
Onlar kalbimi parçaladı, ben de onların dünyasını parçalayacağım. Artık hiçbir dua kurtaramaz, hiçbir çığlık susturamaz. Gözyaşlarımın hesabını kanla ödeyecekler. Birbirlerinin can verişini izleyecekler, sırayla, teker teker… Onlar beni mezara gömmek istediler; ama ben mezardan kalktım, ellerimde yalnızca nefret ve intikamla.
Ben bağırmayacağım, haykırmayacağım. Sessizlik en keskin intikamdır. Onların çığlıklarını dinlerken ben susacağım. Çünkü nefretim bağırarak değil, buz gibi bir sessizlikle öldürür. Onlar kalbimi söndürdü; şimdi ben, onların ruhlarını karanlığa gömeceğim.
"Başkan, bu görevi şu an kabul edemem." dedim. Ne kadar istemesem de, karşımdaki adamın ikna edici bakışları beni köşeye sıkıştırıyordu.
"Kaç aydır bu anı beklediğimizi sen biliyorsun." dedi.
Haklıydı. Kaç aydır tüm tehlikelere rağmen o adamın içine sızmış, sağ kolu olmayı başarmıştım.
"Haklısın başkan. Ama bu göreve çıkarsam dönüşü olmayabilir. O yüzden… önce yıllardır beklediğim oyun, sonra görev."
Birkaç saniye yüzüme dikkatle baktı. Gözlerinin derin yeşili, yılların yükünü taşıyan bir orman gibi ağırdı. Çökmeye yüz tutmuş yüz hatları, buna rağmen dimdik duran omuzlarıyla garip bir tezat oluşturuyordu. Asker gibi sert, yapılı ve kararlıydı. Ardından yavaşça siyah deri koltuğundan kalkıp pencereye doğru yürüdü. Adımlarında bile disiplin vardı.
"Bir ay yeter mi?" diye sordu.
Kaşlarımı çattım, yanına ilerledim. Yaşlandıkça bana hep zaman kısıtlaması koyuyordu, bu yaşlı bunak. İyi ki aklımı okuyamıyorsun başkan.
"Efendim?" dedim. Anlamıştım aslında ama anlamak istemiyordum. Onun gibi ben de pencereden dışarıya baktım.
Gökdelenin 22. katındaydık. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir ev gibi görünse de burası aslında karargahtı. Biz MİT’e çalışmıyorduk, ama bizim de intikam için yeminlerimiz vardı. Bu ülke için… Kim zarar vermeye kalkarsa, düşünmeye fırsat bulamadan yerle bir ederdik.
"Bir ay sonra intikamını almış olur musun?" dedi. Ses tonu sanki kararımı önceden biliyor gibiydi. Sustum. Başka ne yapılabilirdi ki? Off… Onunla yüzleşmem için bir ay asla yetmezdi.
"Karar ver. Ya bir ay, ya hiç."
Yıllardır beklediğim bir andı bu. Silip atmak imkânsızdı. Bir ay kabulümdü.
"Bir ay olsun. Umarım bitirebilirim." dedim. Başkan başını sallayarak ellerini arkasında birleştirdi. O hareketiyle daha da heybetli görünüyordu; sırtında bir komutanın yıllarca taşıdığı disiplin vardı.
"Kimin canını yakmayacaksın?" dedi gözlerimi delip geçerek.
"Bir kişinin canı yanmayacak. Sadece seyirci olacak. Fakat diğerinin canı da yanmayacak… ama fiziken." Sesim titremedi ama içimde fırtına kopuyordu. Çünkü biliyordum: Ruhen çok can çekişecekti.
"Peki o kişiye neden zarar vermeyeceksin? Geçerli bir sebebi var mı?" dedi. Yüzüme bakmadan konuşuyordu. Sanki bilerek beni sabrın sınırına itiyordu.
"Bir gün okulun kaldırımında oturuyordum. Ağlamıyordum ama gözlerim dolu dolu boşluğa bakıyordum."
"Neden boşluğu izliyordun?" diye sordu başkan. Arkasını dönerek tekrar deri koltuğuna oturdu. Ben de masanın karşısındaki sandalyeye geçtim.
"O gün tacize uğramıştım. Malum kişiye söylediğimde sadece geçiştirdi. Olayın şokuyla mı bilmiyorum ama kaldırımda tek başıma oturuyordum. Sonra 46 geldi yanıma. Onunla ilk defa orada konuştum." Masanın üzerindeki sigaradan bir dal alıp yaktım.
16.12.2018
"İsmin ne?" dedi, izinsiz yanıma oturarak. Gözlerim dolmuştu, ama ağlamıyordum.
Onu ilk gördüğümde içim ürpermişti. Koyu yeşil gözleri vardı, uzun kirpikleri o gözlerin karanlık derinliğini daha da belirginleştiriyordu. Kumral saçlarının birkaç teli alnına düşmüş, yüzüne hafif asi bir hava katıyordu. Boyu neredeyse gökyüzüne uzanıyordu; yapılı vücudu, otururken bile gücünü belli ediyordu. Ben ise onun yanında küçücük kalıyordum; kahverengi gözlerim, beyaz tenimin üzerinde daha da belirgin duruyor, sağ yanağımdaki hafif gamzem çocukça bir masumiyet katıyordu yüzüme. Uzun kestane saçlarım omuzlarıma dökülmüş, rüzgârda savruluyordu.
Montunun cebinden sigara paketi çıkarıp bana uzattı.
"Kullanıyor musun?"
Hayır diyecek gücüm yoktu. Sessiz kaldım, bir dal alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim. Kalbim deli gibi atıyordu. Bu yabancının bana neden bu kadar yakın hissettirdiğini bilmiyordum.
"Teşekkür ederim." dedi, kendine de bir dal alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Paketi cebine koyduktan sonra gümüş çakmağını çıkardı. Önce kendi sigarasını, sonra benimkini yaktı. Çakmağı cebine koyarken gözüm, üzerinde siyah yazılarla yazılmış 46 sayısına takıldı. O an beynimde onlarca soru dolaştı. Ne anlama geliyor? Neden bu kadar gizemli? Ama ben hep susturulmuştum; sormaya cesaret edemedim.
Sigarayı nasıl içeceğimi bile bilmiyordum. Filmlerde gördüğüm gibi iki parmağımın arasına alıp içime çektim. Ciğerim yandı, boğazım düğümlendi ve öksürüğüm patladı. Sigarayı yere fırlattım, ciğerim sökülürcesine öksürüyordum.
"Sanırım ilk defa kullanıyorsun?" dedi. Uzun kirpiklerinin arasından bana bakarken sesinde bir yumuşaklık vardı. Sadece başımı sallayabildim.
"Sakince nefes al ver. Ve öksürmediğini düşün. Unutma, beyin bizim aleyhimize çalışır; neyi düşünürsek inanır." dedi.
Söylediğini yaptım. Ve şaşkınlıkla, iki dakika geçmeden öksürüğüm kesildi. Bu nasıl olabiliyor? Bu yabancı beni nasıl böyle etkiliyor?
"İlk içişimde böyle olacağını tahmin etmemiştim." dedim. O ise başını salladı, sigarasını yere atıp ayağıyla söndürdü.
Bakışları tekrar bana döndüğünde ilk defa birinin bakışlarından rahatsızlık duymuyordum. Aksine, o yeşil gözlerde bir güven arıyordum.
"Olur öyle şeyler. Adını sormuştum ama söylemedin." dedi.
Birkaç saniye ela gözlerine baktım. Ama ismimi hiç sevmemiştim ki.
"Söylemesem?" dedim.
"Adın ne?"
Derin bir nefes aldım, gözlerimi ondan kaçırdım.
"Adımı sevmiyorum."
O da bakışlarını üzerimden çekti, karşıya baktı. Benim baktığım yönde Ahsen ve Emir vardı. Ahsen yüzüme bakmıyordu ama Emir, arada sırıtkan gözlerle bana bakıyordu. Midem bulanıyordu.
"Elfida diyeyim mi sana?" dedi.
Bir an kalbim hızla çarpmaya başladı. Elfida mı? Neden bu isim?
"Neden?" dedim merakla.
"Çünkü kim bilir kaç yüzyıldır sarılmamış kolların."
Gözlerimi kısarak ona baktım. İçim ürperdi. Şaşırmıştım. Bu cümle bana yabancı değildi, ama onun dudaklarından dökülünce başka bir anlam kazanmıştı.
"Anlamı ne yani, neden öyle dedin?" dedim. Normalde bu kadar meraklı biri değildim. Beni böyle yapan oydu.
"Boş ver, ileride öğrenirsin." dedi. Bakışlarını benden çekmiş, Emir’e öldürücü gözlerle bakıyordu. O an fark ettim: Bu yabancı, beni koruyordu.
"Peki senin adın ne?" dedim. Kaç dakikadır konuşuyorduk, artık öğrenmek hakkımdı.
Ayağa kalktı, pantolonunun arkasını silkeledi. Montunun cebine ellerini sokarken yukarıdan bana bakışları biraz gıcıktı ama tebessümü sıcaktı. Koyu yeşil gözleri, o an nedense içimi yakmıyor, aksine içimi ısıtıyordu. Uzun kirpiklerinin gölgesi göz kapaklarına düşerken, yüzündeki ciddiyetle birleşen o bakış, beni ürkütmek yerine garip bir güven duygusu veriyordu.
"Çok soru soruyorsun, Elfida." dedi.
Başımı kaldırdım, gıcıklığına karşılık hafifçe gülümsedim. İçimden geçen tek şey şuydu: Bu gözler kötü olamaz. Bu adam bana zarar vermez.
"İsmini öğrenmek hakkım." dedim. Ayağa kalktım, üstümü başımı düzelttim. Yanında resmen cüce gibi kalıyordum. Benim kahverengi gözlerim onun koyu yeşil gözlerine yükselmek zorunda kalıyordu. Onun yapılı gövdesi karşısında beyaz tenli, yanaklarında gamzesi belli belirsiz görünen bir kız çocuğu gibi hissediyordum.
"Ben de ismimi sevmiyorum." dedi.
Bir an duraksadım. Neden? Neden kendi ismini saklıyor? İçimde korku ve merak birbirine karıştı. Ama garip bir şekilde, kalbim hızlansa da yanındayken korkmuyordum. Çünkü o bana yabancı gibi değil… bir abi gibi davranıyordu.
"Elbet bir gün öğrenirim, 46." dedim.
Gözleri birden şokla açıldı. O koyu yeşil gözler, bana ilk defa böyle tedirgin bakıyordu.
"Sen neden 46 dedin?" Ses tonu neredeyse fısıltıya yakındı, ürkmüştü.
"Çakmağın üzerinde gördüm. Sen adını söylemeyince 46 dedim."
Nefesini rahatça bıraktı. Omuzları gevşedi. O an anladım ki, 46 sayısı onun için sıradan değildi. Belki acı, belki geçmiş… ama kesinlikle sır dolu bir anlamı vardı.
"Neyse, benim işim var Elfida. Ama senin başın ne zaman dara düşerse, beni bul." dedi.
"Neden 46?" diye sordum. Kalbim hızla atıyordu.
"Artık seninle tanıştık. Ve benim himayem altındasın. Yani kardeşimsin. Ben de abinim, Elfida."
O an gözlerim doldu. Çocukken hep bir abim olsun istemiştim; belki tüm kötülüklerden korur diye. Ama hiç olmamıştı. Belki de kısmet bugündü. Onun koyu yeşil gözlerinde, özlemini duyduğum kardeşliğin, güvenin izlerini gördüm.
"Tamam, 46. Sorun olursa seni bulurum." dedim.
Dişlerini göstermeden tebessüm etti. O tebessüm, bana dünyadaki en sağlam yemin gibiydi.
"Söz mü, Elfida?"
"Söz, 46. Sorun olursa seni bulurum."
Sağ elini montunun cebinden çıkarıp omzuma hafifçe dokundu. O dokunuş, içimde yıllardır eksik kalan parçayı tamamladı.
"Aferin. Şimdi üşütmeden pansiyona geç."
Başımı salladım. O an içimde tek bir his vardı: Artık yalnız değildim.
Bir gün sonra Emir derse geldiğinde herkesin gözü ona çevrilmişti. Ağzı burnu darmadağın olmuştu; göz çevresi mor, dudakları patlamış, yüzünün kemikli hatları daha da keskinleşmişti. Koyu kahverengi saçları darmadağınıktı, kahverengi gözleri ise öfke ve acıyla yanıp sönüyordu. Beyaz teni üzerindeki morlukları olduğundan daha da belirgin kılıyordu.
Onu o halde görünce içimde garip bir huzur oluştu. Kimse ne olduğunu bilmiyordu, ama ben biliyordum. 46’nın bakışlarındaki öfkeyi, o gün Emir’e yönelttiğini hissetmiştim. O sırıtışıyla bana pis pis baktığında, kalbimde korkudan çok tiksinti vardı. Demek ki onu susturan biri var artık.
Ben hiç konuşmadım. Hiçbir şey söylememe gerek yoktu. Yanımda olmasa bile, 46’nın gölgesi üzerimdeydi. O gün ilk defa, gerçekten korunduğumu hissettim.
Emir derse sessizce oturdu, ama gözleri arada yine bana kayıyordu. Eskisi gibi sırıtamıyor, gücünü gösterecek bir hal bulamıyordu. Her bakışında, içimden “Artık yalnız değilim” diye tekrarlıyordum.
Gamzem yanaklarımda belli belirsiz ortaya çıktığında, bunun gülümsemeye benzediğini kimse fark etmedi. Ama ben biliyordum: Bu gülümseme, Emir’in değil, 46’nın bana verdiği güvenin eseriydi.
GÜNÜMÜZ
Bana her baktığında küçümseyişini, o sırıtışını asla unutamıyordum. O bakışlarda ne güven vardı, ne merhamet… Sadece korku ve acı.
Şimdi başkanın yeşil gözlerine baktığımda ise fark çok büyüktü. Uzun kirpiklerinin gölgelediği o koyu yeşil gözlerde öfke değil, başka bir şey vardı: ağırlık, kararlılık… ve güven. Yüzü biraz çökmüştü, evet, ama o dik omuzlar, yapılı vücudu ve alnına düşen kumral saç teli, hâlâ bir asker gibi dimdikti. Yanında boyum kısa kalıyordu, gamzemle birlikte hafif gülümsemek bile istemiştim. Ama bu gülümseme, korkudan değil; kendimi güvende hissettiğim için.
Başkanın dikkatle dinlediğini fark ettim. Bakışlarını hafifçe bana çevirdiğinde, içimden “Beni sınavdan geçiriyor” diye geçirdim. Yine de o gözlerde, bana zarar vermek isteyen biri değil, yanımda duran bir abi vardı.
Derin bir nefes alarak başımı salladım.
“Bir sebebi var efendim.” dedim, sesimin titrememesine şaşırarak. “O kişinin canını almayacağım. Çünkü birilerinin, sadece seyirci kalmanın da nasıl yakıcı bir işkence olduğunu görmesi gerekiyor.”
Başkan gözlerini kısmış, sanki daha derinlerime inmek ister gibi bakıyordu. Ama ben hiç korkmadım. Çünkü o an, ilk kez gerçekten anladım: Bu gözlerde de güven vardı.
“Demek 46 manevi abin.”
Başkanın sesi odada yankılandı. Gözlerimin içine baktığında istemsizce gülümsedim. Başımı yavaşça salladım.
“Evet… hatta o günden sonra hep yanımda oldu. Ben bir şeyleri söylemesem de, uzaktan korudu.” dedim. Sesim hafif titredi, çünkü bu sözler sadece bir hatırlatma değil; içimdeki güvenin itirafıydı.
“Anladım.”
Sadece bu… Sadece “Anladım” mı? İçimden kaynar su dökülmüş gibi hissettim. Daha fazlasını beklemiştim. Bir yorum, bir onay, belki ufak da olsa bir duygu işareti… Ama yok. Gözleri fark etmeden boşluğa dalmıştı. Sanki zihninde başka bir savaş vardı.
Ne var sende başkan? Ne gizliyorsun? O yeşil gözlerin içindeki gölgeler bana söylemediklerinle doluydu.
Derin bir nefes aldım, üzerimdeki ağırlığı atmaya çalışarak.
“Ben gidiyorum başkan. Elif’e sinema sözü vermiştim.” dedim.
Ayağa kalktım. Masanın üzerinde duran sigara paketini aldım, parmaklarımın arasında kısa bir süre çevirdikten sonra siyah kot pantolonumun cebine koydum. O hareket, bana garip bir şekilde özgürlük hissi verdi.
Son kez başkana baktım. O hâlâ ayakta, ellerini arkasında birleştirmiş, düşüncelerinin derinliğinde kaybolmuştu. Hiçbir şey söylemeden kapıya yürüdüm. Odayı terk ederken içimde garip bir huzursuzluk vardı. Benden sakladığın ne başkan?
3.(kişi ağzı)
Kapı sessizce kapandı. Elfida’nın adımlarının yankısı koridorda kaybolurken, odanın içinde derin bir sessizlik kaldı.
Başkan pencereye doğru yürüdü, ağır adımlarıyla. Ellerini arkasında birleştirdi; dimdik omuzları yine o askeri disiplinle dikti ama yüzündeki çizgiler derinleşmişti.
Yeşil gözleri dışarıya, şehrin gece ışıklarına takılı kaldı. Dışarıda hayat akıyordu; insanlar koşuyor, gülüyor, kavga ediyor… Ama onun zihninde bambaşka bir sahne dönüyordu.
“Demek manevi abin…” diye kendi kendine mırıldandı. Dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi, gülümseme miydi yoksa acı bir hatıra mı, belli değildi.
Cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Bir duman halkası yükselirken gözleri boşluğa daldı. Derin bir nefes aldı.
Bana güveniyorsun, ama bilmiyorsun…
İçinde sakladığı yük, sözlere dökülmedi. Göz kapakları ağırlaştı, alnına düşen kır saç teli yüzüne gölge yaptı. Uzun süre öylece ayakta kaldı, sigaranın koru parmaklarının arasında yanıp tükenirken.
Sonunda sigarayı küllüğe bastırdı. Derin bir nefes verip pencerenin camına baktı. Kendi yansıması karşısındaydı: yaşlanmış, ama hâlâ dimdik.
Bir süre daha sessizlik… Sonra sadece fısıltı halinde iki kelime:
“Bir ay…”
Ve odada kalan tek şey, onun yarım kalmış cümleleriyle ağırlaşan havaydı.
.....
Başkanın odasından çıktığımda kapı arkamdan ağır bir sesle kapandı. Koridorun soğukluğu yüzüme vurdu ama içimdeki sıcak basmayı söndüremedi. Adımlarım yavaşladı, sanki yere zincirlenmiş gibiydim.
46…
İçimden ismini geçirince boğazımda bir düğüm belirdi. Onun koyu yeşil gözlerini hatırladım. Uzun kirpiklerinin gölgesinde bana bakan, o güven veren bakışlarını… Yanında olduğumda, yıllardır taş gibi sıkılıp kalmış gözyaşlarım kendiliğinden akabiliyordu. Başkasının yanında ağlamak? Asla. Ama onun yanındayken, güçlü görünme çabam eriyip gidiyordu. O sadece bakardı, ben susar, gözyaşlarımı saklamazdım.
Şimdi o yoktu. Ve ben yine tek başımaydım. İçimden bir boşluk, koca bir uçurum açıldı sanki. Başımı geriye yaslayıp derin bir nefes aldım, boğazımdaki düğümü bastırmaya çalışarak. Bir abiye değil, bir dağa ihtiyacım varmış meğer. Senin yanında ben küçücük bir çocuk gibiydim 46…
Telefonum çaldı. Ekranda Elif’in adı parlıyordu. Birden dünyamın yönü değişti. Gözlerimdeki nemi hızlıca silip derin bir nefes aldım. Elif’in yanında bu zayıflığı taşıyamazdım. Onun yanında ben farklıydım: sıradan, normal, gülümseyebilen biri.
Sokakta adımlarımı hızlandırdım. Kalabalığın uğultusu arasında Elif’i gördüm. Uzun, düz siyah saçları omuzlarına dökülüyordu, koyu kahve gözleri ışıkların altında parlıyordu. Bana el sallıyordu.
O an, 46’nın yokluğuna rağmen içimdeki boşluğun yerini başka bir sıcaklık aldı. Gözlerimden taşıp gidecek gibi olan özlem, Elif’in gülümsemesiyle geriye çekildi. Yanına vardığımda yüzümde gamzem belirdi, sanki biraz önceki karanlık hiç olmamış gibi.
“Geç kaldın!” dedi sitemle.
Ben de gülümseyerek, “Başkan tuttu yine, zor kurtuldum.” dedim.
Ama içimdeki ses fısıldamayı sürdürüyordu: Ben gülerken bile 46, senin varlığını özlüyorum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |