5. Bölüm

A L T M I Ş A L T I

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

Herkese merhaba.

Wattpade giremeyenler için bölümü buraya da atıyorum, biliyorsunuz. Bu yüzden oy ve yorumlarınızı bol bol bekliyorum. Buranın sınırı da yazayım. Geçen burayı alternatif sunmama rağmen yazdığım umursanmamış. Üzdü bu durum.

SINIR: 150 OY, 500 YORUM

Bölüm iki buçuk bölüm uzunluğundadır.

KEYİFLİ OKUMALAR

:)

A L T M I Ş

A L T I

 

İnanması zor bazı anlar olurdu. Görürdün, duyardın ama algıların bir müddet kapalı bir halde dururdu. Görsen de inanamazdın. Duysan da inanamazdın. Belki de bu beklenmedik bir olayın şok dalgasıydı. İnsan şok olunca ne düşüneceğini bilemezdi. Düzgün düşünmek için zamanın geçmesi gerekirdi.

Ne kadar zaman geçmişti, bilmiyordum ama algımın üstünde hala şok hissinin varlığı hakimdi. Günün hangi saatindeydim? Öğrenmem için saate bakmam gerekiyordu, bakmamıştım. Zihnime giren yeni bir bilgi ile yatak odasına geri dönmüş, yatağın ucunda oturmaya başlamıştım. Gözlerimi kırpıştırıyor muydum? Nefes alış verişlerim normal miydi? Kalbimin hızı yükselmiş miydi? Oturduğum yerde hiçbir sorumun cevabını hissedecek kadar algım net değildi. Zihnimin sağlam kalmaya çalışan tarafı yeni bilgiyi idrak etmeye çalışıyordu.

O çizgilerin anlamı zihnimdeydi ama kelimeyi zihnimden geçiremiyordum. Sanki anlamını çözdüğüm o çizgileri gördüğüm an lavaboda bırakmıştım. Geçmişte kalmış gibiydi. Oysa günün içindeki yepyeni geçmişin içindeydi.

Bir müddet sonra bedenim durduğum yerde varlığını sürdürürken zihnim açılmaya ve düşüncelerim zihnime şelale gibi önüme akıtmaya başladı.

Hayatım boyunca bir ailenin eksikliğini yaşadığımı düşündüm. Annemin babamı öldürmesi, birkaç yıl sonra da abimin terk etmesi zihnimde değişmeyecek bir yere sahipti. Geçmişimdeyken aile kavramı hayatımdan çok uzaktı. Yalnızca babamdan alabildiğim kadar aldığım sevgiyi yıllarca ruhumda yaşatmaya çalışmış, bu yaşıma gelmiştim.

Bir ailem yoktu. Artık vardı.

Öktem, ailem olmuştu.

Evlilik bile benim gibi biri için fazlasıyla yeni ve farklıydı. Ancak hislerimi kabul ettikten sonra bu hayatın benim olduğunu sahiplenmiştim. Ama anne olmayı, bir gün bebeğimin olacağını hiç düşünmemiştim. Anne olmak? Bir bebek? Kalbimin çok hızlı attığını hissettim. Hiç kendimi böyle bir hayatın içinde hayal etmemiştim. Zaten fazla hayal kuran biri de değildim.

Şimdi içinde bulunduğum bu durum tüm benliğime soğuk su etkisi yapıyordu. Hamileydim. Aklımdan bu kelime geçip gitmeye başladı. Kaç kez görünüp kaybolduğunu sayamadım. Hamileydim ve bir bebeğim olacaktı. Hayır, bebeğimiz olacaktı.

İnanamıyordum. Ben anne mi olacaktım? Anne. Hayatım boyunca varlığını hissetmediğim mi olacaktım?

Anne.

Bu kelimenin altında ezildiğimi hissettim. Bir anne nasıl olunurdu ki? Nasıl davranırdı? Ben… Bilmiyordum. Küçükken hiçbir zaman gerçek bir annenin nasıl davrandığını bilememiştim. Geçmişteki küçük kızın hatıraları hep kötüydü. Hatırlamak istemediği kadar kötüydü. Yine de bir an hiç güzel anımın olup olmadığını kısacık düşündüm. Aradım, taradım. Geçmiş yıllarımı evirip çevirdim. Ama yoktu. Bulamıyordum. Geçmişteki küçük kızın kalbi acı doluydu. Hep hor görülmüş, itelenmiş, bir anne tarafından sevilmeye layık olmadığı vurgulanmıştı. Kendi annem bana bunu yapmıştı. Annemin gözünde istenmeyen bir oyuncak, evde istenmeyen bir böcektim. Her zaman her şeyi yanlış yapan biriydim. Bağırıp çağırdığı, nefretini kusmak için seçtiği kurbandım.

O kadını düşünmek dahi kalbimi korkuyla kaplıyordu.

Ama benim annem böyle biriydi. Kendi kızına acımayandı.

Bunları düşünmek istemedim. Zihnimden silmek istedim. Herhangi bir şeye yoğunlaşırsam düşüncelerim zihnimi rahat bırakır umuduyla ayağa kalktım. Ruhumda büyüyen korkuyla saatlerim geçip giderken kendimi mutfağa verdim. Aklıma gelen tarifleri birer birer tamamlarken, sadece ortaya çıkan tatlıları düşündüm. Biri pişince diğerine geçtim.

Mutfakta ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama zaman geçmiş, uzaklardan telefon sesi duymamla arkamı dönmüştüm. O an karşımda iki çeşit tatlının bitmiş hali vardı. Biri de elimdeydi. Yeni fırından çıkarmıştım. Biri ıslak kekti, ikincisi elmalı kurabiyeydi. Elimde tuttuğumsa elmalı turtaydı. Mutfak dağılmıştı ama umurumda değildi. Kulaklarım telefon sesi duymasa dördüncü olarak sütlü başka bir tarif deneyecektim.

Mutfaktan çıkıp yatak odasına ilerledim. Yatağın üstündeki çantamdan telefonumu bile çıkarmamıştım. Çağrı bitmeden acelece telefonu çıkarmayı düşünürken öyle olmadı. Telefonu elime aldığımda çağrı sonlanmıştı. Arayan Öktem’di. O an saatin kaç olduğunu ekrandan gördüğümde pencereden gökyüzüne baktım. Zaman geçmişti ve ben farkında değildim. Güneş yavaştan batma evresine geçmişti. Yatak odasının penceresinden içeriye yansımaları giriyordu. Bir kez daha telefon çalmaya başladı. Kendime geldim. Geç kalma riskim olmadan rahatça telefonu kulağıma götürdüm.

“Yetişemedim. Mutfaktaydım, ” dedim Öktem, konuşmadan. “Özür dilerim.”

Olaylardan sonra beni aradığı zaman bekletmeden açmaya özen gösteriyordum. Bir keresinde aynı şimdi olduğu gibi ikince çalışında telefonunu açmıştım ve benim için endişelenmişti. Artık endişelenmesini istemiyordum.

“Dileme güzelim,” dedi hattın ucundan. “Sesini duydum ya önemli değil.” Benim için önemliydi ama bir şey demedim. “Seni almaya geliyorum.”

Son söylediğine bir an anlam yükleyemedim. “Beni almaya mı geliyorsun? Neden?”

“Unuttun mu?”

“Neyi?”

“Akşam yemeğini dışarıda yeriz diye konuşmuştuk.” Ah, tabi ya. Doğruydu. Arabada akşam restoranda yemek yiyeceğimizi planlamıştık. Beni aramasını ondan ben istemiştim. Aradığında hazırlanacaktım.

“Tamamen aklımdan çıkmış,” dedim mutfağın halini düşünürken. Baya dağılmıştı. Öktem gelmeden acaba toplayabilir miydim? “Restorandan çıktın mı?”

“Yoldayım.” Yani çıkmıştı. Geliyordu.

“Ne kadar yoldasın?”

“Ne kadar mı yoldayım?” diye ona sorduğum soruyu sordu, söylediğimi tuhaf bulurcasına.

“Yani, gelmen ne kadar sürer demek istiyorum.” Bu daha açıklayıcı olmuştu.

“Kocanı en kısa sürede göreceksin, güzelim,” diye cevap verdi. Sesinden söylediğimle eğlendiğini anladım ama sorduğum soruya tam bir cevap değildi.

“Net bir cevap verebilir misin? Netliğe ihtiyacım var.”

“Hmm,” dedi, sesindeki o ton oradaydı. Ne yaptığını da anlamıştım. “Benim de biraz düşünmeye ihtiyacım var.”

Yatak odasından koridora geçtim. “Öktem,” dedim isminin son harfini uzatarak. “Ne yaptığını biliyorum.”

“Ne yapıyor muşum?” diye sordu saf ayağına yatarak. Ama o asla öyle biri değildi.

“Sen ne yaptığını biliyorsun,” dedim mutfağa ilerlerken. Yaptığı şuydu; konuşmayı uzatarak telefonu kapatmamaya çalışıyordu.

“Ben çok şey yapıyorum. Aklından geçeni sen söylemek zorundasın.”

Cümlesindeki kelimeler her yere çekilebilirdi ama bu başkasına söylediğinde yapılabilirdi. Bana söylediği an cümlesindeki alt mana oradaydı. Tabi bir de sesindeki ima tonu vardı.

“Öktem,” dedim yine ismiyle. “Hadi ama söyle. Ben de ona göre hazırlanmaya başlayayım.”

Mutfak girişinde dikildim. Etraf bu kadar nasıl dağılmıştı? Tatlıları yaparken hiç farkına varmamıştım ama mutfağın her yerinde bir şey vardı.

“Tamam, tamam,” dedi o sırada. “Yarım saate kalmadan kapıdayım ama sen hazırlanmak için acele etme sakın. Bolca zamanımız var.”

“Öyle yaparım. Acele etmem,” dedim. Arkasından da “Görüşürüz,” diye ekledim ama ekler eklemez, Öktem de “Kapatıyor muyuz?” diye sordu.

Beni görmüyordu fakat gülmeden edemedim. “Evet, kapatıyorum ve hazırlanmaya gidiyorum.”

“Kapatmadan da hazırlanabilirsin,” dedi hemen. “Böyle bir çözümü uygulayabiliriz.”

“Olmaz.”

“Neden olmaz?”

“Çünkü sen aklımı karıştırırsın. Ne giyeceğimi düşünemem.”

“Bu büyük bir sorun değil. Ne giyersen giy, gözlerimi senden alamam.”

“Olmaz,” dedim yeniden. Bir yandan da tezgah taburesine kendimi atmış bir halde mutfağın durumuna durmadan gözlerimi gezdiriyordum. “Seninle konuşmaya devam edersem, uyumsuz giyinme ihtimalim var. Sen düzgün bir haldeyken, böyle olamam.”

“Bunun da çözümü kolay,” dedi hattın ucundan. “Öyle bir ihtimal gerçekleşirse, yanına geldiğim an üstündekileri ben çıkartır, ben giydiririm.”

Bu sefer kelimelerle atılan ben oldum. “Öyle bir şey de olmayacak.”

“Neden olmayacakmış?”

“Bunun da nedenini biliyorsun.”

“Bilmiyorum.”

Dirseğimi tezgaha dayayıp, yanağımı elime yasladım. “Saf numarası yapma, yemiyorum.”

“Yalnızca sana çözüm buluyorum. Çözümlerimi beğenmen gerekirken beni numara yapmakla mı suçluyorsun, güzelim?”

Suçlamıyordum. Biliyordum. Bilmemin sebebi de onu artık çok iyi tanıyor olmamdı.

“Suçlamıyorum, biliyorum,” dedim ona da.

“Nasıl biliyorsun?” diye sordu o da.

Nasıl mı biliyordum?

“Sayayım mı?”

“Sevinirim.”

“Ah,” dedim. “Demek ki söylemeden haklı olduğumu söylemeyeceksin. Başlıyorum. Tüm bu sohbetimizde yaptığın telefonu kapatmayı istememenle ilgili. Eve gelene kadar benimle konuşmak istiyorsun, bu yüzden ben kapatmak istedikçe sen konuşmamızı bilerek uzatacak şekilde ilerletiyorsun. Ben kendi nedenimi söylediğimse ise çözüm olarak bulduğunu söylüyorsun. Ama ben cümlendeki çözümüne bir yere kadar inansam da cümlenin devamında söylediğini yapmazsın. Yani anlayacağın üzere sen üstümdekileri çıkarttığın an üstümü giyinmem yalan olur.”

Son noktayı koymamla kurabiye tepsisini tezgahta kendime doğru çektim. Öktem konuşmamı bölmeyerek tüm cümleleri dinlemişti. Vereceği tepki de gecikmedi. Gülüşünü duydum, içimi gıdıkladı.

“Yaptığın tahliller muazzam,” dedi keyifle. “Ve yalnızca muazzam değil. Kocanı müthiş tanıdığının göstergeleri.”

“Evet, seni tanıyorum. Sen saf olabilecek en son kişi bile değilsin.”

“Ama bu meselede bir düzeltmeye ihtiyaç var,” dedi karşılığında. “Beni öyle bir savunmasız bir halde bırakıyorsun ki, işte o zaman sana karşı saf oluyorum. Aklımın senin ellerinden yok olması en sevdiklerimden. ”

Gülümsemem yüzümde büyürken neredeyse söyledikleri düşüncelerimi alt üst edecekti ama gözlerim mutfağın halini görmeye devam ediyordu. “O halde kendimi tebrik edeceğim. Senin gibi bir adamı saf dışı bırakabiliyorum ama şimdi kapatmam lazım.”

“Kararımdan dönmem diyorsun?”

“Hı, hı. Geldiğinde sende beni tebrik edersin.”

Konuşmayı sonlandırmadan “Bunu sevdim işte,” dedi. Ben de gülerek telefonu kapattım. Evin içine sessizlik hakim olurken mutfağın iç acısı görüntüsü yüzüme bir kez daha çarptı. Öktem’in kaç dakika sonra beni almaya geleceğini emindim ama mutfağı toplamak istiyorsam acele etmem son derece belli olan bir durumdu. Diğer yandan da hazırlanmam gerekiyordu.

Oturduğum yerden kalkıp harekete geçmeden önce durakladım ve o an mutfağın halini umursamadım. Dağınıklığı arkamda bırakarak yatak odasına kıyafet seçmeye gittim. Kıyafet dolabının karşısına geçip ne giyeceğimi düşünürken askılıkları birer birer ileri geri hareket ettirdim. Normalde öyle kıyafet konusunda kararsız biri değildim ama baktıklarımın arasında bir karar vermek güçtü. Her düşüncem ortaya çıkmak için savaşıyordu ama ben elbise mi giyseydim yoksa eteklerimden mi giysem sorusunu düşünüyordum ve bilemiyordum.

Havanın gündüz nasıl olduğunu hatırlamaya çalıştım. Güzel bir hava vardı. Hatta bahardan bir gün gibiydi ama ben yine de kazak giymiştim. Bu kez öyle bir şey yapmayacaktım. Askıları tekrardan gözden geçirirken ne kadardır dolabın önünde zaman geçirdiğimden habersizdim. En sonunda kiremit rengindeki jile elbiseyi askılıktan çekip aldım. İçine giymek için de elbisenin rengine benzer çizgili gömleği yatağın üstüne bıraktım. Geriye uygun bir şal bulmam kalmıştı. Onu da aynı renkte seçip diğerlerinin yanına koydum. Olmuş muydu? Herhalde olmuştu. Üstümde görünce daha iyi karar veririm düşüncesiyle üstümü değiştirip aynanın karşısına geçtim ve kendimi beğendim. Ama aynanın karşısından hareket edemedim. Öylece kendime bakmaya devam ettim. Düşüncelerim zihnimden aynaya çarparken çarpmamasını istedim. İstememle olmadı. Adımlarım dönmedi. Ancak kapının açıldığını duyduğumda irkilerek arkamı aynaya çevirdim. Gözlerimi kırpıştırıp nefeslerimi kontrol altında almaya odakladım.

Öktem’in seslendiğini duyduğumdaysa karşılık verdim. Daha tam hazırlanamamıştım bile. Ne saçlarımı düzgünce toplamış, ne de şalımı takmıştım. Tokamı saçlarımdan çıkarırken Öktem, odanın girişinde göründü. Her zaman ki gibi etkileyici, yakışıklı yüzünü görünce kalbim ritmini değiştirdi.

“Geldin ama ben hazır değilim,” dedim bakışlarımı kaçırıp, arkamı dönerken.

“Acelemiz yok,” dedi Öktem. Arkamdan sarılırken boynumdan öptü. Bakışlarım aşağıya düştüğünde elleri karın hizamdaydı. “Seni tebrik etmem için bolca zamanımız var.”

“Bunu düşünerek mi geldin?”

Elleri karnımı iyice kavradı. Nefesimin hızlandığını hissettim. “Sen hep aklımdasın,” dedi boynuma doğru o sırada. “Ve bence işi bırakmalıyım. Zamanımın her dakikasını da seninle geçirmeliyim.”

Kollarında ona doğru döndüğümde doğruldu ve elleri belime geçiş yaptı. “Saçmalama,” dedim yüzüne bakarken.

“Bu verdiğim en doğru karar olur.”

“Hala saçmalıyorsun,” dedim elimi gövdesini kaplayan beyaz gömleğinin üstüne koyarken.

“İstemiyor musun?” diye sordu bu sefer de. Belimden bir elini çekerek toplayamadığımın saç tutamıma dokundu. “Her dakikamızı beraber geçiririz.”

“Ciddi ciddi bunu düşündün mü?”

“Senden ayrı kalmak hoş değil.”

“Patronsun diye bunu yapamazsın.”

“Patronum diye yapabilirim.”

“Hadi, bunu yaptığını düşünelim ama bir şeyi unutuyorsun. Her dakikamızı beraber geçiremeyiz.”

Söylediğimden hoşlanmazken, gözlerine soru işareti oturdu. “Neden geçiremeyiz?”

“Her dakikamızı beraber geçirebilmemiz için benim de okuldan firar etmem gerekir. Bunu unuttun.”

Bundan da hoşlanmadı. Bir nokta da bu fikri ciddi olsa da ayrıntıların bazılarını düşünmediği anlaşılıyordu.

“Hiç hoşuma gitmedi bu,” dedi yüzüne yansıdığı gibi.

“Onu görebiliyorum,” dedim tebessüm ederek. “Ama şöyle yapabiliriz. Dönemim bittiğinde sen de kendine izin verebilirsin. O zaman beraber oluruz.”

Dudakları iki yana kıvrıldı. “Bunu ise sevdim.”

Gülümsememi büyüttüm. “Bu arada ben acıktım ve hala hazır değilim.” Üstüm hazırdı fakat tam anlamıyla hazır değildim ve acıktığım konusunda yalan söylemiyordum. Eve geldiğimden beri hiçbir şey yememiştim. O kadar tatlı yapmıştım. Tadını bile bakmamıştım.

Ellerim ellerine gidip aşağıya indirirken kollarından çıktığımda beni engellemedi. Sonrasında şalımı bağlarken, çantamı ve trençkotumu alırken beni izledi. En sonunda da yatak odasından koridora çıktığımızdaysa evden çıkmadan telefonumu mutfakta unuttuğum aklıma geldi. Haliyle hatırlar hatırlamaz, “Telefonumu unuttum,” dedim.

Öktem nerede olduğunu sorunca da en son bıraktığım yer olan mutfağı söyledim. Mutfağa doğru yöneldiğinde mutfağın halini hatırladım. Durmasını engellemek için de geç kaldım. Arkasından ilerledim. Telefonum tezgahın üstündeydi. Öktem’in mutfağı görünce yüzünün aldığı halini arkası bana dönük olduğundan inceleyemedim ama sesini duydum.

“Karımın tatlı krizi mi tutmuş?” dedi, telefonumu tezgahtan alıp kapıya doğru bakışlarını çevirirken. Belli ki arkasından geldiğimi hissetmişti çünkü bana bakarken keyifliydi.

“Toparlayacaktım ama sen yolda olduğunu söyleyince kaldı,” dedim kapı girişinden. Aslında söylediği gibi bir krizim baş göstermemişti. Sadece bir şeylere yoğunlaşmam gerekmişti. Birden fazla tatlı yapmak bana da sürpriz olmuştu. Tadına bakmak isteyip istemediğini sormama kalmadan, ben konuşurken tezgahtaki tepsiden kurabiye aldığını gördüm. Ben hiçbirinin tadına bakmamıştım.

“Olmuş mu?” diye sordum. Öktem’in yüzünden sorumun cevabını almaya çalıştım. Yüzü buruşmamıştı ama emin olamadım. Tadı kötü olsa dahi itiraf etmezdi.

“Bayıldım,” dedi başıyla da onaylayarak.

“Doğruyu mu söylüyorsun?”

Kalanı da ağzına attı. “Lezzetli.”

“Sevindim.”

“Ama biliyorsun, senin elinden zehir olsa içerim veya ne olursa yerim.” Biliyordum ve böyle şeyler söylemesini istemiyordum.

“Biliyorum ama ben de demin doğruyu söylediğine inanmak istiyorum. Çünkü ben tadına bakmadım.”

“Söylediğimde ciddiydim. Sana bayıldığım gibi bayıldım.”

Bu kez kesin ona inandım. Tabi bunda en son söylediği cümlenin etkisi fazlasıyla vardı. Gülümseyerek cevap verirken yaptıklarımın öylece mutfak tezgahında açıkta kalmaması gerektiği düşüncesi zihnime geldi. Halbuki bunu önceden düşünmeliydim.

“Evden çıkmadan bunları kaba falan koysam iyi olacak,” dedim mutfağın içine girerken. Elimdeki çantamı ve trençkotumu taburenin üstüne bırakmamın ardından da söylediğimi yaptım. Aslında yaptık. Bulduğum kaplara kurabiyeyi ve turtayı koyduk. O sırada Öktem kurabiyeden birkaç tane daha alıp, midesine indirdi. Streçle de ıslak keki sardıktan sarıp buzdolabına yerleştirmemizi ardından da evden çıktık. Mutfağı toplamak eve geldiğimiz ana ya da yarına kalmıştı.

Öktem’in arabası otoparktaydı. Asansöre binerken el ele tutuşuyorduk.

Ve “Miden bir daha bulandı mı?” diye sorduğunda asansörün kapısı kapanıyordu.

“Hayır, iyiyim.” Başımı çevirip, ona baktım. Bu doğruydu. Eve geldiğimden beri mide bulantısı atağı geçirmemiştim. Başını anladım dercesine salladı. O an bakışlarımı kendisinden çekemedim. Tüm heybetiyle yanımda dikilirken, yakışıklı güzel yüzüne bakmaya doyamıyordum. Takımın ceketi üstünde değildi ama beyaz gömleği gövdesini sarıp sarmalamıştı. Yanında bir zamanlar berbat hissederken, şimdi onun gibi yanında olmak için can atıyordum. İmkanım olsa bende onun yanından hiç ayrılmazdım ama ben Öktem’e göre daha gerçekçiydim. Yine de şimdi yanımda ve yan yanaydık.

Otoparka inip arabasına bindiğimizde, restorana varana kadar kendimi iyi hissetmeye devam ettim ama eğer Öktem’in yanında başka bir mide bulantısı durumu geçirirsem bir sonra ki hamlesinin ne olacağını biliyordum. Hastaneye götürmek isteyecekti ama hastaneye ben gitmek istemeyecektim. Bu yüzden kendime hakim olmam gerekecekti. Zihnim bana ne olduğunu bilse de gerçek öne çıktığında ruhumda oluşan korku her düşüncemi kilitliyordu. Şimdilik… Şimdilik her şeyi görmezden gelmem gerekecekti.

Öktem arabasını restoranının önünde durdurduğunda benden önce inerek, bulunduğum tarafa ilerledi ve önceden de yaptıkları gibi kapımı açtı.

“Her zaman böyle mi yapacaksın?” diye sordum, arabadan inerken.

“Yaşlandığımızda da kapını açıp açmayacağımı soruyorsan, evet karımın kapısını her zaman açacağım.”

Yaşlandığımızda. Öktem’i yaşlanmış olarak hayal edemiyordum ama başka tahminlerim vardı.

Arabanın kapısını kapatırken ben güldüm. “Eminim, yaşlandığımızda yine atletik bir adam olursun,” dedim bu düşünceden keyif alırken.

Vale yanımıza gelmeden bana göz kırptı. “Her şey senin için güzelim.”

Ellerimiz birbirine kenetlenirken vale yanımıza gelince söylemek istediğimi kısa süre beklettim. Öktem, arabanın anahtarını çalışanına bıraktı. Restoranın girişinden girmeden önce de “Ama…” dedim yandan kendisine bakarak. “Bu vücudu ben hayatında yokken yaptın. Nasıl benim için olacak?”

Bakışlarını bana çevirdi. “Doğru ama bu vücudumu korumak senin için olacak.”

“Hm.”

“Daha bitmedi,” diye devam etti, bilmişçesine. “Senden önce bu vücudumu yaptıysam da sefasını güzel karım çekiyor.”

Cümlesi ima doluydu ve dudaklarımı birbirine bastırırken anında utanmıştım. Restorandan içeriye girdiğimizden etrafıma hızlıca bakındım. Konuşmamızın konusu dıştan duyulduğunda utanç vericiydi. Biri duysa, yerin dibine girerdim. Neyse ki içeriye girmiştik ama kapıdaki görevliler geride kalmıştı. Giriş koridorunda en azından yakınızda bizden başka kimse yoktu.

İçim rahatladı. “Hiç dikkat etmiyorsun,” dedim Öktem’e, etrafı kontrol edip ona dönmüştüm.

“Ne için dikkat edeceğim?”

“Söylediklerini kendi kulağın da duyuyor. Bence tekrar etmeme gerek yok.”

“Söylediğimde haksız mıyım? Vücudumu beğeniyorsun.”

“Öktem,” dedim uyarırcasına. Etrafa yine bakındım. Tehlike yok gibiydi. Ona doğru döndüğümde gülümsüyordu. O sıra da “Haksız mıyım?” diye sordu yine. Konuyu ben açmıştım ama şu an bilerek böyle konuşuyordu. Hep halimden keyif aldığındandı. Muziplik gözlerinin içindeydi. Ona kızamıyordum bile.

Gülümserken, “Haklısın,” diye mırıldandım.

Haklılığını kendisine teslim ettiğim için daha bir keyiflendi. “Teşekkürler.”

“Hiç önemli değil,” derken ben de ona uydum. Sonuçta gerçeklerdi.

Restoran akşam saatlerinde olduğundan yeterince doluydu ama Öktem masamızı beni almaya gelmeden önce ayırttırmıştı. Masamız iç tarafta olmak yerine cam kenarında bir masaydı. İç taraflara göre daha ferahtı. Menüden sipariş işini öncekilerde olduğu gibi Öktem halletmişti. Evdeki menü benim elimde olsa da, restoranda işinin hakkını veren ona bırakmak daha kolaydı.

Yemek tabağı önüme gelene kadar açlığımdan tam emin değildim. Evde acıktığımı söylemiş olsam da o an evden çıkmamız için bunu öne sunmuştum ama şimdi gerçekten de acıkmıştım. Diğer yandan da yediğimi çıkartır mıyım düşüncesi aklımı bulandırmaya başlamıştı. Gündüz kahvenin kokusu bile burnuma değişik gelmişti. Bu akşam böyle bir durumla karşılaşmak istemiyordum. Neyse ki korktuğum gibi bir durum yaşamadım. Yemek kokusu normal geldi. Yediklerimi midemde tutmakta başarılı oldum ama yavaş yavaş yerken her an alarm verebilirim diye diken üstündeydim. Akşam son derece normal ilerlerken Öktem’in telefonu çalmaya başladı.

Telefonunu cebinden çıkarıp ekrana baktığında kimin olduğunu sormamak için kendimi engelledim. Ama Öktem, ben sormadan işle ilgili olduğunu söyledi ve telefonu açmadı. Benimle olduğu için böyle hareket etmişti, biliyordum. Çok önemli bir durum olmadıkça yanımda fazla telefon görüşmesi yapmıyordu. Buraya kadar her şey normaldi. Ama telefonunu masaya koymadan telefonuna mesaj geldi. Mesajı okuduğunda bu kez tepkisi farklı oldu. Arayana geri dönmesi gerektiğini söyleyerek masadan kalktı. Telefondaki her kimse görüşmeyi yapmak için restoranın dışında doğru ilerledi. İlerlerken de telefonunu kulağına götürdü.

Ne olduğunu elbette merak etmiştim. Suyumu içerken gözlerim Öktem’i izliyordu. Oturduğum alandan restoranın çıkış koridoruna kadar görebiliyordum. Tamamen dışarıya çıkıp çıkmayacağını düşünürken ilerlemeye devam etti. Restoranın dışına çıktı. Gözlerim bu kez görüş açıma belki girer diye camdan dışarıya çevrildi. Koridorda da konuşuyor olabilirdi ama ben yine de dışarıya, restoranın dış kapısının tarafına bakmayı sürdürdüm. Birkaç saniye sonra da Öktem’i kaldırımda gördüm. Arkası bulunduğum tarafa dönüktü. Bu kısa sürdü. Telefonla konuşurken sanki onu izlediğimi biliyormuşçasına yönünü çevirdi ve beni ona bakarken yakaladı.

Yüzünden ne olduğunu anlamaya çalıştım. Net olarak bilemezdim ama sorunun can sıkıcı olup olmadığını yüzündeki ifadesinden anlayabilirdim. Öyle de olmadı. Bana bakarken gülümsedi. Göz kırptı.

Hareketine gülümsedim.

Telefondaki kişiyi dinlerken dudaklarını oynattığında benimle konuştu. Geliyorum.

Başımla onayladım. Birkaç saniye sonra da arkasını dönerek telefon konuşmasını sonlandırdı ve restoranın içine girdi.

O sırada da ben de belki de işle ilgili herhangi bir sorundu diye düşündüm. Olabilirdi. Her zaman kötü sorunlar olacak değildi. Ufak pürüzler de olabilirdi. Sonuçta ne olabilirdi? Çoğu durum rayına oturmuş, normal akışa geçiş yapmıştı. En önemlisi abim artık başımıza bela olamazdı.

***

Mide bulantısıyla gözlerimi açar açmaz yataktan fırlayacakken yatakta yalnız olduğumu fark edince kendimi tuttum. Bir yandan uyku sersemiydim. Bir yandan midem kaynıyordu ama afallamıştım çünkü yanım boştu. Öktem, yatakta değildi. İlk aklıma gelen banyoda olduğuydu ama lavabonun ışığı yanmıyordu. Yine midem çalkalandı. Daha fazla dayanamadığım gibi kendimi acelece banyoya attım. Klozete midemdekileri çıkartırken sesimin fazla dışarıya çıkmamış olmasını umuyordum.

Rahatlayıp toparlanmamın ardından ise yine sessizlik dikkatimi çekti. Öktem, belli ki sesimi duymamıştı. Duysaydı, kapıya gelir, hatta içeriye girerdi. Ağzımı çalkalayıp, dişlerimi fırçaladım. Sonra da banyodan dışarıya çıktığımda aynı sessizlik yüzüme çarptı.

Lavabonun ışığını kapatmadığımdan ışık odaya sızıyordu ama oda hala bomboştu. Koridora çıkmadan odanın ışığını yakmaya gittiğimde, “Öktem,” diye seslendim. Ses gelmedi. Halbuki yatak odasında yoksa evin herhangi bir yerinden sesi gelmesi gerekirdi. Bir kez daha seslendim. Sonuç değişmedi. Kesin yargıya varmadan önce hareketlendim. Koridordaki lavaboyu, odaları, salonu ve en sonunda mutfağı kontrol ettim. Yoktu. Evde Canavar ve ben dışında kimse yoktu.

Bu durum hiç hoşuma gitmemişti.

Yatak odasına geri döndüğümde vakit kaybetmeden komodinin üstündeki telefonumu aldım. O an saate gözüm ilişti. Gece ikiye geliyordu. Zaten eve gelmemiz, benim uykuya dalmam gece yarısını geçmişti.

Hangi ara gitmişti?

Asıl soru gecenin bir vakti nereye, niçin gitmişti?

Geçmişte rezidansın spor alanına gidiyorum diye gece ortadan kaybolması olmuştu ama o zaman her şey daha farklıydı. Şu an öyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Yapsa bile haber verirdi, bilgim olurdu. Başka… Başka bir durum vardı. Evden, haber vermeden gitmesinin farklı bir nedeni olmalıydı. Her nedenden dolayı gittiyse benim de ne olduğunu bilmeye hakkım vardı. Gecenin bir yarısı tek başına kocaman evde kalmamalıydım.

Nasıl hissetmem gerektiğini bile karar veremedim. Öfkelenmeli miydim? Yoksa korkmalı mıydım?

Telefonumu niçin elime aldıysam, onu yerine getirdim. Öktem’i aradım. Telefon açması için çalmaya başladığında telefonunu evde bırakmış olabileceği düşüncesi dahi aklıma geldi ama neyse ki evin hiçbir yerinden başka telefon sesi duyulmuyordu.

Telefon, çaldı ve çaldı.

İlk çalışta açılmadıysa da ikinci çalışta aramam açıldı. “Neredesin?” diye sordum direkt. Asıl soru, “Gecenin bir yarısı neredesin?” olmalıydı.

“Neden uyandın güzelim?” diye sordu o da, sanki gecenin bir saatinde uyunmam tuhaf bir durumdu.

“Neden uyandığımı mı sorgulayacaksın cidden? Benim seni sorgulamam gerekirken… Neredesin sen?”

Hattın ucundan nerede olduğuna dair bir ses duymaya dikkat kesildim ama Öktem’in sesinden başka bir ses duyamadım.

“Ufak bir işim çıktı,” dedi gecenin bu saatinde normalmiş gibi. “Bir saate kalmadan yanındayım.”

“Bu saatte ne işiymiş bu?” Aklıma gelen bir ihtimalle durakladım. “Birine bir şey mi oldu da bana mı söylemiyorsun?”

Ruhum korkuya kapıldı. Bu kötü bir ihtimaldi.

“Hayır hayır, öyle bir şey yok,” dedi Öktem de hemen. “Sakın o güzel aklına bunlar gelmesin. Korkulacak bir durum söz konusu değil.”

Rahatladım ama nerede olduğunu bilmediğimden rahatlamam kısa sürdü.

“O zaman neredesin?”

“Gelince konuşuruz.” Gelince konuşuruz mu? “Uykunu bölmeye bile değmez güzelim. Uyumana bak.”

“Sen yokken nasıl uyuyacağım? Uyuyamam. Gelmeni bekleyeceğim ve bana nerede olduğunun cevabını vermediğinden senden hesap soracağım.” Bu durumdan hiç hoşlanmadığımdan son cümlemle sesimi katı tutmuştum.

“Tamam,” dedi ısrar etmeyerek. “Sor hesabını ama ben uykundan ödün vermemen kanısındayım.”

“Uyku benim uykum. Bekliyorum.”

“Pekala,” dedi bu kez de. “Karım ne derse o.”

“Ayrıca bir saate kalmadan dedin, inşallah gelmen konusunda doğruyu söylüyorsundur. Yoksa bunun da hesabını sorarım.”

Sorardım, soracaktım. O gece evden gidebiliyorsa, benim de buna hakkım vardı.

Kısıkça güldüğünü duydum. “Sor güzelim,” dedi keyifli keyifli. “Onun da sor hesabını ama şimdi sen geriye sayıma düşmeden telefonu kapatmalıyım, tamam mı?”

Kesinlikle ne oluyorsa, ne için dışarıdaysa hiç hoşuma gitmemişti. Böyle hissetmeme rağmen, “Tamam,” dedim. “Dikkat et kendine.”

“Seni seviyorum,” diye cevap verdi. Onu göremesem de gülümsediğine emindim.

“Ben de seni seviyorum ama bu gece yalnız kalmamın hesabını sormaktan vazgeçmeyeceğim.”

“Vazgeçme.” Yüzündeki gülümsemesinin silinmediğinin de emindim.

“İyi kapatıyorum,” diyerek kapattığımda beni engellemedi. Bir an telefonun ekranına baktım. Kaşlarımın çatık olduğunu hissettim. Bu işte kesin bir iş vardı. Öktem’in nereye gittiğini saklamasını anlamıyordum. Ama belli ki uyanmamı ve evden gittiğini anlamamı bekliyordu. Verdiği tepkiler düşüncemi destekliyordu.

Bir saat diye düşündüm. Saat ikiyi geçiyordu. Gelmesi üçü bulacaktı. O zamana kadar ben ne yapacaktım? Bomboş durarak zihnimden geçen ihtimallerin kölesi olamazdım. Öktem’e uyumayacağımı söylerken de ciddiydim. Uykum kaçmıştı. Haliyle bana bu saatte bir uğraş lazımdı ve ne yapacağımı biliyordum.

Telefonumu yanıma alarak mutfağa ilerledim. Akşam eve geldiğimizde mutfağı toplama fırsatım olmamış, sabah toplarım diye düşünmüştüm. Öylece bırakmıştım. Uykum kaçtıysa ve kendimi bekleme seçeneğine alacaksam sabahın işini halletmem en iyisiydi. Hem böylelikle düşüncelerimi de kontrol edebilirdim.

İşe koyuldum. Mutfağı eski haline getirirken saatin kaç olduğunu umursamadım. Dağıttığım gibi topladım. Kirlileri bulaşık makinesine attım. Tezgahı sildim. Kullanmadığım eşyaları yerlerine koydum. En sonunda mutfak dağılmamış haline geri döndüğünde rahatlayarak tezgaha koyduğum telefondan saate baktım. Yarım saatte halletmiştim ve Öktem gelmemişti. Mecbur salona geçip kapıyı gören koltuğa kendimi bıraktım. O sıra Canavar ayaklarımın dibine gelince onunla vakit geçirmeye odaklandım. Onun da benim gibi uykusu kaçmış gibiydi. Gözleri pek kapanacak durmuyordu. Beni yalnız bırakmadığı için Canavar’a teşekkür ettim.

Dakikalar geçti.

Canavar koltuktan halının üstüne indi. Zaman ilerledikçe daha da büyüyordu. Artık istediği gibi koltuğa gelebiliyor ya da inebiliyordu. Yardıma ihtiyacı yoktu. Halıdan salonun çıkışına ilerlemesini izledim. Koridorda kaybolurken ben de telefonu yeniden elime aldım. Saate bakarken ise anahtarın kapı deliğine girdiğinin sesini duydum. Duymamla da bakışlarımı kapının üstüne yönelttim.

Saatin kaç olduğunu biliyordum. Bir saat olmamıştı. En azından söylediği gibi eve gelmişti.

Gözlerim kapı tarafındayken kapı açıldı ve Öktem göründü. O da içeriye girerken koltukta oturan beni gördü. Onu görür görmez ilk dikkatimi çeken üstünü giyinmiş olmasıydı. Üstünde siyah bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı. Ceketini de giymişti.

“Söylediğin saatte geldiğin için seni tebrik etmemi bekleme,” dedim içeriye girerken. Telefonumu koltuğa bıraktım.

Kapıyı arkasından kapattı. “Hızlı bir giriş oldu,” dedi bana doğru döndüğünde. Yüzünü incelemeye başladım. Normal görünüyordu. Saçları da düzgündü. Herhangi bir sorun yok gibiydi.

Ama vardı.

Ayağa kalkarken, “Bu saatte kaybolursan olur,” dedim cevap olarak. “Uyandığımda seni göremeyince nasıl hissettiğimi biliyor musun? Ne düşündün? Hiç uyanmayacağımı ve gece gece ortadan kaybolduğunu anlamayacağımı mı?”

Bana doğru gelmeden ceketini çıkarıp sandalyenin üstüne attı. “Seni endişelendirmek istememiştim.”

“Ama endişelendim.”

Önümde durduğunda elime uzandı. “Hata ettim,” dedi yaptığını kabul ederek. “Uyuyordun, seni uyandırmak istemedim. Halleder gelirim sandım.”

“Yani söylediğim gibi düşündün.” Haklıydım. “Nereye gittin?”

“Bunu sabah konuşsak olur mu?”

Sorduğum soruya cevap vermemeyi tercih etmesi ya da geçiştirmeye çalışması bir sorunun olduğunu net bir şekilde hissettirdi. Bilgi vermeyi reddediyordu ama üstüne gitmeye niyetliydim.

“Benim bu cevapsızlıkla uyuyabileceğimi mi sanıyorsun? Neden söylemiyorsun?”

“Güzelim, işle ilgili olduğunu söyledim.” Telefonda işle ilgili olduğunu söylemiş olması, net bir cümle değildi. Bana daha fazlası lazımdı. Sıcacık yatağından kalkıp gidiyorsa, ne olduğunu öğrenmeliydim. “Bu saatte aklına bulandıracak kadar da önemli bir mesele değil. Bu yüzden ayrıntıları sabah konuşuruz.”

Saklıyordu.

Ya da…

Yalan söylüyordu.

İkicisi olmamasını istiyordum.

“Hayır, şimdi öğrenmek istiyorum. Önemli bir mesele değilse, sen niye gittin?”

Konuşmadan önce duraklayıp yüzümü izledi. Üstüne gitmemi beklemiyorsa da artık cevap almadan durmayacağımı biliyordu ama “Halletmem gerekiyordu,” dedi kısaca.

“Neyi halletmen gerekiyordu?”

Yüzümü izlediği gibi gözlerim yüzündeydi. Sakladığı bir şey vardı. Yoksa söylemesi gereken bilginin etrafında bu kadar dolanıp durmazdı.

“Güzelim,” diyecek oldu. Sözünü kestim.

“Saklıyorsun,” dedim yüzüne karşı. “Ve bana söylemiyorsun. Neden?” Onu anlamadığımı söylersem doğruyu söylemezdim. Nedenini az çok tahmin edebiliyordum. Kendince beni olan neyse ondan uzak tutmaya çalışıyordu.

Ama yapamazdı.

Cevap vermesi için bekledim. Konuyu kapatmadığımdan zor duruma düşmüştü. Yüzünden anlaşılıyordu. Bu geceyi böyle beklemiyordu. O sıra gözüm bir anlığına aşağıya doğru kaydı ve dikkatimi başka bir şey çekti. Gömleğinin yakasının kapladığı boynundaydı. Tam görünmüyordu bile. Yaka saklıyordu ama görmüştüm.

Kaşlarım çatıldı. Elimi elinden çekerken gördüğüm o noktaya doğru uzatırken, “Bu ne?” diye sordum. “Kan mı bu?”

Öyleydi. Kandı.

Yakayı çekmeden o noktanın ne olduğunu anlamıştım.

Boynunda kan lekesi vardı.

Kalbim hızla atmaya başladı. Söylemimle bahsettiğimi anında anladı. “Yaralandın mı?” diye sordum hemen ben de kaygıyla. Ne olduğunu anlamak için yakasını indirmeye niyetlenirken Öktem elimi sakince kavradı.

“Hayır,” dediğini duydum. Korkuyla yüzüne baktım. “Benden değil.”

Benden değil.

Zihnimde kalbim gibi hızlı çalışmaya başlamıştı. “Kimin o zaman?” diye sordum bu sefer. Tekrardan boynuna baktım. O zaman anladım. Leke kurumuştu. Elimi elinin altından çekerek gözlerimi öfkeyle yüzüne çevirdim. “Neden boynunda kurumuş kan lekesi var?”

Hiçbir şey anlamıyordum. Korkunç ihtimaller aklıma geliyordu ama anlamıyordum.

“Bu saatte bu konuşmayı yapmak zorunda değiliz.”

“Bu saatte dışarıdan bu şekilde geliyorsan, zorundayız! Neredeydin?”

“Tartışmaya değecek bir konu değil,” dedi, net cevap vermekten kaçınarak.

Şu an ne yaptığımızı sanıyordu? Bana ne olduğunu söylemediği her an zaten tartışıyorduk. Ama belli ki ona göre tartışmıyorduk.

“Öktem,” diye uyardım ben de. “Kimin kanı o?”

Yine kısa bir duraklama yaşadı. Soluklandı. En sonunda da “Vedat’ı buldum,” dedi.

Afalladım. “Ne?” diye soluduğumu işittim.

Vedat Keskin.

“O şerefsizi buldum,” dedi ben düşüncelerimi birleştirmeye çalışırken. “Elimde artık.”

Söylediği her kelime bünyemde başka bir şok etkisi yapıyordu. O adam, olaylardan sonra serbest kalmıştı ama tekrardan yakalama kararı çıkartılmıştı. Polisler ise izini bulamamıştı. Kayıplara karışmıştı. En azından ben böyle biliyordum. Şimdi ise Öktem bana Vedat Keskin’i bulduğunu, elinde olduğunu söylüyordu.

“Ne?” diye soludum bu kez de. “Nasıl?” Vakit geçmedi ki zihnim parçaları birbirine yapıştırdı. “O kan o adamın kanı, öyle mi?”

Çıkışımla geriye adım attım. İnanamadım. İnanmak istemedim ama verdiği ayrıntılarla olan buydu. Yakalama kararı olan bir adamın onun himayesinde olmaması gerekirken elinde olduğunu söylemişti. Oysa polislerin elinde olması gerekirdi.

Böyle değildi.

Cevap vermesine müsaade etmedim.

“Yine!” dedim gözlerinin içine bakarak. “Yine aynı şeyi mi yapıyorsun? Polisin görevini mi üstleniyorsun?”

Aynı şeydi. İlk başta abime yaptığını şimdi bu adama tekrar ettiriyordu. Halbuki ben, Vedat Keskin’i aradığından bile bir haberdim.

“Güzelim,” dedi sakince soruma. “Üstlenmiyorum. Yapılması gerekeni yapacağıma emin olabilirsin.”

“Teslim mi edeceksin?” diye sordum kelimelerin üstüne basa basa.

“Evet, edeceğim.”

“Ne zaman?”

Sessiz kaldı.

“Öktem?”

“Bunun bir öneminin olduğunu düşünmüyorum,” diye kaçamak bir cevap verdiğinde bu hiç hoşuma gitmedi. Daha fazla parçayı birleştirsem de her şeyi ondan duymak istiyordum.

“Teslim edeceğini söyledin.”

“Söyledim, edeceğim.”

“Ama zamanı yok öyle mi?”

“Tartışmamalıyız,” dedi söyledikleri tüm bu şeyler makulmüş gibi.

“Aksine deminden beri tartışıyoruz!” Bir şeyler planlıyordu. Biliyordum. Ben bu senaryoyu önceden yaşamıştım. Vedat denilen adam ile herhangi bir bağım yoktu ama polise teslim edilmesi gerekirken edilmemesi geçmişten gelen hamlelerdi ama artık böyle şeyler yapamazdı. Sorunlarımızı böyle çözemezdi. “O adamı neden polise teslim etmiyorsun? Bunu bana söylemek zorundasın.”

Soluklanırken omuzları kalkıp indi. Demin konuşmadan önce kapana sıkıştıysa, söyledikten sonra kapanının hali daha vahim bir durumdaydı. “Çünkü…” dedi. O an gerçek bir cevap vereceğini anladım. “Onunla işim bitmedi. Elimden cezasını çekmeden de hiçbir yere gidemez.”

Kelimelerin anlamı ağır olsa da sesi hiç de öyle değildi. Sanki sıradan bir konu üzerinden konuşma yapıyorduk. Ama tüm bu konuşmada asıl gerçeği buydu. Karşılık vermek istiyordu. Vedat Keskin’e yaptıklarından dolayı bedel ödetmek istiyordu. Geçmiş ile benzerliği belli ki onun için önemli değildi. Nedenini biliyordum.

Babası, Arslan Keskin’e karşı hiçbir şey yapamamıştı.

Bana açıldığında söylediği cümle zihnimde çok netti.

Cezası benim elimden gelmeliydi,” demişti. “Böyle olmamalıydı.”

Ve şimdi ailesine olanların gerçeğini öğrendikten sonra elinde yalnızca o adamın oğlu vardı.

Yaptıklarını onaylamadığım bir ifade takılırken bu kez sessiz kalan taraf oldum. İfademden de cümlelerimden de ne düşündüğüm belliydi. Bir daha konuşma ihtiyacı hissetmedim. Yalnızca başımı sağa sola salladım ve yanından geçtim.

Ne söylersem söyleyeyim kararından vazgeçmeyecekti. Beni dinlemeyecekti. Sakin bir ifade de olsa da gözlerindeki kararlılıktan görmüş ve hissetmiştim.

Salondan çıkmadan bana seslenen sesini duydum ama arkama bakmadım. Yatak odasına girip odanın ışıklarını kapattım ve yatağın içine girerek onun tarafına sırtımı döndüm. Sonra da gözlerimi karanlığa kapatmaya zorladım.

Öktem odaya biraz zaman geçmesinin ardından geldi. Kaç dakika geçmişti, farkında değildim ama fazla değildi. Geçen dakikaların yaptığını düşünmesine yorarak bana istediğim cümleleri söylemesini gözlerimi aralayarak bekledim.

Odadaki hareket sesi dışında sessizlik devam etti. Üstünü değiştirdiğini dolabına kapağını açmasından anladım. Lavaboya gittiğini duydum. Çıkmasının ardından yatağın kendi tarafına oturduğunu hissettim. Biraz öyle durdu. Yatağın içine girmedi.

Ben de beklemeye devam ettim.

Beklediğim olmadı.

İlerleyen dakikalarda da yatağın içine girdi. Konuşmadı. Beni kendi düşüncelerimle baş başa bırakmayı tercih etti.

***

Gecenin geri kalanında pek uyuduğum söylenemezdi. Hangi zaman diliminde gözlerimi açtığımdan bir haberdim ama Öktem’in sarılışının altında uyanmıştım. Sırtım hala ona dönüktü ama kendi tarafımdan biraz uzaklaşmış, beni kendisine çekmişti. Saçım ile boynumun arasında nefes alış verişini hissetmiş, bir kolu belimden bedenimi kavramıştı.

Uyandığımda bir müddet kolunun kavradığı yere bakmıştım. Düşüncelerimin içinden çıkan ihtimaller ise kaygılarımdan bir ip oluşturarak ruhuma dolanmıştı. Gözlerimi kapatsam da göz kapaklarım açılmıştı. Yataktan kalkmamıştım ama düşünüp durmuştum. Sabah namazına kadar da gözlerimi bir daha yumamamıştım. Mide bulantısına bu kez de uyanık ve ayakta yakalanmıştım. Öktem uyuyordu. Kendimi koridordaki lavaboya acelece girerken sessiz olmaya da kendimi zorlamıştım. Öktem’in sesimi duyarak uyanmasını istemiyordum. Neyse ki ne koridordaki lavabodan çıktığımda ne de yatak odasındaki lavaboda toparlanırken Öktem uyanmadı.

Ama odaya girdiğimde bedeninin nefes alış verişini izlerken tüm gece hissettiğim endişe yerli yerindeydi. Bir şey yapmalıydım. Buna karar vermiştim ama ne yapmam gerektiğini tam olarak bulamamıştım. Tek bildiğim Vedat Keskin’in olması gereken yere gitmesi gerektiğiydi.

Onunla Öktem değil, polis ilgilenmeliydi.

Hepimizin iyiliği için bu olmalıydı.

Ama bunun için Öktem’in gece nereye gittiğini bulmalıydım. O sırada gözlerim komodinin üstündeki telefonuna kaydı. Zihnimde ışıklar yandı. Program diye düşündüm. Yine işime yarayabilirdi. Şu an kullandığım telefonumda takip programım yoktu ama indirmesi kolaydı. En son telefonumu nereye bıraktığımı düşündüm. Salonda kalmıştı. Vakit kaybetmeden salondaki telefonuma programı indirdim. Geriye Öktem’in telefonuyla yeni telefonumu entegre etmem kalmıştı. Bunu da Öktem uyanmadan yapmalıydım. Gerisin geri yatak odasına döndüğümde, kolunu boş tarafa doğru uzatmıştı. Gözleri kapalı, uyumaya devam ediyordu. Komodine ilerleyene kadar bir gözüm de Öktem’deydi ama tam komodinin üstündeki telefonuna uzanırken hem homurdandığını hem de bedeninin bulunduğum tarafa döndüğünü fark ettim. Telefonu alamadan, elimi çekmemle komodinin çekmesine değdirdim. Kapatır gibi yaparken de Öktem’in sesini duydum.

“Böyle uyanmayı sevmiyorum,” dedi uyku mahmuru ile karışık hoşnutsuz sesiyle. “Kollarımdan hiç çıkmamalısın.” Elimi tutarak bedenimi geriye doğru yavaşça çekti. Direnmedim. Ayağım yatağa değdi. Kalçama dokunarak yatağın ucuna oturmamı sağladı ve belime doğru sarıldı. “Günümün kötü geçmesini istemem.”

Hafiften ona doğruyken yeni aralanmış gözleri yüzüme bakıyordu.

“Benimle uyandığında günün kötü geçmiyor mu?”

“Geçse bile kaldırma gücüm oluyor,” dedi kolumda parmaklarını gezdirirken. “Ama öbür türlü olmuyor.”

“Yani diyorsun ki, sen uyunana kadar yataktan çıkmamam gerekli, öyle mi?”

“Yataktan çıksan da kollarıma geri gelmelisin.”

“Bunu düşüneceğim.”

“Umarım kararın olumlu yönde olur,” diye cevap verirken gözleri yüzümü inceliyordu. “Akıl sağlığım için.”

“Hm.”

Sonra aramızda kısa bir sessizlik yaşandı. Sanki söylemek istedikleri varmış gibiydi. Benim söylemek istediklerim fazlasıyla vardı ama dün gece gibi dinlemeyeceğini bildiğimden susmayı tercih etmiştim. En sonunda yatakta doğrulurken sırtını başlığa verdi ve “Bana kızgın mısın?” diye sordu.

Gözleri gözlerime yalvarırcasına bakarken elleri elimi içine almıştı.

“Değilim,” dedim.

Şaşırır gibi oldu. “Değil misin?” diye sordu.

“Kızgın olmamı mı isterdin?”

“Hayır,” dedi hemen. Yanağıma dokundu. “İstemem.”

İfadesine rahatlama yayılmıştı. Belli ki sabah uyandığında gece ki tartışmayı devam ettireceğimi sanmıştı. Haklıydı. Aklıma çözüm yolu gelmeseydi, konuyu tekrar açardım. Kızgınlığımı da saklamak yerine belli ederdim.

“Sorun yok. Aramız iyi.”

Yüzümü ellerinin arasına alırken yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Benim güzel karım,” dedi dudaklarıma doğru, ferahlamış bir halde. “Kocana yalnızca her zaman ki gibi güven. Olur mu?”

Tamam dercesine başımı salladım. Yalan değildi. Ona güveniyordum ama karşı tarafa güvenmiyordum.

Hareketim onu gülümsetti ve aramızdaki mesafeyi kapatmasını sağladı. Ellerim gövdesine tutunurken öpücüğünde kendimi kaybetmemek için zorladım ama bu fazlasıyla güçtü. Elleri belime inip tenime dokunduysa daha da güçleşti. Yine de tüm irademle yüzümü gerilettiğimde boynuma yöneldi.

“Derse geç kalmak istemiyorum.”

“Kalmazsın. Seni yetiştiririm.”

Ellerine dokunup aşağıya indirdim. “Kalırım,” dedim ayağa kalkıp, iyice uzaklaşırken. “Ve ben kalamam.”

“Kocanı derse tercih mi ediyorsun? Hem de benim gibi birini.” Sesindeki ukalalık o kadar belli ve bakışları o kadar her düşündüğümü unutturmak istermiş gibiydi ki… Ona kanabilirdim.

“Egon biraz düşse fena olmaz,” dedim dolaba doğru ilerlerken. Karşısında durmaya devam edersem kanmam an meselesi olurdu.

“O zaman seni etkileyemem.” Beni her türlü etkilerdi ama şu an bu cevaba ihtiyacı yoktu. “Şimdi bana akşama mı bekle diyorsun?”

“Olabilir. Bu sayede eve gelene kadar hayalini kurar ve gününün güzel geçmesini sağlarsın,” dedim açık dolabın karşısında kıyafetlerime bakarken.

“Günümün güzel geçmesi için hayaline değil, gerçeğine ihtiyacım var.”

Gözlerimi omzumdan bulunduğu tarafa çevirdim. “Maalesef dakikalar ilerliyor ve benim hazırlanmam gerekiyor.”

Yataktan kalkarken “Anlaşıldı,” dedi. “Karımın insafı yok.”

“Belki de yoktur,” dedim dalga geçerek ben de.

Lavaboya yöneldi. “Kesin olarak söylüyorum, yok.”

Ona tatlı tatlı gülümseyip yönümü tekrardan dolaba çevirdim. Öktem’in lavabonun kapısını kapattığındaysa kapanan kapıya bakıp komodinin üstündeki telefona bakışlarımı değdirdim. Kaç dakikam vardı? Şu programı tekrardan çalışır konuma sokmam için ne kadar gerekliydi? Telefonunu kurcalamamı görmeden bu işi halletmem gerekiyordu. Ben bunları düşünürken duştan su sesi gelmeye başladı ve dakika hesaplaması yapmama gerek kalmadı. Aradığım fırsat buydu.

Hemen harekete geçtim. Öktem’in uygulamayı silip silmediğinden haberim yoktu ama silmişse de tekrardan yüklemem gerekecekti. Neyse ki uygulama yerinde duruyordu. Seri bir şekilde yeni telefonumla, Öktem’in telefonunu entegre ederek eşleştirdim. Bir yandan da kulağım su sesindeydi. Her an kapanabilirdi. Ama kapanana kadar ben işimi halletmiş, telefonunu yerine koymuş ve hatta okula giderken giyeceğim kıyafetimi seçmiştim.

Ve Öktem hiçbir şeyden şüphelenmemişti.

***

Zihnim derse yoğunlaşamıyordu. Derse geldiğime dahi pişman olmuştum. Arada sırada Betül’ün de yaptığı gibi dersi kırmak istiyordum ve ben kolay kolay böyle düşüncelere girmezdim. Ama bu halde olmamın sebebi gece öğrendiklerimden kaynaklıydı. Öğrendiklerim aklımı durmadan kurcalıyor, düşüncelerim birer nehir olup akmaya devam ediyordu.

Hissettiğim kaygı da cabasıydı.

Öktem, her zaman olduğu gibi beni fakülteye bırakmış ve gitmişti. Bir planım vardı ama planımı yürürlüğe getirmeden önce Vedat Keskin’in nerede tutulduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bunun için de Öktem’in o yere gitmesi lazımdı. Konumunu öğrenmek istiyordum. Hatta görmek istiyordum. Ondan sonra bir sonraki aşamaya geçebilirdim. Yoksa tamamen emin olmadan harekete geçersem planım elimde patlayabilirdi. Diğer yandan eğer gece olduğu gibi yine o saatlerde giderse işim hayli zorlaşırdı. Bir kere taksi bulmam sıkıntı olurdu. Aynı zamanda gecenin ıssızlığı korkutucuydu.

Gündüz olmasını tercih ederdim.

Hoca ders anlatmaya devam ederken telefondan konumuna tekrardan baktım. Beni bıraktığından beri kaçıncı bakışımdı, saymamıştım. Sorun yoktu. Konumu restoranı gösteriyordu. Tekrardan normale dönmemiz için o adamın yanına gitmesi gerekiyordu.

Ama Öktem iş yerindeydi.

Gözüm saate ilişti. Öğlen olmasına az kalmıştı. Öğleden sonraysa iki dersim vardı.

“Sen iyi misin?”

Yanı başımdan gelen Betül’ün kısık sesi geldi.

“Hı, hı,” diye mırıldandım bende. Zihin karmaşıklığından bir de ders esnasında ses çıkardık diye uyarı alamazdık.

Betül, bir şey demezken dikkatimi telefondan çekip dirseğimi masaya dayadım ve yanağımı avucuma yasladım. Dersi dinlemeye çalıştım. Fakat insanın zihni sorunla doluysa o sorundan başka hiçbir şeye yoğunlaşamıyordu. Kulaklarım hocanın sesini duyuyor olsa da kelimeleri birleştiremiyordum. Ne anlattığından çok uzaktım.

Zaman ilerledi. Ders bitti. Sınıftan çıktıktan sonra Betül lavaboya gitmesi gerektiğini söyleyince içeri girmek yerine koridorda beklemeyi tercih ettim. O sırada takıntılı bir halde yine programdan konuma baktım. O an konumda bir farklılık dikkatimi çekti.

Hareket halindeydi.

Restoranın konumundan uzaklaşmıştı. Bir yere gidiyordu. Nereye gidiyordu?

Düşündüğüm yere gidip gitmediğinden emin olamazdım. Herhangi bir yere de gidebilirdi. Her gittiği yere giderken kendisini takip edemezdim. Kendimde harekete geçmeden yarı yarıya ihtimalden, bir tarafın ihtimalini yükseltmeliydim. Bunun için de ilk aklıma geleni yaptım ve Öktem’i aradım. Mesajda atabilirdim ama konumun değişimden dolayı arabasında olduğunu tahmin ediyordum.

Telefonu ikinci çalışta, “Pişman oldun ve seni almamı isteyeceksin,” diyerek açtı. Sabahki konuşmamızdan bahsediyordu.

“Hala mı oradasın?”

“Oradan hiç ayrılmadım. Gelmemi istemiyor musun?”

“Hayır, bunun için seni aramadım. Araya çıktım. Canım sıkıldı. Ne yapıyorsun diye aradım.” Bu biraz doğruydu biraz da gerçeğin saptırmasıydı.

“Sıkıntını giderebileceğimi biliyorsun.”

“Öktem!” Uyarı sesim fazla mı çıktı diye de etrafıma bakındım. Kimse beni fark etmemişti. Herkes kendi halindeydi. “Telefonu kapatmamı mı istiyorsun?”

Hattın ucundan güldü. Eğleniyordu. “Şansımı denedim ama cevabımı aldım.”

“Ama ben cevabımı alamadım,” dedim asıl konuya geri dönmeye çalışarak. “Ne yapıyorsun?”

“Masa başında pinekliyorum,” diye cevap verdi.

“Anladım.” Arkasından ekledim. “Betül geldi, kapatıyorum.”

“Bu kadar mıydı?”

“Evet, bir taraftan da Betül gelene kadar seni arayarak boşluğumu değerlendirmek istedim.”

“Sesi duydun mu?”

“Ne?” Anlamamıştım.

“Kırılan kalbimin sesini. Gönlümü almak zorundasın, güzelim.”

Zihnim başka düşünceler içinde olmasaydı, şu an bu söylediğine gülebilirdim ama gülmedim. Yine de sesimin normal çıkmasına özen gösterdim.

“O kolay,” dedim cevap olarak. “Ama şimdi kapatıyorum, görüşürüz.”

Konuşmasına fırsat vermeden telefonu kapattığımda Betül’ün geldiği falan yoktu. Öktem’in söylediği de doğru değildi. Saklıyordu. Birkaç saniye önce konumunu görmüştüm. Restoranda, masa başında değildi. Onunla konuşurken başka ses geliyor mu diye de dikkat kesilmiştim. Araba sesi duymamıştım. Konumuna tekrardan baktım. Yanlış değildi. Burasının restoranın adresiyle alakası yoktu.

Bir karar vermem gerekiyordu. Bir tane hakkım vardı ve doğru yönde tercih yapmazsam yakalanmakla kalmaz, bir daha bu yönteme başvuramazdım. Ruhumun huzur bulması ve gece rahat bir uyku çekebilmem için de başarılı olmalıydım.

Kararımı verdim.

Öktem’in yalan söylemesinin nedeni olmalıydı. Gece olanlardan başka bir nedende ortada yoktu.

Betül’ün lavabodan çıktığını görünce direkt konuya girip, derse girmeyeceğimi, eve gideceğimi söyledim. Sorun olup olmadığını sorduğunda bugün başka bir dersi dinlemeyi canımın istemediğini belirttim. Diretmedi. Devamsızlıkları olmasa kendisinin de dersi asabileceğini söyledi ama yapamazdı. Benim aksime onun devamsızlıkları fazlalaşmaya başlamıştı.

Kampüsten dışarıya çıktığımda hava açık, gökyüzünde fazla bulut yoktu. Hafifçe rüzgar esse de üşütmüyordu. Üstümde kahve tonlarındaki trençkotumla, içime su yeşili tonunda triko kazak giymiş, altımda da benzer tonda keten eteğim vardı. Şalım ise üstümdeki renklere uyuyordu.

Toplu taşımayla uğraşmadan taksiye binecektim ama boş taksi aramadan önce Öktem’in tam olarak nereye ulaşacağını konum olarak görmeliydim. Yoksa taksiye bindiğim an taksiciye düzgün bir adres vermem zorlaşırdı. Yine de otobüs durağına doğru yürüdüm. Otobüse binmeyecektim fakat taksiye binmem gerektiğinde taksilerin güzergahı burasıydı. Durdurmam kolay olurdu.

Eteğimi düzeltip durağın bankına oturduğumda benden başka kimse yoktu. Dikkatim de telefonumdaki konumun hareketindeydi.

Varacağı yer neresiydi?

O adamı, Vedat Keskin’i nerede tutuyordu?

Öktem’in varacağı yere gidene kadar bir otobüs gelip geçti. İnen veya binen olduğunu fark etmedim ama aradan geçen on beş dakikanın sonunda konumu sabitlenince durduğunu anladım. Konumda sokak, mahalle gibi bilgiler gözükse de tam olarak nerede olduğunu bilmiyordum. Issız bir yer gibi görünmüyordu. Dükkanlar, işletmelerin isimleri konumda yazıyordu. Belki de konumdaki işaretlemeler eski tarihlere aitti. Olabilirdi. Gidince öğrenecektim.

Toparlanıp önümden geçen ikinci taksiyi durdurdum. Uygulamanın gösterdiği konumu taksiciye vermemin ardından bir daha hareket haline geçiyor mu diye de kontrol etmeye başladım. Hareket etmedi. Konum sabitti.

Taksideki yolculuğum yaklaşık kırk beş dakika sürdüğünde İstanbul’un farklı bir semtindeydim. Konumda da belirttiği üzere öyle ıssız bir yol değil, cadde üstüydü. Uygulama, Öktem’in konumuna çok yakın olduğumu gösterdiğinde taksiciye durması gerektiğini söyledim ve ancak o zaman aklıma taksimetre geldi. Taksimetrenin ne kadar tutacağını uygulamaya bakarken hiç düşünmemiştim. Cüzdanımda nakidim ve Öktem’in bana ait çıkardığı kredi kartı vardı ama kart ile ödeme yapmak istemiyordum.

Gözüm taksimetreye gitti.

Oldukça tutmuştu. Cüzdanımda ne kadar vardı, emin değildim ama yetmesi için içimden dua ettim. Çantamı dizimin üstüne çekerken telefonumu trençkotumun cebine koydum. Cüzdanımdan para ayarlarken beklemediğim başka bir şey oldu. Taksinin kapısı birden açıldı ve yerimde irkildim. Ne olduğunu anlayamadan ve başımı çevirmeme kalmadan onun sesini duydum.

“Gelmen uzun sürdü.” Ses Öktem’e aitti ve açılan kapıdan yüzüne bakarken şaşkına dönmüştüm. Bu nasıl olabilirdi? Bilmiyordum ama olmuştu. Yakalanmıştım. Biliyordu. Anladığını gözlerine bakarken anlamıştım. “Ne kadar tuttu?”

Cevap veremedim.

Zihnim tamamen durmuştu.

Benim yerime taksici cevap verdiğinde, ön cama ilerledi. Ceketinin iç cebinden cüzdanını çıkarıp tutarı camdan taksiciye uzattı. Ben ise hala taksinin arka koltuğundaydım. Donmuştum.

Nasıl bilebilirdi?

Nasıl anlamıştı?

Yeniden arka tarafa ilerlediğinde inmediğimi biliyordu. Açık kapının aralığında dururken elini uzattı. “Hadi güzelim,” dedi inmem gerektiğini belirterek. “Taksici abimizin başka gidecek yerleri vardır.”

İnanamıyordum ama kendime gelmem gerekiyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Uzattığı eline bakıp gözlerimi çektim. Cüzdanımı çantamın içine acelece sıkıştırıp uzattığı elini es geçerek taksiden indim. Hiçbir şey demedim. Diyeceğim cümleleri bilemiyordum. Ama Öktem, “İşte benim kızgın karım,” dedi ve arkamdan taksinin kapısını kapattı.

Taksi yanımızdan hareket ederken çantamı omzuma astım. Kulpunu sıkıca tuttum. Yönümü Öktem’e çevirdim. Ona nasıl anladığını sormak istiyordum fakat dudaklarımı açamıyordum.

Ben konuşamadım ama Öktem konuştu.

“Bu kadar yolu susmak için gelmedin, güzelim. Konuşacağız ama burada değil. Senden benimle gelmeni isteyeceğim.”

Ne kadar da sakindi. Benim aksime. Ve haklıydı. Gelmemiştim. Gelmediğim gibi de böyle bir durumla karşı karşıya kalacağımı da tahmin etmemiştim. Eğer gece söylediğimi kabul etmiş olsaydı, bu takibi yapmak durumunda bile kalmayacaktım.

“İyi, tamam,” dedim kısaca. Nereye gideceğimizi sormadım. Kaldırımda yanında ilerledim. Arabasına yönlendiriyor diye düşündüm ama düşüncemin aksine fazla ilerlemeden kepenkleri kapalı bir dükkanın önünde durdu. Tabelası yoktu. Kapalı kepenklerden içerisinin ne olduğunu da anlaşılmıyordu.

Öktem, açık kapısından içeriye girdi. Zihnim karışmaya devam etse de ben de onu takip ettim. Dükkan değildi. Restorandı. İçeriye girer girmez mekan ortaya çıkıyordu ama boştu. Daha doğrusu bir kısmı boştu. Alandaki oval masalar vardı fakat içeceklerin konulduğu bar tezgahı denilen yer boştu. Yalnızca tezgahın üstünde kocaman açılmamış kutular vardı. Masaların üstü de düzenlenmemişti. Bazı masaların üstünde de kutular duruyordu ve bazıları açılmıştı. Mekanın belli bir dekorasyonu da vardı ama tam değildi.

Öktem’in, “Beğendin mi?” diyen sesini duyduğumda etrafta gözlerimi gezdiriyordum. Masaların ortasındaydım. “Daha tamamlanmadı ama bir şeye benzemeye başladı. Sen gelmeden önce herkesi yolladım.”

Ona baktım. “Herkesi mi?”

“Çalışanları,” diye açıkladı. “İzinden memnun kaldılar.”

Bazı kutuların neden açık olduğunu açıklıyordu.

Sessiz kalmak istedim. Zihnim sessiz kalmadı.

“Nasıl anladın?” diye sordum, verdiği bilgilerin dışında konuşarak. Bir şekilde anlamış olmalıydı ama nasıldı? Uygulamayı entegre ederken kendisi banyodaydı. Telefonunu kurcaladığımı anlamış olamazdı.

Açıklama gereği duymadım. Neden bahsettiğimi biliyordu.

Karşımda duruyorken gözleri yüzümdeydi. “Tesadüf,” diye cevap verdi. “Telefonla ilgilenirken uygulaman dikkatimi çekti. Sonra niçin kullandığını hatırlattı. Öylesine tıkladığımdaysa beni bir sürpriz karşıladı.”

Kahretsin.

Uygulamanın içine girdiğinde eşleşen yeni telefonumu görmüştü.

“Bana doğruyu söylemedin,” dedim bende. “Sen arabadaydın ama bana restoranda oturduğunu söyledin.”

“Ne yapacağını görmek istedim ve aklımdan geçeni yaptın. Böylece sabah neden kızgın olmadığını da anlamış oldum.”

“Sen de beni oyuna getirdin öyle mi?”

“Bana bu konuda kızamazsın güzelim. Sende beni oyuna getirmeye çalıştın. O hayran olduğum aklınla bir plan yaptın.”

Çözmüştü. Tabi çözerdi. Onu takip etmeye başladığım an anlamıştı.

“Ben doğru olanı yapmaya çalıştım.”

“Doğru olan arkamdan iş çevirmek istemen mi?”

Böyle söyleyince suçluymuşum gibi görünüyordu.

“Senin yapmadığını yapmak,” diye düzelttim söylediğini. “Birimiz doğru olanı yapmak zorundayız ve ben o adamın yerini öğrenmek istiyorum!”

Sakin durmaya devam etti. “Burada değil.”

Bulunduğum yerde olmadığını ben de biliyordum.

“Onu anladım. Nerede?”

Terini söylemek yerine “Bana güvenmeliydin,” dedi. Sesi sakin olsa da şimdi alınmış gibi çıkıyordu. “Neden bana güvenmeyi seçmedin?”

Anlamıyordu.

“Ben karşı tarafa güvenmiyorum! Bunu nasıl anlamıyorsun? O adamın senin elinde olması kocaman bir hata, Öktem! Polise teslim etmelisin. Cezası neyse orada çekmeli.”

“Zamanı gelince teslim edeceğimi biliyorsun,” dedi gece söylediğini hatırlatarak. “Sana söz verdim, yapacağım.”

“İkimiz de biliyoruz ki, zamanın gelmesi içindeki öfkeyi sonlandırınca olacak.” Öfkesini sonlandırmak için ne kadar zamana ihtiyacı vardı? Zamanı yoktu. İçi soğumazdı. “Ama ben sana başımıza gelebilecek senaryoyu söyleyeyim. Sen bunu yaptın diye Vedat Keskin de karşılık vermek isteyecek!” Sesimi artık düşük seviyede tutamıyordum. “Ve ben bunu daha önce yaşadım. Abimle karşılıklı hamleleriniz sonucunda seni kaybediyordum! Bir daha bunu bana yaşatamazsın! Olmaz!”

Düşüncesiyle bile göz pınarlarımın dolmaya başlayacağını hissettim. O günleri tekrar tekrar hatırlamak, yaşamak istemiyordum. Böyle kaygıyla yaşayacağım bir hayatı da istemiyordum. Her gün bir şey olacak ve Öktem’i kaybedeceğim korkusuyla yaşayamazdım. Yaşayamazdık.

“Bunu ikimiz için yapıyorum,” dedi söylediklerime. Ne? “Bize tekrardan bulaşmayacağından emin olmalıyım. Karımın etrafında bir daha dolanmayacağını kesinleştirmeliyim.”

“Sebebi bu muydu?” Duyduğum düşündüğüme tersti. Ailesine yapılandan sonra Arslan Keskin’den hıncını alamayacağı için oğlunu bir yerlere kapattığını sanmıştım ama o bunu benim için, bizim için yaptığını söylüyordu.

“Başka ne olacaktı?” diye sordu o da, belli ki sebebini bildiğimi düşünmüştü ve artık bilmediğimi biliyordu. Karşısında hem öfkeyle hem de korkuyla dururken ellerime doğru uzandı. “Doğanay. Güzelim,” dedi yavaşça halime. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok. Güven bana.”

“Nasıl yok?” diye sordum. Nasıl olmazdı? “Ya serbest kaldığında bunu yaptığın için tekrardan sana bulaşırsa? O zaman ne olacak? Lütfen… Bu işi lütfen polise bırak.”

Durakladım, gözlerim dolu doluydu. Halime bakarken devam ettim. Ellerimi ellerinden yavaşça çektim. “Anlamıyorsun. Böyle şeyler yapamazsın,” dedim kaç kez bu kelimeleri kullandığımı bilmeden. “Güvenliğimizi sağlamaya çalışırken yaptıklarının geri tepme olasılığı var. İstemiyorum. Seni kaybedemem.”

Kaybedemezdim. Ve artık kaybedemezdik.

Konuşacak gibi oldu. Müsaade etmedim.

“Hamileyim!” dedim ansızın.

İşte söylemiştim. O kelime ağzımdan çıkmış, ortamıza yerleşmişti. Bu bilgiyi nasıl, nerede söyleyeceğimi hatta kendisine söylediğimde tepkisinin ne olacağını hiç düşünmemiştim ama söylediğimde karşımda gözleri gözlerimdeyken öylece donakalacağını da düşünmemiştim.

Tepki verdi.

İlk tepkisi göz kapaklarını oynatmak oldu. Ardından aşağıya, karnıma doğru kaydırdı. Sonra, ağırca “Bir daha söyle,” dedi.

Söylediğini yaptım.

“Hamileyim.”

Gözleri yüzüme kalktı. “Hamilesin,” dedi tekrar ederek ama konuşurken bir teyit daha vermem gerekiyormuş gibi yüzüme bakıyordu. Başımla onayladım. “Şimdi… Anlıyor musun? Seni kaybetmeye…”

Araya girdi.

“Hamilesin,” dedi bir kez daha. Sanki önceden söylediğim her şeyi unutmuş gibiydi. Aynı kelimeyi tekrar tekrar söylemesi ne düşündüğünü bilmememi sağlamıyordu.

“Öyleyim,” dedim.

Daha ne kadar böyle devam edeceğiz diye düşünürken, ifadesi değişti ve o an bir şeyleri anladı. Anlamasıyla yüzümü avuçlarının içine aldı. Yüzünü bana doğru biraz eğerken gözlerimin içine daha derinden bakmaya başladı ve yeniden, “Gerçekten hamilesin,” dedi.

Bu tepki sindirmeydi.

Gözlerimi kırpıştırdım. “Evet,” dedim ben de üstüne basa basa. “Evet, hamileyim.”

Testi ilk gördüğümde bu bilgiyi aynı onun gibi sindirmeye çalışmıştım. Hala da inandırıcı gelmiyordu ama kendi sesimden bu gerçeği birkaç kez daha tekrarlamam benim içinde yararlıydı. Hamileydim.

“Bir bebeğimiz mi olacak?” diye sordu sonra. Gerçekle aydınlanan mavi gözleri gözlerime işler gibi bakıyordu.

Yüzüm elleri arasındayken başımı aşağı yukarı salladım. “Olacak,” dedim. Bir bebeğimiz olacaktı. “Bizim bir bebeğimiz olacak.”

Gözleri mutlulukla parladı. İfadesinde dalgalanmalar oldu. Mutluluk tüm yüzüne yansıdı. “Bu… Bu harika!” dediği sırada gözümden akan yaşı engelleyemedim. Akan damlayı gördü. Birden durakladı. Ne düşüneceğini bilmiyormuş gibi gözleri gözlerimde gidip geldi. Arkasından da “Harika değil mi?” diye sordu, tereddütle. “Yoksa sen…”

“Öyle bir şey değil,” diyerek cümlesini tamamlamasına izin vermedim. “Evet, benim için sürpriz oldu ama öyle bir şey değil.” Konuştuğum sırada arka arkaya damlalar akmaya başlamış, parmaklarını ıslatıyordu. “Artık anlıyorsun. Seni kaybetmeye yaklaşamam bile.”

Ben babasız büyümüştüm. Babamı tanımış, sevgisini hissetmiştim ama sonra hayatımdan gittiği anın acısını yaşamış, bu yaşıma yarım olarak gelmiştim ve daha yeni Öktem’i kaybetmeye yaklaşmışken de bir kez daha aynı şeyleri yaşayamazdım.

“Bebeğimiz babasız kalamaz,” diye devam ettim. Bebeğimiz. Bizim bebeğimiz. Sesimden çıkan ufacık kelime ağlamamı fazlalaştırırken ne demek istediğimi, neden bu kadar çırpındığımı anlamasını sağlamıştı.

“Halledeceğim,” dedi Öktem. Akan her yaşımı yavaşça siliyordu. “Halledeceğim.”

“Nasıl?”

“Halledeceğim,” dedi yine. “Bir daha benim yüzümden üzülmeyeceksin.”

Konuşacakken dudaklarıma dokundu.

“Bana güveniyorsun,” dedi hemen. “Güvenini boşa çıkarmam. Halledeceğim.”

“Polise yakın zamanda teslim mi edeceksin?”

“İstediğin buysa yapacağım,” derken aklından geçen gidenler vardı. İfadesinde gördüm ama bir kere yapacağını söylemişti. Ona inandım. “Siz yeter ki üzülmeyin.”

Ve o an diğer her şeyin yanında son söylediğinde takılı kaldım.

Burnumu çektim. “Bizi üzmek istemezsin,” dedim bende ona uyarak. “Bundan böyle iki kişiyim.”

Yanaklarımı okşarken gülümsedi. “Baba mı oluyorum şimdi ben?” diye sordu. Hala şaşkındı. Halini anlıyordum. İlk öğrendiğim zaman uzak bir ihtimalin dibimde olduğuna inanmak zordu.

Kendimi toparlamam gerektiğinin de farkındayım. Gözlerimde doluluk olsa da akması durmuştu. Gülümsemesine karşılık verdim. “Oluyorsun.”

Gülümsemesi biraz daha büyüdü. Dakikalar öncesine geri dönerek ifadesine mutluluk yerleşti. “Oluyorum. Baba oluyorum,” dedi gülerek ve ne olduğunu bile anlayamadan kendimi kollarında buldum. Ayaklarımı yerden kestiğinde boğazımdan hafif bir çığlık çıktı. Bedenimi kollarında döndürürken boynuna doğru sarıldım. Bir yandan da “Baba oluyorum!” diye aynı ki kelimeleri söylüyordu.

Haline o halde kahkaha attım. “Öktem, indir beni,” dedim zar zor.

Aynı kelimeleri tekrar söyledi. “Baba oluyorum!”

Tepkisi benden kat ve kat iyiydi. Başta şaşırmıştı ama sonra adapte olma hali benim gibi değildi. Mutlu olmuştu. Gerçekten mutlu olmuştu.

“Öktem,” dedim bir kez daha şansımı deneyerek. “İndir beni. Başımızı döndürdün.”

Her türlü başımı döndürüyordu zaten ama şu an tek kişi değildim ve bilerek de bizli konuşmuştum. Taktiğim işe yaradı. Yavaşladı. Ayaklarımın yere bastığını hissettiğimde geriye çekildim.

Ben, “Sonunda,” diye rahatlarken elleri yüzüme ulaştı.

“Miden mi bulandı?”

Endişelenmesini istememiştim. Görünen o ki endişelendirmiştim.

Başımı olumsuzca salladım.

“İyi misin?” diye sordu arkasından.

“Evet.” Güldüm. “Sadece ayaklarımın yere basmasını istemiştim.”

Rahatladı. Gülümsememe karşılık verdi. “Baba oluyorum,” dedi bilmem kaçıncı kez.

“Alıştırma mı yapıyorsun?”

Ellerini yüzümden indirip ellerimi tutarken “Baba oluyorum,” dedi, tatlı tatlı.

“Oluyorsun,” dedim bende.

Durakladı. Yüzümü ezberlercesine baktı. “O mide bulantıların…”

“Belirtiymiş,” diye tamamladım sözünü.

“Belirti… Ne zaman öğrendin?”

“Dün test yaptım.”

Betül, aklıma bu ihtimali sokmasaydı belki de bir müddet zaman geçtikten sonra bu ihtimali düşünecek ve daha geç öğrenecektim.

“Ve ben bugün öğrendim,” diye cevap verdi. İçerlemiş miydi?

“Nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Şok olmuştum.” Olmuştum. Düşünmemeye bile çalışmıştım. Sonra da gece öğrendiklerimden dolayı da nasıl söyleyeceğimi bilememiştim.

Anlıyorum dercesine başını salladıktan sonra “Şimdi ne yapmalıyız, biliyor musun?” diye sordu. Ne diyemeden devamı geldi. “Hastaneye gitmeliyiz.”

“Hayır.”

“Hem de hemen hastaneye gitmeliyiz, güzelim.”

Hastaneye gidilmesi gerektiğini tabii ki de ben de farkındaydım ama bugün gitmek aklımda yoktu.

“Şimdi olmaz. Ben eve gidip dinlenmek istiyorum.” Gece ve bugün olanların ardından yalnızca evde sakince düşüncelerimi dinlendirmek istiyordum. “Senin yüzünden gece düzgün uyuyamadım bile. Bu yüzden benim dediğimi yapıyoruz. Yarın gideriz.”

“Hastaneye gitmeliyiz.” Sanki söylediklerimi duymamıştı.

“Öktem!”

“Hastaneye gideceğiz.”

“Öktem!”

“Gideceğiz.”

Kararından dönecek gibi durmuyordu. Ofladım. “Tamam,” dedim kabul ederek. “Tamam. Gidelim.” Bulunduğum alanda gözlerimi gezdirdiğimde nerede olduğumuzu hatırladım. Daha önce restoranın başka şubesinde bulunmamıştım. Burası yeni bir yerdi. Aynı zamanda da daha açılmamış olsa da merak etmiştim. “Ama burayı bana gezdirdikten sonra,” dedim arkasından hemen. “Etrafa bakmadan gitmemeliyim. Olur mu?”

İtiraz etmedi. “Nasıl isterseniz,” diye cevap verdi. “Bana kalırsa da incelemeden gitmemelisiniz.” Cümlelerin son kelimelerini düzeltmesi gözümden kaçmamıştı.

Ben de ona uydum.

“O zaman bizi gezdir.”

***

 

Dört haftalıktı.

Karnımda büyümeye başlayan o minik varlık dört haftalıktı.

Dört haftadır benimleydi.

Özel bir hastaneye gitmiştik. Öktem, hastaneyi annesi Nehir Hanım’ın tedavisi zamanından biliyordu. Geçmişte kendi içinde geldiği hastaneydi.

Hastaneye gittiğimizde birkaç test yapılmıştı. Doktor, ultrason ile görüntüleme için daha erken olduğunu ama bir hafta sonra gelebileceğimizi söylemişti ve yapılan testlere göre düşük çıkan değerlerime karşı birkaç ilaç vermişti. Bunun dışında herhangi bir sorun gözükmüyordu.

Restoranı da istediğim gibi gezmiştim. Mekanın içi tam olmamıştı ama görülmeye değerdi. Büyüklüğü diğerine göre benzerdi. Bodrum katı dışında üst katı yoktu ve dekorasyonu farklı olacaktı. Her şeyi yerleştirilmemişti. Öktem, tavanlarda fener lambası gibi aydınlatmaların olacağından bahsetmişti. Aynı zamanda tavan yapay sarmaşıklarla ve yapraklarla süslenecekti. Daha bunlar olmamıştı.

Ayrıca etrafa bakarken bu yeni yerin farklı bir yer olduğunu öğrenmiştim. Burası geçenlerde – Öktem vurulmadan önce- konuşma yaptıkları adamın yeri değildi. O günü hatırlıyordum çünkü Bade’nin foyasının ortaya çıktığı gündü. Öktem o gün bir adamla yeni mekan için toplantı yapmıştı. Bana da orasıyla kendisinin ilgilenmeyeceğini söylemişti. Doğruydu.

Yani bugün gördüğüm yer, Sedat abinin himayesinde olacağı yer değildi. Orası başka bir şube olacaktı. Öktem ile iş konularını pek konuşmadığımdan kaç tane şubesi vardı ya da kaç tane yeni açılış olacaktı, hiçbir fikrim yoktu. Öncesinde bana söz ettiği yeni şubeyi Sedat abinin kontrolünde olacaksa da burasıyla Öktem ilgilenecekti.

Bugün baya yorulmuştum ama zihnim geceye ve gündüze göre daha rahattı. Hem bildiğim gerçeği dillendirmenin hem de kaygılarımı artıran diğer gerçeğin sonuca bağlanacak olmasından kaynaklıydı.

“Hala inanamıyorum,” dedim. “Bir gün önce hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Şu an burada üç kişiyiz.” Günün yorgunluğu bedenimden sıyrılması için yatakta, Öktem’in kollarında uzanıyordum. Sırtım, gövdesine dayalıydı. Hiç bu konuları da konuşmamıştık. Hayatımda onca olanın içinde bir bebek konusu aklıma bile gelmemişti. Zaten ilişkimiz de taptazeydi. Yine de en azından davranışlarımızın gideceği nokta aklımıza gelmeliydi ama bizim gelmemişti. “Seninle böyle şeyleri hiç konuşmamıştık. Konuşmadık ve sonuç.” Elimi karnıma getirdim. “Burada.”

Buradaydı. Karnımdaydı. Bizimleydi. Gerçekti.

Bu gerçek ikimizin hayatımızda yeni bir aşama demekti. İkimiz için de yeni bir durumdu. Bilmediğimiz ama öğreneceğimiz uzun bir yoldu.

“Mutlu musun?” Böyle bir soru beklemediğimden şaşırdım.

Başımı Öktem’e doğru hafiften döndürdüm. “Neden böyle bir şey sordun?” O an yanlış bir şey mi söyleyip söylemediğimi düşündüm. Mutsuz mu görünüyordum?

“Belki de bana kızgınsındır,” dedi bu sefer de.

“Neden kızgın olmalıyım?”

Bugün için öfkelendiğim konular olmuştu ve sonuca bağlanmıştı. İçimden bir ses konunun bu olmadığını söylüyordu.

“Belirttiğin gibi konuşmalıydık ama biz konuşmadık,” diye cevap verdi. “Çünkü konu teninde kaybolmam olunca bende akıl kalmıyor.”

“Ah.” Anlamıştım. Bir yandan hamile olduğuma mutlu olup olmadığımı soruyordu. Diğer yandan korunma gibi yöntemleri konuşmadığımızdan kendisine kızgın olup olmadığımı sorguluyordu. “Saçmalama,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Tamam. Beklemiyordum, beklemiyorduk ama ikimiz için de güzel sürpriz oldu.” Önüme dönerken elini kavrayıp karnımın üstüne getirdim. “Elbette mutluyum. Bir bebeğimiz olacak.”

Sevdiğim, kalbimi verdiğim adamın bir parçası benimleydi. Nasıl mutlu olmazdım? Mutluydum. Hatta baba olacağını öğrendiği zaman ki yüzündeki o mutluluğu gördükten sonra mutsuz olmam imkansızdı.

Bakışlarımı yeniden kendisine çevirdim. İmayla, “Yoksa baba olmaya hazır değil misin?” diye sordum arkasından.

Bedenimi kendisine bastırırken karnımdaki parmakları hafiften hareket ediyordu. “Sorunu duymazdan geleceğim,” diye cevap verdi.

“Yani dünden hazırsın.”

“Dibine kadar hazırım.”

Güldüm. “Sen çok iyi bir baba olacaksın.” Olacaktı. Öktem için aksisi düşünülemezdi. O an bir konuşmayı hatırladım. Ebru ile aramızda geçen bir konuşmada bebek düşünüp düşünmediğimizi sormuştu. O zamanlar ilişkimiz düzgün olmadığından konuşmadan sıkılıp durmuştum. Ama bana Öktem’e baba olmak yakışacağını söylemişti. Ebru ile pek ortak noktamız olmasa da bu konuda haklıydı. Yakışırdı.

“Karım ne derse doğrudur.”

“Şüphen olmasın. Bebeğimiz ve ben çok şanslıyız.”

“İzninle bunda düzeltme yapacağım güzelim. Size sahip olduğum için asıl ben ne kadar da şanslı bir adamım.”

Huzurluydu. Yüzüne, gözlerine bakarken tüm ifadesine yayılan hissi görebiliyordum.

“Mütevazi olamayacağım,” diye tepki verdim. Elimi yanağına getirip gülümsememi büyüttüm. “Evet, şanslı bir adamsın. Hem de baya şanslısın.”

Duyduğuyla dudaklarında ukala gülümsemesi yer edindi. “Baya baya şanslıyım.”

“Öylesin.”

“Ve bu adamı seviyorsun.” Sesindeki tondan etkilenmemek mümkün değildi. Bu tepkisine her defasında bayılıyordum.

“Seviyorum,” dedim yanağındaki hafif kirli sakalını okşarken.

“Bir daha söyle.”

Dediğini yaptım. “Seni seviyorum,” derken gözlerini yavaşça kapattı. Sanki kelimeleri ruhuna hapsediyor, içine çekiyordu.

“Şimdi tek bir şey kaldı,” dedi gözlerini açtığında.

“Nedir?”

“Bana bir öpücük vermelisin.”

Öpücük. Tabi ya. “Yetinecek misin ki?”

“Yetinirim.”

Her kelimesine gülümsemeden edemiyordum. Yüzümden gülümsemem gitmeden bir yenisi oluşuyordu. Ondan önce bu kadar güldüğümü bile hatırlamıyordum. Söylediğini yapmadan önce biraz yukarıya doğru doğruldum ve benden istediği öpücüğü gülümseyerek verdim. Ama uslu durmadı. Bedenimi geriye yatıracağını anlayınca ellerim omuzlarına tutundu. Konuşmak için geri çekilmeye çalıştım. İzin vermeyince omuzlarından yavaşça itekledim. Bu kez izin verdi. O an hemen, “Yetineceğini söylemiştin,” dedim ama Öktem, çoktan boynumda gezintiye çıkmıştı.

“Kandırdım.” Nefesi kulağımı gıdıkladı.

“Aferin sana.” Tenime doğru gülümserken zihnime bir düşünce düştü ve korkuya kapılmamı sağladı. “Öktem,” dedim aceleyle. “Ya… Ya bebeğe bir şey olursa?”

“Olmaz,” dediğini duydum.

Bana baksın diye omuzlarından iteklediğimde yüzü yüzümün karşısına geldi. Endişe dolu gözlerime göre kendisinde gram endişe yoktu. “Nereden biliyorsun?” diye sordum. “Hemen araştırmış olamazsın.”

“Doktora sordum.”

“Anlamadım?” Afallamıştım.

“Sen lavaboya gittiğimi sanırken doktorun odasına gittim.” Daha da şaşırdım. Hastaneden çıkmadan yanımdan lavaboya gitmek için ayrılmıştı. Demek ki gidiş amacı farklıydı.

“İnanamıyorum,” diye hayıflandım. “Kadına gidip karıma dokunabilir miyim, diye mi sordun?”

Dudağının kenarı hafiften yukarıya kıvrıldı. “Aynen böyle sordum.”

“Peki, benim niye bundan haberim yok?”

“Zamanı gelince söyleyecektim.”

“Şu an zamanı değil miydi?”

“Güzelim, sana kapıldığım an düşüncelerim sıfırlanıyor. Aklımı başımdan aldığını söylediğimde beni ciddiye almalısın.” Yüzü yüzüme yaklaşmaya başladı. “Şimdi kaldığımız yerden devam edelim mi?”

Etkileyici haline rağmen geriye çekildim.

“Benim yanımda niye doktora sormadın?”

“Utanırdın,” diye cevapladı. “Utanmaz mıydın?”

İtiraz etmedim. Yanımda doktora böyle bir soru yöneltseydi, yerine dibine girerdim.

“Ya istediğin gibi bir cevap alamasaydın?” diye sordum sorusunu es geçerek. Zaten o da cevabı bilerek hareket etmişti.

“Neyse ki korktuğum gibi bir cevap almadım.”

Duruma gülsem mi, kahkaha mı atsam bilemedim. “İnanılmazsın,” dedim hayretler içerisinde.

“Karım diyorsa öyleyimdir,” derken aramızdaki mesafeyi kapatmaya niyetlendi. “Sabah yarım bıraktığımızı tamamlamalıyız.”

Bu sefer itiraz etmedim. Geri çekilerek engellemedim. İsteyerek yenildim.

***

Araba orman yolunda ilerlerken gökyüzü daha karanlığına kavuşmamıştı. Yolun iki tarafındaki ağaçların dalları rüzgarın etkisiyle sallanıyor, araba ilerledikçe her biri geride kalırken bir sonraki karşıma çıkıyordu.

Ertesi gün çiftlik evinin yolundaydık. Gün hafta sonu cumartesiydi ve biz Öktem’in annesi, Nehir Hanım’a akşam yemeği için gidiyorduk. Aslında gidiş amacımız yemek değildi. Öğrendiğimiz yeni bilgiyi herkese söylemekti. Bu yüzden Öktem, çiftlik evinde yakın aileden herkesin akşam yemeğinde toplanmasını istemişti. Benim ise tereddütlerim vardı. Daha hamile olduğumu yeni öğrenmişken, herkese söylemek için erken geliyordu. Öktem benim tam tersimdi. Herkesin bilmesini istiyordu. Söylemek için sabırsızlanıyordu. Gözlerine yansıyan heyecanını gördüğümde de ona uymuş, kabul etmiştim. Aynı zamanda da bu akşam için bir planımız vardı.

Çiftlik evinde zaman geçirdikten sonra şehir merkezindeki daireye dönmeyecek, diğer evimize gidecektik.

Dün ki konuşmamızdan sonra Vedat Keskin ile ilgili sorunumuzun hangi boyutta olduğundan habersizdim. Bu konuyu açmamış, Öktem’e güvenmiştim. Bugün restorana da gitmemiş, yanımda kalmıştı ama bana bir söz vermişti. Yerine getireceğini düşünüyordum.

Araba orman yolundan çıkıp çiftlik yoluna saptığında eve varmamız azaldı. Biraz sonra da çiftlik evinin görüntüsü belirdi. İlerleyen arabayı güvenlikler görünce çiftliğin metal kapısı yavaşça açılmaya başladığında bahçesine park edilmiş tanıdık bir arabanın varlığı ortaya çıktı.

Ebru’nun arabasıydı. Onu hastanedeki günlerden beri hiç görmemiştim.

Öktem arabasını kendi yerine park ettiğinde dışarıya çıkma vakti gelince benden önce arabadan çıkarak benim tarafıma geldi ve kapımı açtı. Bu hallerine alıştığımdan yüzümdeki gülümsemeyle arabadan indim.

“Teşekkür ederiz,” dedim iki kişi olarak.

“Her zaman ki gibi emrinize amadeyim,” diye cevap verdi. Sonra da arabanın arka kapısını açıp çantamı, kedi kafesini ve annesi için aldığımız çiçek buketini koltuktan alarak arabayı kilitledi.

Buketi uzanıp elinden aldım. Buket, rengarenk gül, ortanca ve zambak çiçeklerinden oluşuyordu. Çantamı da almaya uzanacakken Öktem elimi tuttu. Çantamı bana vermedi.

Tek bir tane araba görmeme rağmen, Öktem’e “Herkes gelmiş midir?” diye sordum, ilerlerken.

“Görünüşe göre hayır.”

Aynı fikirdeydik.

“Yoksa gergin misin güzelim?” Verandaya doğru yürürken sormuştu.

“Hayır,” dedim.

“Emin misin?” Sesi sorgular gibiydi.

Gergin mi görünüyordum? Ama değildim.

“Evet. Yalnızca heyecanlıyım.” Yandan bir bakış attım. “Sen de öylesin.”

Öktem de bana baktı. Kocaman tebessüm etti. “Öyleyim.” Tüm gün böyleydi. Uzun zaman boyunca da devam edecek gibi görünüyordu.

Verandaya geldiğimizde Öktem, zile basarken omzumdan arkama doğru baktım. Güneş yavaştan ufukta kaybolma yoluna geçmiş, gökyüzünü turuncu yansımalara boğmuştu. Etrafta yalnızca çiftlik evinin konumundan kaynaklı doğa sesleri duyuluyordu. Şehir merkezlerine göre sessizlik olarak tanımlanabilirdi. Muazzamdı ve ben bu sesli sessizliği seviyordum.

Kendi evimizin bahçesinde de aynı hissiyatla olacak olmam harikaydı.

Kapının açılma sesiyle kendime geldim. Bizi Sibel abla karşıladı. İçeriye girdiğimizde üstümdekini almak için yanımızda dikilmek istedi ama Öktem nazik bir dil ile reddetti. Yalnızca yanımızda getirdiğimiz Canavar’ı ilgilesin diye kafesini emanet etti. Elimde buket olduğundan üstümdeki trençkotumu Öktem’in yardımıyla çıkardım. Bu akşam için etnik desenleri olan siyah tonunda bir etek giymiş, onu da beyaz kazağımla birleştirmiştim. Şalım da eteğimin rengindeydi. Uyumlu bir haldeydim. Öktem ise her zaman gibiydi. Siyah takımlarından birini giymişti ama içinde benim aksime beyaz kısa kollu bir tişört vardı.

Öktem kabanımı ve çantamı askılığa asarken “Doğanay abla,” diye neşeyle bağıran Ece’nin sesini duydum. Odaların olduğu koridordan çıkmış, bize doğru koşarak geliyordu.

Sarı saçları iki yandan alt kuyruğu yapılmıştı. Üstünde bisiklet yaka tozpembe renginde triko hırka ile pileli pembe tonlarında eteği ile çok tatlı görünüyordu.

Gülümsedim. “Ececiğim,” diyerek dizlerimin üstüne doğru çömeldim. Çiçek buketini bir elime alırken Ece boynuma sarıldı. Bir elimle ben de ona sarılırken Öktem buketi elimden aldı. “Nasılsın?”

“İyiyim,” dedi geri çekildiğinde. “Sen nasılsın, Doğanay abla?”

“Ben de iyiyim.”

Biraz daha geri çekildi. “Nasıl olmuşum? Güzel olmuş muyum?” diye sordu üstündekileri göstermek için kendi etrafına dönerek.

“Harika olmuşsun, bayıldım.”

“Teşekkür ederim,” diye cıvıldadı.

Araya Öktem’in sesi girince Ece ona baktı. “Bana merhaba yok mu, fıstık?”

“Merhaba,” diye cevap verdi ama Öktem’e bakarken yüzü asıktı. Kaşları da çatılmış gibiydi.

Ece’nin halini benim gibi Öktem de fark etti. “Bana kızgın mısın sen?”

Hıhladı. Üstüne de başını çevirerek kızgın olduğunu belirtip koşarak salona ilerledi.

“Galiba trip yedim,” dedi Öktem, elini kalkmam için uzatırken. Elini tutarak ayağa kalktım.

“Galiba değil, kesinlikle trip yedin,” dedim. “Canavar’ı aldığın için olabilir mi?” diye arkasından fikir yürüttüm.

“Sanmıyorum. Sözümü tuttum.”

Doğruydu. Ece, Canavar’a o kadar bağlanmıştı ki, ancak Ece’ye bir yavru kedi getireceğini söyleyerek Canavar’ı geri alabilmişti. Dediği gibi de Ece için gri renginde bir kedi sahiplenerek Ece’ye götürmüştü.

Salona girmeden içeriden konuşma sesleri geliyordu. İçeride dışarıdaki ipucundan da anlaşıldığı üzere Ebru ve kocası Barış abi bir koltukta oturuyorlardı. Ece, annesinin oturduğu koltuğun kenarına küçük kollarını birbirine bağlamış şekilde tünemişti. Sevil teyze tekli koltuktaydı. Nehir Hanım, tekli koltuğun yanında tekerlekli sandalyesindeydi.

Ele ele salona girdiğimizi görenler ayağa kalkarak bizi karşılarken, Nehir Hanım’ın gülen gözleri çevrilmişti.

Ebru’yu ve Barış abiyi hastaneden beri görmemiştim. Nehir Hanım’ı mahkeme süreçlerinde ve birkaç kez çiftlik evine geldiğimizde görmüştüm. O süreçte Ebru’yu çiftlik evinde de görmemiştim. Mahkeme salonunda Öktem’in yanında olurken Ebru’yu orada da görmemiştim. Abisi Sedat, tüm süreçte yanımızda olsa da kendisi yoktu. Bilerek mi gelmemişti yoksa gelmemesi mi söylenmişti, bilmiyordum. Hiç sormamıştım. Ama şimdi buradaydı.

Ve hastane koridorunda söyledikleri zihnimdeydi. Olanlar için beni suçladığı için ona kızamazdım. Ben de kendimi suçlamıştım. Hala beni suçluyor muydu, diye düşündüm. İfadesinden de olumlu, olumsuz hiçbir şey anlaşılmıyordu ama iyi görünüyordu. Krem renginde ketenden pantolon, yelek takımı giymiş, sarı saçlarını omuzlarından sarkıtmıştı. Kocası da spor gri, beyaz çizgili kısa kollu kazakla, siyah kumaş pantolon giymişti.

“Hoş geldiniz çocuklar,” diyerek ilk konuşan Sevil teyze oldu.

Öktem karşılık verirken Nehir Hanım’ın elini öpmek hem de çiçekleri kendisine vermek için elimi Öktem’den çektim. Elimdeki buketi Nehir Hanım’a nazikçe uzattığımda gülümseyerek elimden alınca işaret diliyle kelimeleri bir araya getirdim. “Umarım seversiniz.”

Buketi dizlerinin üstüne koyup cevap verdi.

“Çok güzel görünüyorlar, kızım. Teşekkür ederim.”

Gülümsedim. Elini öpmek için hamle yaptım. Geriye çıktığımda sıra Öktem’e geldi. Annesine sarılırken ben de Sevil teyzeye yöneldim. Halimi hatırımı sordu. Cevabımın ardından sıra diğer ikiliye gelmişti. O sıra da Sevil teyze çiçekler için Sibel ablaya sesleniyordu.

Barış abi beni başıyla selamlayarak “Hoş geldiniz,” derken Öktem ile tokalaştı. Öktem karşılık verdi.

En son Ebru’nun sesini duydum. “Doğanay,” dedi. Sarılmak için hamle yaptığındaysa karşılık verdim ama samimi miydi yoksa yapması için mi yapıyordu, emin olamadım. Aynı sarılmayı Öktem ile de yaşadılar. Öktem’e “Nasılsın?” dediğini duydum.

“İyiyim,” diye cevapladı Öktem de.

Nehir Hanım ve Sevil teyze Öktem’e olanları bilmiyordu. Kimse söylemeyecekti. Konunun herhangi bir ortamda açılmaması kararlaştırılmış, imasını bile etmemeye konuşulmuştu. Bu yüzden Ebru’nun bu normal sorusunu genel olarak algılamıştım. Konuşmak için konuşulan sorulardandı.

Ama sanki araları soğuk gibi de gelmişti.

Hoş geldiniz faslı bitince koltuklara geçildi. Büyük koltuğa Öktem ile beraber otururken Sibel abla salona gelip getirdiğimiz buketi Nehir Hanım’dan aldı. Sevil teyze çiçekleri vazoya koyduktan sonra geri getirmesini istedi.

“Niye bana kızdın fıstık sen?” Öktem, bu soruyu Ece’ye sormuştu. Ece hala ellerini bağlamış bir halde, yüzü asık bir şekilde oturuyordu. Sanki herkes ne olduğunu biliyor gibi Ece’ye baktı.

Kimse konuşmadan Ece konuştu.

“Biri Öktemciğime neden kızgın olduğu mu söyleyebilir mi?” dedi yüzünü Öktem’e çevirmeden. “Ben onunla konuşmuyorum.”

Belliydi.

“Çok ayıp kızım,” dedi Sevil teyze.

“Ama konuşmuyorum,” diye diretti Ece de. “Bana ne?”

“Sana küs,” diye araya girdi Ebru. “Çünkü kendisini ihmal ettiğini düşünüyor.”

“Öyle mi?” diye sordu Öktem, Ece’ye.

“Düşünmüyorum,” dedi Ece bilmiş bir halde. Hala Öktem’e bakmıyordu. “Öyle bir kere. Beni aramıyor. Yumağa ne isim verdiğimi bile bilmiyor. Baba söyle ona.”

Ortaya konuşuyor gibiydi ama muhatabı içerlediği Öktem’di ve bu hali çok tatlıydı.

“Duydun,” dedi Barış abi, Öktem’e. “Kızımın yumağının ismini bilmiyormuşsun. Olacak iş değil.”

Ece yanında oturan babasına hızla baktı. “Değil mi baba?”

“Sen haklısın kızım,” dedi Barış abi, Ece’ye. “Yumağının ismini bilmeliydi.”

Ece önüne döndü. “Evet bilmeliydi,” diye karşılık verdi. O sıra Öktem ile ben bahsedileni anlamaya çalışıyorduk. Yumakta neydi?

Cevap Barış abinin sessizce söylemesinden geldi. “Kedinin ismi Yumak,” dedi.

Öktem’in Ece’ye götürdüğü kedi. Demek adını Yumak konulmuştu ve her konuştuğunda ismini de söylüyordu. Gülmemek için kendimi tuttum.

Öktem ayaklanıp Ece’nin yanına gitti. Oturduğu koltuğun önünde diz çökerken gözlerim üzerindeydi. “Sen bilmediğimi sanıyorsun ama ben ismini biliyorum,” diyerek Ece’yi kendisiyle konuşmaya itekledi. Ece, Öktem’in önünde durduğunu anlarken baksa mı bakmasa mı karar veremese de söylediklerini dinliyordu.

Ece yandan Öktem’e baktı. “Biliyor musun?”

“Tabi biliyorum,” dedi Öktem. “Yumak koymuşsun adını.”

Duyduğuyla bu kez tamamen yüzünü Öktem’e çevirdi. “Yumak koydum,” dedi sesi biraz neşeli çıkarken. “Çünkü yumak gibi yumak. Küçücük. Top gibi. Nasıl, beğendin mi? Sen koyar mıydın?”

“Ben de Yumak’tan başka isim düşünemezdim,” dedi Öktem.

“Ama sana hala kızgınım.” Kollarını daha çözmemişti. “Canavar’ı Yumak ile oynasın diye getirmedin. Beni aramadın da. Yumak yalnız kaldı.”

“Haklısın, fıstık,” dedi Öktem. “Her ne kadar işlerim olsa da seni ve Yumağı ihmal etmemeliydim,” dedi Öktem devam ederek. Salondaki herkes de Öktem ve Ece’yi izliyordu. Ebru ise izlerken Nehir Hanım’a olanı tecrübe ediyordu. “Eşeklik ettim. Affet beni.”

Ece kıkırdadı. “Kendine eşek mi dedin?” diye sorarken kollarını çözdü.

Elimi ağzıma kapatarak güldüm.

“Dedim galiba,” dedi Öktem tebessüm ederken. Kollarını iki yanına açtı. “Hadi, bu eşeği affet.”

“Canavar ile Yumak oyun oynayacak mı peki?”

Öktem, Ece’nin sorusunu başıyla onayladı. Ece’nin yüzü neşeyle tamamen aydınlandı. Koltuktan yere atlayarak Öktem’in boynuna doğru sıkıca sarıldı. Küçük bedeni Öktem’in kollarında daha da minik görünüyordu.

“Affettim Öktemciğim, affettim,” dedi Ece.

Öktem bana baktı. Göz kırptı. Gülümsemem büyüdü. Ece’nin önünde gönlünü almak için yaptığı hareketler o kadar sevecendi ki… Bir kez daha ona o an yine aşık oldum.

“Teşekkür ederim, fıstık,” dedi Öktem.

“Şimdi eşek olma, Öktemciğim,” dedi Ece geri çekildiğinde. “Ama beni üzersen olabilirsin. Tamam mı?”

Neredeyse kahkaha atacaktım ki kendimi tuttum. Dudaklarımı birbirine bastırdım.

“İstemezsen olmam,” dedi Öktem.

“İstemiyorum,” dedi Ece bir kez daha. Böylece Öktem, Ece ile barışmış oldu. O anlarda Sibel abla elindeki vazo ile salona girdi. Çiçekleri getirdiği vazoyu ortadaki masaya koydu. Çıkmadan da yemeklerin servis için hazır olduğunu, istediğiniz zaman sofraya geçilebileceğini belirtti. Akşam yemeği için sofra biz gelmeden hazır konuma getirilmişti.

Sevil teyze, “Acıktıysanız sofraya geçelim,” dediğinde hızla konuşan Ece oldu.

“Ben acıktım. Sen acıktın mı Öktemciğim?”

Öktem Ece’yi yanıtsız bırakmadı. “Galiba ben de acıktım prenses,” diye cevap verirken ayağa kalktı ve Ece’nin elini tuttu. “Hadi sofraya ama yanımıza Doğanay ablanı da alalım.”

“Alalım,” dedi Ece. Sonra da ikisinin gözleri de bana doğru çevrildi. Ece bakmakla da yetinmedi, yanıma koşar adım gelerek elini Öktem’i de yanında getirdi ve elini uzattı. “Biz sofraya gidiyoruz, Doğanay abla. Seni de almaya geldik.”

Onlara uydum.

“Beni de düşündüğünüz için teşekkür ederim,” dedim ve küçük elini tutarak ayağa kalktım. Öktem’e gözlerim değdiğinde gülümsemelerinden biriyle karşılaşırken yüzümdeki tebessüm genişledi.

Üçümüz koltukların yanından geçerken salonda bulunan diğerleri de harekete geçmişti. Sofraya oturmadan Öktem, “Sedat yok mu?” diye sordu. Cevabını Ebru verdi.

“Annemi aramış. Bu akşamı es geçecekmiş. Neden bilmiyorum.”

Öktem başıyla onayladı. “Ben onunla konuşurum,” derken Ece’yi Ebru’nun yanına oturttu. Böyle aile toplanmalarına her zaman Sedat abi katılıyor muydu, bilemiyordum ama Öktem’in sesinden onunda merak ettiği anlaşılıyordu. Neticede bu bulaşmayı isteyen Öktem’di. Sedat abiyi tanıdığım kadarıyla Ebru’nun tabiriyle bu akşamı es geçmesi düşündürücüydü.

Akşamın ilerleyen dakikalarında yemek servisi yapılmaya başladı. Nehir Hanım, masanın cam tarafındaki ucuna oturmuş, oğluna yakındı. Diğer ucunda Sevil Teyze vardı. Ebru ile ailesi de karşımızdaydı.

Öktem’in ailesine ne zaman, hangi an da haberi vereceğinden habersizdim. Ona da sormamıştım. En uygun zaman da söyler diye düşünmüştüm ama yemek boyunca sormadığım için pişman olmuştum. Hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Ne yapacağı belli olmazdı. Aniden de söyleyebilirdi ama ben en azından söylemeden önce ipucu vermesini söyleyebilirdim.

Yemek sorunsuz ve normal şekilde devam etti. Sohbet genel, yemekler güzeldi. Ana yemeğin sonuna gelirken Öktem boğazını temizledi. Bakışlarımı kendisine çevirdim. Onunda bakışları bendeydi ama bu kısa bir bakışmaydı. O zaman anladım. İpucu vermesini söylememiş olsam da bu bir ipucuydu. Söylemeye hazırlanıyordu.

Annesinin eline uzanıp dikkatini çekti. “Size bir haberimiz var,” dedi hem cümle ile hem de annesi için işaret diliyle.

Kesin söyleyecekti.

Masadakilerin bakışları üstümüze çevrilmişken ben de Öktem’e baktım. Vakit kaybetmedi. Araya kimse girmeden elleri hareket ederken sesi duyuldu.

“Biz hamileyiz!”

Hamileyiz mi?

Aynı bu şekilde söylemişti ve masadakilerin önüne atmıştı. Onlarla beraber ben de şaşırmıştım ama şaşırma nedenim Öktem’in söyleme şekliydi. Hamileyiz, demişti.

Annesi şaşkınlıkla ellerini ağzına götürdü.

“Hamile misiniz?” diye sordu Ebru. Arkasından düzeltme yaptı. “Doğanay, hamile mi?”

“Evet,” dedi Öktem annesine bakarak. “Hamile. Baba oluyorum!”

Nehir Hanım’ın aldığı haberle ifadesindeki dalgalanma, oğlunun gözlerine benzeyen gözlerine kadar ilerlediğinde böyle bir haber beklemediği açıktı. Gözlerindeki şaşkınlığın duygu yoğunluğuna teslim olduğuna anbean şahit oluyordum. Mutlu… Olmuştu. Sanki uzun zamandır beklemediği habere kavuşmuş gibi bir rahatlama da vardı.

Gözlerim Öktem’in annesinde olduğundan diğerlerinin ifadelerini bilemiyordum.

Ama Ece Ebru’ya, “Doğanay ablanın bebeği mi olacak anne?” diye soruyordu.

Nehir Hanım’ın tüm bu duygularının içinde gözlerinin dolmaya başladığını fark ettiğimde oğlunun eline uzandı. Öktem karşılık verdi. Nehir Hanım’ın gözleri beni buldu.

Kendi ailesi dağılmış, elinden alınmıştı. Oğlunun bir ailesinin olmasını, mutlu olmasını istiyordu. En başından beri isteği buydu.

Gözleriyle beraber bana gülümserken konuşmasa da, cümleleri bir araya getirmese de ne demek istediğini biliyor, hissediyordum. O gülümseme de bir teşekkür saklıydı. Bir annenin teşekkürüydü.

Teşekkürüne aynı şekilde karşılık vererek, yavaşça gülümsedim.

Bir annenin duası kabul olmuştu. Benim de öyleydi. Bir ailem yokken, Öktem ailem olmuştu ve ailem genişliyordu.

***

Akşamın geri kalanında tebrikleri, hayırlı olsun cümlelerini almış, sohbet bunun üstünden dönmüştü. Herkes başta şaşırsa da, yeni bilgi akşamın sevinçli haberi olmuştu. Kimseden olumsuz bir elektrik almamıştım. Ebru bile mutlu görünüyordu. Kocasıyla beraber olup Öktem’in baba olacağı ile ilgili şakalar yaparken, Ece durmadan bebekle oynayıp oynamayacağını sormuştu. Çiftlik evinden ayrılmadan önce de Öktem annesiyle biraz yalnız kalmıştı.

Öktem ailesine bu bilgiyi vermişti ama benim bir an verebileceğim kişi sayısının ne kadar da az olduğunu düşünmeden edemiyordum. Kan bağım olan insanlardan hep zarar görmüşken başka kimim olacaktı?

Bir tek kişi vardı. O da Betül’dü. Başka kimsem yoktu.

Betül’e nasıl haber vermeliydim? Öktem bilgi taptazeyken ailesine söylemişti, benim de yüz yüze söylemem gerekiyordu. Hafta sonu ve şehir merkezinden uzakta olduğumuzdan haber vermem hafta içine kalmıştı. Telefonda söylemek istemiyordum. Böyle bir bilgiyi aynı Öktem’in yaptığı gibi haber vermeliydim.

Ertesi gün yine sabah bulantısıyla güne gözlerimi açtığımda kendimi lavaboda buldum. Yataktan nasıl kalktığımı, lavaboya nasıl geçtiğimi dahi bilemedim ama benimle beraber Öktem’in de uyanıp arkamdan geldiğini klozetin başına saçlarımı tuttuğunda fark ettim. Böyle bulantıların bir müddet olacağını doktor söylemiş olsa da geçene kadar her sabah içimin dışıma çıkması bedenimi halsiz bırakıyordu.

“Daha iyi misin güzelim?”

Lavaboya Öktem’in yardımıyla varmış, hem ondan hem de ellerimi lavabo tezgaha koyarak destek alıyordum. Saçlarımı arkamda toplarken başımı salladım.

Musluğu açıp ağzımın içini yıkarken de rutin haline gelen diğer hareketleri yaparken de yanımda durdu.

“Senin de kusman gerekiyor,” dedim lavabodan yatak odasına geçtiğimizde. “Ailene sonuçta hamileyiz dedin.”

O kelimeyi hatırladıkça gülesim geliyordu.

“Öyle dedim değil mi?” derken yatağa geri dönmüştüm. Sırtımı başlığa dayadım. Öktem yastığımı düzeltti. O da yanımda, yatağın kenarında oturuyordu.

“Farkında değil miydin?”

“Bilerek söyledim.”

“Ya.”

“Güzel karım çocuğumuza hamileyse ben niye alet olmayayım?” diye sordu kendi kendine konuşurcasına. “Dışarıda kalamam.”

Dudaklarına tebessüm yerleşti. “Tuhaftı. Aynı zamanda öyle söylerken çok tatlıydın. Hatırladıkça gülesim geliyor.”

Tebessümümün kenarlarına dokundu. “Şu gülümsemeyi görmek için her şeyi yaparım.” Yapardı, biliyordum. Bakışları karnıma inerken elini karnıma getirdi. “Ama artık ikiniz için her şeyi yapacağım.”

Kendimi şanslı hissettiğim anlardan birini daha yaşadım. Yapardı. Yapıyordu da. O çok iyi bir baba olacaktı, biliyordum. Ama o an düşüncelerimin arasına sızan başka bir düşünce vardı. Kendimle ilgiliydi. Kendimle ilgili korkularımdı. Kendime dair hislerim karmaşıktı. Aslında netti. Bir histi. Korkuydu.

“Öktem,” dedim bana baksın diye birden. Bakışlarını yüzüme getirince aklımı deşeleyen o kelimeleri çıkardım. “Sence ben iyi bir anne olabilecek miyim?”

Olabilecek miydim?

Anne. Dört harften oluşuyordu ama bir çocuk için en önemli etkendi. Anne demek, her şey demekti. Sevgi demekti. Şefkat demekti. Merhamet demekti ve daha nicesiydi. Annesiz kalmak, anneliğin ne olduğunu bilmemek ise hiçlikti. Sadece buydu. Hiçlik.

Ben hiçlikten geliyordum. Hiçliği ruhumun en kuytu köşelerinde hissederek büyümüştüm. Annem bedensel olarak vardı. Sadece vardı. Gerisi yoktu. En büyük kötülüğü ondan görmüştüm. Hiçbir düzgün duyguyu ondan almamıştım. Yalnızca her kötü duyguyu ondan görmüştüm.

Bir insan annesinden alamadığı sevgiyi bilmeden iyi bir anne olabilir miydi?

Bu sorunun cevabından korkuyordum.

“Benim annem,” diye devam ettim konuşmasına fırsat vermeden. “Anne gibi değildi. Onun gözünde daha çok her zaman bir fazlalıktım.” Öyleydim. Onun gözünde bir çöpten farksızdım. Ne söylemek, ne de düşünmek istiyordum ama arkasından, “Ya ben de onun gibi olursam?” diye mırıldandım. “Ya anne olmayı beceremezsem?”

Ya ona annem gibi davranırsam?

Annem gibi. Onun gibi duygusuz. Onun gibi merhametsiz. Onun gibi sevgisiz. Hamile olduğumu öğrendiğimden beri kendimle ilgili yalnızca zihnimde bu vardı. Annem gibi olmak. Böyle olmaktan ödüm kopuyordu.

Söylediklerimin ifadesinde ve gözlerinde çalkantıya sebep oldu. Saklamadı. Gözlerinde içinin acıdığını gördüm. Başını olumsuzca salladı.

“Sakın güzelim,” dedi yumuşak bir dille. “Kendini karşılaştırma.” Yaptığım buydu. Annemle, kendimi karşılaştırıyordum. Bu yaşıma kadar onun gibi biri olmamaya çaba göstermiştim. Onun gibi duygusuz, vicdansız biri olmamak için ekstra özenliydim. Ama kanı damarlarımda gezerken korkularımı geriye atamıyordum. “Kendine bunu yapmana izin veremem. Sen annen değilsin.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Ben annem değildim. Kendimi inandırmaya çalıştım. Ben annem gibi değildim. Annem gibi olamazdım. Olamazdım değil mi?

“Korkuyorum,” diye itiraf ettim.

Yüzünü avuçlarının içine aldı. Gözlerimin içine baktı ve “Biliyorum,” dedi. “Ama harika bir anne olacağını da biliyorum.”

Olacak mıydım?

“Peki ya onu yeteri kadar sevemezsem?” Öktem’in cümlelerine ihtiyacım vardı. Beni inandırmasına ihtiyacım vardı.

“Seveceksin.”

“Nereden biliyorsun?”

“Nereden mi biliyorum?” diye sordu hafifçe tebessüm ederken. “Sen benim gibi bir adamı bile sevdin. Sevginle iyileştirdin. İşte buradan biliyorum.” Gözlerimin içine daha derinden baktı. “Bebeğimiz de o muhteşem sevginle tanışacak. Aynı babasının tanıştığı gibi.”

Dudaklarımın kıvrıldığını hissettim. Başımı onaylarcasına salladım. Söylediklerine inandığımı belirttim. Sonra da Öktem’in boynuna doğru sarıldım. Bedenimi anında karşılayıp sarıp sarmaladı. “Ona tüm sevgimizi vereceğiz,” dedim. “Beraber onu çok seveceğiz.”

“Seveceğiz,” dedi saçlarıma dokunurken. “Miniğimiz asla sevgisiz kalmayacak.”

Kalmayacaktı. Tüm kalbimle bu cümlelere inandım. Annem gibi olmadığıma, sevgisizliğin ne demek olduğunu hiç tatmayacağına kendimi inandırdım. Çünkü annesi ve babası onu çok sevecek, sevgisiz bir hayatı olmayacaktı.

Kendimi cümleleriyle daha rahatlamış hissederken zihnimin arasına başka bir düşünce geldi. Geriye çekildiğimde de soru şekline getirerek, Öktem’in gözlerine bakarken sordum.

“Sence kız mı erkek mi? Hiç düşündün mü bunu?”

Bu ana kadar hiç aklıma ne bu soru ne de cevabı gelmişti. Hamileliğim o kadar yeniydi ki düşünecek zamanımda olmamıştı. Öğrenmemize zamanımız da vardı. Ama Öktem’in yüzünü incelerken vereceği cevap benim için önemliydi. Belki de onun da benim gibi aklına gelmemişti ama ona sorduğum an içinden geçen neydi? Ya da onun için cinsiyeti fark eder miydi? “Kızın mı yoksa oğlun mu olmasını istiyorsun?”

Ayrım yapmak çok saçmaydı ama Öktem’in de ne düşündüğünü merak ediyordum.

Elini karnıma getirdi. “Sana benzesin istiyorum.”

Bu cevabı beklemiyordum.

“Bana mı?”

“Senin her şeyini almasını istiyorum. Baktığın her yeri güzelleştiren o çakır gözlerini, kokusuna doyamadığım o saçlarını, güldüğün an etkin altına girdiğim o gülümsemeni… Her şeyi sen olsun istiyorum.”

Söyledikleri hoşuma gitse de noksanları vardı.

“Eksik söyledin. Senden de bir şeyler almalı.”

Eksik kendisiydi.

“Benden almasa da olur.”

“Kendine haksızlık yapmana ben de izin vermeyeceğim,” dedim hemen. Elim yüzüne uzanıp göz çevresine yavaşça dokunmaya başladım. “Mesela canavarlarının sevimliliğini alabilir.” Ardından dudaklarının kenarına ilerledim ve birden söyleyeceğimi düşüncemin tersine çevirdim. “Ukala gülümsemeni almasa da olur ama.”

Söylediğimle gözleri kısıldı. “Ukala gülümseme mi? Öyle mi?”

“Gerçekler. Çok ukalasın.”

“Diyorsun?”

“Hı hı. Yoksa alındın mı?”

“Devam et, güzelim. Kocan hakkında bakalım, başka neler söyleyeceksin.”

“Düşündüm de huyun da biraz sıkıntılı gibi,” dedim oyunuma devam ederek. “Çok çabuk öfkeleniyorsun.”

“Babasına benzememesi için kaçıncı neden oldu?” diye sordu.

Dediğini duymazdan geldim.

“Ayrıca aşırı zekisin ama bazen hiçbir şeyi anlamıyorsun.” Kaşları öyle mi dercesine havalandı. Kendi ile ilgili atıp tutması farklıydı, benim sesimden duyması farklıydı. “Mesela şu an seninle dalga geçtiğimi anlamıyorsun.” İki elimle tişörtünün kumaşını avucumun içine aldığım gibi burnum burnuna değecek kadar dibine girdim ve devam ettim. “Babasına benzemesinmiş. Babası, annesinin her derdini unutturacak güce sahipken nasıl babasına benzemeyecekmiş? Annesi ona bu kadar aşıkken babası, nasıl ondan hiçbir şey almamasını isteyebilir? İsteyemezsin. Kendine ve bana haksızlık yapamazsın.”

Öktem gibi etkileyici cümlelerim yoktu benim. Öyle konuşmayı da hiç beceremezdim. Ama ikimize de haksızlık yapamayacağını anlamasını sağlamak bana düşüyordu.

Tepkime ve cümlelerime tepkisi ellerini teslim oluyorum dercesine yukarıya kaldırmak oldu. “Beni iyi tokatladın, güzelim,” dedi cevap olarak. “Sana teslim oluyorum.”

“Sana zekisin demiştim.”

Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. “Peki, ben daha önce şu hiddetli halinin hoşuma gittiğini söylemiş miydim?”

“Her halim senin hoşuna gidiyor.”

“Doğru güzel karımın her ayrıntısına hastayım ve şimdi hastası olduğum dudaklarından bir öpücük çalacağım.”

Ellerini belime getirdi. Dediğini yaptı. Öpücüğüne karşılık vermem gecikmedi. Kısa bir öpücüktü ama o an bana yeterli gelmemişti. Çünkü o an ona ne kadar aşık olduğumu bir kez daha anlasın istiyordum. Bendeki yerinin hiçbir zaman sarsılmayacağını yeniden hissetsin istiyordum. Öktem, bana her an hiçbir eksiğim, hiçbir kusurum yokmuş gibi hissettiriyordu. Onun da böyle hissetmesini istiyordum.

“Sıra bende,” dedim dizlerimin üstüne çıkıp yüzünün hizasına geldiğimde.

“Sıra sende?” diye cevap verirken cümlesi soru değildi ama sesinden öyle çıkıyordu.

Yüzünü ellerimin arasına aldım. “Evet, bende.”

“Sevdim bunu.”

Merakla bekleyen haline gülümsedim. Yüz hatlarına öpücüklerimi bırakırken gülümsemesini büyüttü. Onunla beraber benim de gülümsemem genişledi. “Sana çok aşığım,” dedim o sırada. Milim milim ilerledim. “Çok aşığım.” Dudağının kenarını öptüm. “Çok çok aşığım.” Hafifçe geri çekilip gözlerinin içine baktım. “Seni seviyorum. Bu kelimeleri duymayı sevdiğini biliyorum. Bende sana söylemeyi seviyorum.”

Bakışları derinleşti. Ruhuma kadar ulaştı. “Sabah sabah aklımı kaybettirmen adil mi şimdi, Çakır?” diye sordu.

Dudağının diğer kenarını öptüm. “Bunların hepsini gün aydın öpücüğü sayabilirsin.”

“O zaman tamamlayınca kesinlikle sayacağım,” dedi beklentiyle çıkan sesiyle.

Ne demek istediğini biliyordum. Yüz hatlarında dolanırken, tek bir yeri bilerek es geçmiştim. Dudaklarına dokunmamıştım.

Dudaklarım dudaklarına esir olmadan önce, “Zaten aklımdaydı,” dedim. Ellerimi boynuna sardım. Parmaklarım saçlarında gezintiye çıkarken bu kez ki öpüşmemiz kısa sürmedi. Buna ikimizde izin vermedik. Birbirimizde kaybolduk. Ondan başkası dışında bulunmak istemedim. İleriye götürmek isterken karnımın guruldadığını hissettim. Ama sesi için aynı durum söz konusu değildi. Sesinin dışarıya çıktığını benimle beraber Öktem de duydu ve geri çekilen oldu. “Aklımı yerinde bıraksaydın sana kahvaltı hazırlayacaktım.”

“Kahvaltım sen ol,” dedim hemen, ne istediğimi belli ederek.

“Cazip bir cevap güzelim ama o ses miniğimizin sesi olamaz.”

“Aç değilim,” dedim bu sefer de. Dilim aç olmadığımı savunsa da karnım yine sesini çıkararak guruldadı.

Öktem ise güldü. “Sesler öyle demiyor.”

Boynundaki kolumu indirdi. Yataktan kalkmak için hamle yaparken suratım asılmıştı. Başka tarafa bakarken ofladım. Sabahımız daha da güzelleşebilecekken, araya giren karnımın guruldamasına kızdım ama o sırada başka bir şey oldu. Havalandım. Kendimi Öktem’in kucağında buldum.

Yönünü kapıya verirken, “Hadi sizi doyuralım,” dedi ve adımlamaya başladı.

Kollarımı yine boynuna sardım. Demin suratım asık olsa da kucağında olmak bayıldığım bir gerçekti. “Nasıl beni bu kadar kolay taşıyabiliyorsun?” Beni o kadar kolay kucağına alıyordu ki her defasında şaşırmadan duramıyordum. Sanki taşıma gücünün yanında bedenim tüy kadar hafifti. “Kilo almaya başladığımda da bakalım böyle kucağına alabilecek misin beni? Sonuçta iki katı olacağım.”

Odadan koridora çıktık. “Karımı her haliyle taşıyabileceğimden emin olabilirsin.”

“Kendine çok mu güveniyorsun sen?”

“Güveniyorum.”

Merdivenlere yöneldi. “Güvenmesen şaşırırdım. Zaten benim de kucakta taşınmak işime gelir.”

Aşağıya inip mutfak koridoruna ilerlerken evin büyüklüğünün ihtişamı gözüme bir kez daha çarpınca gözlerimi etrafta gezdiriyordum. Evin içinde gezerken kendimi küçücük hissediyordum ama hayran olmamak elimde değildi. Rezidanstaki daire gibi burayı da beğeniyordum. Genişliği, yüksek tavanı hoşuma gidiyordu. Tabi bir de şehrin kaosundan uzak olmasının etkisi vardı. Ama beğenmemin asıl nedeni sevdiğim adamla birlikte olmamdı.

Mutfağa geldiğimizde Öktem, nereye oturmak istediğimi sordu. Talimatlarım doğrultusunda da orta tezgahın sandalyesine bıraktı. Aslında başta direkt ayaklarımın yere basmasını istediğini söylemiştim ama kahvaltıyı kendisinin hazırlayacağını, herhangi bir şeye dokunmamın yasak olduğunu belirtmişti. Beni mutfağa kadar getirmesinin tek sebebi vardı. Onu izlememi istiyordu. Bu anı yakın geçmişi hatırlatmıştı. İtiraz etmemiştim. Kendisini izlemek yapmayı en sevdiğim şeylerden biriydi.

Öktem, kahvaltımızı hazırlarken dirseğimi tezgaha dayamış, elimi yanağıma yaslamıştım ve gözlerim hareketlerindeydi. Her hareketini zihnime işlemeyi seviyordum. Ondan başka yere de bakmıyordum. Karşımda böylesine bir adam varken başka yere bakarak gözlerime yazık etmek istemezdim.

“Sana bir sorum var,” dedim tezgaha koyduğu tabaktan yeşil zeytin alırken. “Çiftlik evindeyken annenle bir ara yalnız kaldın. Ne konuştunuz?” Normalde annesinin yanına gittiğinde aralarında geçen konuşmayı sormazdım ama dün gitme sebebimiz farklı olduğundan merakım biraz daha yükselmişti. Sorumla birlikte kesme tahtasındaki salataları bir tabağa boşaltıp bana doğru döndü. Sorduğum için pişman olur gibi oldum. Sonuçta anne, oğul arasında geçen özel bir konuşma olabilirdi. Belki de burnumu sokmamam gerekirdi. Bu yüzden arkasından konuşmadan ekleme yaptım. “Ama söylemek zorunda da değilsin. Sadece öylesine sordum.”

Elindeki salata, domates olan tabağı tezgaha bırakıp geri çekilirken, “Kararını değiştirme güzelim,” dedi. “Öğrenmek istemen yanlış değil.”

“Söylemek isteyemeyebilirsin.”

“Sende merak edebilirsin.” Ocağa ilerleyip altını kapattı. “Merak ediyorsan da sorabilirsin, cevaplarım.” Arkasına bana dönük bir şekilde tavadaki omleti yuvarlak tabağa kaydırdı. Bıçakla birkaç parçaya ayırdı. “Annemle tedavisi ile ilgili konuştuk,” dedi hazırladığı tabağı tezgaha getirirken.

Tedavi.

Öktem, bana psikiyatri ilacının etkisindeyken annesin tedavi olmayı istemesinden bahsetmişti. Söylediklerinin bazılarını birbirine bağlamıştım, bazılarını ise tam anlamamıştım. Sabahında da ne anlattığını sorduğunda azıcık üstünden geçmişti. Başka da bilgim yoktu.

“Bundan önceden biraz bahsetmiştin,” dedim parçaladığı omletten tabağıma koyarken. “Şey de...” deyip ilaç içtiği zamanı hatırlatmak istemediğimden söylemeden kendimi frenledim.

Ama Öktem, “Aklım bulanıkken,” diye sözümü tamamladı.

Birçok şeyin başlangıcı olan geceydi. Diğer taraftan Öktem’in sarsıldığı, sarsıldığı zaman da kendisini ilaca verdiği geceydi. Bana sebebini uyuyamadığından ilaç aldığını söylemişti ama cümleleri sadece sebebi bu olmadığını hissettirmişti. Ertesi sabah üstüne gitmemiş olsam da durum başka gelmişti.

Başımla onayladım. “Beni çok korkutmuştun,” dedim o gecenin bir başka hissini hatırlarken. “Beni her zaman korkutuyorsun, farkında mısın?”

“Bu huyumdan vazgeçmeliyim.”

“Vazgeçmelisin.”

“Ama iyi ki de o hapları yutmuşum. Yoksa seni öpme cesaretini kendimde bulamazdım.”

Sabah söyledikleri aklıma geldi. Benden nefret edersin sandım ama sen çekilmedin. İtmedin. Tokat atmadın. Düşündüklerimin hiçbirini yapmadın, demişti.

“Sana tokat atmamı bekliyordun. Belki de daha fazlasını.”

“Bekliyordum. Her seni öpmek istediğimde beni durduran buydu. Seni tamamen kaybetmeyi göze alamazdım.”

“Ama aklın yerinde olmayınca, her şey sarpa sardı.”

“Ve büyük bir korku yaşadığımı hatırlıyorum.”

“Bazı şeylerin karşılıklı olması güzel.”

Ukalaca tebessüm etti. “Sanırım o gece verdiğin karşılıkta buna giriyor.” Bahsettiği açıkça ortadaydı. Beni öpmesinden sonra benimde öpmemden bahsediyordu. Nasıl öyle atak yapmıştım, bilemiyordum ama kendime hala şaşırıyordum. “İtiraf et, beni öpmek için seni öpmemi bekliyordun.”

Son duyduğumla dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

“Benimki anlık bir tepkiydi,” dedim. “Ama sonra…”

“Sonra?”

“İstediğim bir şeye dönüştü.” Doğruydu. O dakikalarda kendimden beklemediğim hareketlerde bulunmuştum ve pişman olmamıştım. İstediğime karar vermiştim. Birbirine karışan duygularım açıldıkça da her şeyi berrak görmeye başlamıştım. “Çünkü sana karşı hislerim oluşmuştu.”

Kendime itirafım biraz geç olsa da içten içe yakınlığımızı sevmememin nedeni buydu. Çok önceden başlamıştı ama beni öpmesi bir şeyleri daha iyi anlamamı sağlamıştı.

Öktem, ben konuşurken çaprazımdaki yere, yakınıma oturmuş ve tabağıma tezgahtakilerden doldurmaya başladı. “Bu itiraflarını sevdim,” dedi keyifle. “Devamı gelmeli.”

Bakışlarımı kaçırdım. Kendi hakkında değişen düşüncelerimin, hislerimin hoşuna gittiğini biliyordum ama “Belki sonra gelir,” dedim bilerek. “Şimdi karnımı doyurmam gerekiyor.”

“Öyle olsun.” Dudaklarıma salata dilimi uzattığında salatayı ağzıma aldım. “Karnını doyuralım.”

Gülümsedim ve kendimi şanslı hissetmeye devam ettim.

*

Kahvaltımız bittikten sonra mutfağın karşı tarafındaki kış bahçesine giderek çiçeklerle biraz oyalanmayı seçmiştim.

Öktem’in önceden de söylediği gibi biz burada yokken bakımları yapılmaya geliniyordu. Bu yüzden bahçede herhangi bir sorun yoktu. Hiçbiri soluk değil, hepsi canlıydı. Hatırladığım gibi bir masaldan fırlamış görüntüsü ile beni yine hayran bırakmıştı. Her gün bu manzarayı görsem dahi bıkmazdım. Hepsiyle teker teker ilgilenmek istediğim bir şeydi ama rezidansta olmak başka konulardan daha kolaydı. Neyse ki benim yerime ilgileniyorlardı. İçim rahattı.

“Yanıma gelmeyeceğinden emin misin?” diye sordu Öktem. Şimdi de villanın kapalı havuz alanında, şezlongda oturuyor, anın keyfini çıkıyordum. Öktem ise havuzun keyfini çıkarıyordu ama şu an yanına gitmem için beni ikna etmeye çalışıyordu.

“Eminim. Böyle kuru iyiyim.”

“Çok şey kaçırıyorsun, güzelim.”

“Belki de ama kararımdan caymayacağım.”

Havuzun kenarını gösterdi. “Bari burada otur. Daha yakınımda olursun.”

“Bu kez kanmam. Beni suya çekersin.”

Güldü. Planı elbette buydu. Yakınına gelmemi sağlayacak, sonra da beni suya sokacaktı. Olmazdı. Şu an ıslanmak en son istediğim şeydi.

“İstemezsen yapmam.”

“İnanmıyorum.”

“Söz. Öyle bir harekette bulunmayacağım,” diye ısrar etmeye başladığında bu kez kararım tereddütte düştü. Söz verdiği zamanlar sözünü tutuyordu.

Oturduğum yerden ayaklanırken, “Söz verdin,” dedim. “Yapamazsın.”

Ona doğru hareket ettiğimi görünce hoşnutluğu yüzüne yansıdı. “Verdim. Ellerim kollarım bağlı artık.”

“Aynen öyle.”

Havuzun kenarına gelip kenarına oturduğumda çıplak ayaklarımı suya saldım. Burada da giyebileceğim kıyafetler olduğundan kıyafeti sorunum yoktu. Zaten gelirken rezidanstaki dairede bir parça bile kumaş getirmemiştim. Neticede yatak odasında kıyafet odası vardı. Ben de oradan dizimin üstünün biraz daha yukarısında biten siyah renginde bir şort ile üstüme de beyaz kalın askılı giymiştim. Betül ile geçirdiğim yaz aylarında evde giydiğim zamanlarda olmuştu ama o zamanlar bu giydiğimden biraz daha uzundu. Ayrıca Öktem’in ile olduğum zamanlarda da giyimim başlı başına değişmişti.

“İstediğin oldu mu?” diye sorduğumda Öktem ellerini iki yanıma, tenime değecek şekilde koydu. Ayaklarımın hemen önündeydi. Saçları ıslak, birkaç tutamı alnına düşmüştü. Yüzünden akan su teninde parlıyordu.

Çok… Çekiciydi.

Zaten ne zaman değildi ki?

“Olmaz mı?” dedi keyfine keyif katarak. “Karıma ne kadar yakın olursam o kadar mutlu olurum.”

Haline gülmeden edemedim. “Aynı ortamda olmamız kafi değil mi?”

Çıplak baldırımı öptü. “Ne kadar yakın o kadar mutluluk.”

O böyle bir adamdı. Öyle cümleler kullanıyordu ki cevap vermemi engelliyordu. Şu anda da yaptığı gibi ve benim düzgün cevabım yoktu. “O zaman…” derken ellerimi omzuna getirip biraz yüzümü yüzüne eğdiğimde aramızdaki mesafeyi kapatacağımı sanmasını istedim. Öyle de oldu. Bakışlarından anladım. Omzundan hafifçe iteklerken, “İsteğin yerine geldiğine göre yüzmene devam edebilirsin,” dedim ve doğruldum.

“Kandırıldım gibi hissediyorum,” dedi muzip bir tavırla.

“O senin işin.” Havuzu yüzmeye devam etsin diye işaret ettim. “Hadi, bende daha yakından izleyim seni.”

“Kararından vazgeçmen için geç değil, biliyorsun.” Havuza girmem için şansını denemeye devam ediyordu. “Daha daha yakın olabiliriz.”

“Böyle iyiyim ve sen de bir şey yapamazsın. Söz verdin.”

Ne olur olmaz sözünü hatırlatmada fayda vardı.

Sözünü tuttu. Pekala, dercesine başını öne hareket ettirdi. Suda geriye çıkmaya hazırlanırken aklıma gelmeyeni yaptı. Elini suya vurup, ıslanmamı sağlayarak şaşkına döndürdü. İrkilmem de cabasıydı.

“Sen…” dedim ıslanan üstüme bakmadan.

“Beni kandırmanın bedeli güzelim,” derken uzanabileceğim bir mesafe değildi ve bilmişçesine gülümsüyordu. “Islandığına göre belki fikrini gözden geçirirsin. Ne dersin?”

“Hayır, derim.” İnat değil miydi? İnat edecektim. Hem de bu hamlesinden sonra kesinlikle inatçı olacaktım. Hissettiğim üstümdeki ıslaklığa baktım. Üstüm ve şortum ıslanmıştı ama idare ederdim. “Kararımın arkasındayım.” Yüzüne bakıp gülümsedim. “Yaptığın işe yaramadı. Böyle de iyiyim.”

Bakışlarını üstümde gezdirdi. “Her halinle,” dedi yüzüme ulaşmadan.

Lafları, lafları, lafları.

Bacağımla suyu fırlatmaya çalıştım. “Yüzsene sen!”

Yine güldü. Her zaman gibi tepkilerim hoşuna gidiyordu ama bu kez havuzdaki amacını gerçekleştirerek yüzmeye başladı. Bende izlemeye ve anın keyfini çıkarmaya devam ettim. İyi bir yüzücüydü. İnkar edemezdim. Bir uçtan bir uca her gittiğinde bana bakmak için sudan çıkarıyor, ikna etme çalışmalarından vazgeçmiyordu.

Bir müddet böyle ilerledi.

Lavaboya gitmem gerektiğini hissettiğimdeyse ayaklandım. Çıkışa yönelirken Öktem’e de lavaboya gittiğimi ama geri geleceğimi söyledim.

Salona vardığımda bu kattaki lavaboyu da kullanabilirdim ama bacaklarımın açılması için yatak odasındakini kullanmaya yöneldim. Sabahtan beri oturuyordum. Lavaboda işimi bitirip odaya geri döndüğümde yatağı toplasam mı diye düşündüm ama toplamadım. Sabah aşağıya indiğimizden beri dağınık duruyordu. Durmaya da devam edebilirdi.

Öktem’in yanına gitmek için odadan çıktığım an ise odada telefon sesi duyuldu ve çıkmadan durakladım. Zil sesi benimkinindi. Komodinin üstünde duruyordu. Telefonuma yönelip elime aldığımda ekranda kayıtlı olmayan bir numara yanıyordu.

Kim olduğunu merak ettim. Aynı zamanda yanlışlıkla arayan biri de olabilirdi.

Açsam mı diye düşünürken telefonun sesi kesildi. Demek ki yanlış bir aramaydı ama arkasından saniye geçmedi, tekrardan çalmaya başladı. O an ayakta dururken bir anım zihnimde ansızın belirdi.

Daha önce de tanımadığım bir numaralardan aranmıştım. İçlerinden biri ise açmamam gereken bir numaraydı ama açmıştım. Kim olduğunu öğrenir öğrenmez de numarayı engellemiştim.

Tedirgin hissettim.

O kadın… Annem olabilir mi, diye düşündüm. Başka bir numaradan arama yapması ilk olmazdı. Önceden abimden de aradığını söylemişti.

Sesini duyma ihtimalim telefonu cevaplamamamı sağladı. Sonra da telefon sesi sustu. Sustuğu an nefesimi tuttuğumdan habersizken rahat bir nefes alınca farkına vardım. Arkasından bir daha arama olur düşüncesiyle telefonu komodinin üstüne bıraktım. Bırakır bırakmaz ise bu kez arama yerine mesaj sesi gelerek ekranda simgesi oluştu.

Arayan, mesaj atan kişi o olmayabilirdi ama olur düşüncesi kalbimin kasılmasına yetmişti. Diğer yandan kim olduğunu da öğrenmem gerekiyordu. Ya da mesajı ve aramaları tamamen siler, numarayı da engelleyebilirdim.

Hiçbirini yapmadım.

Telefonu geri aldım ve mesaja tıkladım.

Ben, teyzen Doğanay. Mesajımı aldığında bana döner misin? Seninle konuşmak istiyorum.

Yazdığı mesajı bir daha okumadım.

Teyzem. Arayan oydu. Öktem hastanedeyken oradaydı. Sonra kız kardeşi ile birlikte ortaya çıkmıştı. Numara yabancı değildi. Onun numarasının bende olmamasının sebebi vardı. Abimdi. İstediğimde vermemişti ama kendi numaramın onda olduğundan haberim vardı.

Şimdi de beni arıyordu. Neden arıyordu? Ne konuşmak istiyordu?

Bugün düşünmek istemediğim konularından biriydi. Aramasına geri dönmedim. Telefonu yerine koyup odadan çıktım. Öktem’in yanına vardığımda onu bıraktığım gibi buldum. Aşağıya inerken çoktan kararımı vermiştim.

Havuza girmeme kararım değişmişti.

Öktem’in isteği olmuştu.

Düşünmemek için ona ihtiyacım vardı. Sadece suda kollarımı boynuna sarıp başımı omzuna gömdüm ve huzurlu anlarımın düşüncelerimin kirletmesine izin vermedim.

O anlarda telefonumdaki mesaj aklıma bile gelmedi.

****

Oy ve yorumlarınızı lütfen unutmayın.

Bölüm nasıldı?

İnstagram

author.cigdem

tiktok: __okuyan94__

Whatsaap kanalım mevcut, gelmek için yazabilirsiniz.

NASİPSE DİĞER BÖLÜMDE GÖRÜŞMEK ÜZERE

^^

(Diğer bölüm belki daha da uzun olabilir)

 

 

Bölüm : 29.08.2025 21:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...