4. Bölüm

1. KISIM - 2. BÖLÜM

Pınar
_janee__

Bölüm 3k kelime içermektedir. Eğer bir şeyleri bağdaştırmakta, anlamakta zorlanırsanız endişe etmeyin, bütün her şeyi ileriki bölümlerde teker teker açıklayacağım.

İyi okumalar dilerim ✨

~

 

 

Runolf Hayel

Hayel oğlu Runolf, Başkent Avrin'in gri taş sokaklarında gezinirken ansızın arkasından ince uzun silüetin kendisine musallat olduğunu hissetti. Bir an için uyku kadar sessiz adımlarını yavaşlattı, çarpık kaldırımların kenarından ilerleyerek kepenkleri çoktan inmiş dükkanlara göz attı. Göz atarken de sokak lambalarından kirli ışığın düştüğü çamurlu su birikintisine baktı. Birikinti, yansıyan cansız nesneleri çamurlu suyun yüzeyinde dalgalandırıyor, o nesneler arasına gölgeler düşürerek gökteki ay ışığını selamlıyordu.

Runolf arkasındaki ince gölgenin kime ait olduğuna dair kafa yormadı. Veya gri taş sokakların çevrelediği caddeler boyunca ilerlerken takip hissiyatı içerisinde yanıp tutuşan o deli dolu reflekslerini bozuntuya vermedi. Çünkü o refleksler her an arkasındaki kişiye atılabilir, şehrin doğu kısmına ait olmayan hayret verici bir patırtı ile kendini belli edebilirdi. Bu yüzden berrak caddeyi arşınlayan ve kıpırtısız gölgeler arasında ürkütücü nefesler alan sessizlikte ilerlemeye devam etti. Bir suikastçının temkinliğinde gece karanlığını dost sayarak veya adımların takırtılarını yutan rüzgarın örtüsüne sığınarak...

Şehrin doğu kısmı gecenin bu vaktinde bile temizdi. Çarpık kentleşmeye mahal vermeyen ama buna rağmen gecenin zifiri göğünde bir heyula gibi yükselen binaların arkaları hep sakindi. Sivri çatılarından damlayan yağmur suların sesiyle kendi ritmini belirleyen veya yine o çatılardaki bacaları pelerin kabul eden hırsızlar, dolandırıcılar, her türlü işi yapan küçük grup üyeleri yoktu. Sadece bir çeşit dinginlik ve o dinginlik göbeğinde uyuyan şehrin soğuk havası vardı.

Böylesi bir sakinlikte Runolf'un geldiği yerdeki gibi şeyler; yani sıçan edasıyla gelip geçen pislikler ve o pislikleri evine ağırlayan pisler bulunmuyordu. Burası başkentin gözde tüccar caddelerini ve mekanlarını kapsayan temiz bölgelerinden birisi olduğu için Runolf'un her gün tanık olduğu iç karartıcı şeyler - misal bir tüccarın cebini yoklamak, karısını kızdırmak - sadece dedikodudan ibaret oluyordu. Eh o dedikodular da et lokantaların masalarında yahut ambar depolarına sahip ofislerin koridorlarında konuşuluyordu. Tabii yüksek ücretli bir tüccar oğlu iseniz haber daha çabuk gelirdi kulağa... Yoksa birkaç gün beklemek zorunda kalınırdı.

Böylesi nezih bir yerde, sakin bir gecede kimse kolay kolay sizin peşinize takılmazdı. Bölgenin korunma oranı yüksekti. Hırsızlık veya dolandırıcılık vakalarıyla karşı karşıya gelmenin ihtimali bir hayli düşüktü. Zira şu an bile hareketsiz gölgeler arasında ilerlerken o gölgelere saklanmış birkaç koruma olabilir ve onlar da gelip Runolf'u gafil avlayabilirdi. Tabii Runolf buna izin verirse... Tabii kendisine macera arıyorsa...

Dedikodulara mahal veren vakalar genelde bahar başlangıcı yahut sonunda gerçekleşirdi. Yeni sezonu aralayan kapıların mevsimi olmalarından ötürü yaz ile kışın saklanan ve karaborsa için hazırda duran malları piyasaya sürme zamanı, tüccarlara sıkıntılı bir süreç bahşederdi. Korumalar ve önlemler iki katına çıkarılır, piyasaya sürülecek sevkiyatın kontrolü haftalar sürerdi. Ama olur da böylesi yüksek bir koruma ve dikkate rağmen ufak tefek vakalar haricindeki dedikoduları aşan bir olay patlak verir; işte o zaman zengin kesimin uğrak noktası olan bu doğu kısmı resmen bir travma geçirirdi. Bu da onlara, ağızlarına laf kalabalığı yapmaları için birkaç yıl yeterli olurdu. Çünkü o günden sonra ellerini ve ayaklarını değil iki kez, en az üç kez yıkamaları gerekirdi.

~

Şimdi tüm bunların gayesiyle beraber işlek meydanın ara dönemecinde ilerlerken gecenin bir vakti, sislerin çevrelediği yolların sessizliğinde takip edilme hissi içerisindeyse bir insan, başı büyük anlamda belada demekti. Zira bu hissin yanılma payı yoktu; birisi korumaları atlatmayı başararak avını gözüne kestirmiş, hareketsiz gölgelerin arasında kendine bir yer bulup avının gelmesini beklemişti. Ve o av da eğer korunaksızsa vay onun haline... Şimdiden cepleri ve ofisindeki merdivenler için budalaca dualar etmeye başlayabilirdi.

Tabii bu durum Hayel oğlu Runolf için geçerli değildi. Runolf'un gecenin bir vakti tüccarlar semtinde ilerlemesinin sebebi ofisinde çıkan acil işi veya deposuna uğrayacak derecede mühim bir görüşme gerçekleştirecek olması değildi. Aksine Runolf, şehrin taze havasına göre bayat ve baya bir yabancı kalan, gösterişli kesime sıçramış dedikodulara ev sahipliği yapan birkaç kirli adamlardan birisiydi. Yani bir tür suikastçı, bir tür yeraltı dünyası insanı, katil, hırsız ve daha fazlasıydı.

Runolf'un burada olma sebebi bir başkalarını gözüne kestirip yan kesicilik yapmak istemesi değildi. Veya tüccarların canını yakmak için de değildi. Amacı başkaydı ve görünen o ki bu gece onu gerçekleştiremeyecekti.

Runolf aynı ritimde uzun caddeleri döndü. Aynı titizlik ve kuş tüyü hafiflikteki hızlı adımlarla sıralı dükkanları, gökteki ayı kaplayan bulutların süzülüşüne bakarak kaç dakikada geçtiğini hesap etti. Ah, keşke cep saatini getirseydi de buna gerek duymasaydı. Ama saati birkaç hafta önce kırılmıştı. Hayel'in grubuna yeni katılan toy çocuğun eğitimsizliği yüzünden... Runolf, çocuğun saati kendi cebinden çalmayı becermesini istemiş, çocuk da becerememişti. Runolf bu başarısızlıktan ötürü ona kızmamıştı; sadece yaptığı şeyin ne kadar tutarsız ve pervasız olduğunu bir müddet hatırlatması amacıyla kolunu kırmıştı. Çocuk ise o acı ve ağlamaklı laflarıyla bir daha aptalca hareket etmeyeceğini ve çalarken daha dikkatli olacağının sözünü vermişti. Neyse ki Runolf diğerleri gibi kaba eğitimciden ziyade anlayışlı bir eğitimciydi; on iki yaşındaki çocuğun sözlerine kulak kesmişti. Sonra da affedilmek isteniyorsa saatin yenisini ve tıpkısının aynısını bulması gerektiğini söylemişti. Ne var ki o zamandan bu zamana kadar birkaç hafta geçmişti ve maalesef ki ne çocuk ne de cep saati gözükmüştü. Runolf bundan dolayı hep saatsiz gezmiş, gecelerini aya ve yıldıza bakarak bitirmişti. Çünkü Runolf'un bir yenisini alacak zamanı ve keyfi yoktu. Bu gibi işlerle uğraşamazdı.

Sisli gök, ayı yere serince Runolf bir tur daha attı. Ta ki başkentin pırıltılı ve üstten bakan kesimini ardında bırakıp daha bambaşka dünyaya açılan ve gizlenmeyi maharet sayan gölgeli sokaklara dalana dek... İşte o zaman Runolf sadece karanlığa değil, o karanlıkta oluşturduğu hareketli gölgelere de sığındı ve şehrin gürültüsüz kesimini nihayet geride bıraktı.

~

Runolf Çöplük olarak adlandırılan ve bir nevi yeraltı dünyasına doğru iniş yapan yokuşlu sokağa daldığında kaç gündür patlak olan kanalizasyonun hâlâ yapılmamış olduğunu gördü. Daha doğrusu kokladı; zira gelen o mide bulandırıcı koku ilk saniyesinde Runolf'u sarıp sarmalamış, iliklerine değin başını döndürmüştü.

Ah Tanrı adına... Runolf yüzünü ekşitti. Geri dönmeyi isteyecek kadar ağır bir kokuydu bu. Egzotik meyve karışımlarına bulanmış fahişe parfümleri bile böyle berbat kokmuyordu.

Runolf birden durdu. Koku tesirinden olsa gerek arkasındaki adımlara dikkat kesilmeyi unutmuştu. Sadece bir saniye... bir saniyelik zihin dağınıklığı yüzünden kaçırmıştı adamı... Bu yüzden gözleriyle tekinsiz etrafı turladı. Dakikalardır kendisini takip eden ve şimdi ise sesi soluğu kesmiş o adamın ayak izlerini aradı ancak bulamadı.

Muhtemelen Kâhir denen düzenbaz ya şimdi önündeydi ya da yanında.

Derken...

"Arkana dön ve bir kez daha bak Hayel oğlu Runolf."

Ah işte o ses... Runolf bile bu adamın nasıl bir maharetle aniden ortadan kaybolduğunu ve kaybolduğunda aynı yerden çıktığını bilemiyordu. Özel güçleri mi vardı yoksa sadece fazla mı iyiydi, emin olamıyordu.

~~~

Kâhir, bir mücevher hırsızıydı.

Dedektif, düzenbaz, yalancı, hilekar, işine geldiği gibi davranan, alaycı ama kendisine karşı son derece dikkatli olan adamın birisiydi. İstediği rüşvetlere karşılık pek çok işi yapabilen, o işleri garip biçimde kutsal sayan işgüzar heriflerdendi. Belli bir hedefi veya yöntemi olmayan, sadece ve sadece kendisi için çalışan kurnaz hırsızın tekiydi. Ama yapmayı becerdiği iş sadece hırsızlık da değildi... Pek cinayet işlemezdi. Bunu atlamamak gerekirdi. Kendisine gelen zavallılara ve kibirli ahmaklarla uğraşırken bile buna nedense dikkat ederdi. Belki işlerinde kafayı bulmuş gibi davranmasından ötürüydü bu durum. Öyle ki konu bir adamın canı olunca onu camdan aşağı sarkıtabilir ya da o camı demir parmaklıklarla kapatabilirdi. Belli bir yöntemi, işi, hedefi yoktu. Ettiği veya edeceği bugün hizmetler bir tek kendisi için olurdu. Bencildi. Tilkiydi. Alaycıydı. Hırsızlığı zevkleri için yapardı. Müşterilerini dolandırmaz ancak onların kasasını gözlerinin önünde boşaltabilirdi. Kirliliği sevmez fakat çıkarı için ortalığı pisletebilirdi.

İşte bu noktada büyük bir kesimden ayrılıyordu: Kâhir özgürce hareket edebiliyordu.

Yeraltı dünyasına ait gruplara katılmıyor, onlara çalışmıyordu. Bütün kölelerin hayaliyle Kâhir resmen bir bağımsızdı. Hürdü. Canı, sunabileceği herhangi bir başkana ait değildi.

Yeraltı dünyasına nam salmış gruplara ait olmamayı tercih eder, oğul ve kız lakaplarını reddederdi. Bu yüzden birçok patronun, başkanın hedefi hâline gelir - kendi kabiliyeti adına şükür ki - bundan her defasında mükemmel bir şekilde sıyrılırdı.

~

Kâhir, herkes gibi her işe bakmazdı.

Sadece özel ve çok ama çok özel işlerin peşinde koşardı. İşi çoğunlukla kendisini seçer, kendisi bulur ve müşterilerini kendisi ayarlardı.

Bu da onu bir yerde ulaşılmaz ve katlanılmaz kılardı. Ulaşılması zor şeyler ise... Belli bir aşama sonrası genelde göze hitap eden şeylere dönüşürdü. İşte, Kâhir de insanların gözüne böyle hitap ediyordu. Zor ve son derece katlanılmaz olup kurnaz ve ilah rolünü oynayarak... Veya bir ayağını topal gibi gösterip o ayakla çelme takarak...

~

"Düşündüm de seni takip etmek pek sıkıcıymış," dedi Kâhir. Fötr şapkasının ucundan hep yağmur damlaları sarkıyor, bir başka çamurlu birikintiye batmış topuklu botun sivri ucuna düşüyordu. "Gecemi sana ayırmaktansa bir tüccarın karısını ayırtmakla meşgul ederdim daha iyi..."

Tabii hedefi tüccarın karısı değil, tüccarın mücevherleri ve avizeden sarkan elmasları olurdu. Zira avizeler bir çeşit anahtar saklama alanıydı. Kâhir birkaç yıl önce bu taktiği davet edildiği başkanın evinde - bizzat kendi kedi gözleriyle - görmüştü.

"Ne istiyorsun?"

Runolf, Kâhir'in aksine uzatmaları sevmezdi. Kısa ve net olurdu.

"Sadece bir iş görüşmesi," dedi Kâhir. Runolf onun gözlerine denk gelince gözünü hemen çekmedi. Çünkü o simsiyah irisler, sislerin çevrelediği çarpık yolda hiç olmadığı kadar yoğun bakıyordu. Sanırsın bir boşluk çukurundaydı da o boşluk hissedilemeyecek tuhaf bir varlıkla doluydu.

Hipnoz mu diyorlardı buna? Büyücüler ne isim veriyordu?

Runolf içinden saçma sapan benzetmeler yapmayı bıraktı. "Ne tür bir iş görüşmesi?"

"Eh," dedi Kâhir. "Onu gittiğimizde öğreneceğiz."

Kâhir göz kırptı. Sonra elini Runolf'un geniş omzuna koydu. Ah, hep böyle bir adam mı olacaktı Kâhir... Emindi ki iş için çağrılmamıştı bile!

Runolf derin bir nefes aldı. Sıcak havaya rağmen hava soğuktu. Bir an Runolf bu havanın kuzeye has olabileceğini düşündü. Çünkü Avrin böyle havaları yazın tatmazdı. Hep bunaltıcı olurdu. Haliyle şimdi esen rüzgar bir davetsiz misafir veya alacaklı bir komşu niyetinde gelmiş gibiydi. Öyle rahatsız edici esiyordu.

Runolf içinin titrediğini hissetti. Sebebi yanından esip geçen rüzgar değil de kanalizasyon borusundan yükselen guruldama sesleriydi çünkü koku hakikaten çok yoğundu.

Runolf kokuyu duyumsamamaya çalıştı. Sonra düşünmeye başladı. Karşısındaki adamın ayak işlerini yapmayacağını çok iyi biliyordu. Buraya kadar itinayla Runolf'u takip etmesine neden olan işten hemen bahsetmeyeceğini de aynı şekilde. Bu yüzden lafı uzatmadan gidecekti. Artık gecenin bir vakti her nereye çağrıldıysa yanlarına konuk olacak ve onlara niçin önceden haber vermediklerini soracaktı. Olur da ufak bir itiraz gelirse... Runolf da sunulacak işi kabul etmeyecekti. Bu kadar basitti.

~~~~~

Runolf ve Kâhir, derme çatma bir ofisin toplantı odasına geldiklerinde Runolf odadaki birkaç yeraltı grup üyesinin neden burada oturduğunu ve dahası neden Hayel'in masanın baş kısmına geçmiş bir şekilde herkesi topladığını sorguladı.

Gözleri fahişe Laira ile Karakanlılar'ın yeni temsilcisine takıldı, kaşlarını çattı. Bir şey diyecekti ki tam o anda bir elin yine omzuna dokunduğunu hissetti. Küçük ve zararsız bir elin dokunuşuydu bu.

Anlaşılan o ki şimdiye dek çocuğa hiçbir şey öğretememişti.

Ardına döndüğünde geçenlerde kolunu kırdığı on iki yaşındaki çocuğun solgun ama buna rağmen haylazca bakan gözlerini gördü. Çocuk yenilenmiş sargılı kolunu doğru pozisyonda tutarak çekinmeksizin Runolf'a bakıyor, diğer sağlam elinde tuttuğu cep saati ile de hafifçe gülümsüyordu. Bu ortamda bile.

Eh en azından saati geri gelmişti.

Runolf bir şey deme gereği duymadan cep saatini çocuktan aldı. Geri cebine, birkaç haftadır boşluk hissi ile boğuştuğu o eski yerine koydu. Sonra çocuk ortadan kaybolsun diye ona biraz soğuk şeyler servis etmesini söyledi. Neyse ki çocuğun kulakları tezdi. Runolf'un isteği üzerine salondan hızlıca yok oldu ve çırpı gibi bacaklarıyla gözlerden ıraklaştı. Runolf ise onun ardına bakmadan önüne döndü ve Hayel'in yanına, baş köşeye geçmek için kapı ağzından kenara çekildi.

Ağır ağır, mumların çevrelediği karanlık odanın en aydınlık kısmına doğru ilerlemeye başladı. Köşeye geçerken odadaki gözlerin kendisine çevrildiğini hissetti. Bütün o gözler gelen son kişiye bakmak için can atarmışçasına yılan sinsiliğinde kıvrılıyordu... Ya da Runolf sadece böyle hissediyordu. Belki de herkes bir göz atmakla yetinmiş, teşrif ettiğine şükredercesine önüne dönmüştü. Ama Runolf bunda da bozuntuya vermedi. Temsilci sandalyesine oturup Hayel kendisine pürdikkatle bakarken bile...

~

Runolf şaşkın ve sinirliydi.

Böylesi önemli bir buluşmadan nasıl haberi olmazdı?

Asla unutmuş değildi. Şayet öyle olsa en son gelenler arasında olmazdı. Mutlaka bir ulak sayesinde haber verilirdi. O hâlde gecenin bir vakti, yeraltı grupların önemli temsilcileri ve başkanları ne diye Hayel'in ikinci ofisinde oturuyor ve habersiz bir toplantıya hazırlanıyordu? Ne diye bu iş için Kâhir'i seçmiş ve ona bile oturma izni verilmişti? Neden Runolf'a hiçbir şeyden bahsedilmemişti?

Runolf bunun hayra alamet olmadığını görebiliyordu. Böylesi bir masada en az iki düşman grup oturmuş, uslu uslu Hayel'i dinleyemeye razılarsa eğer, işin içinde büyük bir belanın olduğu kesindi.

Gerçi uslu durmaları da bir garipti. Kim kimin bakışlarına denk gelse ya sessiz tehditlere ya da küçümsemelere maruz kalıyordu. Kimisi habire cebini yokluyor, çıkışa hazırlık amacıyla, canını kurtarmak için yanında duran korumalara yalvaran bakışlar atıyordu. Kimse, kimseyle göz göze gelmek istemiyor ve sessizliğin getirdiği cefa ile yerlerinde kıpırdanıp duruyordu. Birisinin önden bir şeyi söylemesi şöyle dursun; yanlış anlaşılacak endişesi yüzünden koltuklarında rahat dahi edemiyorlardı. Sanırsın Hayel onlara diken armağan etmiş, o dikenler çivi gibi kıçlarına batıvermişti. Sonra da ses çıkarını öldürmekle tehdit etmişti... Yoksa ayrı grupların aynı sefil insanları; kapalı bir ortamda, bir arada, kadın günü yaparcasına, topluca oturamaz ve otursa dahi sessizlik içinde kalamazlardı. Bıçak fırlatmalar, çığlık atışlar, sandalye kırmalar, kafa atmalar, cüzdan çalmalar... İlla bir laf yarışı, dalaşı, olurdu. Sataşmadan iki dakika duramazlardı.

Runolf ortamdaki uğursuz sükunetin kendi üzerine bir yabani hayvan gibi atıldığını hissetti. Birazdan başlayacak olan ve her saniye gittikçe artan gerginliğin bir ceset çuvalı edasıyla ağırlık verdiğini de aynı şekilde... Durgun bakan kahve gözleri belli belirsiz masadakilere gezindi. İşte, hepsi değildi ancak bazıları buradaydı: Yeraltı dünyasının korkulu ismi ve aynı zamanda en güçlüsü sayılan Karakanlılar, sadece kadınları ve her türlü kızları bünyesinde barındırmaktan mutluluk duyan Cadıkazanlar, yeni kurulan ve diğer rakipleri eleme amacıyla yanıp tutuşan acemi Büyükayaklar, her türlü işi yapmak için ona buna yalvaran Sefiller, en alt tabakaya layık görülen Köylüler, sivri tipleri ile bilinen Hançerler, sağda solda dolaşan büyücüleri bir çatı altında toplamayı amaç edinen Kırıkbacaklar ve en sonunda ise hepsini bir araya getirmeyi başarmış, Hayel'in grubu olan Kopukbaşlar... Runolf hepsine teker teker bakarken sırtını dikleştirdi. Burada, Hayel'in yanındaydı ve bir şey bilmese bile bunu hissettirmemeliydi. Zira Runolf, Kopukbaşlar'ın, Hayel'in resmi temsilcisiydi. Yani herkes birbirine bakmakta çekinip ellerini kınlarına götürürken dur diyebilecek ama aynı zamanda buna sebep olabilecek kişiydi.

Usulca gezdirmeye devam etti. Bir sağa, sola, sola ve yine sağa... O an Cadıkazanlar'ın yeni temsilcisi olan fahişe Laira'nın kendisine göz kırpıp sırıttığını fark etti. Runolf tepki olarak sadece göz çevirmekle yetindi. Boş bir duvarın samimiyeti ne kadar olursa o kadardı gözlerindeki bakış. Çünkü onunla hiç uğraşı yoktu. Hem... zaten artık olamazdı da. Öncelerde bilgi alışverişi ve genel ihtiyaç için birbirlerine başvururlardı. Tanışıkları ergenlik yıllarına dek giderdi. Ne var ki şimdilerde ayrı grupların insanlarıydılar. Laira bilgi alışverişi yapmak için kendini ileri düzey tehlikelere atacak türden birisi değildi. Her daim canını kıymete bindirirdi. Bunun için sürekli ama sürekli taraf değiştirirdi. Aptalca hareketleri çok olurdu ancak bilgi almasını da iyi becerirdi. Gelgelelim Runolf da ucuz bir fahişeye bel bağlayacak bir insana hiç benzemiyordu. Bilgi satan insana yeter ki para olsun idi... Onlardan daha çok ne vardı ki?

Runolf kadının hâlâ kendisine bakmakta olduğunu hissettiğinde odağını daha ileriye, masanın bir diğer ucuna çevirdi. Masaların her bir sandalyesi konuklara göre ayarlanmıştı. Ne eksik ne fazlaydı... Oturma düzeninden tut, ışığın aldığı açıya kadar... Toplamda yirmi kişiden azdılar fakat bu tek tük insanların sayısından ziyade niteliği önemliydi. Öyle ki isteseler bir gecede dahi başkentin altını üstünü getirebilirlerdi.

Hepsi birbirinden emin ve büyüktü. Ayak takımında birinci rolü oynayan Sefiller bile... Onlardan daha yeteneklisi, tehlikelisi ve azimlisi başkentte rakip olarak karşılarına çıkamazdı. Anderia'da (Avrin başkentinin ülkesi) bile bulunamazdı.

~

Runolf, tül perdeden aralanan esinti ile birlikte titreşen mum ışığında, geçen azap verici saniyeler içerisinde konukları incelemeye görev edinirken her birinin el kol hareketlerini kontrol etti. Biri veya birilerinin gizliden anlaşıp çıkışta bir belaya bulaşmak isteyeceklerini ve bunların da kim olabileceklerini düşündü. Neyse kim hepsi şu anlık kuzu kuzu oturuyordu. Hatta Karakanlılar'ın zalim feadisi somurtmak ve zemindeki rutubet kokulu taşları saymak dışında bir şey yapmıyordu. Runolf, bu tür hareketlerin düzmece mi yoksa gerçek mi olduğunu bilecek kadar onlarla vakit geçirmişti. Ve aldığı karar ise şuydu: Adamlar ve kadınlar cidden sıkılıyorlardı.

Hayel'in onlara susması için ne verdiğini bilmiyordu ama başarısından ötürü mutluluk duyuyordu.

~

Runolf can sıkıntısından kendi kendine sorular sormaya başladı: Neden? dedi önce. Hayel bana hiçbir şey söylemedi? Neden buradaki insanlar onun konuşmasını bekliyor? Neden ikinci ofis tercih ediliyor? Neden baş köşede Karakanlılar yok da ona rakip olan Hayel var? Neden cebimdeki saatin tıkırtısı fazla çıkıyor?

Runolf içsel sorularıyla birlikte masaya da bir içsel çöküntü serdi. O çöküntü bir karaltı gibi yavaş yavaş tüm konuların üzerine atıldı. Cadıkazan başkanı kadın, Runolf'a sertçe baktı. Sanırsın bu serdiği çöküntüyü hissetmişti. Ya da başkan artık bu sessizlikten usanmış, çareyi Runolf'un gözlerinde aramıştı.

Runolf kafasını öte yana çevirdi. Bir bulut gibi serdiği sıkıntısını ileri uca kadar götürdü. Ama içsel sıkıntı o an duraksadı ve dağıldı. Çünkü Runolf'un dikkati birden bozuldu. Masanın öteki ucunda oturan ve baştan beri halini pürdikkatle süzen Kırıkbacaklar'ın yeni başkanını, Hermann Larsei'in titrek mum ışığı altında parlayan ela gözlerini görünce içsel soruları sessizleşti. Kendini hafif bir uğultuya bıraktı ve tamamen sustuklarında ise Runolf dimdik gözleriyle Hermann'a baktı.

O ela gözler, Runolf'un kahve gözleriyle buluşur buluşmaz keyifli bir sırıtışla kaplanmıştı. Hermann'ın bakışları kısılmış ve belki de salonda en rahatsız duyulabilecek düşmana dönüşmüştü.

~~~~

Runolf, Hermann'dan nefret ediyordu.

Bundan birkaç yıl önce kendisine kumpas kurup da Karakanlılar'ın eline düşürdüğü için... Ve şimdi tekrardan onunla karşılaşınca o öfkenin yeniden peyda oluşu kendisinde huzursuz bir etki yaratmıştı.

Yine de duygularına hâkim oldu.

Evet, onu öldürmek ve cezalandırmak istiyordu. Evet, Runolf affedici değildi. Bu yüzden kimseye güvenmez ve kolay kolay şans vermezdi. Verdiği zaman ise o şansın boşa çıkmasını istemezdi. Çıkarsa da o kişinin burnundan fitil fitil getirirdi. Ama, şimdi içinde var olan amansız istekler ve hayaller gerçekleşmeyecekti. İki dişli köpek gibi bakışlar altından hırlamanın anlamı yoktu. İkisi de diğerleri gibi uslu uslu oturacak ve Hayel'i bekleyecekti.

Derken birisi daha fazla dayanamadı:

"Buraya 'sessiz ol, oyunda kal' oyununu oynamaya mı geldik yoksa hepiniz de birbirinizin sabrını sınamak mı amacındasınız?"

Kâhir, arkasına yaslanmış sorusunu direkt Hayel'e yöneltirken Runolf içinden şükretti. Hiç yoktan - her daim fötr şapkalı, siyah deri eldivenli, uzun siyah paltolu - bu işgüzar adamın boş çenesi bir işe yaramıştı.

Hayel duruşunu dikleştirdi; Runolf gibi. Sonra boğazını temizledi ve sert yüzündeki sakin ifadeyle konuşmaya başladı. Runolf buraya, yanına ilk geldiğinde - daha maalesef ki yedi yaşındaydı - ondaki bu surat ifadesine alışmakta zorlanmıştı. Sebebi neydi bilmiyordu ama Hayel diğer grup başkanlarından farklı davranırdı. Misal, nadir bağırır çağırır ve sinirden köpürüp birilerinin canını yakardı. Aksine, bir beyefendi ustalığında hareket eder, terini mendiline az silerdi. Kesinlikle yumuşak huyluluktan uzaktı fakat bir Karakanlı başkanı kadar hoyrat ve kaba da olmazdı.

"Öncelikle hepiniz çağrımı aldığınız için size teşekkür ederim," dedi Hayel. Hayret ki, teşekkür etmişti. Demek toplamak ve bir araya getirmek onu yormuştu. "Oğlum (öz değil) ve aynı zamanda Kopukbaşlar'ın temsilcisi de geldiğine göre artık toplantıya başlayabiliriz."

Ah, tabii ya... Runolf buraya bilerek en sona getirilmişti. Şimdi anlıyordu. Çünkü Hayel, hepsinin art niyet sezinlemeden toplaşmış olduğundan emin olmak istemişti. Bu aslında bir töreydi. Töre ise şuydu: Temsilcinin canı, grubun canıydı. En az başkan kadar değerliydi. Bundan dolayı bir grubu canevinden vurmak istenirse eğer genelde direkt temsilcisine saldırmak yeterli olurdu.

Pekâlâ, hepsi yeminler edilerek toplaşmış, gelmişti. Tarafsız olan Kâhir ise - artık karşılığında ne istediyse - Runolf'u korumuş ve onu buraya getirmişti. Peki ya ne diye bundan haberi yoktu? Ne diye toplantı ikinci ofiste, mumların hareketli gölgeler düşürdügü loş karanlıklar eşiğinde gerçekleştiriliyordu?

Runolf'un kafası yerinde değildi... Ya da kanalizasyon kokusu sadece burnuna değil, zekasına da işlemişti. Çünkü her şey açık seçik ortadaydı. Hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yoktu. Onlar da tıpkı Runolf gibi acil bir iş gayesinde sandalyelerine oturmuşlardı. Hatta sırf bu yüzden Karakanlılar ile Sefiller'in başkanı gelme gereği bile duymamıştı.

"Neden buradayız?" diye sordu Büyükayak başkanı. İri yarı, göbekli, kel bir şeydi bu adam. Keyfine düşkündü, planlar yapmaktan oldukça yoksundu. Onu ve ekibini kurtaran temsilcisi olmasa çoktan Avrin'in patlak kanalizasyonlarındaki kirli sularda boğulup giderlerdi.

"Çünkü," dedi Hayel. Bugün de her zamanki gibi şık duruyordu. Oysa Runolf'un kahve saçları hep dağılmış, birbirine girmişti. Buğday teninde fark edemediği silik is lekeleri vardı. "Birinci ofisimde, şu an başka bir toplantı gerçekleştiriyorum. Kışa gelecek sevkiyat için grubumu hazırlamam gerek."

Runolf ikinci kez kaşlarını çattı.

Demek amacı kendisini gözetleyen karşıt gruplar için sağlama almaktı. Yani Hayel aslında orada toplantı yapmayacak, gizli saklı burada konuşacaktı. İyi de, zaten karşıt ve düşman grupların bazısı buradaydı? Hayel buna rağmen kimden ve neyden sakınıyordu ki?

"Bunu nasıl yaptığınızı sorabilir miyim?"

Hayel gülümsedi. Muhtemelen bir büyücü yardımı ile yanılsama (ileride açıklanacaktır) yapmış, yerine kendisine çok benzeyen bir adamı koymuştu.

Ama tabii ki de Hayel o büyücüyü nereden bulduğunu ve işin sırrını nasıl sakladığını söylemeyecekti.

"Çok zor olmadı," dedi kendine ait egosuyla. "Ufak tefek birkaç üyelerin gözünü boyamaktan daha kolay bir şey yok ne de olsa."

Runolf derin bir nefes aldı.

Karakanlılar'ın temsilcisi de öyle.

İkisi de diliyordu ki bu geceye has olan sessizlik, sisli şafağa dek sürsün.

Yoksa fırlatılan sandalyelerden ilki kendi başına denk gelecekti.

~~~~

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 05.04.2025 17:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...