
Oy ve yorumları bekliyorum.
İyi okumalar.
-28-
Tülin Mutlu’nun babamın telefonuna attığı mesajdaki adres ilk kez buluştuğumuz yerin tam tersi bir yerdi. Bir çeşit fabrika binasına benziyordu. Arsaya konumlandırılan binanın etrafı duvarla çevrelenmiş, demin bulunduğumuz arabanın geçtiği yoldan başka bir şey de yoktu. Buraya gelmek yaklaşık iki buçuk saatimizi almıştı.
Issızdı, sessizdi. Terkedilmişe benziyordu.
Bu kadının aklını anlamak mümkün değildi. İlk buluşmak istediği yer insanların olduğu kalabalık bir yerdi. Şimdi ise kimselerin olmadığı, arabaların bile yoldan ara sıra geçtiği bir yerde buluşmak istiyordu.
Ruhum huzursuzlukla doldu.
Alim arabayı fabrikanın bahçesine kadar sürerken etrafıma göz gezdirdim. Binanın bahçesi büyüktü. Görünürde o gün gördüğüm Tülin Mutlu’nun arabası yoktu. Gelmemiş olmalıydı. Mesajda buluşmak istediği saati de nerede beklememiz gerektiğini de belirtmişti ama kendi varlığını belirten bir iz şimdilik yoktu. Belki de arabasını başka yere park etmiş olabilirdi. Çünkü o gün gördüğüm kadının üstünde birine yakalanma tedirginliği vardı.
İkimizde arabadan dışarıya çıktığımızda içimdeki huzursuzluk benimleydi ama kadına soracaklarımın çokluğu olumsuz hislerimin önüne geçmişti.
“Burası hoşuma gitmedi,” dedi Alim, yanına doğru yürüdüğümde telefonunu cebine koyuyordu.
“Galiba gelmemişte,” dedim bende etrafıma bir kez daha bakınırken. “İçeriye benimle gelmekte hala ısrarcı mısın?”
Arabada bu konuyu konuşmuştuk. Savcı Alim’i tanıyordu. Yanımda olduğunu ve bana yardım ettiğini anlayınca kafasında nasıl bir yere koyacağını bilemezdik. İyi niyetli olup olmadığını daha bilmiyorduk. Bu yüzden benimle gelmesini istememiştim, bir kez daha kadınla tek görüşmek daha mantıklı gelmişti. Alim’e göre de savcının kendisini tanıyıp tanımaması umurumda değildi.
“Bu hatayı bir kez yaptım,” dedi üstüne basa basa. Bakışları binaya değdi. “ Bunu bir kez daha konuşacağımıza içeriye şöyle bir göz atsak daha iyi.”
Hiçbir şey demedim, bu sefer istediği gibi olacaktı.
Binanın metal kapısı biraz ilerimizdeydi, görünüşü tek katlı gibi görünüyordu. Ama geniş bir binaydı. Daha önce kullanılmış olsa da uzun zamandır kullanılmadığı binanın duvarındaki yıpranmalardan anlaşılıyordu. Kapısı açık, daha doğrusu aralıktı. Bilerek mi bırakılmıştı yoksa her zaman mı böyleydi? Cevap ne ise ikisi de ruhumdaki huzursuzluğu büyütmeye yarıyordu.
Önden Alim girdi, arkasından içeriye adımımı attım. Dışarısının aydınlığı koridora kadar uzanırken karşımıza ilk başta uzun bir alan çıktı. İlerlemeye devam ettiğimiz her an attığımız her adım beynimde yankılanıyor, bir yenisi ileriye giderken geçtiğimiz kısımlar geride kalıyordu.
Kadınla konuşup bir an önce buradan ayrılma isteğim adımlarım yenilirken çoğalıyordu.
Karşımıza başka koridorlara çıkan girişler çıktı. Solumuzdaki açıklıkta büyük bir alan daha vardı.
“Dörtte mi burada olacaktı?” diye sordu Alim, büyük alana doğru ilerlediğimizde.
“Öyle yazıyordu.”
Binanın sık sık bulunduğu pencerelerinden dışarısı görünüyordu. Alanın kalın kolonları etrafın boş olmasından dolayı daha belirgindi. Birkaç yer de moloz yığınları vardı.
Alim cebindeki telefonuna uzandı. “On dakikası var,” dedi ekranına bakıp, cebine tekrardan koyarken. Sonrada bakışlarını bana çevirdi. “Dakik birisi ise on dakikada burada olur. Olmazsa da çeker gideriz. Anlaştık mı?”
Normalde bekleme taraftarı olabilirdim ama burası tüylerimi ürpertiyordu. Issızlığıyla birleşen sessizliği tedirginliğimi körüklüyordu. Alim gibi burası benimde hoşuma gitmemişti.
“Bende burada fazla kalma taraftarı değilim. Dediğin gibi yapalım.”
Anlaştığımız gibi beklemeye başladığımızda ilk beş dakikada sessizlikten başka hiçbir şey duyulmadı. Yoldan arabanın geçtiğine dair ses bile gelmedi. Alim pencereye doğru adımladı, dışarıyı kolaçan edip geri çıktı.
İkinci beşinci dakikada da gelen giden olmadı. Ne birinin geldiğine dair araba sesi duyuldu ne de binada birinin varlığına ait sesler duyuldu. Boşuna mı gelmiştik, anlamıyordum. Oysa ilk buluşmamızda istediği saatte orada olmuş, beni kendisi bulmuştu. Bir işi mi çıkmıştı da gelmekten vazgeçmişti? Öyle olsaydı haber vermez miydi?
Yoğun düşüncelerimle beraberken aniden telefon sesi yankılanmaya başladı. Bedenim beklemediği sesle irkildi. Telefonun sesi boş alanda çığlık atıyor, sessizliği bozuyordu ama çalan benim telefonum değildi. Yanıma aldığım babamın telefonuydu.
“Babamın telefonu,” dedim montumun cebinden telefonu çıkarırken. “Sanırım o kadın arıyor.”
Alim de dışarıyı kolaçan ettiği bakışlarını bana doğru döndürmüş, yanıma gelmişti. Bir an önce buradan gitmek isteğim bir daha yenilendi. Bu yüzden ne ekrana baktım ne de Alim’in konuşmasını bekledim. Telefonu açıp, kulağıma götürdüğümde hattın ucundaki de benim konuşmamı beklememişti.
“Çık oradan!”
Konuşan Tülin’di ama söylediği ikaz kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Ne?”
“Çık oradan, Maral! Sana tuzak kuruldu. Çık oradan! Seni çağıran ben değilim!” Kelimeler bedenimi ürpertti, kalbim kulaklarımda atmaya başladı. Dehşete düşmüş bakışlarım Alim’i buldu. Sorgulayıcı bakışlarıyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yüzümün şekli nasılsa Alim’in de kaşları çatıldı.
Tuzak.
“Maral! Duyuyor musun beni? Vakit kaybetmeden oradan ayrılman gerekiyor. Anladın mı beni? Telefonu açtığına göre gelmemişler, çık oradan!”
Tülin hala soluk almadan konuşmaya devam ediyordu. Söylediği her kelime zihnime vurup kaçıyordu. Donup kaldığımı hissediyordum, zihnimde tek bir kelime vardı ve ben donup kalmıştım.
Tuzak.
İdrakımın çekiç darbesini hissettiğimde parmağım telefonunun kapatma düğmesine değdi, elim yanıma düştü. Tülin’in sesi artık yoktu. Tüm bedenimden bir ürperti geçti, dudaklarım aralandı.
“Mesajı atan Tülin değilmiş, Alim.” Kelimenin harfleri dilimi yakıyordu sanki. “Hemen gidelim buradan.”
Ne olduğunu anladığını çehresinin kasılmasından anladım. Belindeki silahı çıkardı, hazır hale getirdi. Benimki yanımda değildi. Arabada kalmıştı. Tülin’in ağzından mesajı atan kimse daha ulaşmamıştı ama ulaşmak üzere olabilirdi ve bizim bir an önce uzaklaşmamız lazımdı.
Gerisin geri adımladığımız adımları koşar adım geri alırken tek isteğim bu binadan bir an önce çıkıp, arabaya atlayarak buradan ayrılmaktı. Ama öyle olmadı. Çıkış kapısından arabaya yöneleceğimiz sırada birden fazla araba ortalığı toz dumana katarak giriş sağladı.
Gözlerim korkuyla irileşti. Alim’in de benim de adımlarım durakladı. Alim kolumdan yakaladı, öne doğru çıkan bedenimi geriletti. Altı siyah araba çıkış bölümünü sarmış bir şekildeydi. Arabaların kapıları birer birer açılırken sesleri kulaklarımı yırttı. Kalbim korkunun esiri oldu.
Gidememiştik. Yakalanmıştık. Buraya hiç gelmemeliydik. Benim yüzümdendi. Kapana sıkışmıştık.
Alim silahını arabadan çıkan adamlara doğrulturken adamlarda araba kapılarının arkasında durmuş, hepsi birden silahlarının namlusunu üstümüze tutmuştu. Bir kaçış yolu arayan gözlerim omzumdan arkaya bakındı. Arabadan oluşan setin gerisinde kalmış, çıkış kapımızı kapatmışlardı.
“Sakin ol,” dedi Alim kendi sakinliğini korumaya çalışırken. Gözlerim korkuyla yüzüne değdi. “Buradan kurtulacağız. Bana güven.”
Kurtulacağımızı sanmıyordum. Onca günden, haftadan sonra bu şekilde yakalanacağımızı düşünmemiştim ama bir mesaj Alim ile beraber yakalanmama neden olmuştu. Yakalanmam sorun değildi. Sorun yakalanırken yanımda Alim’in de olmasıydı.
“Demek günlerdir arayıp bulamadığımız kız sensin.”
Konuşan sesle bakışlarımın yönü değişti. Konuşan kırklı yaşlarda görünen bir adamdı. Saçlarındaki siyahların arasındaki beyazlıklar siyahlardan daha çoktu. Yüzü tahmin ettiğim yaşa göre fazla kırışıktı ve kahve gözlerini gözlerime dikmişti. “Biliyorsun ki senden babandan sana kalanı istiyorum. Anlaşırsak zararım dokunmaz ve ben anlaşacağımızı umuyorum. Ne dersin, Maral? Anlaşabilir miyiz?”
Direk konuya girmişti. Uyarı dolu konuşmasına bakılırsa yetki bu adamdaydı.
“İstediğini sana veremez!” dedi Alim sertçe benden önce davranarak.
Veremezdim. Çünkü babamın ne sakladığını da nerede sakladığını da bilmiyordum.
Adamın dikkati Alim’e kaydı. Dikkatli bakışları Alim’i delip geçti. “Sözcülüğünü sen mi yapıyorsun?” diye sordu. “Seninle konuşmuyorum.”
“Benimle konuşmak zorunda kalacaksın!” dedi Alim’de, tüm keskinliğiyle. “Sakın cevap verme.”
Bana bakmamıştı ama son cümlesi bana aitti.
Adamın kaşları çatılır gibi oldu, çatılmadı. Gözlerini devirerek gülümsedi. Tavrında rahatlık yüzüyordu. “Delik deşik olmak istemiyorsan, indir silahını. Bu kadar adama karşı şansın yok.”
Söyleyiş tarzı ensemdeki tüylerimi ürpertti.
Alim konuşmamı istemiyordu, kafasında bir planı olabilirdi. Ben ise bir planının olduğundan şüpheliydim. Kapana sıkışmıştık, farkında olmalıydı. Yaptığı şey sadece zamanı geciktirmeye çalışmasıydı.
Adam bir anlığına öne doğru adımladı.
“Dur orada!” dedi Alim adam bulunduğumuz tarafa doğru adımlarını atarken. Adam durmadı, bir adım daha attı. Adamın tavırlarındaki umursamazlık yüzüne de yansımıştı. “Bir adım daha atarsan şansım olup olmadığını hepimiz anlarız. ”
Alim’e baktım. Yüzünün çehresi sertleşmiş, adamı öldürecekmiş gibi bakıyordu.
Adam bir kez daha Alim’in ikazını yerle bir etti. “Beni vurursan buradan sağ çıkamazsın. İkinizde çıkamazsınız. Kızdan istediğimi alacağım. Yanında olman bunu engelleyemez.” Adamın bakışları beni buldu. “Bana istediğimi almama yardım edeceksin ve bunu yapmadan önce sevgilinin silahını indirmesini sağlayarak başlayacaksın. Bu son uyarımdır. Ne dersin, uyarıma uyacak mısın?”
Adamın şakası yoktu. Etrafımıza göz atmaya çalıştığımda adamları patronlarından gelecek bir işareti bekliyordu. Hepsi hazır konumdaydı, silahlar üstümüze çevrilmişti. Yanlış bir hareketle her şeyin sonu olabilir, işimiz biterdi. En önemlisi sevdiğim adama zarar gelebilirdi.
“Cevap verme!” dedi Alim, tekrardan.
Adam durakladı.
“Sözcülüğünü yapmasına hala izin verecek misin?” Adamın sorusu banaydı. “Yoksa aklını mı kullanacaksın? Seni bunca gün bulamadığıma göre hamlelerini akıllıca atan bir kızsın. Şimdi de aklını kullan. Sadece konuşmak istiyorum.”
“Sana bir kelime bile etmeyecek!” dedi Alim, adam gözlerimin içine ciddice bakarken.
Adam gülümsedi. Tüm dikkatimiz adama yoğunlaşmışken başımın arkasında namlunun soğuk temasını hissetmemle kolumdan yakalanmam bir oldu.
Geriye doğru zorla adım attırılırken adımlarım Alim’den uzaklaştırıldı. Kolumu yakalayan adamdan kurtulmaya çalışacakken diğer kolumdan da bir başkası tuttu, hareketim kısıtlandı. Benimle beraber dikkati adamda olan Alim’de afalladı, yönünü hızlıca döndürdü ama çok geçti. İki adam kollarımdan sıkıca tutarken kollarımı silkeledim, sıkıca kavramaları gevşemedi. İkimizde maruz kaldığımız durumu beklemezken Alim’in yüzündeki öfke mavi gözlerinden kıvılcım çıkarıyordu.
Tüm bu konuşmaları bizi oyalamak içindi ve acı bir şekilde öğrenmiştim.
Alim silahın namlusu arkamdaki adamlara doğru çevirdi.
“Bu silahını indirmene yardımcı olur,” dedi adam bulunduğum tarafa doğru gelmiş, yanımdaydı. İki adam tarafından zapt edilmemiş ve şu an yalnız başıma olsaydım, kendimi kurtarmaya çalışabilirdim ama öyle değildi. Başımdaki silahın çekildiğini hissettim ama saniyesinde namlunun ucu şakalarıma değdi. Bu sefer silah patronlarının elindeydi. “Silahını indir ki kıza zarar gelmesin.”
Alim’in gözlerinde ilk kez tedirginliği okunuyordu.
“Bana bir şey yapamaz. Dediğini sakın yapma,” dedim, muhatabım Alim’di. İstediklerini bildiğimi düşünmeleri bunu engellerdi.
“Dilin varmış, sonunda konuşabildin.”
Adama baktım. “İstediğin bilgiye ulaşamadan beni vuramazsın.”
Adam hamleme gülümsedi. “Öyle mi dersin? Amma da cesaretlisin. Belki de haklısındır. Konuşmadan sana bunu yapamam ama konuşmanı engellemeyecek uzuvlarına zarar verebilirim.” Silahını şakaklarımdan çekti, aşağıya doğru tuttu. “Mesela bacağına. Kurşun yavaşça kan kaybetmene yarar. Ben de seninle o zamana kadar konuşurum ve sen beni denediğine pişman olursun.”
Beni bulmayı zafer olarak görüyordu. Yüzündeki kazandığına dair oluşan zaferin siması gözlerine bulaşmıştı. Birbirimizin gözünün içine bakarken Alim, “Tamam,” dedi, bakışlarım adamdan sıyrıldı. Silahıyla beraber ellerini teslim olduğunu göstermek için kaldırıyordu. Ardından yere doğru eğildi, silahını zemine bıraktı. “Silahı bırakıyorum.”
Gözlerim irice açıldı. “Ne yapıyorsun?”
Alim’in gözleri gözlerimi buldu, sessiz kaldı.
“En azından mantıklı davranan bir sevgilin varmış,” dedi adam keyifle. “Şimdi de silahını itekle.”
Dediğini yaptı. Ayağıyla silahını kendinden uzaklaştırarak ittirdi. Böylece kendini koruduğu silahından vazgeçmiş oldu.
“Üstünü arayın.”
Patronlarının emrine uyan üç kişi öne doğru çıktı ve Alim’e yaklaştı. Hareket etmeden öylece durdu, adamlardan biri kollarını arkasına getirdi, tepki vermedi. Diğeri üstünü ararken bir diğeri de silahını Alim’e doğrultmuştu. Üstünü arayan kişi bir şey bulamayınca geriye çıktı, “Temiz,” diye seslendi.
“Şunun kimliğini de bulun. Kimmiş, öğrenelim.” Üstünü arayan bu sefer kimliğini aramak için kabanının ceplerini karıştırdı. İç cebinden siyah cüzdanını çıkardı, patronları adamına doğru yürüdü. Alim’in kim olduğunu öğrenmeleri an meseleseydi. Evlerini örgütün üyelerinden biri bulmuşken, bu adam her kim ise haberi olabilirdi de olmayabilirdi de.
“Sana babamın emanetinin yerini söyleyeceğim.” Çıkışım adamın umursamaz bakışlarını üstüme çevirmesine yaradı. “Rahat bırak onu.”
“Söyleyeceksin elbette ama önce şu işi hallettikten sonra…” Adamının uzattığı cüzdanı aldı, içini karıştırmaya başladı. İç kısmından kimliği çıkardı, cüzdanı Alim’in üstünü arayan adama fırlattı. Kimliği okurken öne doğru çıkmaya çalıştım, adamlar izin vermedi.
“Alim Polat,” dedi önemsiz bir tavırla. İsmi tanıdık gelmemişti, tavrından belliydi. Tam içim rahatlamıştı ki, “Seni bizimkilere bir sorgulatalım bakalım,” dedi adamlarına doğru. Adamlarından biri büyük adımlarla yanına ulaştı, kimliği elinden aldı.
Korktuğumun başıma geliyor ve ben sadece izleyici konumunda olanları izliyordum. Sorgulama yapmak için birilerini arayacaklardı. Öğrenmelerini engelleyemezdim.
“Senin derdin benimle,” dedim adama bakarken. “Bırak gitsin. Sana istediğini vereceğim.”
“Sana istediğini veremez,” diye tekrardan cümlesini yeniledi, Alim. Sesindeki ciddiyet ruhumu ürpetti. Kocaman gözlerle Alim’e bakındım. Gözlerim gözlerindeyken gözünün içine yalvararak bakıyordum. Ne yaptığını anlayamadım. “Bilmediğinin yerini söyleyemez ama ben söyleyebilirim. Kısa süre önce elinden aldım, yerini bilmiyor. Beni sorgulaman gerekecek.”
Duyduğumla gözlerimin irisleri patlayacaktı neredeyse. Alim’in dediği adamın da dikkatini çekti, gözlerini kıstı.
“Demek öyle. İlk seni sorgulayalım, bakalım.”
“Yalan!” diye çıkıştım. “Yalan söylüyor.”
“Yalan olup olmadığını öğrenmem için bolca zamanım var.” Patronları yerimde çırpınmamı es geçti, adamlarına döndü. “İçeriye geçiyoruz.”
Komutuyla beraber dakikalar önce çıktığımız binanın içine doğru Alim’i iki adam götürmeye başladı. Midem bulanıyordu ve Alim hiç tepki vermeden komutlarını dinliyordu. Benim için yapıyordu. Benim için kendini feda ediyor, bilmediği şey hakkında varsayımlarında bulunuyordu.
“Beni sorgula!” diye bağırdım, sesim boğazımı yırttı. “Sana verecek bilgisi yok! Dinle beni! Yalan söylüyor.”
Adam bana doğru döndü. “Seni de sorgulayacağım,” dedi soğukkanlı bir tavırla. “Ama ilk önce kırılma noktandan başlayacağım. Böylece bana istediğimi kolayca vereceksin! Seni bulamamın cezası olarak gör, lütfen. Beni baya uğraştırdın!” Yüzüne öfkeyle bakarken bakışları adamlarına döndü. “Götürün.”
Patronun işaretiyle yanımdaki adamlar binanın girişine doğru adım attığında onlarla beraber yürümek zorunda kaldım. Kanım donmuştu. Kanım damarlarımda ilerlemiyordu. Alim’e zarar verecekti ve bunu bana karşı ceza olarak yapacaktı.
Benim yüzümden oluyordu, tüm bunlar. Yüreğim dehşetin çukuruna düşmüştü.
“Bırakın beni!” derken yanımdakileri iteklemeye çalıştım, bedenimi zapt etmeye devam ettiler. Alim’i önde görmeye çalıştım. Buraya geldiğimiz zaman durduğumuz alana doğru dönüyorlardı. Birkaç adamı daha o alana doğru dönerken, beni o kısıma sokmadılar.
Omzumdan uzaklaştığım koridora bakındığımda arkamızda başka adam yoktu. İki kişiydiler ve benim bunu fırsata çevirmem gerekiyordu. Koridorun küçüklüğü birinin kolumu bırakmasına neden olmuştu. Kafamda bir plan yapmalıydım. Hiçbir şey yapmadan olacakları bekleyemezdim. Yanımdaki adam diğerine göre daha zayıftı, çelimsiz duruyordu. Diğeri on adım arkamızdan geliyordu. Saldırsam birbirlerine yardım ederlerdi ama zayıf olanı etkisiz hale getirebilirsem, iki kişiyle birden baş etmektense biriyle etmek daha kolaydı.
Ve benim denemekten başka çarem yoktu.
Diğer koridora doğru döndüğümüz de omzumla yanımdaki adamı tüm gücümle itekledim. İteklediğim gibi tökezledi, eli kolumdan sıyrıldı. Dengesini kaybeden bedeni duvara çarptı. Koluma uzanan hareketini görünce dirseğimi burnuna doğru savurdum, kemiğin kırılma sesi kulaklarıma ulaştı.
Beni engelleyemeden öne doğru atıldım ve koşmaya başladım. Koridor boyunca koşarken arkamdan biri daha koşuyordu. Adım sesleri daha da hızlanmama neden olmuştu. Arkama bakmadım, bir çıkış bulmam lazımdı. Çıkışı bulmalı, dışarı çıkmalıydım. Arabadaki silaha ulaşmalı ve yardım çağırmalıydım.
Yardım.
Telefonum benimleydi.
Bir alana çıkan bedenim etrafına bakındı. Çıkış kapısı yoktu, burası diğer yere göre pencereleri yukarıdaydı ve önümde metal merdivenler vardı. Tekli katlı sandığım yapı içeriden iki katlıydı.
Merdivenlere atılırken cebimden telefonumu çıkardım, yukarıdaki sahanlığa çıktığımda arkama bakındım. Kalıplı adam demin geçtiğim alana ulaşmış, öfkeyle merdivenleri tırmanıyordu. Adımlarımızla metalin sesi gıcırdıyordu.
Kimi arayabilirdim?
Aklıma Ömer’den başka kimse gelmiyordu. Geçen ki yardımından sonra ikinci hattıma bana verdiği karttan numarasını kayıt etmiştim.
“Bu sefer kaçamazsın!” dedi arkamdaki adam. Tok ve öfkeli sesi zihnime battı. “Buradan çıkış yok. Boşuna çabalıyorsun.”
Önüme döndüm, ilerlemeye devam ettim. Bir yandan da telefonun ekranına bakıyor, rehberimdeki numaraya ulaşmaya çalışıyordum.
O sırada aniden tökezledim. Bedenim aniden sendeledi, reflekse iki yanımdaki metal tutacaklara boş elimle tutundum. Öne doğru savrulmayı son anda engelleyebilmiştim. Attığım adımlarımın nereye bastığından bir haberdim.
Ayakkabımın ucu hafif aralık metal boşluğa takılmıştı. Ayağımı kurtarmaya çalışırken kalbim göğüs kafesime delik açacakmış gibiydi. Adam peşimdeydi ve ayakkabım girdiği yerden bir türlü çıkmıyordu.
“Hadi ama hadi!” Sayıklamalarım zihnime ilişirken omzumdan aceleyle arkama bakındım, bakınmamla adamın elinin uzanması bir oldu. Parmakları saçlarımı kavradı, geriye doğru çekiştirdi. Hissettiğim acıyla boynum kopacakmış gibi arkaya savruldu. Sıkı sıkıya tuttuğumu sandığım telefonum da metal bölüme düşerek sesi yankılandı.
Elim saçlarıma değerken bedenim öne doğru çıkmaya çalıştı, ayağımın takıldığı yer engelledi. Diğer elim arkaya doğru savuracağımda dirseğimden yakaladı, yakaladığı gibi büküldü, sırtımda birleştirdi. Acıya acı eklenen zihnime inilti koparttı.
Adam diğerine göre güçlüydü.
“Geçen sefer elimden kurtuldun, küçük hanım,” dedi saçlarıma biraz daha abanırken. Çığlığım boğazıma kadar geldi, yutmak zorunda kaldım. “Bu sefer öyle kolay olmayacak.”
“Çek ellerini üstümden!”
“Bayadır seninle karşılaşmayı bekliyordum,” dedi kolumu iyice kıvırırken. Sesindeki ton farklı bir öfkenin içindeydi. Sanki daha önce karşılaşmış ve canını sıkmıştım. “O akşam babanın belgelerine ulaşmam gerekiyordu ama mızmızlığın ve şu kurtarıcın yüzünden ulaşamadım. Bu bana pahalıya patladı. Senin yüzünden yediğim tokadın acısını hala hissediyorum. Şimdi ellerimdesin. Biraz zor kurtulursun benden.”
Şaşkınlıkla aydınlanma aynı anda zihnime çöreklendi. Kim olduğunu biliyordum. Arkamdaki bahçede otururken kafama silah dayayan adamdan başkası değildi. O gün pek bir şey yapamamış, Alim hayatımı kurtarmıştı ama şimdi kafama dayanan bir silah yoktu.
Belgeleri patronu için istemiş olmalıydı ve götüremediğinde söylediği gibi cezalandırılmıştı. Tüm bu hıncının sebebi buydu.
“Şimdi beni tanıdın mı?” diye sordu kin dolu ses tonuyla.
Cevabım ellerinden kurtulmak için gösterdiğim çabaydı ama ben çırpınmaya devam ederken adam konuşmaya devam etti. “Ödeşme zamanı,” dedi saçlarımdaki elimi de yakalamaya çalışırken. İzin vermedim. Saçlarım bir anlığına bırakmıştı. Tam başımı uzaklaştıracağım sırada saçlarımı tekrardan kavradı.
Ayağımı tekrardan boşluktan çekmeyi denedim. Hiç beklemediğim anda ayağım özgürlüğe kavuştu. Adamın elinden saçlarımı kurtaramayacaktım. Her hamlemde saçlarım kökünden sökülmeye daha fazla yaklaşıyordu. Saçlarımı kurtarmaktan vazgeçmem gerekiyordu.
Arkamda nasıl bir duruşu vardı, bilemiyordum ama babamın bana öğrettiği hamleleri iyi hatırlamam lazımdı. Zayıf noktasını bulmalı, durumu kendi aleyhime çevirmeliydim ve bunu bir an önce yapmalıydım.
Tüm gücümü bacaklarımla gövdeme verirken geriye doğru adımlamaya başladım. Hızlanmamla sırtım adamın bedenine çarptı, durmadım. Niyetim dengesini kaybetmesini sağlamaktı. İstediğim konumdaydı ve ben bunu sonuna kadar kullanacaktım.
Attığım adımlarımı durdurmaya çalıştı, durduramadı. Öfkeli soluklarını hissediyor, saçlarıma daha fazla çekiştiriyordu. Direnmemi beklemiyordu. Zayıf noktası buydu. Çünkü dışarıdaki halim bunu yansıtmış ve yanıltmıştı. En sonunda bedeni tökezledi, yana doğru döndü. Onunla beraber bende dönmek zorunda kaldım ve bedeni sahanlık demirlerine çarptı. Beklemediği anda da ulaşamadığı kolumun dirseğini boşluğuna savurmamla karşılaştı. İnledi. Canı yanmıştı. Benim de canım yanıyordu.
Saçlarımdaki eli dirseğimi tutmak için tamamen sıyrıldı, boynum rahata kavuştu. Saç diplerim sızlıyordu, umurumda değildi.
Omzumdan arkama bakındığımda, bedeni öne doğru bükülmüş doğruluyordu. Doğrulmasına izin vermeden, bu sefer dirseğimi yüzüne savurdum. Dirseğim çenesine geldi. Bu hamlemle bileğimdeki eli gevşedi ve hızlıca öne doğru atıldım.
Tamamen kendimi kurtarmıştım.
“Seni hafife almışım,” diye hırladı arkamdan.
Gözlerim telefonumu aradı, aradığını buldu. Ayağımın geçtiği boşluğun önüne düşmüştü. Öne doğru atılırken arkama bakmadım. Aklımda sadece telefonuma ulaşmak vardı. Bakmamam hataydı. Bu yüzden adamın ne zaman toparlandığını ve ne zaman arkamdan geldiğini seçemedim.
Ensemi ansızın kavradı, tüm gücüyle alnımı demir sahanlıklara vurdu. O an nefesim kesildi. Beynim sarsıldı. Acı bacaklarıma kadar ulaşırken gözlerim karardı. Bir yere tutunmaya çalıştım, ellerim boşluğu yardı. Zaman zihnimde yavaşlamışken bedenim sırt üstü düştü ve zihnimi yaran metalden gürültü geldi. Sert düşmüştüm ve gözlerim kararmıştı. Kemiklerime altımdaki metal batıyordu.
Babam her zaman düşmanına arkanı dönme, derdi. Dönmüştüm ve bu bir hataydı. Hatamın bedeli de ağırdı.
Gözlerimi açmaya çalıştığımda bilincim sallanıyordu. Gözlerimi kırpmama rağmen görüş alanımda sisler birikmişti. Sislerin ilerisinde tavanın beyazlığı gidip geldi. Alnımın çarptığı yer alev alev yanıyor, acısı beynimin her yerine yayılmıştı. Böyle bir hata yaptığıma inanamıyordum.
Bedenimin hakimiyetini tekrar almaya çalışırken dirseğim metale değdi. Bedenim çok ağırlaşmıştı ama hafifçe doğrulmuştum. O anda adam birden görüş alanıma girdi, eli çenemi bulduğunda iteklemeye çalıştım. Aldığım darbeden ve gücümün çekilmesinin ardından yüzümü elinden kurtaramadım.
“Zarar verme yetkim olmamasına rağmen…” dedi yüzümü sıkarken. “Sebebimi kaçarak kendin ellerime verdin.” Yanıma çömelmişti. Kaşlarım çatıldı, bu bile canımı yaktı.
Yüzü sislerin arasından zihnime kazınıyordu. Genç biriydi. Evimde saldırıya uğradığım zaman yüzü siyah maskeliydi. Aralık gözlerimden tıraşlı yüzü bir geliyor, bir kayboluyordu. Yüzünde yakaladığım gülümseme vardı. “Patrona verebileceğim güzel bir bahanem olacak.”
Yüzüme tiksinerek baktığında birden yüzümü savurarak bıraktı. Saçlarım yüzüme doğru geldi, dirseğim metaldan kaydı ve bedenim tekrardan geriye düştü.
Zihnimde ayağa kalkmam gerektiği yankılanıyordu ama bedenim zihnimi dinlemiyordu. Beynimdeki sancı izin vermiyordu.
Yenilmiştim.
Kolumdan tutularak ayağa kaldırılmaya zorlandım. Hali olmayan bacak kaslarım acıyla haykırdı. Bedenimin komutu ellerimden kayıp gitmişti. Ayakkabım metal sahanlığa değdiğinde gözlerimin sisi çözülmedi. Başım dönüyordu, hissediyordum.
Zar zor bilincimi açık tutuyordum.
Merdivenlerden inerken adımım boşluğa düştü ama tökezlenmeme izin verilmedi.
“Yukarıda telefonu kaldı, al onu!” dedi birine adam. Elim alnımda, narkoz yemişim gibiydim. Kime emir verdiğini göremedim. Sıska adam olabilirdi.
“Tamam, Sezgin abi,” dedi diğer adam yanımdakine. “Alıyorum, hemen.”
Adının Sezgin olduğunu öğrendiğim adam beni yürütmeye devam etti. Gidip gelen görüntülerden bir koridorda olduğumuzu anladım. Sarsak adımlarım bacaklarıma dolansa da adam durmadı. Saniyeler işlerken durdu ve kulaklarım bir gürültü duydu. Sanki bir yerin açılma sesiydi. Ardından da bedenim ileriye itildi. Bacaklarım bedenimi taşıyamadı, çuval gibi yere kapaklandım.
“Biraz burada kalırsan akıllanırsın,” diyen sesi kulağıma kesik attı. Açık tutmaya çalıştığım gözlerimi sabitlemeye çalıştığımda beyaz kapı gürültüyle yüzüme kapanıyordu.
Kapıya doğru ilerlemeye çalıştım ama başım durmadan dönüyordu. Kapı pervazına değen elimle bedenimi kaldırmaya odaklandım. Bacaklarım zeminde kaydığında vazgeçmedim. Pervaza sıkıca tutunurken kapının kulpunu buldum. Açmaya çalışırken saçlarım önüme geldi, midem bulantıdan kasıldı. Kapının kilitli olmasını bilmeme rağmen denemeyi bırakmadım. Saniyeler içinde bulunduğum alan soğumaya başlamıştı. Neler olduğunu anlayamadım.
İçerisi soğuyordu. Bedenim hissediyorken yüzüm soğuğun tadını alıyordu. Neredeydim? Beni nereye getirmişti? En sonunda kollarım iki yanıma düştü, sırtım kapıya dayandı.
Midem bulanıyordu. Beynim sanki çatlayacaktı.
Sırtım kapının yüzeyinde kaydı, yere oturdum. Çaresizce etrafıma bakındığımda ileride boş demir raflar gördüm. Silik görüntüler, bir geliyor bir kayboluyordu. Duvarların önünden başlayarak sıra sıraydı. İçerisi bembeyazdı. Soğuk hava saçlarımdan yüzüme konarken bir çeşit depodaydım. Yapbozun parçalarını birleştirmeye odaklandım. Üşümeme bakılırsa soğuk hava deposuydu burası. Uzun zamandır kullanılmamışa benziyordu.
Sezgin denilen adam bilerek burayı çalıştırmıştı. Kaç dereceye getirmişti, bilmiyordum ama her geçen saniye bedenim biraz daha soğuğun içine giriyordu.
Alim’i düşündüm. Şu an nasıl bir sorgulamanın içindeydi, nasıldı? Bir gün bununla karşılaşacağımızı dillendiren tarafımın haklı suçlamaları vardı. Benim yüzümden buraya gelmiş, benim yüzümden başına dertler açmıştı. Benim yüzümden şu an canı yanıyor olabilirdi.
Kalbim uçurumun kenarındaydı.
Işık gözlerimi alıyorken hava iğnelerini batırmaya devam etti. Dakikalar zihnime yayıldı, sessizlik hücrelerime kadar işledi.
Bedenime bir titreme yayıldığında parmaklarım zar zor montumun fermuarına ulaştı. Fermuarı yukarıya doğru çekerken çatlayan zihnime bir düşünce sindi.
Adam telefonumu almıştı ama babamın telefonu hala benimleydi.
Montumun cebinden telefonu kavradım. Ufak telefonun ekranına bakarken ağlamak istiyordum. Çekmiyordu. Bir dişlik sinyal bile yoktu. Telefon tekrardan cebimi buldu.
Bedenimde oluşan karıncalanma ise aniden tenimi yakaladı. Tüm vücudum karıncalanıyor, ellerimin titremesini engellemem zorlaşıyordu. Soğuk tüm bedenimde hakimiyetini kuruyordu.
Soğuğu seven ben soğuğa yeniliyordu, hissedebiliyordum.
Bedenimdeki kan akışının hızlanması için hareket etmem gerekiyordu ama kafamdaki ağrının şiddeti kaslarıma bulaşmıştı.
Bacaklarımı kendime doğru çekiştirdim, titreyen elim alnıma değerken keskin bir acı saplandı. Alnımda şişlik oluşmuştu. Titrerken kendime sarıldım, ellerim montumun kumaşını kavradı. Aldığım soluklar gözlerimin önünde buhara dönüşmeye başlamıştı.
Ne kadar süre soğukla arkadaşlığım devam etti, kestiremiyordum ama bir an sadece bir an uzaklardan sesler duyar gibi oldum. Zihnim benimle oyunda oynuyor olabilirdi. Zaten seste yoktu artık. Her şey donduğu gibi seste donarak, gitmişti.
Basınç zihnimi kıskaca aldığında aklımda tek bir düşünce vardı. Alim’e doğru dürüst seni seviyorum bile diyememiştim. Bu sabah ki anımız gözlerimin önüne geldi, gülümsedim ya da gülümsediğimi düşündüm. Halbuki güne ne güzel başlamıştım.
Gözlerim bulanıklığı şiddetlendi, kapanır gibi oldu. Açmaya çalıştığımda yüz hatlarım buzun içine düştü. Kalbimin darbeleri göğüs kafesimin ardında zamanla bir oldu, yavaşlamaya başladığını hissettim. İçim titriyordu. Çenemin sarsılmasını engelleyemiyor, nefesim soğuk ipte sallanıyordu. Hepsi üst üste geliyordu. Soğuk ruhumu bir kez daha sıkıştırdı, uykum gelmişti.
Belki rüyamda Alim ile olan anılarımı görürdüm.
Düşüncelerimle beraber gerçeklikle sıkıştığım alanda bir gürültü koptu. Arkamdaki zemin çekiliyor, bedenim boşluğa yıkılıyordu. Engelleyecek hiçbir gücüm yoktu. Uçurumdan düşüyor gibi hissediyordum. Ilık bir hava yüzümü yalayıp geçtiğinde başımın zemine değdiğini hissettim. Kolum yanıma düşerken elim de zemine değmişti.
Başım zeminden kaldırıldı, bir yere kondu. “Maral,” dedi tanıdık bir ses. Sesindeki yıkılmışlık kalbimin köşesini yıpratmaya yetti. “Beni duyuyor musun? Ne olur, aç gözlerini.”
Rüya mı görüyordum? Uyumuş muydum?
Alim’in sesi kulaklarıma doluyordu. Tepki vermek ilk defa o kadar zordu ki, sadece bedenim titremeye devam ediyordu. Eli yüzümden boynuma değdi. Sıcacıktı. Değdiği yer çatladı.
İyi olup olmadığını görmek istiyordum, iyi olduğunu kendi gözlerimle görmem lazımdı. Gözlerim bana ihanet ediyordu.
Birinin bileğime dokunduğunu hissettim. Aynı anda “Nabzı zayıf, Alim,” diyen Ömer’in sesi kulaklarıma sindi. Onun burada ne işi vardı?
“Ne demek nabzı zayıf?” diye sordu endişeyle Alim. Sesindeki korku zihnime yılan gibi dolandı. Kolumu çekiştirdi, parmağı bileğimi buldu.
Başımın altındaki zemin oynadığında bedenim hızla havalandı. Şakaklarım kazak yumaşına değdi. Aynı anda kulaklarım birbiri ardına atılan adım sesleri işitti.
“O iyi mi?” dedi bir kadın. Ses Tülin’e aitti. O da mı buradaydı?
“Defol git!” diye kükredi Alim, birden ve hareketlendi. Atılan hızlı adımlar zamanıma ilişti, zihnimi açık tutmak zorlaştı. Bir an zihnim benimle değildi, bir an tekrar benimleydi.
“Biraz daha hızlı sür şu arabayı Ömer!” diye bağırıyordu Alim. Arabada mıydık? Ne zaman binmiştik? Hatırlamıyordum. “Zeynep ne dedi?”
“Hipotermi geçiriyor olabilirmiş. Sıcak tutmaya devam et,” dedi Ömer Alim’e. “Getirebiliyorsa bilincini yerine getirsin dedi.”
Boğazıma kadar üstümdekini çekiştirdi, bir kolu bedenimi sarıp sarmalamıştı.
“Daha ne kadar var?” diye soru yöneltirken, Alim Ömer’e kirpiklerimi yapıştığı tenimden sıyırmaya çalıştım.
“On beş, belki de yirmi dakika,” dedi Ömer. “İnşallah yetişeceğiz. Merak etme.”
“İnşallah.”
İkisinin konuşmalarını duyuyor ama bilinçle tepki verecek herhangi bir harekette bulanamıyordum.
Bedenimden bir titreme geçip, gitti. “Maral,” diye seslendi Alim, bir defa daha. Eli yanağımı okşadı. “Beni duyman gerekiyor. Ne olur, güzelim, bana geri dön. Bir tepki vermelisin.”
Sesindeki çaresizlik rüzgar oldu, yüzüme kondu. Zar zor göz kapaklarım yerinden sıyrıldı, bulanıklığın ilerisindeki maviliklere ulaştı. Kalbim sıkıştı. Gözlerindeki denizler dolu dolu yüzüme bakıyordu.
Kaşlarımı çatmak istedim, bedenime yeniden titreme yayıldı. Alim üstümdekini koluyla kavradı.
Bir farklılık vardı. Farklılık… Yüzündeydi.
Yüzünü hırpalamışlardı. Kaşı ve alt dudağı yarıktı. Kurumuş kanı yüzünün farklı noktalarındaydı.
Zihnimdeki halatlar koptu, göz bebeklerim çalkalandı. Benim yüzümden bu haldeydi. Benim yüzümden dayak yemişti. Kendimi suçlamalarım hiçbir zaman bitmeyecekti.
“Duydun beni,” diye mırıldandı. Acı dolu bir tebessüm yayıldı dudaklarına. “Benimle kalmaya devam etmelisin. Tamam mı? Uyumamalısın.”
Ama benim uyumam lazımdı. Gözlerimdeki ağırlıkla baş etmek çok zordu. Oysa kendisinden özür dilemek istiyordum. Hayatına girdiğim için onunda hayatını tehlikeye attığım için özür dilemek istiyordum ama dudaklarım aralanmıyordu.
Bedenim hafifçe titremenin yanında arada gelen şiddetli titreme krizleri bedenimi yakalayıp bırakmıyorken aralık gözlerimi artık açık tutmak basit eylemden ziyade çok zordu. Göz kapaklarım kapandı. Kapanırken Alim’in sesi kulaklarıma yeniden değdi.
Bilincim bir kez daha ruhumdan ayrılırken en son hissettiğim soğuk bir yağmurun bedenimi istilasıydı.
***
Kendime geldiğimde beynimin içinde kargaşa hakimdi. Hafızamdaki kareler bölük bölüktü. Birden fazla kare vardı ve hiçbiri birbirinin yanına ilişmiyordu ama soğuklaşan düşünceler zihnimin içinde yanıyordu.
Göz kapaklarım hafifçe aralandığında en son hissettiğim gibi değildim. Titremeler bedenimden uzaklaşmış, gitmişti. Geriye bedenimin sakinliği kalmıştı.
Gözlerim beyaz tavana ilişti. Burnuma dezenfektan kokusunu andıran koku değiyor, oksijenime karışıyordu. Bu kokuyu biliyordum. Hastanede olmalıydım.
Tamamen kendime geldiğimde boş ve küçük bir hastane odasındaydım. Odanın ufak bir penceresi vardı ve sedyede yatıyordum. Üstümde montum yoktu. Damar yolum açılmış, metal sopa gibi bir aparata serum takılmıştı. Yalnız başımaydım. Boşluk ruhumu birden ürpertti.
Alim neredeydi?
Onunla olduğumu hatırlıyordum ama yanımda değildi. Neredeydi?
Yataktan destek alarak doğrulduğumda başımdaki ağrı sızıntıya dönmüş olsa da beynimin içinde dönüp duruyordu. Kafa karışıklığıla elimi alnıma değdirdim. Şişliğin yerinde bez gibi bir şey vardı.
Etrafıma bir kez daha bakındım, küçük olan odanın duvarları üstüme gelir gibi oldu. Alim’i bulmam gerekiyordu. Burada olmalıydı, burada değilse başına bir şey gelmiş olabilir miydi?
Üstümdeki beyaz çarşafı çektim. Bacaklarımı aşağıya doğru salkıttığımda damarımdaki serumu hatırladım. Torbadaki ilaç yarısına kadar gelmişti. Parmaklarım iğneyi çıkarmak için yapışkana ilişti. Tam çekiştirecektim ki kapının açılma sesi kulaklarıma geldi.
“Maral?” Tanıdık sesle hızla kapının olduğu tarafa bakındığımda Alim içeriye giriyordu. O an ruhumla beraber yüreğim öyle bir rahatladı ki sanki tüm yük üstümden kalkmıştı. Göz bebeklerinden endişeli halini üstünden atamadığı belli oluyordu. Hırpalanmış yüzünü görmemle gözlerim titredi. Küçük olan odada büyük adımlarla yanıma gelirken ayağa kalkmaya çalıştığımda serumun iğnesi damarımı sızlattı.
“Kalkma,” dedi yanıma geldiğinde. Kolumu tutarak beni tekrardan oturttu. “Serumun bitmesine izin ver.”
Boş kolumu öne doğru uzattım, elim elini yakaladı. “Neden yaptın?” Sesim boğuk çıkmıştı, sanki bir yabancıya aitti. “Neden kendini öne attın?”
Gözleri hüzünle dalgalanırken yanıma oturdu. Gözlerim yüzünün kıvrımlarında dolaşırken yutkundum. Öne atılırken cevap vermesini beklemedim bile. Tek kolumla boynuna sarıldım. “Bir daha… bir daha böyle bir şeyi sakın yapma. Sakın bana bunu yapma.”
Derin bir nefes aldığını işitti kulaklarım. Omzuma dokunup beni kendinden uzaklaştırdı. “Bak bana,” dedi parmakları çeneme değerken. Gözlerim gözlerine dolandı. “İyiyiz, bir şeyimiz yok. İyi de olacağız. Sadece bunu düşünelim.”
“İyi değiliz,” dedim yarılan kaşına, patlayan dudağına bakarken. “Halini görmüyor musun? İyi değiliz, iyi de olmayacağız. Kendimizi kandırmayı bırakmalıyız.”
“Halimde ne varmış? Bence yakışıklılığımdan bir şey eksilmedi.”
Umursamaz tavır takınıyordu, sırf aklımı uzaklaştırmak için. Normal bir konuşmanın içinde bu cümleyi kurmuş olsaydı, yüzümde tebessüm oluşurdu ama hissettiğim korku bunu engelliyordu.
“Beni konudan uzaklaştırmaya çalışıyorsun. Olan biteni önemsiz göstermeye çalışıyorsun. Yapma.”
“Seni kaybetmeye çok yaklaştığım bir gün nasıl önemsiz olabilir?” diye sordu gözlerimin içine tüm kırıklarıyla bakarken. Yorgun görünüyordu.
Ben nasıl onun için endişeden perişan hale düştüysem o da benim için aynı duyguları hissetmişti. İkimizde yıkılmıştık. İkimizde enkazın altında kalmıştık. Üstüne gitmek istemiyordum ama benim için kendini öne atması aklımdan çıkmıyordu.
Yutkundum.
Yüzüne uzandım. Parmağımı zedelenen kaşına değdirmek istedim, canını yakarım diye elleyemedim. Üstündeki kanı kaşında kurumuştu. “Acıyor mu?”
“Bir şeyim yok,” dedi indirdiğim elime uzanırken. “İyiyim.”
“Hırpalanmışsın.” Gözlerimi kaçırdım. “Şu hale benim yüzümden geldin. Bir de gelmişsin, bir şeyim yok diyorsun. Bir daha bunu yapmanı istemiyorum.”
“Kendini suçlamayı bırak. Her konuda kendini suçlayamazsın,” dedi hoşnutsuzluğunu saklamadan ciddi bir dille. “Sevdiğim kadını güvende tutmak istemem tartışmaya açık bir konu değil.”
“Senden böyle bir şeyi hiçbir zaman istemedim.”
“Seçim benim seçimim ve tartışmaya kapalı,” dedi ayaklanırken. Bir adım öne doğru attı. Arkası bana dönüktü. Sakin duruşunun sallantıda olduğunun farkındaydım.
“Anlamıyorsun.”
“Evet, anlamıyorum.” Bana doğru döndü. “Seni nasıl bir halde bulduğumdan haberin var mı? Donuyordun, Maral. Donuyordun! Bir de bu yetmemiş gibi beyin sarsıntısı geçirmişsin. Ellerimden kayıp gideceksin diye aklım çıktı ama sen uyanır uyanmaz beni sorguluyorsun. Sana daha kendini nasıl hissedip hissetmediğini bile soramadım!”
Tepkisizce yüzüne baktım. Kendi korkularından benim onun için hissettiğim korkuyu göremiyordu. Vicdanlarımızın çarpıştığı gibi korkularımızda çarpışıyordu.
Anlamıyordu, anlamaması sinirlenmemden başka bir işe yaramıyordu.
Gözlerimi gözlerinden aldım. Parmaklarım serum banttına değdiğinde, “Ne yapıyorsun?” diyen Alim’in sesi kulaklarıma doldu. Beni engellemesine fırsat vermeden damarımdan iğneyi çekip çıkardım. Cevap vermedim. Nazik olmadığım için damarımdan kan sızıntısı oldu, görmezden geldim. Sıyrılan gömleğimin kumaşını üstüne çektim.
Adım sesleri odanın içinde duyuldu. “Hemşireyi çağıracağım,” dedi kapıya ilerlerken.
“Hiç kimseyi çağırmayacaksın!” dedim ayağa kalkarken. Hafif bir baş dönmesi vardı ama idare ederdim. “İyiyim ben. Senin gibi bir şeyim yok.”
Montumu bulmak için etrafıma bakındım. Ufak bir çekmecenin üstünde duruyordu. O tarafa yöneldim. Adımlarımı sarsak atmamaya özen göstererek montumu elime aldım, üstüme geçirdim.
“Otur şuraya,” dedi Alim kolumdan tutup, beni tekrar yatağa götürmeye çalışırken. “Çıkıp çıkamayacağımızı doktora sorup, geleceğim. Ben gelene kadar burada bekle.”
“Sana dedim, iyiyim ben.”
“Beyin sarsıntısı geçirdiğini duymadın mı?”
“Ama ben iyiyim ve gitmek istiyorum.”
“Gideceğiz. Burada bekle.”
Yatağa oturarak pes ettim. “Hızlı gel, o zaman.”
“Hızlı geleceğim,” dedi ve beni oda da tek bırakarak, çıktı. Kapıyı arkasından kapattı. Odanın içi sessizlikle doldu. Alim ile tartışmak hoşuma gitmiyordu ama tüm bu olanlar bitmeden bu tartışmalarımızda bitmezdi.
Hastaneye gelmemizin tehlikeli olup olmadığını bile bilmiyordum. Sonuçta hastane polisi vardı ve durumumuz ortadaydı. Ne olduğunu sormuş olmamalılardı.
Bakışlarım pencereye gitti, hava kararmıştı. Acaba saat kaçtı?
Telefonum artık benimle olmadığından saate nereden bakacağım aklıma gelmiyordu. Orada ne olduğunu bile tam bilmiyordum. Bilincim açıkken Ömer ile Tülin’in sesini duyduğumu biliyordum. Onların orada ne işi olduğunu Alim’e diğer konuşmalarımızdan soramamıştım.
Montumun cebindeki babamın telefonu aklıma geldi. Eski telefondu ama tarih ve saat doğru bir şekilde işliyordu. Cebimden telefonu çıkardım, saate göz gezdirdim. Akşamın dokuz buçuğuydu. Baya geç olmuştu.
Düşüncelerimle yaklaşık on beş dakika geride kaldı. Alim hala gelmemişti. Numarası ezberimdeydi ama babamın telefonundan aramak istemiyordum. Bakışlarım durmadan açılacak olan kapıya gitti, gelen giden olmadı.
Beklemem buraya kadardı.
Odadan çıkıp temkinle beyaz koridorda bakışlarım dolandı. Kapıyı açar açmaz hastanenin sesi kulaklarıma bulaştı. Nerede olduğumdan habersizdim. Önümden bir sağlık çalışanı geçti, dikkatini çekmedim. Koridorda Alim’i görürüm umuduyla etrafıma biraz daha dikkatli bakındım. İleride danışman gibi bir masa vardı. Masanın önünde bir hemşire dosyasını karıştırıyordu. Ben onlara bakarken önümden bu sefer tekerlekli sandalyede götürülen bir kadın geçti.
Nerede kalmıştı?
Başım sızlıyordu ama iyiydim. Doktor ne derse desin Alim geldiğinde buradan gidecektim. Gitmesini engellemediğim için kendime kızdım. Engelleseydim, şimdi buradan çıkmış olacaktım.
“Maral?” diye seslendi biri, arkamdan.
Omzumdan geriye bakındığımda Ömer’in bana doğru yaklaştığını gördüm. Koşarak yanıma geliyordu. Yüzü kireç gibiydi.
“Alim nerede? Biliyor musun?”
“Onun için geldim. Gitmemiz gerek. Seni buradan götürmem gerekiyor.”
Kaşlarım çatıldığında şişliğin olduğu yer sızladı.
“Alim nerede Ömer?” diye çıkıştım.
“Anlatacağım ama çıkalım buradan,” diye yeniledi lafını Ömer. Bu durum hiç hoşuma gitmemişti. Bir şey olmuştu.
“Alim’in nerede olduğunu söylemeden hiçbir yere gitmiyorum.”
Sıkıntıyla soludu, eliyle yüzünü sıvazladı. Telaşlı hali tüm yüz hatlarında dolaşıyordu. “Sana söylemiş olması lazımdı, söylemedi mi?”
“Neyi?”
“Alim’e arama emri çıkarıldı, Maral,” dedi Ömer, birden.
“Ne demek arama emri çıkarıldı?” Anlamıyordum. Algılarım kapanmış gibiydi.
“Haberin yok mu?” diye sordu o da. “Bu sabah arayarak bilgi verdim.”
Bu sabah arayanın abisi olduğunu söylemişti. Yalan söylemişti. Korku bünyeme birden saldırdı, midemi bulandırdı. Ömer devam etti.
“Hastanede kalmasının onun için tehlikeli olduğunu söyledim ama beni dinlemedi. Burada olduğunu öğrenmişler. Demin bir ekip geldi. Alim’i götürdü. Seni de güvenli bir yere götürmem gerekiyor.”
Uyuyordum ve uykumda kabus görüyordum. Bunun başka açıklaması olamazdı ama oluyordu. Ömer ciddi ciddi olanları söylüyordu.
Ömer’i daha fazla dinleyemedim. Sormam gerekenlerin varlığını arkamda bırakarak koridorda koşmaya başladım. Ömer arkamdan seslendi, umursamadım. Gitmiş olamazdı. Bahçede bir yer de olmalıydı. Bana geleceğini söylemişti. Sözünü tutardı, gelecekti.
Çıkışın nerede olduğunu bilmiyordum. Hastaların toplu bulunduğu bir alandan çıktım, etrafıma bakındım. Kalbim göğsümde atıyor, başım dönüyordu. Yerdeki işaretler dikkatimi çekti. Çıkışı gösteriyordu. Acil servisten bahçeye adımımı attığımda nefes nefese kalmış, ciğerlerim çığlık atıyordu.
Rüzgar yüzümü yalayıp, geçti. Kimse yoktu. Öne doğru atıldım, etrafıma bir kez daha bakındım. Bir türlü insanların içinde istediğim kişiyi göremiyordum. Gitmişti. Dakikalar önce yanımda olan adam gitmişti.
Geride kalan yine ben olmuştum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |