
"Uyu güzel meleğim,
Tanrı sana güzel bir rüya bahşedecek.
Dilersen iyi dilekler,
Rüyan gerçeğe dönüşecek.
Uyu güzel meleğim,
Tanrı sana iyilik bahşedecek.
Dilersen güzel bir insan,
Onu sana gönderecek.
Uyu güzel meleğim,
Annen sana masal anlatacak.
Dilersen bir tatlı öpücük,
O hep senin yanında olacak."
~
Sislerin çevrelediği gümüşi dolunayın etekleri zifiri geceye sessize sarkıyor, göğe değdirdiği zilleri ile mehtapta sallanırcasına dans ediyordu. Eteklerden dökülen ışık ise penceresi açık tül perdeye iniyor, içeriye sızarak karanlıkta gizlenmiş odayı aydınlatıyordu.
Sisler bu şekilde karanlığa benziyordu lakin ikisi birbirinden farklıydı. Karanlık, başlı başına mutlak örtülü bir kuraldı ancak sisler çoğu kez öyle değildi. Onlar sadece odada hayalet gibi efil efil esen tüllerin saklambacına benzer bir çeşit oyundu. Karanlık gibi terk dertleri bir şeyleri gizlemek olmazdı. Aksine onları sere serpe gösterip içlerine çekmek olurdu. O yüzdendir ki dolunay sise batsa bile ışığını mumun yetersiz gelen kısımlarına yavaşça süzüyor, yatak başında oturan şefkatli annenin çehresini okşuyordu. Okşarken yorganına iyice sokulmuş küçük kızı da ihmal etmiyordu. Gök mavisi kadar açık renkteki gözlerini hafif koyu bir tona boyuyor, karanlığın içinden çekip çıkararak kendi eteklerine daldırıyordu. Fakat her ne kadar etekler bir an maviye bulansa da sis birden onu geri itiyordu. Yine dolunayı kendisine ait kılıyor, gecenin örtüsündeki gümüşi ışığı fersah fersah göğüne seriyordu.
Alisa bakışlarını buğulu gökyüzünden ayırdı ve yanı başında kadim vakitlerden ninniler mırıldanan annesine çevirdi. Annesi küçük kızına hoş sesiyle eskilerden birkaç şey mırıldanıyor, Alisa da küçüklükten gelen bir alışkanlıkla gözlerini kapatıp hayaller kuruyordu.
Bu hayallerden ilki kendisine ait bir arkadaşın olması ve onunla sokaktaki özgür çocuklar gibi oyunlar oynamasıydı. Bu, bir çocuğa göre kabul edilebilir bir hayaldi. Sonuçta her çocuk oyun ve arkadaş isterdi. Ancak Alisa'nın durumu biraz farklıydı. Gerek dış görünüşü gerekse iç davranışlarındaki tutarsızlık sebebiyle doğduğu vakitten beri sıkıntı çeken bir kızdı. Bundan dolayı hiçbir zaman rahatça arkadaş bulamaz ve bulamadığı gibi de oyun oynayamazdı. Çocukluğuna ait özelliklerden mahrum ve muzdarip büyümesi onu çoğu kez kısıtlamıştı. Oyunlarını eve, küçük bir odaya hapsetmiş, hayallerini dört duvar arasına sığdırmıştı. Zira ne sokak çocukları ne de tanıdık sözde kuzenler... Hepsi de Alisa'yı yanlarında istemiyor, onu dışlıyor ve çoğu kez ona bir çöp muamelesinde davranıyordu. Bu yüzden küçük kızın da kalbi kırılıyor, kendini eve kapatıyor ve dua etmekten başka bir şey yapamıyordu. Duasız vakitlerde de çareyi annesinin dizlerinde buluyordu. Çünkü şu koca dünyada annesinden başka hiç kimsenin Alisa'ya iyi davranmak gibi merhameti, niyeti olmuyordu.
Acımasız ve zalim dünyada bir Lanetli olarak doğduğu için evet, maalesef ki yoktu.
~
Alisa gözlerini kapadı ve binlerce kez ettiği duanın aynısını yine etti. İçinden Tanrı'ya bir arkadaş, bir yoldaş istediğini söyledi. Ancak biliyordu ki Tanrı kendisini duymuyordu. Umursamıyordu. Duysaydı eğer istediği arkadaş çoktan gelirdi. Bundan emindi. Tanrı şu saate kadar lanetli kızı bekletmez, onun yüreğini sızlatmazdı.
Yine de Alisa, annesinin hatırı için bir kez daha dua etti ve su gibi duru, gök gibi açık mavi gözlerini açarak annesine baktı. Annesi ninniyi çoktan bitirmiş, elleriyle kızının gümüşi saçlarını okşamaya başlamıştı. Şefkat baharıyla kızına bakıyor, yüzüne değen ay eteğindeki sakinlikle Alisa'ya mırıldanıyordu.
Alisa nadir yakalanan bu huzurun etkisi ile gülümsedi. Lekeli beyaz yüzünde bir parıldama, gözlerindeki harelerde bir dinginlik oluştu. Mutlu değildi ama mutsuz da değildi... Hiç yoktan kafasından bir türlü durdurmayı beceremediği kötü düşünceler geçmiyordu... Nedense hep gece vakti gelirdi bu düşünceler... Alisa, onlardan kurtulmak ve bir daha düşünmemek isterdi. Sımsıkı gözlerini kapatır, odağını başka yere çekerdi ama düşünceler öyle kuvvetli ve büyüktü ki... Alisa onlara karşı koyamazdı. Düşünceler kirli elleriyle küçük kıza sarılır, pis bir bataklığa çekerdi. Kız ise yavaşça boğulur, yardım bağırışlarıyla birlikte gittikçe duyulamaz olurdu... Ta ki annesi onun çığlıklarını duyup da odaya koşana dek. İşte o zaman imdadına annesi yetişir, yatağın ucuna konarak kızının durdurmak bilmeyen gözyaşlarına çare olmaya çalışırdı.
Alisa neyse ki şimdi o tür soruların azabında değildi. Aksine ortamın getirdiği sessizlikle birlikte keyifli ve huzurluydu. Sakindi. Annesine baktıkça ve annesi de kendisine mırıldandıkça bu böyle devam edecekti. Lanetin bir açığı gibiydi bu hâl... Sevdiğin şeylere sarılmak ve ondan medet ummak...
Derken annesi mırıldanmayı bıraktı.
İşte o vakit Alisa kıyıda köşede saklanmış düşüncelerin yine kendisine aç köpekler gibi saldırdığını ve pençeleriyle yüzüne saldırdığını hissetti. Yüzündeki gülümseme aniden kayboldu. Zevkle yukarı kıvrılan dudakları aşağı indi, düz bir çizgi halini aldı ve yakaladığı huzur anını terk etti. "Benim arkadaşım ne zaman gelecek?" diye sordu Alisa annesine huşu içinde bakarken. "Tanrı neden beni duymuyor?"
"Neden duymasın tatlım?" dedi annesi. "O seni hep duyuyor."
"O hâlde arkadaşım nerede?" diye sordu sabırsızca. "Neden bu vakte kadar gelmedi?"
Annesi elini uzun gümüş rengi saçlardan geri çekti. Yüzüne değen eteklerin zillerine ithafen biraz da geriye kaçtı. Ve işte o an yüzünün bir kısmına yansıyan ışığın etkisi ile çehresini gizlemekten kurtardı. Ay gibi beyaz tenine güzellik ve zarafet getirdi. Dingin ışık ise annesinin büklümlü simsiyah saçlarında titreşti, gözlerine ışıltı ve hoş bakışlarına yumuşaklık bahşetti.
Alisa annesine bakınca kendisinden ne kadar da farklı olduğunu inceledi. Annesi de tıpkı babası gibi, kendisine hiç benzemiyordu. Uzaktan yakından asla alakaları yoktu. Ancak her ne olduysa Alisa, kaderin gazabına uğramış, Lanetli olarak doğmuştu. Hangi efsanevi Tanrı ve Tanrıçalar buna sebep olmuştu bilmiyordu ama ona rağmen onlardan af dileyip duruyordu. Belki duyarlar da bu küçük kıza acırlar diye.
Lakin görünen o ki Tanrı'nın veya efsanelerin pek de merhameti yoktu. Öyle olsaydı şayet bu küçük kız çoktan arkadaş bulurdu kendine.
"Belki de arkadaşın çok uzak yerlerden geliyordur Alisa, ha ne dersin?"
Uzak... Bir arkadaşın evi ne kadar uzak olabilirdi ki? Kafilenin her mevsim düzenlediği, kumpanyaların dört bucak gittiği kıta uçları bile bu denli uzak değildi. Arkadaşı nerede yaşıyordu da bir türlü gelememişti?
"Tanrı beni sevmiyor," dedi Alisa. "O yüzden ona dua etmek istemiyorum artık."
Annesi kırılgan bir bakış attı kızına. Kızı, öz kızı değildi. Her ne kadar Alisa öyle zannetse de Alisa dış görünüşü ile bariz bir şekilde hem orbun hem de insan soyundan geldiğini belli ediyordu. Oysa annesi ve babası sadece insanlardı. Sıradan, büyü gücüne erişememiş, çiftçilik yapan ve dükkan işleterek geçimini sağlayan bir aileydi. Yani Alisa elbette ileride bu durumun gerçekliğini anlayacaktı ancak şimdilik bu gerçeği saklamak iyiydi. Hiç yoktan kızının annesine karşı tutumu değişmezdi. Zira Alisa'nın duyguları lanetinden ötürü çalkantılıydı. Eğer hem annesi olur olmadık bir zamanda gerçekten bahsederse, belki küçük kız buna alınabilir ve annesiyle arasına mesafe koyabilirdi.
Annesi ve babası bundan yıllar önce, Tangaç'a (Tanrı'ya ibadet edilen yere) çok ama çok erken kaybettikleri bebekleri adına dua etmeye gittiklerinde Alisa'yı ibadethanenin beyaz merdivenlerinde çarşafa sarılı halde görmüşler, ağladığını ve açlıktan süt istediğini işitince dayanamayıp ilgilenmişlerdi. Sonra da annesi bunun bir tesadüf olmadığına, aksine bir lütuf olduğuna inanmış, çocuk lanetli ve çirkin olsa bile onu yanına almışlardı. Sonuç olarak Alisa, artık onların kızıydı. Babası birkaç sene evvel bu dünyadan göçüp gitse dahi hâlâ öyleydi ve annesinin ne olursa olsun, gerçek acımasız ailesi gibi, kızını bırakmaya niyeti yoktu.
"Bazı duaların en güzeli için biraz beklemek gerekir kızım," dedi annesi. "Eminim ki Tanrı sana tıpkı senin gibi bir arkadaş gönderecektir, merak etme."
Alisa hemen karşı çıktı. "Benim gibi olmasın!" dedi ürkekçe. "Benim gibi lanetli ve çirkin olursa eğer o da üzülür!"
Annesi, kızının ani çıkışı karşısında onun korkusunu giderebilmek için sakinliğini korudu. "Alisa," dedi annesi. "Sen lanetli ve çirkin değilsin."
"Öyleyim!"
"Hayır," dedi annesi. "Diğer insanlardan farklı olman seni zayıf ve çirkin kılmaz. Özelliklerinde ne olursa olsun... Önemli olan senin onları nasıl görebildiğindir kızım. Baksana, ay ışığı gibi tene sahipsin. Denizlerin rengini almış gözlerin, suların köpükleri gibi lekelerin var... Uzun ve iri kulakların olduysa ne olmuş... Onlarla bizden daha iyi duyuyorsun. Hatta o ince bacaklarınla çoğu çocuktan daha hızlı koşuyorsun... Bu özellikler seni çirkin kılmaz bir tanem... Aksine daha hoş ve farklı kılar..."
Alisa bu nasihatleri dinlemek bıkmıştı.
"Geçen bir çocuk bana kötü kalpli olduğumu söyledi. O yüzden Tanrı beni böyle yaratmış... Ama neden..." Kızın dudaklarından belli belirsiz hıçkırık nidası koptu. "Ben gerçekten de kötü müyüm anne?"
Annesi kızına yaklaştı. "Hayır," dedi fısıltıyla. "Sadece dünya çok kötü..."
Kötü dünya, iyi kız... Bu hikâyenin sonu hangi taraf için mutlu sonla bitecekti?
Alisa düşünmek istemiyordu.
Alisa'nın duyguları karmaşıklaşmıştı. İçinde biriktirdiği tonla düşünce yüzünden hepsi geceleyin üstüne gelmiş, en sonunda dayanamayarak annesine yıkmıştı. Annesi onun bu zavallı, istemsiz haline alıştıktı. Sonuçta bunu bilerek yapmıyordu. O yüzden kontrol altında tutmak ve sakinleştirmek genelde fazla uğraştırmazdı. Fakat bazı anlar vardı ki... Alisa kendisini bir türlü zapt edemiyordu. İşte o zaman kötülerden daha kötüye dönüşüp yıkımın ta kendisi oluyordu. Sonra onu lanetinden koparmak veya uzaklaştırmak da daha fazla uğraş gerektiriyordu...
Ama bu gece o gece değildi. Çünkü Alisa şu an sinirli ve nefret dolu değildi. O sadece... Kırgın ve üzgündü. Belki de lanetin en acımasız olduğu vakitlerdeydi...
Alisa susmadı. Cevap onu tatmin etmiş değildi ki zaten hiçbir cevap onu tatmin edemezdi. Bu yüzden bir hışımla korkusuzca konuşuverdi. "Oysa Altın Gözlü Prens de kötüydü! Ve onu herkese beğenirdi!" dedi birden. "O zaman Tanrı neden beni böyle yarattı anne?"
Annesi irkildi. Gecenin sessiz karanlığında hoş ışığın irkilmesi gibi birden onun da yüreği titredi.
"O adamın ismini ağzına almamalısın," dedi annesi ikaz edercesine. Ardından da başını sağa sola çevirdi. Odanın içinde gezinen veya tehdit oluşturan herhangi bir belirti aradı ancak bulamadı. Şükür ki dingin ortamda hareket eden tek şey esintili tül perdelerdi. Ve onlar da hiç olmadı kadar sakindi. "O uğursuz ve taş kalpliydi. Dış görünüşündeki güzelliğin bir Tanrı lütfu olduğunu mu düşünüyorsun? O sadece herkesin gözünün boyayan zalim kraldan bir başkası değildi."
Alisa onun hakkındaki ürkütücü hikâyeleri biliyordu, yeterince duymuştu. Aslında ağzına almaması, aklına getirmemesi gerekiyordu ama... yapmıştı işte... Çenesini tutamamış, büyük bir isyan etmişti.
Şimdi yine Tanrı'dan af dilemesi gerekiyordu.
~
Asırlardır süregelen ve çeşit çeşit topraklarda dillere pelesenk olan o adamın ismi, bir zamanlar bu topraklara hükmetmiş ve topraklarına kana bulamış zalim bir prensin ismiydi. Bir zamanların efsanesi ve aynı zamanda lanetiydi... Kıtanın fatihi ve tüm felaketlerin sebebiydi...
Nice bitmek bilmeyen hikâyeleri yaramaz çocuklara anlatılır, geceleri ana babaya sorun çıkarmamasını sağlanırdı. Çocuklar çaresizce pencereleri döven uğultulu garip rüzgarın eşiğinde mumun aydınlatamadığı gölgeler arasında ana babayı dinler, korku dolu bakışlarla köşe bucağı arardı. Eğer şanslılarsa prensi rüyalarında görmezlerdi. Sadece hafif bir yel, yanlarından eser geçerdi. Ancak o kadar şanslı olmayanlar vardı ki vay onların haline... Geceleri çığlık çığlığa, kan ter içinde kala kala ana babalarını ister, kurumuş boğazları ve erimiş gözyaşları içinde onun geldiğini ve bir karabasan gibi rüyalarına çöktüğünü söylerlerdi. Sonra sabaha kadar nöbet tutarlar, bir daha hiç bahsetmek istemezlerdi.
Veya tarihçilerin büyük bir kısmı prensin ismini ağza almadan kalemine döker, fetihlerindeki gururu örterdi. Öte yandan gaddar kimseler ise prensin ismiyle kendilerine şenlik ve eğlence arardı. Bir türlü ruhunun topraklarda dolaştığına inanmaz, batıllaşmaz, onun azametli rüzgarını getirdiğini bilmez ve kahkahalar eşliğinde yere tüküre tüküre adından bahsederlerdi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi hunharca lanetler yağdırır, pişmanlıkla Tanrı'dan af dilerlerdi.
Masal Ana'ları bile prensin ismiyle beraber çevresine toplanan üç beş pasaklı köy çocuğunu korkutmaktan zevk alırdı. Sahibeler yanlarında olsun veya olmasın, çocuklar hem ürkek hem de merakla destanların efendilerini dinler, tozu toprağı birbirine katan adamın yanlarına geldiklerini ve kendilerine çeşit çeşit işkence ettiklerini düşlerlerdi.
Kısacası herkes onu bilirdi. İhtişamlı kral'dan ücra fakir köy halkına kadar... İşitmeyen yoktu. Hatta herkes onun bir gün geri geleceğini, dirilmek isteyeceğinin hikâyesini dahi bilirdi... Lakin bilenler de bir türlü inanmak istemezdi. Zira korkarlardı. Öylesi bir adamın ikinci kez yıkımını başlatmasını düşünmek bile tüyleri ürpertirken gerçekten geri gelmesi, Tanrı adına, ne gibi sonuçlar doğururdu...
Bir zamanlar efsanesi ve aynı zaman da laneti... Altın Gözlü Prens.
Sonrea Prensi.
Alisa onu tanıyordu; tıpkı diğer herkes gibi.
~
"Artık uyumalısın Alisa," dedi annesi. Sesi yorgun, bakışları huzursuzdu. "Yarın sabah benimle dükkana gelebilirsin. Hatırlarsan yarın öğleye yeni oyuncak dükkanı açılacaktı. İstersen oradan bir bebek ya da tahta araba alabilirsin."
Oyuncaklar... Renkli, çıngıraklı, sessiz ve cansız eşyalar... Bir yere kadar işe yarasalar da Alisa'yı tamamen oyalayamıyorlardı.
Yine de Alisa başını salladı. "Geleceğim," dedi yarı bir heyecanla. "Ama sen de gel."
Annesi öne eğildi, kızının boncuk boncuk lekeli alnına tatlı bir öpücük kondurdu. "Geleceğim," dedi güven verirerek. "Söz veriyorum geleceğim..."
Alisa'nın kırgın tavrı hâlâ üzerindeydi ama gecenin geç saatlerine yaklaşıp uykusu geldiği için bir hayli azalmıştı. Bu da annesine gülümseyerek bakmasına yetmişti. Çünkü annesi bir söz verdiyse, tutardı. Biliyordu.
Ona güveniyordu.
~~~
Alisa o gece kabus filan görmedi.
Lakin daha farklı, parıltı, sarımsı bir ışığın kendi soluk tenine değip ısıttığını hissetti. Sonra da o ışığın içini gıdıkladığını ve içindeki kötücül düşünceleri tamamen dindirdiğini de aynı şekilde...
Derken bedeni birden titredi.
Işığın etkisi kendisinde tuhaf, sarhoş etkisi kadar uyuşturucu bir dokunuş bırakmıştı. Öyle ki Alisa uyandığında elini direkt karıncalanmış alnına koydu. Gözleri alelacele etrafı aradı ama bir şey bulamadı. Etraf hiç olmadığı kadar sessizdi.
Neyse ki alnındaki ışık hâlâ etkisini sürdürüyordu, sıcaktı. Demek ki hakikaten buraya birisi gelmişti. Zira terlese böyle sıcaklanmazdı. Fakat aynı şey bir anda gelip geçen esinti için geçerli değildi.
Esinti sanki hiç uğramamışçasına gitmiş, geride sadece yanıcı etkisini bırakmıştı.
Tıpkı bir lütuf veya bir lanet gibi...
✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
