25. Bölüm

-24-

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

İYİ OKUMALAR.

OY VE YORUMLARINIZI UNUTMAYIN.

-24-

 

 

Alim ile geçirdiğim bir gün daha doğdu, diğeri geride kaldı. Her yeni günün değeri kalbimdeydi.

Ailesinin evinde kaldığım süre boyunca alamadığım uykumu gece almaya başlamıştım. Gece uykumdan bir kere bile uyanmıyordum. Gözlerim ancak sabah gözlerini açıyor, kulaklarım yeni bir günün seslerini kucaklıyordu. Gece uyanmadığım için Alim’in dediğimi yapıp, yapmadığını bilemiyordum ama uyuduğunu düşünmek istiyordum.

Sabah yine Alim’i salonda bulamamıştım. Geçen sefer ki gibi yine gözlerim sahile gitmiş, kendisini orada bulmuştum. Yine kendisine ve kendime kahve yapmış, yanına gitmiştim. Bu sefer ilk sefer ki gibi şaşırmamıştı, sanki gelmemi bekliyor gibi gelmişti. Bu his mutlu olmamı sağlamıştı. Hava düne göre güneşli, soğuğu biraz kırılmıştı. Biz de havanın tadını çıkararak biraz sohbet etmiş, biraz sessizce denizi izlemiştik. Dün olanlar hakkında ise bir daha konuşmamıştık. Ardından ben kulübeye girerken, ekmek almaya bakkala gitmişti.

Kulübenin sobasını her zaman ki gibi sabah yakmıştı, içerisi sıcaklığını koruyordu. Kafamda da bir plan vardı. Bu sabah kahvaltı masasını ben hazırlayacaktım.

Kahvaltı ya da yemek yemek için babamla beraber oturduğum masanın sayısı azdı. Bazen babamın işi olurdu bazen de ben ev de olmazdım. Yaşadığım süre boyunca çoğunlukla tek başıma kahvaltı yapmak durumunda kalmış olmam Alim’in ailesiyle tanıştıktan sonra değişmişti. Bana aile sofrasının nasıl bir şey olduğunu öğretmişti. Ortamın sıcaklığını sevmemi sağlamıştı. Önceden birileriyle aynı ki masaya oturmak üstüme tuhaf bir his akıtırdı ama şimdi öyle değildi. Alışmıştım ve bu hissi her zaman hissetmek istiyordum.

Alim kahvaltılık için tüm malzemeleri geçen ki alışverişinde yapmıştı. Dolaba tekrardan bakınca anlaşılıyordu. İlk işim çay için sıcak su koymak oldu. Su ocakta kaynarken, keşfettiğim dolapların içinde ufak bir tava buldum. Mutfağın küçük ocağı tezgahın üstündeydi ama iş görüyordu. Gerekli malzemeleri buzdolabından çıkarıp, tezgahın üzerine koydum. Bu süre zarfında diğer kahvaltılık yiyeceklerini de çıkarmış, salondaki ufak masaya yerleştirmiştim. Karşılıklı iki tabak koyarken, ruhumun hoşnutluğu gülümsememe neden oluyordu.

İyi hissediyordum, babamın vefatından sonra kendimi ilk defa böyle hissediyordum. Biraz eski ben gibiydim, biraz da değildim.

Tavanın içindeki rengi dönen biberlerin ardından da doğradığım domatesleri ilave ettim, bir müddet sonra da yumurtaları tavanın içine koyup, pişirmeye bıraktım.

“Yardım lazım mı?” Alim’in sesini duyduğum da ise çayı demlemiş, yerine koyacaktım. Elimde çaydanlıkla omzumdan arkama bakındım.

Üstünde dün giydiği kazak vardı, kazağının kolları dirseğine kadar sıyırmıştı. Siyah saçı dağınıktı. Bu dağınıklık hoşuma gidiyordu. Alim Polat yakışıklı bir adamdı, bunun her zaman farkındaydım. Mutfağın girişinde sıradan bir soruyla bile kalbimi göğüs kafesimde zorlamaya neden olan ilk kişiydi.

“Ekmek alma görevini başarılıyla hallettiysen, burası bende. İçeri geçebilirsin.”

Gülümsedi, gülümsemelerine hala alışamayan bünyem gülümsemesinde takılı kaldı. Her bir tebessümün de kalbimin kalbine daha çok akması ise fazlalaşıyordu.

“Gidiyorum o zaman,” dedi salonu işaret ederken.

“Git, git.” Çünkü bana böyle ilgiyle bakarken, aklımı toparlamam zorlaşırdı.

“Kovulmuş gibi hissediyorum ama neyse gidiyorum.”

Kovulmak mı? Bu kelimeyi sevmemiştim.

“Bekle orada,” dedim tam hareket edeceği sırada. Durakladı, sorgularcasına yüzüme baktı. Elimdeki çaydanlığı yerine koyup, tezgahtaki bardaklara yöneldim. “Madem yardım etmek istiyorsun, bunları masaya götür.”

“Yardıma ihtiyacın olmadığını söylemiştin.” Bakışları uzattığım bardaklara kaydı.

“Kovulmuş hissetmemen için,” dedim elimden bardakları alırken, parmağının hafif teması, parmağıma değdiğini hissettim. Bir an aramıza ilişti. Kendisinin de hissedip hissetmediğini düşünmeden edemedim ama parmakları bu sefer sıcak değil, soğuktu.

“Başarılı,” dedi Alim bardakları hafifçe kaldırıp, gösterirken. “Artık öyle hissetmiyorum.”

“Sevindim,” dedim gülümserken. “Bir daha da gelmene gerek yok, dışarıdan yeni geldin. Üşümüşsündür. Hallediyorum ben.”

“Israr etmiyorum,” dedi salona doğru dönerken. Gülümsemesi büyümüştü. “Diğer görevimi yerine getirmeye gidiyorum.”

Elindeki çay bardaklarıyla salona doğru ilerledi, beni mutfakta yalnız bıraktı. Kendisine takılmalarıma ayak uydurması o kadar hoşuma gidiyordu ki, kendisiyle hep bu çizgi de konuşmak istiyordum. Samimiymişiz gibi geliyordu. Aramızdaki uçurumun kapandığını düşünmeme neden oluyordu. Daha yakın olduğumuza kanmama yarıyordu.

Yüzüklerimiz ise hala parmağımızdaydı. Parmağımdakinden haberi var mıydı, bilmiyordum ama gözlerimin hep parmağına gitmesini engelleyemiyordum. İkimizin de çıkarmamış olması gerçekten de çift olduğumuzu düşünmeme yol açıyordu.

Bir anlığına öyle düşünsem de gerçeği biliyordum. Çift değildik.

Yüzümdeki gülümsemem buruklaştı, aldırmamaya çalıştım, gerisin geri ocağa döndüm.

Mutfaktaki işler bitti. Tavadaki pişti. Çay demlendi. Salona tavayı götürdüğümde ise Alim, masaya oturmuş beni bekliyordu.

“Umarım menemen seversin,” dedim masanın ortasına tavayı koyarken. “Aslında sevip sevmediğini sormam gerekirdi ama seversin diye düşündüm. Sevmezsen de başka bir…”

“Severim. Ellerine sağlık,” dedi Alim sözümü ansızın keserken. Bakışlarım kalktı, yüzünü buldu ama bana değil, masaya bakıyordu. Alim Polat, sevmese bile sırf beni kırmamak için bile sevdiğini belirtebilecek bir adamdı. Kalbinin ince düşüncelerine daha önce şahit olmam da kendisi hakkında bu düşüncemi doğruluyordu.

“Çaydanlığı alıp, geliyorum. İstersen sen başla. Beni bekleme.”

“Sabırlı bir insanımdır. Bekliyorum.”

Cevabına gülümsemeden edemedim, bir şey demedim. Mutfaktan çaydanlığı alıp, gerisin geri salona geçtiğimde de konuşmadım. Karşısındaki sandalyeye otururken, çayları doldurmasına izin vermedim. Bugün bu masa bana aitti, elini sürmesini istemiyordum.

Dün olanlar için kendimi hala kendisine borçlu hissediyordum. Beni dağıtmış ve dağıldığım yerden çekip almıştı. Zihnimin karanlığında hapis kalmamı engellemişti. Gözyaşlarını bazı insanlar kolay akıtabilirdi ama dün bana yardım eden adam ağlayamadığımı bilecek kadar beni tanımıştı.

Ağlamak bile insana normal hissettirebiliyordu ve benim bu normalliğe dahi ihtiyacım vardı. Dün yaşananlardan sonra daha iyi anlamıştım.

Kahvaltımızı yaparken, ailesiyle görüş görüşmediğini sordum. Alim de konuştuğunu söyledi. Ankara’ya yerleşmeye çalıştığımızı annesine kılıflar uydurarak anlatmıştı. Halbuki her şeyin annesinin bildiği gibi olmasını isterdim. Annesine söylediği birbirimize duygularımızın olduğu için evlendiğimizi, soruşturmasından aklanması için Ankara yolculuğuna çıkmak isterdim. Gerçek öyle değildi. Şehir yine aynı ki şehirdi. Girdiğimiz çıkmaz yine aynı ki çıkmazdı.

Bulunduğu durumdan zorlanıp zorlanmadığını ise kendisine bakarak anlayamıyordum. Kendi duygularımı saklamakta epey başarılıydım. Hissettiklerimi duvarlarımın arkasına saklamayı çok bilirdim. Hislerim tozlanırdı ama değişmezdi. Alim Polatta bu konuda biraz bana benziyordu. Belki de benzemiyordu. Bakışlarından anlam çıkarmak zordu. Bana karşı büründüğü tavrı inceydi, düşünceliydi ve zihnimin kapılarından hangisinden içeri girmesi için uygundu bilmiyordum.

Hareketlere anlam yüklemek çok kolaydı. Asıl sorun yüklenilen anlamın durumuydu.

“Demek, karavanım sen de,” dedi Alim, birden bire. Dirseğini masaya dayamış, parmakları çenesindeydi. Bir şeyler düşünüyordu, belliydi. Gözleri bu durumdan hoşnutmuş gibi bakıyordu. Bu konuyu konuştuğumuz zaman gösterdiği şaşkınlığı zihnimde tazeydi. Şaşırmıştı, çünkü böyle bir şeyi beklemiyordu. Ben de beklemiyordum.

Parmaklarım bardağın yüzeyinde gidip geldi. Kahvaltımızı yapmıştık ama masadan ikimizde kalkmamıştık.

“İyi baktım, hep gözümün önündeydi. Bir çizik bile yoktur, üstünde. Hatta karavanına bakarak, hep bir karavanım olmasını istemişimdir. Bir gün sana geri vereceğim ama yani öyle umuyorum.”

Tüm bunlar sonlandığında eve dönebilmeyi umuyordum. Döndüğüm zaman da Alim’e çocukluğunu geri verecektim. Aklımdaki ilk plan buydu.

“İlginç,” dedi keyifsizce.

Anlamayan gözlerle bakındım. “Ne ilginç? Karavan istemem mi?”

“İsteyip istemediğimi sormadan geri vermeyi planlaman.”

“Çocukluğuna ait, sana geri dönmeli diye düşünmüştüm.”

“Bunu düşünürken kendi çocukluğunu atlıyorsun,” dedi Alim önemli bir şeyi söylercesine tane tane. “O karavan ikimizin de çocukluğuna ait, Maral.”

Durakladım, söylediği zihnime süzüldü. Düşüncesi hoşuma gitmişti. Bu bilgiyi öğrendiğimden beri karavanın kendisinde olması gerektiğine odaklanmıştım ama haklıydı. İkimize de aitti.

“Artık istesen de zor alırsın,” dedim gülümserken. “Bana ait olanı vermeyi sevmem, zaten. Hatırlattığın iyi oldu.”

Çıkışımla kaşları havalandı. Yüzü gülüp gülmemek arasında kasılır gibi oldu gülmek istiyordu ama kendini tutuyordu. Konuşmamızdan keyif alıyordu, benim gibi.

“Hala atış yapmak istiyor musun?” diye sordu ansızın. Sorgularcasına gözlerinde gidip geldim, dün konuştuğumuz konuyu önüme sunmasına şaşırmıştım.

“Gidecek miyiz?”

“İstersen, gideriz.”

“Çok sevinirim,” dedim hislerimi engellemeden yüzüme yansıtırken.

“Tamam, o zaman,” dedi elini çenesinden çekerken. “Gidiyoruz.”

Kulübeye geldiğimiz zaman nedensizce dışarıya çıkamayacakmışım gibi hissetmiş olmamın saçma olduğunu şimdi anlıyordum. Evlerindeyken, hiçbir yere gidememiştim. Orada kaldığım süre boyunca ancak bahçelerinde vakit geçirmiştim ama en çokta evlerinin içinde zaman geçmişti.

Kısa sürede sofrayı beraber topladık. Alim sobayı söndürürken montumu odadan almıştım. Ardından da arabasına binmiş ve aklındaki yere gitmek için yola çıkmıştık.

Hava bugün dün gibi değildi. Hafif bir sıcaklık hakimdi. Bu yüzden üstümde kalın bir şey yoktu. Montumun altında lacivert kareli gömleğimin içinde beyaz tişörtümle, siyah kot pantolonum vardı. Üşüyeceğimi sanmıyordum.

İçim içime sığmıyordu. Normal olmayan hayatın içinde normal hissetmem ne kadar normaldi, bilmiyordum ama bugün dün olanları düşünmeyecektim. Kendime izin vermek istiyordum. Çözülmemiş olayların için de bir gün de olsa düşünce kapılarını kapatmak istiyordum. Öyle de yapacaktım.

Yol, sabah saatleri olduğu için açıktı. Kulübede kaldığımız bu günler de Alim benden önce kalkıyorken sabahları sekiz civarı uyanıyordum. Eskiden evde olduğum zamanlarda en az saat ondan aşağı kalkmazdım ama bu eskidendi. Ne gecelerimin gündüzlere karıştığı zamandı, ne de şu an ki gibiydi. O zamanlar normal bir hayatım vardı.

Her nereye gidiyorsak, yol boyunca Alim’e takılmadan da durmamıştım. Atış konusunda kendisine meydan okudum, yeneceğimi belirttim. Meydan okumamı kabul etti. Benim gibi o da eğleniyordu. Farkındaydım.

Araba otoyolun benzinliğine girerken ise yüzümde solmayan bir gülümseme vardı. Benzin mi alacaktı, bilmiyordum ama umurumda da değildi.

Araba benzin satışının olduğu yerde durmamıştı. Çünkü benzin almak için durmamıştı, benziliğin marketine gitmeden önce su alacağını belirtmiş, başka bir şey isteyip istemediğimi sormuştu.

Bulunduğumuz otoyolda geçip giden arabalar vardı. Benzinlikte fazla araba bulunmuyordu. Marketi diğer benzinliktekilere göre biraz daha büyüktü.

Alim’in gelmesini arabanın dışında beklerken markete girmemiştim. Arabaya yaslandım, telefonumu cebimden çıkardım. Ceyda’dan gelen mesajları cevapladım. Durumumdan haberdar etmemi istiyordu.

Bir yandan gözlerim telefonda, bir yandan da kulaklarım otoyolun sesindeydi. İşim bitince telefonumu cebime koyarken, bakışlarım kalktı. O sırada Alim’in yanıma geldiğini gördüm. Bir farklılık vardı. Daha doğrusu başında düz siyah bir şapka vardı. İtiraf etmeliydim ki yakışmıştı.

Tam başındakini işaret edecekken ise Alim hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bir başka şapkayı saçlarımın üstüne geçirdi. Elinde bir başka şapkanın olduğunu bile görmemiştim ama işte saçlarıma bir şapka geçirmişti. Her gün ummadığım hareketlerde bulunuyordu ve böyle yaparak benim durmadan donup kalmamı sağlıyordu.

“Kamuflaj için,” dedi yüzüne şaşkınlıkla bakarken. “Tanınmamamız lazım.”

İnanamayan gözlerle baktım. “Sence şimdi kılık mı değiştirmiş oluyoruz? Hem de bir şapkayla.”

Omzunu silkti. “Neden olmasın.”

“Ne yani?” Parmaklarım çeneme değdi, yüzümü hafifçe sağa sola çevirdim. Öne doğru çıktım, yüzümü göstermeye çalıştım. “Şimdi sen bu yüzü bir şapkayla tanımayacağını mı söylüyorsun?”

Hareketime bakışlarını çekerek, güldü. “Pekala,” dedi keyifle. “Kabul ediyorum, başarısız bir hamleydi.”

“Ama sevdim,” dedim elim şapkanın yüzeyine dokunurken. “Teşekkür ederim.”

Sevmiştim, çünkü sabah ki duygumu besliyordu. Daha kulübede çift gibi hissetmemem gerektiğini kendime hatırlatmıştım ama şimdi yine öyle hissetmeye devam ediyordum.

Teşekkürümü kabul etti, araba yolculuğumuz kaldığı yerden ilerledi. Yaklaşık yirmi dakika sonra araba atış alanının otoparkına girmişti. Atış alanının binası ormanın içine konumlandırılmıştı. Sanki tek katlı betonarme binası kocaman çukurunun içinde gibiydi. Büyük bir alana sahipti. Konumu itibariyle de gürültüden uzaktı.

“Daha önce buraya geldin değil mi?” Arabadan çıkmış, binaya doğru ilerliyorduk.

“Çoğunlukla atışlarımı burada yapardım.” Binanın beyaz kapısını itekledi, geçmem için yana kaydı. “Sahibini tanıyorum.”

İçeriye girerken, arkamızdan kapı kapandı. İçerisi orta büyüklükteydi. Dışı gibi içi de beyaz tonlardaydı. Pencerelerin olduğu kısımda, müşterilerin oturması için siyah koltuklar bulunuyordu. Danışma masası gibi bir masa cam bölmelerin önünde uzunlamasına set görevindeydi. Duvarlarda markalarının ismine ait afişler ile silah afişleri asılıydı.

“Selamün Aleyküm,” dedi birine Alim, ben etrafı incelerken.

“Aleyküm Selam hemşerim.” Bakışlarımı çevirdiğim, ellili yaşlarda ki bir adam yanımıza gelmiş, Alim ile tokalaşıyordu. “Sen buralara uğrar mıydın Alim? Ne kadar oldu? Bir sene olmuş mudur?” Adamın sitemli çıkışı vardı. Alim buraya ne kadar zaman sonra gelmişti, bilmiyordum ama gerçekten de uzun zaman oluyor olmalıydı.

“Daha fazlası olmuştur,” dedi Alim, samimiyetle.

“Çok şükür yolu unutmamışsın,” dedi adam aynı ki samimiyetle karşılık verirken. Adamın bakışları beni buldu, hafifçe gülümsedi, gülümsemesine karşılık verdim. “Bu hanım kızımız kim?” diye sordu ardından da.

Bir arkadaş, bir tanıdık, bir yabancı.

“Karım, Maral.” Sesinden çıkan söylediği kelime ruhumu yakaladı. Kısacık kelime zihnimde harflere ayrılıp, tekrardan birleşti. Karım demişti. Gözlerim ansızın Alim’i buldu ama o sanki normal bir şey demiş gibi sohbetine devam ediyordu. O andan itibaren adamla ne konuştuğunu tam olarak idrak edememem ise başka bir durumdu. Adamın hayırlı olsun kelimesini işitti kulaklarım, ardından da danışma masasına ilerlerken bedenim takip etti.

Aklım ise söylediği kelimeyi durmadan başa sarıyordu.

Adam Alim’e silah isteyip istemediğini sordu, Alim istediğini söyledi. Çünkü silahını arabada bırakmıştı, kulübeden çıkmadan öncede kendiminkini de almamam gerektiğini belirtmişti. Markasını bilmediğim iki silah adam tarafından cam masaya konulurken, Alim iki silahı da kontrol etti. Şarjörleri takıldı. Geçmişte Alim buraya geldiği için adam her zaman ki alanında atış yapabileceğimizi söylemiş ve isimlerimizi bir deftere not etmişti.

Atış alanları açık alandı ve toplam beş uzun alandan oluşuyordu. Ormanın açık arazisinde ayrılan yerler vardı. Başlangıç kısmının bulunduğu kısımda açık kabinler uzunlamasına gidiyordu. Sabah saatleri olduğu için atış alanında insan yoktu. Atış alanların hemen gerisinde ise kafeterya tarzı bekleme yeri mevcuttu.

Hedef tabloları ilerimizdeydi ve uzaklığı ideal görünüyordu.

“Şarjörü hemen bitirmemeye bak,” dedi Alim silahı bana uzatırken. Silahın kabzasını kavrayarak elinden aldım. Kendi silahımdan biraz daha büyük ve yapısı daha ağırdı. Babamın silahına benziyordu.

“Benden mermi sakınan başkası olsa alınırdım,” dedim önüme dönerken. Silahın kabzasını iki elimle sıkıca kavradım. Kollarımı havalandırdım, duruşumu düzenledim. Sol gözümü kıstım. Sağ gözüm silahın arpacığından geçerek, hedef tahtasına odaklandı ve saniyeler içinde ilk tetiği çektim.

Patlayan silah sesi etrafımızda duyulurken, tetiğe bir kez daha bastım. Çektiğim tetiklerle kollarım aynı ki hizada kaldı. Yanı başımdan bir başka silah sesi daha duyuldu, aldırmadım. Alim de silahını ateşlemeye başlamıştı. Ardı ardına atılan atışlar Alim’in atışlarının sesine karıştı, boş araziye yayıldı. İçeride söylediği kelimeye takılı kalan zihnim ise kurşun seslerinin arasında yankılanıp, durdu.

“İçeride,” dedim hedefe odaklanırken. Rüzgar yüzümü sıyırıp, saçlarımı uçurdu. “Neden öyle dedin?”

“Ne dedim?” diye sorarken, tetiğe bir kez daha bastım, kurşun sesi Alim’in sesini izledi. Arkasından da kendisi silahını ateşledi.

“Adamı kandırmamalıydın. Arkadaşın olduğumu söyleyebilirdin.” Lafı dolandırmak istemiyordum. Adama evli görünmek zorunda değildik, ailesine karşı bunu devam ettirebilirdi ama şimdi devam ettirmesini anlayamıyordum.

“Öyle demesem bile yine de anlardı.” Söylediğiyle hafifçe bakışlarımı çevirdim, silahını ateşlemeye hazırlanıyordu. Parmakları silahının kabzasını sıkıca kavramıştı. Yıllarını verdiği mesleğinin verdiği profesyonelliği gözler önündeydi.

“Nasıl anlardı?”

Silahı ateşlendi, ses kulaklarıma yayıldı. Elimdeki silahı indirdim, önümdeki bölmeye koymadan cevabını bekledim.

Yavaşça bana doğru döndü. Şapkanın altındaki mavi gözleri gözlerime ilişti, ardından da bakışlarını silah tutan elime doğru düşürdü. “Yüzükleri unutuyorsun,” dedi düz bir şekilde. “Amacım sadece sorularından kurtulmaktı.”

Parmağımdaki yüzükten haberi vardı, farkına varmaması için kör olması gerekirdi ama ben taktığım yüzüğü bir anlığına unutmuştum. Böyle olunca da bizi yan yana kim görse çift olduğumuzu düşünürdü. Arkadaş olduğumuzu söyleyemezdi, parmağımızdakiler engellerdi. Aldığım cevaptan hoşlanmamıştım ama belli etmemeye çalıştım.

“Keşke gelmeden çıkarsaydık,” dedim önüme doğru dönerken. Kolum havalandı, kırıldığımı düşünmemeye çalıştım. “Yalan söylememiş olurdun.”

Alim bir şey demedi ama bakışlarını üstümde hissetmeye devam ettim. Bu konuyu bir daha da açmadım. Atışlarımız devam ederken de cevabını düşünmemeye çalıştım. Adamın sorularından kurtulmak için söylemişti ama oradaki sesinin söyleyiş tonu zihnimden bir türlü silinip, gitmiyordu. Kurşun sesleri zihnimdeki sesin üstüne kondu.

        

*

Üşüyerek gözlerim karanlığa uyandı. Gözlerim yavaşça aralandı, bedenimin ağırlığı afallamama neden oldu. Vücut kaslarım lime lime dökülüyor gibiydi. Alnımda bir sızı vardı sanki ensemden bıçaklanıyor gibi acı veriyordu. Bir yandan da üstümdeki ince yorgan üşümeme engel olmuyordu. Yorganı boğazıma kadar çekmeye çalıştım, parmaklarım hareket etmekte zorlandı. Kol kaslarım dahi ağrıyordu.

Bir tuhaflık vardı. Üşümem normal değildi, vücudumun ağırlığı normal değildi ve başım çatlayacak gibi zonkluyordu. Bu geceye kadar bir kere bile uykumdan uyanmamıştım. Başımın ağrısıyla üşümem uykumdan uyanmama neden olmuş olmalıydı.

Atış alanımda bir şeyim yoktu. Kulübeye geldiğimde de kendimi iyi hissediyordum. Kulübeye gelmeden önce dışarıdan aldığımız dürümler akşam yemeğimiz olmuştu. Dürüm mü dokunmuştu, anlayamıyordum ama midem bulanmıyordu. Benim başım çatlayacak gibi ağrıyor, bir yandan da bedenim titriyordu. Hastalanmış olmalıydım. Normalde sıklıkla hastalanan bir bağışıklığa sahip değildim ama bir şeyler farklıydı.

Kulağımı sessizliğe verirken, susadığımı hissettim. Göz kapaklarım tam bile açılmamıştı, başımın ağrısı göz kapaklarıma kadar inmişti.

Geceleri kulübenin sessizliği dışarısının ıssızlığıyla birleştiği için hiçbir şey duyulmuyordu. Kulübenin içinden de ses gelmiyordu. Alim uyuyor olmalıydı. Saatin kaç olduğundan habersizdim ama gece yarısını çoktan geçmiş olabilirdi.

Doğrulmaya çalıştım, üstümdeki yorganı kalan gücümle sıyırdım. Bacaklarımı yataktan aşağıya indirirken, başımı boynumun üstünde zar zor tutabiliyordum. Parmaklarım gözlerime ilişti, ovaladı. Bir değişiklik olmadı.

Mutfağa gitmek istiyordum ama ufacık adımlar bile gözümde büyüyordu. Üstümde ince olmayan kahverenginde çizgili tişörtüm vardı. Kalın bile sayılabilirdi ama bedenime göre öyle değildi. Hırkamı nereye koyduğumu düşünmeye çalıştım.

Yataktan kuvvet alarak ayaklandığımda bacaklarım tökezledi, elim dolaba değdi. Odanın yatağının başında ufak bir pencere vardı ama kulübenin konumundan dolayı odanın içi karanlıktı. Vücudum aşırı yorgundu, yakın zamanda bu kadar yoğun şekilde bedenimle baş etmek durumunda bile kalmamıştım.

Dolapla yatağın arasındaki boşluktan zar zor ileriye doğru adımları atarken, ayaklarım bir engelle karşılaştı, ne olduğunu anlayamadım. Ayağım sert bir şeye çarptı, çarptığım şey bir yere vurdu, ses oda da yankılandı. Bedenim ise öne doğru sendeledi ama düşmedi. Ayak parmaklarım vurduğum şeyle sızlıyordu. Sonra bavuluma vurmuş olabileceğim aklıma geldi. Çünkü yatmadan önce dolabın önüne koymuştum.

Öne doğru tekrar adımlamaya çalıştım, bavuluma tekrar takıldım. Bedenim kütük gibiydi, adımlamam için ekstra güç sarf etmem gerekiyordu. Kapının açılıp, ışığın yandığını ise sonradan anladım. Karanlığa alışan gözlerimin kirpikleri oynadı, başım döndü. Belki de en başından beri dönüyordu ama üşümemden ve başımın ağrısından anlayamamıştım.

Işığa alışan gözlerimin gördüğü ilk şey de Alim’in kapının önünde durduğuydu. Eli duvardaki ışığın düğmesindeydi, durumumu anlamaya çalışıyordu. Nasıl görünüyordum, bilmiyordum ama gördüğü görüntüden hoşlanmamış gibi göz bebekleri dalgalandı. “Neyin var?”

Parmaklarım alnıma değdi. “Başım…” derken, bir adım daha atmıştım ki, adımlarım karıştı. Bacaklarım bedenimi taşıyamadı, vücudum boşalır gibi oldu. Bu sefer düşeceğimi sanırken, düşmedim. Hangi ara odanın içine girmişti, bilmiyordum ama Alim bedenimi çevik bir hareketle yakaladı. Hareketiyle yanağım göğsüne değdi, saçlarım yüzüme savruldu. Elim koluna sıkıca tutundu. Kalbim hızlanmıştı.

“İyi misin?” Sesinde endişeli bir tını vardı.

Aldığım destekle bedenimi toparlamaya çalıştım ama bacak kaslarım o kadar çok ağrıyordu ki, ayakta duramıyordum. “Başım çatlıyor.”

Saçlarımın arasından geçen eli alnıma değerken, irkildim. Fark edip etmediğini anlayamadım. “Ateşin var senin.”

Bir şey diyemedim. Bedenimi yatağa doğru yönlendirdi, yavaşça oturtturdu. Düzgün tutamadığım başım yatağın başlığına yaslamak istedim, Alim engel oldu. Elini başlıkla başımın arasına koymuştu.

“Başını buraya değil, yastığa koy.” Yarı baygın gözlerle yüzüne bakmaya çalıştım ama endişeyle bakan gözleri dalgalanır gibi oluyor, bir türlü odaklanamıyordum. Dediğini yaptım. Yardımıyla bedenimi yavaşça kaydırırken, başım yastığa değdiği sırada dudaklarım aralandı.

“Su…” Yutkundum. Kulaklarım mırıltımı bile zar zor duymuştu. Konuşmamla yüzüme baktığını görür gibi oldum.

“Getiririm.” Doğruldu ve hareketlendi. Kısa sürede geri geldiğini adımlarının sesiyle hissettim. Yataktan destek alırcasına oturmaya çalıştım, sırtım yatağın başına değdi.

Titreyen parmaklarımla getirdiği bardağı alırken, üşümem devam ediyordu. Suyun tamamını içememiştim, iki üç yudum alıp Alim’in geri almasına izin vermiştim. Teşekkür etmek istiyordum ama dudaklarımı aralamakta zorluk çektiğim için bir şey diyemeden, tekrardan yatağın içine girmek durumunda kalmıştım.

Gözlerim kapandı, bilincim benimleydi.

Vücudumdan aniden bir titreme geçip gitti. Ansızın gelen titremelere mani olamıyordum. Parmaklarım yorganı aradı, bulamadı. O sırada alnımda tekrardan sert parmakların varlığını hissettim, parmağındaki yüzüğün temasıyla gözlerim aralanır gibi oldu. Baygın gözlerle Alim’in yüzüne bakındım, teması alnımdan yanaklarıma değdi, endişeli yüz hatlarıyla durumuma bakıyordu.

Endişelenmesini istemiyordum ama içini rahatlatacak bir şey de diyemiyordum.

Dokunuşunu yüzümden çekti, bulamadığım yorganın bedenime çekildiğini hissederken, görüş alanımdan çıktı. Göz kapaklarım daha fazla direnemedi, kapandı. Bir takım sesler kulağıma geldi, banyonun kapısı açıldı. Bir yerlerden su sesi duyuldu. Uyuyacak gibi olurken de yüzüme değen saçlar çekildi ve soğuk bir şey değdi, bedenim ürperdi.

Üşüyen bünyem için iyi değildi.

Parmaklarım alnıma gitti.

“Üşüyorsun farkındayım ama ateşinin düşmesi lazım,” dedi Alim, elimi alnımdan nazikçe çekerken. Direnmedim, direnmek istesem bile halim yoktu. Elimi çekmesine izin verdim.

Uyku ile uyanıklık halinin sınırında dolanırken, alnımdaki bezin çekildiğini, tekrar konduğunu hissettim. Arada Alim’in elini yüzümde hissediyor, tepki veremiyordum.

Başımın ağrısından bir ara uyuklar gibi oldum. Alnımdaki bez tekrardan konulurken, bilincim tekrar yerine geldi. Gözlerim aralandı, kirpiklerim titreşti. Başım uğulduyor, zonkluyordu. Alim yatağın ucuna oturmuş, alnımdaki bezi düzeltiyordu. Gözlerimiz çakıştı.

O sırada kulübenin kapısı tıklatıldığına dair vurulma sesi geldi, anlamayan gözlerle bakındım. Saat kaçtı, bilmiyordum ama odanın ışığı hala açıktı. Sabah olmamış olmalıydı. Kapı tekrardan vuruldu, kulübenin yerini kimse bilmiyordu. Alim’in kendisi söylemişti.

Korku bedenime yayıldı, yaşadıklarım zihnime değdi. Alim’in yüzünden ise hiçbir şey okunmuyordu. Bedeni yataktan yavaşça kalkarken elim hareketlendi, parmaklarına değip, tutundu.

Hareketimle duraklamak durumunda kaldı. Konuşmak için yutkundum. “Gitme,” diye mırıldandım. “ Kim olduğunu bilmiyorsun.”

“Endişelenme,” dedi diğer elini elimin üstüne güven verircesine değerken. “Ateşin düşmediği için yardım almak zorunda kaldım. İlaçların gelmiştir.”

Elimi elinden yavaşça sıyırıp, yatağın üstüne doğru bıraktı. Ardından da hızlıca odadan çıktı. Kulübenin kapısının açıldığını duydum ama hala korku bünyemi terk etmemişti. Yatağın içinde kımıldamaya çalıştım, Alim biriyle konuşuyordu ama tam sesleri algılayamıyordum.

Alim geri dönene kadar gözlerim kapalı kaldı. Geldiğini hissedince aralandı, alnımdaki bezi çekti. Doğrulmam gerektiğini düşünerek, hareketlendim. Bu sırada Alim de öne doğru eğildi, yakınlığı yüzüme çarptı. Gözlerimiz birbirine değdi, gözlerini kaçırdı. Destek vererek doğrulmamda yardımcı olurken, yardımını kabul ettim, koluna tutundum. Doğrulduğumda ise başım geriye doğru yaslandı.

Elini alnıma değdirdi, bu sefer irkilmedim. “Kimi aradın?” diye sordum, yatağın ucuna oturunca.

“Gelen Ömer’di. Seni bu halde bırakıp, açık eczane arayamazdım.” Elindeki poşeti yatağın üstüne bırakmıştı. Poşetin içinden ateş ölçer kutusu çıkardı. “Ölçebilirsin değil mi?”

Uzattığı cihazı aldım. Tişörtümün yakasını biraz indirip, koltuk altıma cihazı yerleştirirken Alim’in bakışlarını kaçırdığını gördüm. Dikkatini poşetin içindeki diğer kutuları çıkarmaya vermişti.

Üstünde hafif bol siyah şapkalı sweatshirt vardı, omuzlarını daha geniş göstermişti. Altında da aynı renkte eşofmanı bulunuyordu. Odaya gelmeden önce uyuyor olmalıydı. İlk kez kendisinin bu haline şahit oluyordum. Baygın gözlerle kendisini izlerken bu durum hoşuma da gitmişti.

Cihazın sesi duyuldu, ateşim otuz dokuz çıkmıştı. Alim tabletten çıkardığı hapı avucuma bıraktı, ileriye doğru hareketlendi. Su bardağını pencerenin boşluğuna koymuştu. Verdiği ilaçları içerken, ses çıkarmadım.

Yatağın içine tekrardan kayarken Alim de hareketlendi, yorganı üstüme doğru çekti, gözlerim kapandı. Yatağın ucuna doğru oturdu. Bir müddet sonra ıslak bez alnıma tekrardan konuldu. Alnımdaki bezi düzelti, hafif temasını yanaklarımda hisseder gibi oldum.

“Git, uyu.” Sesim fısıltı gibiydi.

“Çok çabuk karar değiştiriyorsun,” dedi Alim. “Gitmemi istemiyordun.”

Cevabı tebessümüme neden oldu, yüz hatlarım acıdı. Gitmesini istemiyordum ama yeteri kadar benim yüzümden de uykusuz kalmışken bir daha kalmasını istemiyordum. Gözlerim aralandı, gözleriyle karşılaştı. Düşüncelerim ardı ardına zihnime uçuştu.

En son bu kadar ağır ateşlendiğimde evde yalnızdım. Babam işteydi, üniversite son sınıftaydım. Okula gidememiştim. Evdeki ilaçların hepsini tüketmiştim. Ceyda’nın aramalarına cevap verememiştim. Babam eve geldiğinde, durumumu görmüş, kendisini aramadığım için kızmıştı ama telefonu elime alacak gücüm bile olmadığını o an kendisine söyleyememiştim. Hastanede serum yiyerek, birazda olsa kendime gelmiştim. Diğer gün babam işine gitmiş, kötüleşirsem aramam için telefonumu yakınıma koymuştu. Bu yüzden üstümde hafif bir kırgınlık olsa bile ilerlemeden, evimizin bir sokak ötedeki sağlık ocağına gider, kendimi gösterirdim.

Alim’in gözlerine bakarken, bunları düşünüyordum. Vicdanını rahatlatmak için evlendiği kızın ateşine bakıyor, alnındaki bezi değiştiriyordu. Zorunda değildi ama yapıyordu. Beni bu oda da tek bırakabilir, uyanmayabilirdi ama kendisi burada, ateşimin düşmesini bekliyordu. Mavi gözlerinde yine adlandıramadığım o tuhaf bakış hakimdi. Uzansam, dokunabileceğim mesafedeydi. Kalbimin atışı kulaklarımda uğuldadı.

“Neden buradasın? Yoksa bana acıyor musun?” diye mırıldandım. O tuhaf bakışını başka bir yere koyamıyordum. “Bana acıyor gibi bakıyorsun.”

Afalladı. “Sana öyle bakmıyorum.”

“Ama öyle bakıyorsun. Zaten bu yüzden yanımda değil misin?”

“Ateşin düşüncelerine de vurmuş senin,” dedi dediklerime aldırmadan. Gözlerini suçlu gibi kaçırdı. Halbuki şu an neden yanımda olduğunu sorgulamıyordum. “Dinlenmen gerek.”

“Kendin söyledin. Vicdanın için tüm bunlara katlandığını söylemedin mi?”

“Tüm söylediklerimin içinden bunu hatırlaman hoşuma gitmedi.” Gözleri yine gözlerimi buldu. “Neden burada olduğumu sormuştun. Buradayım, çünkü burada olmak istiyorum. Kovacak mısın?”

“Kovsam, gider misin?”

Kaşları havalandı. “Gitmem.”

“Boşuna gücümü tüketmeyeceğim.”

“Doğru bir karar olur.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Söylediklerimin arasında söyleyemediklerim zihnimde parçalara ayrılıyordu. Sorduğum sorulara istediğim cevabı vermiyordu, vermediği cevaplar da sadece vicdanını rahatlatmak için yanımda olduğunu bir kez daha anlamamı sağlıyordu. Başım ağrıyordu, halsizdim ama hala karşımdaki adamı zorlayarak içinde bulunduğum çaresizliğime yol açmasını istiyordum. Her defasında yanılıyordum.

“Alim?” derken cevap vermesini beklemiyordum ama “Efendim,” dedi.

“Her şey sonlandığında hayatından çıkacağımı bilmeni istiyorum.”

Cevap vermesini bekledim, vermedi. Bilincimi zar zor uykuya teslim etmemek için direndim ama cevap gelmedi. Pes ederken, yutkundum. Kalbim burkuldu. Kendime acımayacaktım. Kalbime acımayacaktım. Kalbim doğru kalbe akmıştı. Duygularım karşılıksız olması yanlış olduğunu göstermezdi. Uykunun kollarına düşmeden önce düşüncelerim bunlardı. Bu yüzden bilinçaltım ruhumla bir oyun oynadı.

Rüyamda cevabım buğulu sisin ardından geldi. Rüyamdaki adamın dokunuşu saçlarıma değdi, yüz hatlarımda dolaştı. Zihnim gerçekle oynadı. Kısık sesi, ruhuma ulaştı. “Benden gitmene izin vermeyeceğimi o gün sana söylemeliydim. Hata ettim.”

Gerçek gibiydi ama değildi.

Sadece istediğim gibi bir rüyaydı.

         *

Bilincim yerine geldiğinde kendimi geceki halimden daha iyi hissediyordum. Bedenim kütüklüğünü koruyordu ama başımdaki o sancı silinmiş, yerine sakinlik gelmişti.

Kirpiklerim titreşti. Gözlerim yeni güne aralandı ve ilk gördüğüm Alim’in yüzü oldu. Sağ tarafıma doğru yatmıştım, kendisini görmem kaçınılmazdı. Afallamam kısa sürdü, kafa karışıklığı silindi. Zemindeydi. Daha doğrusu yatakla dolabın arasına sıkışmıştı. Bacaklarını öne doğru uzatmış, sırtı duvara dayalıydı. Kollarını göğsünde bağlamış, nefes alışlarıyla göğsü yavaşça inip, kalkıyordu. Başı ise yatağın demirine dayalı bir halde uyuyordu.

Yüz hatlarını ezberleyen gözlerim saçlarına değdi. Parmaklarım karıncalandı, aklımdaki düşünceye hazırlıksızdım ama engelleyemedim. Engellemek istemedim. Yastığın üstündeki elim havalandı, aramızdaki yolu izledi. Kendi içimdeki savaşla karşı karşıya geldim. Savaşanda karşı çıkanda kendimdim. Tereddütlerim ruhumu kavramıştı, zihnimin gerilerine yollamaya çalıştım.

Aramızda bir duvar vardı, ne zaman duvarını aşmaya çalışsam tökezliyor, başa dönüyordum. Birlikte olduğumuzun asıl sebebini zihnim durmadan hatırlatıyor, gerçeği önüme sunuyordu ama şimdi adımlarım kendisine doğru çekiliyordu. Önümde bir fırsat vardı. Normal zamanda cesaret edemezdim ama uyuyordu. Belki de bir daha bu kareye sahip olamayacak, imkanım varken dokunamadığım için eksik hissedecektim. Pişman olmak istemiyordum. Bir kerede düşünmeden, hareket eden insanlar gibi olmak istiyordum. Bu yüzden parmaklarımı çekmeyi düşünmeyi bıraktım.

Saçına değen parmak uçlarım kalbimde ki yerini aldı. Anıların saklandığı sandığa bir yenisi eklendi. Nefesim saklandı, yüreğim yolunu çizdi. Kalbim parmaklarımdaki hisle gülümsedi. Birine karşı hissettiğim bu duygu sarsıcıydı. Bir yandan da eksikliğimi tamamlıyor gibiydi.

Dokunuşlarımla derin uykusundan uyanmadı. Görüntüsü ruhumu sızlattı. Benim yüzümden sabaha kadar başımda beklemiş, benim yüzümden yerde uyumak zorunda kalmıştı.

Elimi çekerken kendisini uyandırmam gerektiğini düşündüm. Ne zamandan beri zemindeydi, bilmiyordum ama kalkmalıydı. Çoğalan vicdan azabımı her saniye bünyeme ağır geliyordu.

O sırada telefonumun zil sesi ansızın odanın içinde duyulmaya başladı, irkildim. Dün zil sesini titreşimden sesliye çıkarmıştım. Saat kaçtı, kim arıyordu, bilmiyordum ama yeni numaram sayılı kişilerde vardı.

Kaşlarım çatıldı.

Ses yakınımdan geliyordu. Diğer tarafıma doğru dönerken, vücudumun ağırlıktan kasılmama neden oldu ama telefon koyduğum yerdeydi. Telefonumu yastığın yanından alırken doğrulmaya çalıştım.

Telefonu kulağıma götürmeden önce ise gözlerim saate ilişti, öğlen olmak üzereydi. Saate şaşırmıştım ama arayanın Buket olduğunu görünce daha da şaşırmıştım. Bir şey mi olmuştu? Eğer olsaydı abisini araması gerekirdi.

Ruhum gerildi.

“Efendim?”

“Neredesiniz?” Buket’in sitemli sesi kulağımı doldurdu. “Yoksa bu saate kadar uyuyor muydunuz?”

“Ne oldu?” Sorularını es geçtim, hastalandığımı bu yüzden öğlene kadar uyuduğumuzu söyleyemezdim. “Bir şey mi oldu?”

“Abim nerede Maral? Neden ben ona ulaşamıyorum?”

“Anlamadım?”

“O kadar aradım, telefonunu açmıyor.”

“Kimle konuşuyorsun?” Alim’in sesini duyunca irkildim, telefonum durmadan çalarken uyanması kaçınılmazdı. Bakışlarımı çevirdim, zeminden kalkmaya çalışıyordu. Yeni uykudan uyandığı için yüzünde uykunun kalan izleri vardı.

“Buket.”

“Buket mi?” diye sordu, yüzünü sıvazlarken. Kendisi de benim gibi şaşırmıştı.

“Abimle mi konuşuyorsun sen?” diye sordu Buket hızlıca. “Her neyse. Telefonu hoparlöre ver. Zamanım yok. Her an biri gelebilir.”

Aceleci halinden hiç hoşlanmamıştım ama telefonu hoparlöre verdim. “Konuşabilirsin.”

“Abi orada mısın?” diye sordu Buket, hızlıca.

“Buradayım. Ne oldu?” Dolaba yaslanmış, elimdeki telefona bakıyordu.

“Kapıya bir adam geldi abi.” Sesindeki şaşkınlık hala tazeydi. ”Annemle, Demet yukarıdaydı. Bugün eczaneye öğleden sonra gidecektim. Bu yüzden kapıyı ben açtım. İlk ne olduğunu anlayamadım ama bana Maral’ın burada olup, olmadığını sordu. Kendisini akrabası olarak tanıttı.”

İsmimi duymamla elim titredi. Gözlerim duyduklarımla irileşti. Buket hala konuşmaya devam ediyordu. “İşkillendim, yanlış adrese geldiğini söyledim. Adamı yolladım ama ne kadar inandı, bilmiyorum. İnanmış gibi geldi bana. Çok şükür ki kapıyı ben açtım abi. Annem ya da Demet açsaydı, düşünmek istemiyorum.”

Yutkunmaya çalıştım, korkum ilerimdeydi. Ruhum kelimelerin girdabına girdi, sıkıştı. Kapılarına biri gitmişti. Korktuğum başıma geliyor, girdap daralıyordu. Gece boyunca midem bulanmamıştı, şimdi bulanıyordu. Telefonu elimden düştüğünü görüş alanıma Alim’in eli girince anladım. Telefonu yatağın üstünden aldı, hoparlörden çekti. Karşı çıkmadım, duyacağımı duymuştum.

“Nasıl biriydi?” diye sordu Alim, odanın ortasına doğru ilerledi, arkasını döndü.

Evlerini bulmuşlardı. Başıma ödül konmuştu. Babam öldürülmüştü. Tehlike. Herkes tehlikedeydi. İstedikleri bendim. İstedikleri babamın sakladıklarıydı. Ve ben artık bu durumdan çok sıkılmıştım. Benim babamın ne sakladığını öğrenmem gerekiyordu. Şu an ya da başka zaman umurumda değildi.

Yataktan çıktım, kaslarım gergindi. Bedenimde ki ağrı bacaklarımda toplanmış gibiydi ama adım atmamda zorluk çıkarmıyordu. Gece takıldığım bavul duvar dibine gitmişti, Alim arkası dönük olduğu için bavuluma doğru ilerlediğimi görmedi. Bavulun ufak bölmesinden anahtarlarımı ve babamın telefonunu aldım.

Salona geçerken, Alim kız kardeşiyle konuşmaya devam etti ama artık ne konuştuğunu umursamadım. Mantıklı düşünüp, düşünmeyi de umursamıyordum.

Alim’in araba anahtarları tam da istediğim gibi gözümün önünde, masanın üstündeydi. Montumu sandalyenin üstünden aldığım gibi giyindim, acele hareketlerim birbiri ardına işledi.

Bedenim verandaya çıktı, adımlarım verandadan indi, arabaya doğru koşarken kaslarım çığlık atıyordu.

“Maral!” Arkamdan Alim seslendiğinde taşlıklardan çıkmış, arabanın içine girmek üzereydim. Aldırmadım. Arkama bakmadım. Gitmem gerekiyordu. En başından beri eve gitmem gerekiyordu. Babamın ne sakladığını bulmam gerekiyordu.

Alim tekrardan bağırdı, kulağımı sesine kapattım ama Buket’in söylediklerine zihnimi kapatamıyordum. Bulmuşlardı. Onlarda kaldığımı biliyorlardı. Titreyen parmaklarımla anahtarını kontağa ilk takamadım, elimden yere düşürdüm, saçlarım yüzüme düştü.

Gözlerim sürücü camına istemeden değdi. O an Alim arabanın kapısına uzanacaktı. Beni bırakmasını istiyordum. Eve gidip her yeri aramak istiyordum. Beni bulabilirlerdi, umurumda değildi. İstedikleri bendim. Kimseye zarar gelmesini istemiyordum. Kararlarımı durmadan engelleyen kişiye bakmadım, kendimi arabaya kilitledim. Kapıyı zorladı, açamadı. Öfkesi, gözlerini zorluyordu. Ben de öfkeliydim. Beni en baştan bırakmadığı için kendisine öfkeliydim.

“Aç kapıyı!” dedi sesi dışarıdan boğuk geliyordu. Kapıyı zorlamaya devam etti, cevap vermedim. Bakışlarımı çevirdim. Elim düşürdüğüm anahtarlara doğru uzandı, cama vurmasıyla yerimde sıçradım.

“Rahat bırak beni!” diye çıkıştım.

“Gidemezsin!” Alim cama tekrardan yumruğunu geçirdi, ses ruhuma balyozunu indirdi. “Dinle beni! Aç şu kapıyı.”

Kalbim kulaklarımda atıyor, stresten midem bulanıyordu. Sıkıştığım kapan daralıyor, nefes alamıyordum. “Babamın ne sakladığını bulacağım. Bunu tek başıma yapacağım. Rahat bırak!”

“Yüzüme bak güzelim,” dedi Alim bu sefer. Sesini sakin tutmaya çalışıyordu ama beceremiyordu. Gözlerim titredi. “Bana bak!”

Gözlerimi değdiremezdim. Bakarsam kararım çatlar, elim yine boş kalırdı. Yutkundum. Sonunda elim anahtarlara değdi, doğruldum. Nefese nefeseydim. Anahtarı kontağa bu sefer takmayı başarmıştım, motoru çalıştırdım. Bakışlarımı kaldırdım ve önümdeki öfkeyle yüzüme bakan Alim’i gördüm.

“Gitmek mi istiyorsun?” diye bağırdı, mavi gözleri gözlerimi delerken. Kaputa doğru iki elini de vurdu.“Beni ezip gitmek zorundasın!”

Parmaklarım direksiyonu sımsıkı tutmasından boğumlarıma sancı girdi.

“Çekil önümden Alim,” diye bağırdım. Öfkem şakaklarımı zorluyordu. “Yapma.”

“Sür o zaman! Gaza bas! Ez beni! Çünkü ancak öyle gidebilirsin! Gitmene izin vermem Maral! Vermiyorum!”

Beni deniyordu, farkındaydım. Gaza basar gibi oldum, araba hafifçe öne doğru gitti. Şaşırmadı bile. Yüzündeki hiçbir mimik oynamadı. “Devam et! Beni ezen sen olacaksan, ez gitsin,” diye bağırdı durduğumu görünce, kaputa tekrardan vurdu.

“Bu belayı size ben getirdim, ben geri alacağım. Neden anlamıyorsun? Çekil önümden!”

“O zaman beni ezeceksin! Bu halde bir yere gitmene izin vermem!”

Gözlerindeki ateşe bakarken, göz pınarlarım yanıyordu. Baş edemiyordum. Ruhum sarsılıyordu. Darbeler düşüncelerime sızıyordu. Engelleyemiyordum. Gözlerimi kaçırdım, parmaklarım direksiyonda açılıp, kapandı.

Gözümden bir yaş yanağıma değdiğinde kendimi ne kadar sıktığımın farkında değildim, elimin tersiyle akan yaşı sildim. Hışımla kapıları açtım, bedenimi dışarıya attım.

Gitmemi istemiyordu, çünkü gidersem vicdanıyla baş başa kalmak istemiyordu. Anlamıyordu. Kendi vicdanını rahatlatmak uğruna benimleydi ama benimkini umursamıyordu. Hayatlarına girmemin çıkardığı sonuçları görmezden geliyordu.

Arabadan çıktığımı gördü, doğruldu ve bana doğru hareket etti. Bakışlarını üstümden çekmedi. “Ne istiyorsun benden?” diye bağırdım, ortada buluştuğumuzda. Gövdesini hafifçe itekledim, irkilmedi. “Beni durdurmalarından bıktım! Neden anlamıyorsun? Gitmek istiyorum. Hayatından çıkmak istiyorum.”

Gövdesini tekrardan itekledim. Konuşmadı. Hıncımı kendisinden almama izin veriyordu, istediği olmuş arabadan çıkmamı sağlamıştı. “Konuşmak istiyordun, konuşsana! Benden ne istiyorsun?” Gövdesini tekrardan iteklemek için ellerim havalandı ama iki elimi de birden tuttu, gövdesine hapis etti.

“Ne mi istiyorum?” diye sordu çileden çıkmış gibi. “Sözüne sadık olmanı istiyorum.”

Söz. Yanında kalmak için verdiğim söz. Birlikte gerçekleri bulacağımıza dair verdiğim söz. Ailesiyle beraber kendisini de yıkıntıların altına çektiğim şu söz.

“Size ulaşmışlar, duydun. En başından itibaren her şey yanlış. Gitmek istiyorum, beni kilitleyemezsin! Beni engellemeyi bırak artık! Vicdanın için yanında durmamı istiyorsun. Bunu isterken benim kendi vicdanımı es geçiyorsun. Görmüyor musun?”

“Haklılık payın var, inkar etmeyeceğim.” Gözlerimin içine bakarak bildiğim gerçeği yüzüme savururken, kalbim birden fazla kez bir daha parçalara ayrıldı. “Bu yüzden fırsatın varken beni ezip geçmeliydin, bunu yapmalıydın. Bile bile gitmene izin vereceğimi sanıyorsan hala beni tanımamışsın demek.”

Parçalar ruhumun her yerine saplandı, parmaklarımın ucu sızladı. Anılarımızı sakladığım sandık çalkalandı, hepsinin yerini bu an aldı.

Öfkeyle karışık tüm kırıklarımla gözlerinin içine baktım. “Tanıdım. Vicdanının ağır geldiğini bile bile bunu bana yapan adamı tanıdım. Kendi vicdanın için vicdansız davranmayı seçtiğini tanıdım.” Kelimeler birer yangın oluşturdu, dilimi yaka yaka kalbime indi. Gözlerim yanarken tüm gücümü kollarıma verdim. Ellerinden kurtuldum, ellerini itekledim. Rüzgar saçlarımı yüzüme değdirdi, kırılan ruh halim ortaya çıktı. “Seni çok iyi tanıdım, Alim Polat.”

Buz tutan gözlerimle yüzüne bakarken mavilikleri duruldu, söylediğim kelimelerin ağırlığını ruhum idrak etti.

Kazanmıştı. Kaybetmişti. Beni yine engellemişti. Yine izin vermiştim. Gerçekleri söylemişti. Bildiğim gerçekleri. Sesinden bir kere duymaya katlanabilirdim, katlanmıştım. Hatırlatıcı bir zihnim vardı, kendisinin hatırlatmasına gerek yoktu ama kendi sesinden birden fazla duymaya ise katlanamazdım.

Gerisin geri kulübeye dönerken, öfkeden tüm vücudum titriyordu. Dün oluşan düşüncem zihnime sızdı, adımlarım kulübeye girdi. Nesnenin değdiği tenim yanmaya başladı. Parmağımdan çıkardığım yüzüğü masanın üstüne bırakırken, ruhuma toprak atıldı. Arkama bakmadım. Çünkü bizden bir şey olmazdı.

Biz arkadaş değildik.

Biz yabancıydık.

Biz hiçbir şeydik.

 

OY VE YORUMLARINIZI UNUTMAYIN.

BENİ TAKİP ETMEYİ UNUTMAYIN.

        

 

 

Bölüm : 30.04.2025 23:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...