8. Bölüm

-7-

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

Oy ve yorumları bekliyorum.

7.BÖLÜM

-SALDIRI-

 

 

Elimdeki kağıdın içeriğini anlamakta bir müddet karmaşıklık yaşadım. Yazılanların doğru olup olmadığıyla ilgili beynimin içinde ufak fırtınalar koptu. Bir zamanlar normal olmaya yakın olan hayatım yaşadıklarımla sanki geçmiş hayatımın içinde ki ben değilmişim gibi kafamın içi uğuldadı. Hiçbir zaman ben olmamışım gibi hissetmeye başlamıştım. Her şeyin nasıl bu hale geldiğini kendi içimde sorgulamaya çalıştım ama bilmiyordum. Bilmemek ise canımı yakıyordu. Babamın neden bunu kendine yaptığını bile bilmiyorken, diğer sorularımın cevabını bilmeyi beklememem gerekirdi.

Tehlikede miydim? Bu not doğru olabilir miydi? Evime girenlerle bu notun bir bağlantısı olabilir miydi? En önemlisi de babamın vefat etmesinin altındaki gerçek neden neydi? Tüm bunlar birbiriyle bağlantılıydı. Öğrenmesem de hissediyordum. Benim fark edemediğim bir şeyler olmuştu ve her ne olduysa babamı canından etmiş, devam ediyordu.

Elimde tuttuğum bu kağıda o kadar öfke duydum ki, o an arabanın içinde ansızın boğazım yırtılırcasına çığlık atmak istedim. Her şeyin bir kabus olmasını istiyordum. Babam evde beni bekliyor olmalı, geciktiğim için tartışmalı ama sonra hiçbir şey olmamış gibi soframızı birlikte hazırlamalıydık ama bunların hiçbiri artık olmayacaktı. Babamı bir daha göremeyecek, bir daha sesini duyamayacak bir daha ona sarılmayacaktım.

Kalbim hızlı atmaya başladı. Arabanın içinde boğulacakmış gibiydim. Tuttuğum çığlık boğazıma kadar dayanmış ama son an da kendimi zapt edebilmiştim. Nefes alamıyordum. Güneş ışığı gözüme batarken, yanağımı ısıtıyor, tenim haddinden fazla sıcaklığı hissediyordu. Belki bağırabilsem, rahatlayabilirdim ama bunu hiçbir zaman bilemeyecektim. Nefeslerimi derin derin ciğerlerime çektim. Titreyen parmaklarım arabanın penceresini araladı. Daha sonra tek elimin titremediğini tüm vücudumun titrediğini hissetmeye başladım. Çenem kasılmaktan, zonkluyordu. Kendimi zapt edeyim derken çok fazla zorlamıştım. Ağlamam gerekirdi. O günden sonra bir daha içimden geldiği gibi ağlayamıyordum. Yapamıyordum ama ruhumun yaşlarını dışarıya akıtmam gerekirdi.

Dışarıdan gelen temiz hava biraz da olsa iyi gelmişti. Ruh halimin dağınıklığıyla arabanın içinde bomboş oturmaya devam ederken, insanlar kendi hayatlarına devam ediyordu. Birileri acısını yaşıyor, kimseye dokunmadan ruhu tükeniyor, devam ediyordu. Hayat böyleydi. Bilmediğimiz acılar yaşanıyor ama duymuyor ya da duyumsamazlıktan geliyorduk. Hayat, tüm bu zamanların toplamıydı. Biraz önce afallamış, tükenmiş ve tekrardan parçalarımı toplamaya çabalamıştım. Arabanın önünden geçip, giden insanların haberi bile olmamıştı.

Elimde hala garsonun verdiği notu tutuyordu. Gözlerim nota kaydı. İkinci kez bir kağıtla baş başa kaldığım için gülmek istiyordum. Bir el yazması değildi, bilgisayarda yazılıp çıktı alınarak zarfın içine konulmuştu. Bulunduğum karmaşıklık çözülmeden düğüm düğüm olmaya devam ediyordu ve benim elimde belirsizlikten başka bir şey yoktu. Kimsenin yardım edeceği de yoktu. Bir başımaydım.

Yola çıktım. Bulunduğum yerden uzaklaşırken, hissiz bir haldeydim. Kağıdı yan koltuğa öylece fırlatmıştım, o da yere düşmüş orada duruyordu. O kadın kimdi, neden beni uyarma gereksinimde bulunmuştu, öğrenmem imkansızdı. Bir karar vermiştim. Daha doğruluğunu bile bilmiyorken, tanımadığım yüzünü bile görmediğim bir insanın sözlerine inanacakta değildim.

Gün kararmaya başlamış, trafik sıkışmaya başlamıştı. Sokağımıza çıkan caddede sıkışıp, kalmıştım. Eve nasıl gireceğimi kara kara düşünüyordum ama artık Ceyda ve ailesine yükte olmak istemiyordum. Bir şekilde evde yalnız kalmaya alışmalıydım. Tüm anılarım o evdeydi. Acılardan çok mutluluğum oradaydı ama son acı hepsi yerle bir etmişti. Oysa babam evden gitmemi, istemezdi.

Bugün yaşadıklarımla düşüncelerimle kapanın içinde dururken, telefonum çalmaya başladı. Arabanın ön camının boşluktan telefonu elime aldığımda, arayanın Ömer isimli polis memurunun isimi yanıp sönüyordu. En son onu aradığımda telefon numarasını kayıt etmiş, belki bir daha ihtiyacımın olabileceğini düşünmüştüm.

“Efendim?” diyen kendi sesimi saatlerdir kulaklarım bile duymamıştı.

“Maral Hanım, sizinle mi görüşüyorum?” Ömer Dereli’nin sesi temkinli çıkıyordu. Sanki bir an telefona başkası çıktığını sanmıştı.

“Evet, buyurun.”

“Müsait olup olmadığınızı bilmiyorum ama sizinle görüşmem gerek.”

“Bir gelişme mi var?” Eve hırsız girdiğinden beri bu telefonu bekleyen benliğim öne çıktı. “Lütfen, bir gelişme olduğunu söyleyin.” Sesim kendimi bile şaşırtacak kadar sabırsız çıkmıştı.

Telefonda bir duraklama oldu. Hattın diğer ucundan, farklı sesler gelmeye başladı. Sesleri tanımlayamadım ama Ömer Dereli biriyle konuşuyor, ne dediğini tam algılayamıyordum. Yerimde sabırsızlanmaya başlamış, kalbim merakla yerinde hızlı atmaya başladı. Trafik bir gram bile oynamadı. Açık pencereden gelen insan gürültüsü kulağıma doldu. Camı kapatmak zorunda kaldım.

“Orada mısınız?” Ömer Dereli’nin sesi tekrardan telefonda duyuldu. Bir anlığına acelece davrandığını hisseder gibi oldum ama şu an her şeyden şüphelenmeye başlamış, öyle de gelmiş olabilirdi.

“Ben buradayım, Ömer Bey. Sizi bekliyorum. Bir gelişme olup olmadığını sormuştum.”

“Size anlatacaklarımı telefonda konuşmamız doğru olmaz.”

“Merkeze gelebilirim,” diyerek sözünü kestim.

“Hayır, buraya gelmeyin. Burası olmaz,” diyerek hızlıca önerimi ret etti. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Sesindeki tedirginlik cümlelerine de yansıyordu. Bir şeyler öğrenmiş olabileceği aklıma balyoz vurulma etkisi yaptığında, kalbim beklentiyle daha da hızlandı.

“Evinize yakın, parkta buluşalım. Yarım saat sonra uygun mudur?”

Ona uygun olduğunu söyleyip, telefonu kapattık. İçimi kemiren şüphelere bir yenisi eklenirken, polis memurunun telefondaki tedirginliği tüm beynime yansımış, sabırsızlaştırmıştı. Bir an önce trafikten çıkmalı, ara sokaktaki parka varmalıydım. Neden merkezde konuşmak istememesini anlamamıştım ama şu an sorgulayamazdım. Bana ne diyecekse, onu öğrenmeliydim.

Trafik on dakika sonra akmaya başladı. Sokağımıza girmeden çoğu zaman kullandığım tanıdık, parkın karşı sokağına arabayı park ettim. Arabadan çıktığım gibi, parka yöneldim. Park ara sokakta olduğu için birkaç insandan başka kimse yoktu. Burayı bilerek mi seçmişti, bilemiyordum ama küçük olduğu için burayı aileler pek kullanmazdı. İlerideki caddeye yakın parkı tercih ederlerdi. Orası hem büyük, hem de çocuklar için çeşitli oyuncaklar bulunuyordu.

Önümden sarı bir kedi geçti. Yıpranmış bankların olduğu tarafa doğru ilerlerken, parkta ki ergen iki oğlan, masalı bankın orada çekirdek yiyorlardı. İkisi de masa da oturuyordu, beni gördükleri de yoktu. Parkın neresinde beklemem gerekirdi? Park zaten ufaktı, her nerede beklersem bekleyim göreceğini düşünüyordum.

Beş dakika gibi bir süre beklemiştim ki telefonum elimde titredi. Mesaj atan Ceyda’ydı. Nerede kaldığımı soruyordu. Ona bulunduğum yeri söyleyip, birazdan geleceğimi söyledim ama artık onlarda kalmayacağımı es geçmiştim. Bir mesaj daha yazmıştı ama okuyamadan karşı kaldırıma Ömer Dereli’nin arabasını park ederek, arabadan indiğini gördüm. Gözleri parkın içini taradı. Dikildiğimi gördüğü an hızlıca bulunduğum yere ilerledi. Etrafını kolaçan ederek, yürüyordu ve bir polisin bu tarz hareketleri hiç hayra alamet değildi.

“Sizi buraya çağırdığım için üzgünüm,” diyerek cümlesine başladı. “Ama sizi merkeze çağıramazdım. Öğrendiklerimden sonra olmazdı.”

Afallamam gerekirdi belki ama afallamamıştım. Çünkü karşımdaki adamın bir şekilde bana yardımcı olmak için buraya geldiğini hissediyordum.

“Önemli değil Ömer Bey,” dediğimde sabırsızlığım had safhaya çıktı. Çünkü aklım son cümlesine takılı kalmıştı. Gerçekten bir şeyler öğrenmiş olmalıydı ama bu kadar gizli bir sır söyleyecekmiş gibi tedirginliği şaşırmama neden oluyordu. O bir polisti. İşi zaten bilinmeyenleri öğrenmekti.

“Bana Ömer deyin, lütfen. Oldum olası, bey lafından nefret ederim.”

“Eve girenin kim olduğunu mu öğrendiniz?” derken söylediğini es geçerek, dudağımın içini dişledim.

“Hayır, onu hala araştırıyorum,” dedi eli yüzünü sıvazlamaya doğru götürdü. Sıkıntılı bir hali vardı. Saçları yine o sorgu odasında gördüğüm gibi dağınıktı. Gözlerinin altı hafifçe çöküktü. Uyumamış gibiydi. “Size bunu söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama bunu size söylemezsem, vicdanım peşimi rahat bırakmayacak.”

Yine durakladı.

“Sizi dinliyorum,” derken devam etmesini istediğimi belirttim.

“Bakın, zamanınızı çalmak niyetinde değilim. Sadece şunu bilmenizi istiyorum. Babanız Hüseyin Çetin’in olay yeri inceleme raporunda bir karışıklık meydana gelmiş. Bu bilerek mi olmuş, yoksa gerçekten de bilmeyerek mi karışıklık sağlanmış, daha emin değilim ama araştırmaya devam edeceğimi size söz verebilirim.” Durakladı ve yüzümü inceledi. Duyduklarımla kaskatı kesilen yüzüm nasıl bir hal aldığını bilmiyordum, umurumda da değildi. O an kulaklarımın yanlış duyup duymadığını sorgulama anıydı.

“Nasıl bir karışıklık olmuş? Ne demek istiyorsunuz?”

“Bunu size net bir şekilde açıklayamam. Daha doğrusu şu an yapamam. Raporun ne kadarı ile oynandığını daha bilmiyorum ama öğrenmeye çalışacağım.”

Kelimeler dilime dolanıyordu. Aklımdan geçenle dilime yansıyan sözcükler, birbirini kovalıyordu. Gözlerim Ömer Dereli’nin gözlerine sabitlenmiş bir halde kirpiklerimi bile kırpmadan bakıyordu.

“Yani… yani dosyayı tekrar mı açacaksınız?”

Yüzümdeki umudu görmüş olmalı ki, gözlerinden vicdan azabının pırıltılarını görür gibi oldum. “Evet,” diye soluklandı. “Ama şunu bilmeniz gerek, bu kendimin yürüttüğü bağımsız bir soruşturma olacak. Rapordaki durumun kasten mi yapıldığını daha bilmiyorum.”

Beynimin işlevi kelimelerin yardımıyla durakladığı gibi kulaklarımla beraber tenim sokağın sesini işitti. Rüzgar saçlarımı hafifçe dokundu. Ensemdeki tüyler ürperdi. Tenim buz tuttu. Ufak bir dokunuşla dağılacakken, duyduğum bu cümleler gerçekliği farklı bir yola çıktı ve ben iki yolun arasında dimdik duruyordum.

“Babam… babam intihar etmemiş olabilir mi?” derken yalvarırcasına sesim soruyu yansıtmıştı.

“Bunu söylemem için çok erken. Babanızı bizzat tanımıyordum fakat namını duymayan yoktur. O başarılı bir istihbaratçıydı. Ekibiyle harikalar başardı. Alanında bir efsaneydi. Bu her ne olursa olsun, öyle kalacağını bilmeniz gerek.”

Ret etmemişti. Benim için bu tavrı bir umuttu. Tanıdığım babama karşı çıktığım yolculuktu. Babam belki de intihar etmemişti. Ağlamak istiyordum ama şu an olmazdı.

Ömer Dereli’nin bakışlarını üstümde hissederken, kendi bakışlarımın belli bir noktası yoktu. İçimde fırtınalar kopuyordu ve bu yüzüme nasıl yansıyordu, bilmiyordum.

“Bakın, bundan daha emin değilim ama kanıtlarla beraber emin olunca, ilk öğrenen siz olacaksınız ama şu an bir şeyler söylemek için çok erken.”

“Gerçek umurumda değil. Ben kendi gerçeğime inanmayı seçiyorum.” Kendimden o kadar emin konuştum ki, karşımdaki adam sustu. Kalbim beynimin içinde gibi atarken, suskunluğunu fırsat bilip aklıma gelen soru şekillendi. Gözlerim gözlerini buldu. “Sizin de adlandıramadığınız bir şeyler olmuş olmalı. Konuşmalarınızdan bunu anlıyorum.”

Doğru yapıp, yapmadığını sorgularcasına gözlerini açıp, kapadı. Konuşup konuşmaması arasında tekledi.

En sonunda, “Teşkilatta bir şeyler oluyor, Maral Hanım,” diye cümlesine başladı. Bunu çözmeye çalışırken de insanların başı yandı. Bunu size söylüyorum. Çünkü babanız gibi bir adamlara bunu borçluyum. Bu yüzden size bunları merkez de anlatamazdım.”

Ömer Dereli iyi bir polisti. Bunu konuşurken ki yüzünün aldığı samimiyetten görebiliyordum. Söylemesi gerektiğinden daha fazla şey söylemişti ama ondan daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Tüm bildiklerini bilmem gerekiyordu ama söylemeyeceğini de biliyordum. Şansımı zorlamak istemedim.

O sırada Ömer Dereli’nin telefonu çaldı. Bakışları telefonuna kayarken, tıraşlı yüzü kasıldı. “Şimdi gitmem gerek,” dedi bakışlarını telefondan çekerken. “Bu arada hala evinizde kalmıyorsunuz değil mi?”

Başımı olumsuzca salladım.

“Kalmamaya devam edin.”

Sonra da arkasını döndü ve hızlı hızlı parkı terk etti. Çalan telefonunu ancak o zaman cevaplamıştı. Ben ise parkta bulunduğum yerde öğrendiklerimin ağırlığıyla kalakaldım. Rüzgâr tenimi dokunmaya devam etti. Aklımdaki bilinmezlik denkleminin düğümü hafifçe gevşemiş olsa da bu da bir şeydi. Günlerdir düşünmek istemediğim, ret ettiğim ihtimal gerçek olmayabilirdi. Bu tam emin olunan bir şey değildi ama benim sarıp sarmalayacağım bir ihtimaldi. Bu ihtimal benim can simidim olacaktı. İçimde sığdıramadığım bir his doğmuştu ve günler sonra kendimde gibiydim. Ömer Dereli’ye babamın mektubundan bahsetmem gerektiğini ise çok sonra fark ettim. Babam intihar etmediyse o mektubu bana neden yazmıştı? El yazısı onundu. Bundan emindim. Algım algısını düşündükçe yitirecekmiş gibi oluyordu ama şu an düşünmeyi ret ediyordum. Bugün aldığım zarfı da belki de söylemem gerekiyordu. Öğrendiklerimle o kadar heyecanlanmıştım ki o an hiçbir şey aklıma gelmemişti.

Parktan ayrılırken, parktaki iki çocukta ortalıkta yoktu. Her zaman kullandığım yerde başka bir araba olduğu için arabayı biraz daha ileriye ağzına kadar dolu çöp kutusunun ilerisine park etmek durumunda kaldım. Saat epey ilerlemişti. Sokaktaki müstakil ev olarak sadece bizim evimiz vardı. Diğerlerinin hepsi apartman binasıydı. Babam burayı aşırı severdi. Satmayı hiçbir zaman aklına getirmemişti.

Gerisin geri sokakta ilerlerken, binaların ışıkları yanıktı. Ceydaların evi girdiğim sokağın başında kalıyordu. Ömer Dereli evde kalmamam gerektiğini söylemişti ama Ceydalardan başka gidecek kimsem de yoktu. Ailesine yük olduğum hissi ise yakamı bırakmıyordu. Babası ben yanlarında kalıyorum diye, eve bile gelmiyordu. Kendi düzenim zaten bozulmuştu. Başkasının da düzenini bozmak istemiyordum. Adımlarım evin bulunduğu kaldırama doğru adımlarken, işte bunları düşünüyordum.

Babam evin kısımlarından en çok bahçemizi severdi. Çalışma odasında olmadığı zamanların geri kalanını bahçedeki çardakta geçirirdi. Çardağın üstü kapalı, önünde de tahta masa vardı. O masa da bulmacasını çözer, ikindiye kadar orada oturur, günün keyfini çıkarırdı. Emekliliğini almadan önce evde olduğu zamanlar daha kısıtlıydı ama yine de izinli günlerini burada geçirmeyi tercih ederdi. Emekli olduktan sonra ise bu zaman kısalmış, en çok çalışma odasında kalmaya başlamıştı.

Adımlarım günlerdir kimsenin kullanmadığı çardağa doğru adımlarken, havanın karanlığı çardağı ıssız gösteriyordu. Masanın üstü ağaç yapraklarıyla sıralanmıştı. Giriş kapısına yakındı. Oturduğun yerden bahçe kapısı da görünürdü. Çardağa oturduğumda, derin bir nefes içime çektim. Çünkü burası onca kahkahaya, onca huzura şahit olmuştu. Bazı akşam yemeklerimize ev sahipliği yapmıştı. Bazen de hazırladığım kahvaltıların mekanı olmuştu. Hayatta tek bir babam vardı ve o bana hiçbir şeyin eksikliğini yaşatmamıştı. Aksine fazlaca sevgi, bahsetmişti.

Gözlerim, ışığı kapalı evin pencerelerine değerken ruhum babamın yokluğuyla her gün daha da eziliyordu. Her gün bu gerçek yüzüme tokat atıyordu. Varlığının yanımda olmaması, alışık olmadığım bir durumdu. Bir kere bile beni yalnız bırakmamış, nöbete kaldığı zamanlarda bile telefonun ucundan yanımda olmaya devam etmişti. Şimdi ise yokluğuna nasıl alışacağımı hiç bilmiyordum.

Babam, dünyada bulunan son dayanağımdı ve o da gitmişti. Kan bağımdan kimse kalmamıştı. Normal bir ailem hiçbir zaman olmamıştı ama babamla kurduğum hayat benim normalimdi. Ama şimdi yıllarca yaşadığım bu dünyaya sanki yabancıydım. Babamla birlikte normalliğimde son bulmuştu.

Karanlık pencerelere bakarken, yanağımı gözyaşım karşıladı. Tenim havanın temasını hücrelerime nakil etti. Yanağımı okşayan esinti damlanın üstünde gezindi. Sessiz gözyaşlarımı silme gereksinimde bulunmadım. Yaşlarımın sokağın sessizliğine karışmasını bekledim. Bu yüzden toprakta yürüyen sesleri o an anımsayamadım. Tek anımsayabildiğim, aniden ne olduğunu bile anlayamadan başımın arkasına değen bir nesnenin hissettirdiği soğukluktu.

“Nerede?” Sesle oturduğum yerde irkilirken, yerimden kalmaya çalıştım ama omzumdan tekrardan yerime ittirildim. Maruz kaldığım güç fazlaydı. “Otur. Nerede?”

Bu bir erkek sesiydi. Gırtlaktan gelen ifadesizce bir soru sormuştu.

Neler oluyordu? Hiçbir fikrim yoktu.

“Sen.. sen de kimsin?”

“Nerede?” dedi başımın arkasındaki nesnenin ucunu ileri doğru iteklerken. Başıma ne dayandığını biliyordum. Arkamda bir adam, başıma dayanmış bir silah namlusu vardı. Ucundaki de bendim. “Bana nerede olduğunu söyle?”

Kalbim bulunduğum durumun gerçekliğiyle kaygıyla attı. Normalde kendimi savunabilirdim ama bulunduğum çardak buna müsait değildi. Adam her kimse arkamdaydı. Ben oturuyordum ve sırtım çardağın tahtasına değiyordu. Adam ise ayakta olmalı ki başıma silah dayıyordu. Ama ben neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikre sahip değildim.

Yutkundum.

“Neyin, nerede olduğunu söyleyeyim? Anlamıyorum.”

“Benimle oynama,” derken sabırsızlığı diline yansıyordu. Her kimse boğuk boğuk konuşuyordu. “Bana nerede olduğunu söyle?”

Yanaklarıma konan yaşlar, kurumuştu. Başıma dayalı bir silah vardı ve çardak ağaçların olduğu kısımda olduğu için binalardan birileri pencereden baksa bile bahçede ne olduğunu göremezdi.

“Her ne istiyorsan, bilmiyorum.”

Adam, hiddetle burnundan soludu. Silahın ucunu sertçe saçlarıma sürttüğünde, saç derim sızladı. Gözlerim acı içinde açıldı. Yerimden kımıldayamıyordum. Çardağın bankına yapışmıştım. Aklım düşünmeyi de bırakmıştı.

“Belgeler nerede?”

“Ne belgesinden bahsediyorsun? Hiçbir fikrim yok.”

Avuç içlerim terlerken, “Bana yalan söyleme,” diye diretmeye devam etti. “O belgeleri istiyorum.” Boğazım kurudu. Adamın istediği cevapları veremeyeceğimi anladığında, bana ne olacağını merak ettim.

“Sana dedim, hangi belgelerden bahsettiğini bilmiyorum.”

“Kalk ayağa,” dedi bu sefer. Donup, kalan bedenim istediğini yapmadı. Yerimden kıpırdamadığımı görünce, silahın ucuyla tekrardan dürttü. “Kalk ayağa.”

Uyuşan bacaklarımla bedenimi kaldırdığımda, dizlerimin karıncalanması başımı döndürdü. Saçlarım yüzüme değdi. Üstümdeki kıyafetlerin aksine vücudum üşüyordu. “Benden ne istiyorsun? Anlamıyorum.”

“Arkana bakmayı sakın aklından geçirme.” Silah başımdan uzaklaştı ama hala silahın hizasında bulunduğumu arkamı dönmesem bile hissedebiliyordum. Toprakta adım sesleri duyuldu. “Yürü. Hadi. Hızlı ol.” “Nereye gitmemi istiyorsun?” diye sorduğumda, bir iki adım çardağın dışına doğru adımlamıştım.

“Her nereye sakladıysanız, bana o belgeleri vereceksin!” diyen sesi arkamdan geliyordu. Ne kadar yakınımdaydı, anlayamıyordum. “Eve doğru yürü. ”

Dediğini yaptım. Adımlarım evin giriş kapısına doğru yürüdü. Toprak, ayakkabımın altında ezildi. Bulunduğum anın gerçek olmamasını diledim. Ama gerçekti. Arkamda tanımadığım silahlı bir adam vardı ve benden ne istediğini bile bilmediğim komutlar verip duruyordu.

“Anahtarlarını çıkar!” Cebimden anahtarları çıkardım. Eve girdiğimde başıma neler geleceğini bilmiyor olmam hareketlerime yansıyordu. Parmaklarım titriyor, yavaş hareket ediyordum.

Hareketlerimi fark etmiş olmalı ki, aniden omzumdan ileriye doğru iteklendim. “Hızlı ol. Yoksa beyninde kurşun mu görmek istiyorsun?”

“Tamam. Tamam,” derken yeni kilidini değiştirdiğim anahtarların metalliği avucuma battı. Anahtar göbeğine anahtarı sokmaya çalıştıkça parmaklarımın titremesinden bir türlü yerine takamıyordum. Ben anahtarla uğraşırken, adam ise arkamdan tüm sabırsızlığıyla homurdanıyor, öfkesi soluklarına karışıyordu. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu ama anlamam imkansızdı. Tam anahtarı kilidine sokmuş, çevireceğim sırada hiç beklemediğim bir şey oldu.

Silah sesi duyuldu.

Bedenim refleksle yerinde sıçradı. Kulaklarım sesle uğuldadı, vücudum korkuyla yalpalarken elim çelik kapının kulpuna destek aldı. Kalbim panikle göğüs kafesimin içinde parçalandı. Ruhum kendimde bir acı aradı. Herhangi bir sızı hissetmeye çalıştım ama vücudum sağlamdı.

Arkamdaki adamın silahı benim için patlamadıysa, kimin silahı ateşlenmişti?

Arkama kaçamak bakmaya çalıştığımda, arkamdaki adamın da afalladığına şahit olmuştum. Kar maskeliydi. Baştan aşağı siyah giyinimliydi. Yüzü bahçe girişine doğru dönmüş, gözlerini göremiyordum. Benden uzaktı. Uzaklaşabileceğim bir alanda değildi. Sanki bilerek, mesafe koymuştu ama deminden beri hedefi olduğum silah başka tarafa çevrilmişti.

Kar maskeli adamın elindeki silahın ucuna bakarken, bir yandan da baktığı tarafa bakındım. Bahçe kapısının önünde bir karaltı vardı. Biri elindeki silahını havaya kaldırmış, indiriyordu.

Neler oluyordu?

Ne yapmam gerektiğini, düşünürken adamın sesi havaya karıştı. “Kızı bırak.”

Maskeli adam aklına yeni geliyormuşum gibi başını çevireceği sırada aniden hareket ettim. Anahtarı çevirdiğim gibi kapıyı açtım ve bedenimi hızla evin içine attım. Kapıyı arkamdan hızla iteklerken, çelik kapı gürültüyle kapandı. Adamın arkamdan küfür ettiğini duydum. Aldığım karar o kadar ani olmuştu ki, aklıma başka bir şey gelmemişti.

Tekrardan bir silah sesi duyulduğunda, evin içinde sanki kurşun evin içine girmişcesine eğildim. Ardından babamın yatak odasındaki kasaya doğru koştum. Bir yandan dolabındaki kasaya şifreyi titreyen parmaklarımla girerken, bir yandan da cebimden çıkardığım telefonla polisi tuşlamaya çalışıyordum. Yatak odasındaki pencereden aniden bir karaltı geçti. Kalbim korkuyla attı. Ellerim o kadar çok titriyordu ki, telefon elimden yere yuvarlandı.

Kasadaki ruhsatlı tanıdık silahı elime değdiğinde, yıllardır dokunmadığım için garip hissettirmişti. Bu silahı babam benim için almıştı. Küçük bir şeydi ama babam eğitim verirken, bunu kullanmama izin vermişti. Yine elime alacağımı hiç düşünmemiştim ama aklıma kendimi korumak için başka bir şey gelmiyordu. Evin dışında silahlı iki adam vardı ve onlara karşı bir şekilde kendimi korumalıydım.

Saniyeler sonra, bir karaltı daha pencerenin önünden koşarak geçtiğinde bedenimi babamın odasından büyük hole bildiğim sürükledim. Panik tüm vücudumu ele geçirmişti. Elimdeki silaha sıkı sıkı sarılırken, cep telefonumu etrafımda aradım ama en son babamın yatak odasında kaldığını hatırlamam uzun sürmedi. Tam yatak odasına doğru adımlayacağım sırada ise evin kapısı gürültüyle çalındı. Yerimde sıçrarken, yönüm kapıyı buldu ve kolum aniden kalktı. İki elimde silahın kabzasına tutundu. Kapı tekrardan çalındı.

“Benden ne istiyorsun?” diye aniden bağırdım. Saçlarım dağılmış, terden alnıma yapışmıştı. Boğazım susuzluktan kurumuş, kelimeler dilime baskı yapıyordu. “Defol, git! Polisi aradım. Birazdan gelirler.”

Ses gelmedi.

Yerimde öylece biraz bekledim. Kalbimin gürültüsü tüm vücudumdan hissedebiliyordum. Çelik kapının dürbün kısmı yoktu. Adamın gidip, gittiğini de bilmiyordum. Öğrenmemin ise tek bir yolu vardı. Öne doğru adımladım. Korkumu arkama almaya çalışırken, elim kapının çelik kulpuna dokundu. Bir elim silahı kapıya doğru doğrultmuş, temkinle yaklaşıyordum. En sonunda, tüm cesaretimle kapıyı açarak kendime doğru çektiğimde ise kapının önünde kimse yoktu.

Boştu. Sanki dakikalar önce başıma silah dayanmamış ya da silah sesi tüm vücuduma korku salmamış gibi kapının önü boştu.

Rahat bir nefes almak için kendime izin vermiştim ki, biri konuştu. “Adam kaçtı. Çıkabilirsin.”

Elimdeki silah, refleksle kendimi korurcasına sesin geldiği tarafa döndü. Saçlarım terden sırılsıklam olmuştu. Gözlerim kaygı ve korkunun karışımıyla ağırlaşmıştı. Gözlerimi açıp kapatmaya bile çekinirken, daha demin oturduğum çardakta biri oturuyordu. Başı yan tarafına çevirmiş, koluna bakıyor kendini kontrol ediyordu. Yaralı mıydı? O adam olabilme ihtimalini es geçmek istiyordum. Zira yüzünde kar maskesi yoktu ama bu tehlikenin geçtiği anlamına gelmiyordu.

“Ne istiyorsun benden?”

Biraz daha ileriye doğru çıkma cesaretinde bulunduğumda ise yüzünü ay ışığında belirginleşti. Şok bedenimi ele geçirirken, bu adamı nereden tanıdığımı biliyordum. İlk ve son kez gördüğümü düşündüğüm adam buradaydı.

“Belli ki beklemiyordun ama hayatını kurtardım. Bence de önemli değil.”

“Sen? Sen burada ne arıyorsun?” derken, başını kaldırdı. Gözleri gözlerimi ifadesizce yüzümün aldığı şekli yokladı. Esinti saçlarının ucunu hafifçe kaldırırken, masanın üstündeki yapraklar etrafa yavaşça saçıldı.

“Yarım kalan konuşmamızı tamamlamaya geldim,” diyen Alim Polat, bahçemdeki çardakta oturuyordu.

Bölüm : 08.12.2024 22:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...