
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
-29-
“Hangi yıkıntının altındaysan söyle bana bir yol bulalım,” demişti.
Bulmuştu. Bana kendini vermişti. Bana kalbini vermişti. Sadece ikimize ait bir yol bulmuştu. Yolun varacağı istikamet belirsizdi. Belirsizlik adımlarımızda şekillenmişti. Yolun belirsiz olacağını bile bile benimle olmayı kabul etmişti.
Adlandıramadığım olaylarla karşı karşıya geldiğim her an yolun zor olacağını bilen bir aklım vardı. Aklımda bana ihanet etmişti.
Ardından “Yıkıntılar altında tek kalmana izin vermeyeceğim,” demişti. İzin vermemişti. Zarara uğrayacağını bilmesine rağmen enkazın altına girmeye razı olmuştu. Üstüme yıkılan enkazın altında benimle beraber nefes almaya devam etmişti. Soluğumuzun bir gün kesileceğini bile bile nefesini benimle paylaşmıştı. Ve soluğumuz kesilmişti. Kesildiği gün bugündü. Bu akşamdı.
Nefes alamadığımı hissediyordum. Ciğerlerim bir nebze oksijeni hissedebiliyor olabilirdi ama ben nefes alamıyordum. Rüzgar saçlarımda dolanıyordu, ruhuma ulaşmıyordu. Ruhum boğuluyordu, nefes alamıyordu. Ruhuma nefeslerim ulaşmıyordu. Çünkü ruhum yıkıntıların en derinindeydi. En izbe yerinde, haykırıyordu.
Cevaplanması gereken sorular bünyemi kaplamıştı.
Alim gitmişti. Bir cinayet yüzünden. Cinayet. Ortada bir cinayet vardı ve o götürülmüştü.
Ömer, arabaya binmem için ikna etmeye çalışırken işlenen bir cinayetten bahsetmişti. Hastanenin bahçesinde öylece dikilirken yanıma gelmiş, şu güvenli yer saçmalığını tekrar dillendirmişti ama arabasına binmiş, binmek zorunda kalmıştım. Çünkü arabaya binmezsem tam olarak ne olduğunu anlatmayacağı tehdidiyle karşı karşıya kalmıştım.
Anlatmıştı da. Anlatırken nefesim tıkandı. Söylediği kelimelerin sert vuruşları ruhuma indi. Aklımın küçüldüğünü hissediyor, doğru düzgün düşünemiyor gibi hissediyordum. Oturduğum arabanın tavanı ruhumu sıkıştırıyor, sanki beynimin içinde küçülüyordum.
Babamın otopsisini yapan doktor ölmüştü. Öldürülmüştü. Doktorun ölü bedeni yolunu kestiğimiz arabanın içinde dün bulunmuştu. Arabası yazlık evine yakın ormanlık alanda çekilmiş bir vaziyette kamp yapan bir çift tarafından bulunmuştu. Başından tek kurşunla vurulmuştu. Kaç gün önce öldüğü ilk incelemede belirlenememişti. Ölüm şekli babamın ölüm şekline benziyordu. İnfaz edilmiş gibi göründüğünü Ömer söylemişti.
İnfaz edilmek.
Babam da infaz edilmişti. Beynine isabet eden bir kurşunla.
Doktorun arabası gün içinde incelenmiş, otopsisi daha yapılmamıştı. Sabah saatlerinde de olay yeri inceleme raporu çıkmıştı. Rapor da geçen şuydu. Doktorun arabasında Alim’in parmak izi tespit edilmişti.
Parmak izi. Bir delildi. Şüpheli Alim’di.
Tüm bu bilgiler aklıma ağır gelirken, ruhum nasıl nefes alabilirdi? Alamazdı, alamıyordum. Her şey her zaman çok fazla olmuştu. Her şey fazlaydı. Her şey. Babamın infaz edilmesi, annemin yaşıyor olma ihtimali, Alim’in bana yardım etmek için başına gelenler. İçinde bulunduğum çemberdeki her şey fazlaydı. Her zaman çıkmaz sokakta olmuştum. Yine oradaydım. Tek fark sayısıydı. Çıkmaz sokakların hepsi içimde birikmişti.
Nasıl bir olayın içine düşmüştüm böyle?
Aylar önce kendi normalim vardı. Yalanlar örülmüş bir normallik… Ama en azından bu kadar kaos, bu kadar çıkmazlıkla karşı karşıya değildim. Şimdi ise çözüme kavuşulmamış olayların içinde başka düğümler atılıyor, maruz kaldığım kapan daha çok küçülüyordu.
Ömer’i dinledim. Hem de kendimden beklemediğim bir şekilde sessizce dinledim. Kullandığı her kelime aklımdan bir parçayı siyaha bulandırdı, ruhumdaki ışığı götürdü. Aklımın almadığı birçok soru ise benimle beraberdi.
“Arabada senin de parmak izin çıkması lazım” dedim Ömer’in sözünü keserek. O gün olanlar zihnimde tekrar tekrar işlenirken, sesim ifadesizliğe bulanmıştı. Durakladım, kelimeleri toparlamam gerekiyordu. “O gün ikinizde doktorun arabasını aradınız. Yanlış mı hatırlıyorum?”
Hatta ilk önce Ömer doktorun arabasına aramış, fotoğrafımı Alim’e kendisi verişti.
Ters bakışlarım Ömer’e dikildi. Hastanenin arka bahçesinde arabasının içindeydik. Arabasını hareket etmemişti, ettirmemiştim. Her şeyi anlatmadan da izin vermeyecektim. “Doğru hatırlıyorsun,” dedi. Sesinde bir savunma bekledim, yoktu. “Ama ben sadece açık torbido gözünden fotoğrafı aldım, hiçbir kısmını kurcalamadım. Alim’e de sakin olmasını, bir yeri kurcalamasını söyledim ama beni dinlemedi. O gün çok öfkeliydi.” Bir an duraklayıp, “Fotoğrafı biliyorsun değil mi?” diye sordu, sıkıntılı bir sesle. Alim’in anlatıp anlatmadığından emin değildi.
“Başımdaki ödülü biliyorum. Fotoğraftan da haberim var.”
Ömer doğruyu söylüyordu. Alim o gün çok öfkeliydi. Daha önce o kadar öfkelendiğine şahit olmamıştım. Fotoğrafımı bulması, başıma konulan ödülden haberdar olması öfkesini körüklemişti. Girdiğimiz çıkmazlar doğru düşünmesine engel olmuştu. Doktorun arabasını araştırmış, her yere parmak izini bırakmıştı. Doktor da ölmüştü.
“Çok enteresan bir yapı ile karşı karşıyayız, Maral,” dedi kelimelerin üstüne basarak, Ömer. Durumun vahimliğini anlamam için yaptığı belliydi ama sesi düşüncelerimden sıyrılmamı sağladı. “İnan daha önce böyle bir organizasyonla karşılaşmadım. Şu an sizinle beraber bunları yaşıyor olmasam teşkilattaki bu açığa inanmayı ret ederdim. Sanki her yerdeler. Teşkilat ile bağlantılı her kurumda gibiler.”
“Bence de her yer de adamları var.” Bugün ki adam Alim’in kim olduğunu bilmiyordu ama başkaları biliyor olmalıydı. O da sorgulama yaptıktan sonra öğrenecekti. Öğrenmiş bile olabilirdi. Göğsüm sıkışıyordu. “Belki de Alim’in bana yardım ettiğini çoktan öğrendiler.”
“Bilmiyor da olabilirler,” dedi Ömer. “Sadece şu parmak izi Alim’i şüpheli haline getirmiş olabilir.”
Belki de Ömer haklıydı. Doktorun arabasında çıkan parmak izi polis ekiplerini Alim’e yöneltmişti. “Ama o yapmadı.”
“Elbette yapmadı. Siz her zaman birlikteydiniz.”
Birlikteydik. Yanındaydım. Her zaman.
“Şahidliğim işe yarar mı?” diye sordum hemen. “Yaraması lazım. Çünkü doktor her ne zaman öldüyse Alim hep benimleydi.”
Ellerinde kanıt olarak parmak izi varsa, benim de şahitliğim kanıt olmak zorundaydı. Alim hep benimleydi. Benimle olduğunu kanıtlarsam şüpheli durumu ortadan kalkabilirdi.
“Alim ile konuşmadan bu riski göze alamam.” Ömer’e şaka mı yapıyorsun der gibi bakarken devam etti. “Seni güvenli bir yere götürmem gerektiğini söylerken kendini öne çıkarmandan bahsetmediğine eminim.”
“Ne demek göze alamam? Ben göze alıyorum. İşe yararsa ben ifade vermeye razıyım.”
Tavrım Ömer’i kaygılandırdı. Ömer’i bir nebze de olsun anlıyordum. Arkadaşına danışmadan kurtlar sofrasına girmemi istemiyordu. İfade vermeye gidersem Kurul bilmiyor olsa bile Alim ile evliliğim ortaya çıkacak ve ifadem kurtların inine kadar sızacaktı.
“Risk çok fazla,” dedi sıkıntılı bir tavırla. “Ama merak etme. Alim ile konuşabilirsem, konuşacağım.”
“Boşuna konuşursun. Arkadaşını tanıyorsan buna izin vermeyeceğini sen de biliyor olmalısın.”
“İçerideki durumu anlamadan, yorum yapamam.” Koltukta öne doğru çıktı, ön pencereden bulunduğumuz bahçeyi gözleriyle taradı. Gerisin geri yaslanırken yüzünü sıvazladı ve kontaktaki anahtarı çevirdi. “Ama artık benim seni güveli bir yere götürmem gerekiyor. Alim’e bir söz verdim. Burada daha fazla kalamazsın.”
Güvenli yer. Zihnimde dönüp dolaşan bu iki kelime hiçbir şey ifade etmiyordu. Güvenli yer yoktu.
Benim için güvenli yer yoktu.
Benimle olan için güvenli yer yoktu.
Bana yardım eden için güvenli yer yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı ve Alim gitmişti. Dakikalar önce sesini duyan kulaklarım sesini duymaktan şu an acizdi.
Araba hareket etti. Hastanenin arka bahçesinden ön bahçeye yöneldiğinde bugün olanlar tekrar ve tekrar yine zihnime yansıdı. Alnımdaki sızının şiddeti artar gibi oldu. Bu arabada Ömer ile değil de Alim ile olmam gerekirdi. Olmamın sebebi ise benim yüzümdendi. Yine sebep bendim. Her zaman ki gibi. Başımıza ne gelirse gelsin yine ben sebep olacaktım.
Yokluğu yüzüme bir kez daha çarptı. Bakışlarımı kaçırdım, zihnimden tüm kemiklerime kadar tüm varlığım sızladı. Hatalarımın zinciri boynuma dolandı, tüm ruhum yoklukla parçalandı.
Zar zor yutkunduğumda kirpiklerim titredi. Sakin tutmaya çalıştığım tüm duygular boğazıma oturdu. Zihnimdeki duvarın köşesine sinerken duygularımın kontrolünü almaya çalıştım, parmaklarım montumun kumaşını sıktı. Yağmur başladı ama gözlerimin aksine zihnimde başlamıştı.
Suçlamalar, hatalar, seçimler.
Hepsi zihnimdeki yağmurdan nasibini aldı.
“Senden ne zaman söz vermeni istedi?” diye sordum araba hastaneden çıkmış, bilmediğim bir yola sapmıştı. Sessiz kaldığım dakikalar da Ömer gözüme biraz rahatlamış geldi, bakışlarımı tekrar kendisine çevirdiğimde sorduğum soruyu beklemediği anlaşıldı.
“Hastanede olmasının riskini bir kez daha hatırlattığımda…” deyip, durakladı. Bakışları yoldaydı. “Ama kim olsa aynısını yapardı. Ben de olsam aynısını yapardım. En nihayetinde sevgi böyle bir şey. Kendinden önce sevdiğini düşünürsün. O da bunu yaptı. Dostuma kızmayı sakın düşünme.”
Ömer’in bu ciddi tavrı aklıma Buket’i düşünmeme neden olsa da Alim ile aramızdakileri ima etmeden söylemesi yüzüme çarpmıştı.
“Sana söyledi mi?” diye sordum.
“Neyi?”
Gözlerimi kaçırdım. “Ya da boş ver.”
“Hislerinizden mi bahsediyorsun?” diye sordu Ömer, normal bir şeymiş gibi. “Hayır, söylemedi ama size bakan herkes anlar. Hele de bugünden sonra…”
Şu tavrı aynı, Buket gibiydi.
Sessiz kaldım.
“Buket ile durumunuzu biliyorum,” dedim aniden, camdan dışarıya bakarken. Yüreğimin sızlamaları arttıkça atıyor, göğüs kafesimdeki kesikler çoğalıyordu. “Hala onu seviyorsun değil mi?”
“Sevgiden vazgeçilmez,” dedi hüzünlü bir sesle. “Vazgeçmişsen eğer o da sevgi değildir zaten. Ben Buketten hiçbir zaman vazgeçmedim.”
“O zaman beni anlarsın.”
“Anlıyorum da. Ama dediğim gibi seni bıraktıktan sonra Alim ile görüşmeye çalışacağım. Söylediğine göre hareket ederiz.”
Ya da etmeyiz. Etmem.
Ama şimdilik Ömer’in bunu bilmesine gerek yoktu.
*
Ömer, beni pansiyon olarak kullanılan bir binaya getirdi. Beş katlıydı. Bina fazla büyük değildi. Sanki pansiyondan çok normal binaya benziyordu. İstanbul’un işlek yerlerinin arka sokaklarındaydı. Söylediğine göre pansiyon sahibi halasının oğlu ile eşiydi. Resepsiyon olarak kullandıkları küçük masada halasının oğlu Sedat vardı. Orta yaşlarında bir adamdı. Adam Ömer’i görünce şaşırdı, ardından ufak bir sohbet etmişlerdi. Arkada kaldığım için aralarında ne konuştuklarını duymadım. Ömer’in hakkımda ne dediğini umursamayacak kadar çok sorunum vardı ama adam oda anahtarını vermişti. Giriş kaydı yapılmamış, adam defterini çıkarmamıştı. Anlaşılan burada olduğum kayıtlarına işlenmeyecekti.
Ömer gitmeden kendisine ulaşabileceğim ikinci telefonunun numarasını bir kağıda yazarak verdi. Telefonumun adamların eline geçmesinden haberinin olup olmadığını bilmiyordum. Kağıdı aldım, kendi telefonum yanımda değildi ama babamın telefonu benimleydi. Ömer’e bu ayrıntıdan bahsetmedim.
Ömer, binadan sokağa çıktı. Arabasına doğru ilerledi. Arkasından bakarken bugün o fabrika binasında Ömer’in de olduğu aklıma düştü. Sezgin’den kaçarken yardım almak için aklımda Ömer’den başkası yoktu. Zaten aramama da gerek kalmamıştı. O da oradaydı. Tülin’in orada olmasını bir şekilde anlayabilirdim. Beni kendisi uyarmış, yerimizi bulmuş olabilirdi. Peki, Ömer? O nasıl oraya gelmişti?
Sormam gereken sorulardan biri de buydu. Önceliklerim ise Alim ile olanlardı. Bu ayrıntıyı belki de en başında düşünmem gerekirdi. Alim, Ömer’e güveniyordu. Bize yardımı dokunmuştu. Buket ile geçmişleri vardı ama tüm bunlar aklımdaki soruları geçiştirmiyordu.
Pansiyonun girişinden büyük adımlarla kapıya doğru ilerledim. Ömer arabasının kapısını açarken, “Bekle,” diye arkasından seslendim.
Sesimle durakladı, arkasına bakındı.
“Ne oldu?” diye sordu. “Bir şey mi oldu?”
Lafı hiç dolandırmaya niyetim yoktu. Yanına ilerledim, karşısında dikildim. Yüzümün şekli nasılsa açtığı kapıyı kapadı. O da bana doğru yönünü çevirdi.
“Bugün o binada ne işin vardı?” diye sordum direk. “Oraya nasıl geldin? Merak ediyorum, bizi nasıl buldun?”
Herhangi bir suçlamam yoktu. Sesimi de sakin tutmaya bizzat özen göstermeye çalışmıştım. Şüphe bir tohumdu ve büyümesi için sulanması gerekirdi. Ömer’den de şüphemi kanıtlayacak herhangi bir belirti bekledim. Gözlerim ifadesinde dolandı, en ufak bir ayrıntı yakalamaya çalıştım.
Hiçbir şey vermedi. Sakin durmaya devam etti. Şaşkınlık belirtisi ya da kendisini savunma ihtiyacı hissetmeden sakin kaldı.
“Anlaşılan ikinci plandan haberin yokmuş,” derken hissettiğim duygu değişimi aynı anda oldu. Anlamayan gözlerle yüzüne bakmayı sürdürdüm. “ Alim gideceğiniz konumu bana da atmıştı. Ne olur olmaz diye arkada kalacaktım ama sanırım sizi basan adamlardan sonra geldim. Çünkü geldiğimde dışarıda arabalardan başka kimse yoktu. O zaman başınızın belada olduğunu anladım.”
Alim’in planı. Bana anlatmadığı ikinci detay ortaya çıkarken hislerim birbirine karıştı. Ömer’e karşı hissettiğim şüpheden o an pişman oldum.
“Sonra ne oldu?” diye sordum, yanımızdan bir araba geçerken.
“Hatırlıyor musun?” diye sordu o da. “Seni bulduğumuzda bilincin yerinde değil gibiydi.”
“Parça parça bir şeyler hatırlıyorum. Nasıl içeriye girebildin?”
“Bana kalsa giremezdim,” diye itirafta bulundu. “Savcı ortaya çıkmamış olsaydı hala sizi oradan nasıl kurtabileceğimi düşünüyor olurdum.”
Savcı. Tülin Mutlu’ydu.
Ömer’in ne kadarını bilip, bilmediğini bilmiyordum. Savcı olarak tanıdığı kadının tüm bunların içinde olduğunu bilmese bile bugün şüphelenmiş olmalıydı.
“O da onlardan,” dedim birden. Bilmeye hakkı vardı.
“Orada görünce anlamıştım ben de ama Alim’i o kadın kurtardı ve seni de.”
Anlaşılan Alim, Tülin Mutlu’nun rolünü Ömer’e anlatmamıştı. Söyleyerek yanlış mı yapmıştım?
“Beni mi?” diye sordum aklıma takılan düşünceyi yok saymaya çalışırken.
“Biri senin kaçtığını söyledi. Tabi buna kimse inanmadı. Adam kaçtığın konusunda ne kadar diretse de savcı adamı konuşturdu. Adamı konuşturmasa zaman kaybeder direk yanına gelemezdik.”
Demek kaçtığımı söylemişti. Yalan söyleyenin kim olduğunu tahmin edebiliyordum. Evime girenle, beni hırpalayıp soğuk hava deposunda ölüme terk eden aynı ki kişiydi. Sezgin. O adamla kapanmamış bir davamız vardı artık.
“Savcı Alim’i de seni de tanımış olmalı.” Kurduğum cümle o saftı ki tanımamış olmasını istediğim bir gerçekti ama tanımış olmalıydı. Daha yeni Ömer ile aynı ki olay mahallinde bulunmuşken tanımaması imkansızdı. “Bir şey dedi mi?”
“Orada olduğumuzu sorgulamak istese bile o kargaşada bir şey diyemezdi.”
“Anladım. Kendisine dikkat et. İyi biri olduğunu sanmıyorum.”
Bana yardım ediyor olması, iyi biri olduğunu kanıtlamazdı. Aynı annemin de tüm bu olayların merkezinde olup iyi biri olmaması gibi. Annem bir yalancı, babamı kandıran bir sahtekardı. Babama ihanet etmiş, hayatını berbat etmişti.
Babamın infaz edilmesinde annemin de parmağı vardı. Şu ana kadar bunu kendime itiraf edememiştim ama olan buydu. Yaşanılanları bilmiyor olmam annemi aklamazdı. Eğer annem Tülin’in dediği gibi yaşıyorsa içimdeki hiçbir yer de kendisini aklayacak bir duygu hissetmiyordum.
Duygu Çetin, kendisine karşı koruduğum tüm duyguları ruhumdan silen kadındı.
“Şimdi nereye gideceksin?” diye sordum Ömer’e ardından. “Alim’i görmeye gideceksen senden bir isteğim var.”
“Şu konuştuğumuz konuysa biliyorsun konuşacağımı. Unutmam.”
“Hayır,” dedim elimdeki anahtarı avucumda sıkarken. Bakışlarım pencelerinin bazılarında ışık olan geldiğimiz pansiyona değdirip, çektim. “Burada bir günden fazla kalamam. Kulübeye geri dönmem lazım. Oranın anahtarını Alim’den alır mısın?”
“Ah, tamam.” Beni yanlış anladığı için ifadesi rahatladı. “Olmuş bil.”
Teşekkür ettim. Ömer ile konuşmamız bitince pansiyona geri döndüm. Halasının oğlu bıraktığım yer de danışma masanın arkasında duvara monte edilmiş kuçük televizyondan maç izliyordu. Geldiğimi fark etmemişti.
Oda dördüncü kattaydı ve kimse odaya kadar eşlik etmemişti. Koridorlar sessizdi. Bulunduğum katta beş odanın kapısı vardı. Bu yüzden bana verilen anahtarın üstünde yazan numarayı bulmam çok kolay oldu.
Odanın içi sokak lambasından yansıyan ışıkla aydınlanıyordu. Turuncu ışık odanın zeminine değiyor, küçük olan odanın içine konuyordu. Kapıyı arkamdan kapayıp, kilitledim ve öylece karanlığın içinde dikildim. İleriye doğru adım atmadım. Atamadım. Bacaklarım hareket etmedi. Edemedim. Şu ana kadar koruduğum direnç yalnız başıma kaldığımda parçalara ayrıldı, yaşadıklarım yüzüme çarptı.
Beyaz ve karanlık birbirinden ne kadar farklıysa sabah ile akşamın arasında olanlarda o kadar farklıydı. Burada olmamam gerekirdi. Burası yerine kulübede kalmayı tercih ederdim ama anahtarım yoktu. Yanımda hiçbir şeyim yoktu. Babamın telefonundan başka…
Elim montumun cebine ilişti, telefonun küçük yapısını elime aldım. Şarjı hala duruyordu, bitmemişti. Alim bana ne ikinci planından ne de çıkarılan arama izninden bahsetmişti? Neden saklamıştı? Arama emrini söylememiş olması üzülmem için olabilirdi ama yaptığı şu ikinci planını bana niye dememişti?
Sırtım kapıya dayandı, omuzlarım çöktü. Karanlıkta kaybolma isteğim çoğaldı, bugün yaşanılan her şey zihnimde bir kez daha yansırken katı zemin bedenimi karşıladı. Kareler zihnimden birer birer akıp, gitti.
Alim benim için kendini feda etmişti, çünkü bir planı vardı. Adamları oyalamak istemişti, istediğini de elde etmişti ama benim de onun için kendimi feda edebileceğimi es geçmişti. Halbuki sabah arayanın Ömer olduğunu söylemeliydi. Hakkındaki yakalama kararını dillendirmeliydi. Belki o zaman daha dikkatli olmasını sağlardım. Belki o zaman kulübeden çıkmasını istemezdim. Belki o zaman o mesaja hiç düşünmeden gitmemizi istemezdim. Ama haberim yoktu. Yine beni düşünerek söylememiş ve gitmişti. Onu nasıl kurtaracağım belli bile değildi.
Kapıya vuruldu.
Bedenim ansızın irkilirken düşüncelerim dağıldı. Kalbim tedirginlikle göğsümde atmaya başlamıştı. Ömer geri dönmüş olamazdı.
Ayağa kalkarken elimdeki telefonu cebime koydum. Kapı o an bir kez daha vuruldu, ardından da bir kadın konuştu. “Maral Hanım içeride misiniz?” diyordu ince bir ses. “Ömer’in yengesiyim. Size yemek getirdim.”
Tedirginliğim anında ruhumdan silindi. Kilitlediğim kapıya elim gitti. Karanlıkta kalan gözlerim koridordaki ışığı görünce kamaşır gibi oldu. Kadının elinde tepsi vardı. Kumral saçlarını topuz yapmıştı. Kocası gibi orta yaşlarında, kısa boylu biriydi.
“Rahatsız etmek istemezdim,” dedi çekinerek. “Ama Ömer gitmeden kocamı tembihlemiş. Size yiyecek bir şeyler getirdim.”
Gözlerim elindekine düştü. Büyük bir kapakla tabağın ağzı kapanmıştı. Yanında ufak su şişesi ile çatal, kaşık vardı. Midem aç değildi, aç olsa bile olanlardan sonra bir şey yiyebileceğimi bile sanmıyordum. Bu yüzden ilk başta ret ettim. “Zahmet etmişsiniz, hiç gerek yoktu.”
“Olur mu öyle şey? Lütfen alın,” diye diretti kadın. “Misafirimizsiniz.”
Bir kez daha ret edersem, kadın yine diretecekti ve ben konuşmanın devam etmesini istemiyordum. “Teşekkür ederim,” dedim elindeki tepsiyi elinden alırken. “Çok iyisiniz.”
Tepsiyi almamla kadın rahatladı. “Başka bir ihtiyacınız olursa, çekinmeden odadaki telefondan aşağıyı arayabilirsiniz. Sadece telefondan sıfıra bir kez basmanız yeter. Sizi aşağıya bağlar. ” Hızlıca kurduğu cümlelerin arasından durakladı, geri çekildi. “Bu arada odanın ampülü mü patladı?”
“Anlamadım?”
Bakışlarıyla odayı gösterdi. “Işığı açmamışsınız. Eğer ampul patladıysa hemen değiştirebiliriz.”
Odanın karanlığından bahsediyordu. “Yok, hayır. Herhangi bir sorun yok. Şimdi açacaktım.”
“Düğme kapının yanında,” dedi parmağıyla yerini gösterirken. “İsterseniz bir deneyin.” Gösterdiği yere bakındım, düğme oradaydı. Bir elimle tepsiyi tutarken düğmeye bastım. Odanın ışıkları anında açıldı. Bulunduğum kısım beyaz ışığa kavuştu. “Teşekkür ederim.”
“Ne demek. İyi geceler.”
Memnun bir şekilde gülümsedi. Ardından geldiği koridora yöneldi. Merdivenlere yönelirken arkasından gidene kadar izledim. Elimdeki tepsiyle ışıkları açtığım odaya geri girerken kapıyı bir kez daha kilitledim.
Gözlerim aydınlanan odanın içini inceledi. Küçük ve tek kişilikti. Pencereye yakın bir yatak ile iki kapılı bir dolap vardı. Pencerenin önüne bir masa ile bir tane sandalye konulmuştu. Mini buzdolabı dolapla pencerenin arasındaydı. Elimdeki tepsiyi masaya bıraktım. Penceredeki güneşlikleri çekmeden önce sokağa bakışlarım gitti. Ömer’in arabasının bulunduğu yer şimdi boştu. Biri elindeki poşetleriyle yokuş aşağı iniyordu. Bir araba geçti, duraklamadı. Sokakta kayboldu. Gözlerim karşımdaki binaya ulaştı. İçerisi kapkaranlıktı. Kapısına değen bakışlarım sonra mühürlü kilidi gördü. Karanlık olmasının sebebi anlaşılmıştı. Kuruntu yapıyordum. Burada olduğumu kimse bilmiyordu. Kulübeyi nasıl bulamadılarsa burayı da bulamazlardı. Perdeleri sonuna kadar çektim. Üstümdeki montu çıkarıp yatağın üstüne koydum ve kapıya yakın olan lavobaya yöneldim.
Işığı dış duvardaydı. Lavobaya yöneldim. Duvara monte edilmiş aynada kendimi gördüm. Daha doğrusu kendim sandığım kıza baktım. Karşımda kontrolünü tutmaya çalışan kız vardı. İfadesizdi. Bakışları belki durgun olabilirdi. Alnımı vurduğum yerde beyaz bir bezle kapatılmıştı. Hafifçe sızlamaları devam ediyordu ama fazla canım yanmıyordu. Yanlarındaki bantları çekiştirip, alnımdaki bezin bir kısmını çıkardım. Ceviz büyüklüğündeydi. Mosmor olmuştu. Parmaklarım şişliğe değdi, değer değmez bıçak saplanır gibi alnıma bir acı sızdı. Elimi anında çektim. Bezi eski haline getirdim.
Durgun bakışlarım lavabonun duvarlarında dolandı. Temiz görünüyordu. Duş kabinin fayansları da temiz, bembeyazdı. Kirli olan bendim. Elim musluklara ulaştı, kendimi sıcak suyu ayarlarken buldum. Üstümdekilerden birer birer kurtuldum. Bugün olanların kirinden kurtulmak isteyen zihnim sıcak suyun altına girdi.
Soğukkanlı olmaya çalışıyordum. Şu ana kadar da iyi idare etmiştim ama hissettiğim sıcaklığın soğuk kanlığımı yok etmesine ihtiyacım vardı. İşe de yaradı. Yüzümden akan suyla beraber yaşlarımda akmaya başladı. Çözülmem sessiz değildi, hıçkırmalarım suyun sesine karışıyordu. Su ısınmaya devam etti, tenime battı. Isısını düşürmek aklıma bile gelmedi.
Her şeyin bitmesini istiyordum.
Her şeyden kaçmak istiyordum.
Alim’i yanımda istiyordum.
Ne kadar suyun altında ağlamaya devam ettim, bilmiyorum ama kabinden çıkarken banyonun içi buhar olmuştu. Çıkardığım parçaları gerisin geri giyerken aynaya bakmamaya özen gösterdim. Görmesem de biliyordum. Gözlerim içi kızarmış, yüzüm hissettiğim parçalanmış hissiyle darmaduman olmuş olmalıydı.
Yatağa uzandım. Islak saçlarım yastığa ıslaklığını bıraktı. Kollarım yalnızlığımı unutturmak istercesine bedenime dolandı. Bir ağlama krizine daha o zaman tutuldum. Bu sefer ki sessizdi. Göz pınarlarımdan akan sıcak damlalar, sıra sıra aktı. Durdurmaya çalışmadım. Gözlerimi kapadım. Alim ile son tartışmamız zihnimde oynadı. Benim için çok korkmuş, çok endişelenmişti. Her şey taptazeyken o kadar sert çıkmamalıydım. Gitmesine izin vermemeliydim. Odadan çıkmasına izin vermemeliydim. Ama vermiştim.
Hangi dakika da bilincim bedenimden ayrılmıştı, bilmiyorum ama düşüncelerimde şu vardı. Nasıl hissettiklerimle ruhum parçalara ayrılmışsa kalbimde aynı durumdaydı.
*
Uyandım. Başım ağrıyordu. Nerede olduğumu anlayamayan zihnim korkuya kapıldı, bedenim hızla doğruldu. Gözlerim odanın içinde gezinirken nerede olduğum, neler yaşadığım aklıma hücum etti. Yataktan kalktığımda bedenimin ağırlığı aniden bacaklarımı yakaladı.
Saat kaçtı? Oda da bunu öğrenebileceğim saat görünmüyordu. Pencereye ilerledim, yavaşça perdenin aralığından dışarıya göz gezdirdim. Gün aymamıştı. Hala geceydi. Sokakta hiçkimse yoktu. Perdeyi eski haline getirip ellerim nemli saçlarıma gitti. Başımın ağrısını geçirebileceğim bir ağrı kesicim yoktu. Elim tepsideki minik su şişesine gitti. Birkaç yudum aldıktan sonra masanın üstüne geri koydum.
Montuma uzandım. Cebine koyduğum telefonu elime alırken diğer elime de Ömer’in numarasının yazılı olduğu kağıdı aldım. Hiç düşünmeden babamın telefonuna numaraları tuşlarken aklımda sadece Alim’in iyi olup olmadığını bilme isteğim vardı. Halbuki babamın telefonu giden aramalara kapalıydı. Bugün o depoda çekmiş olsa bir işime yaramazdı. Bunu nasıl unutmuştum ben? Telefonuma artık ulaşamazdım, bu sorunu en kısa sürede halletmeliydim. Bu sefer Odanın telefonuna numaraları tuşladım. Kablolu telefonu kendime doğru çekerken sırtımı yatağın karyolasına yasladım.
Ömer dördüncü çalışta çağrıyı cevapladı.
Konuşmasına fırsat vermeden “Benim,” dedim hızla. Sesim bitkindi.
“Bana iki dakika ver.” Bulunduğu ortamdan telsiz sesleri geliyordu.
Bir ara kadın sesi duydum. “Nereye gidiyorsun, Ömer?” diye sorduğunda Ömer, “Biraz hava alacağım,” diye cevapladı. “Gelirim birazdan.”
Merkezde olmalıydı. Ömer’in konuşmasını beklerken babamın telefonundan saate baktım. Saat gecenin üç buçuğuydu.
“Şimdi konuşabiliriz. Bir sorun mu oldu?”
“Alim’i görebildin mi? Nasıl, biliyor musun?” Tedirginlikle telefonun tuşlarına basıyor, geri çıkıyordum.
“Ben geldiğimde sorgu odasındaydı. Hala çıkmadı. Çıkmasını bekliyorum.”
“Çıkmadı mı?” Çenem titredi, yutkundum. Toparlanmam gerekiyordu. “Sorgusunu izleyemez misin? Neler döndüğünü bilmek istiyorum.”
“Dosyayı gizlilik esasına bağlı olarak yürütüyorlar, öyle kolayca izlememe izin yok.”
Nefesim çaresizlikle sarsıldı. “Şimdi ne olacak o zaman?”
“Sorgusu bitince neler bittiğini öğrenmeye çalışacağım. Merak etme, öğreneceğim. Sabaha öğrenmiş olurum.”
İçim hiç rahat değildi ama “Sabaha ararım,” diyebilmeyi başardım.
“Pansiyonun numarası mı bu?” diye sordu Ömer, yeni hatırlamış gibi.
“Evet. Benim telefonumu aldılar.”
“Anladım,” dedi kısaca. Ardından da içeriyi gözlemlemeye devam etmesi gerektiğini söyleyerek telefonu kapadı. Başka hiçbir şey diyemedim.
Alim saatlerdir sorgudaydı. Bu durum beklediğimden de zor olacaktı. Belki de şahitliğim bile kendisini kurtarmayacaktı. Korkuyordum. Alim’i kurtaramamaktan korkuyordum. Ne yapacaktım? Nasıl Alim’i oradan kurtaracaktım? Zaten devam eden bir soruşturması vardı. Başı kendi dertleriyle zaten beladaydı. Mesleğinden olmak üzereydi. Bir de bu olay dosyasına eklenirse mesleğine bir daha geri dönemezdi.
O an aklıma bir düşünce sızdı.
Ömer’in Alim ile beni Tülin’in kurtardığını söylediği kelimeleri beynimde yankılandı. Bana yardım eder miydi? Alim’in arama emrinden haberi olmalıydı. Sonuçta diğer yargılandığı davanın savcısıydı. Aynı zamanda da Tülin Mutlu Kurul ile tek bağlantımdı.
Kendisine ulaşmam gerekiyordu. Nasıl ulaşacağım hakkında fikrim ise hiç yoktu. Bu zamana kadar aradığı tüm numaraların hepsi kapalı ya da gizli numaradan aramıştı. Ama denemeye değerdi. Babamın telefonun son aramalarına bakındım. Bugün beni aradığı numara ekrandaydı. Kadının kaç hattı varsa hepsi birbirinden farklıydı. Pansiyonun telefonuna numarayı tuşlarken düşünecek bir şeyim yoktu. Yerimi öğrenmesini umursamıyordum. Sadece açmasını istiyordum.
Açıktı ve çalıyordu. Telefonun çalma sesi kulağımda yankılanıyordu. Şaşkınlığımı fazla yaşayamadan telefon birden açıldı.
“Kimsin?” diyen Tülin’in uykulu sesi kulağımı iğneledi.
“Benim, Maral.”
“Ne?” dedi şaşkınlıkla. Sesim uykusunu alıp, götürmüş olmalıydı. “Numaramı nereden buldun?”
“Bulmadım, beni bugün bu numaradan sen aradın.”
“Pardon, unutmuşum.” Sesi sanki numarasını ifşa ettiği için sıkıntılıydı. “Nasılsın sen? İyi misin? Bugün hiç iyi görünmüyordun.” Gerçekten iyi olduğumla ilgilenip ilgilenmediğini merak ettim ama bunu sormadım.
Şu an yapacağım ne kadar doğru ne kadar yanlıştı? Tepkisi ne olacaktı? Kestiremiyordum. Belirsizliğin içinden çıkmam için başka bir yol ise aklıma gelmiyordu. Gecenin saniyeleri işlemeye devam ederken dudaklarım aralandı.
“Yardımına ihtiyacım var.”
Tek istediğim her ne olursa olsun Alim’i iteklediğim yerden kurtarmaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |