34. Bölüm

-33-

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

OY VE YORUMLARI BEKLİYORUM

-33-

           

Alim’in dediği gibi sabah kollarında gözlerim aralandığında uykusunu tam alamamış bir bünyeye sahiptim. Gece üstüme çökenlerle sabaha ulaşmış olsam da ruhum bir kütlenin altında kalmış, nefes almamı kısıtlıyor gibiydi. Bedenim yorgun, zihnimle ruhum tarumardı. Uyandığımda saat kaçsa, Alim uyuyordu. Gece ki gibi bir başka ayrılığı yaşatıp yataktan kımıldamamıştım bile. Kaldığım zaman olanlar ortadaydı. Bu yüzden tekrar gözlerim kapatmış ve uykunun limanına tekrar çekilmiştim.

İkinci kez uyandığımda tek başıma uyandım. Alim yanımda değildi. Yokluğu bünyeme hızla korku salgılarken yerimden doğrulup gözlerimi etrafta gezdirdim. O zaman odanın kapısının açık olduğunu ve mutfak tarafından gelen sesleri işittim.

“Alim,” diye içeriye seslendiğimde ise saniyeler içinde kapı girişinde göründü. Gözlerim yüzünü talan ederken hissettiğim korku birden bünyemden sıyrılıp gitti. Üstünü değiştirmişti. Siyah bir kot pantolanla, mavi gömlek vardı ama gömleğinin üstüne siyah bir kazak giymişti. Gömleğinin yakaları kazağın içinden görünüyordu.

“Uyandın demek,” dedi yatakta oturduğumu görünce. Hafifçe gülümsediğinde kalbim titreyerek karşılık verdi.

“Sen ne zaman uyandın?”

Omzunu kapının pervazına yavaşça yaslarken kollarını göğsünde kavuşturdu. Yoğun maviliklerini gözlerime düğmeledi, yüzündeki gülümseme biraz daha büyüdü. Bu görüntüsü bir o kadar sıradan bir o kadar değerliydi ki benim için ömrüm boyunca izleyebilirdim. Her şeyin için de kendimi sadece onun yanında normal gibi hissediyordum. “Çok olmadı.”

“Madem çok olmadı, neden yanımda değilsin. Hani uyandığımda birbirimize bakarak uyanacaktık?” Sesimim haklı olarak sitemli çıkmıştı. Sabah uyandığımı söylememe gerek yoktu ama tekrar uyandığımda tek uyanacağımda aklımdan hiç geçmemişti.

“Benim için de zordu, oldukça zordu hem de, ” dedi hoşnutsuzluğunu ses tonuna yansıtırken.“Fakat birinin kahvaltı hazırlaması gerekiyordu.”

Demin duyduğum tıkırtıların sebebi buydu o zaman.

“Beraber hazırlardık. Bu bir neden değil benim için.” Kolumdaki ağırlık düne ve geceye göre daha iyi sayılırdı. Aldığım antibiyotik ateşimi de düşürmüş görünüyordu. Sabaha göre kendimi daha dinç hissediyordum.

“Ben de izin mi verirdim?” diye sordu cevabını bildiğim soruyu önüme atarken. Alim’i tanıdıysam izin vermeyeceğini hatta tam iyileşene kadar suyumu bile önüme getireceğini biliyordum.

“Israr etmiyorum,” dedim yanağıma gelen saçımı kulak arkasına iteklerken. “Ama bir daha ki sefere sözüne uysan iyi olur.”

“Beni her zaman tehdit ediyorsun.”

“Öyle mi, yapıyorum? Hiç farkında değilim oysaki.”

“Öyle yapıyorsun.”

Direk gözlerinin içine baktım. “Şikayetçi misin peki?”

“Sen sormadın, ben de duymadım.”

“Ben cevabımı aldım,” dedim gülümsemem yüzüme yayılırken. Gülümsememe karşılık verdi, cevap vermedi. Yerinden de kımıldamadı. Sadece gözleri ilk kez yüzümü görüyormuşçasına ifademde dolandı. O an bana bakarken sabah sabah görüntümün nasıl bir halde olduğunu aşırı merak ettim. Büyük ihtimalle saçlarım dağılmıştı. Yüzüm de hem dün olanlardan hem de yeni uyandığımdan dolayı karmaşık bir haldeydi.

Yataktan kalkmam gerekiyordu. Kolumdaki kurşun yarasına bakıp ne halde olduğunu öğrenip pansuman yapmam lazımdı ama ben gözlerimi Alim’den çekemiyordum.

Sessizce beni izlemesi hoşuma gidiyordu ama onunla beraberken sessizlik yerine konuşmak, sesini duymak ilk önceliğimdi.

“Ne oldu?” diye sordum bu yüzden de. Yoksa kendisi konuşmadığı gibi bakışlarıyla ruhumu eritecekti. “Kötü mü görünüyorum?”

“Kötü mü?” Sesine aldığı kelime eğreti durmuş, tam oturmamıştı. “İstesen de görünemezsin.”

“O zaman neden bana öyle bakıyorsun?”

“Bakamaz mıyım?” Sesinde hiçbir alınganlık yoktu, aksine keyfi yerinde gibi duruyordu.

“Hadi itiraf et,” dedim aynı kendisi gibi bir keyifle. “Berbat görünüyorum değil mi?”

Bana kalırsa berbat görünüyor olmalıydım. Bana karşı hislerini bilmesem önceden olduğu gibi tuhaf bakışlarından biri derdim ama biliyordum ve sanki değerli bir elması inceliyormuş gibi bakıyordu.

Omzunu yasladığı yere bu sefer başını hafifçe değdirdi. “Sana bakıyorum, çünkü o kadar güzelsin ki şu gözlerimi senden başka nereye çevireceğimi bilmiyorum.”

Gülümsemem dudaklarımda anlık dondu. Böyle bir cevap böyle bir konuşma Alim’den beklemiyordum. Kalbim şiddettini iki katına çıkardı. O an mavi gözlerine bakmakla ayaklanıp kendimi kollarına atmak arasında gidip geldim.

Zaman şu an donabilirdi. Kalbim bu kadar hızlı atarken durabilirdi. Gözlerindeki bu ifade de durabilirdi.

Ama zaman işliyordu, saklıyordu.

Bacaklarıma inen yorganı üstümden çektiğim gibi ayaklandım. Ufak oda da adımlarım şekillendi, kendisine doğru adımladığımı görünce hafifçe toparlandı. Bakışları aniden kalkışıma adlandıramadığı bir şekilde baktı. Yüzümdeki ifade her nasıl ise konuşmadı bile. İlk ellerim yüzüne ulaştı, parmaklarım yanaklarına değdi.

Ağlamakla hissettiğim duyguların yoğunluğu arasında gözlerim gözlerinde ilerledi. O an ayrı kaldığımız dakikalar, saatler, günler zihnimde belirlendi.

Tamamı kaybetme duygusundan oluşan acılar zihnime ateşini iletirken hafifçe yüzümü kaldırdım ve gülümsememi gülümsemesine dokundurdum.

Ufak bir dokunuş zihnimdeki ateşin yanına başka kibritleri yaktı. Her bir duygunun kibriti farklıydı ama hepsi yanıyordu. Hepsi capcanlıydı.

Yıkıntım yıkıntısıydı.

Yalnızlığım yalnızlığına bulaştığı gibi siliniyordu.

Bu sefer kaldığımız yıkıntılar altında yanan ateş kıvılcımları vardı ve yolumuzu aydınlatıyordu. Zihnimde tüm yaşadığımız kareler sahneleniyordu.

Zaman gelip, geçiyor ve saklamaya devam ediyordu.

Her zaman da saklayacaktı.

Kalbimde, zihnimde ve ruhumda da olduğu gibi.

Aramızdaki düğüm sımsıkıydı.

Kendimi geriye çektiğimde aramızda oluşan somut boşluğun yanında ani bir sessizlik yaşandı. Gözlerim kapalıydı. Alnım alnına yavaşça değiyordu. Etrafım kapkaranlık olsa da ruhum aydınlıktı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki göğüs kemiklerimi yararcasınaydı. Belki de dışarıdan bile duyuluyordu. Belki de Alim’de duyuyordu ama ben kalbimin şiddetinden zihnimin hiçbir kısmını duymuyordum.

Gözlerimi yavaşça açtığımda ise kahvelerimi karşılayan mavilikleri oldu. Bana bakıyordu, ikimiz de konuşmuyorduk ama bana bakıyordu. Beni görüyordu. Beni anlıyordu. Ruhumu hissediyordu. Oysa herhangi bir şey demesini bekliyordum. Afalladığının farkındaydım ama konuşmasını istiyordum. Zira afallayan bir tek kendisi değildi.

Konuşmadı.

Ben konuştum.

“Bir şey demeyecek misin?”

“Konuşamam,” dedi ilk sanki konuştuğunun farkında değilmiş gibi. Hafifçe yanağıma dokundu. Ellerim omuzlarına düşmüştü. Bu hali bir kez daha gülümsememe yol açtı. Sonra da “Çünkü aklım yerinde değil,” diye mırıldandı.

Aramızdaki kısacık yol aralığına çiçekler serpiştirdi.

“Mutfakta işin yok muydu senin?” diye sordum bu seferde.

“Mutfak mı?” diye karşılık verdi.

Yanağımı avucuna yasladığımda saçlarım koluna doğru döküldü. “Evet, mutfak. Hani yemeklerin piştiği yer.”

“Doğru, yemeklerin piştiği yer.”

Kurnazca gözlerim kısıldı. “Sanki bana unutmuş gibi geldin.”

“Unuttuysam da senin yüzünden. Ben de akıl bırakmadın.”

Kelimeleri şikayet gibi olsa da hiçte şikayetçi görünmüyordu.

Mavileri öyle güzel parlıyordu ki asıl elmas gözleriydi. Mavi elmas. Kahvelerime bulaşan elmasları vardı ve kalbim tüm atışlarıyla ellerindeydi.

Alim’i tanıdığımda benim gibi yalnızdı. Ailesi vardı ama kendisi yalnızlığıyla kalmayı seçmişti. Ailesiyle arasına bir set çekmişti. O an onu burada bu kulübede bulmamış olsaydım hayatımın nasıl ilerleyeceğini merak ettim. Ya da bana yardım etmeseydi, ailesinin içine almasaydı ne olurdu? Ya hayatını ulaşmamı sağlayacak babamın mektubunu bulmamış olsaydım, belki de şimdi hayatta bile olmazdım.

İkimizin arasına giren bir mektup her şeyin başlangıcı olmuştu.

Babamın mektubu.

Gece babamla ilgili öğrendiğim ayrıntı.

Hepsi bizi bekliyordu. İkimizin arasındaydı.

Her ne kadar bu halde kalmak istesem de zaman ilerliyordu. Gece konuşamadığımız her şey etrafımızda asılı şekilde bekliyordu. Bizim konuşmamız ve bu konuyu netliğe kavuşturmamız lazımdı.

“Ama ben acıktım. Saat kaç?”

“Saatin bir önemi var mı?” diye karşılık verdi.

Önemi yoktu ama yine de bilsem iyi olurdu.

“Sen yine de söyle.”

“En son iki buçuğa geliyordu.”

Öğleni geçmişti resmen. O kadar uyuduğuma inanamadım bir an. Günlerin tüm yorgunluğunu çıkarmış olmalıydım.

Boynumu hafifçe doğrulturken eli yanağımdan ayrıldı. “Şimdi daha fazla aç hissediyorum kendimi. Sen acıkmadın mı? Bir de benden önce uyanmışsın. Acıkmış olmalısın.”

Saçımı kulağımın arkasına iliştirip bekledi. Bakışları yüzümde ilerledi, gözlerimi buldu. “Tüm dengemi bozmadan önce acıkmıştım. Hatırlatmasan hatırlamazdım.”

“Hatırlattığıma göre hadi bir şeyler yiyelim.”

“Yemesek de olur.”

“Olmaz.”

Sıkıntıyla soludu. “Yiyelim bakalım.”

Yanından sıyrılarak geçtiğimde bakışlarını üstümde hissetmem kemiklerimle birleşen kalbime hiç yardımcı olmuyordu. Yönümü mutfak yerine lavaboya verdim. İçeriye girdiğimde hala göğüs kafesimdeki et parçası hızlıca atmaya devam ediyordu.

İlk elimi yüzümü yıkadım. Su yüzümle buluşunca kendime gelmeye çalıştım. Alim aklının gittiğini söylüyordu ama benimki de yerinde değildi. Diğer yandan ise içim içime sığmıyordu. Ruhumda başlayan bu his kalbimin her kıvrımında yer edinmişti.

Lavaboda ne kadar durdum, bilmiyordum ama en sonunda dışarıya çıktım. Mutfağa doğru bakındığımda Alim orada değildi. Üstümü değiştirmem gerekiyordu hatta koluma bile bakmam gerekiyordu ama ben lavabodayken bunların hiçbiri aklıma gelmemişti. Sonra ilgilenmek üzere aklımın sakinleşen kısmına not edip salona adımladım.

Sobanın yandığına dair ses salona yayılmıştı.

Alim salondaydı. Arkası bulunduğum tarafa dönüktü. Masanın önünde dikilmiş elindeki çaydanlıktan bardaklara çay dolduruyordu. Durakladım. Masa da geceden kalma hiçbir şey yoktu. Kaldırılmış yerine kahvaltılıklar gelmişti.

O an Alim’in belgeleri inceleyip incelemediğini merak ettim. Sabah benden önce kalkmıştı, masayı hazırlamıştı. Toparlarken bile gözü değmiş olmalıydı. Belki de hepsine bakmıştı.

Gözlerim salonda dolandı fakat dosyayı nereye koyduğunu bulamadım.

“Acıkmamış mıydın sen?”

Sesiyle gözlerimi salonun içinden çekip Alim’e çevirdim. Benimle bu konuyu konuşacağını düşünüyordum ama ne zaman olduğunu işte bunu bilmiyordum.

Hiçbir şey yokmuş gibi normal konuşmasına ise sadece gülümseyerek karşılık verdim.

“Çok fenayım hem de,” dedim yanına ilerlerken.

Tepkime masumca tebessüm etti. Oturmam için sandalyeyi çekti. Sandalyeye otururken Alim’de karşımdaki sandalyeye oturuyordu.

Sakince kahvaltımızı yaparken bulduklarımla ve yaşanan olaylar dışında başka şeylerden konuştuk. Mesela ailesinin hala memlekette olduğunu söylemişti ama abisi geri dönmüştü. Hamza abi kendi evlerinde yani babamın mektubunda beni yolladığı evde kalıyordu. Buket yakın zamanda eşinin yanına gidecekti. Alim bunları anlatırken küçük Mehmet’i özlediğimin farkına varmıştım. Ne zaman konuştuklarını bilmiyordum. Bunu sorunca konuşmadıklarını Buket’in her daim kendisini bilgilendirecek mesajlar attığını söylemişti. Böyle bir aileye sahip olduğu için çok şanslıydı. Bana ailesini açtığı içinde kesinlikle kendisine çok minnettardım. Hayatım boyunca bulamadığım aile atmosferini bana yaşatmışlardı. Biraz da ben kendimden bahsetmiştim. Her kelimemi ilgiyle dinliyor arada yorumlar yapıyordu.

Kahvaltımız içinde bulunduğumuz kaosu konuşmadan sonlanmış, masa toplanmıştı. Tabi masayı toplamaya yardım etmemi Alim engellemişti. Benim için hava hoştu. Yardımımı istemiyorsa gözlerimle kendisini hapsedebilirdim sonuçta. Ben de koltukta gözlerimi üstünden çekmemiş, Alim’i izlemiştim.

“Koluna baksak iyi olur.”

Koltukta oturmaya devam ediyorken salona giren Alim’e bakışlarımı çevirdim. Uyandığımdan beri ihmal ettiğim yaralı bir kolum vardı ve benim aklım konuşmadıklarımızdaydı. Düşünmemeye çalışsam da zihnimin geriye attığım durumu önüme getiriyordu.

“Benim de aklımdaydı,” dedim Alim elinde poşetle yanıma gelirken.

Yanıma oturdu. Diğer tarafına poşetin içindekileri boşaltırken hırkamın fermuarını açtım. Üstümden çıkarıp kenarıma koyarken beyaz atletimle kaldım. Görünüşe göre Zeynep’in sardığı bezimde herhangi bir sorun yoktu. Sorun olsa kanamam olurdu ama üstü temiz duruyordu. Yine de dikişlerim alınana kadar içide temiz olmalı, pansuman yapılması gerekiyordu.

“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Alim, hafifçe bana dönerken. “Ağrıyor mu?”

“Daha iyiyim.”

Gerçekti. Kendimi toparlamış hissediyordum. Hafifçe sızlaması dışında bir şeyim yoktu.

Alim kolumdaki bantların ucunu yavaşça derimden çıkardı. Hareketlerini bilerek canım yanar diye sakince atıyordu. Sargı bezini kolumdan tamamen çıkardığında ise koltuğun başına koydu. Yediğim kurşunun izi tenimdeydi. Zeynep’in attığı dikiş tenimi birbirine yapıştırmış görünüyordu. Yedi dikişim vardı. Dikişler alınınca izinin kalıp kalmadığını merak etmeden duramadım.

“Kötü görünmüyor,” dedim yaraya bakarken. “Sence de öyle değil mi?”

En azından bana öyle gelmişti.

“Bir daha kendini tehlikeye atma,” dedi Alim ciddi ve net bir ses tonuyla. Sorumu cevaplamaktan geri durmuştu. “Bir daha yapma. Kendini ateşin içine atma. Hele tek başınayken bunu sakın yapma.”

Ama er ya da geç evime gideceğimi biliyor olmalıydı. Çünkü babamda olan belgeleri başka nerede arayacağımı bilmediğimi Alim’de tahmin ediyordu. Gittiğim için pişman değildim.

Evin tamamını bile araştıramamıştım. İstenilenleri bulamasam da kendisini ilgilendiren belgeleri bulduğum için asla pişmanlık duymuyordum.

“Hiçbir şey yapmamaktansa savaşmayı tercih ettim,” dedim Alim nazikçe yaranın üstünden geçerken. “Korkarak yaşamak istemiyorum.”

Sürdüğü eczaneden benim aldığım oksijen suyu değildi. Daha koyu olan tentürdiyottu. Ben almadığıma göre kulübede daha önceden bulunuyordu demek ki.

Temiz sargı beziyle yaranın üstünü kapattıktan sonra bantları yapıştırması için yardım ettim. Derin bir nefes alıp bakışlarını kaldırdı. O an konuşmanın bitmediğini anladım.

“Sana savaşma demiyorum,” dedi Alim ve tuttuklarını dışarıya çıkarmaya başladı. “Yalnız başına savaşma diyorum. Her zaman bunu söyledim. Yalnız değilsin dedim ama sen yalnız kaldığın ilk an da kendini tehlikeye attın. Evini mi araştırmak istiyorsun? Araştırırdık ama bunu doğru bir planla yapardık. Eğer beni dinlemiş olsaydın şu an kolunda şu kurşun izi olmayabilirdi. Seni koruyabilirdim.”

“Beni zaten koruyorsun,” diye karşı çıktım. “Tanımadığın zaman bile sen bunu yaptın. En başından beri yapıyorsun. Hayatına girdiğim andan itibaren tek yaptığın sadece beni korumaya çalışmak. Ret ediyorum. Kendine haksızlık yapamazsın.”

“Anladığını sanmıyorum.”

Sözünü kestim. “Anlıyorum. Bana bulduklarım hakkında suçlu olmadığımı söyleyen sendin. Aynı ki durum senin için de geçerli. Gitmek benim verdiğim bir karardı ve kararımın sonucu da beni ilgilendiriyor. Senin hiçbir suçun yok.”

Bu sefer Alim söz kesen taraf oldu. “Seni mi ilgilendiriyor dedin? Bunu nasıl söyleyebilirsin? İkisi aynı değil,” dedi çatık kaşlarla. Gözleri sert bakıyordu ama sesi sakinliğin içindeydi. “Görmüyor musun? Saçının teline zarar gelir düşüncesi beni nasıl mahvediyor? Ben sendeyim artık Maral. Beni ilgilendirmediğini söylüyorsan eğer kendini benden söküp atman gerekir. Yapabilir misin bunu?”

Yanlış bir cümle kullandığımı o an anladım.

Alim’in yerinde olsaydım bende kızardım, biliyordum. Hatta kızmıştım. Fabrika binasında kendisini benim için öne attığı zamandı. Benim için yapmıştı. Ben de bizim için eve gitmiştim.

Eli çeneme değdi, yüzümü kendisine çevirdi. “Yapamazsın,” dedi sorusunu cevaplarken. “Kendini benden alamazsın. İzin vermem. Kendimden vazgeçerim ama senden vazgeçmem.”

Bunun ne anlama geldiğini biliyordum, çünkü bende Alim gibi düşünüyordum. Kendisine zarar gelmesini önleyeceksem kendi canımdan vazgeçerdim. Kast ettiği buydu.

Kalbim dikenlendi.

Gözlerim dolar gibi olmuş, burukça yüzüne bakıyordum. “Şöyle konuşma,” diye mırıldandım. “Lütfen.”

Yüzümün hali nasıl bir ifadeye büründüyse kaşları çatılmaktan vazgeçti. Bakışları gözlerime yaralanmış gibi baktı. Hüzünlü bir dalga denizlerinde dolaştı. “Buraya gel,” dediğinde ise anında bedenine doğru sokuldum ve kollarının arasında yerimi buldum. Yüzüm omzuna değerken kollarım da bedenine sarıldı. “Söz ver bana,” dedi Alim saçlarımı okşarken. “Bir daha bunu yapmayacaksın. Bana söyleyeceksin yanında değilsem de bekleyeceksin. Söz mü?”

İkimiz de yaralıydık. Bu fiziksel bir şey değildi.

Korkularını anlıyordum, çünkü bende aynısını yaşıyordum.

“Söz,” dedim bu yüzden. “Söz veriyorum.”

Elimden geldiği kadarıyla diye düşündüm, söz veriyorum.

*

 

Üstümü değiştirmek için odaya geçtiğimde dakikalar önce Alim’e dışarı çıkmayı teklif etmiştim. Tüm olanlardan sonra biraz hava almak iyi gelecekti. Alim, yaralı olduğumdan dolayı biraz çekingen yaklaşmıştı ama kendimi gerçekten de iyi olduğumu ikna edince tamam demişti.

Odaya gelmeden önce Zeynep’in verdiği antibiyotiklerden bir tane daha yuttum. Dikişler de enfeksiyon varsa kuruması için bir tane içtiğim hapla olmazdı. Ateşlenmek bir daha istemediğim bir durumdu. Bir tane de ağrı kesici almıştım.

Bavulumdan aldığım kahverengi kazağımı üstüme geçirdim. Kazağın üstüne de uzun hırkamı giydim. Altımda da mavi kotum vardı. Montumu elime aldığımda ise kolundaki kurşun deliğini gördüm ve kaşlarım çatıldı. Yerine geri koydum. Bavuluma tekrar eğildim. Evden ayrılmadan önce yanıma deri ceketimi de almış, bavulun içine tıkıştırmıştım. Bu zamana kadar bavuldan çıkarmamıştım bile.

Telefonum babamın telefonuyla beraber çekmecenin üstünde duruyordu. Kendi telefonumu hala açmamıştım. Yine de elime aldım.

“Ben hazırım,” dedim salona geçtiğimde.

Alim’de kabanını giymiş, yanan sobayı söndürmüştü. Kendisine seslendiğimi duyunca bana baktı, gözlerini üstümde dolandırdı. Sonrada hiçbir şey demeden arkasını döndü, duvar dibine doğru ilerledi. Salonun içine doğru ilerledim. Bavulunun olduğu tarafa gitmişti ama bavuluna doğru eğilmedi. Daha önce fark edemediğim ufak bir askılığa uzandı. Aldığıyla bana doğru gelince askılıktan ne aldığını görmüştüm.

Siyah bereyi kendisi için aldığını düşünürken Alim bereyi saçlarıma doğru geçirdi.

“Şimdi hazır oldun,” dedi memnun olmuş bir halde. “Dışarısı rüzgarlı, böyle daha iyi oldu.” Kulaklarım bile kapanmıştı.

“Senin miydi?”

“Benim,” dedi saçlarımı omuzlarımda düzeltirken. “Şimdi de senin.”

Gülümsedim. “Teşekkür ederim.”

“Yakıştı.”

Ellerim berenin kumaşına gitti. “Senin olan her şey bana yakışır zaten. Birbirimize yakıştığımız gibi.” Gülümsemesi yüzünde büyüdü. Söylediğim hoşuna gitmişti. “Hadi çıkalım,” dedim ardından da.

Kulübeden dışarıya çıktığımızda hava bulutlu, deniz kenarında olduğumuz içinde rüzgar biraz sert esiyordu ama yine de sahil boyunca Alim ile yürüyorduk. Benim ince parmaklarım sert parmaklarına kenetliydi. Oturuyor olsaydık rüzgarı daha fazla hissederdik, hareket halinde olmamız kan dolaşımını sağlıyor, bedenim o kadar da üşümüyordu. Kulübeden biraz uzak bir mesafedeydik. Sahilde bizden başka kimse görünmüyordu. Deniz dalgalarının hırçın sesleri kulağımızda anlık huzur yanımızdaydı.

“Yüzmeyi biliyor musun?” diye sordum birden denize bakarken.

“Biliyorum bilmesine… Fazla yüzmüşlüğüm yoktur ama. Belki de unutmuş bile olabilirim. Seneler önce öğrenmiştim.”

“İşlerinden dolayı kendine vakit mi ayıramıyordun?”

“Üstüne düşmedim diyelim.”

“İyi. Ben de bilmiyorum çünkü. Beraber üstüne düşeriz ya da düşmeyiz.”

Gülümseyerek yüzüne baktığımda Alim’de bana baktı. “Öyle yaparız.”

“Sana bir soru daha,” dedim sesim anın huzuruyla birleşmiş, ruhuma ulaşmıştı. “Hiç vuruldun mu? Yani demek istediğim aktif görevdeyken başına geldi mi?”

Sorum biraz can sıkıcı olabilirdi ama Alim ile ilgili her ne varsa öğrenmek istiyordum.

Direk karşıya bakıyordu. “Vurulmadım.”

Bu konu ile ilgili başka bir şey sormadan, “Peki kaldığımız bu kulübeyi nasıl buldun?” diye sordum konuyu dağıtırken. “Daha önce de sormuştum ama cevap vermemiştin.”

“Öyle mi yaptım?”

“Çok ayıp ettin. Evlendiğimiz gün sormuştum hem de.”

“Anlatmamamın bir nedeni vardı.”

Durakladım, önüne doğru geçtim. Yolunu kesince Alim’de durmak zorunda kalmıştı. “Nedenin mi?”

Cevabını tüm algılarımı açarak bekledim.

“Evet, nedenim vardı. Çünkü kendimi evliliğimize inandırmaya çalışıyordum. Bir rüyada olup olmadığımı anlamam lazımdı.” Düşünceli bir ifadeyle gözleri gözlerimde gidip geldi. “O gün seni kulübede bırakıp bakkala gittiğimi hatırlıyor musun?”

Unutmam mümkün değildi.

“Evet.”

“Geri geldiğim de uyuyakalmıştın. Beyazlar içinde o kadar güzel o kadar bana aitmiş gibi duruyordun ki az kalsın aldıklarımı yerleştirmeyi unutuyordum. Sık sık senin orada olduğunu kontrol ettim ve sen hala benimleydin. İşte o zaman anladım. Uyayana kadar duygularımı nasıl açıklayacağımı düşünerek seni izledim.”

Sahne gözümde canlandı. Uyandığımda karşımdaki sandalyede oturuyordu. Üstünde çıkarmadığı nikahta giydiği beyaz gömleği vardı. Elini yanağına yaslamış bir halde bakışlarını üstümde yakalamıştım. Sonra ise maviliklerine bakarken başka bir sahne gözümün önüne geldi.

“Bana o gün arabaya binerken bir şey diyecektin,” dedim ilk. Kalbim ağzımda atıyordu. “Diyememiştin. Abinin kaçacaksın ile ilgili sözlerine karşılık gitmeyeceğini söylüyordun. Sonra ben de sana kaçacak olsan bu durumda olmazdık, gitmeme izin…”

Parmağı o sırada dudağımın kenarına dokundu. “Hatırlıyorum,” dedi sözümü keserek. “Ama söyleyememiştim. Sevgili kız kardeşim yüzünden.”

“Ne söyleyecektin?”

Bana o an öyle bir yoğun duyguyla baktı ki ruhum o bakışla titredi. “Eğer söyleyebilseydim benden gitmene izin vermeyeceğimi söyleyecektim ama bir anlamda da söyledim.”

Afalladım. “Anlamadım? Söyledin mi?”

“Hastalandığın gün… Her şey bittiğinde hayatımdan çıkacağını söylemiştin. Sana benden gidemeyeceğini söylemiş olsaydım, belki de gitmeyi hiç düşünmeyecektin. İşte o gece hatamı kendime söyledim.”

Gözlerim şaşkınlıkla irileşti. O geceyi de hatırlıyordum. Hayal gördüğümü ya da rüyada olduğumu sanmıştım.

“Seni duydum Alim.” Hangi duygumun baskın olduğunu karar veremiyordum. Alim anlamayarak yüzüme baktı. “Rüya gördüğümü sanmıştım ama gerçekmiş. İnanamıyorum. Üstüne bile düşmedim. Keşke düşseymişim.”

“O günden sonra ne yapıp edip sana kendimi açacaktım.”

“Ama açamadın. Çünkü sonrasında seninle konuşmadığım günler geldi.” Hatırlamak istemediğim günlerdi. Parmağımda hissettiğim yüzüğü çıkarmış, kendisinden durmadan kaçmıştım. Kendimi içime o kadar kaptırmıştım ki hiçbir şeyi görememiştim. Hüzünle gülümsedim. “Özür dilerim.” Aramızdaki adımı kendime çekerek başımı omzuna yasladığımda bana sarıldı. “Özür dilerim, seni göremediğim için. Olumsuz düşüncelerle aklımı yerken sen oradaydın, karşımdaydın ama ben seni göremedim.”

“Erken davranması gereken bendim.”

“Benim de anlamam gerekirdi.”

İnce düşüncelerini sadece yardım için olmadığını anlamam gerekirdi. Ruhunu, kalbini görmem gerekirdi. Olsun yine de beraberdik. Birbirimizi bulmuştuk. O gün de dediği gibi bizden güzel olurdu.

Bizden çok güzel olmuştu.

*

Kulübeye geri dönüşümüz de burayı nereden, nasıl bulduğunu bu sefer anlatmıştı. Babasının babasının arkadaşına aitti. Dedesinin arkadaşı seneler önce balık tutmaya geldiğini, yıllardır da kullanmadığını söylemişti. Senelerden kastı gerçekten de yıllar oluyordu. Tahminen yirmi, yirmi beş yıldı. Başına gelenlerden sonra sadece dedesiyle dertleştiğini, bu yüzden dedesi kendisini bu kulübede kafasını toplaması için yollamıştı. Dedesi dışında nerede olduğunu kimse yerini bilmiyordu. Ta ki Buket arayana kadar… Ta ki ben meydana çıkana kadar…

Yıllara inat kulübe sağlamlığını korusa da bazı kısımlarının tamirini kendisi yapmış olduğunu da konuşmasında söylemişti.

Dedesinin arkadaşı ise hayatta değil, vefat etmişti.

İlk geldiğimde kulübede kimsenin kalmadığını düşünmüştüm, karanlıktı ve bilinmezlikle çevriliydim. Sonrasında olaylar arka arkaya gelmiş, kovulduğum kulübede tekrar kendimi bulmuştum.

Benim evim Alim’di ama bu kulübe ikimizin de evi olmuştu.

Bardağı dudaklarıma götürürken ruhumda, yüzümde dindiremediğim bir mutluluk vardı. Etrafımızda olan her şeye rağmen bu duygudan kendimi alamıyordum. Normal bir hayat gibi geliyordu.

Bardaktaki suyu içip tezgaha koydum ve mutfaktan çıktım. Alim lavaboya girmişti. Salona geçtiğimde ise günlerdir gözüme çarpan bavulu tekrar gördüm. O an hiç düşünmedim bile. Duvar dibine doğru gittiğim gibi sağlam kolumun eli kulpundan tuttu ve odaya götürdüm.

Bavulumun yanına Alim’in bavulunu koyarken yeri burasıydı. Duvar dipleri değildi. Geç bile kalmıştı. Bu oda ikimize de yeterdi. Telefonum da çekmecenin üstünde her zaman ki yerindeydi. Alim çıktığında telefonuma bakmasını isteyecektim. Sonuçta telefonum Tülin’deydi ve kendisine güvenmiyordu. Belki benim göremediğim bir ayrıntı dikkatini çekerdi ya da Ömer nasıl arabasını kontrol ettiyse o da telefonu kontrol ederdi.

O sırada hiç beklemediğim bir ses duydum.

Kapı çalındı.

Yanlış duyup duymadığıma karar veremeden tekrardan kapıya vuruldu ve lavabonun kapısı açıldı.

Odadan çıkarken tedirginlikle Alim’e baktım. O da duymuştu, yüzünden belliydi.

“Birini mi bekliyordun?” diye sordum kısıkça.

Bekleseydi, söylerdi.

Başını olumsuzca salladı, kapıya bir kez daha vuruldu. “Burada bekle,” dedi bana.

Ardından salona geçti, biraz koridora çıktığımda Alim salondaki kısa dolabın üstünden silahını alıyordu. Omzundan arkasına bakınca beni gördü. Eliyle durmamı işaret etti.

Kalbim korkuyla atıyordu. Zaman ise ilerlemeye devam ediyordu.

Alim ilk kapalı pencereden bakmaya çalıştı. Kapıdaki her kimse görüp görmediğini anlayamadım. Sonra geri çekildi, bana baktı, dudakları hareket etti.

Biri var, göremiyorum. Sakın gelme. Bekle.

Kapıda biri vardı ve biz kim olduğunu bilmiyorduk. Beklemek istemesem de yerimde çakılı kalmış, ani bir ses yapacağım diye nefes almayı bile unutmuştum. Bana uzun bir zaman gelen ama normalde saniyeleri içinde barındıran Alim’in adımları kapıya yöneldi.

Bir ses duyuldu. Bir erkek sesi Alim’in ismini dillendiriyordu. Kapıdaki kişi Alim’i tanıdığı için rahatlamalı mıydım, bilmiyordum ama Alim o arada duraklamış, sanki sesleneni tanımış gibi silahını tutması gevşemişti.

Kapıyı açtı, zaman ilerledi. İçeriye deniz dalgalarının sesi giriş yaptı. Alim kapı da dikiliyor, karşısında kimse ona bakıyordu. Ne Alim’in yüzünü ne kapıdaki kişiyi tam görebiliyordum. Tek bildiğim Alim’in kapıdaki kişiyi tanıdığıydı.

Salona doğru ilerledim, kapının önüne baktım. O zaman kapıdaki kişinin ellili yaşlarında bir adam olduğunu görmüş oldum. Adamı tanımıyordum ama sanki siması tanıdık geliyordu, çıkaramıyordum.

Adamın yüzünde özlemli bir ifade yer edinmiş diye düşünürken kulübenin içine rüzgarla beraber adamın sesi ilerledi, ensemdeki tüyler diken diken oldu.

Kapıdaki adam, oğlum demişti.

Oğlum.

O saniye de kapıdaki adamı nerede gördüğümü hatırladım. Babamla çekildiği fotoğraf gözlerimin önüne geldi.

Kapıdaki Bilal Polat’tı.

Alim’in babası kapımızdaydı.

Ve yaşıyordu.

           

 

           

           

             

           

           

           

           

 

 

           

           

 

           

             

           

           

           

           

 

 

           

           

Bölüm : 18.09.2025 21:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...