
İYİ OKUMALAR
-19-
Küçük bir çocukken ölüm kelimesinin ne olduğunu bilmiyordum. Sadece annemin diğer ailelerde olduğu gibi evde hiçbir zaman olmayacağını biliyordum.
Babam, ben iki yaşındayken annemin trafik kazasında vefat ettiğini dünyayı anlamaya çalıştığım yaşımda söylemişti. Kaç yaşında bu bilgi bana gelmişti, hatırlamıyordum. Çocukluk anılarımda anneme dair herhangi bir iz bulunmazdı ama en çokta annemin yokluğunu lise zamanlarımda yaşadığımı hatırlıyordum. Ergenlik çağındaki bir kız için annenin varlığı her şeydi. Okulda bir sorunla karşılaştığımda ya da kendimi mutsuz hissettiğimde anlatmak istediklerim olurdu. İçime ata ata ruhum derin çukurlar oluşmuştu. İşte o zamanlar, Ceyda ile tanışmam gerçekleşmişti. Lise bire giderken, kendisiyle tanışmış, yalnızlığımı arkadaşımla paylaşmıştım. Sıra arkadaşımdı, dert ortağımdı. Önceleri, farklı mahallede oturuyorlardı ama lise ikiye geçtiğimizde ise bizim eve yakın oturmaya başlamışlardı. Sonra da beraber, okula gitmeye başlamış, üniversiteyi bile aynı yer de, aynı bölümde okumuştuk. Hayatımda kardeşim gibiydi. Babamdan çok kendisini görüyor, beraber yemek yiyor, beraber gülüyorduk.
Hayat hikayemi bilmesinin ardından annesiyle ilgili hiçbir mutlu ya da üzüntülü anını bana anlatmazdı. Sanki ben onları dinleyince üzüleceğimi sanır, hep bu konulardan uzak dururdu. Böyle de ince düşünceli biriydi. Benim için ise önemli değildi ama bunu Ceyda’ya kaç kere söylemiş olsam da o hep böyle devam etmişti. Bu yüzden kendisinden sakladıklarım yüzünden, içten içe üzüntü ruhumu kemiriyordu. Bu zamana kadar saklamam bile yanlıştı. Yanlış olduğunu biliyor ama doğru adım adına bir şey yapmıyordum. Bugün ise yapacaktım.
Eve yakın kafede buluşmayı tercih etmiştik. Ceyda ile birçok kez burada oturup, sohbet etmiş, bir şeyler içmiştik. Kendisini beklerken, söze nasıl başlayacağımı, bu zamana kadar olanları nasıl söyleyeceğim hakkında en fikrim yoktu. Ama ona babam hakkında öğrendiklerimi, Alim ve ailesinden bahsetmeye kararlıydım. Nerede kaldığımı ve neden kendisine yalan söylediğimi söyleyecektim. Sadece bunu nasıl yapacağım hakkında fikrim yoktu.
Kafeye tek gelmemiştim. Buket ile Alimde buradaydı. Bulunduğum tarafa dönük olan Alimdi. Buket ise tam karşısındaydı. Yüzü tam görünmüyordu.
Ceyda ile buluşmam gerektiğini mesaj yoluyla söylediğim de tek gitmemem gerektiğini söylemişti. Yanımda bulunmasının gerekmediğini söylediysem de, olan durumlardan dolayı dediğime aldırmamıştı. Annesiyle buluşmasının ardından bir daha kendisiyle yüzyüze konuşamamıştım. Dün akşam nöbet tuttuğunu bildiğim için mesaj atmış, geri dönüşü sağlamıştı ama buraya gelirken Buket’in de geleceğini hiç tahmin etmemiştim.
Sabah kahvaltı masasını toplarken, ağzımdan arkadaşımla buluşacağım çıkmış, ikizlerde duymuştu. Vukuatlı olduğum için Demet abisinin bilip, bilmediğini sormuş, doğruyu söylemiştim. O esnada da anneleri konuşanları duymuş, Buket’in de bizimle gelmesi gerektiği söylemişti. Anneleri tatlı bir kadındı ama aynı ki ortamda olunca üstümden atamadığım bir tedirginlik oluşuyordu. Fikrine itiraz etmemiştim. Gelmek istiyorsa gelebilirdi. Sonuçta abisinin yanında güvende olurdu.
Telefonumun saatine baktım. İki buçuğa geliyordu. Günlerden hafta sonu olduğu için kafede kalabalıktı. Cam kenarına uzaktım. İçeriğe girmeden hemen önce cam tarafına oturmamam gerektiğini Alim söylemişti. Nedenini sormadım. Dediğini yapmıştım.
İçerisi sıcaktı ama hava kapalı ve soğuktu. Yağmur yağacak gibiydi. Montumun içine mor bir kazak giymiştim. Üstünde de hırkam vardı ama ellerim hala buz gibiydi. Strese girdiğim zamanlarda böyle oluyordu. Bedenim üşümese bile parmaklarım buz gibi olurdu.
Bakışlarım, çaprazıma gelen masadakilere kaydı. Birbiriyle konuşuyorlardı. Aslında Buket anlatıyor, abisi dinliyordu. Arada cevap vermek için ağzını açıyordu. Masalarında iki çay sipariş etmişlerdi. Garson benim masama geldiğinde ise arkadaşımın geleceğini söylemiş, kendisini yollamıştım. Ellerim soğukluğunu hissetmeye devam ederken, keşke kahve sipariş etseydim diye düşündüm. Hiç yoktan ellerimi fincana değdirip, ısınmaya çalışırdım. O an sanki onları izlediğimi hissetmiş gibi Alim’in bakışları bulunduğum tarafa kaydı. Bakışlarımı kaçırdım, sanki etrafa bakınır gibi yaptım. O sırada telefonuma mesaj geldi. Mesaj Ceyda’dandı. Kafenin önünde olduğu yazıyordu. Birkaç saniye sonra da kafenin kapısı açıldı ve gözlerim kapı tarafına kaydı. Kendisini görmüştüm. Oturduğum masayı görmesi için hemen ayağa kalktım ve masalarda beni arayan gözlerinin dikkatini çekmek adına el salladım. Beni gördüğünde gülümsedi ve hızla masaların arasından yanıma doğru gelmeye başladı.
Elimdeki telefonu masaya bırakırken, gülümsemesine karşılık verdim ve yanıma geldiğinde sımsıkı sarıldık. Arkadaşımı özlemiştim. Onun da beni özlediğini sıcak kucaklaşmasından anlayabiliyordum.
“Nasılsın?” diye sordum yan sandalyeye oturduğunda.
“Çok şükür, iyiyim. Sen nasılsın?” diye sordu o da. Gülümsedim. Sormak için sormuyordu, gerçekten nasıl olduğumu bilmek için soruyordu. Gözlerinden çok belliydi.
“Daha iyiyim,” dedim gülümsemem büyürken. “Hatta seni görünce daha iyi oldum. Seni özlemişim.”
“Ben daha çok özledim.” Çantasını yan sandalyeye koydu. Üstünde uzun siyah bol kabanıyla, başında kremsi rengindeki şalı vardı. “Bunu bence tartışmayalım.”
“Ne içersin?” diye sordum, garsonu çağırırken. “Sen gelmeden bir şey söylemek istemedim.”
“Keşke beni beklemeseydin,” dedi sanki dün konuştuklarımızı konuşmamış gibi, sıradan konuşuyorduk. “Dışarısı buz gibi.”
“Ama içerisi sıcak.”
Garson siparişimizi almak için yanımıza geldi. İki tane sütlü kahvede karar kıldık. Garson siparişleri getirmek için yanımızdan ayrıldı.
“Eee, ben yokken neler yaptın?” diye sordum ansızın.
“Birkaç iş başvurusu dışında pek bir şey yapmadım ama geri dönüş pek olmadı. Ben de durumlar aynı, sende durumlar nasıl?”
Üniversiteden mezun olduğumuzda bir sonraki adımımız okuduğumuz mesleğe adım atmak olmalıydı. O zamanlar bende böyle düşünüyordum ama şu an ki durumum ise çok farklıydı.
“Ben de durumlar biraz karışık. Kahveler gelsin, anlatacağım.”
Gülümsedi ama belli etmeye çalışmasa da söyleyeceklerimi merak ettiğini biliyordum. Kısa sürede kahveler geldi, masada yerini aldı. Ellerim fincana değdiğinde, buz gibi ellerim sıcakla buluştu. Parmaklarım fincanda gidip geldi.
“Aslında, buranın kahvesini bile özlemişim,” dedi Ceyda kahvesinden bir yudum alırken.
Kahveden tat almamıştım ama kendimi, “Ben de,” derken buldum. Aramızda bir sessizlik oldu. Kafedeki diğer sesler duyuldu. Yerinde kıpırdanırken, bakışlarım tekrardan çaprazımdaki masaya kaydı. Avuçlarımdaki sıcaklığı daha da hisseder oldum. Alim’in gözleri etrafı kolaçan ediyordu. Buket ise başını eğmiş, sanırım telefonuna bakıyordu. “Nereye bakıyorsun? İlgini bana ver,” dediğini duydum Ceyda’nın. “Çok tuhaf.”
Sesindeki şaşkınlığı hissederken, bakışlarım Ceyda’ya kaydı.
“Ne dedin?”
Bakışlarını çekti. Yüzüme baktı. “Gerideki masaya bakıyordun. Demin baktığın masadaki adamı diyorum. Daha önce gördüm gibi geldi.”
Nereye baktığımı anlamış olmalı ki, dikkatini çekmişti.
“Gördün zaten,” deyiverdim. “Eve hırsız girdiği zamanı hatırlıyor musun? Hayatımı birinin kurtardığını söylemiştim.”
Konuşmanın zamanı gelmişti. Gözleri o an irileşti. “Evet. Bir dakika, hatırladım. Babanın arkadaşının oğlu olduğunu söylemiştin.”
“Her şeyi en baştan anlatsam daha iyi olacak.”
Başlıyordum.
Başıma gelen her şeyi, bu sefer yalansız, herhangi bir yanlış olmadan doğru bir şekilde anlattım. O akşam eve giren kişinin silahlı olduğunu, beni rehin aldığını, evde babama ait olan her ne ise onu aradığını, Alim’le önceki tanışmamızı, beni kurtarmasını herkesi, en baştan anlattım. Alim’in ailesinden bahsettim. Onlarda misafir olduğumu, bu zamana kadar orada ailesiyle kaldığımı atlamadım. Alim’in babasına olanları, babamın kendisine yardım etmediğini bile söyledim. Hiçbir ayrıntıyı atlamadım. Yeni gelişmeleri de dudaklarımdan çıkardım. Babamın raporlarında bir karışıklık olduğunu, saldırıya uğradığımızı bu sefer hiçbir durağı atlamadan dedim. Beni dinledi. Sözüm bitene kadar, sesini çıkarmadı ama anlattıklarımı dinlerken, yüzünün ifadesi birbirini kovaladı. Mimikleri her bir şey söylediğim de bazen kaşları çatıldı, bazen de şok içerisinde kaldı. Bu kadarını beklemediğini yüzündeki durumdan anlamıştım.
“Babamın arabasını bıraktığım gün eve gelmiştim. Babamın kullandığı telefonu arıyordum ama benzinin biteceğini hiç hesaba katmamıştım. Günlerdir araba orada, almaya gelemedim.”
“Sende şimdi tüm yaşadıklarını bana anlatıyorsun, ” dedi en sonunda Ceyda. “Babanın arabasını dün görmesem bunları, Allah bilir ne zaman bana anlatacaktın.”
Kırıldığını gözlerinden anlayabiliyordum. Yerinde olsam, bende kırılırdım. Çünkü bu zamana kadar birbirimize her şeyi anlatmıştık. Bunu bozan bendim.
“İnan, anlatmayı istedim ama başım beladayken, senin başının da belaya girmesini istemedim.”
“Bu düşüncenle şimdi de başım belaya girebilir,” dedi haklı olarak. “Bunun garantisini verebilir misin?”
“Veremem.”
“İşte bu yüzden en başında anlatacaktın, Maral,” dedi makul bir sesle. Sesinde kızgınlık yoktu. Sadece anlamaya çalışıyordu. “Seni yargılamıyorum. Yanlarında kaldığın aile anlattığın kadarıyla iyi birileri. Sadece kaldığın yere alışana kadar nasıl bir yabancılık çekmiş olabileceğini düşünüyorum. Yani çekmiş olmalısın, bizim evde bile rahat değildin. Seni tanıyorum. Belki şimdi o yabancılığı hissetmiyor olsan bile ilk başlarda hissetmiş olmalısın ve ben bunu atlatana kadar yanında olmak isterdim. Anlıyor musun beni?”
Ceyda sadece bu süreçte yanımda olmak istemişti ama ben buna izin vermemiştim ve dediği gibi zorluğunu da çekmiştim. Hala da çekiyordum.
“Özür dilerim,” diye mırıldandım.
İstediğim zaman kendisini arayıp, yaşadıklarımı anlatamamıştım. Hep kendi içimde halletmeye çalışmıştım. Çalışırken de zorlanmış, ruhumda izi kalmadan halledememiştim. Çünkü hayatta başımıza ne gelirse gelsin, birilerinin desteğini isterdik. En azından paylaşmak isterdik. Belki bizi anlamamalarından korkardık ama gerçekten bizi tanıyanlar, anlardı. Derin izlerimizi hissederlerdi.
Ceyda’da o kişilerden biriydi.
“Tek bir şartla özrünü kabul ederim,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Bundan sonra bana her şeyi anlatacaksın. Saklamayacaksın. Anlaştık mı?”
Gülümsemesine karşılık verdim. “Anlaştık.”
Önümdeki kahveyi işaret etti. “O zaman kahveni iç ama buz gibi de olmuş olabilir.”
Doğru olabilirdi. Konuşmaya başladığımdan beri sadece ellerim sıcaklığını hissetmiş, bir yudum bile almamıştım. Kahvemi yudumladım. Ilıktı.
Kafeye geldiğimden beri, ilk defa omuzlarımdaki gerginlik kalkmıştı. Kendimi hafiflemiş hissediyordum. Biraz başka şeylerden konuştuk. Eski anılarımızı hatırlayıp, konudan biraz uzaklaştık. İyice gevşemiş, rahatlamıştım. Konuşurken, sanki eskilere gitmiş, bu da bana iyi gelmişti. Bu da normal gibi hissettirmişti. Geçmişte ki normalliğimin içinde gibiydim.
“Seni cidden iyi gördüm,” dedi en sonunda Ceyda. “Belki de o insanlar sana iyi gelmiştir.”
“Tanısan sen de seversin. Çok iyi insanlar. Yabancılık çekmemem için beni bir kınaya bile götürdüler.”
“Ciddi misin?” diye sordu Ceyda. “Ben seni yengemin kınasına bile götüremedim. İyi yapmışlar.”
“Senin kınana gelirim, merak etme. Artık tecrübeliyim.”
Gülümsedi.
“Geleceksin tabii. Hele bir gelme.”
Gülümserken, bakışlarım diğer masaya kaydı. Yanlarında garson vardı ve Buket’in önüne bir dilim pasta bırakıyordu. Aslında bir başka tabağı alıp, yeni bir tabak bırakıyor gibiydi. Alim ise Buket’e bir şeyler diyordu. Sanırım Buket, durmadan bir şeyler yemek istiyordu. Garson yanlarından gittikten sonra Buket, abisine çatal uzattı ama Alim istemediğini dair başını salladı. Buket ise başka bir şey yaptı. Pastadan bir parça alıp, abisinin ağzına doğru uzattı. Alim’i zorluyordu, çok belliydi ama Alim kardeşinin elini tutup, çatalı Buket’e geri çevirdi. Yüzünde tebessüm vardı. Onu gülerken, görünce dudaklarımdaki gülümseme büyümeden duramadı.
“Ama ben en çok kimi merak ettim, biliyor musun? Şu minik Mehmet’i. Anlattığın kadarıyla tam sevmelik.”
“Evet,” dedim ilerideki manzaraya bakarken. “Aynı dayısı gibi.”
Ağzımdan çıkanı ise sonra kulaklarım duydu. Gözlerim açıldı ama çok geçti. Gözlerimi Ceyda’ya çevirdiğimde duymuş olduğunu soru sorarcasına yüzüme bakmasından anlayabiliyordum. Ama yüzünde farklı bir sırıtış vardı.
“Ne oldu?” diye sordum boğazımı temizlerken. Kahvemden bir yudum almaya çalıştım ama Ceyda hala bana bakmaya devam etti. “Niye öyle bakıyorsun?”
“Demin ne dedin sen?”
“Ne demişim? Bir şey demedim.”
“Dedin. Dedin.” Öne doğru çıktı. “Bir şeyler olmuş sana. Çok belli.”
“Saçmalama,” deyiverdim, gözlerimi Ceyda’ya bakmadan, masaya dikerek. “O da nereden çıktı? Ben aynıyım. Tanımıyor musun beni?”
“Tanıdığım için değişimini fark ediyorum zaten. Hani bana her şeyini anlatacaktın, Maral?” diye sordu sitemkâr şekilde. “Minik Mehmet’in dayısıyla ilgili sen de bir şeyler var. Hadi, anlat.”
“Bir şey olduğu yok. Sana anlattım. Hayatımı kurtardı, bana yardım ediyor. Bu kadar.”
“Niye yüzüme bakmıyorsun o zaman?”
Bakışlarımı kaldırdığım gibi Ceyda’dan tekrardan çektim. Elimdeki bardağımı sımsıkı tutmuş, dudaklarıma götürmüştüm. “Bakıyorum ya. Sana öyle gelmiş.”
“Hadi ama Maral. Sözüne hiçte sadık değilsin.”
Elimdeki fincan tabağını buldu, başım yana doğru gitti, alnımı çaresizce sıvazladım. Gözlerim kalan kahvenin kırıntılarına gitti. Kendimden beklemediğim bir şekilde ise Ceyda’nın sorusunu onaylarken buldum. Diğer masaya bakmamak için gözlerimle savaş halindeydim. En sonunda omuzlarım çöktü. Bakışlarımı cevap bekleyen Ceyda’ya çevirdim.
“Pekâlâ. Ne duymak istiyorsun?”
“Gerçeği. Adama karşı hislerin mi var?”
“Tek taraflı bir şey. Yanlış anlamanı istemem.” Devamını beklerken, meraklı gözlerle izliyordu. “Sadece kendi içimde. Biliyorum. Ne zaman olduğunu da sorma sakın ben de tam bilmiyorum ama doğru. Nasıl anlatacağımı bile bilmiyorum ama bildiğim hep yanında olmak istediğim. Konuşmasak bile yanımda varlığını hissetmek istiyorum. Mesela şu an aynı yerde, aynı ki ortamdayız değil mi? Bu bile yetiyor.”
Durakladım. Bekledim. Kendi içimde yaşadıklarımı birine anlatıyor, sarmaşıkların arkasından çıkıyordum.
“Maral,” dedi Ceyda hayretle. “Seni daha önce böyle görmemiştim. Hatta hiç böyle konuştuğunu bile hatırlamıyorum.”
“Haklısın. Ben bile kendime yabancıyım. Bunu şu an itiraf ettiğime bile inanamıyorum. Biliyor musun? Benim yüzümden geceleri uyumuyor bile, Ceyda. Kendi evinin önünde nöbet tutuyor. Benim yüzümden buna katlandığı için kendimi hiç rahat hissetmiyorum. Çünkü onlarda kaldığım süre boyunca kendi ailesinin de tehlike de olduğunu biliyor. Şimdi annesi de geldi. Ne yapacağım hiç bilmiyorum. O insanları bilerek, tehlikeye nasıl atarım? Her gün bunu düşünüyorum.”
“Ah, canım arkadaşım,” dedi Ceyda, destek verircesine bileğime dokundu. “Neler yaşıyormuşsun böyle?”
“Gitmek istedim ama kararımı değiştirmemi sağladı. Ailesinin güvenliğini benden çok düşündüğünü söyledi. Bu yüzden geceleri ayakta. Bu yüzden uyuyamıyorum ya da uyusam bile iki, üç saat bir şey uyukluyorum. Benim yüzümden ayaktayken, ben nasıl uyurum?”
“Polis olduğunu söylemiştin. Elbet ne yaptığını, biliyordur.” İçimi rahatlamaya çalıştığının farkındaydım ama o da benim gibi biliyordu. “Çok fazla düşünmemeye çalış.”
“Tüm bunların hemen sonlanmasını istiyorum. Bir yandan da her şey sonlandığında hayatından çıkacağımı biliyorum. Belki de bu yüzden, geceleri öylece oturmak yerine onu izliyorum. Gün içinde karşılaşmadığımız zamanı böyle tamamlıyorum.”
Yutkundum ama boğazıma bir şey yapışmıştı.
“Bir dakika,” dedi Ceyda, tıkandığımı fark etmişti. “Niye öyle dedin? Belki de çok farklı şeyler olabilir. Bu ihtimal hiç aklına gelmiyor mu?”
Neden bahsettiğini, anlamıştım. Burukça gülümserken, çenem titrer gibi oldu. “Sana gördüğüm fotoğraftan bahsetmiştim. Eğer,” dedim kalbim sıkışırken. Burnumu çekerken, gözlerim gitmesi gerekeni bilirmişçesine Alim’in bulunduğu tarafa kaydı. Ayaklanmıştı ve elindeki telefonuna bakıyordu. “Babamın gerçekten de Alim’in mesleğinden edilmesinin arkasında ufak payı varsa bile yüzüne bakamam.”
Telefonunu cevaplayıp, kulağına götüreceği sırada ise beklemediğim şekilde gözleri gözlerime değdi. Burnumun sızladığını hissettim. Belki de beni kontrol etmek istemişti ama bir an durakladı.
“İyi misin?” diyen Ceyda’nın sorusu kulağıma ulaştı.
Ses edemedim. Zihnimde çevrilen ihtimali kendi sesimden duymam ile afallamama hazırlıksız yakalanmıştım.
“Ben…” dedim gözlerimi çekerken hızlıca. Ayağa kalktım. “Sanırım lavobaya gitsem, iyi olacak. Birazdan dönerim.”
“Ben de geleyim,” dedi Ceyda’da ayaklanmaya çalışırken. Yüzümün nasıl göründüğünü, bilmiyordum ama Ceyda’nın bakışlarından iyi görünmediğim belliydi. “Seni yalnız bırakmak istemiyorum.”
“Sen kal. Şimdi bir şey oldu sanırlar.”
“Yapma böyle, Maral. Yanında olmak istiyorum.”
“Lütfen, kal. Hemen dönerim,” dediğim gibi önceden bildiğim kadınlar tuvaletinin bulunduğu koridora doğru adımladım. Koridor, bulunduğum tarafa yakın olduğu için, Alimle Buket’in masasının yanından geçmeme gerek yoktu. Gözlerimi yere sabitleyip, olabildiğince büyük adımlarla kadınlar tuvaletine vardım. İçeride kimse yoktu. Kendimi kabinlerden birine atarken, ilk gözyaşım elimin üstüne o an düştü. Sırtıma kabinin kapısına dayarken, hıçkırıklarımı tutmaya çalıştım. Daha önce hiç dışarıda, böyle olmamıştım. Belki de o fotoğrafı gördüğüm an yapmam gereken şey şimdi oluyordu. Belki de kendime itiraf edememiş, bu ihtimali görmek istememiştim ama ihtimal oradaydı.
Alim babam yüzünden hapis yatmış olabilirdi. Babam yüzünden ailesinden ayrı kalmış olabilirdi. Babamla İskender Vural’ın bir bağlantısı olabilirdi.
Ve ben babamın hayatını mahvetmiş olabilecek adama aşık olmuştum.
Ceyda’ya söylemesem de bunu ilk kez dün akşam, yarasının ufak bölümünü gösterdiği zaman anlamıştım. Belki bu duygunun tohumu kalbime önceden yerleşmişti ama tohumun filizlenmesi yavaşça hücrelerime işleyerek kendini göstermişti. Dün duygularım kendini benliğime gösterirken, bugün de dilim itiraf etmişti. Yutkunmaya çalıştım, buğulu gözlerim fayansları buldu.
Ansızın kabinin kapısı tıklatıldı, elimin tersiyle gözlerimi silmeye çalıştım.
“Dolu,” dedim pürüzlü sesimle.
“Benim,” diyen Ceyda’nın sesi kabinin dışından geldi. Montumun kollarına geri kalan belirtileri de yok etmek için acele ettiğim gibi kilitlediğim kabinin kilidini açıp, dışarıya çıktım.
Endişeli gözlerle, yüzüme bakarken, “Kız kardeşi seni sorunca, arkandan gelmesin diye geldim. Sanırım kalktığını görmüşler,” diyerek gelmesini açıkladı. “Bir şeyin olmadığını söyledim ama galiba inanmadı. Bende babanı hatırladığını söyledim. O zaman inanır gibi oldu.”
“İyi yapmışsın,” dedim lavaboya doğru ilerlerken. Suyu açıp, iki kere yüzüme çarptım. Ardından da peçeteyle yüzümü kuruladım.
Çöpü kutuya atarken, “İyisin değil mi?” diye sordu Ceyda.
“Merak etme. İyiyim,” dedim gülümsemeye çalışırken. “Gözlerimin kızarıklığı belli oluyor mu sence?”
“Duygularını saklamakta epey başarılısın.” Hala gözlerinde tedirginlik vardı ama üstelemedi.
“İltifatın için teşekkür ederim. İyi görünüyorsam, çıkalım.”
Oturduğumuz masaya vardığımızda ise Buket’in masamızda oturduğunu gördüm. Gelmemizi bekliyor olmalıydı ya da masada bırakılan eşyalara göz kulak oluyordu. Bizi görünce gülümsedi, ayaklandı. Nasılsın gibi bir cümle kurmadı. Sanırım Ceyda’nın cümlesi işe yaramıştı.
“Arkadaşınla sen tanıştırmadın beni Maral ama ben kendim tanıştım. Her ne kadar sizlerle oturmak istesem de abim kalkmamız gerektiğini söylüyor. Bir dahakine masanızda bende oturacağım. Abimle oturmak çok sıkıcı olduğunu bu kez bir daha anladım. Beni de alırsınız değil mi kızlar aranıza?”
“Tabii,” dedi Ceyda. “Bir dahakine söz.”
Gülümsemeye çalıştım ama aklım Alim’deydi. Buketle Ceyda konuşurken, çantamdan cüzdanımı çıkardım. “Ben hesabı ödemeye gidiyorum.”
Tam adımımı atmıştım ki, Buket konuştu. “Boşuna gidersin. Abim ödedi.” Parmaklarım cüzdanımın yüzeyinde gidip gelirken, bir şey demedim. Toparlandığım gibi montumun fermuarını boğazıma kadar çektim. Kafenin kapısında, Ceyda ile vedalaştım. Eve varınca mesaj atmasını istedim.
“Çok soğukmuş,” dedi Buket, arabanın park edildiği açıklıkta ilerken, koluma girmişti. “Üşümüyor musun sen?” Elime dokundu. “Ellerin benimkilerden de soğuk. Abim inşallah arabanın klimasını açmıştır.”
Oradaydı. Arabanın içine girmemiş, bizi bekliyordu. Ellerini ceplerine sokmuş, kaputa yaslanmıştı. “Abi, arabanın klimalarını açmadığını sakın söyleme,” diye seslendi Buket, yanına vardığımızda. “Benden çok, Maral donuyor. Elleri buz gibi.”
“Araba çalışıyor,” dediğini duydum Alim’in.
“Çok şükür,” dedi Buket’te, ön koltuğa kendini bırakırken.
Bulunduğu tarafa bakmadan, arabaya doğru ilerledim. Tam arka kapıyı açacağım sırada ise Alim tekrardan konuştu. “Arkadaşınla aradanki durumu düzelttin mi?” diye sordu.
“Evet. Sorun yok,” dedim başka bir şey demesini beklemeden, arabanın içine girdim. Birkaç saniye sonra ise Alim de arabaya binmiş oldu. Araba geri geri çıkıp, kafenin otoparkından çıktı.
“Isındın mı, Maral?” diye sordu Buket, arkaya doğru dönerken. “Ellerin buz gibiydi.”
Ellerim birbirini sıvazladı ama hala ellerim soğuktu. Biraz çatlar, sonra kendine gelirdi. Önemli değildi. “İyiyim. Teşekkür ederim.”
Buket, ansızın arkaya doğru atıldığında, Alim kardeşini uyardı ama ben ne olduğunu bile anlayamadan ellerime tekrar dokundu. “Yalan söylüyor, elleri buz gibi. Vücudun kansız mı acaba?”
Ellerimi kendime doğru çektim. “İyiyim, ben. Önemli değil.”
Gözlerim, dikiz aynasına ansızın takıldı. Alimle karşılaşmamak adına da hemen çektim. O arada araba evime yakın bir benzinliğe girdi. Alim, arabadan çıktı. Onu izlemek istesem de kendimle savaşıyordum. Arabanın içindeki sessizlik Buket’in telefonuna gelen mesajın sesiyle dağıldı. Benim telefonum sessizdeydi. Torpido gözünün açıldığına dair ses geldi. Buket, elini uzatmış, bir şey arıyordu. Kulaklarım duyuyor ama gözlerimi ileriki yoldan geçen arabaları izliyordum. Torpido gözünün kapatıldığına dair ses duyuldu.
“Maral?” diye seslendi ardından da arkaya doğru dönerken. “Ellerine bunları giyer misin?”
Buket, bir çift siyah polarlı eldiven uzatıyordu. Kendisinin olamayacak kadar büyük görünüyordu. O an aklımdaki ampül, yandı ve ben nefes alamadım. Bakışlarım benzinlik görevlisinin yanındaki Alim’e kaydı.
“Benim hava almam gerek,” dedim eldivenleri es geçerek. “Bir şey istiyor musun?”
“Hayır ama…” Sözünün devamını dinleyemedim. Çünkü kendimi arabadan dışarıya, benzinlikteki markete doğru yürürken bulmuştum. Parmağımı kestiğim zamanki gibiydi. Ya da omuzlarıma kendi kabanını bıraktığı zaman gibi. Diğer şeyler gibi yine elini uzatıyordu. Bu sefer ise eldiven yerini almıştı. Kalbim sıkışıyordu. Dışarıya çıkmış, kardeşine mesaj atmıştı. Sırf bana acıdığı için yapıyordu. Bunu zaten dün akşam dile getirmişti. Yalnız olmadığımı, kızların yanında olduğumu kendisi söylemişti. O an kendisinden bahsettiğini anlayan kalbimse çok farklı anlamıştı. Olan buydu. Kimsesiz kalan bir kıza yardım ediyordu. Her hareketini yanlış anlayan kalbimin kırılmasından korkuyordum. Benim ise onu unutmam gerekiyordu.
Marketin raflarını dolaşırken, aklımdaki durum buraya girmek değildi ama bir kere girmiştim. İçeceklerin olduğu tarafa ilerledim. Kasaya gitmeden, bir şişe suyla beraber yerimde öylece dikilip, kaldım. Aklım, anlattıklarımla olanların arasında çırpınıp, dururken sadece dikildim. Nasıl hareket etmem gerekiyordu? Kalbimle, mantığım farklı frekansların içindeyken, hangisine doğru adımlamam gerekiyordu?
Derin bir nefes aldım. Kasaya doğru ilerlerken, zihnimdeki sesleri susturmaya çalıştım. Suyun ücretini öderken, nerede olduğumu idrak ettim. Benzinlikteydim ve benim babamın arabasını park ettiğim yerden almam gerekiyordu. Anahtarlar çantamdaydı.
Marketin, kapısı açılıp içeriye soğuk havanın girdiğini bacaklarımın üşümesiyle anladım. O sırada, kasiyer, “Hanımefendi, biraz acele eder misiniz?” diyordu. Ne zaman kasaya gelmiş, şişeyi tezgâha bırakmıştım farkında değildim. Cüzdanımı çıkarırken, yanımda birinin dikildiğini hissettim. Yana doğru adımladığımda ise Alim’i gördüm.
“Su almaya geldim,” dedim neden açıklama gereği hissettiğimi bile bilmeden konuşurken. Bulunduğum tarafa bakmadan cevapladı.
“Görebiliyorum.”
Başka da bir şey diyemedim. Suyun ücretini ödediğim gibi kendimi marketten dışarıya attım. Alim’i beklemedim ama biraz ilerlemiştim ki, babamın arabasına benzin almadığım aklıma geldi. Yönümü ilerideki görevliye doğru çevirirken, bidonla biraz benzin alabileceğimi düşünüyordum. Ama bu fikrim benzinlik görevlisinin bidonla benzin verilmesinin yasak olduğunu söylemesiyle suya düştü.
“Ne yapabilirim?” diye sordum bu sefer de orta yaştaki görevliye.
“Çekici yardımıyla arabanızı benzinliğe getirebilir ya da polis merkezinden kağıt alabilirsiniz. Bunun dışında maalesef yakıt alamazsınız.”
“İstisna yapamaz mısınız?”
“Kural böyle hanımefendi. Yapabileceğim bir şey yok.”
“Sorun nedir?” diye sordu Alim, arkamdan ama ona doğru dönmedim.
“Yok, bir şey,” dedim yanından geçerken. Yönümü, arabasına doğru çevirirken Buket’i bıraktığım gibi buldum ama laf etmedi. Dışarıya bakmaya devam etti. Sessizce beklerken, sürücü kapısının sesi duyuldu.
Havada farklı bir hava vardı. Saat ikindiye doğru yol almıştı. Akan trafikte ilerlerken, telefonumu çıkarıp Ceyda’ya mesaj attım. Evine varmıştı. Karşılık olarak, nasıl olduğumu tekrardan sormuştu. Aklının bende kalmasını istemiyordum. Her şeyin yolunda olduğunu yazdım. Ardından da dikkatimi arabanın sürücüsüne vermemek için, uzun bir süredir girmediğim sosyal medyaya bakındım. Her şey bıraktığım gibiydi. Üniversite de fazla arkadaş ortamım yoktu ama sınıfın çoğunu tanırdım. Herkes hayatına normal bir şekilde devam ediyordu. Babamı tanıyan birkaç kişinin soruları, mesaj kutusunda duruyordu. Meraklı sorulara ayıracak zamanım yoktu. Okumadan, hepsini sildim. Kendi sayfamda ise normal hayatımda kalan parçalardan bazıları mevcuttu. Normal hayatımdan anılar…
Nefesimi dışarıya verirken, aldığım suyu yudumladım. Sonra ise parmaklarım arama motoruna Alim Polat, isminini yazarken bulundu. Sosyal medya kullandığını düşünmüyordum ama yine de merakıma yenik düştüm. Önüme birden fazla hesap düştü ama fazla aşağıya inmeden aradığımı buldum. Hesabı gizliydi. Paylaşım sayısı yoktu ama profil fotoğrafında, babamın yaşından büyük olarak tahmin ettiğim biriyle bankta oturuyorlardı. Telefonu gözlerime doğru kaldırırken, fotoğraftaki iki adam da gülümsüyordu. O sırada Alim’in bizim evde gösterdiği kare gözlerimin önüne geldi. Babasıydı. Hatırlamıştım.
Babamın arkadaşlarını tanımazdım ama yine de hafızamı yoklamaya çalıştım. Görsem, hatırlardım ama babamın yanında hiç görmemiştim. Babam merkezine gelmemi bile istemeyen biriydi. Çalıştığı binaya bir kere bile girmemiştim. Beni hep uzak tutmuştu.
O zamanlar tuhaf gelmiyordu ama şimdi tuhaf geliyordu. Neden, hiçbir arkadaşını tanımıyordum? Neden hiçbiriyle tanışmamıştım? Arkadaşı olup, olmadığını bile bilmiyordum.
Düşüncelerimin arasında sıkışıp, kalmışken arabanın durduğunu sokaklarına girdiğimizin farkına varmam, arabadan inen Buket’in sesiyle gerçekleşti. Bakışlarım, eve doğru adımlayan Buket’e giderken, Alimle bir anlığına baş başa kaldık. Telefonumu eski haline getirdim. Kapıya tam dokunacakken, “Maral?” diye seslendi Alim, çekingen bir sesle.
Durakladım, elim kapının yüzeyinde kaldı. Ruhum, gerildi. Başımı çevirdiğimde, bedeni hafifçe arkaya doğru dönmüş, yüzüme bakıyordu. Konuşmasını beklerken, boğazını temizledi. “Sana doğru dürüst teşekkür edemedim,” Ne için diye soracaktım ama yüzümden şaşkınlığımı okumuş olmalı ki, “Dün gece için,” diye devam etti. “Sağ ol.”
Dün akşamki kısa konuşmamızdan bahsediyordu.
“Bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Sen yapılması gerekeni kendin yaptın.”
“Dün akşam, kendimi tanıyıp, tanımadığımı sormuştun.” Hatırlatmak istercesine durakladı. Zorlanıyor gibiydi, farkındaydım. Bakışlarını kaçırmadan edemedi. “Bu soruyu sorduğun zamana kadar kendimi tanıdığımı sanırdım ama tanıdığım adam ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirirdi, ben ise yapmadım. Hareketlerimin ailemi üzeceğini düşünemedim. Sorun beni kendime getirdi.”
Son cümlesini dile vurarken, bakışlarını tekrardan gözlerime hafifçe değdirdi. Kendini bana açarken, kalbimden akanlar ruhumda okyanus oluşturdu.
Her şey bir insanı anlamakla başlardı. İnsan olmakta bundan geçerdi. Onu anlıyordum. Kulübede kendisini bulduğumda anlamamıştım. Yaşadıklarını bilmiyor, önyargılı yaklaşıyordum. Herkes gibi… Ama o kaçıyordu. Ailesinden, olanlardan, düşüncelerinden… En çokta kendinden kaçıyordu.
Biliyordum. Ben de onun gibiydim. Benzerliğimizi fark ederken, ani bir afallama yaşadım. Belki de bu yüzden yaralarını sarmak istiyordum. Çünkü kendi yaralarımı nasıl saracağımı bilmiyordum.
Boğazım düğülmendi, belli etmemeye çalıştım.
“O zaman seni kendine getirmek benim için bir zevkti. Teşekkürünü kabul ediyorum.”
Rahatlaması yüzünün hatlarına yansıdı, gevşedi. “Sana oldukça borçlanıyorum.”
“Rahat olabilirsin, listesini yapmıyorum.”
Bu onu güldürdü. Bugün tüm gün ondan kaçarken, kendimi gülümsemesine karşılık verirken buldum.
“Senin yerine ben yapıyorum.” İşaret parmağını şakaklarının üst kısmına değdirdi. “Burada. Bir gün ödeyebilmeyi umuyorum.”
Mavimsi göz bebeklerinin samimiyeti, gözlerimden geçerek ruhumun köşelerine kondu. Sanki o an zaman durdu. Bakışlarında kaybolmak isteği hücrelerime yayıldı. Sesler, silindi. Benliğim silindi. Nerede olduğum kayıplara karıştı. Sadece göğüs kafesimde atan sesin, saniyelere yayılan sesi kaldı.
Eğer Buket, dışarıdan adımla seslenmeseydi, burada öylece kalabilirdim.
O an Alim’in de afalladığına şahitlik eden zihnim, zamanın akmaya devam ettiğini hatırlattı ama ikimizden de herhangi bir hareket gelmedi. Silinen sesler geri geldi. İkimiz de konuşmadık.
“Kardeşin…” Duraklarken anladığını gösterircesine tamam dercesine onayladı beni. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ardından da akan zamanın içinde hareket ederek, arabadan dışarıya çıktım.
Buket, yarı yolda beni bekliyordu. Arabadan çıktığımı görünce, elini kaldırdı, hızlı olmamı istedi. Zihnim ise demin olanların üstüne, bakışlarım arabanın önünden geçerken arkama doğru bakmamak için savaş haline girdi.
“Abimle ne konuştunuz?” diye sordu Buket, yanına vardığımda, merakla.
“Hiç,” dedim ilerlerken. “Sadece bugün götürdüğü için teşekkür etmek istemiştim.”
“Hmmm. Anladım,” dedi ama sanki inanmamış gibi gelmişti. Israr etmedi.
Kapıyı bize açan Demet oldu. İçeri girer girmez, misafirlerinin olduğunu söyledi. Serpil ve annesi annelerine hoş geldin demeye gelmişlerdi. Ellerimizi yıkadıktan sonra, aşağıya inmemizi tembih etti. Serpil denilen kızı, bir kere görmüştüm ama nedense içim ısınmamıştı. Konuşma tarzının yapmacıklığı canımı sıkmıştı.
Aşağıya indiğimizde Serpil, Sultan teyzeden biraz daha genç gösteren annesiyle yan yana oturuyordu. Konumu giriş holünü görecek şekildeydi. Önlerinde ki sehpanın üstünde de büyük ihtimalle Demet’in hazırladığı tabaklardaki yiyecekler vardı. Sultan teyze ise torununu kucağına almış, camın önündeki koltuktaydı. Salona girdiğimizi gören ilk Serpil oldu ve bakışları Buketten çok üstüme dikilmişti.
“Selamun aleyküm herkese,” dedi Buket salona girerken. “Biz geldik, hanımlar.”
“Aleyküm selam, kızım. Biz de sizi bekliyorduk,” dedi Serpil’in annesi olan kadın. Elindeki çay bardağını, masaya bırakıyordu. Beni görünce durakladı. “Bu hanım kızımda bahsettiğin aile dostunuzun kızı olmalı.”
Babamdan aile dostu olarak, bahsedilmişti. Babamın onlara yardım etmemesi ihtimali olmayan bir gerçekti. Diğer ihtimaller ise öğrenilmeyi bekliyordu ama onlar babamdan aile dostu olarak bahsediyorlardı. Kendimi kötü hissettim.
“Evet,” dedi Buket, yemek masasından sandalye çekerken. “Maral.”
Buket’in yanına otururken, Serpil’in göz devirmesini yakalarken, annesi gülümsedi. “Merhaba,” dedim karşılık verirken.
“Merhaba, kızım,” dedi karşılık verirken kadın. Kızı görünüş olarak annesine benziyordu. Yeşil gözleri, kızın ki gibiydi. Saçları omuzlarına bile gelmiyordu. Gözlerindeki gözlükle sanki bir öğretmen edasında gibiydi.
O an Demet, tabaklarla geri geldi, önümüze koydu. Teşekkür ettim.
“Pekte güzelmişsin, maşallah,” dedi kadın, tabağında ki keke çatalını batırırken. “Senin isteyenin de çoktur şimdi.”
Anlamayan gözlerle kadına bakarken, Buket’in yanımda güldüğünü duydum.
Sultan teyze ise “Bir kızı on kişi ister, bir kişi alırmış Oya,” dedi Mehmet’i dizinde oynatırken. “Biliyorsundur.”
“Neden bahsediyorlar?” diye sordum Buket’e doğru.
“Görücülerinden,” dedi Buket, böreğini ısırırken, sırıtışı kocaman olmuştu. Benim ise gözlerim şaşkınlıkla açıldı.
“Hatta biliyor musunuz?” dedi ardından da üstümdeki şoku atamadan Buket, salondakilere doğru. Demet’te annesinin yanına oturdu. “Dün ki kınada bile Maral’a görücü çıktı. Anne sen bilirsin, İpek teyzeyi. Hatırladın mı?”
Annesine sorduğu soruyla durakladı, annesi devam et dercesine başıyla onayladı.
“Oğlu daha yeni memur olmuşta. Kız arıyormuş da. Maral’ı yanımızda görünce, Demet’in ağzını aramaya geldi.” Şaşkınlıkla Buket’in suratına bakarken, bakışlarımı hissetmişçesine döndü. Bunlar ne zaman olmuştu? “Korkma, seni vermiyoruz.”
“Eee sonra ne oldu?” diye sordu Serpil, ilk kez konuşurken. Bakışlarında kurnazca bir şeyler vardı.
“Ne olacak? Aklında başkasının olduğunu söyledim,” dedi Buket tekrardan, Serpil’e. Gözlerim yuvalarından çıkacaktı sanki. “Demet’e kalsa, yoksa peşimizi bırakmayacaktı.”
Serpil, sorunun cevabından hoşnut olmamış gibi kaşları çatılır gibi oldu.
“Hakkımda konuşma,” dedi Demet o an ve ikizini uyardı.
“Ne var yalan mı?” dedi Buket’te omuzlarını umursamazca silkerken. “Sana kalsa, kadını yollayamıyordun bile. İyi yaptım.”
Şu an benim hakkımda konuşuyorlardı değil mi? Bu tür sohbetlerin içinde hayatım boyunca yer almamıştım. Donup, kalmam kaçınılmaz olmuştu.
Kadınlar hep bir ağızdan gülerken, benim yönüm Buket’e döndü. “Aklımda birinin olduğunu mu söyledin gerçekten de?” diye sordum yoksa dışarıdan belli mi oluyordum? Oysa hislerimi saklamada çok ustaydım. Bu her zaman böyle olmuştu.
Buket, sesimle hafifçe başını çevirdi. “Evet,” dedi gülerek. “Alındın mı yoksa, görücünü geri çevirdim diye?”
“Hayır, öyle değil. İyi yapmışsın da…” Cümlemi toparlayamadım. Ağzını aramak isterken, kendimi açığa verecektim. “Her neyse. Boş ver.”
Buket, lafımın üstüne bir şey demedi ama gözlerindeki parıltılar oradaydı. Üstümden hakkımda konuşanları atmam biraz sürdü ama konu değişince sohbet başka yerlere çekildi. İçten içe rahatlamış, tedirginliğim çekilmişti. Kadınlar kendi aralarında konuşurken, aklım farklı bir yerdeydi. O sıra, Serpil’in ayaklandığını görür gibi oldum. Demet, çayını dolduracağını söylemiş ama kendisi ret etmiş, mutfağa gitmişti. Birkaç saniye geçmişti ki, hırkamın cebindeki telefonum titremeye başladı.
Pek dokunmadığım tabağıma çantalı geri koyarken, telefonun ekranına bakındım. Kaşlarım çatıldı. Bilinmeyen bir numara arıyordu. En son babamla ilgili bu şekilde bir kadın aramıştı. Aceleyle ayaklanırken, Buket ne oldu diye sordu. Telefonu göstererek, hızlı adımlarla evin holüne çıktım. Kapanmasını istemiyordum ama Alim’i bulmam gerektiğini düşündüm. Her kim arıyorsa, konuşmasından benim çıkaramadığım bir anlam çıkarabilirdi. Üstüme hiçbir şey almadan bedenimi evden dışarı atarken, “Efendim?” diye cevapladım. Dışarıda yağmur yağıyordu, çiseleyen yağmur hızlanıyor gibiydi ama geri dönmedim.
“Daha önce konuşmuştuk, hatırladın beni değil mi?”
Bu oydu. Bana zarfı verip, kendisini göstermeden ortadan kaybolan kadındı. Etrafa bakındım, Alim’in eve girdiğini görmemiştim. Buralar da bir yerde olmalıydı. Merdivenlerden aşağıya doğru aceleyle indim. Bir yandan ıslanırken, bir yandan da ne demem gerektiğini düşünüyordum.
“Kimsin sen?” Sesim, hiddetli çıktı. “Neden kendini göstermiyorsun?”
Bahçeden sokağa doğru adımladığımda ise evlerinin karşı kaldırımdaki arabasını gördüm. Bu soğukta eve girmediyse, arabasında olabileceğini düşünerek koştum. Yağmur, hırkamın üstüne konarken saçlarımı da enseme yapıştırdı, hızımı düşürmedim.
“Yanına gelmememden bahsediyorsan, böylesi daha iyi ama şunu bil ki aileni tanıyan biriyim.”
“Anlamıyorum,” diye mırıldandım. “Sen her kimsen sana güvenmiyorum.”
Hafifçe eğilip, Alim’in tahmin ettiğim gibi arabanın içinde oturduğunu gördüm. Kapıyı hızla açarken, irkildiğini fark ettim, sus işareti yaptım. Ne olduğunu anlamadığını sorgulayan gözlerle yüzüme baktığında anladım. Ön koltuğa kendimi atarken, telefonumu hopörlere aldım.
Kadının sesi bu sefer arabanın içini doldurdu.
“Tehlikede olduğunu söylerken, yalan söylemedim. Anladın değil mi?”
Saldırıdan bahsediyordu ama zarfı aldığım gün başıma bu gelmişti. Bunu nasıl bilebilirdi?
Bakışlarım Alim’e kaydı. Dikkat kesilmişti. Telefonu ortamıza konumlandırırken, “Zarfını aldığım gün, başıma gelenlerden haberin var mı?”diye sordum.
Bekledi. “Senin iyiliğini istiyorum, Maral. Uyarılarımı dikkate alırsan, iyi olursun. Bunu kanıtladığımı düşünüyorum.”
Kendinden çok emin konuşuyordu. Sessiz kaldığımı anlayınca, derin bir nefes aldı.
“Babanın sakladığı şey için seni arıyorlar. Onlara bunu veremezsin. Anladın mı beni?”
Alimle birbirimize baktık. Kaşları çatılmıştı. Islak saçlarımla karşısında nasıl görünüyordum, bilmiyordum ama o dudak hareketleriyle ne olduğunu sormam gerektiğini söyledi.
“Babam ne saklıyor? Bunu sen nasıl biliyorsun?”
“Bak,” dedi birini ikna etmeye çalışır gibi. İkna etmek istediği kişi, bendim. “Nerede olduğunu daha öğrenemediler ama seni arıyorlar ve inan istediklerini vermediklerinde ne kadar ileri gidebileceklerini bilemezsin.”
Telefonu tutan elim sıklaştı. “Kim onlar? Hiçbir şey anlamıyorum.”
“Köstebekler,” dedi esrarengiz bir dille, fısıldarken. Sorularıma cevap vermekten itinayla kaçınıyordu. “Köstebekler, babanın sakladığı şeyi bulmak istiyor. Anladın mı? Onlara sakın güvenme.”
“Köstebek mi?” diye sorarken, Alim’in bakışlarının değiştiğine şahit oldum. Yüzü gerildi, telefona değen bakışlarından alevler çıktı. Sanki telefondaki kadının neden bahsettiğini anlarmış gibi, tepki veriyordu.
Cevap veremeden, bir başka gümbürtü koptu. Dediğini idrak edemeden, telefonunun kapandığına dair ses kulağıma geldi. Elimdeki telefonla, bilinmez cümlelerle kalakaldım. Söylediği hiçbir şeyden anlamamıştım.
O an Alim’in kadın son cümlesini konuşurken, verdiği tepkiyi düşündüm.
“Köstebeğin ne olduğunu biliyorsun,” dedim bu bir soru değildi. O da biliyordu. Hala kapanan telefonuma bakıyordu. Düşünüyordu ama sesimi duyunca, başıyla beni onayladı. Doğruldu. Koltuğuna yaslandı. Cevap beklediğimi de biliyordu.
Dışarıdaki yağmurun sesi arabanın kaputuna vururken kalbim stres, heyecan karışımı duyguyla atmaya devam etti. Elimdeki telefonu sımsıkı tutmuş, Alim’den gelecek cevaba yoğunlaştım.
“Bu kelimeyi ikinci kez duyuşum,” dedi ilk. Bakışlarını çevirdi, anlamayan gözlerle karşılaşınca devam etti. “Köstebek, haber sızdıran demek. Ben teşkilattayken, dışarıya bilgi sızdırıldığına dair denetim gerçekleşmişti. Tutuklamalar gerçekleşmiş, soruşturmalar açılmıştı. Seneler önce olan bir olaydı. Bu benzetmeyi ilk o zaman duymuştum.”
O an Ömer Dereli’nin konuşması aklıma geldi. Düşünürken, bakışlarımı kaçırdım. Bir şeyler olduğunu söylemişti. Teşkilatında her ne oluyorsa, kendisi de şüphelenmiş benimle tek konuşmak istemişti. Sonra babamın raporuyla oynandığı ortaya çıkmıştı. Bu zamana kadar yaşadıklarım birer birer önüme düşerken, gözlerim yavaş yavaş açıldı.
“Yani bu demek oluyor ki,” dedim kafamda bir şeyler şekillenirken. “Polislerin içinde kötü polisler var.”
Babamın raporlarının değişmesi…
Saldırıya uğramam…
Alim ile Ömer’in tuzağa çekilmesi…
Şimdi de kadının söyledikleri…
“Evet. Böyle de diyebiliriz ve baban onlarla ilgili bir bilgiye ulaşmış olmalı. Belki de bu yüzden ortadan… ”
Ve ben tüm bu olanlara rağmen ailesinin yanında kalıyordum.
Diyeceği şey yüzünden duraklamak durumunda kalmıştı ama onun yerine “Kaldırdılar,” diye lafını tamamladım. Dehşete düşmüş bir şekilde Alim’e baktım.
Babamın haklarında bir şeyler yakalama ihtimali çok yüksekti. Bana saldıran adamın aradığı da buydu. O zaman anlamamıştım ama babam ne sakladıysa, onu arıyorlardı.
“Şimdi netleşti. Babamın sakladığı, şeyden haberimin olduğunu düşünüyorlar. O yüzden peşimdeler. Babamı öldürdüler ama sakladığını bulamadılar. Elleri boş kaldı.” Gözlerim iri iri açıldı. Bedenime bacaklarımdan başlayan bir sıcaklık bastı. Zihnim uğuldadı. “Polisler, peşimde.” Polisler. Babama olanlar hakkında onlara güvenmiştim. “Ne yapacağım?”
“Kadının doğruyu söylediğini daha bilmiyoruz.” Alim, böyle dese de o da içten içe biliyordu. “Önce bunu öğrenmeliyiz.”
“Doğruyu söylüyor. Kim olduğunu bilmiyorum ama doğruyu söylüyor. Çünkü tüm olanların başka açıklaması olamaz. Sizin tuzağa düşmeniz bile, onların eseri olabilir,” dedim üstüne basa basa. Sesim hiddetli çıkmış, kulaklarıma baskı yapmıştı.
“Olabilir de, olmayabilir de. Daha emin değiliz.”
“Ne yapacağım? Polisler, peşimdeyken ben ne yapabilirim? Hem…”
“Sakinleş,” dedi Alim yüzümdeki değişimi görünce. Bana doğru bedeni tam döndü. Bakışları endişeyle yüzümde gezindi. Ellerime bakındı. “İlk önce sakinleşmen gerekiyor. Kriz geçirmeni istemiyorum, Maral. Geçirirsen ne yapacağımı bilmiyorum. Lütfen, benim için sakin olur musun?”
Kriz? Anılar zihnime uçuşurken, sıklıkla aldığım nefeslerimi o zaman fark ettim. Ne zaman bu kıvama gelmiştim? “İyiyim.” Ellerim de titriyordu. Geriye çıktım. Parmaklarım yüzümü sıvazladı. Alim’in benim için endişelenmesini istemezken, endişendiriyordum. Omuzlarım çöktü, gözlerim kapandı. Zihnimi yağan yağmurun sesine odaklamaya çalıştım. İyiydim. Bir şey yoktu. İyi olacaktım. Her şey bitecekti.
“Bunları öğrendikten sonra sizde kalamam.” Bir müddet sonra sesim o kadar kısık çıkmıştı ki, kulaklarım bile zor duymuştu. Ellerimi yüzümden çekerken, yutkundum. Alim’e doğru baktım. Benim için üzüldüğü o kadar belliydi ki… Kimsesiz kalmış, acınacak bir kızdım.
Bile bile bunu artık yapamazdım.
“Bunu şimdi düşünmeyelim.” İçten içe o da biliyordu.
“Saatli bir bomba olduğumun farkındasın değil mi?”
“Umurumda değil.” Net bir dille, üstünden geçercesine söyledi. Ürkek gözlerim, mavimsi gözlerinde gitti. “Başka bir yol bulacağım ama seni yalnız bırakmayacağım. Bunu sen kendini iyi hissettikten sonra konuşacağız. İyisin değil mi?”
Nasıl bir yol olduğunu sormadım. Başımla onu onayladım. Kalp çarpıntılarımın arasında susmayı seçtim ama şunu biliyordum. Bir yol bulmasa da ben bir yol biliyordum. İkimiz de biliyorduk.
****
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |