
OY VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM.
-32-
“Maral?”
Yerde yatıyordum. Aslında tam olarak yer de değildim. Başım Alim’in koluna yaslanmış, sırtım dizlerindeydi. Eli yüzüme dokunuyorken endişeli bakışları aralanan gözlerime bakıp bana sesleniyordu.
Ne olmuştu?
En son konuşuyorduk. Tartışıyorduk. Hiç istemesem de tartışıyorduk. Alim babamın telefonunu kırmıştı. Tülin ile bağlantım artık yoktu. Ben de kendimi anlatmaya çalışıyordum. Anlatıyordum da… Ama sonra midem bulanmaya, başım dönmeye, gözlerim kararmaya başlamıştı. Sonrası da yoktu.
“Ne oldu?” Sesim mırıltı şeklinde çıktı.
“Bayıldın,” dedi Alim, korkuyla yüzüme bakarken. “Yığılıp kaldın. Benim yüzümden.”
Onun yüzünden değildi. Yaşamım boyunca daha önce bilincimi kaybettiğimi hatırlamıyordum ama onun yüzünden değildi. O sırada midem kasıldı. İki gündür, hiçbir şey yememiştim. Bir de üstüne kan kaybetmiştim. Tansiyonum düşmüş olmalıydı.
“Senin suçun değil. Sanırım açlıktan tansiyonum düştü.”
Kaşları çatıldı. “Ne demek açlıktan?”
Gittiğinden beri hiçbir şey yemediğimi söylemek yerine gözlerimi kaçırıp sessiz kaldım ve kollarından doğrulmaya çalıştım. Başım hafifçe dönmeye devam ediyordu. Alim’de farkında olmalıydı ki ayağa kalkmamda yardımcı oldu. Ona tutunarak koltuğa ilerledim. Bedenim koltuğa yaslandığında bacaklarımı koltuğa doğru uzattım, Alim’de sırtımdaki yastığı düzeltti ve konuşmadan yanımdan uzaklaştı.
Kolum sızlamaya başladığı için nereye gittiğini soramadım.
Sıkıntıyla parmaklarım saçlarımdan geçti. Başımı koltuğun başına yaslayıp gözlerimi kapadım.
Bana kızgındı, biliyordum. Kendince haklıydı. Ama bende kendimce haklıydım. Eve gitmemi hiç istememişti. Tehlikeli olabileceğini biliyordu ve dün yaşadıklarımdan sonra evin gözetlendiği artık anlaşılmıştı. Haber Sezgin’e kadar gittiyse örgütün başka üyeleri de öğrenmiş demekti. Bunu Alim’de ben de biliyordum. Bu yaralanmam istemediği hareketi yaptığım için olmuştu ve bana her baktığında bunu görecekti. Görüyordu. Öfkelenmekte haklıydı. Henüz Alim’e söylemediklerim vardı ve söylediklerimle tepkisi ortadaydı. Merkeze geldiğimi, Sezgin’i tanıdığımı ve Tülin’in oğlunun bana yardım ettiğini söylediğimde tepkisini düşünmek bile istemiyordum. Bir de incelemediğimiz belgeler vardı. Bu gidişle bakmakta istemeyecekti.
En azından yanıma geri gelmişti. Bu gerçeğe sıkı sıkı tutunabilirdim.
Çok yorgundum, her şeyden çok yorulmuştum. Aklım bedenimden daha yorgundu ve normal hayatıma geri dönebileceğim hiçbir şey elimde yoktu. Bu düşüncelerle bir ara uyuklar gibi oldum. Arada salonda yürüme sesleri işitiyor, gözlerimi aralıyamıyordum. Sesleri bir duyuyor, bir duymuyordum. Uyku ile bilinç arasında bir yerlerdeydim. Ne kadar zaman ruhum arada kaldı, bilmiyordum ama bedenim irkilerek bilincimi zihnime geri verdi.
Gözlerimi araladığımda Alim koltuğun yanına sandalye çekiyordu. Gözlerimi kırpıştırdım, sağlam elim gözlerimi ovaladı. Elinde tepsi tutuyordu. Sandalyeye oturduğunda tepsinin içindekileri daha net görebildim. Tabağın içinde çorba vardı ve içine ekmek doğramıştı.
Gülümsemeden duramadım.
“Bana mı getirdin?”
“Hepsini bitireceksin.”
Yerimde toparlanmaya çalışırken kolumun keskin acısı tenime battı, yüzüm buruştu. “Bitiririm. Teşekkür ederim.”
“Etme. Karımı korumak gibi bakmakta benim görevim,” dedi tepsiden kaşığı alıp, çorbaya daldırırken. Gözlerim yüzündeydi. Özlediğim yüz hatlarında adımlarım dolanırken burukça gülümsedim. Hiç gelmeyeceğini sanmıştım, kurtaramayacağımı sanmıştım. Onsuz kalacağım korkusunu iliklerime kadar hissetmiştim.
Ben ne zaman bu adama bu kadar derinden tutuklu kalmıştım?
“Ağzını açacak mısın yoksa küçük çocuk gibi burnunu sıkıp mı açtırmamı istersin?”
Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. “Ne?”
“Duydun beni. Aç ağzını.” Yüzüme ciddi bir şekilde bakıyordu. Bakışlarım aşağıya düştü, elinde tuttuğu kaşıyı bana doğru kaldırmıştı.
Gözlerim titreşti. “Sen mi yedireceksin?”
“Ne var bunda?”
Uzattığı kaşığa oradan da yüzüne baktım. Ciddiyetine gülsem mi ağlasam mı bilemedim.
“Tuhaf olmaz mı?” diye sordum çekinerek. Şu yaşıma kadar kimsenin elinden bu tarz bir muamele görmemiştim ama Alim tabağın içindeki çorbanın hepsini yedirmekten bahsediyordu.
Bu durum tuhaf değil de neydi?
“Bunun neresi tuhaf?” diye karşılık verdi, bana. “Tuhaf olan senin günlerdir aç kalmış olman.”
“Sanki sen yemiş gibi konuşuyorsun. İçeride iyi mi bakıldın?”
Öylesine kendisine takılmıştım ama hatırlatıkları kalbimi buruklaştıracağını hesaba katamamıştım.
Sıkıntıyla soludu. Kaşığı dudaklarıma doğru getirdi. “Burnunu sıkmama az kaldı, güzelim. Aç, hadi.”
Bu sefer gülümsedim. Çabası gülmeme neden oluyor, kendisiyle uğraşma isteğimi körüklüyordu. Ama uğraşmadım. Dediğini yaptım. Bir yandan da güzelim kelimesine takılı kalmıştım. Bana arada böyle seslendiğinin farkındaydım ama bu kadar sakinlik zamanımıza sanırım ilk defa denk geliyordu. Sesiyle birleşince kulaklarıma ne kadar da güzel gelmişti. Tuhaf hissetmemi aldırış etmeden benim için hazırladığı çorbayı mideme indirdim. Günler sonra giren yemek midemde yerini aldı, tadı hoşuma gitti. Yaptığı tavuk çorbasıydı.
“Elinin tadı da varmış,” dedim lokmamı bitirdiğimde. “Beğendim.”
Kaşığı tekrar tabağa daldırıp, bir lokma daha mideme indirmemi sağladı. “Hazır paket. Pek bir şey yapmadım.”
“Bakıyorum da çokta mütevazisin.”
Gülümser gibi oldu, gözlerimi yüzünde dolandı. “Demek öyle.”
“Öyle,” dedim gözlerim gözlerinin içine karışırken. “Ve bu sen de hoşuma giden şeylerden sadece biri. ”
Hayatıma girdiği andan itibaren ince düşüncelerine şahit olduğum anılarım çoktu. Bir yara bandı ile başlamış, devamı da gelmişti. Nerede bir ihtiyacım olsa Alim oradaydı. Şimdi de yanımdaydı, benimleydi. Ve korkularım diri diri kalbimde dikiliyordu.
“Başka ne var?” diye sordu, merakını gizlemeye çalışıyordu ama cümlem meraklanmasına neden olmuştu.
“Merak mı ettin?”
“Etmiş olabilirim,” diye itiraf etti.
Gülümsemem solmadı. “Zamanla söylerim.”
Kısa, ufak bir sessizlik oluştu.
“Pekala. Bana da beklemek düşer,” dedi ardından da ve gülümsedi. Bu öyle bir gülümsemeydi ki kalbim tir tir yerinde titredi. Bu adamın gülümsemelerine hiçbir zaman hazırlıklı yakalanamayacaktım. O gülümseyecek, ben afallayacaktım. Mavi denizleri her gülümsediğinde dalgalanacak, kahvelerime bulaşacaktı. Orada asılı kalacaktım.
Ömrüm boyunca.
Yaşadığım her dakika.
Nefes aldığım her kısa solumamda.
Ruhumda etkisi aynı olacaktı.
Denizinde takılı kalan küçük bir balık olacaktım.
Çorbayı bitirdim. İlk başlarda tuhaf hissetmiş olsam da Alim’in gösterdiği ilgi aşırı hoşuma gitmişti. Bir nebzede olsa bu zaman diliminde yaşadığımız olayların arasına bir perde çekmişti. Sanki hayatlarımızın etrafında dikenli teller yokmuş gibi hissetmeme yaramıştı. Sanki normal çiftler gibi olduğumuzu iliklerime kadar hissetmiştim. Tabi ben kolumu ağrısının şiddetini hissetmeye başlamamış olsaydım, belki de bu duygunun içinde kalmaya devam edebilirdim ama devam edemedim.
Alim tepsiyi mutfağa götürmeye gitmişti. Kolumun sızlaması omzuma doğru yükseliyor, ağrı şiddetleniyordu. Yanında olduğu için hissettiğim acıyı yüzümden belli etmemeye çalışmıştım ama buraya kadardı. Daha fazla dayanamazdım. Yüzüm acıdan buruştu, dün akşam aldığım ağrı kesiciye odanın içinde bakındım.
Oda toplandığı nerede olduğunu bilmiyordum ama aradığımı masanın üstünde buldum. Koltuktan ayaklanıp, masaya ilerledim. Masada Zeynep’in verdiği tablette duruyordu. Şu anlık belirttiği gibi bir ateşim yoktu.
“Niye ayaktasın?”
Alim’in salona geçtiğini duyumsamamıştım. Omzumdan yanıma bakındım, yanıma gelmişti.
“Ağrım var,” dedim itiraf ederek. “Ağrı kesici alacağım.”
Tabletten bir hap çıkardım. “Bekle, su getireyim.”
Tam hareket etmişti ki, “Gerek yok,” dedim ve gece yaptığım gibi ağrı kesiciyi mideme indirdim. Hızlıca hapı yuttuğumu görünce durakladı. Kaşları hafifçe çatıldı ama konuşmasına fırsat vermeden tekrar konuştum. “Artık konuşamadıklarımızı konuşabilir miyiz?” diye sordum. Aramızda konuşulmayanların ağırlığı kolumun ağrısına karışıyor, zihniminde ağırlaşmasına neden oluyordu. Bu yüzden yönümü Alim’e çevirdim. “Konuşmamızın yarım kalmaması lazım.”
Konuyu tekrar açmam hoşuna gitmedi. “Hayır,” dedi net bir dille. Bu sefer kaşlarım hafifçe çatılırken gözleri yüzümde adımladı. “Bizim şu an konuşmamız gerekmez ama senin dinlenmen gerekir. Dinleneceksin de. Söyleyeceklerin bekleyebilir.”
“Bekleyebilir mi? Neden?”
Bana doğru adım attı. “Çünkü senden önemli değil.”
Gözlerim gözlerinde gidip gelirken cevabı duraklamama neden oldu. Yaralanan ben olduğum için benim dinlenmemi istiyordu ama onun yüzünden de yorgunluk akıyordu. Ayrı kaldığımız günler ikimizi de yıpratmıştı. Kaçırdığı şey ise olanları konuşmamız gerektiğiydi, konuşmaktan kaçamazdık. Benim söylemediklerimi söylemem ve evden aldığım babamın sakladığı belgeleri beraber bakmamız gerekiyordu.
“Ne zaman beni dinleyeceksin peki? Belli bir zamanı var mı?”
Eli sağlam kolumun eline uzandı. “Kendini iyi hissettiğin zaman,” dedi bana, onu anlamamı istermiş gibi bakarak. “Sakince konuşacağız ama şimdi değil. Bugün değil. Sen böyle acı çekerken değil.”
Yutkundum.
Kolum ağrıyordu, yorgundum, tükenmiş hissediyordum, yalan değildi ama konuşmakta istiyordum. Başımızdaki sorunların hepsini çözmek istiyordum. Babamın katilini bulmak istiyordum. Sakladıklarının ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Annemin nerede olduğunu öğrenmek istiyordum. Peşimdeki insanlar kurtulmak istiyordum.
En önemlisi bir an önce Alim ile normal bir hayatı yaşamak istiyordum. Bu da ancak her şeyin yolunu girmesiyle olurdu ama elimde sadece bu an vardı. Şu an vardı. Bu dakikalar benimleydi.
Tartışmayacaktım.
“İstediğin gibi olsun. Biraz uyumaya çalışacağım,” dedim elimi yavaşça elinden çekerken. “Ama kalktığımda tüm konuları teker teker konuşacağız Alim. O zaman da itiraz etmeyeceksin. Tamam mı?”
Makul karşıladı. “Anlaştık.”
Her zamanki gibi benim iyiliğimi düşünüyordu, biliyordum ama uyandığımda daha fazla kaçmasına izin vermeyecektim.
Yanından geçip, kaldığım odaya doğru yürüdüm. Çıkmadan önce durakladım ve omzumdan arkama baktım. “Bu arada,” dedim, gidişimi izlediğini fark ettim. “Ben uyurken karnını doyurmayı unutma. Senden de yorgunluk akıyor.” Hafifçe gülümsedim. “Ve karının yanına gelmeyi de unutma. Uyandığımda seni yanımda görmek istiyorum.”
Sesim kulübenin tahta çatlaklarından içeriye girdi, kelimeler havanın içinde süzüldü. Alim’de biliyor, hissediyordu. Bu kısa ayrılık ikimizin ruhunda da eksikliğe neden olmuştu. Ve ben Alim Polat’ın karısı Maral Polat, kendisiyle beraber olduğum zamanların hiçbirinde yanından bir an bile ayrı kalmak istemiyordum.
Kendimdeyken de.
Kendimde olmadığım zamanlarda da.
Çünkü eksiklik tamamlanınca kendisi olurdu.
*
Uyandığımda gözlerimi karanlık karşıladı. Huzursuz bir ruh hali bünyemin üstüne örtülüydü. Kulaklarımda sessizlik dolanıyordu. Uzaklardan dalga sesleri geliyor gibi oluyor, etrafta en çokta sessizlik yürüyordu. Gecenin içinde olmalıydım. Sanki daha sabah olmamıştı. Kolumun ağrısı ise bünyemden sıyrılmış, canım yanmıyordu. Ağrı kesici işe yaramışa benziyordu.
Uykunun kollarına düştüğüm sıralarda bir ara uyanır gibi olmuştum. Bir şey bilincimi uyandırmıştı. Gözlerim o kadar yorgundu ki gözlerimi bile açamamıştım. Algılarım anlık gidip geliyordu. O şey Alim’di. Yanıma gelmişti. Bunun farkındaydım. Uyumadan önce yanıma gelir diye daha önce yattığı yere ilerlememiş, boş bırakmıştım. Sonra da odanın içinde bulunan belgeleri düşünerek uyuyakalmıştım.
Gözlerimi kırpıştırdım. Bir yerden hafif turuncu bir ışık odanın içine süzülüyordu. Sanırım Alim koridordaki ışığı açık bırakmıştı. Günün hangi saatinde yanıma gelmişti, bilmiyordum ama söylediğimi yaparak yanımda yatıyordu. Bu sefer yatağın içine girmişti. Yorgan ikimizin de üstündeydi. Başım yastıktan kaymış, yanağım Alim’in göğsüne yakın duruyordu. Yaralı kolumun eli göğsündeyken eli elimi kavramıştı. Aralıkla aldığı nefesini elimin altında hissediyordum.
Başımı hafifçe kaldırıp turuncu ışığın çok az yansıdığı yüzüne baktım. Kahve göz bebeklerim yüzünü yavaşça talan etti, zihnime ezberlemesi için izin verdim. Sessizliğin içinde ona bakarken uyumaya devam etti. Yaşadığımız kaosun içinde yüzünü hafızama bir kez daha kazırken ben de bir fotoğrafı bile olmadığını düşündüm.
Gözlerim zihnimin fotoğraf makinesiydi.
Yine de bu kendime ait bir fotoğrafının olması isteğimi arka plana atmıyordu. O an aklıma fotoğrafını bulabileceğim bir yol geldi. Cüzdanında olabilirdi. Cüzdanı bendeydi. Tülin Alim’in cüzdanını verdiğinde içini karıştırmayı hiç düşünmemiş, bakmamıştım bile. Ama fotoğrafını kendime istiyorsam cüzdanında olabilirdi. Diğer her şey de olduğu gibi vermeye fırsatım olmamıştı.
Cüzdanına ulaşmam için ilk önce sessizce yataktan kalkmalıydım. Uyanmasını istemiyordum. Tutuklu kaldığı zamanlarda gözüne uyku girmediğinden emindim. Uykusunu bölmek en son istediğim şeydi. Eğer vurulmamış olsaydım, benim yorgunumluğun kendisinin yanında hafif kalırdı.
Son bir kez daha yüzüne bakıp ilk başta elimi sıcak elinin altından yavaşça sıyırdım. Sessiz olmaya özen göstererek adım adım bedenimi doğrulttum, yorganı üstümden çektim. Gözlerim uyanıp uyanmadığına dair üstüne çevirilirken Alim uyumaya devam etti. Hareketlerim uyanmasını sağlamamıştı.
Bedenimden hafif bir ürperti geçti.
Yatağın ucuna doğru gitmeden önce yorganın tamamını Alim’in üstüne örttüm. Bacaklarımı yatağın sonundan aşağıya kaydı, çıplak ayaklarım halının yüzeyini hissetti. Cüzdanı çekmecenin üstündeki montumun cebindeydi. En son oraya koyduğumu hatırlıyordum.
Çekmeceye doğru ilerledim, koridorun ışığı açık olduğu için önümü görebiliyordum. Montumu çekmecenin üstünden alırken altından bir şey kayarak yere düştüğünde ince bir ses çıktı.
Yatağın raylarının oynadığını duyumsadım. Arkama bakarken Alim’in uyandığını düşündüm ama uyanmamıştı. Duvar tarafına doğru dönmüştü, uyuyordu. Ardından bakışlarım yere değdi. Evden aldığım şeffaf dosya yerde, çekmecenin önüne düşmüştü. Yere eğilip dosyayı elime aldım, çekmecenin üstüne koydum.
Dikkatimi montumun cebindeki cüzdana verdim. Siyah cüzdanı alırken montumu çekmecenin üstüne geri bıraktım ve gözlerim tekrardan dosyaya ilişti. Alim ile belgelere bakmak istiyordum. Onunla incelemek beraber ne bulduğumu öğrenmek istiyordum. Ama merakım ise karşımda dikiliyordu.
Bir karar verdim.
Cüzdanla beraber dosyayı da yanıma aldım. Salona geçmeden odanın kapısını arkamdan hafifçe çektim. Salona geçtiğimde ise kapıya yakın düğmeye elim değdi, salonun ışıkları açıldı. Masaya oturmadan önce koridordaki ışığı da kapatmıştım.
Masa bomboştu. Sandalyeye kendimi atarken elimdeki dosyayı ters bir şekilde masasının üstüne koydum. İlk önce fotoğrafı bulup bulamayacağıma bakacaktım.
Siyah cüzdanın iç cebinde beni karşılayan kimliği oldu. Fabrikada olduğumuz zaman kimliğini sorgulamak için almışlardı ama kimliği buradaydı. Tülin’in bir parmağının olup olmadığını merak ettim. Alim’i tanıdığını söylemeseydim bana yalan söylemeye devam edecek olması güvenip güvenmemek konusunda kararsız kalmama yarıyordu.
Düşüncelerimi dağıttım, içine bakmaya devam ettim. Birkaç kartvizit vardı ama benim dikkatimi çeken tek bir şeydi. O gün bu kartı Buket’in aldığını hatırlıyordum. Bir daha da görmemiştim. Evlendirme dairesinin kartvizitiydi. Evlendiğimiz tarih oradaydı. Demek ki Alim tekrardan kardeşinden almış ve saklamıştı.
Bizi saklamıştı.
Kalbim titredi.
Yerine geri koydum. Diğer bölmeye geçtiğimde ise en büyük şoku burada yaşadım. Fotoğrafım vardı. Benim fotoğrafım! Vesikalık fotoğrafımdı. Evlilik işlemleri için hızlıca çektirdiğimiz fotoğraftı. Gülümseyememiştim bile. Kalbim buruk, yüzüm solgundu. Ama bana şu an noktalı bölmenin içinden bakıyordu.
Alim Polat nasıl bir adamdı böyle?
Benimle evlenmesinin gerçek sebebini bilmediğim zamanlarda bile kalbi benimleydi, benimdi.
Kalbimdeki tüm sevgim dudaklarıma kondu, hüznümle beraber gülümsedim. Fakat ben istediğimi cüzdanında bulamadım. Cüzdanında kendisinin fotoğrafı yoktu. Sonra da şöyle düşündüm. İkimizin fotoğrafı olurdu. İkimiz çekilebilirdik. Birlikte bir fotoğrafımımız olabilirdi. Yan yana kameraya bakabilirdik. Düşüncemle cüzdanını kapatıp masanın üstüne koyduğumda gözlerim şeffaf dosyada takıldı.
Zihnim durakladı.
Ne bulmuştum?
Örgütün benden istediği bilgileri mi bulmuştum? Yoksa başka bir şey miydi?
Babam ne saklamıştı?
Önemli bir dosya olmalıydı ki babam profesyonel bir şekilde saklayacak yer bulmuştu.
Elim dosyaya değdiğinde bir anlığına elimi geri çektim. Sessizlik kalbimin atışını daha net duymamı yarıyordu. Şeffaf dosyanın üstünde kurumuş kırmızılıklar yer yer görünüyordu. Benim kanımdı.
Buraya kadardı.
Dosyayı elime aldım, içindeki kağıtları masasının üstüne çıkardım. Bazı beyaz kağıtların arasında fotoğraflar vardı. Akşam çekilen fotoğraflar bana ilk bir şey ifade etmedi. Birin de kontreynırlar görünüyordu. Sevkiyat yapıyorlardı. Büyük bir tıra yapılan sevkiyatın kareleriydi. Uzaktan çekilmiş görünüyordu. Bir diğerinde büyük bir kutunun içinde silahların görüntüsü çekilmişti. Farklı farklı silahlar kutunun içindeydi. Birkaç tane daha bu tarz fotoğraf vardı.
Fotoğrafları daha sonra incelemek için kenara koydum. Kağıtlara baktım. Hesap özetleri, transferler, fonlar, vergi nüshalarına ait belgeler ve şirket bilgilerine benzeyen başka bilgilerdi.
Hiçbir şey anlamamıştım.
Sıra sıra kağıtları geçtim, birinde durakladım. Yarım sayfalık bir listeydi. Emniyete ait görev yerlerinin neresi olduğu ve şubeleriyle beraber pozisyonları yazıyordu. Kaşlarım çatıldı, isimlere göz gezdirdim. Hiçbiri tanıdık gelmedi. Bir diğer sayfanın başında ise şu yazılıydı.
Müdürlükte Gerçekleşen Açığa Alınan Personeller
Bu kağıttaki isimlere de göz gezdirmeye başladım. Diğer kağıttaki gibi görev yerleri ve pozisyonları yazılıydı. Her kademeden insanların ismi yazılıydı. Gözlerim listenin aşağılarına kaymaya başladığında ise o ismi gördüm, zihnim gözlerimi frenledi.
Alim Polat – Narkotik Şubeden Cinayet Şubeye Sevk.
Ruhuma yıldırım çarpmış gibi irkildim, gözlerim iri iri açıldı. Zihnime bir fırtına yaklaşıyordu.
Nasıl olurdu?
Kağıtlara bir kez daha inceledim, incelerken ellerim titriyordu. Fotoğrafları elime aldım, arkalarını çevirdim. Daha önce arkasında yazı olacağını düşünmemiştim ama yazılar vardı. Tarih, adres, saat. Hepsinin arkasına el yazısıyla yazılmıştı.
Bu el yazısını biliyordum. Terliyordum sanki. Bir yandan da üşüyordum.
Babamın el yazısıydı.
Babam fotoğrafların arkasına not bırakmıştı.
Hızlı hızlı hepsine gözden geçirdim ve o kelimeyi gördüm. Vural’ın İşleri.
Vural. Vural. Vural. Alim’in panosunda gördüğüm yazı gözlerimin önüne süzüldü.
İskender Vural!
Panoda gördüğüm diğer fotoğrafı hatırladığımda kalbime hançer gibi saplandı. Yıldırımlar arka arkaya zihnimde çaktı, nefes alamadığımı hissettim. Boğazıma bir el yapışmış, ciğerlerime kadar ulaşıyordu.
Nasıl olurdu?
Babam. Benim babam. Hüseyin Çetin.
Bağlantısı vardı. İskender Vural ile bir bağlantısı vardı ve Alim’in o adam yüzünden açığa alındığını biliyordu. Listede adı vardı. Hiçbir şey yapmamıştı. Hiçbir şey! Hapiste yatmasına göz yummuştu. Babası Bilal Polat’ın suçu olmadığını bile bile her şeye göz yummuştu.
Bu bilgilerin hepsi kanıttı. Babamın İskender Vural’a karşı kanıtları vardı. Babamın sakladığı tüm bu belgeler İskender Vural’a ait belgelerdi. Sevkiyat İskender Vural’ın sevkiyatı, bilgilerin hepsi onundu. O listeler İskender Vural’a aitti. Bir liste kendisi için çalışan insanların listesi olmalıydı. Diğeri ise adımlarının önüne çıkan kişilerin listesiydi.
O sevkiyatların bazısında yasal olmayan silahlar vardı. Silah kaçakçısı demişti, Alim. Kaçakçı. Yaptığı işlerden sadece biriydi ve burada daha fazla farklı fotoğraf ve tarihler sıralıydı.
Midem bulanıyordu.
Üşüyordum. Hırkamın içinde bedenim titriyordu. Soğuk bedenimi ele geçirmişti. Daraldığımı hissediyordum.
Babam nasıl böyle bir ihaneti gerçekleştirmişti? Arkadaşı dediği dostuna. Bilal Polat’a. Dostunun oğluna. Alim’e.
Saklamıştı. Tüm bilgileri saklamıştı. Aklanması için fırsatı vardı, yapmamıştı. Bile bile yapmamıştı. Babam sevdiğim adamın hayatını karatan adamla işbirliği içindeydi. Bunun başka açıklaması olamazdı.
“Maral.” Alim’in uykulu sesi kulaklarıma sarıldığında gözlerim aniden kalktı. “Neden ayaktasın sen?”
Salona adımlıyor, anlamayarak yüzüme bakıyordu. Cevap vermek istedim, dudaklarım aralanmadı. Öylece yüzüne bakakaldım.
“Neden ağlıyorsun?” dedi aniden, hiçbir şey bilmeden. “Ne oldu? Ağrın mı var?”
Ağlıyor muydum?
Evet, ağlıyordum. Göz bebeklerimden akan damlalar zehir oluyor, yanaklarımdan kalbime iniyordu. O ise hala beni düşünüyordu. Ağrım olduğunu ve bu yüzden dehşete düştüğümü sanıyordu.
Titreyen nefesim dudaklarımdan firar etti. “Ben…”
Devam edemedim.
Yanıma büyük adımlarla gelirken birden bire sandalyeden ayaklandım, kırpılan gözlerimden akan yaşlar durmadı. “Ben… çok özür dilerim. Her şey için özür dilerim.”
Anlamayarak yüzüme bakmaya devam etti. Yüz ifadesine soru dolu çizgiler yerleşti.
“Gece gece ne oluyor? Neden bahsediyorsun?” diye sordu. Özrümü nereye koyacağını bilmiyordu.
Yutkundum, kalbimdeki hançerin yarası nefesimi kesti. Suçluluğumla bakışlarımı kaçırdım.
Nasıl söyleyecektim? Babamın ihanetini nasıl anlatacaktım? Babama güvenmemek konusunda nasıl haklı olduğunu söyleyecektim?
“Anlat bana,” dedi yüzümü kendisine doğru çevirirken. “Ne oldu? Kendini kötü mü hissediyorsun?” Buğulaşan bakışlarım maviliklerine kaydı, tedirgince gözümün içine bakıyordu. Eli alnıma dokunur gibi oldu. Sonrada rahatsızca bir nefes verdi. “Ateşin var,” dedi endişeyle. “Yaran enfeksiyon kapmış olmalı. Neden beni uyandırmadın?”
Umurumda değildi.
Demin huzurlu bir duygunun içindeyken şimdi hissettiğim perişanlıkta ikimiz içindi.
“Şu antibiyotikleri yutsan iyi olacak,” dedi arkasını döneceği sırada. Öne doğru adımlayıp kolundan tuttum ve tekrardan bana bakmasını sağladım. Daha önemli konumuz vardı.
“Alim,” dedim taşa takılıp durakladım, sesim hissettiğim çaresizten darbe almıştı. Bir sorun olduğunu biliyordu. Yüzümden en başta anlamıştı. Gözleri kısıldı, soru dolu bakışlarını bir kez daha yüzüme fırlattı. “Bulduklarıma baktım,” diye devam ettim. Cümlem içimdeki uçurumdan yuvarlandı. Kaşları çatılır gibi oldu, konuşmama itiraz etmedi, yaşlı gözlerime gözlerini akıttı. “Babamın sakladığı belgeler İskender Vural’a ait olan belgelermiş. Babam onları saklamış. Sana lazım olan kanıtları saklamış. Biliyormuş.”
Kelimelerim birer birer kırık gerçeklerle birleştiğinde hançerin tamamı kalbime saplandı.
Uçurum derindi.
Bizim gibi derindi.
“Ben çok özür dilerim.”
Gözlerim özür dolu gözlerine bakarken tir tir titriyordu. Sesimden çıkan kelimelerin yakıcı tadı zihnimi yakıyor, perişanlığımı iliklerime kadar hissediyordum.
Korktuğum durum buydu. Korktuğum babamın karşımdaki adama zarar vermiş olmasıydı. İşte buradaydı. Aramızda duruyordu. Yıkıntılar altında kalan ruhuma bir başka bina daha yıkılıyordu. Öğrendiğim gerçeğin binası yolumun ışığını kapkara yapmıştı. Zihnim simsiyahtı.
Bana bahsettiğim şeyi tekrar sormadı. Açıklama yapmamı istemedi. Mavi gözlerinin suçlamalarla kasırga çıkarmasını bekledim, çıkarmadı. Gözleri gölgelenmedi bile. Sadece derince soluğunu dışarıya verdi.
“Sakinleş,” dedi gözyaşlarıma bakarken. Yönü bana doğru döndüğünde hala kolunu tuttuğumu fark ettim. Tam önüme doğru ilerken bakışlarımı suçlulukla kaçırdım. Ateşe dokunmuşum gibi elim kolundan sıyrıldı. Ona dokunursam sanki çamurlarımı daha da bulaştıracakmışım gibi hissediyordum. Ben böyle hissederken temasını yüzümde hissettim. “Kaçırma gözlerini benden,” dedi ve gözlerimiz tekrardan kesişti. Yüzüme şefkatle bakıyordu. Şefkatle. “Ne öğrenmiş olursan ol, bu senin suçun değil. Hiçbir zaman seninle ilgili olmadı.”
Senin suçun değil. Seninle ilgili olmadı.
Kelimelerin zihnimin köşelerine sinerek ışığını yansıttığında zamanım durdu, ilerledi. Omuzlarım sarsıldı ve ağlamam şiddetlendi. Demin yavaşça akan yaşlarım bu sefer yanaklarımda sel oluşturuyor, parmaklarına ulaşıyordu.
Gözyaşlarımı sildi.
Gözleri suçlamalarla değil, hüzünle gölgelendi. Başka da hiçbir şey demedi. Sadece beni kollarının arasına alarak, sarıldı. Yüzüm omzuna gömülürken, yaşlarımın yeni evi oldu. “Rahatlamanı sağlayacaksa ağlamana göz yumabilirim. İçim parçalana parçalana izin veririm. Eğer iyi olacaksan seni tekrardan yıkıldığın yerden toplarım. Beraber kırıklarını tamamlarız.”
Saçlarımı okşuyordu. Görmezden gelmeyi seçiyordu. Benim için yapıyordu.
Hıçkırmamı engelleyemedim. Şefkatine karşı ne yapacağımı bilmiyordum. Beni suçlamasını istiyordum. İlk tanıştığımızda akıttığı nefretini akıtmasını istiyordum. Onunla baş edebilirdim ama kendimi suçlu hissederken gösterdiği bu şefkat duygusunu aşamazdım.
Babam hayatını berbat etmişti ama o hayatını mahveden adamın kızının yaralarını sarıyordu.
Boğazım düğümlenerek kollarının arasında kalmaya devam ettim. Çamurumun çoktan hayatına bulaştığını düşündüm. Çamurların içinde yüzüyorduk, her şeyin sonu gelene kadar da kulaç atmaya devam edecektik.
Kollarında sakinleşmeme izin verdi. Gözyaşlarımın dinmesini bekledi. Bedenimden titreme geçtiğinde ise yavaşça kendini uzaklaştırdı. Uzaklaşmasıyla bakışlarım halının yüzeyini buldu. Gözlerim alev alevdi.
Beni koltuğa doğru yönlendirdi. Oturmama yardım etti, yanıma oturmadı. Adımlarını salonda duydum. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Masanın üstündekilere bakmaya gittiğini düşündüm. Bakabilirdi. Benim gördüklerimi görebilirdi. Görmesi gerekiyordu. Babam hakkındaki düşüncelerini yenileyebilirdi. Yanıma oturduğunda buğulu gözlerim ayaklarımın ucuna bakıyor, bunları düşünüyordum.
“İlacını getirdim,” dedi düşündüklerimin aksine. Başımı hafifçe çevirdim, ona baktım. Elinde su bardağı ile Zeynep’in verdiği tableti tutuyordu.
Gözleri baygın gözlerime tutunurken hiçbir şey demedim. Uzattığı su bardağını aldım, avucuma antibiyotiği bırakmasına izin verdim. Mideme ilacı indirirken durgun bir ruh hali içindeydim. Halsizliğimi daha da şiddetli hissetmeye başlamıştım.
“Baktın mı?” diye sordum sonra da.
Elimden bardağı aldı. Ne hakkında konuştuğumu biliyordu. “Bakmadım.”
“Ben böyle olmasını istemezdim,” dedim mırıldanarak. Sesimi zar zor kendim duymuştum, Alim’in duyduğundan bile emin değildim. Hiç istememiştim.
“Daha iyi misin?” diye sordu, duyduğuna dair hareketi olmadı.
İyi değildim.
“Evet.” Gözlerimi kaçırdım. Bacaklarımı koltuğa toplayıp yanağımı dizlerime yasladım, bakışlarım tekrardan kendisini buldu. “Seninle bakmak istiyordum ama dayanamadım.”
Hafifçe öne doğru çıktı. Yanağıma düşen saçımı çekti. “Ama benimle bakmalıydın. Hatta sabahı beklemeliydin. Sözümü tutacak ve sana uyacaktım.”
“Hata ettim, farkındayım.”
“Zeynep’i duydun. Ateşin çıktığında beni uyandırmalıydın,” dedi elini çekerken. Uyandığımda ateşimin çıkıp çıkmadığını bile bilmiyordum ve uyanmamın sebebini rahatsızlanmam olduğunu düşünüyordu.
“Uyandığımda ateşim yoktu. Aslında şimdi de iyiyim.”
“O zaman neden ayaktaydın?” diye sordu, bu sefer de haklı olarak. “Sırf bulduklarına bakmak için mi yanımdan ayrıldın?”
Dosya yere düşüp dikkatimi çekmeyi başarmasaydı uyandığımda bakmak aklımda yoktu. Ben sadece ona ait bir fotoğrafının olmasını istemiştim. Fotoğrafı bulacak kendime alacaktım. Sonra da yanına tekrardan gidecektim. Şimdi cüzdanını karıştırdığımı nasıl söyleyecektim? Söylemem için ilk cüzdanın bende olduğunu bilmesi lazımdı. Belki de masanın üstünde çoktan görmüştü.
“Hayır,” dedim yine de. “Uyandım ama bunun için yanından ayrılmadım. Sana söylemediğim başka bir şey daha var. İlk önce onu bilmen lazım. Cüzdanın bende. Masada. Buluştuğumuzda telefonumla beraber Tülin verdi.”
“Anlamadım. Telefonunun o kadında ne işi vardı? Ne zaman eline geçti?”
Bilmiyordu. Hiçbir şeyi tam konuşamamıştık ki, zamanımız olmamıştı. Bir araya geldiğimizde gözlerimi hastanede açmıştım. Diğer olaylar olunca da konuşamadan kalmıştı. Anlaşılan Ömer’de Alim’e söylememişti.
“Konuşabilsek hepsini söyleyecektim. Fabrikada düşürdüm. Yardım için Ömer’i arayacaktım ama senin ikinci planın varmış. Ömer zaten oradaymış. Aramama izin verilmeden elimden alındı.” Sezgin ile kavga esnasında yere düşürdüğümü es geçmiştim. “Sonra da Tülinle konuşmaya gittiğimde bana cüzdanınla beraber verdi. Devamı da var.”
“Dinliyorum,” dedi sakince. Aklımı dağıtmak için mi fikrini değiştirmişti, bilmiyordum ama dinliyordu.
“Emniyete geldim.”
Bu bilgiyle gözleri irileşti. “Ne?”
“Dinle beni sadece. Ama içeriye girmedim. Eve gitmeden önce önüne geldim. Orada Sezgin diye bahsettiğin adamı gördüm. Emniyetten olduğunu o zaman anladım. Senden önce haberim vardı.”
“Seni gördü mü?”
“Hayır, sanmıyorum.”
“Gelmemen gerekiyordu,” dedi ilk donuk bir sesle. Parmaklarını saçlarından geçirdi. Söylediklerimden hoşlanmamıştı. “Her konuda sözümü dinlemeliydin ama sen sözümü dinlememek konusunda hiç başarılı değilsin. Başka anlatmadığın ne var?”
“Tek bir şey kaldı,” dedim Tülin’in oğlunu düşünürken. “Eve gittiğimde yakalanmak üzereydim. Hatta yakalandığımı sandım. Bir araba önümü kesti. Önümü kesen Tülin’in oğluymuş. Tülin’i sevmediğini biliyorum, bende de güvenip güvenmeyeceğimi tam bilmiyorum. Oğlu sayesinde oradan kurtuldum.”
Elini alnıma değdirip, ateşime baktı. “Bitti mi?”
“Bitti.” Aniden durakladım. “Aslında bitmedi.”
Kaşları sorgularcasına kalktı. “Bitmedi,” diye beni tekrar etti, bilmediklerine karşı hoşnutsuzluğu çoğalıyordu. “Dahasını da dinleyebilirim.”
“Cüzdanını karıştırdım.”
“Devam et.”
“Fotoğrafını arıyordum ama bulamadım. Neden cüzdanında fotoğrafın yok?” Sesim azarlar gibi çıkmıştı.
“Olmalı mıydı?”
“Evet, olmalıydı. Olsaydı kendime alacaktım. Bu yüzden yanından kalkmıştım. Asıl sebebim buydu.”
Başını yana yatırıp, mavilikleri gözlerimin içine tüm güzelliğiyle baktı. “Beni zaten kendine aldın, yetmiyor mu?”
Dediğini duyduğum an düşüncelerim dağıldı. Ciddi kalamadım, kalamazdım. Şu halimde bile beni gülümsetmeyi başarmıştı. “Öyle mi?”
Gülümsedi. “Öyle,” dedi meydan okur gibi.
Gözlerim bir kez daha yüzünü talan etti. Sessiz kalırken yüz çizgilerini ezberlercesine zihnimin içine çektim. Teker, teker dolandım. Bir gün ayrı düşersek hatıralarımda canlılığını korumasını istiyordum. Yüzünün, sesinin ve gülüşünün.
“Şimdi ne olacak?”
Ne olacaktı? Benden istenileni bulamamıştım ama Alim’e yararı dokunacak bilgilere ulaşmıştım.
Derin bir iç çekip verdiğinde omuzları inip kalktı. Ellerini bacaklarına dokundurup doğruldu. Çeneme dizlerime dayayıp hareketlerini izleyecektim ama Alim’in elini bana doğru uzatmıştı. “Uykumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.”
Bundan bahsetmediğimi biliyordu. Konunun devamını konuşmayacağı bu tavrından belliydi.
Burukça uzattığı eline baktım.
Kalbim hançerli yerden sızladı.
Davetini kabul ettim.
Elimi eline bırakıp doğrulduğumda elimi kavradı. Kaldığımız odaya geri dönerken salonun ışığı açık kalmıştı, kapatmaya niyetlenmedi. Ben de hatırlatmadım. Salonun ışığı kaldığımız odaya hafif vurmasından dolayı sanırım koridorun ışığını yakmayı düşünmedi.
Kalktığım yatağa geri girip yanıma uzandığında kolunu omzumdan diğer tarafıma attı ve zayıf bedenimi kendine doğru çekti. Başımı göğsüne yaslarken saçlarım yüzüme geldi, yorganı üstümüze doğru örttü.
Yaralı kolumun eliyle yorganın üstündeki elini tutup bana karşılık verdiğinde yakınlığımıza alıştığımı hissettim. Sanki ömrüm boyunca olmam gereken burasıydı. Kollarının arasıydı.
“Şimdi ne olacak?” diye sordum tekrardan. Sesim ışığı olmayan oda da küflü olan tek şeydi.
“Sabah birbirimize bakarak uyanacağız.”
Yine yapıyordu.
Görmezden geliyordu.
Bir kez daha sordum. “Şimdi ne olacak?”
“Kokunu duyumsayarak uyanacağım,” dedi sesinin tınısı ruhuma işlerken.
Bir defa daha mırıldandım. “Şimdi ne olacak?”
“Benimle uyanacaksın.”
Bir daha da sormadım. Işığı yanan salonun masasında kaçamadığım gerçek yatarken bize izin verdim. Gözlerimi düşüncelerimle beraber geceye kapattım.
Nasıl olsa kaçamadığımız yere geri dönecektik.
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |