
2. KARA ÇAĞ DÖNEMİ - 345. YILI
NOT: Bu bölümde bahsi geçen karakter ile Giriş bölümünde anlatılan "Alisa" karakteri farklı kişilerdir, aynı değillerdir.
~~~~
Luna Aleda
✨
Ölüyordu!
Üzerine binen - yüce ninesinin bilmem kaçıncı heybetli kocasının bile taşıyamayacağı o ağırlığı, iki büklüm bir hâlde taşırken aynen böyle hissediyordu. Kemikleri sırtındaki yükten dolayı ince bir dal parçası gibi çatırdıyor, boğazından paslanmış demirin gıcırtısına benzer bir inleme kopuyordu. Gözyaşları yırtılan feryatla birlikte şakaklardan akan ter damlalarına meydan okuyor, hangisi daha hızlı yanaktan çeneye doğru akabilir diye yarış yapıyordu. Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi öğlenin sıcağı tam tepeden en yakıcı hâliyle bedenine vuruyordu. Sanırsın güneşin elinde dikenli bir kırbaç vardı da o kırbaçla Luna Aleda'ya acımasızca uzanıyor, dikenlerini tenine batırıyordu.
Keşke şu an sokak satıcıların yol kenarında sattığı limonlu dondurma gibi eriyip gittiğini hissetseydi. Hiç yoktan tatlı bir esinti eşliğinde uyuşur ve yorulurdu. Ulu ağacın gölgesine yaslanır ve ikindiye dek uyurdu. Ama ne yazık ki bugünkü hava öyle değildi: Aksine cehennem alevi içmişçesineydi. Bir hayli bunaltıcıydı. Ne uyumasına ne de dinlenmesine izin verirdi. Eh, bu şartlar altında da o lanet yükü taşırken ölmeyi hissetmesi normaldi. Normal olmayan kısım ise taşıdığı yükün son derece ağır olması ve bir türlü Luna Aleda'nın uzattığı yeme gelmemesiydi.
Gerçi o bir Voltna'ydı. Yani bir göl yaratığıydı. İnce uzun boylu, iri gövdeli, kızıl kanatlı, sivri kuyruklu, kısa bacaklı, tüylü bir şeydi. Yani yaratık avcılarına karşı baya avantajlı bir görünüme sahipti. Bu yüzden onu avlamaya gelen avcılar istedikleri kadar donanımlı olsun hemencecik öldüremezdi. Zira bu ürkütücü göl yaratığında pek çok marifet vardı. Kızıl kanatlarıyla hızlıca uçup rüzgarın etrafında cambaz ustalığında takla atabiliyor, sivri kuyruğu ile engerek sinsiliğinde sürünebiliyor, kısa bacaklarıyla öküz kadar sert koşabiliyordu. Ve bunları yaparken de avcının aklını karıştırıyor; bir uçarak, bir koşarak, bir hoplayıp zıplayarak avcının pusu kurmasını zorlaştırıyordu. Hele ki avcı tek başına gelmeye cesaret ettiyse vay onun haline... Hadi birkaç kişi olsalar belki şans denen efsanevi şey kendilerinden yana olur, avcılara yardım ederdi. Ama eğer avcı tek ise öyle bir şey mümkün değildi. Şans diye anılan efsane, av ile avcının karsılaşmasından itibaren - sanki hiç var olmamış gibi - sıcak havada süzülüp giderdi.
Yaratık da o noktada bunun bilinci ile hareket etmeye başlıyordu ya zaten... Bazen yaptığı ilk hareket toprak üstünde zehirli kuyruğu ile bir salyangoz gibi sürünmek oluyordu. Tehdit edercesine kuyruğunu sağa sola savuruyor ve çirkin ağzını genişçe aralayıp hızlıca avcının üzerine atılıyordu. Bazen de gölden çıktığı gibi direkt havaya şahlanıyor, iri kanatlarını her iki yana açarak keskin bakan gözleriyle avcıya uçuyordu. Avcı da iki eliyle sıkıca tuttuğu kılıcıyla gelen avına hamlesini doğrultuyor, tam vakitte büyüsünü kullanarak onu öldürmeye çalışıyordu. Eğer avcı biraz olsun yetenekli ve Voltna kadar akıllıysa kendisini o amansız pençelerden birkaç saat içinde kurtarabilirdi. Veya bir ikinci buluşmaya dek canını koruyabilirdi. Ama büyüsünde yetenekli değil ve Voltna avlayacak kadar kendine güveni yoksa işler o zaman bir hayli erken bitiyordu. Düellonun sonunda kazanan Voltna oluyor, avcı ise kendisini pis midesine giden bulanık suların içinde buluyordu.
Tabii bunlar herkesin bildiği birkaç ihtimaldi. Kime sorsan yaratık avcısının elinde ya bir kılıç ya da büyü bulunurdu. İkisinden birisini tutmazsa da avcı filan olamazdı. O yüzden herkesin ağzından destansı avlama lafları duyulurken büyü ve kılıç kelimeleri illaki o lafın dedikodusunda geçerdi.
~
Ne var ki bugün Luna Aleda'nın elinde ne büyü ne de kılıç vardı. Aksine herkesin korktuğu ve yakalamakta oldukça zorlandığı yaratığın yanına sadece eski püskü çantası ve her daim yanında taşımaktan gurur duyduğu okuyla birlikte gitmişti. Şafak doğmadan evvel yatağından kalkmış, esneye esneye doğruca banyoya gidip güzel bir duş almıştı. Duştan sonra hâlâ uykulu olsa da ayna karşısına geçip saçını taramış, üstünü başını giymişti.
Oda arkadaşları Elore ve Melin'i uyandırmamaya dikkat etmişti. Çünkü o iki kız - her ne kadar özlerinde iyi olsalar da - çok dedikoduculardı. Eğer Luna'nın daha şafak doğmadan kalkıp kuleden ayrıldığını öğrenir ve sorgularlarsa öğleye kalmadan bütün herkes nereye gittiğinden haberdar olurdu. Bu da Luna ve malum öğreticisinin hoşuna gitmezdi. Sonunda ise Luna amacına ulaşamamış, öğreticisinden ceza almış bir hâlle kuleye tıpış tıpış geri dönerdi.
Doğrusunu söylemek gerekirse ikinci ihtimali yani ceza kısmını her halükarda yaşayacaktı. Öğreticisinin, Usta'nın, onun bu konudaki dikkatsizliğine tahammülü olmayacaktı, emindi. Bir ton laf edecek ve belki de laf etmekle yetinmeyip Luna'nın sandığından daha feci bir ceza verecekti.
Luna bunu şimdilik önemsemedi. Hem zaten sırtındaki yük düşüncelerine çivi çakıyordu. Sıcak da mıhlıyordu. Ama olmasa bile düşünmek istemezdi. Zira Luna bunlara rağmen buraya, diğer yaratıklara karşın avlanmakta daha bi' zorluk çıkaran o mahlûku avlamaya gelmişti. Usta kızsın veya kızmasın, önemli değildi. Şu an önemli olan tek şey Voltna'nın ağırlığına rağmen onu ulu ağacın gölgesine doğru taşımak ve öylece yere bırakıvermekti.
Sadece birkaç metre daha...
Voltna bu kez direkt uçmayı tercih etmeyip sürünmek isteseydi belki bu metre daha da uzayabilirdi. Ama şükür ki şans denen efsanevi şey Luna'ya, yalnız başına gelen on dokuz yaşındaki kıza, yardım etmişti. (Gerçi Luna onun oltaya atılan yeme göre nasıl davranacağını az çok tahmin etmişti. Yani bunda sadece kaderin şansı rol oynamamıştı; Luna'nın, Usta'sından gizlice okuduğu yaratıklar kitabındaki bilgiler de etkili olmuştu.) Voltna ise geçen saatlerin sonunda yemdeki kokuyu duyumsamış, ona göre kendini ayalarmış, gölden ayrıldığı gibi hemen şahlanmış ve geldiğini haber veren sesle tiz bir çığlık atmıştı.
Luna onu okuyla vurmuştu. Sadece okuyla... Atışlarda - ok atmak ve hançer fırlatmakta - daha yetenekliydi. Bu yüzden atışı yaparken terli elinin titremesine değil, hedefindeki azizliğe odaklanmıştı.
İlk ve tek şansı vardı. Eğer başaramazsa işler bir hayli zorlaşacaktı. Çünkü bu şey oldukça hızlı ve çevikti. Havada harcadığı süre boyunca attığı taklalar ve kullandığı kanatlar avcının okunu kullanmasında zorlaştırıyordu. O yüzden Voltna genellikle karada öldürülmeye çalışılırdı. Bu sayede gelen avcılar ona daha iyi pusu kurabilirdi.
Bunların dışında ise Aleda'nın yanında kılıcı yoktu. Bilerek getirmemişti. Büyüye ise garip biçimde sahip değildi. Yanında sadece yaratığın kemiklerini kırmak için balta ve birkaç parlak uçlu hançer vardı lakin onlar da istediği gibi atiklik veremezdi. Elbette işe yararlardı; bir avcı her daim elindeki imkanları lehine çevirmesini iyi bilmeliydi. Ne var ki çoktan kızışan ortalıkta lehine çevirme durumu pek de Luna'nın istediği gibi olmazdı, bu da ayrı bir konuydu.
Kısacası ıskalama gibi bir ihtimal yoktu. Şans denen tesadüf, tekrardan başucuna konmayabilirdi.
Tüm bu ihtimaller gayesinde ilk ve tek atışını yaparken son derece dikkat etmişti. Bütün algılarını amacına yöneltmiş, tüm yönünü hedefine kilitlenmişti. Nefes alıp verişini düzenlemiş, bedenini ve atış yapacak kollarını doğru açıya getirmişti. Ne demişti Usta? Bir kelebek gibi veya bir sırtlan gibi değil! Bir şahin, bir kartal gibi ol. Bir müddet kıpırtısız ve hareketsiz kalmıştı. Öyle ki yanlarında esip geçen arsız kuzeyin rüzgarı bile durmak için bir sebep aramıştı. Birden esmeyi kesmiş, o da tıpkı orman ıssızları gibi dikkatini Luna ile Voltna arasındaki sessiz gerginliğe vermişti.
Derken gölün yüzünde, fokurdayan su kabarcıkları gibi, küçük balonlar oluşmaya başlamıştı.
İlk ve tek. İlk ve tek.
Ne demişti o haylaz ve kendini bilmez şişko çocuk: Asla yapamazsın.
Alay etmişti. Luna'ya bir Voltna'yı andırdığını söylemişti. Yeteneklerine laf vurmuş, hırçın ve yalnız oluşuyla alay etmişti. Sonra da işe yaramaz saz tayfası ile birlikte hunharca gülmüş, Luna'yı arkalarında bırakarak yemekhaneden ayrılmışlardı.
Hah. Peki. Tamam.
Ona Voltna'ların varlığını, kendisindeki esas hırçınlığı sayesinde kanıtlayacaktı. Bunun için saatlerce burada beklemişti. Bir ağacın tepesinde veyahut nemli gölgesinde... Sonuç olarak şu an yaprakların dahi ufacık hışırtısına izin vermediği çıkıntılı dalların üzerinde bir hokkabaz inceliğinde pozisyonunu almış gizleniyordu. Birazdan buradan atış yapacaktı.
~
Yaratık çok geçmeden göğe yükselip inledi. Luna ise nefesini kesen sesle birlikte atışına güvendi.
Yaydan daha esnek bir ses çıktı.
Ve bu esnek ses, saniyeler içinde tüm sesleri susturmaya yetti.
Terleyen avuç içlerine ve kesilen nefesine rağmen de atışında başarılı olmuştu. Yaratığı en hassas noktasından, yumuşak deri (yoksa atışta bu denli başarılı olamazdı) ve sert kasları altındaki kaburga arasında saklanan minik kalbinden vurmuş ve saliseler içerisinde yaratığın göle düşmesini sağlamıştı.
İlk başta inanamamıştı. Gözlerinin akan uykusuzluk ve kalbinden fırlayan heyecandan dolayı saçmaladığını düşünmüştü. Bu yüzden birkaç dakika boyunca saklandığı ağacın tepesinden beklemiş ve yere inmesine izin vermeyen tedirginlikle gölün yüzeyine odaklanmıştı. Ama dakikalar geçtikçe ve ortam bir ölüm sessizliğe bürünüp heyecanını azalttıkça endişesi silinip süpürülmüştü: Yaratık bir daha geri gelmeyecekti.
Hızlıca tepeden inip gölün içine varmadan önce büyük bir taş parçası almış ve gölün içine atmıştı. Kurnaz yaratığın bambaşka planları varsa şayet önceden kontrol etmeliydi. Ne var ki gölün yüzeyindeki hareketlilik ufak bir dalgalanmadan ibaret olmuştu. Taş derinlere indikçe saniyeler içinde su yüzeyi eskisi gibi sakinleşmişti.
Eh, okla kalbini vurmak ve hemencecik öldürmek pek çok avcının aklından geçmişti. Ancak eğitim binasındaki öğrenciler ve öğreticiler adına, hiçbiri tekte başaramamıştı. Atışlarda son derece iyi olanlar ayrıydı. Luna belki bu gayrimeşru başarıdan sonra onlara ait bir gruba alınırdı. Onlar havada süzülen saçma yaratıklarla veya denizlerden kopup da gelen arsızlarla uğraşırlardı. Yani her avcının görevi, yeteneği doğrultusunda değişirdi. Öte yandan tekte başaramayanlar da başarsaydı eğer kılıçlara veya büyülere ihtiyaç duymazlar ve saatlerini burada harcamazlardı.
Oysa Luna'nın durumu farklıydı. Kalbindeki noktayı saptayacak derecede böylesi bir yaratığa yaklaşacak kısmeti hiç bulamamıştı. Sadece hikayelerini dinlemiş, Usta'nın kitaplarını karıştırmış ve yakalamasının ne de zor ve tehlikeli bir iş olduğunu işitmişti. Ama şimdi gölün içinde öylece cansız durması ve uğursuz kanı ile yüzeyi kirletmesi efsanelere yeni bir isim kazınmasını sağlamıştı.
Demek onu öldürmüştü! Demek gayretinde kazanmıştı! Şok ve sevinç karışımı bir duygu içindeydi. O duygularda ise bariz bir korku hakimdi... Zira korkuyu yansıtan parmak titremeleri hâlen geçmiş değildi. Nefesleri sığ ve düzensizdi. Hakikaten şans mı bugüne gülümsemişti yoksa başka ruhlar mı kendisine yardım etmişti bilmiyordu fakat bir şekilde işini bitirmişti... Yaratıktan geriye kalan tek şey onun yoğun çamurlu kokusu olmuştu...
~
Keşke bundan sonrası da zafer kutlamalarına layık geçseydi.
~~~
Üstü başı hep salya sümük olmuştu. Akışkan bir sıvı, kandan daha beter kokuyor ve burnunun direğini kırıyordu. Artık en son ne yediyse yaratık, onun gazabına uğramıştı Luna Aleda. Ama en kötüsü ağırlığıydı. Öğle sıcağında hiç mi hiç çekilmiyordu. Luna orta boyda, orta kilodaydı. Zayıf değildi. Kemikleri iriydi, kasları güçlüydü. Yıllar boyunca birçok ölü yaratığı da bu dirayetli vücudu sayesinde taşımıştı. Yani bu tarz vakalara alışkındı. Fakat yine de ağırlığı karşısında zorlanmadan edemiyordu. Hele şu kokusu ayrı bir dertti... İçine çektikçe resmen başını döndürüyordu. Emindi ki kendisini çöp torbalarının arasında bulsa böyle kirli hissetmezdi.
Neyse ki artık koca ağacın gölgesine varmıştı. Yapacağı tek şey sırtından atmak ve kendisini de yere bırakmaktı.
Öyle de yaptı. Sırtından çekilen yük karşısında dengesini yitiren Luna, soluğu ağacın soğuk gövdesine yaslanmakta buldu. Ağaç buraların en büyük, en gölgeli, en kadim olanıydı. Burayı boşuna seçmemiş, zahmet çekmemişti. Tabii sıcak esinti hâlâ teri kurumakta olan yüzüne doğru esiyordu fakat güneş altında durmaktan kesinlikle daha iyiydi.
Luna alelade inip kalkan göğsüne karşılık kuruyan ağzından nefes alıp verdi. Verirken de boş durmadı. Sabahtan yanında getirdiği ve öncesinde ağacın gövdesine yasladığı eski püskü çantasından su dolu mataraları çıkardı. Soğuk suyu üzerine boca etti ve bitirene değin içti. Nefes nefese kaldığı için içmekte zorlanmıştı fakat birkaç saniye süren öksürük krizinden sonra düzelmişti. Şimdi biraz daha iyiydi. En azından titremesi ve öksürmesi geçmişti. Başı zonkluyordu ama önemli değildi. Eğitim kulesine varana dek idare edebilirdi.
~~~~
Luna baltayı tüylü yumuşak deriden sıyırdı ve yüzüne sıçrayan kan lekelerine aldırış etmeden bir kez daha savurdu. Baltadan doğru noktaya basmış gibi çatırdama sesi yükselirken Luna bundan keyif aldığını hissetti.
"Son bir rövanş?" dedi bir yandan sulu kırmızı elmayı yerken. Bu yediği ikinci elmaydı. Ondan önce de birkaç tane üzümlü kurabiye ile iki dilim kakaolu kek yemişti. Ah, evet yorgunluk ve kir içinde bile yemeye devam ediyordu çünkü yemeye bayılıyordu. Elbette zayıf kalması mümkün değildi.
Voltna sanki Luna'yı duymuş gibi ağaç gövdesine yaslı boynunu sağa yatırdı. Öne düşürdü. Luna ise omuz silkti.
Yaratık şimdiden çürümeye yüz tutmuştu. Garipti... Çok çabuk çürüyor ve yok oluyorlardı. Hatta bazen yakılmaya bile gerek duyulmuyorlardı. Ama yine de yakılması şarttı. Çünkü geride kalan artıkları ancak soğuk küller temizleyebilirdi. Hem inanca göre ateş ruhları serbest bırakır, kötülüğü kovardı. Bundan dolayıdır ki insanlar evlerin içinde sürekli tütsüler barındırırdı. Bir umut, kötücül iblislere fayda sağlansın diye.
"Ben de öyle düşünmüştüm Voltna," dedi Luna. Sonra koca bir ısırık daha aldı ve bitirince az ileride bulunan Kuru Topraklara doğru fırlatıp attı. "Düşmanlarımı alt etmesini iyi bilirim yaratık, bir dahakine hazırlıklı gel."
Ah, umarım hortlamaz ve gelmezdi. Öyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyordu. Bu çok ürkütücüydü.
Luna Aleda'nın dik omuzları düştü. Saatlerce beklemek mi yoksa yaratığı beş dakika boyunca gölgeye taşımak mı kendisini daha çok yormuştu bilmiyordu ama uykusunun geldiğini ve eklemlerinin ağrıdığını hissediyordu. Bir an önce işlerini halledip eğitim okuluna geri dönse iyi olacaktı. Ayrıca yokluğunu daha fazla hissettirmemeliydi. Zira Usta'dan ne kadar hafif ceza alırsa o kadar iyiydi.
✨✨✨✨
Kule, sadece Ahrin bölgesini değil aynı zamanda Küçük kıtaya da büyük bir değer katıyordu.
Burası Uzak kıtada bulunan ve kıtanın en meşhur okuluna ev sahipliği yapan ikinci bir saray okulu gibiydi. Buradaki kule sayesinde büyü gücüne sahip olanlar eğitiliyor ve amaçları doğrultusunda çalıştırılıyorlardı. Gerçi bu amacın büyük bir çoğunluğu yaratık avlamaktan geçiyordu. Çünkü Kuru Topraklar denen bölge; Ahrin'den denize, denizlerden de Uzak kıtada bulunan ve bir başka başkent olan Avrin'e değin uzanıyordu. O Kuru Toprakları bulunduran şehirlerin, ülkelerin mevcut durumu tıpkı Luna'daki gibi aynıydı... Ellerindeki tüm mevcut koşulları kullanıyor ve yaratıkların çatlak, verimsiz yarıklardan sızıp evleri, insanları ve geride kalan her şeyi istila etmesine mani oluyorlardı. Bunlar için ise büyücülerin gücü gerekiyordu. Yani dört ulu atadan gelenlerin şansı... Eh onlar da ülkeleri uğruna güçlerini feda etmeye dünden gönüllüydüler. Ne de olsa başka şansları yoktu.
Kuru Topraklar, verimsiz ve adından anlaşılacağı üzere kuruydu. Ekin ekilmez, tarla biçilmezdi. O bölgelerdeki yarıklar büyük ve uzun süren bir zelzele sonrası oluşan çatlaklar gibiydi. Bu çatlaklar 345 yıl önce oluşmuş, o günden bu zaman dek de düzelememişti. Değil insanlar, orbun ırkı bile nasıl kapatılacağını bilmiyordu. Zira şunca zamandır buna sebep olan güce denk bir güç bulunamamıştı. Bulunsaydı veya bu yıkıma sebep olan güce benzer bir güç ele geçirilseydi eğer yarıklar çoktan kapanır, avcılar da kendilerini bir başka işle meşgul ederlerdi.
Geçit, diyordu Orbunlar onlara. Eski kadim bilgilere göre başka alem ile dünya alemi arasındaki kapılar ve geçiş yerleriydi... Yaratıklar da muhtemelen bu geçitlerden geçip dünyaya iniyor ve kirliliklerini yayıyorlardı.
Luna'nın pek bir bilgisi yoktu. Eski kaynaklar çok sınırlıydı ve o sınırlı kaynaklara erişmek de kendisi gibi sıradan öğrenciler için imkansızdı. Yani o da halkın bildiği korkunç efsanelerle büyümüş, onlarla sınırlı kalmıştı. Ardında yatan gerçeği Usta bile bilemezken şimdiye kadar hiçbir şey öğrenememesi normaldi.
Luna taşlık yolda ağır aksak ilerledi. Ormandan ayrılmadan önce yüzünü, vücudunu yıkayıp temizlenmişti ama yeterli gelmemişti. Hâlâ çok kirliydi ve pis kokuyordu. Onu gören - kokusunu öteden almadan evvel - büyük bir muharabeden gazi olarak çıktığını zannederdi. Neyse ki kulede eğitim gören pek çok öğrenci ile öğretici onunla aynı durumdaydı. Bu sayede durumunu görmezden getirebilirdi. Ama tek bir farkla; Luna biraz fazla abartıyordu.
Ön bahçeye geldiğinde terden ve sudan sırılsıklamdı. Kan revan içinde kalmıştı. Diz kapağına kadar gelen botlarından itibaren iç kıyafetleri hep kirlenmişti. Saçı başı ise hep salya sümükten ibaretti. Tenindeki bariz kızarıklıklar, al al olmuş yanaklarındaki lekeler ve sırtında temizlenmemiş balta ile o baltaya sap olamamış torbadan sarkan et parçaları, bahçenin ortasında yeterince kendisini ele veriyordu. Bakanın uzun süre incelemesine lüzum yoktu: Luna bir yaratık avından gelmişti.
~
"Daha hızlı!" dedi ego yığını öğrencisine bağırırken. Bir an olsun Luna'nın kendisine baktığını hissettiğinde kafasını yana çevirdi. Ve çevirmesiyle birlikte kızın dehşet içinde olduğunu gördü. İstemsizce iğrenerek yüzünü ekşitti. Belli ki yaratık onu bir hayli zorlamıştı. Hem zorlamasa da bu kız böyle gözükürdü ama Luna iğrenmeye karşılık ona sırıtarak karşılık verdi. Sonra da başını okulun girişine çevirdi ve adımlarını hızlandırarak kendisine telaş içinde gelmekte olan Fiona'ya gülümsedi.
Fiona - üç yıl önce reşit olmasına rağmen hâlâ vasisi olmaya devam ettiği öğretici kadın - yanına gelirken yüzünde, sıcak altında karamel gibi ışıldayan müthiş bir telaş vardı. "Aleda!" dedi cırtlak sesiyle yaşlı kadın. "Bu halin de ne?"
Hâlbuki yüzündeki endişe bugünkü vaziyetine tersti. Ne hayrettir ki yerleri süpüren açık mavi pelerin ile sıkıca bağladığı uzun grimsi saçlarıyla nadir görülebilecek şekilde derli toplu gözüküyordu. Normalde o uzun sırma saçlarını açık bırakır ve pelerinin ucunu toplama gereği duymadan yerleri süpürürdü. Veya şimdinin aksine gözlüklerini takmak istemez, yaşlandığına ikna olmadığı zihniyle ve dış görünüşündeki garip tarzla gençlere meydan okurdu. Ama bugün öyle değildi... Bugün ılımlı bir kadın rolündeydi. Yaşlılık geleneklerine sarılmış gibiydi adeta. Sakin ve ağırbaşlı bir havadaydı tarzı.
Luna ondaki bu değişime kafa yoruyordu ki Fiona buna engel oldu. "Luna," dedi ilk ismiyle seslenerek. Bu ismi Luna'nın kendisi vermişti. İkinci ismini, Aleda'yı ise bizzat Usta tarafından almıştı.
"Sen iyisin, değil mi?"
"İyiyim," dedi Luna. "Sadece Voltna avladım o kadar."
"Ama yasak!" dedi cırtlak sesiyle.
Yasak olmasının sebebi Luna'ya hastı. Luna mavi kanı içinde bulundursa da büyü gücünü açığa çıkarmadığı için bu tarz tehlikeli işlere girişemezdi. Girişse bile yanında mutlaka birilerinin olması gerekirdi.
"Biliyorum..." dedi Luna önemsizce. Bu tarz ikazlardan sıkılmıştı. Keşke şu gücüm açığa çıksa. Keşke, keşke, keşke...
Fiona baltayla, torbadaki pis kokulu yığına göz atınca duraksadı. Açık mavi gözlerindeki bakışları irileşti. "Usta bu işe çok kızacak..."
Eh, onu da biliyordu...
"Onlarla ne yapacaksın?"
"Birkaç inceleme," dedi Aleda. İşim en zevkli kısmı o torbadaydı. "Öğrenmek ve öğretmek için."
Bahçedeki birkaç küçük öğrencinin kendi tarafına baktığını biliyordu. Keşke içlerinde laf atan o çocuk yani Dmitri de olsaydı. En azından başına geleceklerden dolayı şimdiden endişe duyabilirdi. Ama bakanların geneli toy kesimdi. Büyükler bu tarz durumlara alışkın olduğu için işlerinden kafalarını kaldırma zahmetine girmemişlerdi. Hoş, Luna da bunu istiyordu zaten.
Fiona başını iki yana salladı. "Dilerim Usta bu işe çok kızmaz."
Ah, ikisi de biliyordu ki çok kızacaktı.
Luna bir şey demedi. İkisinin arasına garip bir sessizlik çökmeden önce de son kez konuşuverdi. "Ödülüm," dedi susayan sesiyle. Tanrı adına, sıcak hava yüzünden kelimeleri bile buharlaşacaktı neredeyse. Ağzında yuvarlanıp tökezliyordu resmen. Konuşamıyordu, dili damağına yapışmıştı. "Kesinlikle duş önceliği olsun Fiona."
Fiona'ya "hoca veya öğretici" lakaplarını takması gerekmiyordu. Zaten Fiona'nın kendisi de istemezdi. Bu yüzden büyük küçük fark etmeksizin çoğu kişi ona sadece ismiyle hitap ederdi.
Fiona sadece başını sallamakla yetindi.
Ardından Luna birkaç adım atıp koridora geçecekti ki Fiona ona arkasından seslendi. "Eğer," dedi sakinliğine tekrardan kavuşup. Sesi artık telaşlı gelmiyordu. Sadece gergindi. "Usta'yla aranız bozulursa bana söylemen yeterli. Ona durumunu yumuşatabilirim."
Luna arkasına döndü ve gülümsedi. "Teşekkür ederim," dedi içtenlikle. Birkaç şey söylemek geldi içinden ama söylemedi. Sadece başını sallayıp önüne dönmeyi tercih etti.
~~~
Elbette her odada banyo vardı fakat bazı günler duş hakkı yüzünden o banyolarda su kesintisi çok oluyordu.
Bu yüzden Luna kendi odasındaki banyoya değil de katındaki genel banyoya girmiş ve orada iki saat boyunca yıkanıp temizlenmişti.
İtiraf etmesi gerekiyordu ki saçlarını dört kez yıkamak bile kendisine yeterli gelememişti. Beyaz tenini kızartana dek keselemişti. Merhemler, nemlendiriciler, kremler, hoş yağlar... Ne bulduysa hepsini kullanmış, olabildiğince üzerine yapışan lanet kokudan uzaklaşmaya çalışmıştı. Şükür ki iki saat sonrasında isteğine kavuşabilmişti de duştan çıkmıştı. Yoksa akşama kadar sırada bekleyenlere azap çektirmeye devam edecekti.
Odaya vardığında Elore de duştan çıkmış, kendini yatağa atmıştı. Yaratık avlamaya gitmemişti ancak sabahtan beri idman yapmaktan bitkin düşmüştü. Şimdi akşama kadar yatabilir ve akşam olduğunda bulaşıkhaneye gidip işinin başına dönebilirdi. Tabii işten kaçmazsa eğer.
"Sana inanamıyorum," dedi Elore. Luna'dan iki yaş daha küçüktü. Buraya beş yıl önce gelmişti ve o vakitten beri daha yeni yeni oda arkadaşlığına nail olmuşlardı.
Elore, diğer oda arkaşıyla, Melin'le daha iyi anlaşıyor ve daha sık konuşuyordu. Yine de ikisinin aklına Luna gelince... Eh, üçünün arasında bir sohbet muhabbet dönüyordu. Lakin nedense Melin kendisine uzaktı. Luna'yı sevmediğinden midir nedir, bazen selam bile veresi gelmiyordu. Luna bunu başta garipsemişti. Hem de baya... Ama sonra umursamamayı tercih etmişti. Madem Melin aynı odada kalmalarına rağmen Aleda'yla konuşup görüşmek istemiyordu; pekâlâ, Luna'nın da sürekli onun peşinden gidecek hâli yoktu. Kendisi bilirdi.
"Ben sadece işimi yaptım," dedi Luna dolabın kapağını kapatırken. Artık yatağına uzanıp saatlerce uyumak istiyordu. Uykusuzluktan ve yorgunluktan elini dolabın kapağına koyarak destek aldı. Bir an olsun gözleri kararmıştı.
"Salak bir çocuğun dediklerini dikkate almış olamazsın!"
Luna derin bir iç çekti. Sonra yatağına geçip oturuverdi. "Ona sadece herkese bulaşmaması gerektiğini göstereceğim, o kadar," dedi. O torbayı boşuna taşımamıştı. "Hem baksana, bu sayede bir göl canavarından da kurtulmuş olduk."
Elore, Fiona gibi başını iki yana salladı. Ama ikisindeki sallayış biçimden bariz farklılıklar vardı. Fiona, Luna'yı bilge bir kadının hoş huyluluğunda karşılamıştı. Baya bir telaş yapsa da. Ancak Elore öyle değildi. O sadece habire eleştirecek ve kendisine dedikodu çıkacak noktalara bakıyordu. Bu yüzden Aleda, onun kendisini anlamasını beklemiyordu. Hatta öyle bir liste yapsa zaten Elore ve Melin sona gelirdi. Bundan dolayıdır ki sadece açıklanması gerekenleri açıklayıp Elore'yi susturacaktı. Gerisi onun dedikoducu hayal gücüne bağlıydı.
"Bundan böyle kolayca bahsetmen çok yanlış," dedi Elore. "Söz konusu senin canın, bunu hiç düşündün mü? Büyü gücün olmadan da iyisin ancak bu her daim iyi olacağın anlamına gelmez."
Elbette düşünmüştü ama ergen havasına giresi geldiği için önemsememişti.
Of, dıştan ne de saçma gözüküyordu.
Luna omuz silkti. Tabii ki de keyfine gidip avlayısı gelmemişti. O yaratığı avlayarak hem çevredeki zorbalıklara hem de içinde kükreyip duran öfke ile kırgınlığa karşı gelmişti. Yanına kılıç bile götürmemişti. Bu yaptığı kesinlikle bir ihmalkârlıktı. Sonuçta o yaratığı nasıl öldürdüğünü sadece kendisi ve uğuldayan rüzgar işitmişti. Ancak önemli olan şey Luna'nın kendisini iyi hissetmesi, duygularını teskin etmesi ve kendine karşı okuduğu meydanı yenmeseydi.
Ve o yaratık da ölünce... Maruz kaldığı her şeyden kurtulduğunu hissetmişti. Her ne kadar yakın bir zamanda tekrardan başucuna konacak olsalar da.
"Hepimiz her gün bu tehlikeyle karşı karşıya geliyoruz."
Elore kaşlarını çattı. "Ama sen bundan zevk alıyorsun Luna. Oysa biz zevk almıyoruz, bilmem anlatabildim mi..."
Haklıydı.
Luna bozuntuya vermedi. "Elore," dedi yorgunca. "Uyumak istiyorum."
"Hah! Her zaman olduğu gibi yine konunun üstünü kapat, seni sersem... Dilerim Usta sana hak ettiğin cezayı verir de biraz olsun canının kıymetini anlamış olursun."
Luna'nın, Usta'yı duymasıyla birlikte, midesine bulantı girdi. Ah, bir de o vardı değil mi... Daha belanın en büyük kısmına gelmemişti. Geldiği vakit de hiç iyi şeyler olmayacaktı.
Luna yatağın içini açtı. Onun öncesinde perdelerin kapalı olmasına şükretti. "Sadece biraz bana izin ver," dedi Elore'ye. "Ben uyandıktan sonra nutuk çekmeye devam edebilirsin, söz veriyorum."
Elore ayağa kalktı. "Senin neyin var?"
"Başım ağrıyor..."
"Sadece başın mı?"
"Hayır, aslında her yerim."
Elore kuşkuyla gözlerini kıstı. "Demek gitmemi istiyorsun, öyle mi?" Kollarını göğsünde kavuşturdu. "Pekâlâ gideceğim. Seni Voltna'lı kabuslarınla başbaşa bırakıyorum."
Luna sinirlenen arkadaşına hüzünle baktı. Sonra da kapıyı kilitlemesini ve odadan çıkışını izledi. O noktadan itibaren gözleri kapanmaya başladığında ise kendisini daha fazla tutamadı. Çok geçmeden derin ve dinlendirici bir uykuya daldı.
~
Elore'nin aksine Aleda Voltna'lı kabuslar görmedi. Aksine uykusunun huzurunu bozacak hiçbir kabus seli süzülmemişti gözlerinden. Bir sürü, hatırlayamadığı rüyalar uğurlamıştı zihninden.
Hepsi de birbirinden garip ve bağımsızdı. Birinde fırında turta pişiriyor ve yüzünü göremediği gelecekteki kocasına yediriyordu. Hem de adamın şeker sevmediğini bildiği hâlde! Adam turtaları yerken kendisiyle alay etmişti. Çünkü Luna şeker yerine tuz kullanmıştı. Ama yine ne gariptir ki adam yemeye devam etmişti. Ta ki rüya silikleşip de yerine yenisini koyana dek... İkinci hatırlayabildiği rüyasında ise uzun boylu bir adam ile mavi gözlü bir çocuk vardı yanında. Daha önce hiç görmediği çeşmenin önünde rengarenk çiçekler suluyorlardı hep birlikte. Çocuk bir an olsun eğdiği kafasını kaldırdı ve kendisine baktı. Sonra da yanındaki uzun boylu, kahve gözlü adama sırıttı. Bir şeyler dedi. Üstüne birkaç kez güldü lakin Luna ne dediğini silikleşen rüya sebebiyle anlayamadı.
Bütün bu rüyalar zihninin köşe bucağından bir yıldız kayması gibi gelip geçti. Bir önemi yoktu muhtemelen. Gün içinde bilinçaltına yerleşe saçma sapan, önemsiz olaylar neticesinde gelişmişti. Fakat öncekilerin aksine hiçbiri kendisine rahatsızlık vermemişti. Tam tersine, güzel bir huzur ve neşe bahşetmişti.
Aralarında en belirgin olan ve zihinde iz bırakan rüya ise laleler ile örtülmüş çiçek bahçesinin yabancı ama tatlı kokusu oldu. O koku nedense Luna'nın çok hoşuna gitmişti. Hatta uyandığında sırıtmaya devam etmesine neden olacak kadar çok... Bu yüzden uyandığında ağrılarını önemsemedi. Hem zaten çoktan dinmişlerdi. Sabahtan geriye kalan tek şey huzursuz anıların çamurlu birikintisiydi artık.
Ancak yıldızlar daha güçlüydü. Daha parlaktı. Bataklıkla bir olamazlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
