26. Bölüm

-25-

okuyan doksandört
__okuyan94__

OY VE YORUMLARINIZI UNUTMAYIN

İYİ OKUMALAR

-25-

 

Aradan iki gün geçti. Küçücük kulübede birbirimizi görmeden devam eden koskoca iki gün geride kaldı. İki odanın içinde olmamıza rağmen birbirimizin yüzünü görmeden günler geçmişti. Bu süre zarfında kendisine ne kadar çok alıştığım ortaya çıktı. Bu hisle durmadan başbaşa kalmak durumunda kaldım.

İki gün boyunca odadan tuvalet ve mutfak ihtiyacı dışında hiç çıkmadım. İşlerimi halledip odaya giriyor, kapıyı arkamdan kapatıyordum.

Aynı evde iki yabancı, iki hiçbir şeydik.

Ömer’den istediği soğuk algınlığı ilacını iki gün daha kullanmaya devam ettim. İlaçlardan biri ateş düşürücüydü. Ara ara ateşimi ölçüp kendimi kontrol ettim ama bir daha o kadar yüksekte ateşim çıkmadı. Bedenimin iyi hissettiği zamanda soğuk algınlığı ilacını kestim. İyiydim, toparlanmıştım. Ruhum dağınık olsa da bedenim günden güne kendine gelmişti.

Telefonumun ekranından gözlerimi çektim, babamın telefonuyla ilgili bir bilgi arıyordum. Telefonunu daha açmamıştım, eski model olmasına rağmen sinyalin takip edilip edilemediğini bilmiyordum. Birkaç yararlı bilgi bulmuştum ama riske atmakta istemiyordum. Alim mesleği gereği bu telefonların olumlu olumsuz yönünü bilebilirdi bilmesine ama kendisiyle bu durumun içindeyken sormak istemiyordum. Sorabileceğim biri daha vardı ve bu zamana kadar aklıma gelmemişti.

Ceyda’nın evli abisi bir telefon markasının teknik servisinde çalışıyordu. Erol abiyle tam tanışmamıştım ama Ceyda abisinden bahsederken hep iyi şeyler söylerdi. Sorumu cevaplayabileceğini düşünüyordum. Ceyda’ya ayrıntılı bir mesaj yazmaya başladım. Ben mesajı yazarken kulübenin dışından sesler geliyordu ama daha bakmamıştım. Pencere kapalıydı, dışarıdan gelen sesler odaya giriyordu. Mesajı yazıp yolladım, bakışlarım ufak pencereden dışarıya yöneldi. Pencerenin kısa bir perdesi vardı, içeriyi göstermiyordu. Perdeyi açmadan dışarıya bakınmaya çalıştım.

Kulübenin bu tarafı arkaya bakıyordu. İlerisindeki kayalıklarla kulübenin arasında bir boşluk vardı. Pek dikkatimi çekmemişti ama Alim arka tarafa odunluk inşa ettiğini söylemişti. Bir ara aklımda gidip incelemek vardı ama yaşananlardan sonra aklımdan çıkmıştı.

O sırada pencerenin önünden bir gölge geçti, hafifçe geriye çıktım. Aynı ki ses tekrar duyulmaya başladı. Yatağın ucuna doğru kaydım, parmağım perdeyi yavaşça araladı. Meraklı bakışlarım dışarıya gitti. Oradaydı. İki gündür kendisinden kaçtığım adam oradaydı. Bakışlarımı çekmek istedim, çekemedim. Evlerinde kendisini geceleri izlediğim anların benzeriydi.

Elindeki baltayı havalandırıyor ve kütüğün üstündeki oduna doğru savuruyordu. Aynı ki hareketi bir daha yaptı. Kütükteki odun ikiye ayrılıp yere yuvalandı. Geriye adımladı, kütüğün biraz ilerisindeki odunlardan bir tane daha aldı. Kütüğün üstüne tekrardan koydu. Koyduğu odunu savurduğu baltayla tekrardan ikiye ayırdı. Bir başka odun yerini aldı, aynı ki ses duyuldu. Kırılan odun yığınları çoğalmıştı.

Üstünde gri uzun kollu bir tişört vardı ve kollarını dirseklerine kadar sıyırmıştı. Kollarındaki belirgin damarlar sarf ettiği güçle daha belirgin olmuştu. Doğrulmasıyla eli alnına gitti, terini sildi. Göğsü hızlı hızlı inip, kalkıyordu. Nefes nefese kalmıştı.

O an gözlerim parmağına gitti, yüzüğü parmağındaydı. Yüzük parmağım sızladı. Elim parmağıma değdi, boşluk karşıladı. Yüzüğü her düşündüğümde boğazım düğümleniyordu ve yine olan buydu. Yutkundum. Benim aksime çıkarmamıştı.

İki gün önce yaşadıklarımız tek kaldığım süre boyunca aklımdan hiç çıkmamıştı. Verdiğim tepkiyi beklemiyordu. Beni anlamıyordu. Evlerinde beni vicdanını düşünmemle suçlamıştı ama aynısını kendisi de yapıyordu, farkında olması lazımdı. Anlasaydı, o an ki kadar öfkeli olmazdı. Alim’i tanıdığım süre boyunca öfkeli anlarına pek rastlamamıştım ama o gün ki öfkesi doktoru bulduğumuz zaman ki gibiydi.

Evlerine kadar izimi sürmüşlerdi. Başıma ödül koymuşlardı ve benim bir an önce babamın sakladığını bulmam gerekiyordu ama bulduğum an ne yapacağımı da bilmiyordum. Polislere güvenemezdim, isteyenlere veremezdim. Şimdiden arada kalmıştım. Girdiğim çıkmazdan çıkamıyordum.

Düşüncelerimle gözlerim aynı ki kişideyken bir odun daha aldı, kütüğün üstüne koydu. Bedenini dikleştirdi, iki eliyle baltanın sapını sıkıca kavradı ama havalandırmadı. Bakışları yavaşça kalkmış, pencerenin bulunduğu kısma bakar gibiydi. Öylesine mi bakmıştı, bilmiyordum ama yakalanma endişesiyle bedenimi acelece geriye çektim. Kalbim korkuyla atarken nefesimi düzene sokmaya çalıştım.

Saniyeler sonra tekrardan odun kırma sesi duyulmaya başladı. Beni görmemiş olmalıydı. Ufak pencereden beni görmesi zordu. Yorgunlukla bakışlarını çevirmiş olmalıydı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım, pencereye bakmak isteyen gözlerimi odanın içinde gezdirdim. O sırada telefonum titredi, dikkatimi çekmeyi başardı. Mesaj Ceyda’dandı. Abisine sorması istediğimi sormuş, cevabını da vermişti. Korktuğum gibi değildi. Eski telefonların sinyal takibi yapılamıyordu. Kalbim bu sefer heyecanla atmaya başladı.

Mesajı okumamla yataktan kalmam aynı anda oldu. Babamın tuşlu telefonunu bavulumun fermuarlı yerinden aldım ve parmağımı açma düğmesine basılı tuttum. Telefonun markası ekranda yandı, zihnim çalkalandı. Yatağın ucuna oturduğumda sabırsızlıkla açılmasını beklemeye başladım. Bacağım sallanıyor, gözlerim ekrandan gitmiyordu.

En sonunda telefonun ekranı geldi. Şarjı kapalı durmasına rağmen biraz tükenmişti. Eski model telefonlar akıllı telefonlar gibi değildi. Pek bir şey içinde bulunmazdı. Bu yüzden tuşlara dokunurken ilk mesajlarına girdim. Gördüğüm şey bomboş mesaj kutusuydu. Kaşlarım çatıldı. Bir tane bile mesaj yoktu. Bu sefer rehberinin içine girdim, aynı ki görüntü karşıladı. Bomboştu. Önceden numaralar varsa bile şu an yoktu. En azından bu telefonunda bir şey bulurum sanmıştım ama bu telefonda bir işe yaramazdı.

Sıkıntıyla soludum. Tekrar tekrar menülere girip, çıktım. Sonuç sıfırdı. Hiçbir şey hissetmiyordum. Elim yine boştu, telefonun içi gibi hislerimde boşlukta sallanıyordu.

Telefonu yatağın üstüne umursamazca bıraktım. Dışarıdan sesler gelmeye devam etti. Kafamı dağıtmam gerekiyordu. Bu yüzden kendi telefonumu pantolonumun arka cebine koydum, mutfağa adımladım. İki gündür sınırlı sayıda odadan çıktığım için içemediğim kahveyi bugün yapacaktım. Telefonu düşünmeyecektim. Olanları düşünmeyecektim.

Sıcak suyu çaydanlığa koyup kaynamasını bekledim, beklerken de bardak almak için dolabı açtım ve önceden burada olmayan kupalarla karşılaştım. Orada bardakların önünde iki beyaz porselen kupa vardı. Elim havalandı, kupayı kavradı. Üst kısmında lacivert bir şerit geçiyordu. Kalbim sıkıştı.

Elimdeki kupayı yerine koyup önceden kullandığım çay bardağını aldım. Dolabı kapatırken kupaları düşünmemeye çalıştım. İnce düşüncelerine alışmam gerekiyordu ama alışamıyordum. Aksine kırılan yüreğime ümit fısıldıyordu.

Kahvemi kısa sürede yapıp salona geçtim. Soba yanıyordu. İçerisi kaldığım odadan daha sıcaktı. Masaya doğru adımladım. Sandalyeyi çekip sırtım kapıya gelecek şekilde oturdum. Cebimdeki telefonumu masaya bırakırken gözlerim pencereden görünen denize ilişti. Bu masaya yüzüğümü bırakmıştım ve bıraktığım an ki durumumu düşünmemeye çalışıyordum.

Bir müddet sonra sinekliğin açıldığını duydum, başımı çevirmedim. Odunları bitirmiş olmalıydı. Odadan çıktığımı görünce ne düşünürdü, bilmiyordum ama odada durmaktan yeteri kadar sıkılmıştım. Oysa gelmeden kahvemi içip geri dönmek aklımdaydı.

Kapı açıldı, içeriye dışarısının sesi doldu. Dolduğu gibi de kapı kapandı. Kahveden bir yudum daha aldım. Alim’in metal kovayı yere koyduğunu ve sobanın kapağının açtığını duydum. Çıtırtı sesi kapağın açılmasıyla fazlalaştı. Arkama bakmamak için bakışlarımı pencereye sabitledim ama varlığını hissederken hareketlerinin sesini duyuyor, irademe darbe indiriyordu. Sobanın kapağı kapandı, parmaklarım bardağın üstünde gergince hareket etti.

Yanımdan geçip koridora geçtiğini lavabonun kapısı açılınca anladım. Bakışlarım hafifçe boşluğa değdi, omuzlarım çöktü. Nefesimi tuttuğumu nefesimi verince idrak ettim. Kısa süre sonra su sesi duyulmaya başladı. Kahvemi içmeye devam ettim, aramızdaki boşluk büyümeye devam ederken kahvemi bitirmeye çalıştım. Kahvem soğudu, içemedim. Öylece masada oturmaya devam ettim.

Karşımdaki sandalye çekildiğinde ise afallar gibi oldum ama belli etmemeye çalıştım. Parmaklarımın değdiği bardağı kavramam sıklaştı. “Sessizliğinle mi cezalandırılıyorum?” diye sordu Alim aniden. Benimle konuşmasını beklemiyordum. “İki gündür kaçmana izin veriyorum ama daha fazla yapamam. Böyle devam edemem. Benimle konuşmak zorundasın.”

Cevap vermedim.

“Yüzüme bak, Maral.”

Yutkundum.

“Kızgın olduğunu söyle. Benden nefret ettiğini söyle. Bir şeyler söyle. Daha fazla sessizlikle cezalandırma beni. Konuş benimle lütfen.” Son sözlerine doğru sesi bitkin çıktı, kalbim sızladı. Gözlerim gözlerindeki derinliğe değdi, ruhum ağırlaştı. Karşımdaydı. Üstünü değiştirmişti, siyahımsı bir tişört giymişti.

“Kızgın değilim.” Kızgınlığım kendimeydi. Sesim şaşırtıcı derecede dümdüz çıktı. Bakışlarımı kaçırdım. “Artık değilim. Sadece yorgunum.”

“Bizimkiler dün akşam memlekete gitti. Bir ay oradalar. Abim bir hafta sonra dönecek ama şimdilik o da orada.”

Yeni bilgi esinti gibi zihnime çarpıp, durakladı. Gözlerim kalkmadı. Belki rahatlamam gerekiyordu, belki biraz da olsa endişelerimi dindirmem gerekiyordu ama yapamıyordum. Parmaklarım bardağın yüzeyinde gidip geldi, cevap vermedim. Veremedim.

“Bir şey demeyecek misin?”

“Ne demem gerekiyor?” Bardağın içindeki kahvenin dalgalarına takıldım.

“Herhangi bir şey. Susmanı istemiyorum, Maral. Konuş benimle.”

“İyi.”

“İyi mi?”

“Aileni yollaman iyi olmuş.”

“Bu kadar mı?”

“Ailenin düzeni benim yüzümden dağılmışken daha başka ne diyebilirim, bilmiyorum.”

Benimle konuşmak istiyordu. Belki de öfkeli çıkışından dolayı pişmandı ama iki gün önce olanların ruhumdaki kırgınlığı taptazeydi. Tüm bu olanların içinde duygularımı düşünmem saçmalıktı ama düşünüyordum. Ailesini düşünüyordum, kendisine olan hislerimi düşünüyordum ve kapana kısılmış gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. İki gün boyunca karşılaşmamızı düşünmüştüm ama şimdi karşımda durunca geriye attığım kırgınlığım boğazıma batıyordu. Hazırım sanmıştım. Alim ile eskisi gibi olurum, sanmıştım. Yanılmıştım. Cümleler boğazımı tırmalarken anlamıştım. Daha fazla oturamayacağımı anlayınca ayaklandım. Hareketimle sandalye geri gitti. Bakışlarım bakmak için dirensede mantığım izin vermedi. Göz bebeklerim titredi. Elimdeki bardakla masanın yanından geçtim.

Kolumda bir tutuş hissettiğimde salondan çıkmak üzereydim. İrkilmem gerekirdi, irkilmedim. Bedenimi kendisine doğru yavaşça çevirmesine izin verdim.

“Özür dilerim.” Alim’in üzgün sesi yaralarıma dokundu, gözlerim siyah tişörtünü kaplayan gövdesine değdi. Bardağın içindeki kahvenin dalgalandığını düşündüm. “Öfkeyle çıkışmamam gerekiyordu ama gitmene izin veremezdim. Bunun için özür dilemiyorum. Öfkemi kontrol edemediğim için suçluyum.”

“Kızgın olmadığımı söyledim,” dedim iki elimle tuttuğum bardağı sıkıca kavrarken. Karşımdaydı ama uzaktı. “Gidebilir miyim?”

“Söyleyeceklerim bitmedi.” O zaman söyleyeceğini söylemişti, yine aynı şeyleri sesinden duyamazdım. Zihnim boğulmaya başladı, gözlerime baskı yaptı. Geçen sefer ki durumun eşiğine gelmiş gibiydim.

“Dinlemek istemiyorum.” Sesim parçalanacakmışım gibi çıktığında ruhum afalladı. Kolumu elinden kurtardım, geriye adımlarken sendeledim. “Dediğim gibi sana kızgın değilim. Özür dilemene gerek yoktu.”

Bir şey demesine fırsat vermeden arkamı döndüm ya da ben öyle sandım. Dirseğimden tekrar tuttu, kendisine doğru bu sefer hızla dönmemi sağladı. Elimdeki bardak parmaklarımdan kayarken ise engellemek için hiçbir şey yapmadım. Aramıza doğru düşen bardağın kırılma sesi kulaklarıma ulaştı. Birden fazla parçaya ayrılan bardağın ruhumda yankılanması duyuldu. Eski bir anı aramıza süzüldü.

Parçalanan cam değildi, bendim.

“Senin suçun,” dedim boşta kalan elimle dirseğimi tutan elini iteklerken.

“Benim suçum,” dedi bakışlarım yere düşerken. “Maral bak, ben…”

“Konuşma,” diyerek sözünü kestim. “Şimdi dinleyemem. Sonra… sonra konuşuruz. Şimdi burayı temizlememiz lazım.”

Sıkıntıyla nefesini dışarıya verdi. “Pekala,” dedi sesini makul tutmaya çalışırken. “Hiçbir şeye dokunma. Geliyorum hemen. Burayı ben hallederim.”

Yanımdan hızlıca geçtiğinde gözlerimi çevirmedim. Dudaklarımı birbirine bastırırken halının haline bakındım. Zihnim sisin içindeyken yere doğru çömeldim.

“Dokunmadın değil mi?” diye sordu hızlıca Alim, görüş alanıma girerken.

Başımı olumsuzca salladım. Beyaz bir poşet ile sarı bez getirmişti. Sarı bezi kenara koydu. Yere çömelip cam parçalarını elindeki poşetin içine koymaya başladı. Yardım etmeme izin vermedi. Tüm kırık parçaları topladı, elindeki poşetle ayaklandı. Yanımdan mutfağa geçti.

Kırık parçaları toparlamış olsa da halı batmıştı. Halının koyu rengi daha da koyulaşmıştı. Halının dokusu sıvıyı içine çekmiş, bir yerde toplanmıştı. Parmaklarım sarı beze uzandı, sis aralandı. Görüntü birden bire zihnimde dalgalandı. Kaşlarım çatıldı, bezi halıya sürttüm. Başka bir an zihnimi zorladı, flaş patladı.

Zihnim geçmişe aitti.

Halı. Babamın odası. İki farklı an zihnimi ikiye ayırıyordu. Halı. Burası evim değildi. Babamın kanı. Kurumuş kan. Silmeye devam ettim, kalbimin atışları kulaklarıma davul sesleri gibi geldi. Elimi daha da beze bastırdım, bu leke bu kan çıkmalıydı. Çıkmak zorundaydı. Zihnim dalgalandı. Çıkmıyordu. O zaman da çıkmamıştı.

Elim engelle karşılaştı, itekledim. Engel omuzlarıma dolandı, bedenimi döndürdü. Direndim. Tekrardan iteklemeye çalıştım. Halıyı silmem gerekiyordu. “Sesimi duy.” Beynimdeki balon şişti. Sakinleştirici ses, yıpranan zihnimi soluklandırdı. “Beni gör, Maral. Bana bak.”

Balon patladı, kollarım boşaldı. Zaman yavaşladı, nefesim boğazımı tıkadı. Gözlerim sisli anıdan yavaşça sıyrıldı, mavilikler gözlerime ulaştı. Karşımdaydı. Yakınımdaydı. Endişeli göz bebekleri dalgalanıyor, gözlerimin içine bakıyordu.

Zihnim karışmıştı. Neredeydim?

Gözlerim elimdeki beze kaymaya çalıştı. Kırılan bardak. Dökülen kahve. Halıdaki kan. “Ben ne olduğunu…”

“Önemli değil. Hiçbir şey önemli değil,” dedi sözümü keserek. “Sadece sana önceden söylediğimi hatırla.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dağılırsan beraber toparlanırız.

Gözlerim yüz hatlarında dolandı. Mavilikleri, kahvelerime bulaştı. Beni önemsiyor gibi bakıyordu ama şu an dağılamazdım. “İyiyim. Bir şeyim yok. Endişelendirdiğim için üzgünüm.”

Kendimi ellerinden sıyırdım. Bezi kendisine uzatırken yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Bezi aldı, zihnimin ağırlığı yerini koruyordu.

Aramızda oluşan sessizlik ruhumu bocalattı. Sandalyeye oturmak zorunda kaldım. Alim’in halıyı silmesini izlememek için masaya koyduğum telefonumu alıp, karıştırmaya çalıştım. Alim koridora geçtiğinde hala telefonuma bomboş bakmakla meşguldüm.

Demin bana ne olmuştu? Bilmiyordum. Ufak bir an zihnimi geçmişe götürebiliyor, karanlıkta kalmamı sağlıyordu. Bir an ile bir an birbirini tutmuyordu. Bir anlığına kendimi babamın odasında gibi hissetmiştim ama burası bizim ev değildi. Halı babamın odasındaki o halı değildi. Kanlı halıyı sildiğim zaman geçmişte kalmıştı. Oraya aitti. Halıyı çöpe atmıştım, hatırlıyordum. Zihnim benimle oynuyordu. Öncekiler gibi…

Bakışlarımı telefondan çekmemi sağlayan başka bir şey oldu. Bir ses… Çalan bir ses… Kulübenin herhangi bir yerinden geliyor, sobanın çatırtı sesine karışıyordu. Alim koridorda belirdi, duyduğu sesi adlandırmaya çalıştı benim gibi.

“Telefonun mu çalıyor?” diye sordu, bakışları elimdeki telefona kaydı. “Ne bu?”

“Çalmıyor, bilmiyorum.”

Telefon? Çalan telefon!

O an zihnim aydınlandı. Hışımla ayağa kalktığımda kalbim tüm vücudumda atmaya başladı. Ne olduğunu biliyordum. Neyin çaldığını biliyordum. Ve bunu şu an beklemiyordum.

Alim’in yanından hızlıca kaldığım odaya geçtiğimde ses odada daha da fazla duyulmaya başladı. Telefonu nereye koyduğumu hatırlamaya çalıştım. Yatağın üstündeki babamın eski telefonunu elime aldığımda ekranda bir numara yanıyordu.

“Ne olduğunu bana da söyleyecek misin?”

Alim de odaya girmiş, girişte dikiliyordu.

“Babamın ikinci telefonu. Daha bugün açtım ama içinde hiçbir şey yoktu.”

“Yeni mi açtın?” Şaşırmıştı, sanki telefonu şarj ettiğim zaman açtığımı düşünmüş gibiydi.

“Fırsatım olmadı.” Diğerini saymazsam doğruydu.

Çalan telefona şüpheyle baktım. Bugün içine bakmış, bir tane bile numara bulamamıştım ama şimdi ekranda bir numara yanıp, sönüyordu. Gizli bir numara değildi, bu durum ne düşünmem gerektiğini sorgulamama neden oldu ama aksine kulağıma götürmeme engel olmadı.

Konuşmadım, konuşamadım. Çünkü telefonu açar açmaz hattın ucundan kendi telefonumu arayan kadının sesi duyulmuştu.

“Şu telefonu ne zaman açacaksın diye merak ediyordum. Niye bu kadar uzun sürdü?”

Gözlerim Alim’e gitti. Yüzümün şekli nasılsa, Alim yanıma adımladı.

Kadın “Orada mısın?” diye sordu.

“Benim açacağımı nasıl bildin?”

“Babanın kızısın, Maral. Bulacağını tahmin ettim.”

“Babamla bu telefonla iletişime geçiyordun değil mi?”

“Akıllı kızsın ama şu an konumuz bu değil. Buluşmamız lazım.”

“Buluşmak mı? Bir önceki gibi mi?”

Alim’in kaşları çatıldı. Arayanın kim olduğunu merak ediyordu, farkındaydım ama kadını şüphelendirmek istemiyordum.

“Bu sefer öyle değil. Yüz yüze görüşeceğiz. Sana ulaşması gereken bir hediyem var.”

“Hediye mi? Dalga mı geçiyorsun benimle?”

“Yoksa hala bana güvenmiyor musun?” diye sordu karşılığında. “Oysa güvenini kazanmış olmam lazımdı. Ailenin dostu olmasam şu an konuştuğun telefonla konuşmuyor olurduk.”

Kadın nasıl konuşması gerektiğini biliyordu. Bu kadının babamla bir bağlantısı vardı, beni uyarmıştı ama kendisine güvenmem için daha çok erkendi. Yine de teklifini kabul ettim. Kadının babamla bağlantısı her ne ise bu sefer öğrenecektim. Elimde ilerlemem gereken bir yol vardı, geri çeviremezdim.

 

            *

Telefondaki kadın akşamında buluşmak istedi. Buluşma yeri hakkında fikrim yoktu ama yalnız gelmemi istediğini belirtmişti. Alim ve ailesinden haberinin olup olmadığını ise şimdilik bilmiyordum ama kadının bu isteğini Alim’e konuşma bittikten sonra belirtince beklediğim gibi yanımda geleceğini belirtti. Esrarengiz şekilde durmadan arayan kadını kendisi de merak ediyor oluşu şüpheyle yaklaşmasına engel değildi. Benim gibi.

Alim ile bir anlaşmamız vardı. Zor da olsa kabul etmişti. Kadınla yalnız görüşecektim. Bir sıkıntı olduğu takdirde müdahele için geri planda duracaktı. Kadına güvenmiyordum ama babamla hatta ailemle ilgili bildiği bir şeyler vardı. Benim bunları öğrenmek için de güvenimi kazanmış gibi hissetmesi şarttı. O zaman daha rahat bir şeyler öğrenebilirdim.

Çağırdığı yer bir futbol stadıydı. Saat yedide bir maç vardı ve kadın benimle tribünlerde buluşacaktı. Herhangi bir yere oturmamı ve beni bulabileceğini söylemişti. Bilet gerekmiyordu, çünkü maç tüm halka açıktı. Daha önce de insanların yoğun olduğu bir kafede buluşmak istemişti, şimdi bir maçta buluşmak istemesi normal geliyordu.

Saat buluşma saatine yaklaşmıştı. Alim arabasını standın arka tarafına park etti. Mahallenin çıkışı caddeye yakındı. Girişler diğer taraftaydı. Önünden geçerken görmüştüm.

“Arkandan geleceğim, seni görebileceğim bir yere oturmaya çalış.” Elim kapıyı açmadan durakladı. “Dikkatli ol.”

Araba yolculuğu boyunca ilk kez konuşmuştu. Aramızdaki buz hala erimemişti ama evde yaşadığımız kısa an buzun yüzeyinde çatlaklarının oluşmasını sağlamıştı.

“Olurum,” dedim arabadan çıkmadan önce.

Yürüdüğüm süre boyunca arkama bakmamıştım, sadece kendimi sakin tutmaya çalışıyordum. Standın etrafı insan kalabalığıyla çevrilmişti. Standın giriş kısımlarında insan kalabalığı daha yoğundu. Topluluk içeriye alınmaya başlamıştı. Tedirginliğim üstümdeydi. Kadın bu sefer sözünü tutarsa kendisini gösterecekti. Babamla ilgili öğreneceklerim içten içe korkularımın başında geliyordu.

İnsanların konuşma seslerinin gürültüsü her taraftan geliyordu. Kalabalıktan hiçbir zaman hoşlanan bir insan olmamıştım. Bir çiftin arkasına sıraya geçtim. İlerideki güvenlik görevlisi elindeki cihazla üst taraması yapıp, içeriye alıyordu. Görünüşe bakılırsa çoğu kişi içeriye alınmıştı. Arkama bakındım, sıra uzayıp gitmişti.

İçeriye girişim yaklaşık on dakika sonra oldu. Hangi takımın maçı varsa taraftarlar tribünleri doldurmuş, yoğun bir gürültü duyuluyordu. İmkanım olsa kulaklarımı sese tıkamak isterdim. Ses doğru düşünmemi engellerken tedirginliğimi daha da belirginleştiriyordu.

Bu kadar insanın içinde kadının beni bulması zordu ama isteği buydu. Kendisine güvenmese buraya kadar gelmemi istemezdi. Kafedeki gibi zarf verecek garsonda yoktu. Gelmesi gerekiyordu.

Tribününün aşağılarına doğru inmeye çalıştım, inerken insanlardan izin istiyor, etrafı inceliyordum. Boş yerler vardı ama her an dolabilirdi. Sıra boyunca ilerledim, rüzgar yüzümü yalayıp geçti, önüme gelen ilk boş yere oturdum.

Elimdeki telefon titredi. Mesaj Alim’dendi. Konumunu bildiriyordu. Beş sıra arkamdaydı. Beni görebiliyordu. Omzumdan arkama doğru hafifçe bakındım ama insanların yerleşmesi hala bitmemişti, bu yüzden göremedim. Yanıma on yaşlarında erkek çocuğu oturdu. Yanında babası olamayacak kadar genç bir adam vardı. Sanırım abisiydi.

Maçın başlamasına beş dakika daha vardı. İnsanlar oturacak yer ararken bir arkadaş grubu önümden geçmeye başladı. Kızlı erkekli bir gruptu, geçmeleri için bacaklarımı kendime doğru çekmiştim. Aniden arkamda bir yer de bir patırtı koptu. Omzumdan arkama bakındım. İki adam birbirine girmişti. Güvenlik görevlilerinden biri yanlarına doğru geliyordu.

O sırada birisi omzuma dokundu ve yakınımdan bir kadın sesi duyuldu. “Beni takip et, Maral.”

Kalabalık gürültünün içinde olan zihnim bu kısacık cümleyi idrak etti. Önüme döndüğümde yanımda kimse yoktu. Çünkü kulağıma doğru konuşan kişi tribün sırası boyunca hızla ilerliyordu. Arkadaki kavga hala devam ediyor, kalbim göğüs kafesimde stresten atıyordu ve kadın her saniye benden uzaklaşıyordu. Hiç düşünmeden ayaklandım ve kadını takip etmeye başladım. Adımlarım büyük ve hızlıydı. Kadın tellerin bittiği yerden merdivenlerden yukarıya çıktı, geleceğimden o kadar emindi ki arkasına bir kere bile bakmamıştı.

Kadını gözden kaybedemezdim. Üstünde kahve trençkot vardı. Yürüdüğü her saniye arkasından dalgalanıyor, sanki bir an önce buradan çıkmak istermiş gibi aceleyle hareket ediyordu.

Bir başka girişten stanttan çıkarken insanlara çarpmamak için yoğun bir çaba sarf ettim. En sonunda kendimi giriş kapısının kaldırımında standın diğer tarafında buldum. Kadını kaybetme korkusuyla sokakta başım döndü ama oradaydı. Kaldırım boyunca yürüyor, ilerlemeye devam ediyordu. Standın duvar bitiminden döndüğünde koşmaya başladım.

Nefes nefese döndüğü yeri dönerken kaldırımdan aşağıya indim. Kadın bir başka sokağa dönmek üzereydi.

“Bekle,” kelimesi dudaklarımdan çıkıp sokağa karıştı, kadın arkasına yine bakmadı. Şu an bir tuzağa çekiliyor olabilirdim, beklediğim kişi bu kişi olmayabilirdi ama öğrenmenin bir yolu vardı. Girdiği sokağa girdim, girdiği sokak bir çıkmaz sokaktı. Binaların içinden hiçbir ışık yanmıyordu, sokak lambasının önünde bir araba vardı ve kadın arabanın ön kaputunun önünde dikiliyordu.

Etrafıma bakındım, bizden başka kimse yoktu. Standın arka kısmına yakındık ama Alim’in arabasını park ettiği yerin tam tersindeki bir sokağın çıkmazındaydık.

“Merhaba, Maral.” Üstündeki tişörtünün şapkası saçlarını kaplıyordu ve yüzünü kaldırmadan kolundaki saate bakıyordu.

Stanttan maçın başlama düdüğü sesi geldi, temkinle sokağa doğru adımladım.

“Kimsin sen?” Koşmaktan sesim kesik çıkmıştı.

“En sonunda yüz yüze tanışabildik,” dedi yavaşça başını kaldırırken. Başındaki şapkayı arkaya doğru attı ve lambanın altındaki yüzü net bir şekilde göründü.

Orta yaşlarında bir kadındı. Sert bir mizaca sahip olduğu bakışlarındaki keskinlikten anlaşılıyordu. Saçlarını atkuyruğu yapmış sıkıca bağlamıştı.

Ben onu incelerken o da beni inceledi. Ciddi anlamda inceledi. Bakışlarını üstümde gezdirdi, hoşnutça gülümsedi. “Yakından bakınca benzerliğinizi görebiliyorum,” dedi ansızın, söylediğiyle kaşlarım çatıldı. Bana doğru adımladı. Tam söylediği hakkında konuşacaktım ki, sormadan cevapladı. “Annenden bahsediyorum. Şu bakışların aynı annenin bakışı. Temkinlisin ama merakta ediyorsun. Kafanın karıştığını saklamaya çalışıyorsun, tıpkı annen gibi.”

“Kimsin sen? Ailemi nereden tanıyorsun?”

“Kimliğimi sana şu an açıklayamam. Daha öncede dedim, aileni tanıyan biriyim. Bunu bilmen yeterli,” dedi önümde durarak. Gözlerim yüzünün hatlarında giderken tuhaf bir his bünyemi karşıladı, zihnim çalkalandı. Siması tanıdık gibi geldi. “Niyetim kötü değil. Kötü biri olsam bu kadar zahmete girmezdim ama kendini saklama konusunda oldukça başarılısın, Maral. Baban seni iyi yetiştirmiş. Herkes seni arıyor, farkındasın değil mi?”

“Saklanma konusunda başarılı olduğumu söyledin, elbette farkındayım.” Durakladım. “Babamla ne gibi bir ilişkiniz vardı? Ben bunu öğrenmek istiyorum.”

“Bilmiyorsun değil mi?”

“Neyi?”

“Baban sana anlatmamış. Oysa anlatması gerekiyordu.”

“Neyi anlatması gerekiyordu?”

Hayretle soludu. “Bunu açıklamayı babanın bana bıraktığına inanamıyorum. Yoksa ilk sorun böyle olmazdı.”

Kaşlarım daha da çatıldı. Gizemli konuşması sinirlerimi germeye başladı. “Buraya net bir şeyler duymaya geldim. Babam bana ne söylemesi gerekiyordu, ne anlatmaya çalışıyorsun?”

“Anneni hiç hatırlıyor musun?” Afalladım.

“Zamanında annemin arkadaşı mıydın yoksa?”

İnanamayarak hafifçe güldü. “Gerçekten de söylememiş,” dedi şaşkınca. “Sana baban için yardım ettiğimi sanıyorsun ama bu o kadar yanlış ki… Ben sana annen için yardım ediyorum, Maral. Baban söylemesi gerekeni söylemiş olsaydı senin için daha kolay olacaktı.”

“Açık konuşacak mısın artık? Annemi ve babamı tanıyorsun, anladım ama ben seni tanımıyorum.”

Elini trençkotun cebine attı, geriye çıktım. Geri çıktığımı fark edince başını onaylamıyormuş gibi salladı. “Sana hediyemin olduğunu söylemiştim.” Cebinden çıkardığını uzattı. Minik bir anahtardı. “Bu adına ait bankadaki kasanın anahtarı.”

“Ne kasası?” diye sordum öne doğru çıkıp elinden uzattığı anahtarı alırken. Anahtarın üstünde bilindik bir bankanın ismi yazıyordu.

“Dediğim gibi bunu söylemek babana aitti. Bu anahtar annenden bir hediye. Bir açıklama.”

“Anlamadım? Ne açıklaması?”

“Yıllarca bir yalanla yaşadın ama artık bunun son bulması gerekiyor. Sana sırf gerçeği söylemek için kendimi riske atarak buraya geldim.” Yalan mı? “Annen yaşıyor, Maral. Buraya sadece annen için geldim ben. Annen Duygu yaşıyor.”

Yaşıyor. Annem. Duygu Çetin. Yıllar.

“Dalga mı geçiyorsun benimle sen? Benim annem yıllar önce vefat etti.”

“Annen sadece senin ve bananın iyiliği için sizi bırakmak zorunda kaldı. Ben sana bu kadar söyleyebilirim. Baban sana söyleyecekti, söylemesi gerekiyordu. Bu görev bende değildi. Söylediğim doğru ve bunu şimdiye kadar öğrenmiş olman lazımdı.” Sesi ruhuma acımasızca geldi. Zihnim de bir deprem oluştu, sarsıntı her yerdeydi ama kadın konuşmaya devam etti. “Annenin kim olduğunu, neden bir yalana sığındığını sana babanın söylemesi gerekirdi. Anlaşmamız böyleydi.”

Kelimelerin anlamı zihnimi doldurdu, hiçbir düşünceye yer bırakmadı. Babam. Annem. Hayır. Babam böyle bir şeyi benden saklayamazdı. Karşımdaki kadın yalan söylüyor olmalıydı. Yoksa bu kadında mı köstebeklerdendi? Zihnimi mi karıştırmaya çalışıyordu? Bilgi almak için yapabilirdi.

“Yalan!” Bu kadına inanmam demek, yıllarıma ihanetti. “Benim annem trafik kazasında vefat etti. Mezarı var.”

Geriye doğru adımladım, montumun cebindeki telefonun titrediğini hissettim.

“Anneni aramaman için böyle bilmen gerekiyordu! Annen haklıymış. Bana inanmayacağını söylemişti. Bunun için sana verdiğim kasaya gitmelisin ve Duygu’nun senin için bıraktığı şeyi dinlemelisin. Benden şimdilik bu kadar. Babanın telefonunu açık kalsın. Sana oradan ulaşmaya devam edeceğim.”

Arkasını döndü, arabasına doğru yürümeye başladı. Diğer söylediklerini kulaklarım duydu, algıladı ama tepki veremedim. Elimdeki anahtar tenimi yakarken araba kapısının açıldığını duydum. Midemin bulandığını hissediyordum. Tepki vermem gerekiyorken bünyem donmuştu. Hareket edemiyordum.

Babam. Babam bana bunu yapmazdı. Annemin bir mezarı vardı. Hayatım boyunca gittiğim bir mezarı vardı.

Kadına sormam gerekenler vardı. Gitmesine izin veremezdim. Böyle olmazdı. Bir şekilde açık vermeliydi. Yalan söylediğini belirtmeliydi ama bakışlarım kalktığında çok geçti. Araba yanımdan geçerken kadının yan profili gözlerime ilişti. Tanıdık siması yine zihnimde uğuldadı. Uykusundan uyanan aklım bir kareyi son anda önüme getirdi.

Arabadaydım. Karşıdaki kaosu izliyordum. Ambulans vardı. Polisler her yerdeydi. O zamanda kadının sert çehresi dikkatimi çekmişti. Orta yaşlı, saçlarını sıkıca topuz yapan kadın oradaydı. Bu kadınla o kadın aynı ki kişiydi.

Aynı ki kişi!

Hayır. Bu kadar da olmazdı. Yanılıyor olmalıydım. Babam hakkında söyledikleriyle zihnim benimle oyun oynuyor olmalıydı. Yapmadığı şey değildi.

Rüzgar saçlarımı dalgalandırdı, üstümde montumun olmasına rağmen üşüdüm. Cebimdeki telefon titremeye devam etti, elim telefona gitmedi. Korkuyordum. Babamın annem hakkında yalan söylemesinden korkuyordum. Bu kadının o kadın olmasından korkuyordum. Korkum ise gerçekleri değiştirmiyordu.

Adını hatırlıyordum. Tülin Mutlu.

Kimliğini benimle paylaşmamıştı ama paylaşmasına da gerek yoktu. Alim’e soruşturma açan kadın. Bana yardım etmek isteyen kadın. Babam ve annemi tanıyan kadın. Annemin yaşadığını söyleyen kadın. Aynı ki kişiydi.

Zihnim yanıyordu. Düşünceler ruhumu yakıyordu. Tutuşan zihnim kalbimi dibe batırıyordu. Duygu’nun senin için bıraktığı şeyi dinlemelisin. Boğazım düğümlendi. Annemin yaşıyor olma ihtimali babamın bir yalanın içinde kalmamı istediği ihtimalini yenmiyordu. Eğer annem yaşıyorsa babam bana yıllardır ihanet etmiş olacaktı. Babam ihanet etmiş ise annem hayatta demekti.

Başım dönüyordu.

Tüm bunların bir başka boyutu ise bambaşkaydı. Alim. Babam kendisine yardım etmemişti. Babamla savcının bir bağlantısı vardı. Savcı Alim’e suçsuz olmasına rağmen soruşturma açmıştı. Mesleğini elinden almak üzereydi.

Dikildiğim çıkmaz sokak içimdeydi.

Bir gümbürtü koptu, irkilmeme neden oldu. İnsanların gol sevinci kulaklarıma doldu. Telefonum yine titremeye başladı. Arayan Alim’di. Her şey düşündüğüm gibiyse korktuğum başıma geliyordu.

Tribünlerde olmadığımı anlamış olmalıydı. Telefonuna cevap veremezdim, sesimden bir sorunun olduğunu anlayabilirdi. Titreyen ellerimle mesaj yazdım. Arabayı park ettiği yere gelmesini istedim.

Elimdeki anahtara baktım. Annem yaşıyor olabilir miydi? Doğruyu söylüyor olabilir miydi? Peki, babam bunu bana neden yapmıştı?

Yüzümü gökyüzüne çevirdim. Derin bir nefes alırken kendime gelmeye çalıştım. Sesini ise o sırada duydum. Bakışlarım çevrilirken sokağın girişindeydi. Gözlerindeki endişeyi görmem yutkunmama neden oldu. Yanıma koşar adım geldi ve hiç beklemediğim bir şekilde bedenimi kendine doğru çekti, kollarının arasına aldı. Çenem omzuna değdi. . “Sakın. Bir daha beni böyle korkutma. Seni kaybettim sandım. Bana bunu durmadan hissettirmekten vazgeç!”

O kadar şaşırmıştım ki hareket edemedim. Dudaklarımı birbirine bastırırken elimdeki anahtarı sımsıkı tuttum. Anahtarın varlığı demin yaşadığım durumu hatırlatıyordu. Tülin Mutlu. Annem. Babam.

“Özür dilerim,” dedim en sonunda. Özrüm her şey içindi. En çokta babamla o kadının bağlantısının olmasınaydı. “Sana söylemem gereken bir şey var.”

“Söylersin ama şu endişemi dindirmeme biraz izin ver.”

Duyduklarımın gerçeğim olabilme ihtimalini görmezden gelerek yüzümü omzuna yasladım. Stanttan sesler gelmeye devam etti, yaşadığım kırgınlığı unutarak kollarında kaldım.

“Üzgünüm. Benim…” Durakladım. “Haber vermem gerekiyordu. Haklısın ama kadını kayıp edemezdim. Onu buraya kadar takip ettim.”

Elleri kollarıma kaydı, yavaşça geri çekildi ama beni bırakmadı. Yüzünü aşağıya indirdi.

Alim kadını görmüş müydü? Görseydi, tepkisi bu derece olmazdı. Kadınında Alim’den haberinin olmadığını düşünüyordum.

“Kimmiş? Ne istiyormuş?”

“Tanımıyorum.” Yalan beynimde zonkladı. “Pek bir şey demedi.”

Başını tamam dercesine salladı. Ellerini kollarımdan çekti. Elimdeki anahtarı göstermeye çalıştım. “Bana bunu verdi. Adıma tutulan bankadaki kasanın anahtarı.” Annem. Gözlerim dolmaya başladı.

“Ne kasası bu?”

Gözlerim kalktı, gözlerimiz çarpıştı. “Kasada annemden bir açıklama varmış.” Diğerini söyleyemiyordum. Dilime geliyordu ama sesime yansımıyordu. “Babam bana yıllarca yalan söylemiş olabilir, Alim. Annem yaşıyor olabilir.”

Olabilirdi. Benim annem yaşıyor olabilirdi. Annem. Benim annem.

Yutkunurken gözlerimden bir damla yanağıma firar ettiğinde afalladım. Tam hızlıca silecektim ki Alim’in ufak dokunuşunu yanağımda hissettim. Hafifçe parmağıyla silmişti.

“Kadının doğru söyleyip söylemediğini bilmiyorsun.” Elini yanağımdan çekti. “Dediklerine güvenmen için daha çok erken.”

“Ama ya söyledikleri doğruysa…”

“Bunu öğrenmenin tek bir yolu var. Gidip bakacağız ve bu sefer yanından ayrılmayacağım.”

Dediği doğruydu. Kasanın içindeki her ne ise öğrenmem lazımdı. Kadın annemden bir açıklama olduğunu söylemişti ama kadına güvenmiyordum. Babamla ve Alimle bağlantısı vardı. Bu iki bağlantıdan biri kalbime sancı hissettirmesini görmezden gelmem gerekecekti. Çünkü bu bilgiyi Alim’e söyleyemezdim. Söylememiştim.

            *

Uyuyamadım. Yatağın içinde öylece oturuyor, elimdeki anahtara bakıyordum. Saat gece yarısını geçmişti. Kulübenin içinden ses gelmiyordu. Odanın ışığı açıktı. Alim’in uyuyup uyumadığını bilmiyordum ama içeriden ses gelmiyordu.

Akşam olanlardan sonra kulübeye geri dönmüştük. Kendisinden sakladığım bilgi canımı yaksa da söylememekte kararlıydım. Daha tam olarak öğrendiğim bir şey de yoktu. Babam Tülin Mutlu ile bir şekilde bağlantılıydı ama en çokta annemle bağlantılıydı. Babamla bağlantısını mesleği gereği bir şekilde anlayabilirdim ama annemle bağlantısını mantıklı bir yere koyamıyordum.

Annem ev hanımıydı. Babam böyle demişti. Annesi ve babası vefat edince yetiştirme yurdunda büyümüş, gençken bir kafede çalışırken babamla tanışmışlardı. En azından babam tanışmalarını böyle söylemişti. Kadının dediği doğruysa babamın söylediklerinin yalan olma ihtimali vardı.

Eğer annem yaşıyorsa neden benimle bu zamana kadar iletişime geçmemişti? Neredeydi?

İçinden çıkamadığım sorular zihnimde dönüp duruyordu. Kadını tekrardan aramayı denemiştim ama babamın hattı giden aramalara kapanmıştı. Telefonumdan çevirdiğimde ise kapalıydı. Kadın istediği zaman benimle iletişime geçecekti ama ben kendisini aramak istediğimde arayamacaktım. Olan buydu.

Anahtarı cüzdanımın içine geri koydum. Bavulumun önünde doğrulurken gözüm aralık kapıdan ilerisine gitti. Salondan ışık geliyordu. Adımlarım beni odadan çıkardı, onu da koltukta gördüm. Dirseğini koltuğun başına dayamış, elini başına yaslamıştı. Üstünü değiştirmemişti. Bakışları bir noktadaydı. Bu yüzden geldiğimi görmedi.

“Uyumamışsın.”

İrkilmişti ama belli etmemeye çalıştı. “Sende uyumamışsın,” dedi toparlanırken.

Omzumu umursamazca silktim. “Uyumamak için nedenim var, biliyorsun. Sen niye yatmadın?”

“Benimde nedenlerim var.”

“Of... Birden fazlaysa asla uykun gelmez. Ama birini bana söyleyebilirsin. Sır tutabilirim.”

Buruk gülümsememe hafifçe karşılık verdi.

“Başım ağrıdığında uyuyamam. Nedenlerimden sadece biri.”

“Niye benden ağrı kesici istemedin?” Ömer’in getirdiği haplar, odamdaydı ve çoğu içilmemişti.

“Rahatsız etmek istemedim.”

“Bazen gerçekten aşırı sinirlerimi bozuyorsun.”

Çocuksu bir tavırla gözleri irileşti. “Öyle mi?”

“Öyle.”

Gözlerini kaçırırken eli alnına gitti. Gözlerini yumdu. Ağrısını belli etmemeye çalışıyordu. Hiç düşünmeden odadaki hap tabletini alıp mutfaktan da bir bardak su doldurdum. Gerisin geri salona dönerken Alim alnını sertçe ovalıyordu.

“İç şunu,” dedim elimdekileri uzatırken. Geri geldiğimin farkında değilmiş gibi gözlerini hafifçe araladı. Ses etmeden uzatıklarımı içti.

“Teşekkür ederim.” Elindekileri elinden alıp, masanın üstüne koydum. Yanına koltuğun bir ucuna oturduğumda aklımda tek bir şey vardı. Sırtımı koltuğun başına yaslayıp, hafifçe döndüm. Arkamdaki küçük yastığı alıp, bacaklarıma yasladım. “Uzan.”

Dediğimi anlamadı.

“Babamda migren vardı,” dedim açıklama getirirken. “Haplar çoğu kez geçirmezdi ama ona yaptığım masaj biraz da olsa rahatlamasına yarardı. Sanada yapacağım. Hadi uzan.”

Afallayarak yüzüme bakmaya devam etti. “Hadi ama… Bana güvenmiyor musun?”

“Geçer birazdan,” dedi gözlerini kaçırırken. “Böyle bir şey yapmana gerek yok.”

“Utandın mı yoksa?”

“Ne?”

“Korkma seni yemeyeceğim. Hastayken bana baktığın için bir nevi teşekkür olarak kabul et. Kabul etmesende zor kullanarak yatmanı sağlayacağım. Seçim senin.”

Omuzları çöktü, gergin hali üstünden yavaşça sıyrılırken başını onaylamıyormuşçasına salladı. Aramızdakilerden sonra eskiye dönmemi beklemiyor gibiydi, bende beklemiyordum. “Bu bir tehdit mi?”

“Nasıl algılamak istiyorsan.”

“Madem öyle diyorsun. Sağlığım için tehdidine boğun eğiyorum.” Bakışları aşağıya düştü, yastığı eliyle işaret etti. “Oraya uzanmam gerekiyordu değil mi?”

“Evet.”

Şaşırmıştı, çekinmişti ama koca bedenini koltukta istediğim gibi kaydırırken dikkatli olmaya özen gösteriyordu. Başını koyduğum yastığa yasladı, ağırlık hafifçe dizlerime değdi. Kollarını göğsünde birleştirdi.

“Oldu mu?” diye sordu mavi gözlerini kaldırırken. Ancak o zaman bu tuhaf sahnenin varlığı yüzüme çarptı. Kalbimin atışı kulaklarıma kadar ulaştı.

“Şimdi de gözlerini kapa.”

“Pekala.” Gözleri kapandı, dudaklarımı bastırdım. Günler öncenin anısı aklıma uçuştu, bugün yaşadıklarımın arasına ilişti. Yüzüne bakarken elim ayağıma dolaşacak gibi hissetmem hiç iyi değildi.

“Kararını mı değiştirdin?” diye sordu ansızın.

“Ne?” Afallamamı bile saklayamadım. Gözlerini açtı, gözlerimle karşılaştı.

“Şu rahatlama masajından bahsediyorum. Vazgeçtiysen kalkabilirim,” dedi doğrulur gibi yaparken.

“Ne? Hayır. Kalkmayı aklından bile geçirme.” Ellerim omuzlarına gitti, gerisin geri uzanmak zorunda kaldı.

“Elin ammada ağırmış.”

Güldüm. “Öyledir. Kapa gözlerini, hadi.”

Tekrardan gözlerini kapadı ama bu sefer kendisini izlemeyi bırakıp ellerim havalandı.

Vücudumuzda bazı aktif noktalar olduğunu okuldaki bir dersten öğrenmiştim. Bu noktalara masaj yapıldığında da hissedilen ağrının azalma durumu söz konusuydu. Babam da bu yöntem işe yarardı. İş stresinden eve geldiği zaman yüzüme bakamayacak kadar ağrısı olurdu. Başını koltuğa yaslar, alnına masaj yapmama izin verirdi. İşaret parmağımla başparmağımla baskı uygulayarak alnını ovalar, bir nevi masaj yapardım.

Babamdan başka bir erkeğe masaj yapacağım aklıma bile gelmezdi ama Alim resmen bacağıma doğru uzanmış bir şekilde yatarken kendimi hiçte rahatsız hissetmiyordum.

“İşe yarıyor mu?” Siyah tişörtü nefesiyle inip kalkıyorken ses vermedi. “Alim?”

“Efendim,” diye mırıldandı, bu sefer. Başımı yüzünün hizasına doğru uzattım, durakladım. “Niye durdun?”

“Niye cevap vermiyorsun?”

Gözleri aralandı, beni ona bakarken yakaladı. “Açma şu gözlerini.”

Azarıma karşılık hafifçe gülümsedi, gözlerini kapadı. “Ne kaçırdım? Ne sordun?”

“İşe yarıyor mu diye sormuştum. Ağrın da hafifleme oldu mu?”

“Senden devam etmeni isteyeceğim.”

“Tamam ama gözlerini bir daha açma.”

Çünkü mavi gözlerini her gördüğümde afallamam kaçınılmaz oluyordu. Masajıma devam ederken Alim bir daha gözlerini açmadı. Sobanın çatırtı sesi salonda duyuluyor, sessizliğin içine karışıyordu. Bir süre sonra dokunuşlarımı yavaşlattım, duraklar gibi oldum. Göğsü sakinlikle inip kalkmaya devam etti. Tamamen durduğumda ise itiraz etmedi. Konuşur diye bekledim ama konuşmadı.

Sanırım bu sefer uyuyordu.

Bugün olan endişesi aklıma düştü. Gözlerim parmağına ilişti, yüzük oradaydı. Saçlarımı bir elimle topladım. Başımı yana doğru çevirip öne doğru eğdim, uyuduğundan emin olmak istedim. Nefesi kulağıma yalayıp, geçmesi ise beklemediğim bir şekilde duraklamama neden oldu. Yavaşça aldığı sıcak soluğu yanağıma dokundu, ruhuma dolandı. Bu ana gözlerim kapandı.

Kokusunu hissettim.

Beni anlamış olsaydı, güzel anılarımız olabilirdi. Başka şekilde tanışmış olup, normal bir evliliğimiz olsaydı her şey farklı olabilirdi. Bu kulübede ömrüm boyunca yaşayabilirdim.

Düşüncelerimle boğazım tekrardan düğümlendi. Geri çekilirken bir kez daha uyuyan yüzüne baktım. Ona bakarken Tülin Mutlu olayını kendisine söylemem gerektiğini düşündüm. Bu bilgi öyle içimi kemiriyordu ki vicdanıma diğerleri gibi ağır geliyordu. Düşünmemeye çalışsam da geldiğim nokta yine aynıydı.

Sorun ise nasıl söyleyeceğimdi?

Yerimden kalkmadım, kalkamadım. Bir müddet sonra gözlerim tüm düşüncelerimle kapandı, geriye bir şey kalmadı.

***

OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM.

BENİ TAKİP ETMEYİ UNUTMAYIN.

 

 

 

           

 

Bölüm : 30.04.2025 23:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...