
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
-31-
Hatıralar… Birer yağmur gibidir. İnsan yaşamı boyunca belleğine kazınan izleri hissetmek için bir şimşeğe ihtiyacı vardır. Şimşek çakar, zihin ıslanmaya başlar, yağmur sıklaşır ve hatıralar zihninin her kısmını kaplar.
Aylar sonra yıllarımı geçirdiğim mahalleye giriş yapacağım sırada geçmişimdeki karelerin yağmuru başlamıştı. Sayısını bilmediğim kez yürüdüğüm kaldırımlar bu mahallenin sokağına aitti. Adımlarım bu kaldırımları yürümüştü. Yanan sokak lambasında bile bir anım saklıydı. Belki belirsiz, belki önemsizdi ama geçmişimdeki en küçük detay bile buraya aitti.
Arabayı yavaşça sürmeye devam ediyordum.
Dairelerin ışıkları yanıyordu. İçindeki aileler hem birbirinden farklı hayatlar yaşarken hem de bazıları benzer hayatların içindeydi. Ama hiçbiri belki de günlerce ışığı yanmayan evin farkında değildi. Yakınlarında olan evde olanları hatırladıklarından bile şüpheliydim. Belki bazen akılları bir anlığına yoklardı ama ilk gün ki tazeliği yaşayandan başka kimse hissetmezdi.
Haftalar önce park ettiğim babamın arabasının yanından geçtim. Hatıraların izleri zihnimi kıskaca aldığında sürdüğüm arabayı durdurmak istedim, yapmadım. Bıraktığım gibiydi. Araba öylece, sahipsiz duruyordu.
Hatırlamak hem ruhumu sıkıştırdı, hem de yıllar sonra sevdiğin birini ziyaret etmek gibi gelmişti. Tek fark benim için yıllar olmamıştı.
Eve gelmeye karar verdiğimde tehlikelerin farkındaydım. Sonuçta buraya gelme ihtimalime karşı evi birileri gözetliyor olabilirdi. Ya da onca günden sonra uğramadığımı anlayınca izlemekten vazgeçmişler de olabilirdi. Bilemezdim. Her ihtimale karşı benim bir planım vardı.
İlk önce sokağı izleyebildiğim kadarıyla izleyecektim. Dikkatimi çeken bir durumun olup olmadığına bakacaktım. Yaşadığım yer öyle kalabalık bir yer değildi. Çoğu ailenin arabaları belirli yerler de park halinde olurdu ve bizim evin sokağına fazla araç park edilmezdi. Birileri evi izliyorsa burada yaşayan insanlardan farklı olmalıydı. Arabası farklı olabilirdi. Durduğu yer farklı olabilirdi. Eğer her şey yolunda giderse farklı bir giriş deneyecektim.
En azından planım bu yöndeydi.
Sokağın girişinde biraz bekledim. Bulunduğum yerde ileriye bakarken evim görünüyordu. Herhangi bir araba görünmüyordu. Sokak bomboştu. Işıkları yanan dairelerden başka insan varlığını belirten bir şey yoktu. Günün geldiği saatlerden de olabilirdi. Saat gecenin on bir buçuğuna gelmek üzereydi.
Şapkamı alnıma kadar biraz çekiştirdiğimde alnımdaki şişlik sızladı ama yavaşlayan hızımı yükselttim ve sokaktan geçmeye karar verdim. Dikkat çekmeden bir kere geçecek, sonra arabayı caddeye yakın yere park edecektim. Riskli olabilirdi ama bu riski göze alıyordum.
Yıllarca yaşamış olduğum evin önünden bir yabancı gibi geçip, gittiğimde ise yaralanan kalbime hayatımın kesikleri battı. Bahçesinden ileriye giden gözlerim herhangi bir değişikliği sezmedi. Ceyda’nın oturduğu binanın önünden geçip giderken, sokağı geride bıraktım ama kalbim tedirgince yerinde atmaya devam ediyordu.
Arabayı caddeye yakın sokağa park edip derin bir nefes aldım. Torpido gözünden silahımı aldım ve tekrar kontrol ettim. Yanımda üç telefon vardı ama ben birini yanıma aldım. Tülin telefonumu kapalı bir şekilde vermişti. Cebime aldığım babamın birinci telefonuydu.
Bir an durakladım. Babamın sakladığı belgeleri bulabilecek miydim? Bilmiyordum ama bu yolu denemekten başka çarem yoktu. Halbuki burada olduğumu Alim öğrenirse aklımı kaybettiğimi düşünürdü.
Arabadan elimle silahla çıkar çıkmaz, belime yerleştirdim. Daha önce silahımı burada taşımamıştım ama elimde götüremezdim. Belimde dolu silahın olması rahatsız hissetmeme neden olsa da bir taraftan da verdiği güvende vardı. Montumun şapkasını da siyah şapkanın üstüne getirdiğimde evimin bulunduğu sokağa doğru adımlamaya başladım.
Dikkat çekmemeye çalışarak yürüyor, bazen arkamı kontrol ediyordum. Önünden geçtiğim bazı evlerden saatin geç olmasını umursamadan konuşma sesleri geliyor, yürüdükçe arkamda kalıyordu.
Evin olduğu ön sokağa gitmedim. Arka sokağa ilerledim. Evin yakınlarına geldikçe kalbim tedirgince atmaya devam etti, aldırış etmedim. En sonunda yaşadığım evin arkasındaki boşluğa geldiğimde hiçbir duraklama yaşamadım. Evin bahçe duvarları karşımdaydı, ilerisinde ışıkları kapalı evim vardı. Bulunduğum alandaki boşluk sokak değildi. Arkamızdaki binayla evin duvarlarının arasındaki boşluktu.
Evin etrafı duvarlarla çevriliydi. Duvarların bitiminden sonra da üst kısma demirlikler geliyordu. Daha önce buradan bahçeye girmeyi hiç denememiştim ama şimdi deneyecektim. Ellerim demirliklere tutundu, ayakkabımın ucu yıpranan betonun çıkıntısına değdi ve tüm gücümle bedenimi yukarıya çektim. Ayağım duvarın bitimindeki demirliklerin arasına girmiş ve bedenim havalanmıştı. Demirliklerden tutunarak ayağımı diğer taraftaki betonun boşluğuna değdirdim. O sıra da omzumdan iki yanıma da baktım. Kimse yoktu. Arkamdaki binanın üçüncü ve dördüncü katlarından ışık geliyordu. Baksalar bile yanımdaki ağacın dalları bedenimi kamufle ediyordu. Sonra da diğer ayağımı diğer tarafa geçirdim ve aşağıya çimenliklere atladım.
Basitmiş diye düşündüm, karanlığın içine girdiğimde.
Evin arka kısmında, lavabonun olduğu kısımdaydım. Gözlerim bu taraftaki pencerelere bakındı. Bıraktığım gibi pencereler kapalıydı. Kimsesiz duruyordu. Karanlıktı.
Evin duvarlarından ilerleyerek girişe doğru yavaşça adımlamaya başladım. Ön kısma geldiğimde etrafıma, daha doğrusu bahçe kapısını kontrol ettim. Görünüşte tehlike yoktu.
Belki de izlemekten vazgeçmişlerdi, belki de evi hiç gözetlememişlerdi. Belki de burada olduğumdan habersizdiler.
Ön sokaktan gelen sokak lambasının ışığı bahçe kapısının ilerisini aydınlatmaya devam ediyorken içeriye girdim. Kapıyı arkamdan çok yavaş hareketlerle kapadım ve ilk soluğumu o zaman rahatça vermiş oldum.
Babamın sakladıkları için buraya gelmiştim ama nereye sakladığını ya da belgeleri bulsam bile bulduklarımın aradığım belgelerin olup olmayacağını bilmiyordum. Sadece belgeleri tahmin edebileceğimi umuyordum. Nereye bakmam gerekiyordu? Babam belgeleri sakladıysa bu evde olmalıydı. Yoksa başka nereye bakacağımı, nereyi araştıracağımı, bilmiyordum.
Gözlerim bir kez daha karanlık holde gezindi ve ilk adımım karanlığın içine karıştı.
Çalışma odasına ilerledim. Kapısı gıcırdayarak açılırken hafif aralıktan içeriye girdim. Evin her tarafı gibi havasız kalmıştı. Pencereden yansıyan dışarısının ışığı görüş alanımı aydınlatıyordu. Burası da topladığım zamankiyle aynıydı. O zaman bilgisayarını açmaya çalışmıştım ama açamamıştım. Sonra da etrafı fazla inceleyemeden Buket gelmişti.
Her şeyin aynı olması sanki buradan hiç gitmemişim, sanki burada yaşanılanlar hiç olmamış gibi bir hissiyat vermişti.
Nereye bakmalıydım? Bilgisayarı açamayacağımı biliyordum, onu çoktan elemiştim. Tülin tüm belgelerden bahsetmişti. Geçmiş yıllara ait olan tüm bilgilerden… Öyle ince bir dosya olamazdı. Aradığım yılları kapsayan kalın bir dosya olmalıydı. Ama burayı benden önce babamın infaz edildiği gece aranmış ve bulamamışlardı. Dolaplarda olamazdı. Kitaplıkta olamazdı. Masanın hiçbir çekmecesinde olamazdı. Olsaydı bulurlardı.
Çalışma odasından çıkarak yatak odasına geçtim. Gardırobun içindeki kilitli kasa da dosya büyüklüğünde bir şeyin olmadığını hatırlıyordum ama yine de dolapları açtım. Kıyafetlerin altındaki boşluklarda elimi gezdirdim. Oysa bu dolabı telefonunu aramaya geldiğimde bakmıştım. Dolapların kapağını kapayıp, dolabın arkasına bakmaya çalıştım. Hafif aralık karanlıktı. Işığa ihtiyacım vardı. Bu yüzden babamın telefonunu yanıma almıştım. Cebimden telefonunu çıkarıp, dışarıya yansımayacak şekilde arka ışığını açtım. Tuttuğum aralık aydınlandı, ışığa yansıyan sadece toz kaplayan alan oldu.
Işığı kapatıp geri çıkarken gözlerim yatağa ilişti, telefonu yerine koydum. Yatağı iki elimle kaldırırken ağırlığı kol kaslarıma çığlık attırdı. İtekleyerek bazayı ortaya çıkardım ama burada da bir şey yoktu. Yatağı tekrar eski haline getirip, öne adımladım ve bu sefer bazayı kaldırdım. Dizlerimin önüne çökerek bazanın içindeki yorganın, birkaç yastığın aralarında ellerimi gezdirdim. Ama burada da yoktu.
Sıkıntıyla nefesimi dışarıya verdiğimde etrafta tekrar gözlerimi gezdirdim. Komodinin tarafına giderken altımdaki parke gıcırdıyor, ensemdeki sessizliğin içine karışıyordu. Bulunduğum tarafta bulunan komodini çekiştirdim, ses çıkınca durakladım. Fakat aralığı görebiliyordum, hiçbir şey yoktu.
Hiçbir şey!
Omuzlarım çökmeye başlamıştı ama diğer komodine doğru gitmeye de devam ettim. Bastığım parkenin altı yine cızırtı gibi ses çıkardı, bu sefer ister istemez duraklamak zorunda kalmıştım. Çünkü komodini çekerken sanki komodinin ayağı boşluğa düşmüş gibi olmuştu. Aklımdan ilk geçen, parkenin altındaki tahtanın çürümüş olduğuydu. Ama bu altımdaki parkeyi incelememe neden olmadı.
Komodini duvar dibinden sürükledim. Parkeye her bastığımda altındaki boşluğu daha da hissediyordum. Diğerleri gibi değildi. Yere çömelirken kalbim heyecanla atmaya başladı. Hafifçe parkeyi elimle bastırdım, aşağıya çöküyordu. Dizlerimin altındaki parkede de aynı ki yöntemi denediğimde çöküklük oluşmuyordu. Diğerleri öyle değildi. Burada bir şey olmalıydı.
Parmaklarım parkeyi yerinden sökecek boşluk aramaya başladı. Tırnaklarım parkenin birleştiği alanlarda dolandı ama bulunduğum taraf karanlığa geliyordu. Telefonu çıkarıp ışığı tekrar açtım, yönü bulunduğum tarafa olacak şekilde yatağın altına yerleştirdim, yansıyan hafif ışıkla parkeye tekrardan göz gezdirdim. Böyle daha iyiydi. Parkenin duvar bitimindeki aşındırmayı o zaman fark ettim. Parmaklarımı aşınan kısma geçirip, kendime doğru çektim.
Çıkıyordu! Gerçekten çıkıyordu!
Kalbim o kadar heyecanla atıyordu ki çıkan sese bile aldırış edemeyecek durumundaydım.
Çıtırdayarak parke yerinden ayrıldığında da beklediğim boşluk görüldü. Ve beni beyaz bir şey karşıladı. Daha sonra anladım ki içinde ince kağıtların olduğu şeffaf bir dosyaydı. İçinde kağıtlar vardı. İçinde gerçekten de kağıtlar vardı. Rulo yapılmış şekilde parkenin altında duruyordu. Ne bulduğumu bilmiyordum ama bulduğum bir şeyler vardı. Kimsenin bunları bulmaması için babam saklamıştı. Tam dosyanın içindekilere bakacaktım ki kulaklarım ses duyar gibi oldu. Nefes almayı anında keserek, duyduğum sesi tekrar duymayı bekledim. Yine duyuldu ve ben o an anlamıştım. Çıkan ses bahçe kapısından geliyordu. Açılıyordu! Biri bahçeye giriyordu!
Demek evi birileri gözetliyordu.
Hızla harekete geçtim, telefonunun ışığını anında kapadım. Gelen kimse kapıya ulaştığı an işim biterdi. Görünüşe göre de kapıdan girdiğim gibi çıkamayacaktım. Hole doğru ilerlerken hızlıca düşünüyordum. Babamın yatak odası, çalışma odası ve salonun pencerelerinde demirlikler vardı ve açılıyordu. Fakat anahtarların nerede olduğunu bilmiyordum. Eledim. Oradan çıkamazdım. Mutfağın demirlikleri ise hiç açılmıyordu. Geriye kendi odam kalıyordu. Pencerenin demirleri vardı ve ben anahtarın nerede olduğunu biliyordum.
Dışarıdan ses gelip, gelmemesine aldırmadan odama koştum ve çalışma masamın çekmecesini yavaşça açtım. Minik anahtarı elime aldığımda yatağın üstüne çıkarak pencereyi kendime doğru açtım ama açmamla kapamam bir oldu. Çünkü konuşma sesleri geliyordu.
Biri, “Anlamıyorlar mı, buraya gelen giden yok,” diye yakınıyordu. Ses bir erkeğe aitti.
Yatağa doğru sırt üstü çöktüğüm gibi silahın ucu tenime battı. Kalbim de ağzımda atıyordu resmen.
“Kes sesini de işine yap!” dedi biri de cevap olarak. Ama sesleri o kadar yakından gelmeye başlamıştı ki gözlerim pencereye değdiğinde neden olduğunu ancak anladım. Pencereyi tam kapayamamıştım. Göz bebeklerim iri iri açıldı, soğuk havada terlediğimi hissediyordum.
Pencereyi açık görürlerse içeride birinin olduğundan şüphelenebilirlerdi ve konuşmalarına bakılırsa onların şu anlık burada olduğumdan haberleri yoktu.
Elimde sıkı sıkıya tuttuğum dosyayı diğer elime aldım. Pencerenin cam kısmından elimin görünmemesine dua ederek elimle pencereyi itekledim ve bekledim. Pencerenin güneşlikleri çekili değildi ve gözlerim dolabımın aynasındaydı. Geçip gitmelerini bekliyordum.
İki gölge aynamda göründü, ilerledi, ilerledi. Görüş alanımdan çıktı. Evin çevresini turluyor olmalılardı ve benim hemen buradan çıkmam gerekiyordu. Onlar arkadan yan tarafa gelene kadar evin içinden çıkmam lazımdı.
Hem de hemen!
Anında fırladım. Hole doğru, oradan da kapıya doğru.
Kapıyı açtığım gibi de ön bahçeden kapıya koşmaya başladım. Bu süre zarfında adamlar evin arka kısmında olmalıydı. Ayaklarım birbirine dolanmasını umursamadan açtıkları bahçe kapısından çıktığımda ise arkamdan bir bağırtı kopmuştu.
Adamlardan biri, “Kaçıyor,” diye bağırıyordu.
Görmüşlerdi! Kahretsin!
Kaldırımdan sokağa tüm gücümle fırladığımda montumun şapkası geriye yattı. Bacaklarımdaki kaslar çığlık ata ata koşuyordum. Arkama bakmasam da peşimden geliyor olduklarını tahmin edebiliyordum. Alim’in arabasını caddeye yakın park etmiştim ve ulaşmam için aşmam gereken dörtten fazla mahalle bulunuyordu.
“Kaçma!” Ses arkamdan geldi. Yakınan adamın sesine benziyordu.
Dört yol ağzı olan bir boşluğa çıktım. Kısa yoldan gitmek için sağımdaki sokağa doğru döndüğüm sırada ansızın karşıma başka bir adam çıktı, etrafına baktı ve beni gördü. Kalıplı biriydi. Sporculara benzeyen geniş omuzları vardı ve elinde kaldırmış olduğu silahını tutuyordu.
Kendiminkini çıkarmaya zamanım yoktu, gerisin geri döndüm. Geldiğim sokağa dönemeyeceğim gibi dümdüz gitmem gerekecekti. “Dur, yoksa vururum.”
Adamın ikazına aldırmadım. Yönümü çevirdim, yolum uzayacaktı ama yapacak bir şey yoktu.
Ben de koştum.
Ciğerlerim çığlık atıyor, durmamı söylüyordu ama durmadım. O sırada arkamdan silah sesi duyuldu, rüzgarın içine karıştı. Kurşun sanki yanımdan geçip gitti, tiz sesi kulaklarıma işledi. Sol kolum da bir sıcaklık hisseder gibi oldum. Durmazsam vurulacaktım, bunu çok net anlamıştım artık.
Omzumdan arkama bakındığımda arkamdan iki adam da gelmeye devam ediyordu. Onlara baktığımı görünce biri durdu, silahını tekrar kaldırdı.
Kalıplı olan adam yine nişan alacaktı!
Hayır! Hayır! Hayır!
Sokaktan çıkacağım sırada ise alt sokaktan bir araba aniden önüme çığlık atarak kesti ve ben duvara çarpmışım gibi durmak zorunda kaldım. Sonum gelmişti. Yakalanmıştım, buradan geri dönüşüm olmayacaktı.
“Eğil!”
Sorgulamama fırsatım olmadan komutla beraber refleksle eğildim. Bir kurşun sesi daha geceyi yarıp geçti. Binaların penceresinden insanlar bakmaya başlamış olmalıydı ki, konuşma gürültüleri geliyordu.
Önümdeki arabanın kapısı açıldı, genç bir çocuk sürücü tarafından yolcu koltuğuna doğru eğilmişti. “Bin, hemen!” diyerek bana bakıyordu.
“Sen de kimsin?”
Bu çocuk arkamdaki adamlardan olamayacak kadar çok genç duruyordu.
“Tanımıyorsun ama tanırsın,” dedi arkama bakarken. “Hadi, bin.”
Bindim. Doğru yapıp yapmadığımı bilmiyordum ama apar topar arabanın içine girdim. Kapıyı yanımda kapayamadan birden gaza bastı ve araba yola doğru fırladı. Arkamızdan bir silah sesi daha duyuldu.
Hızla arabanın kapısını kapadığımda başım dönüyordu.
“Oha, resmen tekerliklerimi patlatacaklar!” dedi çocuk haykırarak. “Ne aksiyon ama bayılırım.”
Gözlerim irileşerek yanımdaki çocuğa baktı. Ona baktığımda arkasındaki yola bakıyordu. Gerçekten küçüktü. Bedeni fazla cılız olmasa da yüzü daha tam oturmamıştı. Yaşı belki on sekiz, belki on dokuzdu ya da on yedi bile olabilirdi.
“Aradığım aksiyonlu hayat resmen!”
Yaşanılanları sanki bilgisayar oyunu sanıyor gibi tepkileri vardı.
“Kimsin sen?” diye sordum tekrardan nefes nefese ama bu sefer belimdeki silahı çıkarmış, kendisine doğrultmuştum. Sol kolum cayır cayır yanmaya başlamıştı.
“Ben Berk,” dedi rahatça. Bana doğru baktı. “O da ne? Kahramanına böyle mi davranıyorsun? Hâlbuki kızlar kahraman erkeklere bayılmazlar mıydı? Ben mi yanlış biliyorum?”
“Elimdekini görmüyor musun? Sana bir soru sordum. Kimsin sen?”
Yeşilimsi gözlerini silaha inip, kaldırdı. “Gerçek silaha benziyor. Ablacığım, indir şunu. Patlarsa sakata geliriz.” Bakışlarını yola doğru çevirdi. “Ya da indirme, böyle daha heyecanlı.”
Benimle dalga geçiyor olmalıydı!
“Patlamasını istemiyorsan kim olduğunu söylersin! Kimsin sen?”
“Dedim ya, adım Berk.”
Sabırla nefesimi verdim. “Pekala, Berk. Bana niye yardım ettin? Bunu söyle bana! Yoldan geçen biri olmadığın belli. Söyle onlardan mısın?”
“Ne?” diye soludu şaşırarak. “Onlardan gibi mi duruyorum?”
Durmuyordu ama olabilirdi.
“Söyle o zaman, kimsin sen?”
Yeniden bana baktı. “Ama hala indirmemişsin şu silahı,” diye şikayette bulundu. “İki yetişkin gibi konuşmaya çalışıyoruz şurada.”
Araba yolda ilerlemeye devam ederken, bir yandan tedirgince bakıyor, bir yandan da söylediklerini anlamaya çalışıyordum. Başka silah sesi gelmediğine göre adamları atlamış olmalıydık. “İndirmemi istiyorsan, kendini tanıtırsın!”
“Bak, annemle konuşan sensin. Ben sadece meraklı biriyim, o kadar.”
Konuşmak?
“Annen kim senin?” der demez, demin söylediği kelimeyi algıladım. Gözlerim şok olmuşçasına açıldı. “Senin annen bir dakika… Tülin mi? Tülin Mutlu mu?”
Yok artık! Oğlu mu vardı? Ve Tülin’in oğlu mu beni kurtarmıştı?
“Niye bu kadar şaşırdın?” diye sordu adının Berk olduğunu söyleyen çocuk. “Ben senin kim olduğunu biliyorum, artık tanışmamız gerektiğini düşündüm ve buradayım.”
“Kimmişim ben?”
Omzunu umursamazca silkti. “Kaçak.”
Bir bakıma doğruydu.
“Kaç yaşındasın sen?” diye sordum, bu sefer de.
“On sekiz,” dedi suratıma sırıtarak bakarken. Ardından bakışlarını indirip, yola çevirdi. “Ama sen beni boş ver. Vurulmuşa benziyorsun."
"Ne?"
Elini direksiyondan çekip kolumu işaret etti. "Kolun kanıyor işte. Baksana.”
Kaşlarım çatıldı. Elimdeki silahı indirmeden söylediğiyle sol koluma dikkat kesildim. Montumun koyu renginde renk değişimi vardı. Vurulmuştum. Algıladığım gerçekle yüzüm kasıldı.
Yutkundum. “Seni annen mi gönderdi?” diye sordum, sertçe. Tülin bugün buraya geleceğimi bilmiyordu ama onun söylemesi ile kararımı vermiştim. Yoksa bana tuzak mı kurmuştu?
Hemen cevapladı. “Ne? Hayır. Annemin burada olduğumdan haberi yok. Mümkünse sende söyleme.”
“O zaman senin burada ne işin var? Yardımıma nasıl koşabiliyorsun?”
“Aslında uzun hikaye…” deyip, durakladı. Gözlerini sertçe bakan gözlerime çevirdi. Silahı hala indirmemiştim. Sonrada devam etti. “Tamam, pekala anlatacağım. Seni görebilmek umuduyla akşamları mahallene geliyordum ama sen bir türlü gelemedin. Bu akşam ise şansım varmış ki en sonunda gelebildin. Ve işte ikimiz de buradayız.”
“Doğru mu anlamışım?” dedim, canımın yanmasını es geçmeye çalışarak. Acıya odaklanırsam doğru dürüst düşünemezdim. “Sen şimdi diyorsun ki beni görebilmek için akşamları mahalleme geliyordun. O yüzden oradaydın.”
“Aynen öyle.”
“Ben buna inanır mıyım?” diye sordum sertçe. Caddeye çıkmak üzereydik. “Durdur arabayı! Hemen!”
“İster inan ister inanma ama bu benim bir müddet rutinim. Ve dikkat çekerim ki bunun sayesinde hayatını kurtardım.” Hafifçe yüzünü çevirip samimi bakışlarıyla baktı. “Tek derdim kaçak kızı görmekti. Kötü bir niyetim yok benim.”
Doğru söylüyor gibiydi.
Bakışlarım ileriye gittiğinde caddeye çıkmış olduğumuzu gördüm. “Durdur arabayı, hadi.”
Daha fazlasını sormam gerekiyordu, anlamadığım çok şey vardı ama kolumdaki sancı yükselirken burada kalamazdım. Koluma ne olduğunu bilmiyordum ve biraz daha bu arabada kalırsam hiç iyi olmayacaktı. Berk, arabayı söylediğim gibi otobüs durağına yakın yer de durdurdu. O zaman silahı indirdim.
Çıkmak için hareketlenirken, “Anneme bugünden sakın bahsetme. Ben ciddiyim, haberi yok burada olduğumdan,” dedi ve duraklamama neden oldu. Tülin’in oğlu yüzüme korkuyla bakıyordu. Anlaşılan annesine söyleme ihtimalim korkutmuştu.
Hiçbir şey demedim. Arabasından çıkıp, kaldırıma ilerledim.
Ne diyebilirdim ki? Tülin'in annesi olduğunu iddia eden bu çocuk beni kurşunların içinden çıkarmıştı ama söyledikleri mantığıma uymuyordu.
Sonra da gitti. Kahverengindeki arabasının gazını kökledi ve yanımdan ayrıldı. Olanlara inanamıyordum. Vurulmuştum ama elimde artık bir şey vardı. Bulacağımı bile bilmiyordum. Belki de elimde sıkı sıkı tuttuğum dosyada istedikleri olabilirdi.
Etrafıma bakındım. Bir elimde dosyayı tutuyor, bir elimde de silahı tutuyordum. Silahı hemen montumun cebine itekledim. Caddenin ortasından tramvay geçerken caddenin geliş gidiş yolundan da arabalar geçiyordu. Dükkanların çoğu hala açık, kapanmamıştı.
Acı koluma ağırlık yaptığında vurulduğumu bir kez daha hissettim. Kolumda sıcaklık hissettiğim zaman vurulmuş olmalıydım.
Alim’in arabasını park ettiğim sokağa ulaşana kadar elimdeki dosyayı sımsıkı tuttum. Arabanın içine girdiğimde ise rahat bir nefes aldım. Elimdeki dosya ile silahı yan koltuğa koydum. Ardından montumu üstümden çıkarmaya çalıştım. Yaralanan kolumun hareketiyle dişlerimi birbirine bastırıyor, akan kanın kolumdan aşağıya aktığını hissediyordum.
Gömleğimin kumaşında ufak bir delik vardı ve deliğin olduğu kısım kanımla yıkanmaya devam ediyordu. Gömleği de üstümden sıyırdım, siyah tişörtümle kaldım. Tenimi görebiliyordum. Vurulduğum yerden oluk oluk kanım süzülüyordu. Kanı durdurmam gerektiğini düşündüm.
Çıkardığım gömleğimi koluma sarıp sımsıkı bağladım. Canım yandı, gözlerim doldu ama kulübeye gidene kadar dayanmalıydım. Hastaneye gidemezdim, kendim halletmeliydim. Ömer’den yardım isteyemezdim, Alim’e söyler ve bugün eve geldiğim anlaşılırdı.
Kendi başımın çaresine bakacaktım.
Yol boyunca bir kez durdum. O da Arnavutköy ilçesine girdiğimde oldu. Nöbetçi eczane görmüş, kolum için ilk yardım malzemesi almıştım. Eczane de duran kız durumumdan şüphelenmemesi için montumu omuzlarıma alarak kolumu saklamaya çalışmıştım. Büyük bir çaba sarf etmek durumunda kalmış olsam da malzemeleri almıştım.
Kulübeye geldiğimde ise son demlerimi yaşadığımı hissediyordum. Kolum omzuma ağır geliyor, sızısı bedenimin her yerine acıyı pompalıyordu.
Zar zor kulübenin ışıklarını açıp, bir elime topladığım eşyalarla kendimi koltuğa doğru attım. Ayaklarım artık bedenimi taşıyamayacak noktaya gelmiş, titriyordu. Sarf ettiğim çabayla yüzüm ter içinde kalmıştı.
Sardığım gömleğimi kolumdan çözdüm, kumaş kanımla yapış yapış olmuştu. Gömleğimi yere attım. Üstümdeki siyah tişörtümü de çıkarıp beyaz sıfır kollumla kaldım.
Kurşun kolumu sıyırıp, geçmişti. Kanamam da durmuş gibi görünüyordu.
Ama acı çok fazlaydı.
Sağlam elimle poşetin içindekileri koltuğun üstüne döktüm. Aldığım oksijen suyunu yaraya döktüğümde derim öyle bir yandı ki, boğazımdan kopan çığlığı engelleyemedim.
Titreyen elimle yaramı sarmaya çalışırken kalp atışlarım çok hızlı atıyordu. Midem bulanıyor, bedenimden soğuk terler akıyordu. Zihnim doğranıyordu sanki.
En sonunda sargı bezini bantladığımda acıdan kafayı yemek üzereydim. Aldığım ağrı kesiciyi bile su olmadan mideme indirmiştim. Koltuğun ucundaki eşyaların hepsini yere koymuş, uzanmaya çalışmıştım. Telefonları ise arabada bırakmıştım. Bir elimle ancak silahımı, evden aldığım dosyayı ve poşeti taşıyabilmiştim.
Başımdaki şapkayı çıkarmadığımı da koltuktaki yastığa dayadığımda hissettim ama sağlam kolumu kaldıracak kadar bile bünyemde ufacık güç kalmamıştı. Bugün olanlar hakkında düşünmem gerekenlerle incelemem gereken bir dosya vardı ama şu an sadece ağrının bedenimden kovulmasını istiyordum.
Yoksa bu gece benim için hiç iyi geçmeyecekti!
*
Ne zaman uyuduğumun farkında değildim. Birkaç kez gecenin içinde uyanmış, sessizlik ruhuma baskın yapmıştı ama ağrı bedenimden sıyrılmamıştı. İki tane daha ağrı kesici daha kullanmam gerekmişti. Sonra ışıklar gözlerimi aldığı için tekrar kapatmış, uyumaya çalışmıştım.
Belki biraz daha uyursam bedenim ağrı hissetmezdi.
Belki o zaman ıstırabım sonlanırdı.
Belki o zaman acıdan oluşan kesikler ruhumu rahat bırakırdı.
Gözlerim aralandığında güneş doğmuş, kulübenin pencerelerinden içeriye sızıyor dalga sesleri kulağımda dolanıyordu. Gece kulübenin ışığını kapatmadığım için hala yanmaya devam ediyordu.
Zihnim kendine yavaşça geldi. Yerimde doğrulmaya çalışırken bedenimin üstünden tır geçmiş gibiydi ama gece hissettiğim ağrı bir nebzede olsa hafiflemiş, kolumu kütük gibiydi. Ayağa kalktığımda kısa bir süreliğine başım döndü. Kolumu sağlam elimle tutmaya çalışıp sarsak adımlarla banyoya yönelmeye çalıştım. Destek vermesem kolum omzumdan sıyrılacakmış gibi geliyordu. İşimi halledip tek elimle yüzümü soğuk suyla buluşturdum. Yüzüm bembeyaz görünüyordu ve midem açlıktan buruşmuş, bünyem halsizliğini koruyordu.
İki gündür bir şey yememiştim ama bir şeyler yiyebilmem için ilk önce benim dışarıya çıkıp arabadaki telefonları almam lazımdı. Çünkü dünden beri Ömer ile iletişime geçmemiş, Alim’in durumu hakkında bilgi almamıştım.
Banyodan koridora çıktığımda kalbim anında korkuyla atmaya başladı. Bir ses duyduğumu sandım. Durakladım, anlamaya çalıştım. Belki de bana öyle gelmişti. Fakat bu sefer de kulübenin merdivenlerinden adım sesleri gelmeye başladı. O an aklıma ilk gelen burayı bulmuş olabilecekleriydi.
Bulmuş olabilirler miydi? Kahretsin, bilmiyordum. Paniklemeye başlıyordum. Dünden sonra her şey olabilirdi.
Silahımı nereye koyduğumu hatırlamaya çalıştım, nefes almayı bile bıraktım.
Salonda yerdeydi!
Düşüncelerim zihnime savaş açtığı esnada sesini duyduğumu sandım. İlk kulaklarımın yanlış duyduğunu düşündüm. Zihnimin oynadığı oyunlardan biri olabilirdi ama kulaklarım tekrar ismimi söylediğine dair sesini işittiğimde geldiğini anladım.
Kapıya vuruyor, bana sesleniyordu.
Kalbim bu sefer korkudan değil, heyecandan yerinde atmaya başlamıştı.
Adımlarım solana girdiğinde o ufak alan gözümde büyüdü de büyüdü. Attığım adımlar bitmedi ve aşındırdığım adımlarım yıpranan ruhuma baskı yaparken kapı gürültüyle aniden açıldı.
Ve Alim içeriye girdi.
Yüzünü gördüğüm an zaman yavaşladı. Saniyeler birer birer etrafıma dağıldı. Nefes alışlarımın sessizliği zihnime ilerledi, sadece yavaşça akan zamanın içinde gümbürdeyen kalbim atış seslerini ruhuma ulaştırdı.
Çıkmıştı. Bırakmışlardı. Gelmişti. Bana gelmişti!
Mavilikleri gözlerime dokunurken nefes nefeseydi. “Maral.”
Bir kez daha duyduğum özlediğim sesi, ruhumun parçalarını bir daha toparladı, gözlerim doldu. Endişeli yüz ifadesi yüzümü taradı. Ardından bakışlarını indirip sargılı koluma ulaştı. Hareleri dalgalanırken yüzüme tekrar baktı. Ben ise donup kalmıştım. Adım atmak istiyor, atamıyordum. Kollarına sığınmak istiyor, hareket edemiyordum. Ama Alim hareket etti. Yanıma büyük adımlarla geldi, yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimden akanlar parmaklarında iz bırakmaya başladı.
“Ne yaptın kendine?” diye sordu, zorlanarak.
Kolumdan bahsediyordu ama hissettiğim hiçbir ağrı şu an önemli değildi.
“Gittin,” dedim çatallaşan sesimle, söylediğine aldırmamayı seçiyordum. “Geleceğini söylemiştin. Seni bekledim. Gelecektin. Gelmeni bekledim, Alim. Neden gelmedin?”
Yutkundu, kabahatini bilircesine. Bakışlarında hüzünlü bir ifade dolandı. “Maral,” dedi açıklamak ister gibi, ilk. Bana o gün söylemesi gerektiğini biliyordu ama açıklamasına gerek yoktu, gelmişti ya hiçbir şey söylemesine gerek yoktu.
“Geleceğini biliyordum,” dedim sağlam kolumu kaldırırken. Parmaklarım yorgun yüz hatlarında gezindi. Gerçekten yanımda olduğunu hissetmeye çalışıyordum. “Bana geri geleceğini hissediyordum.”
Yüzünü eğdi. “Sana hep gelirim,” dedi, nefes alışları yüzüme çarparken. “Nerede olursan ol sana hep gelirim.”
“Zihnim benimle oyun oynamıyor değil mi?” diye mırıldanırken yaşlı gözlerim denizlerine yağmurunu bırakıyordu. “Eğer bu an bir rüyaysa uyanmak istemiyorum. Seninle kalmalıyım.”
Korkum hala benimleydi. Alim’in burada, benimle olduğuna inanamıyordum. Tedirginliğimi üstümden atamıyordum. Ya hala uyuyorsam? Ya bana geldiğini rüyamda görüyorsam? Ya zihnim benimle oynuyorsa? Maruz kalmadığım bir durum değildi.
Mavi gözleri dalgalandı. Tokamdan firar eden saçlarımı yüzümden çekti. “Hisset beni,” dedi, korkumu yok etmek istercesine. Konuşurken burnunun ucu burnuna değiyor, gözlerimi kapatma isteğimi körüklüyordu. İki gün öncenin izlerinde parmaklarım gezinirken gözleri hareketlerimi izledi. “Gerçeğim. Buradayım. Gördüğün bir rüya değilim. Sana geldim.”
Bana gelmişti! Rüya değildi. Gerçekten buradaydı.
“Gerçekmişsin.” Yaşlı gözlerle gülümsedim ama yokluğunu hatırlar hatırlamaz tebessümüm dudaklarımda soldu. Boğazımdan hoşnutsuz bir ses mırıltı yükseldi. Tek kolumla boynuna doğru sarılırken ellerini yüzümden çekmek zorunda kaldı. “Sarıl bana,” dedim yüzümü omzuna gömerken. Sesim kabanında kaybolurken, ensesindeki parmaklarım saçlarını hissediyordu. “Ben sana tam sarılamıyorum. Sen sarıl bana.”
Kollarını belime dolandı. O an da zihnimin halatları koptu, kalbimin ağrısı hafifledi. Yaşlarım yanaklarımda akmaya devam etti. Kabus sonlanmıştı.
Her şeyin geride kaldığı gibi onsuz geçen günlerim de geride kalacaktı.
Kısa sürede olsa bu halde kaldık ama o kısa an, “Güzelim,” diyen sesiyle bozuldu. Geriye doğru çıktığında ona baktım. İfadesinden endişe kırıntıları dolanıyordu. “Artık oturman lazım,” dedi yanaklarımdaki izleri yavaşça siliyorken.
Dokunuşuyla gözlerim kapandı. “İyiyim ben, bir şeyim yok.”
Ama beni dinlemedi. Beni kendinden ayırıp koltuğa yönlendirdiğinde gözlerim açıldı. Geldiğini zihnime kazımak istercesine gözlerim yüzünden çekilmedi.
“Koluna ne olduğunu sonra soracağım,” dedi belimdeki elini çekip, koltuğa oturduğumda. Acemice sardığım koluma baktı, kaşları çatıldı. Sıkıntıyla soludu. “Şimdi koluna bakacak birine ihtiyacımız var.”
“İyiyim ben,” dedim tekrardan ama Alim kabanının cebinden telefonunu çıkarıyordu. Kırdığı kapıyı kapatabildiği kadar kapattı. Telefonu kulağına götürdüğünde ayakkabılarını çıkarıp yerine koyuyordu. “Kimi arıyorsun?”
Tam bana cevap verecekti ki telefonun ucundaki açmış olmalıydı. “Ömer, Maral’ın vurulduğu doğruymuş. Kulübeye Zeyneb’i getirmeni istiyorum,” dedi direk konuya girerken. “Hızlı olmaya bakın.”
Gözlerim irice açıldı. Vurulduğumu duymuş muydu? Nasıl?
Ömer ne dediyse, “Sonra konuşuruz,” dedi ve telefonunu kapadı. Ardından da bana döndü.
“Ağrın var mı?” diye sordu.
Başımı olumsuzca salladım ama yalandı. Gece yaşadığım ağrı kadar olmasa da ağrım vardı.
Masadan sandalye çekti, tam önüme koyup oturdu.
“Kan kaybetmiş olmalısın,” dedi yere çıkardığım kıyafetlerime bakıp, ardından gözlerini yüzüme değdirirken. “Bakmaya doyamadığım yüzün, kireç gibi…”
“Bir şeyim yok.”
“Şunu bir daha tekrarlama,” dedi yargılayan bakışlarla. “Güçlü görünme. Bunu benim yanımda yapma.”
Gözlerimi kaçırdım.
“Gözlerini de kaçırma. Bak bana.” Gözlerine tekrardan baktım. “Nasıl dayandın?”
Hissettiğim acıdan bahsediyordu.
“Sensizlik kadar zor olmadı.”
Gözleri hüzünle dalgalandı. “Buraya gelirken seni bulamamaktan korkarak geldiğimi biliyor musun?” diye sordu. Gözlerimin içine bakıyordu ama benim aklımda, vurulduğumu biliyorsa gittiğim yeri de biliyor olma ihtimalinde dolanıp duruyordu. Alim’in ne kadarını bildiğini tahmin etmeye çalışıyor, boş boş yüzüne bakıyordum.
“Sen beni dinliyor musun?”
“Dinliyorum.”
“Bana vurulduğun söylendi. Seni vurduklarını, ellerinde olduğun söylendi, Maral. Arabayı dışarıda gördüğümde rahatlayamadım bile. Geç kalmış olabilirdim. Sana geç kalmış olabilirdim. Anlıyor musun beni?”
“Kim söyledi sana bunu?”
“Fark etmez,” dedi, ilk sorumu kestirip atarken. Koluma baktı, gözleri öfkeyle kıpırdandı. “Fabrikadaki heriflerden biri polismiş,” dedi ardından da aniden. “Evine girmeye çalışan kişiyle, seni hırpalayan aynı ki kişiymiş. Bir polismiş. Orada olduğumdan haberi vardı. O söyledi. Bir de geldi, seni nasıl hırpalarken nasıl zevk aldığını anlattı!”
Kimden bahsettiğini bildiğimi biliyordum. Tüm bunları anlatmış, Alim ile iletişime geçmişti. Vurulduğum haberi kendisine gitmiş ama ellerinden kurtulduğumu es geçmişti. Çünkü bunu sırf eğlence olsun diye atlatmış, Alim’le bilerek oynamıştı.
“Sen tanımıyorsun değil mi?”
“Tanımıyorum,” dedi kelimeyi bastırarak.
“Ömer tanıyor mu peki?” diye sordum.
“Soracağım, bilmiyorum.” Mavi gözbebekleri alev alevdi. Elini yüzüme doğru uzattı, alnımdaki şişliğin üstüne düşen saçlarımı hafifçe çekti. “Şunu biliyorum. O herifi boğacağım. Bunu ona ödeteceğim. Artık kimliğini biliyorum.”
“Kimmiş? Adı ne?”
“Sezgin.” Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Bildiğimi söyleyip söylememe konusunda kararsız kaldım. Bildiğimi söylersem dün akşam merkeze geldiğimi de söylemek zorunda kalırdım.
Kararsızlıkla savaşırken Alim fevri bir halde ayağa kalktı, arkasındaki sandalye geriye düşerek ses çıkardı. “Sana zarar vermelerini engelleyemediğim için kendimi de asla affetmeyeceğim. Seni korumam gerekirdi.”
“Sakin olur musun? Hastanede söylediğin gibi. İyiyiz, bir şeyimiz yok. İyi de olacağız.” Kendisini suçlamasını istemiyordum ama gözlerimin içine hissettiği çaresizlikle bakarken suçladığını görebiliyordum.
“Sakin olamam!” dedi, kolumu işaret ederken. “Yaralı koluna bakıyorum, Maral. Nasıl sakin olabilirim?”
“Benim bir şeyim yok. Sıyırdı geçti, sadece.”
“Neden Ömer’den yardım istemedin?” diye sordu, haklı olarak.
“Öğrenmeni istemedim,” diye itiraf ettim. “İçeride çaresiz hissetmeni istemedim.”
“Ama öğrendim,” dedi net bir dille. Öğrenmesi beklemediğim bir durumdu. “O herif vurulduğunu sırf içeriden çıkamayacağımı bildiği için söyledi. Ama buradayım ve yardım almadığın için kafayı yiyecekmişim gibi hissediyorum. Böyle daha iyi mi?”
“Özür dilerim ama iyiyim. Bir şeyim yok. Kaç kere tekrarlayacağım,” dedim ayağa kalkmaya çalışırken. “Sadece sakinleşmeni istiyorum.”
Kalktığımı görünce kaşları sertçe çatıldı, yanıma geldi. “Niye ayaktasın? Niye beni hiç dinlemiyorsun?” Sağ kolumu tutarak tekrar oturmamı sağladı. “Halsiz görünüyorsun, ayağa bir daha kalkma.”
“Sen de yorgun görünüyorsun. Sen niye ayaktasın?”
“Kafayı yememe şu kadar kaldı,” dedi elini kaldırıp iki parmağındaki ufak aralığı gösterirken. “Şu kadar.”
“Nasıl çıktın?” diye sordum, birden. Sormam gereken asıl soru buydu. Nasıl çıkmıştı? Nasıl aklanabilmişti?
Durakladı, iteklediği sandalyeyi kaldırıp üstündeki kabanını sertçe çıkarttı. Sandalyenin üstüne koydu. “İtiraf yüzünden,” dedi ciddi bir sesle. “Doktoru öldüren her kimse itirafçı olmuş. Yoksa çıkamazdım.”
“Kim olduğunu ya da nedenini biliyor musun?”
“Bilmiyorum. Bir önemi de yok.”
Tülin’ın bir parmağının olup olmadığını merak etmeden duramıyordum. Sonuçta durduk yere infaz ettikleri kişiyi itiraf edecek insanlar gibi durmuyordu. Tülin, bana ulaşmaya çalışmış olsa bile telefon arabada kalmıştı. Önemli de değildi. Önemli olan Alim’in bana geri dönmüş olmasıydı.
“Bana anlatacak mısın?” diye sordu aniden. Tam olarak hangisinden bahsettiğini anlayamadım. Ona anlatmadığım o kadar çok şey vardı ki kafam karışmıştı. “Bu hala gelmenin sebebi ne, Maral? Nasıl oldu bu?”
Kolumu soruyordu.
“Anlatacağım ama şu an sadece yanıma gelmeni istiyorum,” dedim sağ elimi Alim’e doğru uzatırken. “Oturmayacak mısın? Yanıma gel, artık. İki gün senden ayrı kaldım, artık kalamam.”
İfadesinde çatlamalar oldu. Omuzları çöktü ve yanıma geldi. Sağlam tarafımdaki boşluğa oturdu. Eline uzanıp parmaklarımı parmaklarına doğru kilitlerken eli elime karşılık verdi. Alyansım parmağının tenine temas ediyordu. Ellerimiz sanki birer yapboz parçalarıydı ve birleşince yapboz tamamlanmıştı. “Seni özledim. Sen beni özledin mi?”
Bakışlarını yüzüme kaldırdı. Gözleri gülümseyen yüzümün hatlarında dolaştı. “Ben de akıl bırakmayacaksın,” diye yakındı.
Israrım yüzüme yansımıştı. “Özledin değil mi?”
Gözlerine hüzün bulutları yerleşti. “Daha önce hiç böyle bir işkenceye maruz kalmamıştım,” diye cevap verdi, kalbimin en ucra köşeleri sızladı. “Her an aklımdaydın.”
“Sevindim. Aynı ki duyguları yaşamışız.”
Mavilikleri kahvelerimde tedirginlikle kıpırdadı. “Sana karşı savunmasızlığımı ne yapacağım ben böyle?”
“Bana karşı savunmasız mısın?”
“Hem de nasıl… Sensiz bir hayat düşünemiyorum artık.”
Duyduğum hoşuma giderken gözlerim dolmaya başladı. Kendimi hiç bu kadar suçlu hissetmemiştim. Kaosun içine düşen hayatım hayatını yanına çekiyordu. Tehlikeliydi. Yanımda olmak tehlikeliydi. Her zaman biliyordum ama ben, “Bir daha ayrılmayalım olur mu?” diye karşılık verdim, bencilce.
Elini kaldırıp yanağımı kırılacakmışım gibi okşadı. Yüzü yüzümün hizasındaydı. “Söz veriyorum. Yaşadığım süre boyunca,” dedi gözleri gözlerime ilmek ilmek işlerken. “Ayrılsak bile sana her zaman geri geleceğim. Sana döneceğim.”
Sözleri göğüs kafesimin her kemiğine işliyor, kelimelerin izi ruhumun her zerresini mühürlüyordu. Alnıma ufak bir buse kondurduğunda gözlerim kendiliğinden kapandı ve kalbimin kemiklerime çarparak çatlattığını hissettim.
Ruhlarımızın düğümü daha da sıklaşmıştı.
Yavaşça geri çekildiğinde saçlarıma dokunuyordu. Firar eden saç tellerimi kulağımın arkasına narince iliştirdi. Omzuma dökülen saçımı çekerken parmağı enseme değdi. Gevşek duran tokamı saçlarımdan sıyırırken saçlarım sırtıma doğru dökülmüştü.
Anlamayarak yüzüne bakarken yüzümden afalladığımı anlamış olmalıydı ki açıkladı. “Saçlarını toplamak isteyene kadar bu ben de kalsın.”
Açıklamasına gülümsedim. Gülümsememe karşılık verdi. Utandığımı hissederken gözlerimi kaçırdım ve başımı omzuna yasladım. Saçlarım omzuna değdi, bir kısmı da sol yanağımı kapladı. Yaralı kolumu öne doğru getirirken canım yandı, irkilmiştim. Alim’in hissetmemiş olmasını umdum.
Anılar belleğime işlerken de çerçevemiz çatlamadı.
Ama aklımın bir köşesinde anlatmadıklarım vardı.
Eve gittiğimi, evde bulduğumu, Berk’i, Tülin ile onun için buluştuğumu, hepsini Alim’e söyleyecektim. Tepkilerini kabul edecek, çırpınışlarımı görmesini umacaktım. Ama şimdi anlatmak istemiyordum. Bulunduğumuz bu anların gelmemesinden o kadar çok korkmuştum ki bozmak istemiyordum.
Ömer ve çağırdığı her kimse onlar gelene kadar da bir daha konuşmadık. İki gündür zihnimi perişan eden sessizlik, bu sefer yanımda yer aldı. Çünkü sessizlik bile Alim ile anlamlıydı. Arada sessizliğimizi durumumu sorarak bozdu, her sorduğunda canımın yanmadığını söylemiştim.
Yarım saat gibi bir sürenin sonunda Alim’in telefonu çalarak Ömer geldiklerini bildirdi. Hiç istemesem de yanımdan kalkıp, kulübenin dışarısına çıkışını izlemek zorunda kaldım.
Kulübenin merdivenlerini çıkan adım sesleri duyuluyordu. Tam olarak duyamadığım konuşma sesleri de vardı. Yerimde tedirgince kıpırdandım. Aslında kolumun dünden daha iyi olduğunu düşünüyordum. Gelen kimse boşa gelmiş olacaktı.
Aralık kapı aralandı, uzun boylu sarışın bir kadın ayakkabılarını dışarıya çıkararak içeriye girdi. Arkasından da Alim gelerek kapıyı arkasından kapadı. Kadın otuzlarında, olgun birine benziyordu. Elinde laptop çantasını andıran bir çantayı tutuyordu.
Koltukta oturduğumu görünce yavaşça tebessüm etti.
“Zeynep,” dedi Alim bana kadını tanıtırken. “Ömer’in kuzeni.”
İsmini daha önce duymuştum. Demek hastaneye giderken arabada konuştukları kadın, bu kadındı.
“Doktorum,” dedi Zeynep, Alim’in konuşmasını tamamlarken. Sargılı kolumun olduğu tarafa oturdu. “Bana vurulduğun söylendi. Ne zamandır bu haldesin?”
Cevabımla Alim homurdandı.
“Dün geceden beri,” derken Zeynep Alim’e sandalyeyi getirmesini işaret etti. Alim kadının dediğini yaparak sandalyeyi yanına getirdi ve elindeki çantayı üstüne koyup, fermuarını açtı. İçinde resmen hastane ameliyatında kullanılan eşyalar saklıydı. Zeynep kolumdaki sargıyı çözerken Alim yere doğru eğildi, hareketiyle odaklanmam kaydı ama o yerde duran silahımı alıyordu. Ardından da masaya ilerledi, bıraktı. Şeffaf dosya aklıma geldi, yere baktığımda ilk göremedim ama görememiş olmamın sebebi kıyafetlerimin altında olmasındandı.
“Halledebilecek misin?” diye sordu Alim, Zeynep eline eldiven giyerken. Sandalyenin arkasından kolumdaki yaraya bakıyordu.
“Kurşun sıyırmış, geçmiş. Ayrıca kanamasını da durdurmuş görünüyor. Fakat dikiş gerekir.”
Gözlerim irice açıldı. “Beni canlı canlı dikmeyeceksiniz değil mi?”
Doktor saf soruma gülümsedi. “Merak etme, lokal anestezi uygulayacağım. Bir şey hissetmeyeceksin.” Zeyneb’in sesi güven verir çıkmıştı. “Ama gece boyu açık kaldığı için enfeksiyon kapma ihtimalin yüksek. Onun için de antibiyotik vereceğim.”
Tam enfeksiyon durumunda ne olduğunu soracakken Alim benden önce davranarak konuştu. “Kaparsa ne olur?” diye sordu.
“Ağrısı şiddetlenebilir. Ateşi yükselebilir.”
Dudaklarımı birbirine bastırarak sessiz kaldım.
Zeynep işleme başlarken ilk koluma iğne yaptı, kısa süre sonrada hissettiğim ağrıdan da eser kalmadı. Yarayı temizledi ve kumaş diker gibi derimi birbirine bağlamaya başlamıştı. O sıra da görüntüyle midemin bulandığını hissederek gözlerimi kaçırdım. Tüm süre boyunca dikkatimi parmağımdaki alyansla oynamaya verdim. İşlemini bitirmesinin ardından kolumu temiz sargı beziyle sardı, bantlarını yapıştırdı.
“Günde bir kez pansuman yapsanız yeter,” dedi Zeynep. Elindeki eldivenleri çıkarıyordu. Çantadan bir tablet çıkarıp sandalyenin üstüne koydu. “Banyo yaparken su değdirmemeye dikkat edersin. Ağrın olursa da ağrı kesici al, mutlaka. Ve bolca dinlen.” Çantasının fermuarını çekiştirip, ayağa kalktı. Krem rengindeki kaşe kabanını düzeltti. “Geçmiş olsun.”
Yardımları için Zeynep'e teşekkür ettim. Alim Ömer’in yanına kadar geçirmeye gittiğinde kulübede tek kaldım. Sargılı koluma bakınırken yere doğru uzandım. Montumla başlayan kıyafet yığınını elime alırken evden aldığım dosya kumaşların içinde gıcırdadı. Eşyalarımı odaya götürüp çekmecenin üstüne bıraktım.
İçinde ne varsa bakmak istiyordum, nedense bakmaktan korkuyordum ve tabii bulduğumu Alim’e anlatmam vardı.
Çıplak kollarımdan bir titreme geçtiğinde bavuluma doğru çömeldim. Tek elimle kapağını açarken niyetim hırkamı bavulumdan almaktı. Tek elle kıyafetlerimi kurcalayıp lacivert hırkamın kumaşını kumaşların arasından çektim, kapağı kapattım.
Ayaklanıp kolumdan geçirmeye çalışırken Alim, “Bekle,” dedi ve duraklamama neden oldu.
Yanıma geldi. Bir kolunu giydiğim hırkanın diğer kolunu giymemde yardımcı oldu. “Üşüdün mü?” diye sordu, fermuarını ayarlayıp, yavaşça yukarıya doğru çekerken.
“Sanırım. Gittiler mi?”
Ellerini fermuarımdan çekti. Saçlarımdan aldığı tokamı bileğine takmıştı. “Gittiler. Nasıl hissediyorsun?”
“Ben iyiyim. Hiç bu kadar iyi olmamıştım,” dedim gülümserken. “Bu arada saat kaç?”
“Akşam olmak üzere.”
Şaşırdım. “Ciddi misin?”
Anlamayarak baktı. “Ne oldu? Niye şaşırdın?”
“Sadece uyandığımda sabah yeni oldu sanmıştım ama galiba baya uyumuşum. Ondan şaşırdım. İlk gün sensiz uyuyamamıştım.”
“Öyle mi?” diye sordu, gülmek ile gülmemek arasında ince çizgide dolanıyordu. “Demek ki telafi etmemiz gereken bir gün varmış.”
“Bence bir günden fazla… Yine de telafi eder miyiz?”
“Ederiz,” dedi kalbimi eriten bakışlarıyla. “Onu da telafi ederiz.”
Cevabıyla denizleri limanıma vurdu, dalgaları ruhumu kucakladı. İki gün öncesindeki Alim ile şimdi karşımda duran Alim arasında bir farklılık vardı. Önceden bu kadar net bir dil kullanmazken, şimdi kullanıyordu ama hoşuma gidiyordu.
Ben onu incelerken boğazını hafifçe temizledi. “Doktorun dinlenmen gerektiğini söyledi,” dedi, sağlam koluma dokunup yatağa doğru yönlendirirken.
Direndim.
“Salonda dinleneyim o zaman. Olmaz mı?”
Beni salona götürdü, bu sefer. Koltuğa oturmamı sağlayana kadar yanımdan ayrılmadı. Sandalye yerine gitmiş, etraf toplanmıştı. Bacaklarımı toplarken Alim sobaya ilerledi. Sobayı yakarken onu izledim. Ona anlatmamı bekliyordu, farkındaydım ama yaralı olduğum için üstüme gelmekten vazgeçmişti. Konuşana kadar da konuşmamı istemezdi. O böyle bir adamdı. Sadece iyiliğimi istiyordu.
Titrek bir nefes aldım. “Senin için Tülin’den yardım istedim.” Sesimle bana bakmadı ama sobayı karıştıran metalin sesi durmuştu. Beni dinlediğini biliyordum. “Benim ifademi istemediğin için başka ne yapacağımı bilemedim. Tülin en iyi seçenek gibi geldi. Tam bilmiyorum ama senin çıkman için yardım etmiş olabilir.”
Elindekini demiri kovanın içine koydu. “O zaman mı yaralandın?”
Sesi ifadesizdi.
“Hayır. Eve gittim. Orada oldu.”
İtirafım aramızda ilişti.
O zaman yüzüme baktı. “Ne dedin?”
“Bana öfkelenebilirsin. Kızabilirsin ama gitmem gerektiği gerçeğini değiştiremezsin. Evet, eve gittim ve bir şey buldum.”
“Ne bulduğunla ilgilenmiyorum,” dedi sertçe. Kaşları çatılmış, mavilikleri katılaşmıştı. “Seni iki gün yalnız bıraktım sadece. İki gün Maral. Ve sen soluğu evinde mi aldın?”
“Dinle beni. Dahası var.”
Dinlemedi. “Bunu nasıl yaparsın? Tek başına kendini nasıl tehlikeye atarsın? Ya bu kadar ucuz atlamadan seni götürmüş olsalardı, o zaman ne olacaktı? Sana söyleyeyim, bildiğini düşündüklerini bilmediğini anladıkları an seni öldüreceklerdi. Seni arayanların şakasının olmadığını ne zaman anlayacaksın?”
“Kızmakta haklısın ama ben tüm bu riskleri göze alarak gittim. Bir şey buldum, Alim. Daha bakmadım ama elimizdeki koz olabilir. Babamın sakladıkları örgütün tüm bilgileriymiş. Tülin bulursam onlara karşı bir şansımız olabileceğini söyledi.”
“O kadının söylemiyle kendini tehlikeye attın öyle mi?” Öfkesinde azalma olmamıştı. Ne konuşursam konuşayım, dediklerim onun için bir anlam ifade etmiyordu.
“Kadın haklı, Alim. Bulursam…”
Sözümü aniden kesti, cümlelerimi yutmama neden oldu. “Nerede,” diye sordu. Anlamayarak yüzüne baktım. Bulduğum belgelerden bahsettiğini sandım. “Sana ulaştığı telefon nerede?”
“Arabada.”
Önümden geçti, hışımla kaldığım odaya girdi. Ne yaptığını anlayamadım. Öfkesinin şokundan beynim sızlıyordu. Odadan çıktı, bana bakmadan kapıya yöneldi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum ama beni dinlemeden ayakkabılarını giydi ve dışarıya çıktı. O zaman elinde öfkeyle sıktığı araba anahtarları fark ettim.
Kolumun uyuşması yavaştan yavaşa bedenimden sıyrılıyordu ama ayağa kalktım. Tam olarak ne yaptığını anlayamasam da ayakkabılarımı giydiğim gibi arkasından gittim.
Eğer Tülin’i aramaya gidiyorsa engelleyip engellememem gerektiğini bilmiyordum. Ne söyleyecekti? Tülin’den hoşlanmıyordu, hoşlanmamakta da haklıydı ama bize yardım ediyordu. Fabrikada ikimizi kurtarmıştı.
Merdivenlerden kumsala inerken Alim kayalıklara varmıştı. “Alim,”diye bağırdım arkasından. “Ne yapıyorsun?”
Omzunun arkasından baktı. “Eve gir,” dedi kulübeyi işaret ederek.
Onu dinlemedim. Arkasından ilerledim. Rüzgar saçlarımı uçuşturuyor, adımlarım kumlara çıka basa yürüyordum. O sırada Alim’ de arabasının kilitlerini açıyor, bedenini içeriye sokuyordu. Ardından istediğini almış gibi arabadan çıktı, arabanın kapısını kapadı.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırdım kayalıklara çıkmadan. Sonra da kulaklarıma kırılma sesi geldi. Kayalıkları tırmandım, yola çıktım. Asfaltta parçalar vardı. Babamın telefonundan kalan parçalar zemine saçılmıştı.
Alim babamın telefonunu kırmıştı.
Anlattıklarım karşısında Alim’in haklı olarak öfkelenmesini, bana bağırmasını bekliyordum ama bu şeyi beklemiyordum. Bu kadarını hiç düşünmemiştim.
Gözlerim parçalarda ilerlerken donup, kalmıştım. Gözlerim iri iri açılırken midem bulanıyordu. Alim, Tülin ile bağlantımı sonlandırmıştı. Bu önemli değildi. Tülin önemli değildi. Önemli olan babamdan kalan en ufacık detaydı.
Ve Alim o ufacık detayı elimden almıştı.
“Ne yaptın?” diye sordum, şok olmuş bir sesle.
“Yapmam gerekeni yaptım. Seninle tüm bağlantısını sonlandırdım. O kadın yüzünden kendini tehlikeye atmanı engellemek için yapmam gereken buydu.”
Sertçe yüzüne baktım. “O benim babamın telefonuydu.”
“Senin babanın telefonu bu,” dedi arabadan aldığı diğer akıllı telefonu yüzüme sallarken. “O değil.”
Başımı olumsuzca salladım. Midem alt üst olmuştu. Gerisin geri kulübeye yürümeye başladım. Kulübeye girdim, arkamdan Alim’de girdi. Mide bulantım, şiddetlenmişti. Kusacağımı sanmıyordum ama midem kaynıyordu. “Bunu yapmana gerek yoktu.”
“Vardı. Seni şu an aramış olsa koşa koşa gidersin. Durumuna bakmazsın bile. O kadın iki kere seni tehlikeye attı, Maral. Üçüncüsüne göz yumamam. Artık olmaz.”
Yanlış biliyordu. Hele de yaşadıklarımızdan sonra o iki gün boyunca hatamı düşünüp dururken çok yanlış biliyordu.
Alim’e doğru döndüğümde gözlerim ansızın kararır gibi oldu. “Gitmezdim. Eğer arama emrinin olduğunu bana söylemiş olsaydın, o gün de gitmezdim. Seni benden koparmalarına izin vermezdim. Ama sen bana söylemedin! Eve gittim, evet Tülin’e hak vererek gittim.” Zihnim sirenlerini çaldırırken, devam etmeye zorladım kendimi. “Saklananları bulmadan normal bir hayatım hiçbir zaman olmayacağını biliyorum. Benimle olduğun için senin de olmayacak. Bunu da biliyorum. İşte bu yüzden gittim. Bir kere denemek istedim.”
Konuşmaya devam ederken gözlerim sislenmeye devam etmişti. “Ve bir şey buldum. Bunun hiç önemi yok mu?”
“Ne bulduğun, ne öğrendiğin umurumda değil! Kendini tehlikeye atarak ne bulursan bul, umurumda da olmayacak!”
Gözlerimi açıp, kapadım. Durakladım. Halbuki söylemem gerekenler vardı. Neler oluyordu? Elim yüzüme değdirmek istedim, yapamadım.
“Sadece...” Konuşmak istiyordum, sözcükleri yutuyordum. Sislerin içinden Alim’in dalgalanarak bana doğru adımladığı görüyordum. Uzakta mıydı? Yakında mıydı? Neden gelemiyordu? Elim boşluğa uzandı. Ya da uzandığını düşündüm.
Sonrası yoktu.
Zihnim sislerin içinde kayıplardaydı.
Bedenim boşluğu karşılamıştı.
***
Diğer bölümde görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |