panoya doğru bakındı. “Burada ne işin var?”
Sesi sakindi ama ben hem fark ettiğim şeyle hem de yakalanmamın tedirginliğiyle donup kalmıştım.
Alim, fotoğrafın düştüğü alana doğru yürüdü, eğilip, yerden aldı. Gözleri tekrardan yüzümü buldu. Bu sefer kaşlarını çattı. “Sen iyi misin?”
“Ben…” Ayaklarım titredi. Bir yere oturmam lazımdı. Fotoğraf karesi gözlerimin önünden gitmiyordu. Kucağımda Mehmet olmasa olduğum yere yığılabilirdim. “Yeğenini alabilir misin?”
Büyük adımlarla yanıma ulaştı. Fotoğrafı masaya bıraktı ve uzattığım Mehmet’i kucağına aldı. Dayısını görünce demin ki mızmızlanma hali, kaybolmuştu.
“Ne oldu?” diye sordu.
Top hala elimdeydi. “Mehmet’in topu…” dedim topu ona gösterirken. “Aşağıya doğru yuvarlandı. Onu almaya gelmiştik.”
“Sorunun oyuncak olmadığını görebiliyorum,” dedi sorgulayıcı bir sesle. “Ne oldu?”
Midem bulanıyordu. Gözlerimi gözlerinden çekmek durumunda kaldım. Nereye sabitleyeceğimi bilmeden, etrafıma bakındım. Babam. Neler oluyordu? Alim bu ayrıntıdan haberdar olsa bana der miydi? Ya da haberi yok muydu? Aklım allak bullak olmuştu.
“Maral, beni duyuyor musun?”
Başımı sallamakla yetindim.
Alim, hareketlendi. Masadaki sandalyeyi çekti. “Otur, şuraya,” dedi emir verir gibi. İkiletmedim. Dediğini yaptım. Yoksa düşüp, bayılacaktım. “Mehmet’i annesine bırakıp, geliyorum ve geri geldiğimde bana neler olduğunu anlatıyorsun.”
Cevabımı almadan merdivenlere yöneldi. Yukarıya çıktığını duydum, bakışlarım kalkmadı. Panoya bir daha bakmaya cesaret edemeden oturmaya devam ettim. Kısa sürede Alim tekrardan aşağıya indi.
“Su getirdim,” dedi Alim yanıma geldiğinde. Başka sandalyeye oturmadı. Ayakta dikiliyordu.
“İstemiyorum.”
Bardağı masaya bıraktı. Biraz bekledi. “Neler olduğunu anlatacak mısın?” diye sordu sabırsızlıkla. Panonun bir kapağının kapandığını duydum. Gözlerim masadaki fotoğrafa kaçamakça göz attı. “Sorun ne? Belli ki bir şekilde buraya göz atma fırsatın olmuş.”
Bu bilgiyi kendisine verdiğimde ne düşünecekti? Babam ne işlerin peşindeydi? Bu adam kimdi? Tüm bu bilgiler neydi?
Yutkundum. Kelimeleri kafamda ki tartının üstünde bıraktım. Ona söylemeliydim. Bilmeliydi.
“Sorun,” dedim işaret parmağım fotoğrafın üstüne vururken. “Bu.”
Bakışlarım kalktı. Kaşları çatılmış, gösterdiğime bakıyordu. “Anlamıyorum, Maral. Bu adamı tanıyor musun?”
Yaşlı adamı işaret ediyordu. İskender Vural.
“Hayır,” dedim başımı sallarken. “Sende bilmiyorsun değil mi?”
“Neyi?”
“Bu adamın kim olduğunu,” dedim şapkalı adamı işaret ederken. Yüzüne doğru baktım. “Bu adam babam, Alim. Benim babam. Bu adamla ne işi olur, bilmiyorum ama bu kişinin babamın olduğundan eminim. Hem de çok eminim. ”
Yavaşça gözlerini çevirdi, fotoğrafı eline aldı. İfadesinden bunu dememi beklemediği anlaşılıyordu. “Bundan emin misin?”
“Evet, eminim,” dedim panoya bakınıp, tekrardan kendisine bakarken. “Ama babamın senin panonda bu adamın yanında ne işi olabilir ki? Anlamıyorum.”
“Baban olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diye sordu o bile buna şaşırmıştı. Şüpheyle yaklaşıyordu.
Ben de saat olayını anlattım. Yüzüme bakmadı. Gözleri fotoğrafta takılı kalmıştı. Yüz kaslarıyla beraber bedeni gerildi. Üstündeki kabanını çıkarmamıştı. Eve daha yeni gelmiş olmalıydı.
“Bu bir tesadüf olabilir mi?” diye sordum bir umutla. “Bu kareleri kim çekti? Sen mi çektin?”
Parmakları saçlarını tarayıp bıraktı. Sıkıntıya düştüğünde bunu yapıyordu. “Hayır. Bu iş için ekibimden birini görevlendirmiştim. “
Panonun kapağını tekrardan açmış, geçmişteki notlarına, bilgilerine bakınıyordu. “Bu İskender Vural, denilen adam kim peki?”
“Burada gördüğün adam yeraltı dünyasının hayaletlerinden,” dedi ve panodan aldığım fotoğrafı yerine sabitledi. Yeraltı dünyası derken neyi kast ediyordu? “Bu herif yüzünden şu an bu haldeyim.”
Gözlerim irileşti.
“Ne? Bu adam yüzünden mi sana soruşturma açıldı? Mesleğinden bu yüzden mi uzaklaştırıldın? Nasıl?” Arka arkaya sorduğum sorularla durakladım. “Özür dilerim. Anlatmak zorunda değilsin ama anlayamıyorum, Alim. Aklım çok karıştı.”
“Farkındayım. Kime güvendiğini bilmen gerek. İki sene önce narkotiktendim,” dedi Alim ilk kez kendisiyle ilgili konuşurken. Panonun kapaklarını kapamadan geriye adımladı ve kendisine masanın başındaki saldayeyeyi çekti. Sandalyeye oturdu ama omuzları çökmüştü. Huzursuzca yerinde kıpırdandı. Parmaklarını sıvazladı. Üşüme tüm bedenimi kapladı. “Yasadışı uyuşturucu, kara para aklama gibi dosyalarla ilgileniyordum. İskender Vural da yeraltı dünyasının baronlarından sadece biri. Adam da ne ararsan var. Uyuşturucu, kara para, silah kaçaklığı. Bu tür kişiler, hep işlerini alt katmaları aracılığıyla hallederler. Bağlantıları da epey güçlüdür. Yakalanmak istemezler. Bu yüzden hiçbir kanıt bulamazsın. Babam sayesinde ben bir kanıt yakalamıştım ama o sıralar da aniden başka bir şubeye atanmam gerçekleşti.”
Durdu.
“Başka şube mi? Neresi?”
Çenesi seğirdi. “Cinayet şubeye atanmıştım. Çünkü adamın onu bir şekilde araştırdığımdan haberi olmuştu.”
“Başka şubeye geçmen de o adamın parmağı mı varmış?”
Başıyla onayladı. “Bağlantıları kimlerse epey sağlam olmalı ki, beni yerimden etti ama bende üstüne gitmekten de vazgeçmemiştim. Soruşturmaya halen devam ettim. Böylece bana bir tuzak kuruldu.”
Tuzak.
“Ne?” Öne doğru çıktım. “Ne yaptı?”
“Babamın evine uyuşturucu paketlerinden yerleştirilmiş,” dedi yüzüme hala bakmıyordu. “Önceden benimde olduğum narkotikten bir ekip evi bastı ve paketleri buldu. Sonrasını tahmin edersin. İkimize de soruşturma açıldı. Babandan bu yüzden yardım istemiştim. Babamın hiçbir suçu yoktu. O sadece oğluna yardım ediyordu. Sonrada sözde kalp krizi geçirdi. Babamın vefat ettiğini bile içerideyken öğrendim. İğrenç iftirası yüzünden altı ay içeride yattım. Babamın cenazesine katılamadım. Ona karşı son görevimi yerine getiremedim. Kanıt yetersizliğinden salındım ama soruşturma hala devam ediyor. Aklanamadım.”
O durduğunda kanım adeta akmıyordu. Donmuştu.
Geçmişi hatırlamak öfkesini ortaya çıkarıyor gibiydi ama belli etmemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Belki de bu yüzden yüzüme bakmıyordu. Babası ile ilgili olanları anlatırken, çaresizliğini saklamadan kelimeleri dışarıya vurmuştu. Ruhunun çaresizliği ruhumu ezip, geçmişti. Kalbim yaşadıklarının ağırlığıyla saplanan bıçaklarla titredi. Bu çok fazlaydı. Çok fazla.
“Ben,” dedim öğrendiklerimle ruhum dönüyordu. “Çok üzgünüm.”
“Babana karşı bu kadar katı olmamın sebebini artık biliyorsun,” dedi o da. “Belki de baban da bir bilginin peşindeydi. Bu kare belki öyle açıklanabilir.” Sesinde inandırıcılık yoktu. Emin değildi. Olamıyordu. Olamazdı.
“Olabilir mi? Görevi gereği mi bu adamın yanında olabileceğini düşünüyorsun?”
Sustu. Gözleri onu izleyen gözlerimi buldu. İfadesinden sorum hakkında tereddüde düştüğü belliydi. “Gerçek düşüncemi bilmek istiyor musun?” diye sordu. Gerildim.
“Evet.”
“Emin değilim ama,” dedi yavaşça. Söyleyeceği şeyin üstümdeki etkisini kestiremiyordu. “Eğer babanın İskender Vural ile bir bağlantısı varsa, bana neden yardım etmediği anlaşılır.”
Kaşlarım ansızın çatıldı. “Ne demek istiyorsun?”
“Ne demek istediğimi biliyorsun.” Kısa ve net cevabıyla parmak uçlarıma kadar üşüdüm. Biliyordum.
“Babamın bu adamla işbirliği mi yaptığını düşünüyorsun? Bağlantılarından biri de babam mı?” Başımı olumsuzca salladım. Sandalyeden ayağa fırladım. “Bunu mu ima ediyorsun?”
“Babanın intihar etmeyi düşündüğü hiç aklına gelmiyor mu?”
“Bu da nereden çıktı? Benim babam intihar etmedi. Sen de biliyorsun.”
“Biliyorum ama bu o gece böyle bir düşüncesinin olduğu gerçeğini değiştirmez. Sana neden son sözlerini yazdığını sanıyorsun?”
“Saçmalıyorsun.”
“O mektup bir intihar mektubu, Maral. Bu yüzden baban bizi hatta babamı bulmanı istemiş. Kızının yalnız kalmaması istemiş. Belki de baban babama karşı borcunu böyle ödemek istedi,” dedi ayakta dikilen bana bakarken. Her şey karışıyordu. Düşüncelerimin üstüne kara bulutlar çökmüştü. “Ama o gece her ne olduysa işler ters gitmiş olmalı.”
Babamın mektubunu, intihar mektubu olabilme ihtimalini her zaman ret etmiştim ama o gece cinayete kurban gittiyse, o mektubu bana neden yazmış olabilirdi? Bu doğruysa babam neden intihar etmek istemişti ki? Bu soruya neden cevabım yoktu? Çıldıracaktım. Başka bir şeyler de olmuş olmalıydı. Sadece bilmiyordum.
Midem durmadan bulanıyor, ağlamak istiyordum. Parmak boğumlarım uyuşmuştu. Sonra ise elimdeki topu sımsıkı sıktığımı fark ettim. Topu Mehmet’e vermek üzere hırkamın cebine koydum.
“Bu çok ağır bir itham,” diye sayıkladım. Panoya doğru döndüm. Babamla o adamın karesi. Çıkmaza mı girmişti? Alim’e doğru döndüm. “Belki de tehdit alıyordu. Olamaz mı?”
“Olabilir ama şunu bilmelisin ki, bu işin sonunda babanla ilgili istemediğin şeyler de öğrenebilirsin,” dedi tane tane. Sanki sindirmemi istiyordu. “Her şeye karşı hazırlıklı olmalısın.”
“Gerçek neyse öğrenmeye hazırım ben. Tüm bunların elbette bir açıklaması vardır.”
“Sadece işin sonunda üzülmeni istemiyorum,” dedi birden. “ Gerçek bazen insanı mutsuz eden tek şey olabilir.”
“Üzülmem için ilk önce gerçeği bilmem lazım. Bende babamın telefonunu isteyecektim. Alabilir miyim?”
Aramızda kısacık bir sessizlik yaşandı. Sessizlikten sis, oluşmaya başlayacaktı ki, “Panonun yanında ki dolabı aç, orada,”dedi.
Dediğini yaptım. Dolabın içinde kat kat rafların üstünde kitaplar, dosyalar vardı. Babamın telefonu da mavi klasörün üstündeydi. Küçük telefonu elime aldım. Bulduğum zamanı hatırladım.
“Şarj cihazı bulmam lazım. Nereden alabilir miyim?”
“Cihaz aramana gerek yok,” dedi. Ayaklanmıştı. Ardından da paltosunun cebinden siyah ufak şarj cihazını çıkardı.
“Almışsın.”
“Sana bugün bunu verecektim,” dedi yanıma doğru gelirken. “Telefonun markası eski olduğu için biraz uğraştırdı ama en sonunda bulmayı başardım.”
“Bugün bunun için mi dışarıya çıkmıştın?”
“Sen ne sandın?” diye sordu cihazı elinden alırken.
“Hiçbir şey.”
“Yoksa gece verdiğim sözü tutmadığımı mı düşündün?” diye sordu şüpheyle. Bu adam beni ne zaman bu kadar net çözmüştü? “Böyle bir şey yapmam. Söz verdiysem sözüm senettir.”
“Beni yanlış anladın. Öyle demek istemedim.”
O an Demet’in adımı seslendiğini duydum. Başım çevrildiğinde ensemde topladığım saçımın ucu omzuma geldi. “Burada olduğunu bilmiyor,” dedi Alim, cevap vermemi engellerken. “Migreninin tuttuğunu söyledim. Bilmemesi daha iyi.”
Gitme zamanım gelmişti. Öğrendiklerimle tavanın üstüme üstüme gelmesi ise başka bir meseleydi. “Gitsem iyi olacak, o zaman. Kardeşin şüphelenmesin,” dedim kendisine dönerken.
Beni onayladı.
Arkamda Alim ve panodaki her şeyi geri de bırakarak, merdivenlere doğru adımladım. Merdivenlere doğru çıkmıştım ki, omzumdan arkama doğru bakınma dürtümü es geçemedim. Panoya doğru dönmüştü. Uzun boyu bulunduğu kısımdaki panodakileri kaplamıştı. Kendisinin de kafasının karıştığını anlayabiliyordum ama bana bugün burada anlattıklarıyla kendi içini açmıştı. Beklemiyordum ama anlatmıştı. Anlattıkları ise hiç tahmin edemeyeceğim şeylerdi. Geçmişte çok ağır şeyler yaşamış, iftiraya kurban gitmişti.
O sırada sanki izlendiğini hissetmişçesine aniden arkasına bakındı. Bulunduğum yerde beni görünce, soru sorarcasına gözlerini dikti. “Bir şey mi unuttun?”
Soru kendime gelmeme neden oldu. Kalbimin atışı damarlarımda yankılandı. “Yok, hayır,” dedim hızlıca. Elimdeki telefonu gösterdim. “Sadece telefon açıldığında haber veririm diyecektim. Tabi açılırsa…”
“Anlaştık,” dedi başını belli belirsiz sallarken. “Bekliyor olacağım.”
“Pekala.” Gidip gitmemek arasında çelişki de kalırken, kendi ve pano ile ilgili daha fazla bilgi öğrenmek istememin sebepleri aklımdan geçiyordu ama arkamı döndüm ve en sonunda merdivenleri tırmandım.
Yukarıya çıktığımda ise kulübede karşılaştığımız an geçmişten bulunduğum zamana doğru sızdı. Yalnız ve her şeyden saklanmak ister gibi hali gözlerimin önüne düştü. Alim Polat, hiç kimsedir lafı aklımda yankılandı. Kalbim sızladı.
Aklımın bir yanında da babamla o adamın karesi vardı. Babamla Alim’in yaşadıklarının bağlantısının olabilme ihtimali kanımı donduran bir sebepti. Şu an bilmiyordum ama öğrenecektim. Öğrendiğimde ise Alim’in de dediği gibi üzülmekten daha doğrusu babama karşı inşa ettiğim, güven duvarının altında kalmaktan ölesiye korkuyordum.
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |