4. Bölüm

A L T M I Ş B E Ş

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

Herkese merhabaaa.

Uzun zaman oldu ama bu bölüm gelen bölümlerden en uzun bölüm. Tam üç bölüm uzunluğunda. Bol bol yorum ve oy bekliyorum. 1

İYİ OKUMALAR

BURANIN SINIRI: 100 OY, 250 YORUM.

 

A L T M I Ş1

B E Ş

 

Gerçeklik, zihin duvarlarıma vura vura zihnimi çatırdatırken sesini duyuyordum. Zihnim yarılıyor, algım gerçekliği öne çıkarıyordu. Çığlığımın yankı sesi ruhumu paramparça etmişti ve düşüncelerimden yalnızca bir kelime geçiyordu.

Hayır. Hayır. Hayır.

Zaman durmuştu.

Hayır. Hayır. Hayır.

Zaman hızlıydı.

Hayır.

Kalbim… Hızlı atan kalbimdi. Sanki bir saniye sonra duracak ve her şey bitecekti. Ama kalbim benimle değildi. Yerdeydi. Kollarımın arasındaydı. Öktem. 4

Hayır. Bu olmasın. Olmamış olsun.

Olmuştu. Ellerimdeki kanı görebiliyordum. Seslerin karmaşasını duyabiliyordum. Kendi sesimin yankısı hem dıştan hem de zihnime yankı yapıp duruyordu. Silah sesi… Yankının içindeydi. Allah’ım, hayır.

Başımın salladığını hissederken zihnimde sarsılıyordu. Olan her şey çok hızlı olmuştu.1

Abim.

Abim, Öktem’i vurmuştu. Onu tutmaya çalışmıştım, tutamamıştım. Becerememiştim. Düşmesini engelleyememiştim. Yere onunla beraber düşmüştüm.

“Öktem,” diyen sesimi işittim. Sesim bana yabancıydı. Sesim acıyla yıkanmıştı. Avuç içlerimde kırmızılığın kaynağı oradaydı. Gözbebeklerim yolu biliyordu. Yolun sonu gerçeklikle birleşiyordu.

Dizlerimin üstündeydim. Ellerim kabanının kapladığı omuzlarındaydı. Ellerimde kan vardı. Omzunu tuttuğum elimde de kanı vardı. “Öktem,” dediğimi duydum yine. “Olamaz,” dedim arkasından da. Gözlerim bedeninde ilerlerken sesini duydum.

“Doğanay…” dediğini duydum onun da. Hem de sesindeki acının varlığını idrak ettim ama gözlerim yüzüne çıkamadan siyah gömleğinin halini gördüm. Öktem’in eli karnının hizasındaydı ve elinin çevresindeki kumaşın rengi çamurlaşmışçasına koyulaşmıştı. Kan. Elinde onunda kan vardı. Eline kendi kanı bulaşmıştı.

Her şey birer birer zihnime yerleşirken, hepsi sökülmeliydi. Sökülmüyordu.

“Hayır,” dedim başım sallanmaya devam ederken. “Hayır.”

Hemen elim elinin üstüne gitti. Abimin silahından çıkan kurşunun bedeninde açtığı yara ellerimizin altındaydı. Kanını hissedebiliyordum. Öktem’in kanı parmaklarıma yayılıyordu ama ben yutkunamıyor, düşünemiyordum. “Yardım…” diyen sesim boğazıma kaçmış gibiydi. Yutkunmaya çalıştım. Boğazımdaki kıskanç hafifletmedi ama “Yardım edin,” diyebildim, nereye ya da kime söylediğimi bilmeden. 1

Başımı kaldırırken yanaklarımda sıcak damlalar vardı. Çaresizce etrafıma bakınmaya çalıştığımda bahçedeki kargaşa üstüme geldi. O kısacık saniye de abimi görür gibi oldum. Yerdeydi. Hayır, yüz üstü yerdeydi ve etrafında üniformalı polisler vardı. Bir polis memuru omuzlarından yere bastırıyordu. Sesler de vardı. Cızırtı gibiydi ama algım o kadar allak bullaktı ki netleştiremiyordum. 1

“Doğanay…” dedi Öktem. Bir tek onun sesini net duyuyordum. Bulanık gözlerimi yüzüne getirdim. Yüzü acıdan kasılıyordu. Güzel yüzüne yakışmıyordu.

“Gelmemeliydin,” dedim hıçkırarak. “Gelmemeliydin. Neden geldin ki?”2

Gelmemeliydi ama gelmişti. Benim için gelmişti ve bu haldeydi. Abim kadar ben de suçluydum. Gelmesini engelleyememiştim. Bu olanı engelleyememiştim. Aynı geçmişte de hatalı olduğum gibi. Aynı geçmişte de engelleyemediğim gibi. Yine yapamamıştım. Hiçbir şey yapamamıştım.1

Yarasına baktım. Elimi elinin üstüne biraz daha bastırdım ama kanı akmaya devam ediyordu. Durmalıydı. Neden durmuyordu?

Allah’ım neden durmuyordu?

“Güzelim…” Sesini duyunca acelece ona baktım. Etrafımdaki sesleri dahi duyamıyordum. Ondan başka kimsenin sesini duymak istemiyordum. “Başka yere bakma.” Durakladı. “Gözlerin bana baksın.”7

Canı yanıyordu ve bana belli etmemeye çalışıyordu. Hala beni düşünmesine hıçkırdım. “Tamam,” dedim. Diğer elim yüzüne dokunurken yanağına getirdim. “Lütfen, sen de benimle kal.”

Yavaşça soludu. “Korkma,” dedi bana.

Ama korkuyordum. Korkum ruhumu ele geçirmişti.

O sıra başka birinin konuştuğunu işittim. Kulağım tanıdık sesi algıladı. “Ambulans geliyor,” diyen kelimelerini yakaladım. Arkasından başka kelimeleri de duydum. “Bilincini olabildiğince açık tutmalısın.” Ses Sedat abiye aitti ama nerede olduğunu bilmiyordum. Etrafıma bakmıyordum. Söz verdiğim gibi gözlerim Öktem’deydi. 1

Ambulans geliyordu.

İyileşecekti.

Ambulans geliyordu.

“Duydun mu?” dedim gözlerim gözlerinde gidip gelirken. “Benimle kalmalısın.”

Konuşmadan önce yutkunurken âdemelmasının zorlukla yerinde oynadığına şahit oldum. “Korkma,” dedi bir kez daha. İfadesinden dalgalanma geçti. Susmak zorunda kaldı.

Korkmazdım. Yeter ki benimle kalmaya devam etsin, ben korkmazdım.

“Seninleysem korkmam,” dedim hemen ama sesinin her saniye solmasını fark ederken zihnimi kaybedecekmişim gibi hissetmemi engelleyemedim. “Sen benimle kal, tamam mı? Ambulans geliyor. İyi olacaksın.”

Ağırca nefes alıp verirken göz bebekleri, acısından dalga dalga oldu. Tebessüm etmeye çalıştı, yapamadı. “İyi…” dedi o haldeyken. “İyiyim.” 2

Ama değildi. Sırf korkmamam için oynadığı rolüne devam ediyordu. Ona korkmadığımı, korkmayacağımı söylemiş olsam bile korkum ruhumda dipdiriydi. İhtimallerin varlığı düşüncelerimi, hislerimi kapana sıkıştırmıştı.

Gözlerim bir anlığına yarasına ilerlediğinde gözbebeklerimi kaplayan buğudan görüş açım net değildi ama ellerimiz onun kanıyla bir olmuştu. Sanki her saniye çoğalıyordu. Durması lazımdı. Duracak gibi değildi.

Ambulans.

Ambulans ne zaman gelecekti? Neden gelmiyordu? Neredeydi?

Elimi elinin üstüne bastırmaya devam ederken Öktem, “Bak…ma,” dedi ağırca. Bakmamam gerekiyordu, biliyordum. Kendime kızdım. Ona bir söz vermiştim ama durumunu bildikçe sözümü tutamıyordum. Gözlerimi reflekse kaçırarak, solgun yüzüne baktım. Bir saniye öncesi ile şimdi ki hali aynı değildi. Yüzündeki kan çekilmiş, canlılığını yitirmiş gibiydi. O an bedeni kasılır gibi olurken nefesi kesildi. Öksürmeye başladı.

“Öktem,” dedim dehşetle.

Bana cevap veremedi. Ne yapacaktım? Ne yapmam gerekiyordu? Hiçbir şey bilmiyordum.

“Öktem,” dedim yine.

Öksürmesi sonlandı ama göz kapakları kapanır gibi olduğunda aklım sallandı. “Öktem,” dedim yüzüne dokunurken. “Benimle kal, lütfen. Bana bunu yapma.”

Ama yaptı. 2

Sesimi duyup gözlerini açmaya çalışsa da, gözlerini açamadı. Açamadığı gibi kucağımdaki başı yana doğru yavaşça kaydı. Aynı şey elimin altındaki eli için de gerçekleşti. Anladığımla göz bebeklerim irileşti. “Öktem,” dedim çaresizce. “Aç gözlerini, lütfen. Buradayım. Bakmıyorum.”2

Bana tepki vermedi.

“Yapamam,” dedim hıçkırarak. “Yapamam. Sensiz yapamam.” Yapamazdım. Onsuz yapamazdım. 1

Can havliyle etrafa bakınırken düşüncelerim sağdan sola savruluyordu. Etrafımı göremiyordum. Hiçbir şey göremiyordum. Ne yapacaktım? Allah’ım ne yapacaktım?

Gözlerim yüzüne geri geldi. Tepki versin diye çaresizce yüzüne dokunmaya devam ettim. Sonucu değiştiremedim. Gözlerini açmadı ama biliyordum, gücü olsaydı; gözlerini açardı. Benimle konuşurdu. Yapamıyordu.

Çığlık attığımı duydum.

Ağlamalarımın şiddetinden başım dönmeye başladı. Yanaklarımda gözyaşlarımdan oluşan bir şelale vardı. Nefes alıp almadığını bile bilmiyordum çünkü bakmaya korkuyordum. Çünkü kollarımda öylece duruyordu. Çünkü nefes almadığını bilirsem benimde nefesim kesilirdi. 1

Allah’ım.

Etrafımda konuşmalar vardı ama zihnimdeki dehşetten algılayamıyordum. Ne görüyor, ne duyuyordum. Yalnızca sevdiğim adamın solgun yüzünü görüyor, yakarışlarımın sesini duyuyordum. Görüş açıma bir el girene kadar da kendimde değil gibiydim.

Sonra da sesi ve kelimeleri duydum.

“Nabzı atıyor, Doğanay.”

Nabzı atıyor. Yaşıyordu. Hala benimleydi. Benimle beraberdi. Beni bırakmamıştı. Ses, Sedat abinin sesiydi. Görüş açıma giren el, onun eliydi. Elini Öktem’in şah damarına getirmiş, nabzını yoklamıştı ve bana o an söylediği kısacık cümle kısa süreliğine nefes olmuştu.

“Yalvarırım, benimle kalmaya devam et,” dedim sesimi duyamasa da. Belki de duyardı. Gözleri kapalıydı ama belki de sesim ruhuna taşınırdı. “Sen beni bırakmazsın. Bırakamazsın.”

Duraklayıp nefes almaya çalıştım ama alamadım. Gözlerimden akan her yaşın varlığı ruhumu keserken de nefes alamazdım. Beklediğim her saniye her yaş çeneme iniyor, boğazımda düğüm oluşturuyordu.

Neden ambulans gelmiyordu?

Nerede kalmıştı?

Yaşlı gözlerim bir tek ondaydı. Kollarımdaki görüntüsünden gözlerimi çekemiyordum. Hali ona uyumsuzdu. Gömleğindeki kurşun yarasının yeri bedeni olmamalıydı. Suçluydum. Bende suçluydum. Tıpkı geçmişte de suçlu olduğum gibi şimdi de suçluydum. 1

Her şeyi yeniden yaşıyordum.

Geçmişte babamın kanı ellerime bulanmıştı.

Yıllar geçmişti ve bana aile olan adamın kanı da ellerime bulaşmıştı.

“Dayan,” diye mırıldandım, parmaklarım yüzünde yol alıyorken. “Bizim için dayan.”

Dayanmalıydı. Bizim için dayanmalıydı. Benimle kalmalıydı. Yine gözlerimin içine bakmalıydı. Gülümsemesini izlemeliydim. O güzel yüzü canlı olmalıydı. Böyle solgun durmamalıydı.

“Seni seviyorum,” dedim yüzünü sevmeye devam ederken. “Sen de benim her şeyimsin. Dayan, lütfen.”

Her şeyim sensin benim. Bunlar bana telefonda söylediği kelimeleriydi. Asıl o benim her şeyimdi. Ondan başka hiçbir şeyim yoktu ki benim, sadece o vardı.

Kalbime girmeden önce kimsesiz bir ruhtum. Kimsesiz bir ruhun hiçbir şeyi de olmazdı. Ama sonra hayatıma, kalbime girmişti ve kimsesiz ruhlu kızın kimsesi olmuştu. Her şeyim olmuştu. 3

Bu adam benim dünyamdı.

Ve dünyam durursa benim de yaşayacak yerim kalmazdı.

Etraftaki hayatın içinde ansızın kulaklarımın algıladığı sese dikkat kesildim. Her ses durdu. Sadece yaklaştığının habercisi olan ses kaldı. Ambulans, diye düşündüm. Duyduğum ambulans sesiydi. Geliyordu. Her saniye ses yaklaşıyordu. Başımı kaldırdığımda buğulu gözlerimin ilerisinde kırmızı, mavi ışıkları gördüm. Bahçeye girdiğindeyse sesleri her yerde yankılanmaya başladı.

“Geldi,” dedim gözlerim yüzüne inmeden önce. O an Sedat abiyi gördüm. Yanımda, dizlerinin üstünde duruyordu. Ne zamandan beri yanımdaydı, bilmiyordum. Birkaç kez sesini algılamıştım. Sonrası bende yoktu. Benimle konuşmaya çalışsa da farkında değildim. Hiçbir şeyin farkında değildim ama ona baktığımda onun hali de iyi değildi. Üzgün ifadesi darmadumandı. “İyileşecek değil mi?” diye sordum seslerin arasında ona. Ambulansın belki de benden önce farkındaydı çünkü hareket etmek üzereydi. Sesimi duyunca bana baktı. Ondan da Öktem’in iyileşeceğini duymak istiyordum.

Sedat abi başını salladı.

Öktem’e gözlerimi değdirirken ambulansın sesi yaklaştı. “İyileşeceksin,” dedim ona da. İyileşecekti. İyileşmek zorundaydı. Başka dudaklarımdan kelime çıkmadı. Dudaklarımı birbirine kenetledim. Araba kapılarının açılma sesi duyuldu. Sonra her şey hızlı bir şekilde gerçekleşti. Yanıma ambulans görevlileri geldi. Yanında sedyeleri de vardı. Aralarında konuşmalar geçti. Onu benden aldıklarında üşüdüğümü hissettim. Bedeni sedyeye yerleştirilirken, yarasına bastırdığım elim boşta kaldı. Benim yerimi görevliler aldı. Sedye havalandığında eli sedyeden aşağıya düştü. Elini tutamadım ama birden hatırlamam gerekeni hatırladım.

Ambulans.

Öktem, ambulansa binemezdi.

Bıçakladığında nasıl da karşı koyduğunu hatırladım.

İhtiyacı olsa bile Öktem ambulansa binmeyi reddeder.” Ebru böyle demişti. Öktem’in geçirdiği kazadan sonra ortaya çıkan fobisi vardı. Kendimi paralamak istedim. Ona bunun nedenini bile sormamıştım. Nasıl sormamıştım? Nedenini bilmem gerekirdi ama benim elimde sadece Ebru’nun dedikleri vardı. “Kazadan sonra ambulans fobisi oluştu. Binemiyor. Bilinci yerindeyse bindiremezsin.”

Bilinci yerinde olsaydı reddedebilirdi. Bilinci kendiyle beraber değildi ama bilinci yerine geldiğinde kendisini ambulansın içinde görürse ne olacaktı? O zaman yanında olmalıydım. Yanında her zaman olmalıydım. O benim her zaman yanımdaydı.

Öktem’in bedeninin bulunduğu sedye, ambulansın arkasına yerleştirirken onunla beraber gittim. Görevli adam beni engelledi. “Olmaz. Binemezsiniz, hanımefendi,” dedi. Neye uğradığımı şaşırdım.

“Lütfen,” dedim yalvararak. “Yanında… Yanında olmama izin verin.”

Ama yasak diyerek, izin vermedi.

“Lütfen,” dedim yine. Beni dinlemedi.

Ambulansın arka kapılarını kapattı. Bende kapanmadan önce kapı aralığından son kez sevdiğim adamın halini gördüm. İçeride müdahale yapıyorlardı. Yüzüne oksijen maskesi takılmıştı. İlerisi yoktu. Yalnızca yüzüme kapanan kapının görüntüsü ve zihnime vuran sesi kalmıştı.

Ne yapacağımı bilemedim.

Ambulans hareket etti, ben öylece yerimde kalakaldım.

Gözyaşları eşliğinde ambulansın gidişini izlerken kalbimin ağrısından dizlerimin bağının çözüleceğini hissettim. Ayaklarımın üstünde durmaya devam ettim. Zamanın yavaşlığı üstüme çöreklendi. Hala karışık seslerin varlığı etraftaydı. Ayıklayacak gücüm yoktu. Bir adım ilerleyemedim. Tek istediğim Öktem’in yanında kalmaktı ama onun da yanında değildim.

Biri bana seslene kadar gözlerim ambulansın arkasına baktım. Ambulans bahçeden çıkmak üzereydi. Başım dönerken sesin geldiği tarafa döndüm. Sedat abi bana sesleniyordu. Zihnimin açık kısmı beni çağırdığını anladığında bacaklarım çözüldü. Saniyeler sonra Sedat abinin arabasında kendimi buldum.

Yola çıktığımızda giden ambulansın görüntüsü ilerimdeydi. Arada mesafe vardı ama yine de görebiliyordum. Sesini duyabiliyordum. Işıklarını fark edebiliyordum. Her şey sanki gerçek dışıydı. Uyanmam gereken kabus gibi geliyordu. Öktem’in o ambulansın içinde olduğuna, vurulduğuna inanamıyordum.

Göz kapaklarımın kapanıp açıldığında sayısını bilemediğim gözyaşımdan biri elimin üstüne düştü ve ben ellerimin halini gördüm. Avuçlarımı yukarıya doğru çevirdim. Hiçbir şey kabus değildi. Ellerimin çizgilerine dolan Öktem’in kanıydı. Sevdiğim adamın kanıydı. Gerçek parmak boğumlarımdaydı.

Keşke her şey kabus olsaydı ama değildi. 1

O an zihnim bir görüntü oynattı. Kalbimdeki ağrı şiddetlendi. Olanlar kabus değildi ama içten içe bir şeylerin olacağını hisseden bilinçaltımın ortaya çıkardığı sahneler olmuştu.

Hangi günün gecesinde bu rüyayı gördüğümü hatırlamak istesem de hatırlıyordum. Restoranın kurşunlandığı zaman bir kabus görmüştüm. Gördüğüm farklıydı ama sonuç aynı yere çıkmıştı.

Abim sayesinde ellerimde kan vardı.

Bu abimin eseriydi. Onun yüzündendi.

Halbuki Öktem beni çok önceden uyarmıştı. Abimin gerçekleri öğrendiğinde neler yapabileceğini düşünmemi istemişti. O bana zarar vermesinden korkmuştu. Öyle de yapmıştı. Sevdiğim adamı bile bile kurşunun hedefi yapmıştı ve zararların en büyüğünü yaşatmıştı.

Benim de yüzündendi. Abim, ne kadar ileri gideceğini bana hep göstermişti. Tavırları, cümleleri her zaman onunlaydı. Öktem’e kini gün geçtikçe çoğalmıştı ve yapmak istediğini de en sonunda yapmıştı.1

Gözlerimi ellerimden kaçırdım ama zihnimi düşüncelerimden kaçıramadım. Kendime nefretim çoğalırken nefes almak istemedim. Öktem’in yanında o arabada olmam gerekirdi.

Ne kadar zaman sonra bilmediğim bir hastanenin bahçesine giriş yapıldı, bilmiyordum. Zaman benim düşmanımdı. Arabanın nerede durduğunu bilmeden kendimi hızla dışarıya attığımda ambulans görevlileri, Öktem’i acil kısmından içeriye sokmuştu. Onu görememiştim bile.

Hızlı adımlarla duran ambulansın arkasından geçerek, hastanenin kapısından içeriye girdiğimde bir an nereye gideceğimi de bilemedim. Hastanenin beyaz koridorlarına bakarken duraklamak zorunda kaldım. Gürültü kulaklarıma, hastanenin kokusu burun derinliklerime doldu. Ama Öktem’i nereye götürdüklerini bulamadım. Zihnim gibi her şey kargaşanın içindeydi. İnsanlar her yerdeydi. Ben de ortasında kalmıştım.

Çaresizliğimi buram buram hissettiğim sıra sislerin arasında beni ambulansa almayan adamı sol taraftaki koridorda gördüm. Aynı zaman da Sedat abinin “Bu taraftan,” dediğini işittim. Gözlerimi kırpıştırdım. Önümden geçen Sedat abiyi seçtim. O adamın olduğu koridora doğru gidiyordu.

Sedat abinin adama seslendiğini algılarken gözlerim ilerideydi. Adamın bir kapının önünde durduğunu gördüğümde gözlerim kapıya gitti. Sedat abi, adama bir şeyler diyordu ama benim dikkatim kapının açıldığı odadaydı.

Kapı aralıktı.

Gözlerim o aralıktan içeriye bakarken nefesim kesildi. Ağrıdan gözlerim kararır gibi oldu ama hastanenin duvarından destek alarak kendimi bakmaya zorladım. Oradaydı. Görmüştüm. Etrafında sağlıkçılar vardı. Yüzünü görmem imkansızdı ama yapılan müdahaleler sanki ağır çekimde önümde oynuyordu.

Birkaç kelimelerini yakaladım.

Beynime bir sancı girdi. Dikildiğim yerde sallandım. Duvardan destek almaya devam ettim ama sancı beni rahat bırakmadı. Beynimi ikiye ayırıyormuşçasına ilerledi, ilerledi, ilerledi. İkiye ayırdığı gibi ruhum zihnim ile bağlantısını kopardı. Arkasından sislerin karanlıkla yer değiştirmesini sağladı. Sonra da her şey bitti. Karanlık her yeri ele geçirdi.

*

Göz kapaklarım yavaştan oynarken göğsümdeki ağırlık göğüs kemiklerime baskı yapıyor, kalbim içine gömülüyordu. Sanki göğsüm, kalbimin mezarı oluyordu. Aynı zamanda o an burnuma dezenfektan kokusu gibi bir koku geliyor, zihnimin çarpıklığı bana ihanet ediyordu.

Zihnimde yağmurların yağışı vardı. Bilincim yerine gelirken tek yaptığı ağlamaktı.

Gözlerim aralanırken ilk gördüğüm beyaz renkti ama gözlerimi açmadan neler olduğunu hatırlamış, zihnim çarpık olsa da tek bir isim düşüncelerimdeydi.

Öktem.

Sonra diğer kelimeler geldi.

Vurulmuştu. Abim tarafından.

Gözlerim açılmadan sıklıkla nefes almaya başladığımda kaşlarımda acımla çatıldı. Göz kapaklarım açıldı, beyaz tavanının soğuk yüzüyle karşılaştım. Bir an aklımda canlanan sorularla kafa karışıklığı yaşadım.

Neredeydim?

Öktem neredeydi?

İlk sorumun cevabını uzandığım yataktan doğrulurken cevaplandı. O sırada kolumdaki şeyi görmeden hissettim. Koluma baktım. Damar yolum açılmış, serum bağlanmıştı.

Ne zamandır bu haldeydim?

Yatağın yanındaki direkteki serumun kalan miktarına bakılırsa dakikalar geçmiş olmalıydı. Serumun yarısı bitmişti. En son olanı hatırladım. Karanlığın içine düşmüştüm. Bayılmıştım. Sonra da beni hastanenin bu odasına getirmiş olmalılardı. Odada tek başımaydım. Düşünmeden kolumdaki iğneyi çıkarıp attım. Üstümde hala kabanım duruyordu. Kolumu kapatırken parmaklarımdaki kurumuş kanları gördüm. Gözlerim yaşardı.

Burada olmamalıydım. Öktem’in yanında olmalıydım.

Toparlanıp yataktan kalkmak üzere hareket ettim. Başıma giren sancı beni terk etmişti. Karşımdaki beyaz kapı kapalıydı. Kapıya ilerlerken dışarıdan netleştirebileceğim bir ses yoktu. Kapıyı açtığımdaysa odanın içi dahil, kulaklarıma hastanenin sesi yüklendi. Etrafa bakarken her şey üstüme doğru geldi.

Hastanenin neresindeydim, bilmiyordum ama koridora çıktığımda en son bulunduğum koridorda olmadığımı anlamıştım. Öktem, bana olmamam gereken yerlerde olduğumu söylerken haklıydı. Bu koridorda bile olmamalıydım. Çıktığım odayı arkamda bırakırken yürüdüğüm koridorda başka odalarda vardı. Bazılarının kapısı kapalıydı ama bazılarının önünde insanlar vardı. Odaların içinde algılayabildiğim kadarıyla hastalar yatıyordu.

Öktem de bu odaların birinde olabilir miydi? En son hali zihnimdeydi. Bu koridordan çıkmalı, o odayı bulmalıydım. Ya da Sedat abiyi bulmalıydım. O Öktem’in nerede olduğunu bilirdi.

Ve benim bilmediğim, diğer cevapları…

Sarsak adımlarım koridoru bitirdiğinde göz gezdirdiğim odalar bana bir cevap vermedi. Geniş bir alana çıktım. Burayı hemen tanıdım. İleride çıkış kapısı vardı. Acilin kapısı. Tanıdık diğer koridora ilerlerken adımlarım hızlandı. Danışman masasının önünden geçtim. Tam koridora doğru dönecektim ki birinin sesini duydum.

Kadın sesi, “Doğanay!” demişti.

Reflekse etrafıma baktığımdaysa bulanık gözlerim insanların arasında tanıdık bir yüz gördü. Başta onu farklı kişi sandım. Bu yüzden korkuyla geri adımlar gibi oldum ama sonra o kadın olmadığını anladım. Annem değildi. Annemin nasıl bir halde olduğunu canlı bir şekilde görmüştüm. İkizi olan kadından yıllar geçtikçe görünüşü ayrılmıştı. Bana seslenen teyzemdi.

Teyzem.1

Burada ne işi vardı?

Onu en son ne zaman gördüğüm gün bana babamın katilinin çıktığı haberini verdiği gündü. Şimdi buradaydı ve kapı tarafından bana doğru geliyordu. Onu beklemek istemedim. Görmem ve öğrenmem gerekenler vardı ama hareket edemedim. Çünkü hareket edeceğim an dikkatimi çeken oldu. Teyzemi görmez oldum.

İlerimdeydi.

Danışma masasının yakınındaki, dakikalar önce çıktığım koridordan çıkmıştı. Abim. Abim oradaydı. İki tarafında ve arkasında polisler vardı. Bir kolu sargının içindeydi. Neden sargılıydı, bilmiyordum. Umurumda da değildi. Sağlam kolunun bileği yanındaki polisin bileğine kelepçelenmiş şekilde yürümesi sağlanıyordu. 2

Ona bakarken öfkemin tüm bedenimi kaplamıştı. Onu son gördüğüm hali zihnimde oynuyordu. Öktem’e bağırışı. Elinde tuttuğu silahı. Silahın patlaması. Kurşunların sesi. Sonra da Öktem’in kollarıma yığılışı. Kanlı hali.

Hiç düşünmeden aklından geçeni yapmıştı. Öktem’i vurmuştu. Ellerime Öktem’in kanını bulaştırmıştı. Onu benden almak istemişti.

Hepsini o an bir daha yaşarken öfkeyle nefes aldım. Ciğerlerime şiddetli öfke pompalandı. Adımlarımı ona doğru atarken ben de hiç düşünmedim. Bana yine seslenen oldu. Oralı olmadım. Seslenen galiba yine teyzemdi ama benim bu umurumda değildi. Odak noktam abimdi. Polisler danışman kısmında onu durdurmuştu. Polislerden biri danışman masasına ilerken abim ise ilk beni görmedi ama o kalabalığın teyzemin seslenmesiyle abimin bakışları ansızın beni buldu. Ona hızla adımladığımı gördü. Aramızdaki mesafeyi hızla kapatırken gözlerini üstümden çekmedi. Beni bekledi. Sanki ne yapacağımı sezmişti, öylece durdu.

Onun aksine polisler de beni görmedi. Belki de gördü, farkında değildim ama kimsenin beni engellemesine fırsat vermeden kolumu kaldırdım ve tüm gücümle abimin yanağına tokat attım. Hamlemle çıkan ses etrafta duyuldu. Kanlı avuç içim acıdı ama abimin yüzü yerinden oynamadı.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırmaya başladığımdaysa biri beni engellemeye çalıştı. “Nefret ediyorum!” Kolumdan tutulduğunu hissettim. Geriye gitmeye zorlandım. Kolumu silkeledim. “Bunu nasıl yaparsın?” diye bağırdım bu kez de. “Nasıl?” Birileri bana seslenmeye devam ediyordu ama abimin dimdik durmaya devam etmesi daha da çıldırmama yaramıştı. Sanki yaptığını savunurcasına karşımda dikiliyordu. Polislerin seslerini işitiyordum ama şu an her şey önemsizdi. Abimin yüzünün dimdik durmaması gerekiyordu ve o bana öylece bakıyordu. Yüzünde hiçbir mimik yoktu. İfadesi bomboştu. Kolumu kaldırdığımda beni engellemek için polislerden biri önüme geçer gibi oldu. Beni çekiştirende bedenimi geri çekti. 1

Ama ben “Cani!” derken gözlerimi yüzünden çekemedim. Sesim o kadar yüksek çıkıyordu ki boğazım acıyordu. “Sen bir canisin! Aynı o kadın gibi katilsin!” Annesinin oğluydu. Onun gibiydi. Katildi. “Senden nefret ediyorum, duydun mu beni?”

Duyuyordu ve bana öylece bakıyordu.

“Doğanay, lütfen! Sakin ol,” diyen teyzemin sesini duydum. Yine çekiştirildim. Beni rahat bırakmıyordu. Kolumu çekiştirmeye çalışırken polisler de abimi çekiştirdi. Yönünü acilin kapısına verirlerken bakışlarını o an kaçırdı. Çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Başımı salladım. Böylece gidemezdi. Yeterli değildi.

Susmadım.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdım arkasından tekrardan. “Nefret ediyorum! Senin gibi bir abim yok benim! Ben senin kardeşin değilim, Baran Zümrüt! Değilim!” Transa geçmiş gibiydim. Arkasından ilerlemek istedim ama teyzem beni tutmaya devam etti.

“Bırak beni!” dedim ona da öfkeyle. Bırakmadı. Teyzem hala bana yalvarmaya devam ediyordu. “Lütfen, Doğanay,” diyordu durmadan. Benimde bir yandan yanaklarım ıslanıyor, diğer yandan arkasından bağırmaya devam ediyordum. “İnşallah bir daha gün yüzü göremezsin!” dedim dışarıya çıkarken.

Yüzünü bir daha görmek istemiyordum. Adını bile duymak istemiyordum. Hayatımdan defolup gitmesini istiyordum.

Hayır, bu kadarı yeterli değildi. Onu parçalamak istiyordum. Beni nasıl paramparça ettiyse, onun da parçalanmanı istiyordum. 1

“Ölene kadar hapiste çürümen için dua edeceğim!” dedim arkasından. “Duyuyor musun beni? Orada ölmeni istiyorum!” Ölmesini istiyordum. Nefes almaya devam etse de ama o artık benim için ölmüştü. Benim dünyamda yeri yoktu.

Görüş açımdan çıkacakken öne doğru atılmak istedim. Ona daha söyleyeceklerim vardı. Ama kolumdaki sıkı tutuş beni engelledi. “Doğanay, lütfen kendine gel,” dedi teyzem panikle. Görüntüsü tamamen yok olduğunda arkasından gidemedim. Geriye yalnızca boşluk kaldı.

Gitmişti.

Ama ben buradaydım. Etrafıma gözlerim değdiğinde durakladım. İnsanlarda duraklamış, bana bakıyorlardı. Hepsi önlerindeki kargaşayı izleyerek, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İstedikleri kadar bakabilirlerdi. Benim yine umurumda olmazdı.

Teyzemin “Sakinleş biraz,” diyen sesini duyduğumda varlığını hatırladım.

Sakinleş biraz. Sakinleşmek. Benden nasıl sakin olmamı isteyebilirdi?

O neden buradaydı ki?

Hışımla ona döndüm. Ona baktığımda farklılıklar olsa da katil annemin yüzünü görüyordum. Daha genç durması, gözlerinin farklı renkte olması ya da saçlarının farklı olması, yüzünün aynılığını gizleyemiyordu.

O, katil annemin ikiziydi.

“Bana dokunma!” diye bağırdım, kolumu silkeleyerek kurtarırken. “Hepiniz aynısınız! Aynı!”

“Doğanay?” dedi bana yaklaşmak isterken.

Elimi hızla kaldırdım. “Yaklaşma bana!”

“Tamam. Sen yeter ki sakin ol.”

Geriye adımlarken, ondan uzaklaşmak istiyordum. “Bana bir daha dokunayım deme!”

“Doğanay…” dedi yine. Bulanık gözlerim yüzünün tedirginliğini gördü.

Onun yüzündendi. Sorumun cevabı işte buydu. Yeğenini elimden almak için elinden geleni yapmıştı. Bu yüzden buradaydı. Yeğenini korumaya gelmişti. Önceden de yaptığı gibi yine aynı şeyi yapıyordu.

“Hepinizden nefret ediyorum!” dedim yüzüne. Sesim hastane alanında yankılanıp duruyordu ama önemseyecek durumda değildim. “Git,” dedim çıkışı göstererek. “Git, yeğeninin yanına!”

Omzundan düşen çantasının kulpunu omzuna geri taktı. “Ben senin için geldim,” dedi.

Başımı salladım. “Hayır, senin yerin onun yanı!” Senin için geldim. Kan bağım olan kimse benim için gelmezdi. Benim için gelen tek bir kişi vardı. O da Öktem’di. O benim için her zaman gelirdi. “Git buradan!”1

“Doğanay, ben çok üzgünüm,” dedi bana doğru gelmeye çalışırken.

“Hayır,” dedim geri giderken. “Yalan.”

“İnan bana. Bunları yaşadığın için gerçekten üzgünüm.”2

Ne biliyordu ki? Ne yaşadığımı nereden bilebilirdi? Yıllardır ne yaşadığımı, bilemezdi.

Sırtım ansızın bir yere dokunduğunda irkildim. Omzumdan arkama baktığımda hastanenin kolonuna değdiğimi görürken tanıdık başka bir yüzü fark ettim. Ebru oradaydı. Gitmem gereken koridorun yakınında dikiliyor, bana bakıyordu. Ne zamandır, buradaydı? Ne zaman gelmişti? Bilmiyordum ama yüzü çatıktı. Öktem’in nerede olduğunu, nasıl olduğunu biliyor olabilir düşüncesiyle hareket edeceğim zaman koridordan abisi çıktı. Yönümü Sedat abiye verirken, o kız kardeşine bir şey dedi.

“Öktem…” dedim yanına giderken. Diğer her şeyi gerimde bıraktım. “Nerede?” Sedat abi bana döndü. Ebru’ya ne dediyse hareket etti ve koridora yöneldi. Sormak istediğim ise başkaydı. Yaşıyor mu, diye sormak istiyordum. Verecek cevabından da dehşetle korkuyordum. Öktem’i kanlar içinde, bırakmıştım. Ne kadardır bilincim kapalıydı, bilmiyordum.

Korkuyla yüzüne bakarken Sedat abi, “Ameliyata alındı,” diye cevapladı.

Ameliyata alındı.

Ne kadardır, bilincim benimle değildi?

“İyi… İyi olacak mı?”

Olacak, demedi. “Benim kardeşim güçlüdür,” dedi. Evet, Öktem güçlüydü. Hayatımda gördüğüm en güçlü adamdı. Yaşadıklarına rağmen güçlüydü. Şimdi de güçlü olacaktı. Olmak zorundaydı. Aksi olamazdı. “Bunu da atlatacaktır.” Söylediğini yaşlı gözlerimle beraber başımla onayladım. Atlatacaktı. Yine bizimle, benimle olacaktı. Arkasından, Sedat abi, “Sen iyi misin?” diye sordu. İyi değildim, olamazdım ama o bilincimi kaybetmemden dolayı bu soruyu soruyordu.

“Ben…” deyip durakladım. Ayakta olsam da iyiyim diyemezdim. Bakışlarımı kaçırdım. Cevap vermek yerine, “Beni ona götürür müsün?” diye sordum. Ameliyathaneye giremezdim ama her nerede ise kapısına gitmem gerekiyordu. Zaten Sedat abi de neyden bahsettiğimi anladı.

Başını onaylarcasına salladı.

Sedat abiyi takip ederken, zihnim titriyordu. Düşüncelerimin hepsi birbirinin içine girmiş, düğümler oluşturmuştu. Öktem’den başka hiçbir şey düşünmek istemiyordum ama zihnim buna izin vermiyordu. Biraz önce olanların görüntüsü düşüncelerimin sahnesiydi.

            Abim.

Artık benimle bağlantısı olmayan, yaptıklarından pişman olmayan kan bağım olan o kişi. Baran Zümrüt. Ondan hıncımı alamamış, yaptığının bedelini ödetememiştim. Daha fazlasını hak edene hak ettiğini verememiştim. Kendimi de paralamak istiyordum çünkü olanların bir suçlusu da bendim.

Sedat abi, tanıdık koridordan geçip başka koridora saptığında koridorun sonundaki yazıyı gördüm. Ameliyathane. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Öktem bu yazının arkasında bir yerdeydi. Soğuk bir yerdeydi. Çünkü ameliyathaneler soğuk olurdu. Her zaman sıcaklığı ile ruhumu kavrayan adam soğukla baş başaydı.

Yutkundum. Boğazımdaki kilit açılmadı. Aksine kilit boğazımı daha da sıkıyordu.

“Doğanay.” Sesi duyunca o tarafa baktım. Koridor boş değildi. Ebru, koridordaki oturma alanında oturuyordu. Bir tek o vardı. Yanında kimse yoktu. Çatık bakışları üstümdeydi. “Abin şimdi mutludur değil mi?” dedi yüzüme bakarken.3

Mutlu. Kelime midemi bulandırırken adımlarım geriye gitti.

Sedat abi, “Ebru!” diye kardeşini uyardı.

Ebru abisinin dediğini umursamadı. Yüzümden gözlerini çekmedi. “Mutludur,” dedi kelimeyi bastırarak.

Sedat abi yine araya girdi. “Ebru, sus!”

Kız kardeşi abisine bakmadı. Sözlerine devam etti. “Söylesene Doğanay, abinin çaldıkları yetmedi mi?”

“Yeter!” dedi Sedat abi sertçe.

“Belli ki yetmemiş,” dedi Ebru, abisine bakmadan. “Parasını çaldığı gibi abin canını da almak istedi! Hayatına girdiğiniz insanın yaşamını böyle mi mahvederseniz siz?”5

Sırtım duvara değerken söyledikleri ruhumu sıkıyordu. Mahvetmek. Ona kızamazdım. Haklıydı. Öktem, soğukların içindeydi. Hayatını mahvetmemiş olsaydık, soğukların içinde olmazdı.

Gözlerimi Ebru’dan çekemezken, Sedat abi de kız kardeşine çıkışıyordu. “Yeter, dedim sana!” diyordu. “Yeter!”

Ebru oturma yerinden ayağa kalktı. “Yalan mı?” diye sordu abisine bu sefer bakarak. “Abisi hırsızlık yaptı. Belki de bilmediğimiz başka şeyler de yaptı. Şimdi de canına kast etti!”

“Günah keçisi aramayı bırak! Bunların hiçbiri kızın suçu değil!

“Öktem’i abisi vurmadı mı?” diye çıkışmaya devam etti Ebru. “O vurdu! Farkında mısın? Belki de Öktem hiç uyanamayacak! Kimin yüzünden?” Bana baktı. “Onun yüzünden!”

Benim yüzümden.

Her kelime birer jilet kesiği oluyor, ruhumu çiziyordu. Bu bilmediğim bir gerçek değildi. Benim yüzümdendi. Bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldığımda bulanık gözlerim ameliyathane yazısına gitti. Sonra gözlerim yere düştüğünde ellerimi gördüm. 1

“Beni çıldırtma, kendine gel!”

“Ben kendimdeyim. Asıl sen gerçekleri gör ve ne yapacağını düşün. Nehir teyzeye nasıl söyleyeceksin? Daha haber bile veremedin!”

Göğsüm delindi. Kocasını ve küçük oğlunu kaybeden Nehir Hanım. Öktem’in annesi. Ellerimdeki kanın sahibi oğluydu. Bilmiyordu. Oğlunun canıyla savaştığını bilmiyordu. Duyduğu an yıkılacaktı. Yüzüne nasıl bakacaktım? Bakamazdım.

Sedat abinin, “Sana da haber vermemeliydim!” dediğini duydum.

Ellerime bakmaya kestiğimde ilerime baktım. Kapıya doğru adımlamaya başladığımda adımlarımı nasıl attığımı bilmiyordum. Adımlarım birbirine dolaşıyordu ama yürüyordum.

“En başından beri her şey yanlıştı zaten,” dedi Ebru arkamdan bir yerden. “Hayatına hiç girmemeliydiniz!”

Bana söylüyordu ve yine haklıydı. Her şey yanlıştı.

“Git, havanı al Ebru. Doğru düşünmeye başlamadan önce de gelme buraya!”

Adımlarım devam ettikçe konuşmalarını azalarak duymaya devam ediyordum ama benim gözlerim yazının yazdığı kapıdaydı. Kapının dibine vardığımda durduğumda bacaklarımdaki dermansızlığa rağmen kapının bir köşesinde dikilmeye başladım. Kollarımı bedenime sararken iki kardeşin diğer konuşmalarına kendimi kapattım.

Duyduklarım bilmediğim şeyler değildi. İnkar edeceğim şeyler de değildi. Hepsi gerçekti.

“Sen bakma Ebru’ya,” dedi Sedat abi bir ara. Ne zaman yanıma geldiğini bilmiyordum. “Söylediklerinin hiçbiri doğru değil.”

Doğruydu ama ona cevap vermedim. Sonra yine konuştu. Birazdan geleceği hakkında bir cümle kurdu. Sesim çıkmadı. Adım seslerini duyarken yerimde sabitliğimi korudum. Hem nereye gidecektim? Gidecek yerim yoktu. Gidecek tek bir yerim vardı, onun da yanına gidemiyordum. Yalnızca bu kadar yakınında durabiliyordum. 2

Zaman geçiyordu.

Ben bekliyordum.

Ne kadar bir süre beklediğimin bir önemi yoktu. Beklemeye devam ettikçe nefes alamadığım anlar oluyordu. Göğüs kemiğimin arkasındaki de yüreğim çaresizce çırpınıyordu. Kalbimdeki mavi kelebeğin canı yanıyordu. Renginin değişmesini istemiyordu ama kanadını karanlığa kaptırmıştı ve karanlık tamamen onu yutarsa maviliğinden geriye bir şey kalmayacaktı. Siyahlaşacaktı. En sonunda çürüyüp, kuruyacak ve yok olacaktı. Yok olmadan da kalbimi aynı kendisi gibi karanlığa hapis edecekti. Benden de geriye yalnızca bir beden duracaktı. Derinden yapılmış, bir robot. Bu ben olacaktım.

Öktem’e bir şey olursa bunların hepsi olacaktı. Onun sayesinde bulduğum kendimi kaybedecektim.

Bacaklarımın titrediğini hissettiğimde elim arkamdaki duvara dokundu. Ayakta durmaya daha fazla dayanamadım ve duvardan destek alarak zemine doğru çömelip oturdum. Zeminin soğukluğu üstümdeki kabandan geçerek zihnime ulaştı.

Keşke Öktem’in maruz kaldığı soğuğa ben maruz kalsaydım, diye düşündüm.

Bacaklarım yana doğru kıvrıldığında sayısını bilemediğim kez bir daha ellerime baktım. Yanaklarımdan düşenler avucumun içine, kırmızılıkların içine akmasını izledim. Bu ana gelene kadar bambaşka ihtimaller olabilir düşüncesi zihnimden düşmeye başlamıştı. Bunların birinde Öktem’in gelmemesi vardı. Gelmeseydi, kapının arkasında olmayacaktı. Diğeri abime karşı intikam almak istememdi. Ona oynadığım oyunlar nefretini çoğaltmış, körüklemişti. Bir başkası ise Öktem’e kendimi kaptırmaya başladığım an ondan uzak durmam gerektiğiydi. Eğer bunların bir tanesi gerçekleşmiş olsaydı, Öktem’e zarar gelmeyecekti. 2

Canım bu kadar yanmayacaktı.

Nefesim darağacında sallanmayacaktı.

Ve artık her şey için geçti. Aynı babamın kanı ellerime bulaştığı gibi ellerimde kanı vardı.

Zamandan bir haber olan benliğim etrafımda olanı arada fark ediyordu. Bir ara sessizliğin sesini duyarken bir an sonra seslerin varlığını seziyordum. Ama hiçbirinde başımı çevirmiyor, koridora bakmıyordum. Hastane zemininin beyazlığına bakıyordum. Kimsenin yüzüne bakacak ne gücüm, ne de hakkım vardı. Ancak elim yanıma düşüp parmaklarım bir şeye değdiğinde yorgun gözlerim yavaşça o tarafa bakmıştı. Zeminde duran telefonumdu. En son kabanımın cebinde olduğunu biliyordum. Vedat Keskin’in evinde abim tarafından cebime sıkıştırılmıştı. Şimdi ise yerdeydi. Düşürmüş olmalıydım ama düşme sesini duymamıştım. Yerden alıp cebime koyduğumda dibinde oturduğum kapının kayarak açıldı. İçeriden orta yaşlarda, erkek doktor çıktı. Başında ameliyat bonesi vardı.

“Öktem Kandemir’in yakınları,” dediğini duydum adamın.

Acelece yerimden kalkmaya çalışırken hemen, “Ben… Ben karısıyım,” dedim. Adam demin beni fark etmemişse de konuşmamla fark etmişti. Yanıma başkaları da geldi. Onlara bakamadım, gözlerim doktorda kalbim ağzımda atıyordu.

“Doktor, durumu nasıl?” Konuşan Sedat abiydi.

Doktorun bakışları üstümüzde dolandı. “Sıkıntılı kurşunu çıkardık,” dedi başta. “Ama çok kan kaybetmiş.” Çok kan kaybetmiş.

Bedeninden süzülen kan gözlerimin önüne geldi.

“İyi… İyi olacak mı?” dediğimi duydum yavaşça.

Allah’ım lütfen onu benden alma.

Doktor bana baktı. “Yoğun bakımda gözlemlemeye aldık, bekleyeceğiz.”

Yoğun bakımdaydı.

Ama yaşıyordu. Nefes alıyordu. Kalbi atıyordu.

“Ne kadar bir süreden bahsediyoruz?” Bu kez konuşan Ebru’ydu. “Ne zaman uyanır?”

“Henüz net bir şey denilmesi için erken. Dediğim gibi durumunu izleyip göreceğiz.”

Araya çaresizce girdim. “Onu görebilir miyim?” diye sorduğumda doktor yeniden bana baktı. Nasıl bir halde olduğumu bilmiyordum ama doktor cevap vermeden önce duraklamıştı.

“Üzgünüm,” dedi soruma. “Şu an olmaz.” Sonra hepimize baktı ve “Geçmiş olsun,” diyerek koridorda ilerlemeye başladı. Gözlerim kapıya giderken yanında bir kez daha olamayacağım gerçeği yüzüme vurmuştu. Gözyaşım dudaklarıma dokunduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Kesin niye bir şey demedi?” Ebru’nun sesini idrak ettiğimde gözlerimi kaçırıp yanıma doğru baktım. Sedat abi, kız kardeşi ve kocası. Bu kadardı. Başka kimse yoktu. Konuşurken abisine bakıyordu.

“Doktorun dediğini duydun, bekleyeceğiz,” dedi Sedat abi. “Başka yapılacak bir şey yok.”

“Belki de hiç uyanmayacak. Bunu tek ben mi düşünüyorum?” 2

Göğsüm sıkıştı. Tek değildi. Uyanmama ihtimali zihnimi ikiye ayıran bir ihtimaldi. Karanlık tarafta duruyordu. Bakışlarımı kaçırma ihtiyacı hissettim. Yetmedi. Kaçmak istedim. Adımlarımı nereye gittiğimi bilmeden attım.

“Şöyle konuşma,” dedi Sedat abi, kız kardeşine.

İlerlemeye devam ettim. Ebru’nun diğer sözlerini duymak istemiyordum.

Yalnızca onu görmek istiyordum, göremiyordum.

Yanında olmak istiyordum, olamıyordum.

Ama nefes alıyordu, bunu biliyordum.

***

Beklemek kavramı dünyada insana işkence eden yöntemin adıydı. Dakikalar ilerlerken belirsizlik içinde insan durduğu yerde dururdu. Beklenen zamanın nereye çıkacağını bilemezdi. Zaman geçer gider, insan bekleyerek azaplar içinde kalırdı ama getireceği iki seçeneği olurdu.

İyi veya kötü haber.

Kimse ikincisini düşünmek istemezdi. Ben de bekliyordum ve ikincisini düşünmek, zihnime getirmek istemiyordum.

Yoğun bakım alanı ameliyathane koridorundan başka bir koridordaydı. Zamanın, günün habersizdim. Akşam mı olmuştu? Gündüz müydü? Bilmiyordum. Yoğum bakım ünitesi yazan koridordaki oturma sandalyesinde oturuyordum. Bacaklarımın dermanı yoktu. Buraya gelirken her adım attığımda zar zor yürümüştüm. En sonunda oturmak durumunda kalmıştım.

Koridorda yalnız değildim. Diğerleri de koridordaydı ama onlardan ayrı yerde oturuyordum. Ebru ile yüz yüze gelmek bile istemiyordum. Onlara en son baktığımda Ebru, kocası Barış abi ile geride oturuyordu. Sedat abi ise bazen oturuyor, bazen ayaktaydı. Bir daha gözlerimi üstlerine çevirmemiştim.

Öktem’in annesine haber verilip verilmediğini de bilmiyordum. Olması gereken neydi, ondan dahi şüpheliydim. Bense bilincim benimle olsa da donuk bir haldeydim. Gözlerimde bir batma vardı. Her gözlerimi kırptığımda batıyordu. Sanki artık gözlerimden firar eden yaşlarımda kalmamıştı. Yanaklarıma dökülenler kurumuş, sadece hissi duruyordu. Başım eğik, ellerim kucağımdaydı. Gözlerim kanlanan parmağımdaki yüzüklerimdeydi. Uzun zamandır da bu haldeydim. Yalnızca geçen süre muammaydı.

Beklemenin kuyusundaydım.

Biri bana seslendiğinde batan gözlerimi diktiğim yerden çektim. Başımı kaldırdım ve yanımda ayakta dikilen Betül’ü gördüm. Afallama hissi bünyeme işlenirken yanımdaki oturma yerine hızla oturdu.

“Betül,” diye mırıldandım. Onu burada görmeyi beklemiyordum ama tanıdık ve yakın bir yüzü görmek hislerimi titretmişti. Burada nasıl olduğunu bilmemem önemli değildi. Başka bir kelime söyleyemedim. Ona sarıldım. Gözlerimdeki yaşların bittiğini düşünüyordum ama bitmemişti. Gözlerimi yumarken yanaklarımı ıslatıyorlardı. 1

O da bana sarıldı. “Ah, arkadaşım,” dedi üzgün bir halde, Betül.

“Onu vurdu,” dedim dudaklarım aralandığında. “Abim, Öktem’i vurdu.”

Üç kere duyulan o ses. Silah sesleri zihnimde duyuluyordu. 1

“Çok üzgünüm, Doğanay.”

“Yapamadım,” diye sayıkladım. “Gelmesini engelleyemedim. Yapamadım. Gelmemeliydi, Betül. Gelmemeliydi. Neden geldi ki?”

“Ne olduğuysa senin hatan değil.” Ama benim hatamdı. “Kendini lütfen suçlama.”

Başıma gelenleri bilmemesine rağmen beni teselli ediyordu.

Kendimi geri çekerken başımı olumsuzca salladım. “Benim hatam,” dedim yüzüne bakmadan. “Abimi engelleyemedim. Onun gelmesini engelleyemedim. Benim hatam.”

“Hayır,” dedi Betül. “Abin denilen pisliğin yaptıkları senin hatan değil.” Anlamıyordu ama ben biliyordum. Benim suçumdu. “Doğanay…” dedi arkasından tedirgince. “Ellerin.”

Gözlerim ellerime kaydı. Kurumuş kandan. Öktem’in kanından bahsediyordu. “Benim değil.”

“Gel,” dedi ayağa kalktığını hissederken. “Ellerini yıkayalım.”

Başımı olmaz diye salladım. “İstemiyorum,” dedim yavaşça.

İstemiyordum. Öktem uyunana kadar, onun iyi olduğunu görene kadar temiz olmak istemiyordum çünkü ondan bana kalan en son şey ellerimdeki kanıydı.

Betül tekrardan yanıma oturdu. “Hava alalım o zaman. İster misin?”

“İstemiyorum.” Hava alsam da bir şey değişmeyecekti. Temiz oksijen ciğerlerime girecekti ama benim asıl nefesim sevdiğim adamın nefesine bağlıydı. “Hiçbir şey istemiyorum.”

“Tamam. Sen istemedikçe hiçbir şey yapmayız.”

Yaşlı gözlerimle Betül’e baktım. “Ona bir şey olursa yaşayamam,” dedim hüzünle beni izlerken. “Ben bunu atlatamam.”

“Öyle konuşma,” dedi hemen. Ellerimi destek verircesine tuttu. “Enişteme bir şey olmayacak. İyileşecek.”1

“Ya iyileşmezse?”

“İyi olacak,” dedi bir kez daha. “Bak, görürsün. İnan bana, hislerim kuvvetlidir. İyileşecek. Eniştem kolay pes eden bir adam değil, değil mi?”

“Değil,” dedim. “Güçlüdür o.”

“Bak, biliyorsun,” dedi güven veren sesiyle. “Kocan güçlü biri Doğanay. İyi olacak, merak etme.”

Ona inanmak istedim. Tüm kalbimle dediklerine kanmak istedim. Gözlerim yoğum bakım kapısına gittiğinde “Güçlüdür,” diye düşündüm.

Betül tekrardan konuştu. “Ayrıca eniştem uyandığında seni böyle görmekte istemez.” Gözlerimi beyaz kapıdan çekerek Betül’e döndüm. “Bunu da biliyorsundur. Sen iyi olacaksın ki o da iyi olacak. Yoksa uyandığında adam nasıl toparlanacak?”

Bana moral vermeye çalışıyordu, farkındaydım. Doğru söylediğini de biliyordum. Öktem, kendine geldiğinde beni böyle görmek istemezdi. Ama bu elimde olan bir şey değildi.

“Kalbim parçalanıyor, Betül.” Hislerim sesime yansırken çenem titriyordu. “O oradayken ben iyi olamam. Yapamam. Ancak uyandığında iyi olabilirim.”

Ne diyeceğini bir an bilemedi. Betül teselli etme konusunda oldukça başarılı biriydi ama halim onunda kelimelerini tüketiyordu.

“İyi olacak,” dedi yeniden, başını aşağıya yukarı ağırca sallayarak. “İyi olacaksınız ve ben de yanındayım.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Dudaklarımı bastırıp aralanırken ne söyleyeceğini bilmeyen taraf ben oldum. Teşekkür etmek, istedim ama kelimeler varlığına çok basit kalırdı. Kan bağımızın olmamasına rağmen yanımdaydı. Bana arkasını hiç dönmemişti. Gerçekleri saklayıp, yalanlar söylediğimde dahi yanımda durmuştu. Onun gibi bir arkadaşa sahip olduğum çok şanslıydım.

Yüzüm buruşurken bir kez daha ona sarıldım. “İyi ki yanımdasın,” dedim tek düşündüğümü söylerken.

“Tabi ki de yanında olacağım,” dedi ağlamaklı sesiyle o da. “Biz kız kardeşiz. Her zaman yanındayım.”1

“Kız kardeşiz,” dedim mırıldanarak, onun gibi. Bana daha önce de bu kelimeleri kullanmıştı ama bugün daha iyi anlıyordum.

Geriye çekildiğimde elim yanağıma gitti. Elimin tersiyle yanağıma dokunacakken burnumu çektim. O sıra Betül’ün bana uzattığını gördüm. Çantasından selpak çıkarmıştı.

Uzattığını aldım ama kararımdan vazgeçtim. Yaşlarımı silmedim. Kendiliğinden kurumasını, izlerini bırakmasına izin verdim. Tüm bu yaşlar, Öktem içindi. Ona ait hiçbir şeyi silmeyecektim.

Betül, benimle beraber oturmaya devam ettiğinde onun buraya nasıl geldiği benim için belirsiz bir cevaptı ama bir şekilde gelmişti. Zihnimin kalabalığı olmasa her şeyi sorardım ama şu an dilim gitmiyordu. Her şeyi sormak yerine yalnızca “Senin nasıl haberin oldu?” diye sordum, elimdeki peçeteye bakarken. Bir yandan da beyaz peçetenin kırmızı ellerime uyumsuzluğunu düşünüyordum.

Elimdeki peçeteyi sıktım.

“Kasklıdan dolayı,” dediğini duydum. 2

Kasklı dediği kişi, Sedat abiydi. Aklım karışmıştı ama düşünecek ne gücüm ne de zamanım vardı. Anladım dercesine başımı salladım.

Zamanın tik takları ilerlerken diğerlerinin olduğu tarafa bakmamıştım. Gözlerimin tek noktası vardı. Beyaz koridorun sonundaki beyaz kapı. Ne zaman açılsa, umutla doluydum ama çıkan sağlık personelin hiçbiri Öktem ile ilgili bilgi vermek için çıkmıyordu. Kapı açılıyor, ilerideki koridor görünüyor, sonra da kapı tekrardan kapanıyordu. Öktem, o koridordaki bir yerindeydi ve her açıldığında ayaklanıp içeriye girmek istiyordum. Yapamıyordum.

Geçen süre kum tanesi olup, bir kumsalı oluştururken herhangi bir haber gelmedi. Betül yanımda durmaya devam etti. Bir ara bana kantine gideceğinden bir şey isteyip istemediğini sordu. Geri geldiğinde istememe rağmen bir şişe su ve kapalı pakette sandviç getirmişti. Bir şeyler yemem gerektiği ile ilgili cümleler kurdu ama ben hiçbirini almadım. Fazla ısrar etmedi.

Yine kapı açıldığında içeriden kadın bir hemşire çıktı. Sessizce koridorda yürürken bir şey demesini önümden geçene kadar bekledim. Demedi ama o an ilerlerken koridorun diğer tarafına baktım. Gördüğümle gözlerim kısıldı. Koridorun sonundaki dönemeç yerine dikkatim kesildi. O köşede hastane sekreteri gibi bir masa vardı. Yanlış mı görüyorum diye kendimi sorguladım. Başımı salladım. Yanlış görmüyordum.

İki benzer yüz, koridorun sonundaki köşedeydi. Masadaki çalışanla konuşuyorlar gibiydi.

Teyzem ve ikizi oradaydı. Yan yanaydılar. Teyzem ve annem buradaydı.

“Hayır,” diye düşündüm. Gözlerimi hızla o taraftan çektim. Görüntüyü reddetmek istercesine gözlerimi kapatıp açtım. Teyzemi koridorda gördüğümde onun burada nasıl olduğunu sorgulamıştım. Cevap bu muydu? O kadın mı haber vermişti? O nasıl gelmişti peki? Bizi mi takip etmişti? Oğlunun yanında olması gerekirken neden buradaydı?

Zihnimin bu kadar şeyi nasıl kaldırdığını bilmiyordum ama her şey üst üste biniyor, canlı canlı altında kalan da ben oluyordum.

Tedirgin bir halde tekrardan o tarafa gözlerimi çevirdiğimde boş koridorla karşılaştım. Aklım allak bullak olmuştu. Koridoru bakışlarımla taradım. Yoktular. İki kadından bir iz yoktu. Ama emindim. İstemesem de buradaydılar. Görmüştüm. Gitmişler miydi? Ne olduysa şu an yoktular.

Koridorda, oturduğum alanın ilerisindeki diğer alanda yalnızca Ebru ve kocası oturuyordu. Ebru, kocasıyla konuşuyordu. Ebru’nun yüzünü göremiyordum ama hararetli bir halde bir şey anlattığını el hareketinden anlaşılıyordu. Sedat abi ise kardeşinin yanında değildi.

Anın gerçekliğiyle rahatladığımda başka bir kavgayı bünyemde taşıyamayacağımı bilincindeydim. Ama yanıma gelselerdi; ne yapabileceğim hakkında kendime güvenmiyordum. Betül’ün yanıma koyduğu su şişesini alıp kapağını açmaya çalışırken ellerimin güçsüzlükten hafifçe seğirdiğini gördüm. O an Öktem’in elinin nasıl da titrediğini hatırlayarak yutkundum. O bahçede elinin titremesini saklamaya çalışmıştı. Sonra olanlar daha fenaydı. Vedat Keskin’in babası hakkında söylediklerini duymuştu.

Gerçek miydi?

Gerçekti.

Öktem, yıllardır vicdanıyla baş başa kalmıştı. Yıllardır araba kazasının kendi suçu olduğunu düşünerek kendisine katil sıfatını yakıştırmıştı. Babasının, kardeşinin ve annesinin başına gelenlerin suçlusunu kendisi sanıyordu. Ama öyle değildi. Ailesinin bu hale gelmesinin sebebi Vedat Keskin’in babasıydı. Arslan Keskin.

Gerçeği, abim onu vurmadan önce duymuştu.

Benim elimin seğirmesi geçmişti ama onun ki geçmemişti. Aldığım nefes sanki ciğerlerimi yakıyorken plastik şişesinin sesi çıktı.

Betül, “Doğanay,” değince su şişesini sıktığımı fark ettim. “Sorun yok,” dedim kısık bir sesle. Ama sorun vardı.

“Şişeyi açmamı ister misin?”

“Hayır, ben hallederim,” dedim şişesinin kapağına dokunarak. Sudan bir yudum alarak mideme inmesine izin verdiğimde midem suyu almayı reddetti. Daha fazla içemeyeceğimi düşünerek kapağını kapattım ve yanıma koydum.

“Bir şeylerde yemek zorundasın,” dedi Betül daha önce söylediği gibi.

“İstemiyorum,” dedim bende bir kez daha. “Öktem oradayken ben hiçbir şey yiyemem.”

           

Suyu bile midem istemediğini belli ediyordu, sanki normal hayatın içinden herhangi bir hareketim Öktem’in halini bilmeme rağmen ona, ihanet ediyormuşum gibi hissettiriyordu. Onsuz yaptığım hareketler acıma hakaretti.

Betül, son söylediğime cevap veremedi. Başka ısrarda da bulunmadı. Normalde ısrarına devam ederdi ama halim, üstüme gelinmemesi gerektiğini belli ediyor olmalıydı. Görüntümden bir haberdim ama içimin harabeliği dışarıya vurmasını engellemiyordum.

Biraz daha zaman geçti.

Zaman benim için gürültüyle ilerleyen bir trendi. İlerliyor, ilerliyor rayların sonuna gelmiyordu. Gelmesi gereken durağa bir türlü varmıyordu. Yalnızca gürültüsü zihnimde kavga ediyordu.

Betül’ün söylemesiyle gece olduğunu biliyordum. Ona isterse gidebileceğini söylediğimde dediğimi onaylamamıştı. Yanımda kalmayı tercih etmişti. Diğerlerinden ise Barış abi yoktu. Geceyi sabah ederken bir kere bile gözümü kapatmamıştım. Betül bazen dışarıya hava almaya çıkarken ben yerimden kalkmamıştım. Sabahın hangi saatinde bilmiyordum ama Ebru’nun koridorda olmadığını görmüştüm. Galiba o da gitmişti.

Öktem’den ise hala bir haber yoktu.

“Ellerini yıkamalısın, Doğanay,” dedi Betül yanımdan yorgun bir sesle. Tüm gece o da gözünü kapatmamıştı. “Tabi yoğun bakıma giriş izni çıktığında kocanı görmek istiyorsan…”

Söylediğiyle çaresizce ona baktım. “Görmeme izin verirler mi sence?”

Onu o kadar çok görmek istiyordum ki, ömrümden ömür verirdim.

“Elbette,” dedi Betül. “Niye vermesinler? Sadece zamanını bekliyorlardır.”

Doktora görmek istediğimi söyleyince o an olmayacağını söylemişti ama hiç göremeyeceğimi söylememişti.

“Tamam,” dedim.

Lavaboya gitmek için yerimden kalktığımda bacaklarımın ağırlığına afalladım. Hafif sendeleme yaşadım. Betül bunu fark ederek “İyi misin?” diye sordu. Ayağa kalkmıştı. “Seninle ben de geleyim.”

Elimi dur dercesine kaldırdım. “Hayır, gelme. İyiyim ben.”

“Ama…”

“Burada kal, lütfen Betül. Belki ben yokken bir haber gelir.” Koridorda bizden başka kimse yoktu. Sedat abi neredeydi, bilmiyordum.

Betül, kararsız bir halde “Emin misin?” diye sorunca başımla onayladım.

“Eminim. Ben hallederim.”

“Peki,” dedi istemeyerek. “Lavabo koridordan çıkınca sağ tarafında kalıyor. Görmemen imkansız.”

“Bulurum.”

Koridorda ilerlemeye başladığımda Betül’ü gerimde bıraktım. Kapının yanından ayrılmak hiç istemiyordum ama Betül haklıydı, ben bunu hiç düşünmemiştim. Koridordan çıktığımda tarifine uyarak lavaboyu buldum. Sabah saatlerinden midir, bilinmez içeride kimse yoktu.

Aynaya gözlerimi değdirmeden lavabonun önüne geçtiğimde ellerimin haline son kez bakarak yutkundum. Gözlerimin dolmaya başladığında küçük Doğanay’ın ellerindeki kanı babaannesi çıkarana kadar kimse onu temizlemediğini hatırladım. Belki de babaannemden başka kimse halimi fark etmemişti. Çünkü bende kendimi fark etmemiştim.

Babamın ölümünü apartmanımızda silah sesini duyun komşular polise ihbar etmişti. Abim o gece evde yoktu. Bazen böyle yaparak gece gelmezdi. Geldiğinde de nerede olduğunu bana söylemezdi. Annem ise babamı vurduktan sonra sigarasını içmişti ama kaçmamıştı. Polislerden kaçamayacağını biliyor muydu, bilmiyorum ama evde kalmaya devam etmişti. Sigarasını içmiş, beklemişti. Silahı oturduğu koltuğun yanındaki masaya bırakmıştı. Ama beklemeye başlamadan önce beni odama zorla götürmüş, kapıyı üstüme kilitlemişti. Sesim kısılana kadar bağırıp çağırmıştım. Kapımı açmamıştı. Elime bulaşan babamın kanıyla beni odamda tutmuştu.

Polisler geldiğindeyse kapıyı da o açmıştı. Beni de polislerden biri, yatağımın köşesine sinmiş şekilde bulmuştu. Haber babaanneme ulaştığında beni dışarıda görmüştü. Babamın cansız bedeni siyah bir ceset torbasının içinde binadan çıkarken babaannemin çıkardığı sesi uzun zaman boyunca unutmamıştım. Ağıtı, oğlu içindi. Sesi kılıç gibi keskindi.

Abim ise binamıza tanımadığım insanlar girip çıkarken anca gelmişti.

Geçmiş yılın içinde öz annem tarafından ellerim kırmızı ile boyanmıştı.

O yılın üstünden yıllar geçmişti; şimdi de öz abim tarafından ellerim kırmızı ile boyanması sağlanmıştı.

İkisinin benzerliğinin arasındaysa ben sıkışıp kalmıştım.

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda musluğu açıp akan suyun altına ellerimi getirdim; ellerimin eski haline getirmek için çabalamaya başladım. Başta yavaştım. Akan suyun rengi değişiyordu. Ama benim gözlerim önüne Öktem’in yarasına bastırdığım anlar geliyordu. Çenem titredi. Ağlamamak için kendi zorladım. Sonra da hızlandım. Parmaklarımın arasındaki rengi yok etmek adına tüm gücümü kullandım. Derimi sıyırırcasına ovaladım. Lavabodaki sabunu kullandım. Öktem’in kanı ellerimden akıp gitti. Durmadım. Tertemiz olana kadar soğuk suyun altından ellerimi çekmedim.

Parmaklarım soğuk suyun altında buruştu. Temizlendi ama gözlerim ellerime baktığında temiz bir deri görmek yerine kırmızılıkları görmeye devam etti. Biliyordum, ne kadar temizlersem temizleyim sevdiğim adamın kanı bu ellerime bulaşmıştı. İstesem de çıkaramazdım.

Nefeslenirken bakışlarım aynaya iliştiğinde saatler sonra kendi halimle karşı karşıya gelirken ruhsuzluğum yüzüme çarptı. Bembeyazdım. Yüzümdeki tek renk gözlerimin içinin kızarık olmasıydı. Göz altlarım çökmüş, hissettiğim çaresizlik gözlerime oturmuştu. Korkum, kaygım, çaresizliğimin toplamı yüzümde toplanmıştı. Bana kim bakarsa, karşısında bunların karışımını görüyordu. Halim bundan ibaret değildi. Üstümde başka bir ayrıntı daha vardı. Kahverengi kabanımda da Öktem’in kanı vardı. Ellerimden bulaşmış olmalıydı. Ne kadar baktım, bilmiyorum ama gözümden yaş akarken ona dokunmadım.

Lavaboya bir kadın girince gözlerimi aynadan çekip hızlı adımlarla lavabodan çıktım. Yoğun bakım koridoruna geçeceğim an ise bir nokta dikkatimi çekince durakladım. İnsanlar geçip gidiyordu ama dikkat kesildiğim yer Sedat abinin bir kadınla konuştuğuydu.

Kadını anında tanıdım.

Kısa saçları, duruşu hafızama öyle bir kazınmıştı ki unutmam mümkün değildi. Bade, Sedat abinin karşısındaydı. Öktem’in durumundan haberi olmuş ve kendisini burada bulmuştu. En son Öktem, onu kovmaktan beter etmişti ama o bugün hastaneye kadar gelmişti. Nasıl haberinin olduğu sorusu aklımı kurcalamıyordu. Tahmin edebiliyordum. Öktem, herkesten uzak durması gerektiğini söylese de yakın arkadaşı Ebru ile konuşmaya devam etmemelerini bekleyemezdi. Ebru, arkadaşının Vedat Keskin ile yaptığı anlaşmayı biliyordu ama kendisini nasıl affettirdiyse affettirmiş olmalıydı.

Vedat Keskin’in bana söylediğini hatırladım. Kandemir’in selamını aldım. Dediği gibi her şeyi öğrenmesi hoşuma gitti. Bu cümleler Öktem’in Bade’ye söylediğinin karşılığıydı. Bade de Öktem’in söylediği gibi ortağına dediklerini iletmişti. 1

Ve şimdi de hiçbir şey olmamış gibi üzgün bir suratla hastaneye geliyordu. Bu kadarla da kalmıyordu. Sedat abi ile konuşurken ağlıyordu. Gözlerimi kaçırdım. Daha fazla ne bakabilir ne de durduğum yerde durabilirdim.

Onları olduğu yerde bırakıp yoğun bakım koridoruna ilerlerken, Öktem’in bu hale gelmemesi için olabilecek başka bir ihtimal daha gelmişti. Diğer ihtimallerin yanında yer edinmişti. Eğer, Öktem o kadınla olmaya seçseydi; bugün ilerimde gördüğüm yoğun bakım yerinde olmayacaktı.

“Doğanay.” Betül’ün sesini duyduğum an ona baktım. Beni görür görmez ayağa kalktı. Bir şey olmuştu. Yüzünden anlayabiliyordum. Kalbim korkuyla attı. Ne olduğunu sormaya korktum. Zaten sormama da gerek kalmadı. “Demin bir hemşire içeriden çıktı,” dedi yanına vardığımda. “Öğleden sonra bir kişi olmak kaydıyla ziyaretçi alabileceklerini söyledi.”

Bir an duyduğuma inanamadım. “Onu görebilecek miyim yani?” diye sordum söylediğini tekrardan teyit ettin diye.

“Evet,” dedi Betül, başını sallarken, benim için mutlu olarak. “Kocanı görebileceksin. Ben sana söylemiştim.”

Öktem’i görebilecektim.

Elim göğsüme giderken gözlerimin dolduğunu hissettim. “Saat… Saat kaç?”

Betül, hemen kolundaki saatine baktı. “On iki oluyor.”

Öktem’i öğleden sonra görecektim ve saat on ikiydi. Dakikalar önce gördüğüm Bade’nin varlığı bu bilgiyle zihnimde gerilere atılırken, artık tek düşündüğüm zamanın Öktem’i göreceğim saate gelmesiydi.

***

Beklediğim saat öğleden sonra iki gibi oldu. Hemşire kadın, beni Öktem’e götürmeden önce bir takım hazırlanma aşamasına soktu. Koridora açılan yoğun bakım kapısı ile ileriye açılan kapının arasındaki alanda ilk ellerime dezenfektan gibi bir sıvı sıkarak temizlememi istedi. Ardından üstüme mavi bir önlük, maske verdi. Onları giydikten sonra da kendisini takip ederek diğer kapıdan içeriye girdim. Hastanenin ilaç kokusu burada daha ağır geldi. İçerinin koridorunda ilerlerken kalbim ağzımda atıyordu. Hangi odanın arkasında Öktem vardı, bilmiyordum ama her kapının önünden geçerken bir an önce durmak istiyordum.

Hemşire, bir odanın önünde durduğunda kalbim durmak üzereydi. “Beş dakika kalabilirsiniz,” dedi bana. “Lütfen, hasta ile temas etmeyin.”

Beş dakika… Yeterli değildi.

Tamam dercesine başımı salladım. Hemşire elindeki kartı kapının yanındaki cihaza okutup odanın kapısını açtığında “Beş dakika sonra ben geri geleceğim,” derken gözlerim odanın içine kaydı. Sonrasında kadın bir şey dediyse de ben duymadım.

Oradaydı. Öktem. Sevdiğim adam. Ellerime kanı bulaşan adam. Oradaydı.

Adımlarım ileriye doğru giderken görüntüsü yüzüme, ruhuma, her şeyime darbe etkisi yapıyordu. Sanki bacaklarımın tutmayacağını hissediyordum ama ilerlemeye devam ettim. Yakınına yavaşça adımladım.

Allah’ım, onu bu halde görmeye nasıl dayanacaktım?

Bembeyaz bir odanın ortasındaki yataktaydı. Beyaz bir örtü göğsünün altına kadar örtülmüştü. Sağ omzunun altı sargılıydı. Orası duyduğum kurşunlardan birinin isabet ettiği yerdi. Burnunda oksijenini almasını sağlayan ince bir hortum vardı. Titreyen gözlerim hareketsiz bedenine bakarken, odanın içindeki makinelerin sesi kulaklarıma doluyordu. Sesi çıkan makinelerin bir ucu göğsüne bağlanan kablolar makinelere bağlıydı. Bu sesler yaşamının sesiydi.

Ne yapacağımı bilemeden yanında dikilirken gözlerim çoktan dolu doluydu. Kalbime bir balyozla vurulmuşçasına ağrıyordu. Onu bu halde görmek istemiyordum. Kapalı gözlerini açmasını, sesini duymak istiyordum ama o öylece çıkan sesler eşliğinde bilinçsizce yatıyordu.

“Ben… Ben geldim,” dedim yavaşça. Ona dokunmak istiyordum. En azından eline dokunup varlığını hissetmek istiyordum ama yapamayacağımı biliyordum. “Öktem, ben geldim. Çakır’ın geldi.” 1

Cevap makinelerin sesiydi.

“Lütfen, uyan,” dedim elim üstümdeki önlüğü kırıştırırken. “Uyanmalısın. Ben sensiz yapamam. Sen de bensiz yapamazsın.”

Değişiklik olmadı. Olmayacağını biliyordum. Yine de sesim belki kendisine giderdi. Belki bir mucize olur, duyardı.

“Korkmuyorum,” dedim sesim titrerken. “Bana korkma demiştin. Dediğini yapıyorum. Korkmuyorum ama lütfen… Lütfen bana geri gel.”

Duraklamak zorunda kaldım. Yalan söylüyordum, biliyordum ama ona gerçeği söyleyemezdim. Onu kaybetmekten korktuğumu dillendiremezdim. Bana korkma demişti, eğer beni duyuyorsa söylediğini yaptığımı bilmesi gerekirdi.

“Biz…” Boğazım düğümlenirken yutkundum. Yanaklarıma dökülen yaşlarım, ağzımdaki maskeme gelirken gözlerim yüzünde ilerliyordu. “Sen benim ailemsin,” dedim buruk sesimle. “Biz seninle beraber yaşlanacağız, tamam mı? Bu yüzden de uyanmalısın. İyileşmelisin.”

Odanın kapısının açıldığını duyduğumda kapıya bakmak istemedim ama biliyordum, hemşire süremin bittiğini söylemeye gelmişti.

“Seni seviyorum, Kandemir,” dedim çıkmadan önce. “Ben buradayım. Hiçbir yere gitmiyorum. Yakınındayım. Seni bırakmayacağım. Söz veriyorum.”

Öktem, uyanana kadar hiçbir yere gitmeyecektim. Yanında olamasam da yakınında duracaktım ve onunda gitmeyeceğimi bilmesini istiyordum. Ne kadar beni duymasa da, tepki vermese de bu odadaki duvarlara kelimelerim işlenecekti.

“Sizi dışarıya alabilir miyim?” dediğini duydum hemşirenin. Hiç çıkmak istemesem de son kez yüzüne bakıp çıkmak durumunda kaldım. Çıkana kadar da omzumdan arkama baktım, durdum. Çıkar çıkmaz, gözyaşlarım hızlandı.

Keşke odanın bir köşesinde kalmama izin verselerdi, uzak olsaydım da yanında olsaydım, diye düşündüm. Ama bu imkansızdı.

Bu imkansızdı ama verdiğim sözü tutmak değildi. Öktem’i hastane odasında ilk kez gördüğümde verdiğim sözü her gün tuttum. Hiçbir yere gitmedim. Her gün hastanede kalmaya devam ettim. Hastane koridorlarında bazen yalnız başıma; bazen de diğerleriyle oldum. Ama ben hiçbir yere gitmedim. Ebru’yu ve Barış abiyi ilk günden sonra bir daha görmemiştim. Yalnızca Sedat abinin telefonla kendisine bilgi verdiğini biliyordum. Bana, eve gidip dinlenmem gerektiğini, bir gelişme olduğunda haberdar edeceğini söylemişti ama ben istememiştim. Betül de bu konu hakkında beni ikna etmeye çalışmıştı. İkna olmayacağımı anlayınca da pes etmişti. Aksine benden başka kimse kalmaması gerekiyordu. Öyle de oldu. Betül’ü gitmesi için ikna ettim ama durmadan ihtiyacım olduğunu düşündüğü şeyleri sıralayarak getirmesi gerektiğini dillendirirken hiçbir şey istemedim. Hastanede durmamın ikinci gününde Sedat abi, çantamı getirdiğindeyse nasıl eline geçtiği hakkında en ufak fikrim yoktu. Arada kendisi de hastaneden gidiyordu ama geliyordu. Öktem’in annesine haber vermemişti. Bunu ona sormamıştım. Kimseyle konuşacak halim yoktu ama hala haber vermediğini tahmin ediyordum. Yoksa Öktem’in annesini bulunduğum yerde görürdüm.

Ben ise bir söz vermiştim. Her gün onu gördüm, onunla koştum. Benden başka kimse içeriye girmedi. Onunla olmama izin verildi. İlk gün beş dakika olan izin, ikinci gün on dakika olduğunda daha fazla yanında kaldığımdan kendimi umutla doldurdum. Üçüncü gün süre on beş dakikaya çıktığında umudum yükseldi. Dakikaların yükselmesi demek; durumunun iyi gitmesi demekti. Hemşireye Öktem’in durumunu sorduğumda da bana aksini dememişti.

Gözlerini hala açmamıştı ama Öktem’in durumu iyiye gidiyordu.

Bu günlerde başka bilgiler de öğrenmiştim. Bunlardan biri Öktem’in bedenine isabet eden kurşunun sayısıydı. Abimin silahından çıkan kurşunların sayısı. O gün kulaklarımın duyduğu kurşun sesi üçtü. Tıpkı babamın bedenine de isabet eden kurşun sayısı ile aynıydı. Ama duyduğumla öğrendiğim gerçek farklıydı. O gün Öktem’in bedenine iki kurşun isabet etmişti. Biri kolundaydı. Biri ise gövdesinde, karnının hizasınaydı. Duyduğum kurşunlardan biri polisin abime açtığı ateşin sesiydi. O da kolundan yararlanmıştı ve ben onu o halde görmüştüm.

Öktem’in fazla kan kaybetmesinin sebebi gövdesine aldığı kurşun yüzündendi.

Kapalı olan telefonumu da açmıştım. Açtığımdaysa bende olmadığı zamanlardaki bilmediğim bazı ayrıntılarla orada da karşılaşmıştım. Abim olacak kişinin telefonumu ne zaman kapattığını bilmiyordum ama kapatmadan önce Öktem’in çağrılarının sayısını görmüştüm. Biri hariç hepsi cevapsız çağrıydı. Abim bir kere Öktem’in aramasına cevap vermişti. Onun yanında olduğumu bilmesini istemiş ve öfkesini daha da körüklemesi için aramasını cevaplamış olmalıydı. Abim telefonumla başka şey de yapmıştı. O da telefonumdan Betül’e giden mesajdı. Vedat Keskin’in evinde olduğum zamanın ilk gün akşamında Betül bana mesaj atmıştı. Sıradan bir mesajdı ama abim ben gibi Betül’e mesaj atarak, bir daha mesaj ya da arama yapmamasını sağlamıştı.

Abim, Betül’e üç, dört günlüğüne kafa dinlemeye gittiğimizi, telefonumun çekmeyebileceğini yazmıştı. Betül’e bunu sorduğumda şüphelenmediğini, Öktem’in beni olanlardan sonra kaçamak bir tatile çıkardığını sanmıştı. Sonra da zaten telefonum kapanmıştı.

Aradan geçen dördüncü gündü. Ziyaret saatini koridorda bekliyordum. Öktem’in durumunun iyiye gittiğini öğrendiğimden beri daha sağlam duruyordum. Halsiz kalmamak için arada bir şeyler yemeye başlamıştım.

Telefondan saate baktığımda ziyaret saatine on dakika kalmıştı. Hemşirelerden biri beni çağırana kadar içeriye giremiyordum. Görünürde fazla bir zaman kalmamıştı ama beni en çokta zorlayan son dakikalardı. Sanki geçmek bilmiyordu. Koridorda tanımadığım başka insanlar dışında yalnızdım. Bazılarının bakışlarını üstümde hissediyordum. Büyük ihtimalle kabanımdaki kanı görüyorlar ve ne olduğunu merak ediyorlardı. Bu insanların çoğu da yoğun bakım alanında tanıdığı olan insanlardı.

Yoğum bakım ünitesinin kapısı açıldığında yüzüne aşina olduğum hemşire kadın çıktı. Onu görür görmez ayağa kalkıp kapıya doğru ilerlediğimde tam ağzımı açmış konuşacaktım ki, kendisi benden önce konuştu. “Adınız, Doğanay değil mi?” diye sordu. Daha önce bana adımla hitap etmemişti. Zaten söylememiştim de.

“Evet de…” Afallayarak konuşmamı engelleyemedim.

“Gözünüz aysın,” dedi kadın gülümseyerek. “Hastanız kendine geldi.” 2

Duyduğuma bir an inanamadım. “Ciddi misiniz?” diye sordum hızla. “Kendine geldi mi?” Hastanız kendine geldi. Kadının sesi zihnimde yanıp yanıp sönüyordu. “Onu görebilir miyim?”

“Elbette. Kendisini normal odaya aldık.”

Elim dudaklarıma giderek, “Aman Allah’ım,” dedim. Bu sefer mutluluktan gözlerim dolmaya başladı. Ben o haldeyken Öktem’in alındığı odanın numarasını ve katı söyledi. “Geçmiş olsun,” diyerek kapıdan içeriye girecekken kendisini durdurdum. “Bir dakika,” dedim hemen. “Adımı siz nereden biliyorsunuz?”

“Kocanızın ilk söylediği adınızdı,” dedi hemşire. Arkasından, “Tekrardan geçmiş olsun,” diyerek yoğun bakım alanın kapısından içeriye girdi. Artık burada kalmama gerek yoktu. Nasıl harekete geçtiğimin farkında değildim ama saniye kaybetmeden oturma yerinden çantamı aldığım gibi koridordan çıktım. Söylediği kata gitmek için asansöre yöneldim. Adımlarım o kadar hızlıydı ki bacaklarımın birbirine dolaşmasından korktum ama yavaşlamadım. 2

Öktem uyanmış, bilinci yerine gelmiş, hatta konuşmuştu.

İnanamıyordum hala ama inanmam gerekiyordu.

Asansörle ikinci kata çıkıp söylediği bölümün koridoruna girdiğimde gözlerim odaların sayı numaralarındaydı. O kadar sabırsız bir haldeydim ki adımlarımın birbirine dolaşacağını, her an yere kapaklanacakmışım gibi hissediyordum. Kalbimin durumu da farklı değildi. Atışları göğüs kemiğimi zorluyordu.

Söylenilen numarayı bulduğumda nefes nefeseydim. Sabırsızlığım bir duvara toslamışçasına kapalı kapıya bir an bakakaldım. Elimi kapının kulpuna uzatamadım. Şu an bu kapının arkasında Öktem’in bilinci yerindeydi ve ben bu gerçeğin bir rüya olmasından korkuyordum.

Uyuyor muydum?

Ya gerçekten de bir rüyanın içindeysem? Ya bu gerçek değilse? Kapıyı açtığım an uyanırsam ne olacaktı?

Beni durduran bu soruların istemediğim cevabıydı.

Etrafımda hastanenin sesleri fazlasıyla kulağıma gelirken elimi kulpa uzattım. Kapı açılırken korku ve panik etrafımda dolandı. Gözlerim içeriye doğru bakındığında odanın ufak koridoruyla karşılaştım. İlerlemeden uyanmayı bekledim. Gözlerimi kapatıp açtım. Herhangi bir değişiklik olmadı. Kapıyı arkamdan kapatırken içeriye dikkatle bakıyordum. Bulunduğum yerden yatağın sonu gözüküyordu ve görünen kısmında yatakta birinin yattığı anlaşılıyordu.

Gözlerimi kırpıştırdım. Koridor bitimine kadar ilerlediğimde nefesimi tuttuğumu onu görünce fark ettim. Oradaydı ve adımlarımı çoktan duyarak mavi canavarlarını bulunduğum tarafa çevirmişti.

Rüya değildi. Allah’ım, rüya değildi.

O an konuşamadım. Daha fazla da ilerleyemedim. Yüzüm mutluluk ve üzüntüyle karışık buruşurken yalnızca canlı olduğunu bilincime kazımak için ona bakmak istedim. Ama Öktem konuştu. Kulaklarım sesini duydu.

“Çakır,” dedi ağırca.

Sesiyle birlikte yanaklarıma inenler oldu.

Dikildiğim yerde hareket edemezsen, Öktem, “Yanıma gel,” dedi. Kelimeleri yavaşça dudaklarına alıyor, yavaşça da söylüyordu. Sanki bacaklarım kelimelerini bekliyormuşçasına hareket etti.

Sağlam elini yatağa değdirirken oraya oturmamı istediğini anladım ama yanlış bir şey yapmaktan çekindim. Etrafa hızla göz gezdirip duvar tarafında bulunan sandalyeye yöneldim ve yanını getirdim. Sandalyeye oturduğumda elini ellerimin arasına aldım.

Ona bakarken yorgunluğunun her yerinde olduğunu anlayabiliyordum. Yoğum bakımda en son gördüğümde yüzü solgundu. Şimdi de öyleydi. Halsizliği bakışlarına yansıyordu ama uyanmıştı. Üstünde hastane önlüğü giydirilmiş, burnundaki hortum çıkarılmıştı.

Ne desem bilemedim. Aklıma gelen ilk kelimeyi söyledim. “Korkmadım,” dedim günler öncesi söylediğini ona söylerken. Bakışlarımı kaçırıp yüzümü eğerken dudaklarıma değen yaşın tadını aldım. “Bana korkma, demiştin. Korkmadım.”

Ama korkmuştum.

“Güzelim,” dedi Öktem ben ona bakamazken. “Sana bakmama izin ver.”

Dediğini yapıp yüzüne baktım. Kendime de kızdım. Konuşmak için çaba sarf ederken ona zorluk çıkarıyordum. Tam konuşarak yorulmamasını gerektiğini söyleyecektim ki, “Kendini yıpratmışsın,” dedi güçsüz sesiyle. “Daha fazla çakırlarına zarar verme.”3

Korkmadığımı söylemiştim, ona dediğine uyduğumu söylemiştim ama dediğini yapamadığımı biliyordu.

“Sen bana bakma. Mutluluktan bu yaşlar,” dedim hemen. Tebessüm etmeye çalıştım. Acı bir tebessüm dudaklarıma yerleşti. “Asıl sen konuşarak yorulma, lütfen.”

“Ben iyiyim.”

“Biliyorum ama daha da iyi olacaksın. Sonra da evimize gideceğiz. Ben de sana çok güzel bakacağım.” 1

Solgun dudakları söylediğime yavaşça kıvrıldı. Dolu gözlerimle, “Sana bir sözüm vardı,” dedim eskileri hatırlayarak. “Hastalandığında sana bakacaktım.”

Konuşmadan önce yutkundu. “Demek ki haklıymışım,” dedi tane tane. “Söz vermişsin.”

“Bunu nasıl hatırlıyorsun ki?”

Bahsettiğini anında anlamıştım. Aramızda bu konu geçtiğinde ona söz vermediğimi söylemiştim ama o, hastalandığında ona bakacağımı söyleyerek söz verdiğimi savunmuştu. Şimdi, bu halde bile bunu hatırlıyordu. Her zaman ki gibi hayret edilesi bir adamdı.1

Parmaklarının elime belli belirsiz dokunduğunu hissederken dokunuşuna bakmak istedim. Yoğum bakımdayken hiçbir temasım olmamıştı; öylece bilinçsiz haline bakmıştım.

Başparmağı derimi okşarken, “Hafızam yerinde,” dedi. Gözlerimi yüzünden çekemedim.

“Çünkü sen zeki bir adamsın,” dedim gözyaşlarım tebessüm ederken. “Bizimle ilgili her şeyi hatırlarsın.”

Ben de hatırlardım. Aynı onun gibi.

Elini elimin altından ağırca çekerek, hareket edişine pür dikkat kesildiğimde kolunu kaldırıp elini yanağıma getirdi. Dokunuşuyla gözlerim kapanırken yanağımı avucuna yasladım.

Ne kadar da korkmuştum. Ona bir şey olacak diye aklımı kaçırma noktasına gelmiştim. Ona bağlandığımı, kalbimdeki yerini biliyordum ama gerçek anlamda kaybetme korkusunu bu kez yaşamıştım.

Hayatım, ondan öncesi ve ondan sonra olarak ikiye ayrılmıştı ama eğer Öktem’e bir şey olsaydı eski halime dahi dönemezdim. Çünkü bir kere onu tanımış, kalbimi kalbinin ellerine vermiştim.

“Seninle ilgili her şeyi,” diyen sesini duyduğumda düşüncelerimin yanaklarıma indirdikleri yaşları hissediyordum. “Güzelim,” dedi yaşlarıma dokunurken. “Bana bak.”

Dediğini yaparak ona baktım. Buğulu gözlerimden ifadesinin hüzünlü bir hale büründüğünü gördüm. Onu da üzmek istemiyordum ama kendimi durduramıyordum.

“İyiyim ben,” diyerek beni inandırmaya çalıştı.

“Korktum,” dedim birden gerçeği itiraf ederek. “Bana korkma dedin ama ben yapamadım.”

“Biliyorum.”

“Özür dilerim,” dedim arkasından. “Çok özür dilerim.”

Özrüm her şey içindi. Onu dinlemediğim için. Abimin yaptıkları için. Bu hale geldiği için. Her şey içindi.

Ama o düşüncelerimi anladı. “Sakın. Kendini suçlama,” dedi.

Yanağıma dokunan elinin üstüne elimi getirdim. “Sana bir şey olacak diye çok korktum.”

“İyiyim,” dedi tekrardan.

“İyisin,” dedim ben de onun gibi.

“Bilmiyor musun beni?” dedi sonra da. “Seni bırakmam.”

Başımı onaylarcasına salladım. “Bırakmazsın.” Bırakmazdı. İsteyerek beni bırakmazdı. “Ben de seni bırakmam.”

“Ve bana bakacaksın,” diye devam etti. Sesi içimi rahatlamaya yönelikti. “Ben de ellerinde daha iyi olacağım.”

Söylediği gülümsememi sağlarken benimle beraber dudakları kıvrıldı, hafifçe gülümsedi. Burnumu çekerken bir kez daha başımı salladım. “Yanından hiç ayrılmayacağım.”

Kaybetme korkusunu yaşamışken gözüm üstünde, varlığım yanında olacaktı.

“İşte benim karım,” dedi, dediğime Öktem ve gülümsememi büyüttü. Bu halde dahi beni nasıl da gülümsetmeyi başarıyordu, bilmiyordum ama yapıyordu. Yaptığı başka da vardı. Kalbime yerleştirdiği mavi kelebeğinin kanatları artık eski haldeydi. Siyahlaşması yok olmuştu. Onun için kanatlarını çırpıyordu. Yerinde ve güvendeydi.

***

Hastaneleri sevmiyordum. Zaten hastaneleri kim severdi ki? Ne hastası, ne hasta yakını. Kimse sevmezdi ama sevmemek demek insanın mecbur olmasını ortadan kaldırmıyordu.

Aradan bir hafta geçmişti.

Koskoca bir haftada Öktem’in yanında kalmış, onunla ilgilenmiş, vakit geçirmiştim. Doktor, Öktem uyandıktan sonra bilgilendirme yaptığı zaman olumlu konuşmuş, içimi ilk rahatlatan olmuştu. Sonra da Öktem’in uyandığının haberini diğerlerine vermemin ardından, olanlardan haberi olanlar Öktem’e bakmaya gelmişti. İlk gelen Sedat abi olmuştu. Akşamında Ebru ve kocası gelmişti.

Öktem, bana annesini sorduğundaysa hiçbir şey diyememiştim. Çünkü benimde pek bilgim yoktu. Sedat abi, kendisine bakmaya geldiğinde Öktem, ona sormuştu. O zaman ben de öğrenmiştim. Annesine olanları kimse söylememişti. Ebru bile ağzından kaçırmamıştı ama Sedat abi, Nehir Hanım’a oğlunun acelece yurtdışına çıkmak zorunda kaldığı yalanını atmak zorunda kalmıştı. Annesi, başıma gelenleri bilmediğinden bu yalana kolayca inanmıştı. Dört gün boyunca oğlunun mesaj atmamasını ise telefonunun yurtdışında açılmamış olması olarak biliyordu. Öktem’in kendi telefonu ise, Sedat abideydi. O da yalanını desteklemek için telefonu uçak moduna aldığını söylemişti. Odaya geldiğinde telefonunu Öktem’e teslim etmişti. Diğer gün de Sevil teyze ile konuşmuştu. Sedat abinin yalanını devam ettirerek, haber veremediği için üzgün olduğunu ama geri geldiğini annesine bildirmesini istemişti. Sevil teyzenin de olanlardan haberi yoktu. Öktem’in sesi ilk günden daha iyi çıktığı için o da şüphelenmemişti. Zaten Sedat abi, kimsenin şüphelenmemesini sağlamıştı. Sonra da annesiyle mesajlaşmışlardı. 1

Ben Betül’e de haber vermiştim. O da kısa süreliğine ziyarete gelmişti. Doktor, hasta ziyaretlerinin fazla olmaması gerektiğini söylemişti. Bu yüzden gelen fazla durmamıştı.

Tüm bu günler boyunca aklıma Canavar anca gelmişti ama onun haberini de sonra almıştım. Canavar, Ebru’nun evindeydi. Öktem, evde olmamamın ikinci gününde Canavar’ı, daha önce kaldığı gibi Sedat abiye vermek istediğini ama onun da en iyi yerin kız kardeşinin evi olduğunu savunmuştu. Sedat abi, Canavar’ı Ebru’nun evine götürmüştü. Sonra da Öktem, ben yokken eve pek uğramamıştı.

İlk günden Sedat abinin olandan haberi vardı. Yerimi bulmak için Öktem, Sedat abiden yardım almıştı ama bir noktada ikisi ayrılmıştı. Öktem, Vedat Keskin’in evine gelirken yalnız başına geldiğini biliyordu. Öktem, polisi karıştırmak istememişti. Polisleri getiren Sedat abiydi. Vedat Keskin, o günden sonra tutuklanmıştı ama tutuklu kalma süresinin ne kadar olacağı belli değildi. Günlerdir öğrenebildiğim ayrıntılar bunlardı. Olanları hatırlamak istemiyordum ama merak ettiğim başka konuların varlığı devam ediyordu. Yine de Öktem’e sormamıştım.

İkinci gün de rezidanstaki evimize gitmiştim. Öktem, beni zorla eve göndermişti. Üstümü değiştirip, hem kendime gelmem hem de ihtiyaçlarını getirmek için kabul etmek zorunda kalmıştım. Hastanenin olduğu yer, rezidansa biraz uzaktı. Bu yüzden Sedat abi, geri dönerken beni rezidansa bırakmıştı. İşim bitince geri götürebileceğini dese de ben istememiştim. Geri dönerken taksi kullanmıştım. Diğer günler, Öktem’in yanından bir daha ayrılmamıştım. Eve gidip dinlemem gerektiğini savunsa da onu dinlememiştim. İlk geceden itibaren yanında yatmamı bile istemişti ama böyle bir şey bulunduğu konumdan mümkün değildi. Bunu ona atlatmam biraz zor olmuştu ama ilk günler söylediklerime uymak zorunda kalmıştı. Sonraki günlerse o da beni ikna etmişti. Dördüncü günden sonra geceleri bana yer açmış, sağlam tarafına kıvrılmıştım. Kolumdaki abimden kalan çürükler ara sıra sızlasa da bunu Öktem’e belli etmemiştim.

Zaman geçmeye devam etmiş, geçtikçe de toparlanmasına, bir önceki günden daha iyi hissetmesine şahitlik etmiştim. Onunla beraber bende saçtığım parçalarımı topluyor, iyileşiyordum. O uyurken nefes alışlarını izliyor, bir daha almayacağını düşündüğüm saniyeleri zihnimden silmeye çalışıyordum.

“Benimle ilgilenmen çok ama çok hoşuma gitse de evimde yürüyebilirim, güzelim,” dedi Öktem, ben ona yardım etmek için sağlam kolundan tutarken. Diğer kolu, askılıydı. İki yarası da sağ tarafındaydı. O tarafa hem kolundan hem de diğer yarasının o tarafta olmasından dolayı geçemiyordum.

Tüm geçen günlerin sonunda Öktem, bugün taburcu olmuştu. Hastaneden bizi almaya Sedat abi gelmiş, daireye kadar çıkmamıza yardımcı olmuş ama gerisini halledebileceğini söyleyerek Sedat abi kapıdan yollamıştı.

“Doktoru sende bende duyduk,” dedim koridordayken. “Yaranın hızlı iyileşmesi için az ve öz hareket etmeli, ani bir hareket yapmaktan kaçınmalısın.”

“Sadece yürüyeceğim.”

“Olmaz. Ani bir hareket yapabilirsin.” Önceden yapmadığı şey değildi. Bıçak yarası aldığında yaptığı hareketle dikişlerini zedelemiş, kanamasına yol açmıştı. “Daha yeni hastaneden çıktık ve ben bir daha hastaneye dönmek istemiyorum.” İstemiyordum çünkü en ufacık bir sorunda Öktem’i hastaneye geri götüreceğimi biliyordum. “Sen istiyor musun?”

“Tek başıma yürümek istememle geri dönmenin arasındaki bağlantıyı açıklar mısın bana?” diye sordu ilgiyle. Koridorda dikilmeye devam ediyorduk. Onun durmasıyla ben de durmuş, gözlerimi yüzüne çevirmiştim.

“Çok konuştuk. Senin yatağa geçip dinlenmen gerek.” Bakışlarımı yüzünden çekip yürümesi için “Hadi,” dedim.

O da “Günlerdir zaten dinleniyorum,” dedi ama beni dinledi. Benimle beraber koridorda adım atmaya başladı.

“Kendi yatağında dinlenmek başka, hastane yatağında dinlenmek başka.”1

Kendisini iyi hissettiğini, tek başına yürüyebileceğini söylüyordu ama ne kadar söylediklerini savunsa da söylediği kadar iyi değildi.

Yatak odasına girdiğimizde yatağa kadar destek olmayı sürdürdüm. Yatağın yanında geldiğimiz sırada kolundan elimi çekip yatağı hazırladım. Yatak örtüsünü hızla çekip, yastıkları ayarladım. Arkasından tekrardan kendisine dönüp omuzlarındaki deri ceketi aldım. Oturmasına, hatta sırtını karyolanın başındaki yastıklara yaslamasına yardım ettim.

“Rahat mısın?” diye sordum, doğrulurken. Gözlerim üstünde, sorduğum sorunun cevabını ona bakarak anlamaya çalışıyordum.

“İyiyim ben.”

“Emin misin?”

“Eminim.”

Üstümdeki montu çıkardım. Eve geldiğim zaman kirli kabanımı çıkarıp kurumuş kana bakmadan hızla çamaşır makinesine tıkamıştım. Evden çıkarken de elime ilk geleni giymiştim. O zaman üstümü tamamen değiştirmiş, kısa bir duş almış olarak evden çıkmıştım. Suyla buluştuğum kısacık an da başka bir ağlama krizi geçirmiş ama hastaneye giderken eski halime dönmüştüm.

“Peki, benden isteyeceğin bir şey var mı?” diye sordum, dolaba doğru hareket ederken. Elimde, hem onun ceketini hem de montumu tutuyordum.

“Var,” dedi ben, dolabın kapağını açarken. Ona baktım. Konuşmama fırsat vermeden devam etti. “Yanıma gelmen istediğim tek şey.”

Bakışlarımı çekerken gülümsedim. “Geleceğim ama sonra.”

Dolaba elimdekileri asarken Öktem, “Sonra?” dedi dediğimi tekrar ederek. “Ne kadar sonra?”

“Biraz bekleyeceksin.”

“Birazın açılımını istiyorum,” dedi bu kez de. Öktem’e baktım. Her zaman ki gibi beni izliyordu. “Tahmin yürütemeyecek kadar hastayım ben.”2

Odadaki lavaboya geçerken, “Hani iyiydin?” dedim. “Öyle diyordun.”

Arkamdan cevap verdi. “Sana bağlı olarak daha da iyi olabilirim.” Musluğu açıp ellerimi yıkarken sesini yükseltti. “Olmamı istemez misin güzelim?”

Gülümsemem büyüdü. “Birazdan yanındayım,” dedim odaya doğru.

Lavabodan çıktığımda gözleri hemen beni buldu. “Şimdi lafı varken, birazdan lafını sevmedim. Yanıma gel.”

“Önce üstümü değiştirmem lazım.” Rahat kıyafetlerin içinde olmayı o kadar özlemiştim ki, günlerdir etek ve kazak ikilisiyle olmaktan uzun süre pijamalarımı çıkarmayı düşünmüyordum. Siyah şalımı çıkarıp saçlarımı açtım. Gardırobun önünde bordo kazağımı başımdan sıyırıp aldığımda raftan kiremit rengindeki pijama üstünü alarak giydim.

Altımdaki eteği belimden bollaştırıp, ayaklarımın dibine göndererek kilotlu çorabımla kaldım. O sırada Öktem’in konuşmadığının farkına vardım ve ona doğru baktım.

Gözleri üstümde, hareketlerimi izliyordu. Daha doğrusu halime ilgiyle bakıyordu.

“Sustun,” dedim demin haline ithafen.

“Susturdun,” dedi o da. “Manzara güzel.”

“Üstümü değiştiriyorum.”

Ukala bir gülümseme dudaklarına kondu. “Konuşmadım say, sen devam et.”

Bakışlarımı kaçırdım. “Ediyorum,” dedim altımdaki çorabımı çıkarırken. Bacaklarım tamamen ortaya çıkmıştı ama üstümdeki üst, baldırlarıma kadar geliyordu. Rafa doğru dönerek, pijamamı aldım.

“Suçlusu sen olacaksın,” dedi Öktem.

“Neyin suçlusu ben olacakmışım?” diye sordum, ona bakmadan.

“Bana ani bir hareket yapmamamı söyledin, yaptıracaksın.”

“Sakın ayağa kalkayım deme,” dedim hemen, ona baktığımda. Yatakta oturmaya devam ediyordu ama her an bir harekette bulunabilirdi. Bu konuda ona güvenemiyordum.

“Yanıma gelirsen, kalkmam.”

“Bence gözlerini üstümden çekersen ani bir hareket yapmazsın.”

“O imkansız. Söylediğini duymamış gibi yapacağım.”

“O zaman hareket etmeyi düşünme.”

“Tek bir şartla düşünmem,” derken düşüncelerinde ne varsa, kurnaz bir düşünce olduğundan emindim.

Yine de “Nedir?” diye sordum.

“Yanıma gel.”

Sesli güldüm. “Giyiniyorum,” dedim pijamayı bir ayağımdan geçirecekken.

“Giyinmeden gel.” Hayret ederek ona baktım. “Ben ciddiyim, üşürsen ben seni ısıtırım.”

“Saçmalama,” dedim pijamayı giyerken.

“Saçmalamıyorum, gel yanıma.”

“Geleceğim. Yalnızca bir dakika.” Çıkardıklarımı banyodaki kirli sepetine attıktan sonra geri, odaya geldim. Yatağın ucunda dikilirken yeniden Öktem’e baktım. Bu kez yüzünde huysuz bir ifade vardı.

“Halinden memnun değil gibisin,” dedim yanına gitmeden önce. “Ne oldu?”

“Manzaramı yok ettin,” dedi hafiften bir triple. “Dediğimi yapman gerekirdi.”

Yanına ilerledim. “Dediğini yapıyorum.” Yatağın boş tarafına, aynı zamanda sağlam tarafına geçerek, yatağın içine girdim. “Bak, yanına geldim.”

Tam iyileşmediğinden bazen ne yapacağımı bilemiyordum. Yaraları diğer tarafındaydı ama yine de dokunurken canını yakacağım düşüncesi beni engelliyordu. Çoğunlukla sadece yanında yatarken, başımı göğsüne koyuyor, elini tutuyordum. Daha doğru dürüst sarılamıyordum.

Sırtımı yatağın başlığına yaslarken, sağlam koluna sarıldım. Kendisine sarılamıyordum ama koluna yapıştığım zamanlar oluyordu. “Dediğimi yaparak yanıma gelmedin,” dedi o sırada, Öktem. Çenemi omzuna dayayarak kendisine bakıyordum.

“Bir dahakine dediğini yaparım,” dedim, tatlı tatlı gülümserken.

“Her dediğimi yapacağına söz ver.”1

Omzunu öpüp bakışlarımı kaldırdım. “Söz veriyorum,” dediğimde bana ukala gülüşünden verdi. 1

“O zaman geriye sözünü onaylaman kaldı,” dedi sonra da. Dediğini elbette anlamıştım. Bizim her sözümüz, bir hareketle mühürleniyordu.

Yüzümü kaldırıp elimi yanağına getirdim. “Görüyor musun, her dediğini yapmaya şimdiden başladım.” Hastanede kaldığı zamanlardan dolayı kirli sakalı biraz uzamıştı ama benim problem değildi. Onun her halini seviyordum.

“Bu sayılmaz.”

“Nedense hep ben senin istediklerini yapıyorum,” dedim gülümserken. En son oynadığımız bir oyunu kaybetmemin sonucunda istediğini yapmıştım. Ama ödülünü kullandığı gün, her şeyle özel bir gündü. Beni yeni evimize götürmüş, sürprizlere boğmuştu.

“O tek bir gündü.” Öyleydi. “Verdiğin söz her zamanı kapsıyor,” dedi yüzüme yaklaşırken, bilmiş bilmiş.

“Beni gafil avladın.”

Avlayabilirdi. Ondan gelecek her şeye razıydım. Onu kaybetmeme ramak kalmışken her istediğini yapardım.

“Fırsatları değerlendiririm diyelim.”

Gülümsemem kalbime kadar indi. Dudaklarım dudaklarının olduğunda bana konuşma fırsatı sunmadığında bir kez daha onu ne kadar özlediğimi hissettim. Uyandığından beri ilk kez bu kadar yakınlaşmıştık. Onu öpmeyi özlemiştim. Öpüşünden onunda özlediğini iliklerime kadar titrerken algıladım. Tek öpüşünü değil, yanında olduğum zamanın her saniyesinde özlemim ona karşı doymuyordu. Geçmiyordu.

Kaybetme duygusu… İnsanı canlı canlı mezara koyan, nefes alırken üstüne toprak atılmasıydı.

Kendimi anımıza o kadar kaptırmıştım ki, irkildiğini hissettiğim an tedirgin olarak geriye çekilmek istediğimde o çekilmedi. Ben yine de geriledim. “Ne oldu?” diye sordum hemen.

Yoksa fark etmeden ben mi bir şey yapmıştım?

“Bir şey olmadı,” dedi yalan söyleyerek. Beni tekrardan öpmeye kalkıştığında yine geri çekildim.

“İrkildiğini hissettim, canın mı yandı?”

“Hayır,” dedi, yalanına devam ederek. Ama olmuştu, biliyordum. Herhangi bir problem var mı diye de gözlerimle kendisi tararken, “Kaçma benden,” dedi, geri duruşuma.

Söylediğiyle ona baktım. “Ne olduğunu söyle. Canın yandı değil mi?”

Konuyu kapatmayacağımı anladığında, “Sana istediğim gibi dokunamıyorum,” dedi hoşnutsuz bir tavırla. Bu halde zaten doğru düzgün hareket edemezdi. Hareket etmesi için yaralarının iyileşmesi gerekiyordu.

“Yani?” dedim yüzüne bakarken ama sonra anladım. “Sana ani bir hareket yapma demiştim. Beni niye dinlemiyorsun?”

“Şansımı denedim,” dedi itiraf ederek, diğer yandan da hiçbir şey olmamış gibi.

“Daha iyileşmedin.”

“İyiyim ben.”

Kendisini kandırıyordu, beni kandıramazdı.

“Sen halinin farkında değilsin. Ne kolun ne de yaran iyileşmedi.” Doktor, kol askısı için iki hafta, dikişleri için ise kontrole göre bir hafta süre vermişti. O zamana kadar ani hareketlerden kaçınması için doktorun uyarıları vardı. “Ne yaptın? Kolunu mu oynattın?”

“Olabilir.”

“Olabilir mi? Evet ya da hayır, diyeceksin.”

“Evet,” dedi bu kez. Bu demek oluyordu ki kolunu oynatmaya çalışmıştı.

Akıllanmazsın dercesine başımı ağırca salladım. “Bir daha ani bir hareket yapmıyorsun,” dedim emir verircesine. “Beni de korkutmuyorsun.”

Korkmuştum, kaygılanmıştım; hastaneden daha yeni çıkmışken, başka bir olayla karşılaşmak istemiyordum.

Son söylediğim yüzüme yansımış olmalı ki Öktem’in ifadesi düştü. “Haklısın, güzelim,” dedi hatasını anlayarak. “Ani hareketlerden kaçınmalıyım.” Sağlam eli elimi kavrayıp dudaklarına götürüp öptü. “Kaçınmalıyım ki hızla iyileşerek, eski formuma kavuşmalıyım. Affet, kocan bazen akılsız olabiliyor.”

Katılıyordum, olabiliyordu ama bunu ona söylemek yerine, “Akılsız demeyelim,” dedim. “Tez canlısın diyelim.”

Gülümsedi. “Nasıl istersen? Ne dersen o olurum.”

Cümlesi gülümsememe neden olurken esnemeye başladığımda diğer elimle ağzımı kapattım. “Benim yüzümden sende iyi dinlemedin,” dedi Öktem durumuma. “Dinlenmen lazım.”

Bu sefer ben, “İyiyim,” dedim. Hastane odasında geceleri uyumaya çalışmıştım ama hem hastane ortamından hem de hissettiğim korku tamamen bünyemden gitmemişti. Tedirgin yatmıştım. Bazen yalnızca Öktem’i izlemiştim.

“Ben yorgunum,” dedi, pek bu kelime ağzından çıkmazdı. Şu halde bile duymamıştım.

“Hani iyiydin?”

“Kararımı değiştirdim.” Neden değiştirdiği belliydi ve bu hali çok tatlıydı. “Beraber dinlenelim.”

Tebessüm ettim. Buna hayır diyemezdim.

“Olur, dinlenelim.” Verdiğimiz kararla bedenini yavaşça hareket ettirerek yatar pozisyonuna geçmeye çalışırken, arkasındaki yastığı düzelttim. Hareket ederken dikkatli davranıyordu ama zorlanıyordu. Ben de yerimi aldığımda kolunu omzumdan aşağıya doğru getirerek, bana sarıldı. Üstümüzü örtme işini halettim.

“Rahat mısın?” diye sordum, yanıma doğru döndüğümde. O benim gibi rahat hareket edemiyordu. Düz yatmaktan başka çaresi yoktu.

“Yanımda sen varsan, rahatımdır,” diyerek bir cevap verirken bana baktı. Elimi yanağına getirdim. “Yalan söyleme,” dedim.

Gözleri kısıldı. “Öyle mi düşünüyorsun?”

“Düşünmüyorum, biliyorum. Mumya gibi durmaktan hoşnut değilsin.”

Söylediğime karşılık etkileyici gülümsemesini verdiğinde parmaklarımın ucuyla gülümsemesinin kenarlarına dokundum. “Yanımda olmandan hoşnudum, Çakır,” dedi gözleri gözlerimdeyken. “Sen varsan nasıl olduğumun bir önemi yok.”

“Ama benim için önemi var.”

“Mumya olmamın mı?” diye sordu, söylediğimle bana takılırken. Gözlerinde keyif kırıntıları yer edinmeye başlamıştı.1

“Rahat olup olmamanın.”

Ben gülümsemesinde gezinirken, omzumdaki eli sırtıma doğru dökülen saçıma dokunuyordu. “Cevabımda değişiklik yok.”

“Öyle olsun ama kendimle ilgili şunu eklemek istiyorum,” dediğimde dikkatini benden hiç ayrılmadı. “Ben oldukça rahatım. Yerimden gayet memnunum. Günlerce böyle kalabilirim.”

Kolunun altındayken, kendimi bana ait bir kafesin içinde hissediyor; bu duyguyu seviyordum çünkü onun kafesi, içinden çıkmak istemediğim bir kafesti.

“İstediğin bu olsun, benim canıma minnet.”

“Bu da olur,” dedim. Yine bir enseme krizi geldi.

Halime güldüğünü gördüm. “Kapat gözlerini.”

“Kapatmadan önce sana bir şey soracaktım aslında.” Benden bir şey isteyip istemediğini öğrenirken aklımdaydı ama araya başka durumlar girmişti. “Aç olup olmadığını sana sormadım.”

Hastaneden çıkmadan önce kahvaltı ve öğle yemeği gelmişti ama hastane yemeklerinden hoşlanmadığını biliyordum. Taburcu işlemleri bitip, binadan çıktığımızda saat üçe geliyordu. Eve gelişimizse bir saat sürmüştü.

“Açım,” dedi, afallamama sebep olacakken devam etti. “Ama açlığım sana güzelim. Görüyorsun, bu halde gideremiyorum.”

Böyle bir cevap beklemiyordum ama konu Öktem ise her konuyu farklı bir anlama çevirebilme potansiyeli vardı.

Gözlerimdeki ağırlık her saniye kendisini gösterirken bir kez daha esnedim. “Yazık sana,” dedim kısacık kıkırdayarak. Onun benimle takılması ne kadar hoşuna gidiyorsa, benimde ona takılmam hoşuma gidiyordu.

“Şüphesiz yazık bana.” Sesindeki memnuniyetsizliğini gizlemedi. “Düzgün hareket etmeye başladığımda benden kurtulamayacağının farkındasın değil mi?”

“Peki, kurtulmak isteyen kim?”

Yüzündeki ifade silinir gibi oldu. “Bana bir öpücük daha vermenin tam zamanı.”

Dediğini yaptım. Yüzümü ona kaldırarak kısa bir buse verdikten sonra geri çekildim. “Oldu mu?”

“İdare eder.”

“Artık bununla idare edeceksin,” dedim, gözlerim yavaşça kapanıp açılırken. Ardından da yerime daha da sindim. Bedenime yansıyan sıcaklığı o kadar uykumu getirmişti ki gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum artık. Göz kapaklarım yeniden kapandı. Öktem’in “Hiç yoktan iyidir,” dediğini duydum.

“Gözlerini kapat,” dedim bende aynı söylediği gibi. Ona bakmıyordum ama beraber dinleneceksek gözlerini kapatmalıydı.

Dudaklarını saçlarıma değdirdiğini hissettim. Yanında fazla hareketlilik sağlamamaya çalışsam da elimi göğsüne koymadan edemiyordum. Adeta yara almayan tarafına yapışıyordum. Öktem de bundan şikayetçi değildi. Hatta kendisi bir koluyla bedenimi sarıp sarmalarken dibine getiriyordu.

“Kapattım,” dedi, ben yerimde daha da mayışmışken. Dediğini yapıp yapmadığı konusunda ona bakmadım. Gözlerim kapalıyken dediğimi yapmış olduğunu varsaydım.

Onca olaydan sonra hala kendimi şanslı hissediyordum. Yanımda Öktem vardı. Yine kollarının arasındaydım. Nefesine şahit oluyor, kalp atışlarını dinleyebiliyordum.

Evimdeydim.

Öktem, yanımdaysa her zaman evimde olurdum. 1

Her anlamda.

***

Günlerden hangi gün olduğundan bir haber olduğum bir gün Öktem’i yatağında bulamadım. Hastanede olduğumuzda geçip giden günler umurumda değildi. Telefonum çalmadıktan sonra ekranına bile bakmak aklıma gelmemişti. Bu durum eve çıktığımızda geçerliydi. Eve gelmemizin dördüncü günüydü. Öktem’i yatağında dinlenir pozisyonda bırakarak, mutfağı toplamaya gitmiştim. Akşam yemeğimizi yemiştik. Daha doğrusu ben yemiş, Öktem’e de kendi ellerimle yedirmiştim. İyileşene kadar ekstra hareket etmesini de zorunlu olmadıktan sonra yataktan çıkmasını da yasaklamıştım ama geri geldiğimde yatağı boştu. Salonda değildi, daha demin salonun önünden geçmiştim. Lavaboya gitmiş olma ihtimaline karşı direkt odanın içindeki kapıya bakmıştım. Işık açıktı ama kapı kapalı değildi ve içeriden tıkırtı sesleri gibi sesler geliyordu. Sanki bir şey arıyordu.

Merakla, biraz da yasağımı çiğnediği için hafif bir kızgınlıkla açık kapıya ilerledim. İçeriye baktığımda Öktem’in lavabo aynasının önünde ayakta dikildiğini gördüm. Kapıya geldiğimi, “Ne yapıyorsun?” dememe kadar fark etmemişti. Ne yaptığını görebiliyordum ama sesimle kapıya doğru döndüğünde yüzünün halini tam görmüştüm. Gördüğüm manzara beklemediğim bir manzaraydı çünkü yüzüne beyaz tıraş köpüğü sürüyordu. Haline neredeyse gülecektim ama ona ayağa kalktığı için kızmalıydım. “Bunun için mi ayaklandın?” diye sordum kaşlarımı çatmaya çalışırken.

Ciddi anlamda ona kızmalıydım. Yatağından tıraş olmak için kalkmıştı.

“Kendime gelmeye karar verdim,” dedi elinde tıraş fırçasını tutarken. “Bir yerden başlanmalı.”

Kirli sakalı normalden biraz uzamıştı, belli oluyordu. Kendisine farklı bir hava katmıştı ama görünen o ki kendisi memnun değildi.

“İyileştiğinde bir yerden başlardın,” dedim içeriye girerken.

“İyiyim ben,” dedi bilmem kaçıncı kez yine.

Yanında durdum. “Hızlı iyileşmen için dinlenme konusunda anlaşmıştık.”

“Ani bir hareket yapmıyorum,” dedi o da. Aynaya doğru döndüğünde fırçayla yüzündeki köpüğü dağıtmaya devam etti. “Sadece tıraş oluyorum.”

“Ayakta durmanı istemiyorum.”

“Güzelim, kendimi iyi hissediyorum,” dedi yandan bana bakarak. “Toparlanmaya başladım.”

Doğruyu söylüyor olabilirdi ama tamamen iyileşmeden kendisini yormasını istemiyordum. Günler geçse de gözümde hala aynı durumdaydı.

Aynadan kendisine bakarken, “Nasıl yapacaksın?” diye sordum. “Sol elin boşta.”

“Kocan halleder,” dedi aynadan bakışlarıma karşılık verirken.

Öktem, benim gibi sağ elini kullanan biriydi ve sağ kolu askıdaydı. Sol eliyle bir insan ne kadar rahat olabilirdi?

Tıraş fırçasını tezgaha koyarak, jilete uzandı. “Sağ elin kadar rahat olamazsın,” dedim düşündüğümle, hareketlerine bakarken. “Ben yapayım mı?” Teklifimle gözleri aynadan gözlerime kaydı. “Hem oturmuş olursun, benim de içim rahat eder,” diye devam ettim. Böyle bir cümle beklemediği belliydi ama dudakları gülümsercesine kıvrıldı.

“Hayır, demem.”

“Kabul ise alayım,” dedim ve elimi uzattım. “Sen de klozetin üstüne otur.”

Dediğimi yaparak jileti bana bırakıp klozet kapağının üstüne oturdu. Önüne geçtiğimde yüzünü yukarıya doğru kaldırdı. Köpük yanaklarında, dudağının üst tarafında ve boynundaydı. Sanki beyaz bir pamuğu yanaklarına yapıştırılmış gibi bir görüntüsü vardı.

“Şimdiden söylemek isterim; seni kesebilirim,” dedim haline bakarken. “Hareket etmemelisin.”

Daha önce böyle bir şey yapmamıştım. Bu yüzden biraz tereddütlüydüm ama az, çok bir jileti nasıl kullanacağımı biliyordum.

“İzin olur, fena mı olur?” diye karşılık verdi.

“Ben ciddiyim.”

“Ben de ciddiyim. İzini taşımak benim için bir zevktir.”

Hayret ederek gülümseyerek saçlarımı geriye attım. “Utanmasan, bilerek kes diyeceksin,” dedim jileti yüzüne getirmek için ona doğru eğildiğimde. “Yüzünü sola doğru döndür biraz.”

“Bence demiş kadar oldum.” Dediğimi yaparken bana da bakıyordu.

Jileti değdirmeden önce “Bana bakma,” dedim. Bakışları üstümdeyken panikliyordum ve elimde bir jilet varken paniklememem lazımdı.

“Olmaz.”

“Neden olmaz?”

“Bana dinlemem gerektiğini söyledin. Söylediğini yapıyorum, dinleniyorum.” 1

Ah, anlamıştım.

Sana bakarken dinleniyorum.

Cümlesi bana bir anımızı önüme getirmişti. Ona bana neden baktığını sormuş; o da hiç beklemediğim bir cevabı vermişti.

Gülümsemem dudaklarımda büyüdü. “Çünkü sen bana bakarken dinleniyorsun, doğru. Lafımı geri alıyorum.”

Elimdeki jileti köpüklü yanağında yavaşça kaydırdığımda o, bana bakıyordu ama ben ona bakmıyordum. Tüm konsantrem tuttuğum jiletin hareketindeydi. Son derece dikkatliydim ve birinci hamlem başarılı bir şekilde gerçekleşmişti. Sıra diğerlerindeydi. İkinci kez jileti kaydırmadan, Öktem’in eli sol omzumdaki saçıma değdiğini hissettim.

“Dikkatimi dağıtma,” dedim, kısa bir bakış atarak.

“Dikkatini dağıtmak isteseydim, farklı bir yöntem denerdim,” dedi imalı sesiyle. Saçımın ucunu okşadı. “Emin olabilirsin, o zaman dikkatin dağılırdı.”

Yanlışı vardı. Kendisi tarafından dikkatimin dağılması için bir bakışı bile yeterdi ama iradem bazen demir gibi sağlam oluyordu.

“Sen yine de dikkat et,” dedim işime dönmeden önce. “Elinde jilet olan birinin dikkatinin dağılmasını isteme.”

“Bir şey yapmıyorum.”

“Yapma da.”

Uyarımı bir kez daha yapmamın ardından jileti bir daha yanağında kaydırıp lavaboda suya tuttum. Yeniden Öktem’e döndüğümde yüzünün yarısı beyazlar içindeyken ne kadar komik göründüğü yüzüme çarptı. İlk gördüğümde gülememiştim ama kendisine yaklaşırken gülmeden duramadım. Komik duruyordu ama bu halde bile yakışıklığından gram eksilme olmamıştı.

“Neye gülüyorsun?” diye sordu, Öktem.

Önünde durdum. “Sana gülüyorum,” dedim düşüncemi dışarıya vururken.

“Neyime gülüyorsun, bakalım?” diye sordu, elimdekiyle ona doğru eğildiğimde. Cevap vermeden bir elimle çenesini kavrarken diğer elimle jileti kaldığım yere getirdim. Gözleri her zaman ki gibi bendeydi.

“Bu haline gülüyorum,” dedim jileti kaydırırken. “Komik duruyorsun ve…” Duraklayıp yüzünün diğer tarafına baktım. Öktem cümlemi tamamladı.

“Ve birazdan yakışıklılığımı ortaya çıkaracaksın.”

Eğer cümlemi devam ettirseydim, söylediğine yakın bir cümle kuracaktım. Diyecektim ki; Komik duruyorsun ve bu halde nasıl hala bu kadar yakışıklı duruyorsun? 1

Yüzüne bakarken başımı aşağı yukarı salladım. “Yapacağım. Yakışıklılığın ellerime emanet.”

Söylediğimi yaparak jiletin her darbesiyle yüzü ortaya çıktı. Bakışları üstümden gitmedi ama beni izlemesine alışmıştım. Yüzünü incelerken saçımla oynamaya devam etmiş, dikkatimi dağıtmasına izin vermemiştim. Yüzünde jileti kullanmaya da alışmıştım ama ne olduysa çenesinin yanını kesince panikledim. Nasıl yaptığımı bile anlayamamıştım. Kanı gördüğüm an, “Özür dilerim,” dedim hemen. “Canın yandı mı?” Sorum saçmaydı. “İnan nasıl oldu, anlamadım.”

“Hissetmedim bile güzelim.”

Ufak bir kesikti ama kanıyordu. Jilet bir elimdeyken kanını durdurmak için tuvalet kağıdından iki parça aldım ve kesiğe bastırdım. “Yalancı. Nasıl hissetmezsin?” diye sordum sonra da. Sonuçta insan her kesiği hissederdi. “Hissetmişsindir,” dedim, tuvalet kağıdını geri çekip, kesiğe baktım. Kanaması durmuştu ama izi duruyordu. Yüzüne eğilip çenesindeki suçum olan ize dudaklarımı bastırıp geri çekildiğimde “Özür dilerim,” dedim tekrardan. “Devam etmemi istemezsen anlarım.”

Çenesinin diğer tarafı hala köpüklüydü.

“Cevabımı biliyorsun.”

“Devam etmemi istiyorsun.”

Başımı tamam dercesine salladım. Mantıklı olan bu olsa da yine de tedirgin olmuştum bir kere. Hareket edeceğim sırada elimi tuttu ve “Ama bir kez daha demin yaptığını yap,” dedi hoşuna gitmiş gibi. “Canımın yanması bir öpücükle yok olmadı.”

“Hissetmediğini söylemiştin.”

“O sen telafi etmeye kalkmadandı,” dedi kurnaz bir sesle. “Canımın yanmasını yok ettikten sonra devam edebilirsin.”

Hiçbir fırsatı kaçırmıyordu ve bu halleri benimde her zaman gibi hoşuma gidiyordu. 1

Konuşmadım ama beni bir kez daha güldürmeyi başarmıştı. Ona doğru eğilip benden istediğini yaparken nefesini yüzümde hissettim. Bununla sınırlı kalmadı. Elimi tutan eli belimi kavrayarak bedenimi yavaşça kendisine çekti. Bir anlığına zihnimden her şey silindi ama beni dizine oturttuğunu anlayınca geri çekildim.

“Yaralısın,” dedim kaygıyla, jileti ondan uzak tutarken. “Ne yapıyorsun?”

Belimdeki kavrayışı kalkmamam için sıklaştı. “Bacağım sağlam. Burada kal.”

Böyle demesi içimi rahatlatmıyordu. İki bacağının arasında, sol tarafındaydım. Her ne kadar yarası diğer tarafında olsa da yanlış geliyordu.

“Dikişlerine zarar gelmesinden korkuyorum,” dedim, aklımdan kalkmam için hamle yapmak varken ama bedenimi kavrayışı buna izin vermeyeceğini gösteriyordu.

“Aksine benden uzak durman bana zarar veriyor.”

Söylediğine katılmıyordum. Ondan uzak durduğum sözlenemezdi. Dikkatli davranıyordum.

“Neden bahsettiğimi biliyorsun. Ya yarana zarar gelirse?”

“Uslu durursak bir şey olmaz.”

“Sen uslu durmazsın,” dedim hemen. Halimizi bakışlarımla işaret ettim. “Şekilde de görüldüğü gibi.”

“Şekilde de görüldüğü gibi güzelim, sadece kucağımda oturuyorsun.”

“Yani?”

“Yani uslu duruyorum.” Ne yapacağımı bilemedim. Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki, söylediklerimden şüphe etmemi sağlamıştı. Dizinde otururken rahatsız da görünmüyordu. “Hem söylediklerimi yapmaya söz vermiştin.”

Pes edercesine soludum. “İyi, tamam. Sen kazandın. Anlaşılan böyle devam edeceğim.”

İstediği olduğundan keyfi gözlerine yansıdı. “Bir şey daha var,” dedi kalan işimi devam ettirmeden önce. Ne, dercesine baktım ama o yüzünü yüzüme yaklaştırarak ne demek istediğini belirtti.

“Uslu duracaktın.”

Gözleri gözlerimden aşağıya indiğinde benimde gözlerim aşağıya indi.

“Uslu duruyorum,” dedi.

“Durmuyorsun,” dedim ama geri çekilmedim.

“İleri gidemiyorsam uslu duruyorum demektir,” derken kelimeleri dudaklarıma dokundu. Sonra da bana cevap verme fırsatı vermedi. Gözlerimi kapatıp kendimi ona bırakırken belimdeki elinin hareket ettiğini hissettim. Kavrayışı üstümdeki kumaşın altına kaydığında ruhumda ılık rüzgarlar estirdi.

“Seni özledim,” dedi geri çekildiğinde ilk söylediği bu olmuş ve bu duygu sadece bu ana ait değildi. Birbirimizden ayrı kaldığımız zamanları da kapsıyordu. Bana bakan gözlerinden anlayabiliyordum.

“Biliyorum. Ben de seni özledim.”

“Ne zaman iyileşirim dersin?” diye sordu.

“Bence bu uslu durmana ve dikişlerine zarar vermemene bağlı. Dikkat edersen hızlı iyileşirsin.”

“İkisini de yapıyorum.”

Bulunduğum duruma bakılırsa yaptığını sanıyordu ama itiraf etmeliyim ki dikişlerine zarar gelmedikten sonra uslu durmasa da olurdu.

“O zaman kalan işimi yapmama izin ver,” dedim haline bakarak. Elimde hala bir jilet tutuyordum ve yüzünün yarısı köpüktü. “Çok komik duruyorsun.”

Güldü. “İzin senindir ama sen de öyle gözüküyorsun.”

“Nasıl?”

Yüzümde bir şey mi vardı?

Tam yüzüme dokunacakken, “Bekle,” dedi Öktem. Ne olduğunu anlayamadan burnunu burnuma sürttü. Geri çekilip arkasından ufak bir öpücük bıraktı. “Şimdi gitti.”

Ona baktığımda önceden olmayan burnuna ufak bir köpük bulaşmıştı. Bahsettiği bu olmalıydı. Gözlerim ondayken ne fark etmiş, ne de hissetmiştim.

Tıraşına devam etmeden elimle burnundakini aldım. “Sıra bende,” dedim arkasından. “Şunu halledelim artık.”

“Hallet. Ben uslu durmaya devam ediyorum,” diye karşılık verdiğinde ben de güldüm. Ama söylediği gibi uslu falan durmadı. Yine de sonra ki hamlelerimde kazasız, belasız yüzünü bir daha kesmeden işimi bitirdim ama Öktem, benden tıraş bitimine kadar başka öpücükler istediğinde koşulsuz istediğini yapmıştım. Şikayetim yoktu. Çünkü ona verdiğim söz vardı. Benden her ne isterse yapacaktım.

***

Aradan geçen zamanın içinde Öktem, önce dikişlerini aldırdı. Dikişleri alanına kadar herhangi bir sorunla karşılaşmamış, geçen zamanda bedenindeki yara konusunda da başımıza bir durum gelmemişti. Banyo yapmasına yardımcı olurken bile korktuğum başıma gelmemişti. Tabi bu süreçte oldukça dikkatli olduğumda aşikardı. Neyse ki yarasına su geçmemesi için su geçmeyen bantlardan vardı. İşimize baya yaramıştı. Kol askısının çözümü ise başka bir yoldan geçmişti. O hayli komik bir çözümdü çünkü poşet geçirmiştik. Kol askısını çıkarmayı teklif etmişti ama tabi ki de dediğini onaylamamıştım. Aklıma başka bir yol gelmediğinden söylediğime uymak zorunda kalmıştı. O haline ne kadar güldüğümü, bilmiyordum ama baktıkça gülmem kesilmemişti.

Kol askısı ise dikişlerinin alınmasından bir hafta sonra çıkmıştı. Yani bu sabah çıkmıştı. Artık daha iyiydi. Özgürce hareket edebiliyordu ama gözümün önünden kolu poşetli hali gitmesi zaman alacak gibiydi. İlkinde de hastaneye onunla gitmiştim, bu sabahta yanındaydım. Giderken, Öktem’in çalışanı olan Adem götürmüş olsa da kol askısı çıktıktan sonra Öktem, araba anahtarını almıştı. En son arabasını Vedat Keskin’in evinin bahçesinde görmüştüm. Rezidansın otoparkına nasıl geldiğini bilmiyordum. Telefonu, cüzdanı, hatta çantamı gibi eşyaları getiren kişi Sedat abiydi. Bunu da o halletmiş olması yüksek ihtimaldi.

Öktem’in iyileşme sürecinde okuldan da, derslerden de uzak kalmıştım. Önceden devamsızlığım olmadığından sorun etmiyordum. Birkaç gün sonra okula gitmem gerekecekti ama bu gün evdeydim. Bir planım vardı. Daha doğrusu Öktem’e bir sürprizim vardı. Kol askının ne zaman çıkacağını bildiğimden beri planlıyordum. Ama istediğimi yapmam için Öktem’in evden biraz uzaklaşması gerekiyordu. Bunun içinde bir yol bulmuştum.

Eve daha yeni girmişken, “Eyvah. Canavar’ı unuttuk,” dedim. Kapının önünde birden Öktem’e doğru dönmüştüm. “Gidip alsana.” Kedimiz, hala bizimle değildi. Ebru’da kalıyordu. Aslında Ebru’nun hastanedeki tavrından sonra daha fazla kendisinde kalmasını istememiştim ama tüm dikkatim Öktem’e yoğunlaşmışken Canavar ile ilgilenemem diye konusunu hiç açmamıştım. Ebru’nun evine tek gidip Canavar’ı da almak istememiştim. Ya da ondan geri getirmesini de istemezdim. Ama Öktem’e Canavar’ı geri gelmesini istediğimi söyleseydim, eminim bir yol bulurdu ama ben Öktem’in iyileşmesini beklemeyi seçmiştim. Aramıza ayrılık girse de bugün için Öktem’in evden uzak durmasına yarayacaktı. Eğer Öktem’in araba kullanma konusunda sıkıntısı devam etseydi, ondan bunu istemezdim. Ama o iyiydi. Araba kullanırken onu izlemiştim. Sorun yoktu.

“Çok mu özledin?” diye sordu o da bana.

Başımı salladım. Özlemiştim. “Her şey normale dönmeye başladığına göre Canavar da evine dönsün istiyorum. O da beni özlemiştir.”

“Seni tek özleyen o değil, ilk sırada ben varım.”

“Ben zaten senin yanındayım,” dedim kabanımı omzumdan çıkarırken. O günün izleri kabanımdan silinmişti ama yakın zamanda yeni bir kaban almak istiyordum.

“Ne demek istediğimi anladın,” dedi gözleri üstümdeyken. “İyileştim.”

“İyileştin,” dedim söylediğini bilerek görmezden gelerek. “Ve Canavar’ı almaya gidebilirsin.”

Salona doğru hareket edeceğim zaman, belimden yakalayarak beni ansızın kendisine çekti. “Sonra da gidebilirim,” derken elimdeki kabanımla, çantamı aramıza koydum.

Sonra falan gidemezdi, şimdi gitmesi lazımdı. Aynı zamanda bilerek kendisini yolladığımı bilmemesi gerekiyordu. Bunun için de panik olduğumu bilmeden ikna olması gerekiyordu.

“Gidip al işte,” dedim, sakin durmaya çalışarak. “Sonra istersen evden hiç çıkma ama Canavar’ı getir bana.” Başımı omzuma doğru hafifçe yatırırken, “Lütfen,” diye ekleme yaptım.

“Onu şöyle yapalım,” dedi gözleri gözlerimde gidip geldiğinde. “Ben evden, sen de kollarımdan hiç çıkmayacaksın.”

“Almaya gidecek misin?”

Düşünür olduğuna kanaat getirdiğimde cevabını merakla bekledim. Pes edercesine soluklanırken omuzları kalkıp indi. “Sana ne zaman hayır, diyebildim.” Gülümsedim. Rahatlamıştım.

Yanağından öpmeden önce, “Teşekkür ederim,” dedim. İstemeyerek de olsa kollarını yavaşça gevşetti. “Bir şey daha,” dedim kendimi garanti almak adına. “Gelirken beni haberdar et.” Gitmek istemediğini biliyordum ama geri geldiğinde ufak çaplı sürprizimi görünce gönlünü almış olacağımdan içimi rahat tutmaya gayret ettim.

Öktem, gitmeden Ebru’yu evde olup olmadığını öğrenmek için aramıştı. Orada ufak bir kaygı yaşamıştım. Evde değilse, Öktem’in evden çıkması suya düşecekti. Şükür ki, Ebru evdeydi.

Öktem gittikten sonra vakit kaybetmeden danışmaya verilen kargomu almaya indim. Siparişim bu sabah gelmişti. Siparişi verirken bilerek danışmaya bırakılmasını istemiştim. Eve isteseydim, kapıya geldiği an da Öktem duyardı.

Kendime bugüne özel bir elbise almıştım. O özel şeyleri severdi. İyileşmesini hak ettiği şekilde kutlamak istiyordum.

Paketi açar açmaz, elbiseyi denedim. Olmuştu. Bedenime tamdı. Daha önce böyle bir elbise giymemiştim. Rengi, tarzı her şeyiyle farklıydı ama bu elbiseyi seçmemde en yegane sebep rengi olmuştu.

Elbiseyi üstümden çıkarıp çamaşır makinesinde kısa programda yıkanırken, Canavar için hazırlıkta yapmıştım. Yemeğini, suyunu ayarlamıştım. Geri geldiğinde eski düzenine alışmasını istiyordum. Sonra da elbiseyi kurutma makinesinde kurutup, ütüledim. Hepsini yarım saat gibi bir sürede halletmiştim.

Öktem, dediğim gibi haber verdiğinde tekrardan elbiseyi giymiş, kendime bakıyordum. Aramıştı ve Canavar’ı geri almasının kolay olmadığını söylemişti. Ayrıntı ise vermemişti. Gelince anlatacaktı. Israr etmemiştim bende. Telefonu kapattıktan sonra saçlarımı omuzlarıma doğru salmış, kendi dalgalı haline bırakmıştım. Aynadan yansımama bakarken, kendime verdiğim sözü hatırlattım. Hiçbir şey düşünmeyecektim. Aklımda sonuçlanmayan düşünceler vardı ama bir gün daha sonuçlanmadan bekleyebilirlerdi. Bu zamana kadar beklemişlerdi. Yalnızca Öktem’in iyileşmesinin mutluluğunu hissetmek istiyordum. 1

Kapıyı anahtarıyla açtığını duyduğumda yatak odasındaydım. Öktem’in gitmesi geri gelmesinden daha kısa sürmüş gibi gelmişti. Kapının kapandığını duyarken “Doğanay, biz geldik,” diye seslendiğinde, “Geliyorum,” diye karşılık verdim.

Gitmesinin gerçek nedenini aldığında vereceği tepkiyi merak ediyordum. Merakım kalbime de rahat vermiyordu. Çok hızlı atıyordu.

Salona vardığımda kedi kafesi ortadaki masanın üstünde, Canavar halıda adımlıyordu. Öktem ise deri ceketini çıkarmış, sırtı bana dönük şekilde koltukta oturuyordu.

“Ne zorluğu yaşadın?” diye sordum, içeriye adımlarken.

Sesimle bana doğru dönerken, “Ece’ye, bir kedi…” diye cümle kuruyordu ki, bakışları beni bulduğunda cümlesinin gerisi gelmedi. Afallamıştı. Yanına giderken gözleri baştan aşağı bedenimi süzerken sessiz kaldı. Bir an konuşmayacağını sandım. “Nasıl olmuşum?” diye sordum.

Önüne gelirken gözleri yüzüme geldiğinde bileğimi tutarak kendisine doğru çekti. Dizine oturmamı sağladı. “Beğendin mi?” diye sordum bu sefer de. Cevabı yüzümü yüzüne yaklaştırmak ve öpmek oldu. Hissettirdiği beğendiğini gösteriyordu. Kalbim onunlayken dörtnala koştuğundan bazen dizlerimin bağının çözüleceğini sanıyordum. Neyse ki oturuyordum. 1

“Cevap ver,” dedim geri çekilip dudaklarına gülümserken. “Beğendin mi?”

“Beni dilsiz bıraktın.”

“Ama konuşuyorsun.”

“Konuşuyor muyum?”

“Evet.”

“Farkında değilim.”

“Anlıyorum.” Geri çekilip elbiseyi işaret ettim. “Bu elbiseyi yeni, sana özel aldım.” Özel kelimesini üstüne basarak söylemiştim. Belden oturtmalı kısa bir elbiseydi. Kat kat pilesi vardı. Daha önce açık olduğumda bu kadar kısa bir elbise giymemiştim. Benim için bir ilkti ve Öktem’e özeldi. Omuz ipleri, ince ve bağlamalıydı. İpleri göğüs kısmında da bulunuyor, birbirine bağlıyordu. Rengi hiç benim rengim değildi ama benim için bir anlamı vardı çünkü beyazın üstünde mavi minik kelebeklerle donatılmıştı. “Sen seversin.”

Dediğime gülümserken parmağı elbisenin omzumdaki ince ipinde dolanmaya başladı. “Severim ama senden geliyorsa severim.”

“Zaten başkasından geleni sevemezsin.” Hastane koridorunda gördüğüm yüzü aklımda geleni hemen geri yolladım. Gözlerini yüzümden çekip yine bedenimde gezdirdi. Bakışlarının altında ezildiğimi hissediyordum ama gözlerim yüzüne bakmaya devam ediyordu. Belki gözünde yazlık bir elbiseydi fakat bir anlamı olduğunu bilmesini istiyordum. “Öktem,” dedim, bana baksın diye.

“Söyle güzelim.”

“Mavi kelebekler mezarlıklarda yaşarmış, biliyor musun?” diye sorarken gözleri yüzüme çıktı. Bakışlarından bilmediği belliydi. “Bunu yıllar önce bir yerde okumuştum,” dedim söz vermeden. “Babamı ziyarete gittiğimde belki görürüm diye düşündüm ama hiç görmedim. Sonra anladım ki, onları görmem için mezarlığa gitmem gerekmiyormuş. Bir gün bana gelecekmiş. Çünkü kalbimin de kimsesiz bir mezarlıktan farkı yokmuş.” Yoktu. Yalnızca atan, kan pompalayan bir organdı ama asıl gerçek, kalbimin kimsesiz ve acılarla dolu olmasıydı. Öktem, beni dikkatle dinlerken elini tuttum ve onun için atan kalbimin üstüne getirdim. “Senden gelen mavi bir kelebeğim var benim de. Kalbimde. Burada. Benimle. ” Konuşacak gibi oldu ama ondan önce bir cümle daha kurmam gerekiyordu. “Sen de benim mavi kelebeğimsin ama bir mezarlıkta değil, kalbimde yaşıyorsun.”1

Benim, onun için ne anlama geldiğimi bilmem gibi onun da benim için ne anlama geldiğini; eğer onu kaybetseydim, kalbim kapkaranlık mezarlığa geri döneceğini bilmesini anlamasını istemiştim. Artık biliyordu. Anlıyordu.

Sustuğumda mavi gözleri tüm derinliğiyle bana bakıyordu. İlk tepkisi elini elimin altından yavaşça çekerek yüzüme getirmek oldu. Gözlerimin içine bakarak omuzlarımdaki saçıma, yanağıma, dudağıma dokundu. Sanki zihnine alıyormuş gibiydi.

Ufak dokunuşlarının arasında, “Çakır’ımın mavi kelebeğim, öyle mi?” dedi. Kelimeleri özenle sesine aldığında kelimelerin nasıl dudağına yakıştığını düşündüm.

Başımla yavaşça onayladım.

Öyleydi. Benim mavi kelebeğimdi.

Ona da öyle olduğunu bir kez daha söylemek istediğimde bana izin vermedi. Mesafemizi sıfıra indirdi. Onda kaybolurken zihnim savruldu. Tek savrulan zihnimde değildi. Ortaya çıkmak isteyen düşüncelerimi de savurmuştu.

“Şimdi bu oldukça anlamlı elbiseyi nasıl çıkaracağım?” diye sordu, ayrıldığımızda. Gözlerim kapalı bir şekilde gülümsedim.

“Çıkarabilirsin. Sen kalbimdesin.”

Gülümsediğini dudaklarımda hissettim. “Yine de özeni hak ediyor,” dediğinde elbise umurumda değildi. Umurumda olan yalnızca oydu.

Ama dediğini odamıza gittiğinde yaptı. Devam eden dakikalarda elbiseye özenli davrandı. Ekstra özeni ise bana gösterdi. İzleri noktalarımda dolaştı. Kalbimdeki yerinden öptü. Kalbimi kimsesiz bir mezarlıktan kelebek bahçesine dönüştürdü.

***

“Yemek hazırlamadım. Sonra yeriz, diye düşünmüştüm.”

“Açlığımın bir tek sana olduğunu bilmen güzel.”

Güldüm. “Sen ne diyordun?” diye sordum.

“Ne zaman, ne diyordum?” diye sordu o da. “Aklımı yerine getirmen gerekecek.”

“Anlıyorum,” dedim haline. “Aklın yerindeyken, Canavar’ı almaya gittiğinde neden zorluk yaşadın diye sormuştum.” Bir yandan da Canavar’ın tüylerini okşuyordum. Yatakta bağdaş kurmuş, üstümde Öktem’in dakikalar önce çıkardığı siyah kısa kollu tişörtü vardı. Kucağımda Canavar’ı seviyordum. Sanki görmeyeli biraz daha büyümüştü.

“O mesele mi?” diye sordu, Öktem uzandığı yerden. Sırtını yatağın başlığına vermiş, o da beni izliyordu. Onun üstünde benim aksime bir şey yoktu. “Ece’yi ikna etmem gerekti. Bizim Canavar’a baya alışmış, gitmesini istemedi.”

Söylediğiyle ona baktım. “Ciddi misin? Çok üzüldü mü?” Ece’yi seviyordum. Üzülmesini hiç istemezdim. “Üzülmüştür. Bayadır onlarlaydı.”

“İyi tarafından bak. İkna ettim.”

“Nasıl?”

“En kısa zamanda yavru kedi götürme sözü verdim.”

“Ah. Annesi bir şey demeyecek mi?” Ebru hakkında konuşmak istemiyordum ama merak etmiştim. “Birkaç günlüğüne bir kediye bakmak başka, ömür boyu bakmak başka çünkü.”

Ebru ile aynı ortamda durmak ise bambaşkaydı. Ece, tüm sevgisini verirdi ama annesi… Bilemiyordum. Aslında Canavar’ın Ebru’nun olduğu yerde kalması bile istemezdim.

“Haberi var.”

“İyi bari,” derken gözlerimi kaçırdım. “Ece’nin üzülmesini istemem.” Öktem’e hastanede olan hiçbir şeyi anlatmamıştım. Anlatmam gerekiyor muydu, onu da bilmiyordum. Zaten daha olanları tam anlamıyla bile konuşmamıştık ama hastane odasında Sedat abinin söylediklerini biliyordu. Mesela abimin ve Vedat Keskin’in tutuklandığından haberi vardı ama hastanede diğer yaşananları ben anlatmamıştım. Abimin de aynı hastane de olduğundan, teyzemin de geldiğinden, hatta halüsinasyon olduğunu bir anlığına düşünsem de annemin de hastanede gördüğümü söylememiştim.

Tabi bir de kısa süreliğine gördüğüm Bade detayı da vardı.

Öktem, “Ne oldu?” diye sorduğunda, suratına bakarak, “Anlamadım?” dedim.

“Yüzün düştü,” dedi Öktem. Düşmüş müydü? “Ne oldu?”

Bakışlarımı kaçırdım. “Sana öyle gelmiştir.”

“Doğanay,” dedi inanmadım dercesine. “Aklına geleni bilmek istiyorum.”

Ona baktığımda, bana dikkatle bakan gözleriyle karşılaştım. Bilmek istiyordu ama aklıma gelen tek bir düşünce değildi ve beni bu kadar iyi tanımasına her defasında hayret ediyordum.

“Tatsız düşünceler,” dedim başta. Durakladım. Devam etmemi bekliyordu. Pes etmeyeceğini anladım. “Hastaneye… Teyzem ve annemde geldi,” dedim sonra da. “Teyzemin nasıl haberinin olduğunu bilmiyorum ama tahmin ediyorum. Annemde benimle o evdeydi. Oğlu, onu da oraya getirmiş. Sonra hastanede teyzem ile onu hastanede gördüm ama görmemle gitmeleri bir oldu.” Teyzeme annem haber vermiş olmalıydı. Onu hastanede görmeden önce tutulduğum evde görmüştüm. Olanların ne kadarına şahit olmuştu, bilemiyordum ama oğlunun arkasından gelerek, teyzeme haber vermiş olabileceğinden emindim. Teyzem, bana benim için geldiğini söylese de ona inanmıyordum. Bu zamana kadar bir kere bile yardımıma gelmemiş biri neden o gün gelsindi ki? Saçmalıktı. “Neden birden yok oldular, bilmiyorum.” Gitmemiş olsaydılar zaten onlarla asla konuşmaz, kendim kovardım. Kan bağım olan kimseyi o an göremezdim.

“Ben biliyorum,” dediğinde Öktem’e aklımdaki soruyla bakmaya başladım. Nasıl bilebilirdi? Haberi var mıydı? Ben ona bunları sormadan cevapladı. “Sedat yollamış,” dedi.

Şaşırdım.

Sedat abi, Öktem iyileşme sürecindeyken birkaç kez aramıştı. Ne konuştuklarına şahit olmamıştım çünkü odaya girdiğimde Öktem telefonu kapatmıştı. O zaman kimle konuştuğunu sormuştum, o da bana Sedat abinin aradığını, nasıl olduğunu sorduğunu demişti. Ama ben daha fazlası olduğunu hissetmiştim. Demek konuşmalarında hastanede olanlarda vardı. Aynı zamanda ara sıra Öktem’i düşünürken de yakalamaya başlamıştım. Birkaç kere seslendiğimde yanına geldiğimi fark etmesi, dalgın düşüncelerde olduğunu göstermişti ama demek ki, Sedat abi, Öktem’i bazı konularda bilgilendirmişti. Acaba, abimin de aynı hastaneye geldiğini biliyor muydu? Sedat abi biliyorsa, bilmesi büyük ihtimaldi.

Sedat abi, annemi ve teyzemin kim olduğunu bilmese de o gün öğrenmiş olmalıydı. Hem teyzemle tartışırken kız kardeşi de bazı anlara şahit olmuştu.

“Anlaşılan bazı durumlardan haberin var.” Aklıma Bade’nin de geldiğini bilip bilmemesi sorusu geldi. “Peki, hayatından çıkardığın Bade’nin de geldiğini biliyor musun? İkisini konuşurken gördüm,” dedim birden, konuyu açarken. Söylemek istememiştim ama kendimi durduramamıştım. O kadının onun için gözyaşı akıttığını ise es geçtim. Hatırlamak kendimi kötü hissettiriyordu.

“Onu da yollamış,” dedi Öktem.

Onları konuşurken gördüğümde belli ki Sedat abi, Bade’yi ikna etmekle meşguldü.

“Anladım,” dedim. Bakışlarımı kaçırdım. “Bundan da haberin var.”

Haberinin olmamasını düşünmem bir başka saçmalıktı.

Belimden kavrayarak yatakta kendisine doğru çekerken kucağımdaki Canavar’ı dokunuyordum. “Başka şeylerden de haberim var,” dedi o sırada. Omzum omzuna değdi. Başımı kendisine çevirdim. Yüz yüze geldik. Elini yüzüme getirip yanağımı okşadı. Gözlerinde gidip geldiğimde yüzüme derin derin bakıyordu. “Benim için ne kadar üzüldüğünü, ne kadar yıprandığını, nelere göğüs gerdiğini biliyorum,” dedi gözümün altından öperken. Diğer eli de yanağımı kavradığında hareketiyle gözlerim kapandı, ruhumda rüzgarlar esti. “Ama ben bunların hepsini sana unutturacağım,” derken bir daha öptü. “Benim için ne kadar gözyaşı döktüysen…” Bu sefer gözkapağımı öptü. Diğer gözüm içinde dokunuşunu verdi. “Hepsini telafi edeceğim.”

Biliyordum. Hissediyordum. Dakikalar önceki anımızda da bu dokunuşlarını eklemişti. O zaman anlamamıştım. Şimdi anlıyordum. O an geçmişteki halime uzanamasa da onun için döktüğüm yaşlarımı siliyor, seviyordu.

Telafi edeceğini söylemişti ama o beni bırakmayıp uyandığı an telafi etmeye başlamıştı.

“Ediyorsun,” diye mırıldandım gülümseyerek. Hem hareketinden hem de sözlerinden dolayı Canavar’ı tutmam gevşemiş, elimden gitmişti. “Seninleyken zaten her şeyi unutuyorum.”

Her ne yaşarsam yaşayım, kötü anılarım onunlaysam zihnimin kuytularına itekliyordu. Bir tek o kalıyordu. Biz kalıyorduk.

Gülüşüme dokunduğunda gözlerimi araladım. Canavar’ın aramızda adımladığını hissederken güzel yüzüne baktım. Ona bir kere güzel bir yüzü olduğunu söylemiştim. Bakışına, çehresine bakarken bir kez daha öyle düşünürken benim gibi birinin daha düşündüğü zihnime ilişti. “Ama…” diye devam ettim bu yüzden aniden, beni öpeceği sırada. Hafifçe geri çekildim. “Bir şeyi unutturamadın.” Söylediğimle gözleri anlamayarak kısılacak gibi oldu. “Söylesene, çizimin ne oldu?”

“Hangi çizimin?”

“Unutmuş olamazsın. O kadının çizdiği resminden bahsediyorum. Hala hesabında değil, değil mi?” Açıkçası o günden sonra bir daha kadının hesabına girmemiştim. Öktem halledeceğini söylemişti. Ben de güvenmiştim.

Güler gibi oldu. “Bu şimdi aklına nasıl geldi?” diye sordu.

“Onu boş ver. Bana cevap ver.”

“Vereyim. Çoktan halloldu. Kaldırmasını sağladım.”

“Peki ya çizdiği o kağıt?” diye sordum bu kez. “Yok etti mi?” Hesabından kaldırmış olması, çizdiği kağıdın hala evinin bir yerinde olmadığı anlamına gelmiyordu. Kadın ressamdı. Yok etse bile istediği zaman çizebilirdi.

“Bunu soracağını biliyordum. Yaktırdım.”

“Emin misin? Belki de sana öyle dedi.” Bade ile çizim için konuşmuş olmalıydı ama bu bana söz vermeden önce olan bir olaydı. Bu yüzden o zaman ki bu görüşmesini es geçebilirdim.

Sorgulamama gülümserken, “Bu sorunun da geleceğini tahmin ettiğimden kanıtlamasını da istedim,” dedi. Saçımı kulağımın arkasına yavaşça kaydırdı. “Biliyorsun güzelim, ben garantici bir adamımdır.”

Biliyordum. Öyleydi ve çizimin yok olduğunu söylüyorsa, kesin doğruydu.

“İnşallah benim olduğunu artık anlamıştır,” dedim hastaneye gelmesini görsem de. “Ve bir daha böyle bir işe kalkışmaz.”

Maviliklerinde keyifli ışıltılar yer edinirken gülümsemesine de yansıdı. “Bir daha söylesene şunu.”

“Neyi?”

“İlk cümleni.”

Ne demek istediğini anlamıştım ama bilerek görmezden geldim. “İnşallah artık anlamıştır, dedim.”

“Doğanay…” dedi yavaşça. Bilerek söylemediğimi biliyordu.

“Ne duymak istiyorsun?” diye sordum, bu sefer de. “Benim olduğunu mu?” Bunu duymak istiyordu. “Öylesin,” diye devam ettim, sesimdeki sahiplenici tonu saklamadım. “Benimsin. Her zaman da benim olacaksın. İtirazın mı var?”

Olacaktı. O benden vazgeçmediği gibi benimde ondan vazgeçmem mümkün değildi. Bunu onu kaybetmeme ramak kala bir kez daha anlamıştım.

Dediğimle ifadesindeki hoşnutluk çoğaldı. “Sorunu duymadım sayıyorum,” dedi çeneme dokunup yüzümü hafifçe kaldırırken. “Ama şimdi senin olduğumu gösterme zamanım.”

Konuşmadım. Gülümsedim. Yanında olduğum anlarda gülümsememi saymaya kalksam, sayamazdım.

Tam dediğini yapacakken odada telefon sesi duyulmaya başladı. İkimizde sesi duyduk ama Öktem oralı olmadı. Temaslarından birini daha vererek zihnimdeki düşünceleri yok etti. Ona kapılmam derinliklerime ulaşırken, kulağımdaki çalma sesi dikkatimi bozuyordu. Telefon hala çalmaya devam ediyordu ve beni de rahatsız ediyordu.

“Telefon çalıyor,” dedim geriye çekilerek.

“Çalsın,” dedi Öktem de, umursamayarak.

“Bakmayacak mısın?” Çalan onun telefonuydu.

“Bakmayacağım.”

Tekrardan yakınlığımızı sonlandırmak isterken, “Belki önemlidir,” dedim son kez.

“Daha önemli işlerimiz var,” diye karşılık verdi. O an telefon sesi kesildi. “Sustu, gördün mü? Sorun ortadan kalktı.”

Ama öyle olmadı. Telefonu tekrardan çalmaya başladı. “Yine başladı,” dedim tamamen kendimi geri çekerken. Öktem de ellerini yüzümden çekti. Duyduğuyla hoşnutsuzca homurdandı. Bu sefer açmayacağı hakkında konuşmadı. Telefonunu koyduğu komodinden almak için hareket ederken ben de yatakta adımlayan Canavar’ı kucağıma çektim. Bir yandan da kimin aradığını merak ettiğimden bir gözüm telefonun ekranına çevirmiştim.

Sedat abiydi.

Kesin önemli bir durum vardı. Yoksa arka arkaya aramazdı.

Öktem, telefonu cevapladığında gözlerim üstündeydi. Bu yüzden karşı tarafı dinlerken ifadesindeki değişimlere anbean fark etmiştim. Yüzündeki keyif silinerek, sabit ve donuk bir ifade ile yer değiştirmişti. Hislerimde haklıydım. Önemli bir durum vardı. Bunu da telefonu kapatıp, duşa girmeden önce öğrenmiştim.

Öğrendiğim şuydu; Vedat Keskin’in serbest kaldığıydı.

***

Öktem, Sedat abi ile görüşmeye gittikten sonra evde Canavar dışında, yalnız kalmıştım.

Vedat Keskin’in nasıl serbest kaldığını bilmiyordum ama sessizlik içinde Öktem’i beklerken düşüncelerimi zapt edemiyordum. Akşam olmuştu. Gideli üç saati geçmişti. Gitmesinin ardından duşa girmiş, kendime çeki düzen vererek etrafı toplamıştım. Aklımı meşgul etmek için de mutfağa girmiş, yemek yapmıştım. İşim bitince de sessizlikte baş edemeyeceğimi anlamış, Betül’ü aramıştım ama telefonu çalmış, açan olmamıştı. Bana da pencerenin önündeki koltukta sessizlik içinde oturmak kalmıştı. Bacaklarımı kırarak altıma almış, koltuğun sırtının başına kollarıma birbirine bağlayarak çenem yaslıydı. Aralık olan perdeden karanlık gökyüzüne bakıyordum.

Öktem’e bir saat önce ne zaman geleceği hakkında mesaj atmıştım. Yarım saat sonra cevap gelmişti. Belli değil ama geleceğim, yazmıştı. Arkasından da başka mesaj gelmişti. Telefona bakamazsam sakın endişelenme.

Bu imkansızdı işte.

Ev o kadar sessizdi ki kalp atışlarımın sesi, düşüncelerimin içine karışıyordu. Neden gittiğini tam bilmiyordum. Yalnızca Sedat abiden ayrıntıları öğrenmek için gittiğini biliyordum ve bir konuşma bu kadar süre sürmez, diye düşünüyordum. Vedat Keskin, serbest kaldıysa ne yapabilirdi ki? Aklıma türlü türlü düşünceler geliyordu ama kaygımı zapt etmeye çalışıyordum.

Gökyüzüne bakmayı keserek bir kez daha Öktem’e mesaj atmayı düşünürken, kapı kilidinin çevrildiğini duydum. Koltuktan apar topar kalkarken kapı kapandı. Salonun ortasına adımladığımda Öktem salona girdi. Yüzünü gördüğüm ilk an ifadesinin sabitliği gözüme çarptı.

Ağzımı açmış, kelimeler çıkaracakken Öktem elindeki anahtarı masanın üstüne bıraktığında eli dikkatimi çekti. Hafif hafif titriyordu. Ara sıra eli titriyordu ama en son beni almaya geldiğinde titremişti.

Bakışlarımı kaldıramadan Öktem önüme geldiğinde kendimi birden kollarının arasında buldum. Yüzünü boynuma gömdü, bedenime sıkıca sarıldı. “Ne oldu? İyi misin?” diye sordum, endişeyle.

Değildi, biliyordum.

Kokumu içine çekerek nefeslenirken, “Burada biraz kalmama izin ver, Çakır,” dedi yorgun sesiyle. “Lütfen.”

Yutkundum. Konuşamadım. Ellerim deri ceketine tutunup söylediğini yaparken kollarında durmaya devam ettim ama ne olduğunu bilmemem ve onu bu halde görmem tedirginliğimi çoğalttı, engelleyemedim. Yüzünü gömdüğü yerde soluklandı. Benimle konuşmadı. Ben de hiçbir harekette bulunmadım.

Vedat Keskin’in haberi ile gitmişti ama bu halde olmamasının sebebi bu olamazdı.

Geri çekildiğini hissettiğimdeyse elleri bedenimden sıyrıldı. Yüz yüze gelirken ifadesinde gelip geçenler vardı. İfadesi bitkinlik gözlerine yansımıştı. Konuşmak istedim ama titreyen eline baktım. Elini kavrarken yüzüne baktığımda, “Yorgunsun,” dedim. Ne olduğunu sormayacaktım çünkü belliydi, olan bir şey vardı ve etkisi hala devam ediyordu. Elini tutarak pencerenin karşısındaki koltuğa ilerlerken benimle beraber geldi. “Dizlerimde dinlen,” dedim koltuğun başına oturduğumda. Konuşmadı. Dediğimi yaparak dizlerime başını getirdi. Yana doğru döndüğünde eli bacağıma sarıldı. Seğiren eli koltuktan aşağı sarktı. Gözlerini kapatmıştı. Parmaklarım yüzüne dokunup, saçlarına doğru yol aldı. Ne olduysa anlatana kadar bekleyecektim. Bekledim de. Saçlarını okşadım. Yüzünü sevdim. Ruhundaki yükü atmasını istedim.

Uyuduğunu sandığımdaysa sesinden çıkan kelimeleri duydum.

“Bana neden kazayı hiç sormadın?” Kaza. Böyle bir soru beklemediğimden afalladım. Ne zamandan beri bildiğimi biliyordu? Bana başından geçenleri tam anlatmamıştı. Yalnızca eskiden kullandığı psikiyatri ilaçlarının etkisiyle bazı şeyler söylemiş, bir daha devamı gelmemişti. Ama ben hem Ebru’nun anlattıklarından hem de internetteki haberlerden hakkındakileri öğrenmiş, parçaları birleştirmiştim.

“Bildiğimi nereden öğrendin?” İlk aklıma ilacın etkisinde olduğu gece söylediği bazı ayrıntıları hatırlamasıydı. Belki de o gün de hatırlıyordu ve bilerek bundan kaçmıştı.

“Annemden,” dedi ve düşüncemi eledi. “Sana anlattığını söylemişti.”

Nehir Hanım, çiftlik evine gittiğimiz bir gün ailesinin albümünü gösterdiğinde konuşmamız olmuştu. Demek annesi, oğluna konuşmamızdan bahsetmemişti. Ama Nehir Hanım, bana anlatmadan önce zaten çoğu ayrıntıyı biliyordum. Ayrıca o gün ayrıca abimin çiftlikteki ahırı yaktığı gündü.

Gözlerim yüzünde gezindi. Gözleri hala kapalıydı. “Anlatmanı bekledim,” dedim. Gerçek buydu. Bana kendisi anlatmadan, bu konuyu açmak istememiştim.

Konuşmadan durakladığını fark ederken parmaklarım saçlarında oyalandı. “Annemin uçak korkusu vardır, biz de bir yerlere giderken her zaman karayolu kullanırdık. O gün bu yeni bir durum değildi. Ankara’ya gidiyorduk,” dedi ağır ağır. Anlatması onun için ne kadar zordu, hissediyordum. “Babam yan koltuktaydı. Annem ve kardeşim de arkada oturuyordu. Arabanın hakimiyetiyse bendeydi. Arabada sorun olduğu aklıma hiç gelmemişti. Bakımı yeni yapılmıştı. Mola verdiğimizde bile sorun yoktu. Ama sonra…” Duraklarken kapalı gözlerini sıktığını fark ettim. O anlatırken benim de göğsüm sıkışıyordu. “Önümüzde bir tır vardı,” diye devam ettiğinde kelimeleri ağırlaşmaya başladı. Bacağımı kavrayan kolu sıklaştı. “Şeritten çıkan o tırdı. Durmak istedim. Fren… Fren tutmadı. Duramadım.” İçinde buldukları araba tırın altına girmişti. “Uyandığımda gözlerimi açamadım. Açtığımda sedyedeydim. Ambulansa alınıyordum. Bu yanlıştı. Benim yerime, ailemi almalıydılar ama suçlu değilmişim gibi beni aldılar.” O an ambulansa binememesinin nedenini anladım. Ailesinin yerine bindiği için bir daha binmek istememişti. “Benim suçumdu. Suç bendeydi,” dedi sesindeki tını vicdan azabıyla sarsılırken. Yanağına inen ıslaklığı gördüğümde kalbim yarıldı. Elimi yanağına getirerek yaşına dokundum. Beni görmese de yanaklarımdakilerle beraber başımı olumsuzca salladım. “Babamın ve kardeşimin ölümüne, annemin şu an ki hale gelmesine sebep oldum. Bense…” derken seğiren elini kaldırdı. Gözlerini açmış, eline bakıyordu. “Yalnız bununla kaldım. Onların yerine ölmem gerekirken bu bana kaldı, Doğanay.”

Çenem titredi. Eğilip saçını öperken orada kaldım, doğrulmadım. Başımı başına yasladım.

İlacın etkisindeyken de böyle bir cümle kullanmıştı.

Bu bana kalandı. Benim payım sadece bu kadardı.”

Yine durakladığında susacağını sandım ama devam etti. O günden sonra annemin yüzüne bakamadım,” dedi seğiren parmaklarını avucuna doğru kapatırken. “Annem… Arabada benim arkamdaydı. Ama emniyet kemeri takılı değildi. Eğer takılı olsaydı bu kadar zarar almayacaktı. Bizim tarafımız zararı en az alan kısımdı.” Bir şey daha anladım o an. Gözlerim kapalı, kalbim sesiyle paramparça oldu ama anladım. Emniyet kemeri hassasiyeti söylediklerinden kaynaklıydı. Annesi, kazada emniyet kemerini takmamıştı. Öktem, sağlam bir şekilde arabadan çıkmıştı. Oysa annesi için aynı durum söz konusu olmamıştı. “Rüyalarımda o günü görüp durdum. Zihnimi susturamadım.” Susturamamıştı ve bir yol bulmuştu. Ebru demişti. Dövüşlere o zaman katılmaya başlamıştı. “Onca zaman her şeyden uzak kaldım. Kendimi suçladım.” Kısa bir nefes alırken, omuzlarının çöktüğünü hissettim. “Ama suçlu ben değilmişim. Başkasının el atmasıymış. O adammış.”

O adammış.

Neyden bahsettiğini anlamıştım çünkü bende oradaydım. Öktem’in halini görmüştüm. Vedat Keskin’in o gün ne dediğini Öktem ile beraber duymuştum. Vedat Keskin’in babası hakkında dediklerini düşündüm. Kelime kelimesine hatırlıyordum.

“Babam,” demişti Vedat Keskin. “Babana oğlunun üstünden ders vermek istediğini bilmiyorsun. Araba frenleri her zaman bozulur değil mi? Kendiliğinden de olabilir, bir müdahale ile de. Bizim hikayemizde ise müdahale söz konusu.

Vedat Keskin o gün bunları itiraf etmişti. O gün her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, Vedat Keskin’in söylediği cümleler o günde asılı kalmıştı. Belli ki kalmamıştı. Öktem’in bu söylemiyse doğru olduğunu belirtiyordu.

Ailesinin dağılmasının suçlusu, kazaya sebep olan kişi olan o adam, Vedat Keskin’in babası, Arslan Keskin’di.

O adamı ben sadece düğünde görmüştüm. Öktem’in o adamla ile ilgili başka söyledikleri vardı. Arslan Keskin’in amcasıyla iş yapacaklarını söylemişti. Amcası, Adnan Kandemir abisinin ve yeğeninin katilinin o adam olduğunu öğrendiğindeki tepkisini düşünmek bile istemiyordum. Aynı zamanda yaşadığımız bu süreçte, yerimi bulmak için o adamdan yardım almıştı. O kadar çaresiz bir durumdaydı ki, benim için o adamla görüşmüştü. Ama Arslan Keskin’in oğlu kendisine ihanet etmişti. Her şeyi açıklamıştı.

Vedat Keskin şöyle devam etmişti. “Araban bakımdayken, arabanın frenleriyle oynandı. Derdi senin yararlanmandı.” Arslan Keskin’in derdi Öktem’in babasına oğlu üstünden sözde ders vermekti. “Beklediği gibi olmadığını ise haberinizi alınca anladı.Ama belli ki bu planı yaparken bir aileyi yok edeceğini düşünmemişti.

Düşüncelerimin içinde sıkışıp kalırken, “İtirafçı olmuş,” dediğini duydum Öktem’in. “Gitmiş ve her şeyi onca zamandan sonra itiraf etmiş.”

Afalladım. Bu o ana kadar sessizce dinlemiştim ama bu duyduğum beklenmedikti. Bu yüzden mi bu haldeydi? Bu yüzden mi dağılmıştı?

“Bu kadar basit olmamalıydı,” dedi, duyduğumu sindirmeye çalışırken. “Böyle olmamalıydı.” Son söylediğini dillendirirken sesinde doğacak öfkeyi bir an hissetmiştim.

“Basit değil,” dedim ilk kez, konuşurken. Bir yandan saçlarını okşuyordum. “Cezasını çekecek artık.”

Yaptığını itiraf etmesi demek, mahkeme önüne çıkması ve ceza alması demekti. Yıllar geçmesi bir şeyi değiştirmezdi. Arslan Keskin yaptığının bedelini ödeyecekti.

“Cezası benim elimden gelmeliydi,” dediğini duyduğumda kızmam gerekiyordu ama onu anlıyordum. Hislerini kalbimde hissediyordum. Kayıpları çok ağırdı. Yıllardır kendisini suçlamıştı. Gerçekse farklıydı. Bulunduğum konumu bozmadım ama “Yaptığının bedelini ben ödetmeliydim ama geç kaldım,” diyen sesinde kızgınlık vardı.

“Söylediğin şey için sana kızmak istemiyorum ama yapma,” dedim yavaşça, parmaklarım yan çehresinde gezinirken. Sakinleşsin istiyordum. “Kendin söyledin. İtiraf etmiş, cezası neyse çekecek. Kendini suçlamayı bırak, lütfen.” Suçluyordu çünkü Arslan Keskin’e kendisi karşılığını veremeyecekti. Dediği gibi geç kalmıştı. Adam itirafçı olmuştu. Hem ne yapabilirdi ki? Seçenekler olsa da hiçbirini düşünmek istemiyordum. Daha yeni onu kaybetme evresinden çıkmıştım. Eğer adam, itirafçı olmamış olsaydı, ailesinin intikamını almak için ileri gidecek ve beni yine o evreye sokacaktı. Şu an ise sadece beni korkutuyordu.

Söylediklerime kısa bir süre sessiz kalmayı tercih etti ama sonra “Böyle olmamalıydı,” dedi yeniden. Yaşadıklarına mı yoksa ailesinin sebebi olan adam için mi söylüyordu, o an anlayamadım. Hangisine söylüyorsa ikisine de tek bir cevabım vardı.

“Biliyorum.”

Yerinde hareket ederken bacağımdaki elinin kavrayışı sıklaştı. Sanki düşmemek için bir dal arıyordu. Bu gerçek anlamda değildi, bunu da biliyordum. Bu zamana kadar o benim acılarıma her daim destek olmuştu. Ben de onun acılarını kendime çekmek istiyordum. Ama şu bir gerçekti ki, geçmişi değiştiremez, hissettiğimiz acılarımızı yok edemezdik ama birbirimizin yanında olabilirdik.

***

BİR AY SONRA

Hava diğer günlere göre güneşliydi. Öğlen güneşi, yeryüzünü ısıtırken sabah üstüme trençkotumu giydiğim için kendimi şanslı hissediyordum. Ayına göre insana bahar havasını hatırlatıyordu. Bu havalar insanın üstüne ne geçireceğini şaşırtan havalardı. Bazı saatlerde rüzgar ılık eserken, güneşin sıcaklığı da insanı bunaltıyordu. Neyse ki bu sabah akıllılık yapmış, kum rengi trençkotumu giyerek okula gelmiştim.

Kampüsün bahçesinde gözlerim dolanırken, havanın tadını çıkaranlardan yalnızca biriydim. Sabah saatlerindeki ilk derse girip, çıkmıştım. Geriye katılmam gereken iki dersim kalmıştı. İlkine yaklaşık yarım saat gibi bir süre vardı. Havanın iyi olmasından dolayı ben de kampüsün masası olan banklarından birinde oturuyor, Betül’ün kantinden gelmesini bekliyordum. Hava iyiydi ama ikimize de kahve almaya gitmişti.

“Al bakalım,” diyen Betül’ün sesini duymamla birlikte, arkamdan önüme geçerken kapalı kahve bardağı masaya bıraktı. Görüş açıma girmesiyle masada karşıma oturduğunda elindeki diğer bardağı kendi önüne koymuştu.

“Teşekkür ederim,” dedim onu izlerken. Ben trençkot giymiş olsam da içimde beyaz bir kazakla, kalın siyah bir eteğim vardı ama Betül yazı resmen kendisine getirmişti. Altında yüksek bel mavi kot pantolonu olsa da üstünde kısa kollu tozpembe ince bir tişört vardı. Yanına hırka bile almamıştı.

“Afiyet bal şeker olsun,” dedi çantasını omzundan çıkarıp masaya koyarken. “Bu arada sana ne diyecektim? Şu adam ne oldu? Bir haber var mı?”

“Bilmiyorum, yok galiba.” Şu adam diye bahsettiği kişi abime yardım eden, hürriyetimden yoksun koyarak, Öktem’den istekleri olan Vedat Keskin’den başkası değildi. Bir ay önce serbest kalmış olsa da tekrardan yakalama kararı çıkartılmıştı. Ama kendisini bulamıyorlardı. Çıktığı gibi kayıplara karışmıştı. Nerede olduğunu kimse bilmiyordu. “Polis hala arıyor, diye biliyorum.”

“Kesin yurtdışına kaçmıştır,” dedi Betül tahminde bulunarak. “Yoksa bulurlardı.”

“Belki de öyledir.”

Vedat Keskin ortalıkta yoktu ama abim hapishanedeydi. İçeriden çıkma konusunda patronu kadar şanslı değildi. Hem de hiç değildi. Çünkü Öktem’i vurma suçundan hem de bu zamana kadar kimleri dolandırdıysa o kadar kişi tarafından yargılanıyordu. Öktem’in avukatına göre kısa sürede içeriden çıkması mümkün değildi. Müebbet yemese de uzun süre kapalı kapıların arkasında olacaktı.

Betül kahve bardağına uzanırken “İnşallah bulurlar da, kafanız rahat olur,” dedi ve arkasından kahvesini yudumladı.

“İnşallah,” diye karşılık verdim. Bulunmasını ben de istiyordum. O adama güvenmiyordum. Sırf geçmiş zamanda babası Öktem’in babasının restoranını elde edemedi diye, kendince yıllar sonra tamamlamak istemişti. Ama babasının yaptığını da itiraf etmeden durmamıştı. Arslan Keskin de devamını getirmişti. Geçmişin itirafını ortaya atmıştı. Abim müebbet almasa da Arslan Keskin için aynı durum söz konusu değildi. Daha geçen hafta mahkeme önüne çıkmıştı. Kendisine avukat bile tutmamıştı. Yaptığı her şeyi o kadar net bir şekilde anlatmıştı ki, geçmişte Öktem’in arabasını bakıma verdiği yerdeki adama rüşvet vererek, kazaya sebep olduğunu söylemişti. Araba frenleriyle oynayan, rüşveti alan kişi hakkında da dava açılmıştı. Adam reddetmişti ama Arslan Keskin hiç olmadığı kadar dürüsttü. Adama verdiği paranın kayıtlarını göstermişti. Adamında inkar edecek durumu kalmamıştı. Her ikisi de cinayete teşebbüsten yargılanmıştı ve yargılanma hızla sonuçlanmıştı. Arslan Keskin, tüm suçu üstlendiğinden ağırlaştırılmış müebbet, ona yardım eden kişi ise on beş yıl almıştı.

Tüm bu mahkeme süreci işlerken Öktem, annesi Nehir Hanım’a gerçekleri anlatmıştı. Nehir Hanım, mahkemeye salonuna bile gitmişti. Öktem, annesinin bu süreçten uzak durmasını istese de Nehir Hanım, ailesini katleden ve kendisini yarım bırakan adamın gözlerinin içine bakmak istemişti.

Öktem’in amcası Adnan Kandemir, iş yapmak üzere olduğu kişinin abisinin katili olduğunu öğrendiğinde nasıl bir tepki verdiğini hala bilmiyordum ama bir şey biliyordum. Geçmişte kazanın suçlusu olarak Öktem’i suçlamış olduğuydu.

Kahvenin kokusu burnuma buram buram gelirken midem yine bir tuhaf oldu. “Üşümüyor musun sen?” diye sordum Betül’e. “Hırka da almamışsın yanına.” 2

“Hayır,” dedi gülümseyerek, elindeki bardağı dudaklarından uzaklaştırırken. “Hava çok güzel. Tam benim havalarım. Asıl sen daralmıyor musun? Kazak giymişsin.”

Kahve bardağına uzandım. “Benden de hayır. Gayet iyiyim.” Plastik bardağı ağzıma götürürken kahvenin kokusu haddinden fazla daha ağır burnuma doldu. Yüzüm buruşacak gibi oldu.

Betül halimi fark etti. “İyi misin sen?”

Başımı salladım. “Sence de kahvenin her zamankinden daha çok ağır kokusu yok mu?”

“Hayır, bence her zaman ki gibi.”

“O zaman bana öyle geldi,” dedim ve kahveden bir yudum alarak boğazımdan aşağıya kayışını hissederken midem çalkalandı. Yüzüm buruştu. Neredeyse kahveyi yutamadan çıkaracaktım ama kendimi engelleyerek yuttum.

“İyi olduğundan emin misin?” diye sordu Betül, endişeyle.

“Sanırım midemi üşüttüm,” dedim bardağı masaya bırakarak. Kahveden nefret edesim gelmişti.

“Aç falan mısın?” Ayağa kalkacak gibi oldu. “Bir şeyler gidip alayım istersen.”

Elimle oturmasını işaret ettim. “Değilim, otur lütfen.” Değildim. Kahvaltı yaparak evden çıkmıştım. “Birkaç gündür, midem böyle. Yediklerim mi dokunuyor, bilmiyorum.”

“Doktora gittin mi?”

“Doktora gidecek kadar kötü değilim. Üşütmüşümdür.”

“Bir tarafların açıkta kalıyorsa üşütmen normaldir,” dedi Betül kahvesinden kocaman bir yudum almadan önce. O kahvesini içerken benim yine midem burkuldu, yüzüm buruştu. Betül de “Revire gidelim mi?” diye sordu.

“Geçer şimdi,” dedim çantamdan suyumu alırken. “Cidden iyiyim ben.” Ama bu halde kahve içemezdim. Su şişemden yudumladım. Midem biraz rahatlar gibi oldu.

“Enişte beye arkadaşıma dikkat etmesini söylemem şart oldu,” dedi Betül. “Sana baksın biraz.”

Güldüm. Şişeyi çantama atarken telefondan saate baktım. “Kalkalım mı?”

“Olur, geri kalanı yolda içerim.”

“Ben içemeyeceğim,” dedim ayaklanırken.

“At çöpe gitsin.” Öyle olacaktı.

Toparlanıp bahçeden ana binaya ilerlerken, ben dolu bardağı, Betül ise boş bardağı çöpe yolladı. Derslik ikinci kattaydı. Merdivenleri çıkarken mide bulantım yeniden kendisini gösterdiğinde görmezden geldim. Ama kata çıktığımızda midem o kadar çalkalandı ki, görmezden gelmem imkansız bir hal aldı.

“Lavaboya gidiyorum,” dedim birden zorla. Boğazıma doğru tırmanan safrayı hissediyordum.

“Ne oldu?” diye sordu Betül aceleyle. “Ben de geliyorum.”

Betül’e cevap veremedim. Kattaki kadınlar tuvaleti çok uzak olmasa da adımlarımı hızlandırarak, insanların arasından geçmek zorunda kaldım. Kendimi zar zor lavaboya attığımda içerideki insanları gözüm görmedi. Boş kabinlerden birine girdim. Girdiğim gibi de klozete doğru öğürdüm. Fazla eğilmemeye dikkat etmiş, safranın boğazımı yakarak çıkmasını hissettiğimde kabinin duvarından destek aldım.

O sırada Betül’ün arkamdan birine, “Ne bakıyorsun?” diyen sesini duydum. “Hiç kusan insan görmedin mi?”

Bir kız, “Iyyy, iğrenç,” diye karşılık verdi.

“Gören de hiç kusmazsın sanır,” dedi Betül de.

Kızın sesi gelmedi. Kapanan kapının sesini duyarken birkaç kez daha öğürdüm ama bu sefer yalnızca öğürmekle kaldım. Bedenimi doğrulturken Betül, elime kağıt selpak tutuşturdu.

“Rahatladın mı?”

Verdiğiyle ağzımı silerken “Galiba,” mırıldandım. Betül benden önce hareket ederek, sifona bastı. Sonra da kolumdan tutarak kabinden çıkararak lavabonun önüne getirdi. İçeride kimse kalmamıştı.

Çantamdan su şişesini çıkarıp ağzımı birkaç kez çalkaladım. Birkaç yudum da içtim.

“İstersen, enişte beyi arayalım da gelsin alsın seni,” dedi Betül.

“Olmaz, endişelenir.”

“Endişelensin, ne olacak? Hastaneye falan gidersiniz.”

“İyiyim ben.”

“Emin misin?”

“Evet, daha iyiyim.”

Betül’ün bakışları üstümdeydi ama daha fazla ısrar etmedi. “Söyle öyle diyorsan, tamam,” dedi. “Kusmak iyi gelmiştir.”

Elimdeki selpakı çöpe attım. “Geldi, hadi çıkalım. Derse geç kalacağız.”

“Beş dakikamız var,” dedi Betül kolundaki saate bakarken. Kapıya doğru adım atarken, Betül arkamdan “Bir dakika, bir dakika,” dedi. Omzumdan arkama bakacakken yanıma geldi. “Aklıma ne geldi? Ya üşütmediysen?”

“Anlamadım?”

“Birkaç gündür, bu halde olduğunu söylüyorsun. Aklını çalıştır, üşütmemişte olabilirsin.”

“Hiçbir şey anlamıyorum.”

“Doğanay, üşütmemişte olabilirsin. Evlisin sen,” dedi birden. “Utanmazsan daha açıkta konuşabilirim.”

Yüzüne bakakalırken zihnim ne demek istediğini anlamıştı. “Sanmıyorum,” dedim bakışlarımı çekmeden önce. “Hadi gidelim.”

Hareket edeceğim sırada Betül, “En son ne zaman regl oldun?” diye sordu.

Lavabonun ufak koridorunda adımlayamadım. En son ne zaman? Tarih not etmek gibi bir huyum yoktu ama geçen ay çok üzülmüş ve stres yapmıştım. Olmadığımı biliyordum. Duygu karmaşama yormuştum. Betül’e döndüm. “Bilmiyorum ama kast ettiğin şey değilimdir.”

“Bu kadar eminsen tedbirlisinizdir,” dedi bu kez de. “Korunuyorsanız, o zaman bir şey diyemem.”

O kadar normal bir şeyden bahseder gibi konuşuyordu ki, benim için bu durum aynı değildi. Yanaklarım ısınmıştı. “Betül,” dedim utanarak. “Bu konuyu kapatalım mı? Derse geç kalıyoruz.”

Kolundaki saate tekrardan baktı. “Haklısın,” dedi sonra da. “İki dakikamız kalmış.”

Lavabodan dersliğe ilerlerken zihnimde fırtına oluşmuştu. Düşüncelerimin biri bitiyor, biri başlıyordu. Sonu yok gibiydi. Sıraya oturduğumda da, ders başlayıp bittiğinde de Betül’ün dediğini düşünüyordum. Tedbir falan yoktu. Ne öyle bir talebim olmuştu ne de kendim önlem almıştım. Aklıma bile gelmemişti.

Saatlerimi işgal eden düşüncelerimi bir kenara iteklemeye çalışırken her zaman gibi son derse girerken Öktem ile konuşmuştum. Restorandaydı. Ders bitimine kadar kampüsün önüne gelecekti. Ders bitiminde Betül, önden kampüsten çıkmıştı, Öktem ise daha gelmemişti. Ben de kampüsten çıkmamıştım ama fazla beklememe kalmadan telefonum çalmıştı. Gelmişti.

Arabası tam da kampüsün karşısındaydı. Arabanın camını açmıştı. Beni gördüğü an gülümsedi. Dudaklarım karşılığını verdi.

“Günün nasıldı güzelim?” diye sordu arabaya bindiğim an.

Yanağına ufak bir öpücük bıraktım. “Her zaman ki gibi, senin?”

“Bir değişiklik yok,” dedi önüne dönerken.

“Rutin iyidir,” dedim emniyet kemerimi takarken.

“Karımın dediği doğrudur.” Gülümsedim. Araba hareket ederken, “Miden nasıl oldu? Sana zorluk çıkardı mı?” diye sordu.

Sorduğu soruyla ona baktım. Sabah bunaltım vardı ama okulda olduğu gibi kusmamıştım. Öktem de hastaneye gitmemiz gerektiğini ısrar etmiş, reddetmiştim. Hem okula geç kalıyordum hem de hastanelerden nefret ettiğim için gitmek istememiştim. Mide bunaltılarım bu güne kadar bunaltı şeklindeydi. İlk defa bugün kusmuştum. Bu yüzden çoğunu gizlemeyi başarabilmiştim ama bu sabah o kadar şanslı değildim.

“Çıkarmadı,” dedim bakışlarımı kaçırıp yola bakarken. “İyiydim.”

İyi miydim peki? Betül’ün ima ettiği durum aklımı kurcalayıp duruyordu. Düşünmemeye çalışsam da, olmuyordu. Yol boyunca da aklımda kalmıştı. Öktem, benimle konuşuyor, ona cevap veriyordum ama zihnim o düşüncenin içinde kapana kısılmıştı.

Rezidansın önündeki yolda araba durduğunda Öktem bana doğru döndü. Kendisi restorana geri dönecekti. “Güzelim, akşama bir şey hazırlama,” dedi ben toparlanmadan önce. “Dışarıda yeriz. Gelip seni alırım.”

“Restoranda mı?”

“İstemez misin?”

“Fark etmez, olur.” Emniyet kemerimi çözdüm. “Kaç gibi gelirsin?”

“Kaç gibi gelme mi istersin?”

“Gelirken ararsın. Ben de ona göre hazırlanırım.” Yanağına ikinci kez buse bırakıp geri çekildim. “Görüşürüz.”

“Bir daha miden bulanırsa, bana söyle,” diyerek beni durdurdu. “Bu kez hastaneye gideriz.”

“Tamam,” dedim olumlu durmaya çalışarak.

Arabadan inip kaldırıma çıkıp ilerlerken yüzümde gülümsemeyle birkaç kez arkama baktım. Ben binaya girene kadar gitmeyeceğini biliyordum. Mecbur binaya girip gitmesini bekleyecektim. İçeri girip giriş kısmından yoldaki arabasına baktığımda önüne döndüğünü gördüm. Birkaç saniye sonra da arabası hareket etti. Tamamen görüş açımdan çıktığındaysa binadan çıktım.

Gideceğim tek bir yer vardı.

Betül, içime resmen kurt düşürmüştü. Belirsizlikten nefret ettiğimden zihnimde netleşmeden rahata eremeyeceğimde bir gerçekti. Bu yüzden daha önce Öktem’e krem almak için gittiğim eczaneye gitmiştim. Aklımdaki almamla, eve gelmem yirmi dakika gibi bir süre sürmüştü.

Eve girer girmez, üstümü değiştirdim. Kendimi lavaboya attığımda vakit kaybetmedim. Kutudakini denedim. Beklemekten nefret ediyordum ama bekledim. O kısa zaman sanki ilerlemedi. Kalbim ağzımda, sesi kulaklarımdaydı. Avuç içim dahi terslemişti.

Gözlerim çubuğun üstünden bir saniye ayrılmadan sonucu gördüğünde gözbebeklerim titredi.

Elimdeki bir hamilelik testi çubuğuydu.

Ve ben hamileydim. 13

           

 

 

           

***

Evet, bölüm sonuna geldik.

Yorum ve oylarınızı bekliyorum. Dediğim gibi bol bol yorum bırakmayı unutmayın. Whatsaap kanalımız mevcut. Hikayelerimle ilgili konuşuyor, sohbet ediyoruz. Gelmek için sosyal medyalardan bana yazabilirsiniz. 1

İLETİŞİM

cigdemin_hikayeleri (instagram)

__okuyan94__ (tiktok)

Twitter: okuyan94

Son olarak profilimi takip etmeyi unutmayın. Bir de Betül’ün hikayesine bekleniyorsunuz. (BİR ÇARPIŞMA MESELESİ)1

Ay, şunu da unutmadan söyleyeyim. Finale iki veya üç bölüm kaldı(maalesef) ama bölümler uzun olacağından doya doya okuyacağız diye düşünüyorum. 1

NASİPSE DİĞER BÖLÜMLERDE GÖRÜŞMEK ÜZERE. 1

 

 

 

 

 

 

 

 

           

Bölüm : 17.03.2025 21:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
okuyan doksandört / ZEVAHİR / A L T M I Ş  B E Ş
okuyan doksandört
ZEVAHİR

1.63k Okunma

206 Oy

0 Takip
3
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş