62. Bölüm

60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından

Kubra Akyol
_kubraakyol

Herkese selammm. Bu bölümü Deniz’in ağzından yazdım. Sizi bu kadar drama boğup üzmeyi hiç istemezdim fakat hikayenin gidişatı için mecburdum. Ben yazarken çok üzüldüm ama bir yandan da dram yazmayı ve okumayı da çok seviyorum. O yüzden çok keyifli de oldu bir yandan benim için.

Kitabın dönüm noktası bir önceki bölümdü. Yani 59 öncesi ve 59 sonrası olarak düşünebilirsiniz. Olaylar nasıl gelişir, nereye evrilir inanın hiçbir fikrim yok.

Neyse ben uzatmayayım. Ben bu bölümü yazmaya da okumaya da doyamadım. Hepinize keyifli okumalar :*

“Nerede kaldın?” dedim telaşla içeriye giren Uygar’a. Yaklaşık bir saattir onu bekliyordum.

“Kızlarla ilgilendim. Ayrıca birinin ortalığı sakinleştirmesi gerekiyordu. Adamları topladım. Ne yapmaları gerektiğini söyledim. Bu halde senden bunları yapmanı bekleyemezdim Deniz.”

“Ben iyiyim. Gönderdin mi Ada'yı?”

“Gönderdim.” dedi. Konuşmaya hali yoktu. “Bir saati geçti gideli.”

“Kim götürdü?”

“Hakan, Burak ve diğerleri burada. Tolga götürdü onu.”

“Kerem götürsün demedim mi Uygar sana?”

“Kerem vurulmuş Deniz.” dedi, afalladım. En güvendiğim, en iyi adamlarımdan biri olan, Ada’ya yakın korumalık yapan Kerem’den bahsetmiyordu umarım. “Hakan ve Burak da hafif yaralı.”

Dikiş atılan bacağıma baktım. Kan miktarı azalmıştı, canım yanmıyordu. Ne de olsa alışkındım. “Durumu iyi mi Kerem'in?”

“Bilmiyorum.” dedi. Bildiğine emindim. “Salih abinin durumu ağır.”

“Sikeyim.” dedim elimi yumruk yapıp. “Diğer herkes iyi mi Uygar?”

“Yaralılar ambulansla götürüldü. Götürülmeye de devam ediyorlar. Davetlilerden yedi ölü var. Bizimkiler iyi. Kızlar, çocuklar yan odada. Sadece Savaş burada değil. O da ambulansla Salih abinin yanında gitti.”

“Savaş’la konuşmam lazım.” dedim yerimden kalkmaya çalışırken. Kalkamamıştım.

“Ne konuşacaksın Savaş’la? Ne oldu?”

Cebime sokuşturduğum kutuyu çıkartıp açtım ve dakikalardır incelememiş gibi inceledim. Hemen ardından Uygar’ın önündeki sehpaya bıraktım. Uygar teki olmayan zümrüt yeşili küpenin ne anlama geldiğini bilmiyordu ama üzerinde adımın ve soyadımın baş harfleri bulunan kurşunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.

Yüzü beyazlamıştı Uygar’ın. Üzerine kan bulaşmış D.A. harflerine dokundu. “Bunu neden çıkarttın sen şarjörden? Bu kan lekeleri ne? Bu küpe ne?”

“Ben çıkartmadım.” dedim. “Bunu bana silahla taranmadan beş dakika evvel verdiler.”

“Anlamıyorum Deniz. Kim verdi? Kimin eline, nasıl geçti bu kurşun?” dedi. Şaşkındı.

Kısa ve acı bir nefes alıp verdim. Bu kurşun, eğer bir gün Özgür’ü öldürmek zorunda kalırsam kullanacağım kurşundu. Giyinme odamızdaki çekmecede duran silahın içindeydi. Özgür’ü tek kurşunla öldürmekten yanaydım. Bu yüzden de silahta bundan başka kurşun yoktu.

“İşte bu sorunun cevabını bize Savaş verecek.”

Uygar anlamamıştı. Benim de ondan bir farkım yoktu. Her şeyi onunla beraber aynı anda öğrenecektim. “E bu küpe ne?”

“Ada’nın.” dedim. İşaret ve başparmağımı göz pınarlarıma bastırdım. Her an bir ağlama krizine yakalanabilirdim.

“Eşi nerede bu küpenin?”

“Büyük ihtimalle evde.” dedim. Kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım.

“Deniz kendine gel. Toparlanman lazım.”

“Benim eve gidip karımın yanında olmam lazım Uygar.” Gözlerimi kapatıp Ada’yı düşündüm. Onu gelinlikle görür görmez nutkum tutulmuştu. Gözlerimi ondan alamamıştım. Melek gibiydi bugün. Ama ben ona söyleyememiştim bile. “Sırf ifademizi alacaklar diye burada durmak istemiyorum. Benim karım eve yalnız gitti. Kimse yok yanında.”

“Göndermeseydik o zaman Deniz.”

“Ev daha güvenli.” dedim.

“Bilmediğim ne var Deniz?” dedi Uygar. Öyle çok şey olmuştu ve öyle anlamıyordum ki nasıl anlatacağımı bilemiyordum.

“İlker savcının öldüğü gün, Melis’in ameliyat olduğu gün yani. Özgür’ü gördüğünü söyleyen küçük bir çocuk vardı. Hatırlıyor musun?”

“Hatırlıyorum. İnanmamıştık. Kendine macera arıyordu çünkü.”

“Doğruyu söylüyormuş.” dedim. Uygar büyük bir şokla gözlerini açtı. “Annesiyle gelmiş buraya. Kapıda güvenliklere yalvarmış benimle konuşmak için.''

“Ee?”

“Gittim konuştum. Bugün televizyonda Ada’yı ve beni görünce çocuk tanımış hemen. O gün gördüğüm kız bu demiş. Bir adam onu zorla arabaya bindirdi demiş.”

“Ne diyorsun Deniz sen? Özgür Ada’yı zorla arabaya mı bindirmiş yani?”

“Evet Uygar.”

“Ada söylemedi?” dedi şaşkınlıkla karışık korkuyla.

Kısa bir nefes verdim. “Söylemedi.” Uygar küpeyi eline aldı. Az çok anlayabildiğini görebiliyordum. “Ada o gün hastaneye geldiğinde bir küpesi yoktu. Kulağında kan lekesi vardı.”

“Bu küpe o kayıp küpe yani?” dedi Uygar. “E sana nasıl ulaştı bu küpe?”

“Hediye kutularının içinden çıktı.”

“Amına koyayım böyle işin Deniz. Bizim bu adamlar ne işe yarıyor? Odana kutu sokmuşlar. Bu da yetmiyormuş gibi... Bu da yetmiyormuş gibi herifler mekânı taradı! Ölebilirdik. Bu nasıl güvenlik zafiyeti?” Söylediklerini umursamadım. Bir süre sonra tekrar konuştu. “Ada bize bunu söylemedi Deniz. Savaş da söylemedi. Kim bilir neyle tehdit ettiler kızı? Ulan sikeceğim. Bu yüzden mi bu kız haftalardır ruh gibi geziyor ortalıkta?”

“Eve kaç kişi gönderdin Ada’yla birlikte?” dedim. Benim karım sadece Özgür yüzünden değil benim yüzümden de ruh gibiydi. Ben bile isteye onu bu hale getirmiştim. Kendimi öldürmek istiyordum. Dünya üzerinde onun kadar çok sevdiğim başka biri yoktu. Ben onu nasıl bir ruh haline sokmuştum da yürüyen bir ölüye dönmüştü?

“On yedi kişi gönderdim ama Allah biliyor ya şu olanlardan sonra hiçbirine güvenesim gelmiyor.” dedi ve telefonunu kulağına götürdü. “Alo Savaş.” dedi alelacele. Sustu sonra. Savaş’ın cevap vermesini bekliyordu. Savaş cevap vermiyordu. “Savaş orada mısın?” dedi artan telaşıyla. Savaş bu sefer cevap vermişti. Sesini duyabiliyordum ama ne dediğini anlamıyordum. “Ne diyorsun sen Savaş?” dedi Uygar. Yavaşça arkasındaki koltuğa çöktü. Telefon yavaşça aşağı kaydı. Elleri kucağında, bana bakıyordu. “Salih abi.” dedi yutkunarak. Gerisini duymak istemiyordum. “Kaybetmişiz.” dedi. Gözlerini yumdu, başını koltuğa yasladı.

Yaşadığım en korkunç günü sorsalar şüphesiz ki bugünü söylerdim. En mutlu olmam gereken bir günde bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyleri yaşıyordum. Onca güvenlik önlemine rağmen böyle bir yeri nasıl silahla basmışlardı? Onca kurşunu nasıl sıkmışlardı? O insanların canına nasıl kıymışlardı? Aklım ermiyordu. Bütün bunlar olmadan evvel ben nasıl öngörememiştim? Tüm bu olanlar benim suçum muydu?

Salih abiyi dedem kadar seviyordum. Alyansıma baktım. Göğsüm daralmıştı. Aydın’da Harun dayının evinde bu alyansı o takmıştı parmağıma. Ada ve beni bir yüzükle birbirimize bağlayan Salih abi tam da düğünümüzde ölmüş müydü?

“Abi.” diye içeriye daldı Melis. Perişan görünüyordu. Hızla yanıma geldi ve yanıma oturup kollarını boynuma sardı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Bu kadar ağlaması kalbine zararlıydı. Daha yeni ameliyat olmuştu. Bu kadarını kaldıracak gücü var mıydı? Bilmiyordum.

“Melis.” dedim. Kollarımı ona sardım. Eren de içeriye girmişti. Sonra Güneş, Selay, Can ve Miray. “Güzelim iyiyiz. Ağlama. Kimseye bir şey olmadı. Bak buradayım.”

“Abi bir sürü yaralı var. Çok korkuyorum.”

“Güvendeyiz.”

“Melis.” dedi Can. Melis kollarını boynumdan çekti ve ayağa kalktı. “Gel biz anne ve babanların yanına gidelim. “Eren. Sen de gel. Hadi abicim.”

“Hayır ben abimle kalacağım.” dedi Melis. Eren de onu onayladı.

“Can abinizi dinleyin.” dedim. “Siz annemlerin yanına gidin hadi.”

“Ada nerede? Ada’nın yanına gideceğim ben.” dedi Eren. Neden herkes farklı bir şey söylüyordu ve ben neden söylenen hiçbir şeye yetişemiyordum?

“Ada eve gitti.” dedi Uygar. “Bizim konuşacaklarımız var çocuklar. Siz annenizin yanına gidin.”

“Çocuk değiliz biz artık.” dedi Melis. “Sürekli uzaklaştırıp duruyorsunuz. Farkında değiliz mi zannediyorsunuz siz ya? Kıyamet koptu bir saat önce burada farkında mısınız? Hiçbir şey olmamış gibi mi davranalım? Bunu mu istiyorsunuz?”

“Melis’i ve Eren’i götürün buradan.” dedim. Ayağa kalkmaya çalıştım. Bu sefer olmuştu. Topallayarak pencere önüne gittim. Yerler karla kaplıydı. Karların üzeri kırmızıya boyanmıştı. Bugün burada kaç kişinin kanı vardı?

“Çocuklar.” dedi Miray. “Hadi gelin. Beraber gidelim. Burada durmanız doğru değil. Zaten birazdan ifademizi almaya gelecekler. Sonra hep beraber gideceğiz buradan. Ada’nın yanına gideceğiz.”

Arkama döndüm. Melis başını sağa sola salladı. Miray Melis’i ve Eren’i apar topar dışarıya çıkardı.

“Salih abiyi kaybettik.” dedi Uygar. Sadece bir saniye sürmüştü bunu söylemesi. Bense duyduğumdan beri hazmedemiyordum. Söylemesi anlamaktan daha kısa sürüyordu.

Selay, Can ve Güneş inanamayarak Uygar’a bakıyordu. Amcam içeriye girdi.

“Geldim.” dedi bana doğru gelirken. “Ayakta ne işin var senin Deniz?” dedi ve beni olduğum yere oturttu.

“Herkes iyi mi?” dedim.

“İyi. Metehan’a kurşunların isabet ettiği camların kırıkları sıçramış biraz. Ufak tefek kesikleri var. Kimse senin kadar yaralanmadı.”

“Benim önüme atladığı için oldu.” dedi Güneş. Ona bir şey olsaydı Ada dayanamazdı. O kurşuna atlamak zorundaydım. Neyse ki ateş eden adam beceriksizdi de göğsüme değil bacağıma sıkmıştı.

“Bu küpe ablamın küpesi.” dedi sonra bir anda. “Dayım ve yengem hediye etmişti. Neden burada? Eşi nerede?”

“Kurşun da var.” dedi Can gözleriyle kurşunu işaret ederken. “Ne oldu burada?”

“Ne olmadı ki?” dedi Uygar. Miray içeri girdi ve Uygar’ın yanına oturup başını göğsüne yaslayıp kolunu boynuna sardı. Böyle bir durumda düşünülecek şey miydi bilmiyordum ama bu görüntü bana Ada’yı hatırlatmıştı. Karımı özlemiştim. Üstelik buna hakkım var mıydı bilmiyordum. Onu üzmüştüm. Onu çok üzmüştüm. Şimdi yanına gitmek, ayaklarına kapanarak özürler dilemek ve koynuna yatıp canım çıkana kadar ağlamak istiyordum. Beni bundan başka hiçbir şey iyileştirmeyecekti.

“Ne oluyor Uygar?” dedi Can. “Ne oldu bugün burada? Biz hepimiz ölecektik. Bu tedbirsizliğin açıklanabilir bir yanı var mı? Kurşunlar cirit attı bizim önümüzde. Ya Salih abi öldü diyorsunuz. Odada Ada’nın küpesini görüyoruz.” Kurşuna dikkatlice baktı. “Bu kurşun ne? Mesaj mı? Hepiniz öleceksiniz demek mi bu?”

Amcam bir saat önce sargıladığı yaramdan bakışlarını çekti ve dikkatlice yüzüme baktı. “Ne oluyor Deniz?” dedi. “Ne küpesi? Ne kurşunu?”

“Sırası değil şimdi amca.” dedim. “İşin bittiyse ifademi almaya gelebilirler artık.”

“Küpe ve kurşun ne anlama geliyor?”

Ofladım. “Küpe Ada’nın küpesi. Kurşun da bana ait. Sen boş ver şimdi bunları.” dedim.

Amcam ikna olmadıysa da başını salladı ve odadan çıktı.

“Ablam telefonunu açmıyor.” dedi Güneş. “Onun yanına gitmek istiyorum.”

“Birazdan beraber gideceğiz.” dedi Uygar.

“Ablamla konuşmak istiyorum ben.”

“Telefonunu burada bırakmış olamaz mı bu telaşta?” dedi Selay.

“Hayır ben telefonunu da verdim eline. Öyle bindi arabaya.”

“Niye açmıyor telefonunu?” dedi Güneş. “Neden yalnız gönderdiniz onu? Biz hepimiz bir aradayız. Ablam evde yalnız.”

“Burası hala tehlikeli Güneş.” dedi Uygar. “Evde daha güvende. Emin ol.” Telefonunu çıkarttı ve kulağına götürdü. “Tolga. Ada neden telefonunu açmıyor?” Uygar Tolga’nın söylediklerini dinlerken Güneş bir şeyler daha söyledi.

“Şimdi de ulaşılamıyor. Ablam nerede benim?”

Uygar telefonu hoparlöre aldı. Tolga’nın sesi önce kulağıma sonra beynime ulaştı. Kulaklarım beynime yanlış kelimeler gönderiyor olmalıydı. Zira Tolga’nın söylediği şey deli saçmasından başka bir şey değildi. “Abi Ada Hanım evden ayrıldı.”

“Ne saçmalıyorsun sen Tolga? Ne demek Ada evden ayrıldı? Ne zaman ayrıldı? Nereye gitti?”

“Abi haberiniz yok mu? Hastaneye gideceğini söyledi.”

“Yok haberimiz!” dedi Uygar kükreyerek yerinden kalkarak. “Kim götürdü hastaneye? Sen mi götürdün? Niye götürdün? Ne oldu Ada'ya?”

“Abi biri geldi aldı.” dedi Tolga. Eve gidip ağzını yüzünü dağıtmamak için kendimi zor tutuyordum.

“SEN DALGA MI GEÇİYORSUN ULAN? KİM ALDI? KİM GÖTÜRDÜ? SİZ NASIL İZİN VERDİNİZ BÖYLE BİR ŞEYE?”

“Abi Deniz Bey’in ses kaydını dinletti Ada Hanım. Ada’nın çıkmasına izin verin. diyordu ses kaydında.”

Uygar ve diğerleri kaşlarını çatıp bana baktı. Delirmiş olmalıydı Tolga. Ben böyle bir şey söylemezdim. Bu çocuk aptal mıydı?

“Sen de buna inandın mı? Sen aptal mısın Tolga? Sen nasıl arayıp sormazsın? Nasıl haber vermezsin ya böyle bir şeyi bize? Biz bugün ne yaşadık Tolga? Sen nasıl müsaade edersin? Geberteceğim seni.”

“Abi biz Deniz Bey’in kaydını dinleyince.”

“Sikeyim.” dedi Uygar. “Kamera kaydından bakın hemen. Plakasını gönderin aracın bana. Tamam mı? Ada'nın telefonunun sinyalini takip edin. Az önceye kadar çalıyordu. Şimdi ulaşılamıyor. Derhal bulun nereye gittiyse!” Uygar telefonu kapatıp başka birini aradı. “Alo.” dedi telaşla. “Ada hastaneye geldi mi? ... Gelirse haber var bana.”

Herkes meraklı bakışlarla bana bakarken ayağa kalktım, kurşunu ve küpeyi alıp kapıya doğru yürüdüm. “Eve gidiyorum ben.” dedim dakikalardır süren sessizliğime son verip.

Hepsi ayaklandı ve peşimden yürüdü. “Biz de geliyoruz.” dedi hepsi bir ağızdan.

***

Bütün adamlarım evin salonunda sıraya dizilmiş bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Korkmalılardı. Karım yoktu. Karım neredeydi?

“SİZ KAFAYI MI YEDİNİZ ULAN?” dedim önlerinde sağa sola yürürken. Hepsinin boğazına yapışıp boğmak istiyordum. “SİZ BİR KAYDA NASIL İNANIRSINIZ? NASIL BENİ ARAYIP SORMAZSINIZ? ADA ELİNİ KOLUNU SALLAYIP BURADAN NASIL ÇIKAR? SİZ KİMİN ALIP GÖTÜRDÜĞÜNE NASIL BAKMAZSINIZ? BOŞUNA MI ÇALIŞIYORSUNUZ SİZ BURADA?”

“Abi kıvranıyordu Ada Hanım. Karnını tutuyordu. Canı yanıyordu belli ki. Bir an önce hastaneye gitmesi gerektiğini düşündük.”

“İçinizden biri bile peşinden gitmeyi akıl edemedi mi?” dedi Uygar. Koşarak salona girmişti. Kimse cevap vermemişti. “Yıkılın şuradan, gözüm görmesin. Sonra keseceğim hepinizin biletini.”

Bütün adamlarım koşar adım salondan ayrıldı. Hepimiz gözlerimizi Uygar’a diktik. “Ne buldun?” dedim ellerimle yüzümü kapatıp gözlerimi ovuşturarak. “Nerede Ada? Getiriyorlar mı eve?”

“Bulacağız Deniz.” dedi.

“Bulacağız değil bulduk diyeceksin Uygar. Ada nerede?!”

“Sakin ol Deniz. Her yerde arıyorlar.”

Sinirden, korkudan deliye dönmüştüm. “BENİM KARIM NEREDE?” dedim bağırarak. “BENİM KARIM HAMİLE! BENİM KARIM BENSİZ. BENİM KARIMI KİM ALDI? NEREYE GÖTÜRDÜ?” dedim ve Uygar’ı kolundan tutup kapıya doğru döndürdüm. “Git Uygar. Bana karımı bulmadan sakın gelme!”

***

Uygar gideli bir saati geçmişti. Ada yoktu. Plaka sahibinin Barış Yüksel olması dışında elimizde hiçbir bilgi yoktu. Barış Yüksel’in kim olduğunu bilmiyordum. Ada’nın telefonundan hala sinyal alınmamıştı. Boğulmak üzereydim. Ramak kalmıştı.

Selay Can’a, Miray da Güneş’e sarılmıştı. Selay ve Güneş durdurulamaz şekilde ağlıyordu. Teselli etmek Can’a ve Miray’a kalmıştı. Beni kim teselli edecekti?

Odamıza çıkıp silahın olduğu çekmeceyi açtım. Silahı aldım. Şarjörü açtım. Bir kurşun vardı. D.A. harflerinin olduğu kurşunun olması gereken yerde bambaşka bir kurşun vardı. Ada bunu dün akşam mı değiştirdi Deniz? Bilmiyordum.

Silahı belime soktum. Odaya döndüm. Ada’nın takılarının olduğu kasayı açtım. Zümrüt yeşili küpe karşımda duruyordu. Son ana kadar elimdeki küpenin kutudakinin eşi olmaması için dualar etmiştim. Ama olmamıştı.

O gün Özgür Ada’yı nasıl bulmuştu? Neyle tehdit etmişti? Küpeyi kulağından çekerken çok canı yanmış mıydı? Silahla ne işi vardı? Kurşundaki kan kimindi? Ada neredeydi?

Odadan çıktım, salona indim. Uygar gelmişti ama Ada yoktu. “Deniz.” dedi bana doğru döner dönmez. “Ada’nın telefonunun son sinyalinin nereden geldiğini buldu çocuklar. Beykoz’da orman içinde bir yer. Araba da oradaydı. Çocuklar dağıldılar, arıyorlar ormanı. Ama bana kalırsa o arabadan inip başka bir arabaya bindiler.”

Ellerimi yumruk yapıp ona doğru ilerledim. “Benim karım nerede?” dedim. Sinirlerime hâkim olmakta çok zorlanıyordum. Elimden her an bir kaza çıkabilirdi.

“Polise haber vermemiz gerekiyor.” dedi Uygar. “Ada’nın telefonu arabadaydı. En son kimi aramış diye baktı çocuklar. Selay’ı aramış. O da düğünden önce.”

“Ada’yı almaya gelen kişinin nasıl haberi olmuş?” dedi Can. “Haberleşmeden tesadüfen geldi ve Ada’yı alıp çıktı mı yani?”

“Ablam kayıp. Ablam kaçırıldı benim.” dedi Güneş ve şiddetle ağlamaya başladı. “Dayıma, abime, dedeme, babaanneme haber vereceğim ben.” dedi telefonunu kulağına götürüp.

Selay telefonu Güneş’in elinden aldı. “Güneşçim. Biraz bekleyelim. Ortalık sakinleşsin. Herkes hastanede. Telaş yapmasınlar.”

“Ablam kayıp Selay! Telaş yapılmayacak şey mi bu? Biz ölüyorduk! Bizi öldürmek için geldiler oraya.” dedi ve bana döndü. “Koruyamadın sen bizi.” Yutkundum ve gözlerimi yumdum. “Ablamı evden alıp götürmüşler ve senin işe yaramaz adamların da buna müsaade etmiş. Ablam yoksa ve onu bulamıyorsak senin yüzünden.”

“Güneş sakin ol.” dedi Miray.

“Ne sakin olması ya?” Sadece izliyordum çünkü elimden bir şey gelmiyordu. Güneş telefonunu Selay’ın elinden aldı ve tekrar kulağına götürdü. “Abi. Dinle... Biliyorum. Çok üzgünüm Salih abi için ama ablam yok... Yok işte. Eve göndermişlerdi onu. Biri gelmiş, almış götürmüş. Deniz’in evine gel... Hemen gel abi!” dedi ve telefonunu koltuğa fırlatıp koşarak merdivenden çıktı.

Herkesin bakışları üzerimdeydi. Güneş haklıydı. Benim suçumdu. Ada’yı yanımdan ayırmamam gerekiyordu. Onu tek başına göndermek benim hatamdı.

Neredeydi şimdi? Nasıldı? Üşüyor muydu? Üzerine bir şey almış mıydı? O hemen üşürdü. Sıcak bir yerde miydi? Neredeydi?

Kendimi parçalara ayırmak, sonra tekrar toplamak, yine parçalara ayırmak, yine toplamak istiyordum. Kendime başka nasıl bir ceza verebilirdim bilmiyordum. Canım öyle çok yanıyordu ve elimden o kadar hiçbir şey gelmiyordu ki ölmek istiyordum.

Canımdan çok seviyordum onu. Kirpiğinin düşmesine, saçının telinin kopmasına, tırnağının kırılmasına dayanamazdım. Öyle çok seviyordum. Ama şimdi yoktu. Kollarımın arasında olması gerekiyordu ama yoktu. Onu görmeyeli birkaç saat olmuştu ama yüz asır geçmiş kadar olmuştu.

Bizi bu hale ben mi getirmiştim? Bunu bize nasıl yapmıştım? O aptal evlilik sözleşmesini nereden çıkarmıştım? O gece ona söylediklerim yüzünden can çekişiyordum. O ne haldeydi, ben görememiştim. O ne haldeydi ve ben ona neler demiştim. Benim sevgilim neler yaşamıştı, başına neler gelmişti. Ben nasıl görmemiştim? Ben onu nasıl param için yatağıma girmekle suçlamıştım?

Şimdi karşımda olsa bir tokatla yetinmemesini, beni tek bir kurşunla kalbimden vurmasını söylerdim.

Ah gece gözlü sevgilim. Neredesin? Nereye gittin?

“Deniz Bey.” diye içeriye girdi Tolga.

“Ne var?” dedim sinirle ona dönerken. Neden öfkemi içimde tutuyordum ve neden onun yakasına yapışmıyordum?

“Deniz Bey hastaneden aradılar.” dedi. Ada. Ada’dan bir haber mi vardı? “Kerem’i kurtaramamışlar.” dedi. Sadece bir buçuk saniye sürmüştü.

Bir günde yerle bir olacağımı ölsem düşünmezdim ama olmuştum işte. Karım yoktu. Dedem yerine koyduğum adam ölmüştü. En iyi adamlarımdan bir tanesini kaybetmiştim. En kötüsü hangisiydi bilmiyordum. Daha kaç farklı kötü senaryoyu yaşayacaktım? Canım daha kaç farklı şekilde yanacaktı?

Tüm ömrüme sığacak acıları bir günde yaşıyordum. Beynimden vurulmuş gibiydim ama ölmüyordum. Neden ölmüyordum? Oysa sabahtan beri üç kez öldüğümü hissetmiştim.

“Tamam. Git sen Tolga.” dedi Uygar. Beni kolumdan tutup arkamdaki koltuğa oturttu.

“Kerem.” diye fısıldadım.

Uygar beni susturdu. “Sssh tamam Deniz. Otur şuraya.”

Başım dönüyordu. Bisikletten düşen bir çocuk gibi ağlamak istiyordum. Güçlü olmak istemiyordum. Bugün benim yere yıkıldığım gündü. Enkazım dağılmıştı ama kimse görmüyordu. Karım neredeydi? Sadece o görürdü içimde kopan fırtınayı. Sadece o sarardı tüm yaralarımı. Ama yoktu.

Güzel yüzü, gül kokulu teni, gece siyahı gözleri, yüzümde gezen elleri yoktu. En çok ona ihtiyacım varken en çok o yoktu.

Dirseklerimi dizlerime koydum. Ellerimi yüzüme kapattım. Uygar yanıma oturup kollarını bana sardı. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Dakikalarca, susmadan, bıkmadan ağladım. Neden biri canımı almıyordu? Bundan daha güzel bir gün olamazdı.

***

“Nerede Ada?” dedi Savaş. Ne zaman geldiği hakkında bir fikrim yoktu. “Kimle gitti Ada? Nereye gitti?”

“Bilmiyoruz.” dedi Uygar. “Arıyorlar. Polise de haber verdik. Birazdan gelirler.”

“NE DEMEK BİLMİYORUZ?!” dedi Savaş. Güneş merdivenlerden hızla indi. “Kardeşime sahip çıkamadın mı sen?”

“Herkes niye Deniz’in üzerine gidiyor ya? Sakin olsanıza siz! Adamın karısı yok. Ada’yı kendi kaybetmiş gibi konuşmayın artık. Görmüyor musunuz halini?”

“Bizim halimiz ne olacak Uygar?” dedi Savaş. “Dedemi kaybediyorum. Daha onun ölümüyle yüzleşmeden kardeşimin ortadan kaybolduğunu öğreniyorum!”

“Dün gece neredeydiniz?” dedim bir anda. “Ada ve sen. Nereye gittiniz?”

Savaş bir an afalladı. “Dayımı ve yengemi almaya gittik. Bunu zaten biliyorsunuz.”

Başımı salladım. Belimdeki silahı sehpaya sertçe koydum. Cebimdeki kurşunu çıkartıp silahın yanına fırlattım. Savaş anlamaya çalışıyordu ama anlamadığına emindim. “Bu silahtaki kurşun niye değişti Savaş?!” dedim hiddetle.

“Ne diyorsun Deniz? Anlamıyorum söylediklerinden hiçbir şey.”

Ayağa kalktım ve odada yürümeye başladım. “Daha açık anlatayım o zaman.” Derin bir nefes alıp ona döndüm. “Bu silahta tek bir kurşun vardı. Üzerinde adımın ve soyadımın baş harflerinin olduğu özel bir kurşun. Düne kadar öyleydi. Sonra ne oldu biliyor musun? Biri o kurşunu bir kutunun içinde, üstelik üzerinde kan lekeleriyle beraber bana gönderdi. Tesadüfe bak ki silahımın içinde bir kurşun var. Ama üzerinde D.A. yok. Aa bak söylemeyi unuttum.” Cebimden zümrüt yeşili kolyeyi de çıkarttım ve avucuna yerleştirdim. “Kurşunun haricinde bu küpeyi de göndermişler. Bilmiyorsan söylemek isterim. Ada’nın küpesi.” Sustum ve bir süre yüzünü inceledim. “Şimdi anlatma sırası sende. Bu kurşun kime sıkıldı? Silahıma, bana ait olmayan o kurşunu kim koydu? Ada’nın küpesi neden ve nasıl bana gönderildi?”

“Bilmiyorum.” dedi Savaş. “Ben nereden bileyim senin silahını?”

“İlker savcının öldüğü gün Ada Melis için hastaneye geldiğinde kulağında kan vardı. Küpesi yoktu. O gün siz beraberdiniz.” Yüzüme öyle boş bakıyordu ki Ada’nın kardeşi olduğunu umursamadan onu tekme tokat dövesim geliyordu. “O gün sizi gördüğünü söyleyen çocuk geldi bugün. Düğün esnasında. Yanına gittim. O gün Özgür’ü gördüğünü söylemişti. Kimse inanmamıştı. Doğruydu değil mi? Özgür karşınıza çıktı sizin?” Savaş susuyordu. Herkes onun ağzından çıkacak tek bir kelimeye bakıyordu. “Anlat yoksa seni öldürürüm Savaş.”

“Deniz tamam.” dedi Uygar. Ardından Savaş’a döndü. “Savaş anlat hadi sen de. Söyleyeceğin her şey çok önemli. Ada’yı bulmamız senin anlatacağın şeylere bağlı belki de.”

Savaş pes etti, koltuğa çöktü. Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. Hayatımda duyduğum, duyacağım en kötü şeyleri anlatacağından habersizdim. Onu soluksuz dinlemiştim.

“İlker savcının öldüğü gün Ada’yla beraber kahve içmek için dışarıya çıktık. Özgür yolumuzu kesti. Küpeyi o zaman çekip aldı kulağından. Ada’yı zorla bir arabaya bindirdi. Dakikalarca çıkmadılar arabadan. Korkmaya başlamıştım. Hiçbir şey yapamıyordum çünkü biri beni dışarıda esir almıştı. Uzun süre bekledim. Özgür sonunda Ada’yı yaka paça dışarıya attı. Elinde bir dosya vardı. Melis’e kalp bulmuş şerefsiz. Bazı şartlar koymuş Ada’ya.”

“Ne şartı?” dedi Uygar.

“Tehdit etmiş Ada’yı. Eğer istediğim şeyi yapmazsan kalbi Melis’e vermem, Savaş’ı öldürürüm, bebeğini öldürürüm, uzaktan yakınına gelene tüm sevdiklerini öldürürüm demiş. Elinde, içinde zehir olan bir iğne varmış. Ada’nın karnına dayamış iğneyi. O iğneyle öldürecekmiş bebeği. Tehdit etmiş. Mecbur kabul etmiş Ada.”

“Neyi kabul etmiş ablam?” dedi Güneş.

“Düğününüzde Deniz’den ayrılacaksın demiş Özgür. Ortadan kaybolacaksın, hiçbir izin kalmayacak demiş. Ada Melis’i yaşatmak için, bebeğinizi yaşatmak için, beni yaşatmak için kabul etti onun teklini. Özgür Deniz’in Ada’sız kalmasını istiyordu. Onu böyle cezalandıracaktı.”

“Ya siz, hadi Ada’yı geçtim sen nasıl anlatmazsın bunu bize Savaş?” dedi Uygar sinirle. “Bu saklanacak şey mi? Şaka mısın amına koyayım?”

“Melis’in ameliyattan çıkmasını bekledik. Garantiye almak istiyorduk çünkü. Zaten herkes güvendeydi. İlker savcı her yere polisi koruması göndermişti. Ameliyattan sonra İlker savcıyı aradı Ada. Her şeyi anlattı. Yarım saat sonra savcının öldüğünü öğrendik. Küpeyi kulağından çekerken saçlarının arasına ses kayıt cihazı yerleştirmiş meğer. Duymuş Ada’nın her şeyi anlattığını. Suikast düzenlemiş savcıya.”

“Orospu çocuğu.” dedi Selay.

“Ada çok acı çekti. İlker savcı benim yüzümden öldü diye diye kahroldu. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Hiçbir hamle yapamıyorduk. Özgür’ün birine daha zarar verme ihtimalini düşündükçe elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamıştı.”

“Ada’nın nerede olduğunu biliyor musun?” dedi Miray. “Madem düğünde ortadan kaybolacaktı, o zaman bu sizin planladığınız bir şey. Nerede Ada?”

Savaş başını iki yana salladı. “Ada Özgür’e boyun eğecek ve düğünü terk edecekti. Sonra Özgür’e ulaşıp ortadan kaybolmak için yardım isteyecekti. Buluşma teklif edecekti. Dedemin adamlarıyla gidecektim ben de. Özgür’ü yakalayacaktım. Sonra Ada gelip sana her şeyi anlatacaktı.” dedi, bana bakıyordu. “Ama olmadı.”

“Niye değişti plan?” dedi Miray.

“Ada çok acı çekiyordu.” dedi, hala bana bakıyordu. “Düğününüzde, en mutlu gününüzde senden ayrılmaya gönlü razı gelmiyordu. Yapamayacağını, ayrılamayacağını söylemeye başladı. Sonra da sen ondan ayrıl diye saçma sapan davranmaya başladı.”

Uzun süren sessizliğimi bozdum. “Bu yüzden mi evlilik için erken dedi bana? Bu yüzden mi bebeğimiz için pişmanım dedi? Ben ondan ayrılayım diye mi bebeğimizi aldırmaya gitti yani?”

Herkes söylediğim şey üzerine bana büyük bir şokla bakarken Savaş’ın ifadesi şaşkınlık değil hüzün doluydu. “Sen biliyor muydun?”

“Biliyordum.”

Savaş yutkundu ve devam etti. “Ada bebeğiniz için asla pişman değildi Deniz. Sen ve bebeğiniz onun yaşama tutunma sebebiydiniz. Ada ne kadar istemese de senden ayrı kalacağına kendini ikna etmişti. Aksini söylesem de inancı kalmamıştı. Deniz hem benim acımı hem bebeğimizin acısını kaldıramaz, gidişimle sadece bana üzülsün. Bir de bebeğimize üzülmesin. Ben onun gönlüne iki hasreti birden yükleyemem. Bebek düştü dersem bana inanır. dedi. Karnında nasıl büyüdüğünü göremeyeceğin, tekmelerini hissedemeyeceğin, doğumuna şahit olamayacağın bir bebeği dünyaya getirmek istememiş. Ama sonra ne olduysa vazgeçmiş. Aldıramamış.”

Uygar başını iki yana salladı. “Eğer sen gelip her şeyi anlatsaydın biz bugün daha büyük güvenlik önlemleri alırdık. Ada da burada, yanımızda olurdu. Yaptığın düpedüz salaklık. Aptallıktan başka bir şey değil. Hadi Ada sağlıklı düşünemedi. Sen nasıl razı geldin ya? Kimi korudun saklayarak? Kaç tane insan öldü! Deden öldü amına koyayım! Kerem öldü. Deniz’in en iyi adamı. Ada’nın yakın koruması.” dedi beni göstererek. “Şu adamın haline bak. Dağ gibi adam yıkıldı!”

“Uygar.” dedi Can. “Şimdi birbirimize saldırmanın hiçbir anlamı yok. Ada’yı bulmaya odaklanalım.” Bakışlarını Savaş’a çevirdi. “Bu kurşun meselesi ne?”

“Ada bir gün dedeme geldi. Her şeyi anlattı. Dedem birinden yardım isteyeceğini söyledi. Demesine göre o biri Özgür'ü bulabilirmiş. Dediği gibi de oldu.”

“Nasıl yani?” dedi Güneş. “Abi nerede Özgür? Kim buldu onu? Niye polise teslim etmediniz? Nerede bu adam şimdi? Yakalandıysa bizi kim kurşun yağmuruna tuttu?”

“Terk edilmiş bir fabrikada tutuyordu Özgür’ü. Şile taraflarında bir yerde.” Yere eğmiş bakışlarını kaldırdı ve bana baktı. Mahcuptu. “Dün akşam gittik yanına.”

Uygar delirmiş gibi sağa sola yürümeye başlamıştı. Öfkesinden korkuyordum. Ben ne kadar tepkisizsem Uygar o kadar tepki doluydu. Benim yapamadıklarımı o yapıyordu. “Siz ikiniz. Ada ve sen. Tek başınıza. Özgür’ün yanına gittiniz. Hiçbir güvenlik önlemi almadan.” dedi ve sustu. “Bak Savaş. Eğer seni şimdi burada çekip vurmuyorsam Ada’nın kardeşisin diye vurmuyorum. Yoksa alnının ortasından vurmuştum seni.”

“Vur o zaman! Ne bekliyorsun? Tek suçlu ben miyim? İlla bir suçlu arıyorsanız ben seve seve kurban olurum.”

“Kesin.” dedi Güneş. “Burada tek kurban ablam. Onu arayacağınız yerde burada durmuş kavga ediyorsunuz. Ne geçiyor elinize?” Derin bir nefes alıp abisine döndü. “Dün ne oldu abi? Bu kurşunda neden kan lekesi var?”

“Ben fabrikaya girdim. Fabrikanın etrafı dedemin adamlarıyla doluydu. Benim için de Ada için de güvenliydi. Ada’ya arabada beklemesini söylediğim halde içeriye geldi. Senin silahını almış. Hiç tereddüt etmeden ateş etti. Omzundan vurdu Özgür’ü.”

“Sonra kurşunun eksildiğini anlamamamız için de şarjöre bir kurşun koydun. Ama Ada’nın sıktığı kurşunun özel bir kurşun olduğunu bilmiyordun tabii.” dedi Uygar.

“Bu kurşun nasıl Deniz’e geri geldi o zaman? Kim gönderdi? Esir değil mi bu Özgür?” dedi Selay.

Yüzümü ellerimin arasına aldım. “Bütün bu olanlardan sonra hiçbir şey olmamış gibi eve geldiniz. Tek kelime dahi söylemediniz.” dedim ve ayağa kalktım. “Nerede bu fabrika? Özgür hala orada mı?”

Savaş derin bir nefes aldı. “Melih bulmuş Özgür’ü tuttuğumuz yeri. Taramış her yeri. Eser, Özgür’ü bulan ve onu tutan kişi yani. O söyledi. Melih Özgür’ü oradan çıkarmış. Kurşunu da Özgür göndermiştir.” dedi ve derin bir nefes daha aldı. “Özgür Babam beni ne yapar ne eder bulur. dedi sürekli. Melih tehlikesi devam ederken kimseye bir şey anlatamazdık.”

“Ne oldu da Özgür kendi yaptığı anlaşmaya uymadı? Madem Ada beni düğünde terk edecekti, Özgür bunu bilmiyor muydu? Düğünümüzü neden bastılar Savaş?”

“Bilmiyorum Deniz. Dün Ada Özgür’ü vurunca Özgür için işler değişmiş olmalı. Ama Ada yine de gitmeyecekti. Bu sabah Ada’yla konuştum. After Part’ye giderken Ada benim ayarladığım araca binecekti. Bursa’ya gönderecektim onu. Özgür ve Melih Ada’nın seni gerçekten terk ettiğini zannedecekti. Melih Özgür’ü bulmaya geldiğinde Melih’i de Özgür’ü de yakalattıracaktım. Sonra Ada geri gelecekti. Ama şimdi neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yok.”

“Bu da oyun değil mi?” dedi Uygar. “Biliyorsun sen Ada’nın yerini.”

“Saçmalama Uygar.” dedi Savaş. Bir öfkeye kapılmıştı.

“Offff. Kesin ya kesin.” dedi Güneş bağırarak. “Burada kavga edeceğinize ablamı bulun bana. Nerede ablam abi? Bana ablamı bulacaksınız. Duydun mu Deniz?” dedi, sonra Savaş’a döndü. “Abi duydun mu?”

“Emin ol Ada’nın burada olmasını senden daha fazla istiyorum Güneş.” dedi Savaş. Yavaş yavaş merdivenlerden çıktım, odamıza girdim. Günlerce ayrı uyumuştu. Günlerce onsuzdum. Dün gece dayanamamıştım. Onunla uyumak istediğim için tüm kızları odalara dağıtmış, ona uyuyacak bir yer bırakmamış, çalışma odasında uyumasın diye de anahtarı kaybettim yalanını söylemiştim. Son çare olarak odamıza gelmişti. Benimle aynı yatağa yatmasın diye giyinme odasına yer yatağı yapmıştı. Uykuya dalar dalmaz onu yatağımıza getirmiş, sabaha kadar onu izlemiştim. Dünyanın en güzel kadınıydı. Dünyanın en güzel kadınını sevilebilecek en güzel sevgiyle seviyordum.

Ama ben onu beni sevmemekle suçlamıştım. Ben onun param için benimle beraber olduğunu düşünmüştüm. Bu söylenebilecek en aşağılıkça şeydi. Benim karım haftalarca nelerle uğraşmıştı? Ben nasıl anlamamıştım? Gözüm kör olmuştu da görememiş miydim? Ada’yı hiç mi tanımamıştım?

O nelerle uğraşırken ben onun önüne evlilik sözleşmesi atmıştım. Onun yüreğinde dağ gibi yük varken bir de ben mi yük olmuştum? Benim gece gözlü sevgilim benim yüzümden acı çekmişti. Kalbim dayanmıyordu. Onunki nasıl dayanmıştı?

Melis yaşasın diye benden vazgeçmişti. O orospu çocuğu Özgür bebeğimizi öldürmesin diye benden vazgeçmişti. Kim bilir ne kadar korkmuştu, kim bilir ne kadar çaresiz hissetmişti?

Ah sevgilim neredesin?

Yastığını alıp sarıldım. Kokusu sinmişti. İçime çektim. Burnumun direği sızlamıştı. Canım yanıyordu. Yastığa sinen kokuyu tüm hücrelerime nüfuz ettirircesine içime çektim. Ve bir daha kokusunu hiç duymadım.

Bir insan ne kadar acı çekebilirse o kadar acı çekiyordum. Fiziksel olarak da canım yanıyordu. İçimdeki öfke, korku, çaresizlik tenimden çıkmak istiyordu sanki. Baştan aşağı acı çekiyordum. Acı kelimesinin vücut bulmuş haliydim.

Gideceğine o kadar emindi ki bebeğimizden vazgeçmişti. Benim şahit olamadığım bir hamileliği yaşamak istemiyordu. Bensiz kalacak diye bebeğimizden vazgeçmişti. Bu kadar acıya nasıl dayanmıştı? Dağ bile dayanmazken benim sevgilim nasıl dayanmıştı?

Düğün dansımızı ederken ona söylediklerimi hatırladım. Son arzum, seni hiç tanımamışım gibi hayatımdan yok olman demiştim. Ve şimdi gerçekten de yoktu işte. Onun canını nasıl bu kadar yakabilmiştim? Onu tüm kalbimle, tüm ruhumla severken canını nasıl yakmak istemiştim?

Dayanamıyordum. Saatler olmuştu, yoktu. Gözümden sakındığım sevgilim yoktu.

Aşağı indim. Herkes daha da perişan bir halde oturuyordu. Kimseyi daha önce bu kadar üzgün görmemiştim. Elimden bir şey gelmemesinden nefret ediyordum.

“Bu Özgür neden düğünde ayrılmamızı istedi Ada’dan?” dedim Savaş’a. Camdan dışarıyı izliyordu. Sesimi duyunca bana döndü.

“Cemre’yi seviyormuş.” dedi bir anda. Neye uğradığımı şaşırmıştım. “Yani sırf Gökalp yüzünden düşman değil size. Cemre yüzünden intikam almaya çalışıyormuş. Kendisi mutlu olmadığı için sen de mutlu olma istiyormuş.”

“Cemre’yi Deniz’in hayatına onlar soktu amına koyayım! Geri zekâlı mı bu?” dedi Uygar. “Aşık olduğu kadını düşmanının kucağına atmasaymış.”

“Amaçları Deniz’in Cemre’ye aşık olmasını sağlamakmış. Cemre’nin de Deniz’e aşık olabileceğini düşünmemiş kimse.”

“NE AŞKI YA?” diye bağırdım. “Sikeceğim. Ne aşkından bahsediyorsunuz siz? Karım yok benim karım.” Savaş'a döndüm. “Beni o fabrikaya götür Savaş.”

“Saçmala Deniz. Polisler gelecek birazdan. İfade vereceğiz. Ada’nın da gittiğini söyleyeceğiz.”

Ofladım. “Burada hiçbir şey yapmadan daha ne kadar oturacağım ben Uygar?! Karım yok diyorum. Ada yok.”

“Tamam. Sakin ol önce.” dedi. Onu dinlemedim.

“Özgür’ü kim tutuyordu? Nerede bu adam?”

“Eser Kırcalı.”

“Kim bu adam? Şahin Kırcalı'nın nesi oluyor?'' dedim ve sinirden gülmeye başladım. Şahin Kırcalı Ada'nın ve aynı zamanda Savaş'ın babaannesine sarkıntılık eden adam değil miydi? Ve Savaş bu adamın tanıdığı biriyle iş birliği mi yapıyordu? ''Polisin savcının bulamadığı adamı Eser nasıl buluyor? Ve sen tanıyor muydun Eser'i?”

“Eser Şahin'in oğlu, aynı zamanda Melih'in kuzeni. Dedemin yeğeni oluyor yani Eser. Ben tanımıyordum. Özgür'ün bizim önümüze çıktığı gün beni silahla tutan biri vardı. Hasan. Bu Hasan eskiden Eser'in adamıymış. Eser önce Hasan'a ulaştı. Hasan'dan öğrendi Özgür'ün yerini.”

“E bu Eser niye kendi öz kuzeninin oğlunu esir alıyor? Mantıklı gelmedi hiç?” dedi Uygar.

“Eser'in babası Şahin'in, dedeme vefa borcu varmış. Şahin ölmüş yıllar önce. Vefa borcunu ödemek de oğlu Eser'e kalmış.”

''Ulan bu Şahin şerefsizin önde gideni değil miydi? Salih abi Şahin'e nasıl bir iyilik yapmış da Şahin'in Salih abiye vefa borcu kalmış?''

''Bilmiyorum orasını.'' dedi Savaş. Bana kalırsa biliyordu ama saklıyordu.

“Bu Eser'e nasıl ulaşacağız? Gel desek gelir mi? Ondan başka olan biteni anlatacak kimse yok.” dedim. “Belki de Özgür'ü o serbest bıraktı. Tanımadığın bir herife nasıl güveniyorsun sen?”

“Başka çaremiz yoktu!” dedi Savaş bağırarak. “Mecburduk. MECBURDUK. Herkesin yaşaması buna bağlıydı.”

“Aynen çok güzel yaşıyor herkes.” dedim. “Tüm sevdiklerim yanımda. Salih abi iyi, Kerem kapıda. Karım yanımda. Biz de buraya düğünün kritiğini yapmaya geldik. Aynen evet, her şey yolunda.” Savaş üzerime doğru geldiğinde Uygar onu durdurdu. “Ulan biz yarın balayına gidecektik! Bunun için hazırlanmamız gerekirken ben karımın kimler tarafından, nereye götürüldüğünü öğrenmeye çalışıyorum. Ne yaşıyorum ben ya? Ne yaşıyorum? Hepsi senin yüzünden!”

“Siktir git Deniz.” dedi Savaş. “Senin aptal adamların Ada’nın bu evden çıkmasına izin vermeseydi Ada şu an burada olacaktı. Ya sen, sen onu eve niye gönderdin? Hepimiz sarayda bir aradayken Ada'yı tek başına buraya neden gönderdin?”

“ÇÜNKÜ BURASI DAHA GÜVENLİ DİYORUM! BUNUN NESİNİ ANLAMIYORSUN SEN? HALA HAKLIYMIŞ GİBİ KONUŞUYORSUN YA DELİ OLUYORUM. YA SEN BANA GELİP HER ŞEYİ ANLATSAYDIN BENİM DÜĞÜNÜMÜ KİMSE SİLAHLA BASMAYACAKTI! BASTI DİYELİM, GÜVENLİK ÖNLEMLERİNİ ARTTIRDIĞIM İÇİN KİMSEYE BİR ŞEY OLMAYACAKTI!”

“SON DERECE GÜVENLİ EVİNDEN NASIL ÇIKTI PEKİ ADA?” dedi öfkeyle. “BURADAN NASIL ÇIKABİLDİ? MADEM GÜVENLİYDİ.”

“AYNI ŞEY DEĞİL.” dedim. Zil çaldı. Birkaç saniye içinde salon polisle ve tüm akrabalarımızla doldu. Ada’nın yokluğu yetmiyormuş gibi şimdi bir de bunlarla nasıl uğraşacaktım? Ben yalnız kalmak istiyordum. Ada yoksa başka kimse de olmamalıydı.

“İyi akşamlar.” dedi bir polis memuru. Bu akşamın nesi iyiydi? Bu adam kafayı yemiş olmalıydı. Benim düğünüm yerle bir olmuştu ve bana iyi akşamlar mı diliyordu? Boğazına yapışmak istiyordum. “Deniz Bey ifadenizi almak için geldim. Silahlı saldırı için.”

“Daha önemli konularımız var Memur Bey.” dedi Uygar. “Ada kayıp.”

Memurlar önce Uygar’a daha sonra da bana baktılar. Anlatmaya başladık. Anlattıkça boğuluyordum.

Aç mı, iyi mi, üşüyor mu, yaşıyor mu? Düşündükçe kalbim kesiliyordu. Son sorunun cevabını düşündükçe aklımı kaybedecek kadar korkuyordum. Başına ne gelmişti? Neredeydi? Kiminleydi? Ona nasıl davranıyorlardı? Bu kadar ceza yeterdi bana. Kim götürdüyse artık karımı geri getirmeliydi.

“Fabrikaya hemen ekip gönderiyoruz. Eser dediğiniz adamı da bulup ifadesini alacağız. Ada Hanım’ı götüren aracı araştıracağız. Sahibini bulduğumuzda büyük bir ipucu yakalayacağımızdan eminim.” dedi polis memuru.

“Karımı bulun.” dedim çaresiz bir sesle. “Size yalvarıyorum karımı bulun.” dedim. Polis memurları bana zavallıymışım gibi baktı. Uygar bana sımsıkı sarıldı. Boğulacak kadar ağlıyordum. Ve ancak Ada bu kapıdan içeriye girdiğinde susacaktım.

***

Zaman geçmişti. Saat gece bire geliyordu. Ada hala yoktu. Aldığımız tek haber Ada’yı götüren arabanın sahibine ulaşılmış olmasaydı. Arabanın sahibi düğünden saatler önce çalıntı ihbarı yapmıştı. Arabası kayıptı. Arabasını kimin aldığını, ne zaman aldığını bilmiyordu. Yani buradan da bir şey çıkmayacaktı.

Ormanda saatlerce yapılan arama da boşunaydı. Hiçbir iz yoktu. Ve ben artık aklımı yitirmek üzereydim.

“Deniz.” dedi Uygar.

“Ne Deniz?” diye bağırdım. “Ne?” Kimsenin sesini duymak istemiyordum. Kimse adımı söylemesin istiyordum. Adımı sadece Ada’nın sesinden duymak istiyordum. Onun sesinin olmadığı yerde benim ne işim vardı?

Telefonlarım susmuyordu. Haber kanalları sürekli bizi gösteriyordu. Kan gölüne dönmüş düğünümü daha fazla görmek istemiyordum. Hemen yanımdaki vazoyu aldım ve gücümün son damlasıyla televizyona fırlattım. Önce vazo sonra televizyonun ekranı parçalara ayrılmıştı.

''Deniz yapma oğlum.'' dedi babam.

''Neyi yapmayacağım ya? Neyi yapmayacağım? Şu havaya bakın. Eksi altı derece. Buz gibi. Yerde en az on santim kar var ve Ada belki de bu soğukta dışarıda. Üstünde gelinliğinden başka hiçbir şey yok. NASIL DAYANACAK? Çıkın dışarı, bakalım beş dakika durabilecek misiniz? Duramayacaksınız. Ada da duramaz! Benim karım soğuk sevmez. Benim karım neden benim yanımda değil ya? Delireceğim artık. Benim karım hamile ve benim yanımda değil. Üstelik düşük tehlikesi var! Neden hala bulunamıyor? Bu polisler uyuyor mu?''

Uygar geldi ve bana sarıldı. Kollarımı kaldıracak halim yoktu. Koskoca yaşımdan utanmadan olduğum yere yığılmak istiyordum. ''Dayanamıyorum Uygar. Ada nerede?'' Ada'nın nerede olduğunu bilmiyordum. Kimse bilmiyordu.

Her an, her dakika ona ulaşabiliyorken şimdi nerede ne yaptığını bilmemek sadece beynimi kemirmekle kalmıyor, beni öldürüyordu. Nerede, ne yapıyordu?

Yani ne olurdu şu kapıdan çıkıp gelseydi? Gelmiyordu.

Gelmeyecekti.

***

Saat sabaha karşı beşe gelirken ''En başından anlat.'' dedim karşımda duran Eser'e. Genç biriydi. Benden en fazla üç dört yaş büyüktü. Karşımda sürekli esnediği için onu öldüresim geliyordu. ''Ada Özgür'ü vurdu. Sonra Savaş'la birlikte oradan ayrıldı. Onlar ayrıldıktan sonra sen ne yaptın?''

''Özgür'ün omzundaki kurşunu çıkarttım. Sağlam vurdu ama. Ben ıskalar zannediyordum. Hedefi en başından beri omzuydu. Hiç tereddüt etmeden, tek kurşunla vurdu.''

Neredeyse gülümseyecektim. Ben görmemiştim ama başarmıştı. Hangi huzurlu anımızı düşünmüştü de başarmıştı?

''Hikâye anlatır gibi anlatma şunu.'' dedi Uygar. ''Değerli yorumlarını dinleyelim diye getirmedim seni buraya. Kurşunu çıkardın, sonra ne oldu?''

''Özgür, babam beni bulacak diye zırvalayıp duruyordu. Sabaha kadar gelmesini bekledik kapıdaki adamlarla. Nitekim dediği gibi de oldu. Melih kaç tane olduklarını saymaya fırsat bulamadığım adamlarıyla birlikte saat bir buçuk civarı bulunduğumuz yeri bastı. Salih dayımın adamları öldü. Ruh hastası adam kendi öz babasının adamlarını öldürttü.''

“Sen nasıl kaçmayı başardın?” dedim. “Niye haber vermedin kimseye?”

“O an sadece kendimi düşündüm. Telefonumu düşünmeyi akıl edemedim. Arka kapı vardı, oradan kaçtım. Her yer ıssızdı. Ormanda saatlerce yol aradım. Sonunda bir yere vardığımda Savaş’a haber verdim ama çoktan olan olmuştu. Engel olamadım.”

“Neden kuzeninin oğlunu rehin tuttun? Ne derdin var Melih’le ya da Özgür’le?”

“Benim Melih’le bir derdim yok. Babam olacak alçağın Salih dayıma vefa borcu varmış. Ödememiş. Ödemeden geberdi gitti. Soysuz it. Bu borç da bana kaldı haliyle. Salih dayımı severim. Seve seve kabul ettim babamdan kalma vefa borcunu ödemeyi. Annem öldükten sonra beni o büyüttü çünkü.”

“Neyin vefa borcu bu?” dedim. “Nasıl bir vefa borcu insana akrabasını rehin tutturur?”

“Ben bilmem o kadarını. Dayıma sorarız.”

“Dedem öldü.” dedi Savaş. Eser anlık bir şokla bakışlarını Savaş’a dikti. Yutkunurken boğazından geçen yumruğu ben bile hissetmiştim. “Düğünde, vuruldu.” Savaş’ın gözleri dolmuştu.

“Melih kendi babasının ölümüne mi sebep oldu yani?” dedi Eser.

“Melih kansızın teki. Buna şaşırıyor musun cidden?” dedi Uygar. Ardından bir süre sustu. “Melih nasıl geldi oraya? Direkt silahla mı daldı? Hiçbir şey konuşulmadı mı yani öncesinde? Yani bir ipucu yok mu? Ada’yı onlar mı götürdü?”

“Bilmiyorum.” dedi Eser. “Özgür’den Melih’in yerini öğrenmeye çalışıyordum. Her şey bir anda oldu. Direkt silah sıkarak girdiler içeriye. O kurşunlardan biri bile Özgür’e gelmedi ya, yanarım yanarım ona yanarım.”

“Bak Eser. Eğer bir şey biliyorsan ve sırf kuzenin diye Melih’i korumaya kalkıyorsan seni öldürürüm.” dedim yakasına yapışarak.

“Ben de pek temiz bir adam sayılmam.” dedi Eser. “Ama bunlar savcı öldürtmüş. Savcı ulan. Yetmemiş Salih dayımın ölümüne sebep olmuşlar. Sence onların tarafında olmam mümkün mü benim?”

“Oradan bakınca herkese güvenen biri gibi mi görünüyorum?” dedim ve yakasından ellerimi çektim.

“Yaşadıklarından sonra güvenmemen normal. Ama ben onların tarafında değilim. İnan bana. Hatta bak sana bir teklifim var. Beraber çalışalım. Sen karına yaşattıklarının hesabını sorarsın böylece.”

“Senin kârın ne olacak bu işten?” dedi Uygar.

“Kâr zarar hesabı için teklif etmiyorum bunu. Bak benim kaybedecek bir şeyim yok. Gözüm de karadır. Diğer adamlarının da cesur olduğuna eminim fakat onlar ha deyince adam vuramaz.”

“Sen vurdun yani?” dedi Savaş. Şüpheliydi.

“Eh, öldürmesek de yaralı bıraktıklarımız çok oldu.”

“Bizim şu an Ada’dan başka düşünecek hiçbir şeyimiz yok.” dedi Uygar. “Başka yerde dene şansını.”

Sustum. Uygar haklıydı. Karımdan başka bir şey düşünmek istemiyordum. On iki saati geçmişti ama hala hiçbir iz yoktu.

“Ada’yı bulmana yardım ederim desem peki?” dediğinde gözlerimi gözlerine diktim.

“Bir şey mi biliyorsun ulan sen?” dedi Savaş. Bu sefer Eser’in yakasına o yapışmıştı. “Ne biliyorsun da ne yardımı edeceksin?”

“Savaş.” dedim. “Bırak. Bilmiyor hiçbir şey.”

“Ya nereden biliyorsun?” dedi Savaş. Bilmiyordum. Belki de Eser Ada’nın nerede olduğunu biliyordu. Bunu öğrenmenin tek yolu da onu yakınımda tutmaktı.

“Dostunu yakın tut demişler.” dedi Eser.

“Düşmanını daha da yakın tut demişler.” dedim.

“Ben senin düşmanın değilim.”

“Dostum da değilsin. Şurada bir saattir tanıyorum seni. Neden güveneyim?”

“Güvenme. Ama dostun olacağıma eminim. Ne kaybedersin ki?”

“Bence sen burada gereğinden fazla kaldın. Seni biz dışarı alalım artık.” dedi Savaş ve kolundan tuttuğu gibi Eser’i kapıya yürüttü.

“Dur.” dedim. “Savaş kalsın, bırak.”

Uygar ve Savaş bana şaşkın gözlerle baktığında arkamdaki koltuğa çöktüm ve gözlerimi kapatıp başımı geriye attım. Ada’sız sabahladığım ilk geceydi. Ve ne yazık ki son olmayacaktı.

“Yüzünü kara çıkartmayacağım.” dedi Eser. “Özgür’ü de Melih’i de getireceğim sana.”

“O orospu çocuklarını kendi ellerimle geberteceğim.” dedim.

***

1 Mart 2022, Salı
Sabah 07.38

808. günün sabahında kendimi banyoya attım. Karşımda günden güne bana daha da yabancılaşan biri vardı. 807 gündür kendi cesedimi taşıyordum ve 808. güne dayanıp dayanamayacağımı bilmiyordum. Ada olmadan uyandığım 808. sabahtı. Kaybolduğu aklıma geldikçe kafayı yiyecek gibi oluyordum. Hayatımın bir bölümü kararmış gibi hissediyordum. Sevgilim. Neden gittin, nereye gittin?

Binlerce ihtimal vardı ve o ihtimallerden hiçbiri onun yokluğuna çıkmıyordu ama ne olduysa öyle bir günde oldu. Biri gelip karımı almıştı ve ben 807 gündür onun nerede olduğunu bilmiyordum. Bugün bittiğinde 808 gün olacaktı ve ben artık yaşamımın sona ermesi gerektiğine inanıyordum. Dünya onsuz da dünyaydı. Hiç darılamadım, kızamadım dünyaya bu yüzden. Onsuz da yaşanılıyormuş ama keşke yaşanmasaydı. Dünyanın onsuz da dünya olması beni kırk yerimden kızgın bir bıçakla deşiyordu ve şimdi o yoktu, hiç çekilir gibi değildi yaşamak.

Olmayışına hala alışamamıştım. Yan koltukta oturmuş bir şeyler izliyordu sanki. Öylece dalıp gidiyordum ona. Hâlbuki yan koltukta oturmuyordu. Galiba gerçekten de delirmiştim.

Her şeyden nefret ediyordum. Seslerden, insanlardan, nefes almaktan ve yaşamak zorunda olmaktan. Keşke onun gidişiyle benim yaşamamı da son verselerdi. Böylesi en makul olandı. Onu aklıma getirecek milyonlarca sebep varken, yanıma getirecek hiçbir şey yoktu. Yanıma kıvrılıp uyuması gerekirken ben onun yokluğuyla boğuşuyordum ve bu acıyı tanımlayacak hiçbir sözcük bulamıyordum. Onu var etmek çok basitti. Gözlerimi kapadığım an gözümün önünde hep o vardı. Ve onu var etmek bu kadar basitken yokluğu o kadar zordu ki bu zorluğun altında kemiklerim kırılıyordu, ben onu yine de bulamıyordum.

O benim için bu koca dünyanın ta kendisiydi. Bu yüzden onunla birlikte herkes gitmiş gibiydi sanki. Yalnız hissediyordum. Dünya üzerinde hiç kimse kalmamış gibi yalnız hissediyordum. Ada’sız olmak bana böyle hissettiriyordu. Kimsesiz.

“Hadi Deniz, hala hazırlanamadın mı sen?” diye içeriye girdi Uygar. Cevap vermedim. 807 gündür insanlar bana sorular soruyordu, ben cevap vermeyince de kendi cevaplarını kendileri buluyorlardı. “Hazırlanmamışsın.” dedi banyonun kapısına yaslanıp. “Geç kalacağız.”

Aynadaki yansımasına baktım ve havluyla yüzümü kurulayıp havluyu sepete fırlattım. Banyodan çıkmak üzereyken Uygar kolumdan tutup beni aynaya çevirdi. “Şu aynaya bak. Bir dönüp aynaya bak oğlum. Ne görüyorsun harabeden başka?”

Kolumu kurtardım ve ona ters bir bakış attım. “Ne görmek istiyorsun Uygar? Sabah sabah belanı arama. Siktir git başımdan.”

“Artık kendine gelmen lazım. Hayat devam ediyor.”

Ona o kadar öfkeli bir bakış atmıştım ki olduğu yere sinmek zorunda kalmıştı. “Hayat devam etmiyor Uygar, zaman devam ediyor. Hayat, Ada’nın kaybolduğu gün asılı kaldı benim kalbime.” Uygar saçmaladığının farkına varmış olacak ki kolumdan tuttu ve beni odaya sokup yatağa oturttu. “Söylesene Uygar, bir kalp nelere dayanır? İnsan gerçekten göründüğünden daha güçlü. Yoksa Ada kaybolduğundan beri 807 kere ölmüştüm.”

“Hiçbir şey için çaba harcamıyorsun. Sen bu değilsin Deniz. Ada’yı bulmak için uğraşmıyorsun bile artık. Savaş, Güneş, Selay hatta Miray bile yüzüne bakmıyor. Yapayalnız mı kalmak istiyorsun sen? Ya Melis ve Eren’den bahsetmiyorum bile. Kendi öz kardeşlerin senin varlığını unuttu. Ben gelip seni arada yoklamasam yaşadığından haberimiz olmayacak.”

“Yaşıyor muyum?!” diye bağırdım. “Sen buna yaşamak mı diyorsun Uygar? 807 gün oldu! Bugün bittiğinde 808 olacak. Ada yok. Sanki dünyada var olmamış gibi yok hem de. Ellerimin arasından aldılar ve biz ilk günden beri tek bir ilerleme bile kaydedemedik! Ne yapmamı bekliyorsun sen benim? Ya sen, sen kendini benim yerime koysana. Koyamıyorsun değil mi? Düşün, düşün Miray yok.” dedim, gözlerini yumdu ve ağır ağır yutkundu. “Hiç haber alamıyorsun. Hiçbir iz yok. Bir anda kayboluyor ortadan. Ne yapardın?” Cevap vermedi. “Nerede, ne yapıyor, aç mı, susuz mu, iyi mi, geceleri uyuyabiliyor mu, üstüne ne örtülü diye düşünmekten aklımı kaybettim ben! Ama en kötüsü ne biliyor musun? Yaşıyor mu diye düşünmek. Öldüyse nerede Uygar? Öylece bir yere mi attılar yoksa benim asla bilmediğim bir yere mi gömdüler, ne yaptılar? Ama ben buna bile razıyım artık biliyor musun? En azından sarılacak bir toprağım olur.” dedim. Akmasın diye tuttuğum gözyaşlarım çoktan yanağıma süzülmüştü. Toprak. dedim kendi kendime. Çocuğumuza koymak istediğim isimdi. Zar zor yutkundum. “Çocuğumuz olacaktı bizim. Bunu ne kadar istemiştim, biliyorsun değil mi? Karımla beraber doğmamış çocuğumu da kaybettim ben Uygar. Ama Ada’yı o kadar düşünüyorum ki çocuğum aklıma bile gelmiyor. Nasıl aklımı kaybettim, sen anla!”

Uygar önüme çöküp ellerini dizlerime koydu. “Deniz artık profesyonel bir yardım alman lazım.”

Güldüm. “Korkma ya aklımı kaybettim diye kimseye zarar vermem.”

Uygar sinirle ayağa kalktı. “Sen zaten sadece kendine zarar veriyorsun amına koyayım!” dedi hiddetle. “Keşke bize versen o zararı. Oturup izliyoruz, başka da bir şey gelmiyor elimizden.”

“Biz bugün nereye gidiyoruz Uygar?” diye sordum sessizce. “Ben cevaplayayım. Biz bugün karıma hediye ettiğimiz oteli, hakkında Gaiplik Kararı çıktığı için başka birine satmaya gidiyoruz. Bu kararı niye verdiler peki? Karım ölüm tehlikeli bir kayıp olduğu için, kaybı 1 seneyi aştığı için verdiler! Ben Ada’nın otelini niye satıyorum ya? O otel benim karımın oteli!”

“Eğer sen kendini toparlamazsan Ada’yı nasıl bulacağız biz Deniz? Yalvarırım kendine gel artık.” dedi. Kendime gelmem için Ada’nın yanıma gelmesi gerekiyordu. Uygar bunu anlamıyordu, kimse anlamıyordu. “Sana söz, Ada geldiğinde o oteli geri alacağız.”

Polisler kimi zaman Ada’nın kendi rızasıyla gitmiş olabileceğinden şüpheleniyordu. Ben onların aksine Ada’nın zorla götürüldüğüne inanıyordum ve şüphelerim günden güne artıyordu. Eğer kendi gitseydi illa bir ipucu olurdu. Ya da kendi gitseydi, dayanamaz geri gelirdi. O gittikten sonra bütün evi aramış, yanına sadece fotoğraf albümünü ve Savaş’ın mavi deniz kabuğunu aldığını fark etmiştim. Eğer kendi gitseydi yanına eşyalarını da almaz mıydı?

“Ada.” dedim usulca. Adı benim ömrüme yazılmış bir şiirdi.

Uygar giyinme odasından bana bir takım elbise getirdi ve yatağa düzgünce koyup beni yalnız bıraktı.

***

“Günaydın Deniz Bey.” dedi Hakan arabamın kapısını açarken. “Direkt notere mi gidiyoruz?”

“Ada’nın eski evine gideceğim.” dedim ve koltuğa oturup Hakan’ın şoför koltuğuna geçmesini bekledim. O evde bir süre Miray yaşamıştı. Miray sonradan başka bir eve taşınınca Ada’nın evi babası Selçuk’a kalmıştı. Tahliye olduğundan beri ayda bir kez onu ziyaret ediyordum. Bana sadece o kızmıyordu. Herkesle aram bozulmuştu. Ada’nın hiçbir arkadaşı, akrabası, tanıdığı yüzüme bakmıyordu. Kendi ailem bile bana yüz çevirmişti. Sadece Uygar ve Ada’nın babası kalmıştı benimle doğru düzgün konuşan. “Eser aradı mı seni?” dedim, Hakan motoru çalıştırıp dikiz aynasından bana baktı.

“Aramadı Deniz Bey. Bugün Eser geç gelecek demişti Uygar Bey.”

Başımı salladım. Kerem öldüğünden beri Hakan’ın yüzüne bakamıyordum. Sanki Kerem’in ölümüne ben sebep olmuşum gibi mahcuptum Hakan’a karşı. Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum. Belki de aynı yıllarca beraber çalıştıkları içindi. “Kerem’in ailesiyle ilgileniyor musun?”

“En son pazar günü gittim ailesinin evine. Size minnettarlar. Yardımlarınız için.”

Ben vicdan azabı çekiyordum ve Kerem’in ailesi bana minnettar mıydı? Hiç mi suçlamamışlardı beni? Hiç mi yüzüme tükürmek istemiyorlardı?

“Bu gece kulübe gideceğim Hakan. Akşam evine erken gidebilirsin.”

“Peki Deniz Bey.” dedi Hakan. Hala sol yüzük parmağımda duran ve yerini ezberleyen yüzüğüme dokundum. Çıkartmayı bir gün bile aklımdan geçirmemiş, içindeki tarihi de sol dirseğimin üstüne, Roma rakamlarıyla dövme yaptırmıştım. Roma rakamlarıyla yaptırmıştım çünkü Ada’yla ilk kez Roma’da sevişmiştik. XXIII.X.MMXIX

Telefonumu çıkartıp Melis’i aradım. “Efendim.” diye bıkkın bir sesle beni cevapladı.

“Nasılsın?” dedim çekingen bir sesle. Sanki hiç olmamışım gibi beni silmişlerdi. Onlarla beraber mutlu olduğum günlerin özlemi ciğerimi yakıyordu. Ameliyat olduktan sonra beraber yaparız diye söz verdiğim hiçbir şeyi onunla yapmamıştım. En basitinden, uçağa ilk kez benimle binecekti, kendi bindi. Araba kullanmayı ben öğretecektim, kendi öğrendi.

“Derse gireceğim birazdan.” dedi soğuk bir sesle. “Bir şey mi oldu?”

“Doğum günün kutlu olsun Melis.” dedim, boğazımı dikenli teller çevrelemiş gibi acı çekmiş, zar zor yutkunmuştum. Melis hiçbir şey söylememişti. “Melis?”

“Geçtiğimiz iki doğum günümden ne farkı var da bu sene arama zahmetinde bulundun merak ettim doğrusu.” dedi. Sonuna da samimiyetten uzak bir “Abicim.” ekledi. “Yoksa inzivanızdan çıktınız mı?”

“Hafta sonu yanına geleceğim.” dedim. Eren’i az da olsa görüyordum çünkü o üniversite tercihlerini buradan yapmış ve aile evinden ayrılmamıştı. Melis ise kaçar gibi tüm tercihlerini şehir dışına yapmıştı. Şimdi canımı acıtmak istercesine Aydın’da yaşıyor ve orada okuyordu. Ada’nın özlemi beni sancılara boğarken bir de Melis’i özlüyordum.

“Ben hafta sonu arkadaşlarımla İzmir’e gideceğim. Gelme boş yere.” dedi, cevap vermeme fırsat vermeden devam etti. “Derse giriyorum ben.”

“Önümüzdeki hafta sonu o zaman?” dedim.

“Anlamıyor musun seninle görüşmek istemediğimi? Niye boşu boşuna kendi canını yakıyorsun sen ya? Gitsene sen, odana falan. Kapan oraya yıllardır yaptığın gibi. Nasıl olsa Uygar abim şirketi yönetiyor. Ülkü ablayı da anneme gönderdin. Yalnız yalnız takıl işte. Ne güzel rahatsın. İnsan içine çıkma boş yere.”

“Melis, haddini bil. Arkadaşın yok senin karşında.”

“Ada’yı aramaktan vazgeçtiğinden beri bırak abiyi arkadaşım bile değilsin sen benim.”

“Sen gerçekten haddini aşıyorsun Melis.”

“Düşünüyorum da Ada ne kadar cesur bir kızdı. Sırf ben yaşayayım diye Özgür denen o yavşağa boyun eğmiş. Boyun eğme cesareti göstermiş, hem de seni kaybetme pahasına! Ama sen onu aramaktan vazgeçecek kadar korkaksın. Ada’nın kendi kendine gelmesini bekliyorsun. Ama sana bir sır vereyim mi Deniz Aladağ? Aramadığın hiçbir şeyi bulamazsın. Oturduğun yerden Ada’nın gelmesini bekleme yani.”

“Kes sesini Melis. Boyundan büyük laflar ediyorsun!”

“Ben bile, sırf belki buraya gelir diye, belki onu görürüm diye her gün dışarı çıkıp Aydın’ın tüm sokaklarında onu arıyorum Güneş’le birlikte. Sen odandan çıkmamaya devam et.” dedi ve yüzüme kapattı.

Ofladım ve Burak’ı aradım. “Buyurun Deniz Bey.”

“Burak Melis nerede?”

“Okula girdi Deniz Bey az önce. Sabah evden çıktı, her zamanki gibi biraz yürüdü, biraz da koşu yaptı. Sonrasında eve döndü, kısa süre sonra da direkt okula geldi.”

“Başka bir yere giderse haberim olsun. Hafta sonu İzmir’e gideceğini söyledi. Ayrılma peşinden.”

“Dün, artık beni çevresinde görmek istemediğini söyledi Deniz Bey.”

“Emirleri ondan değil benden aldığını unutma Burak. Bir an bile ayrılmayacaksın Melis’in peşinden. Güneş’e de göz kulak olmayı ihmal etme.”

“Peki, nasıl isterseniz Deniz Bey.” dedi. Aramayı sonlandırıp Eser’i aradım. “Ne yaptın?” dedim, sesim hala öfke doluydu. “Konuşturdun mu Cemre’yi?”

“Nerdeee.” dedi Eser. “Hanımefendi maniküre gelmiş sanki, öyle rahat. Ama rahat olsun. Birazdan ömür boyu ihtiyaç duymayacağı bir manikür hizmeti vereceğim ona. Tırnaklarını kökünden sökmek gibi mesela.”

“Saçma sapan işlere kalkışma Eser.” dedim ve bir daha ofladım. “Bu gece Uygar’la birlikte geleceğim. Biz gelmeden dokunma ona.”

“Bir şey yapmayacağım, merak etme. Annesini özlediğini düşünüyorum. Yakında gönderelim annesinin yanına, aynı koğuşta koyun koyuna yatarlar artık. Kavuşturalım, yazıktır.”

“Ne yap, ne et öğren şu Özgür’ün yerini Eser. Tahammülüm kalmadı benim artık.”

“Dert etme Deniz.” dedi. “Özkan Güler’i, Serhan Güler’i ve Hale Parlar’ı nasıl öğrendiysek Özgür’ü de Melih’i de öğreneceğiz.”

Derin bir nefes aldım. “Görüşürüz Eser.” dedim ve telefonu kapattım.

***

“Hoş geldin oğlum.” diye karşıladı beni Ada’nın babası. Ada kaybolduktan on beş gün sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Davası hala devam ediyordu ve büyük ihtimalle üç duruşma sonra beraat edecekti. Aslında Bursa’ya, aile evine dönmek istiyordu. Ama mahkeme şehir dışı yasağı koymuştu. İstanbul dışına çıkması yasaktı. Çareyi Ada’nın evinde kalmakta bulmuştu.

“Hoş buldum.” dedim beni kucakladığında. “Nasılsınız?”

“İyiyim.” dedi ve kucaklamamızı sonlandırıp beni içeriye buyur etti. “Savaş buradaydı az önce. Biraz evvel gelseydin, görürdün belki.”

“Onun beni görmek istediğini hiç zannetmiyorum.” dedim, koridorda içeriye doğru ilerlerken. Koridorun sonundaki odanın kapalı kapısına baktım. Ada’nın odasıydı. Onu kucağımda odasına taşıdığım anı düşündüm. Melih’le buluştuğum mekâna gelip Melih’e kafa tutmuştu. Sonra eve yalnız gelemeyecek kadar korkmuştu. Onu yatağına kadar taşımış, ateşi çıkınca da banyoya sokmuştum. Dün gibi aklımdaydı. Unuttuğum tek bir anımız bile yoktu.

Selçuk abi, -artık Bey demiyordum- derin bir iç çekti. Salona girmiştik. Girer girmez, daha önce de olduğu gibi gözlerim konsola takıldı. Ada’yı ilk öpmek istediğim yerdi orası. “Kızımın olmayışına o kadar üzülüyorum ki Deniz, Savaş’la düşman gibi olmanız bile yakmıyor canımı. Tam buldum derken kaybettim dünyalar güzeli kızımı. Bir daha ne zaman iyi olurum, bilinmez.”

Her geldiğimde oturduğum koltuğa oturdum. “Umutsuzluk beni öldürüyor.” dedim arkama yaslanarak. “Her geçen gün onu bir kere daha göreceğime olan inancım bitiyor.”

“Onu çok özlüyorsun değil mi?”

“Çok kelimesi az geliyor.” dedim. “Biri beni boğuyor ama daha fazla acı çekeyim diye özellikle öldürmüyor sanki.”

“Hayat bazen insanları birbirleri için ne kadar önemli olduklarını anlasınlar diye ayırır. Sonra da bir gün mutlaka bir araya getirir.”

“Ya bahsettiğin insanlar şimdi farklı hayatları yaşıyorsa?”

“O zaman hiç aynı hayatı yaşamamışlardır demektir.”

Biz Ada’yla aynı hayatı yaşamıştık. Karşılaştığımız andan onu kaybettiğim ana kadar aynı hayatı yaşamıştık. Selçuk abinin demesine göre de bir gün mutlaka bir araya gelecektik.

Bunu hayatta hiçbir şeyi dilemediğim kadar diliyordum. Tek avuntum buydu. Zaten bu minicik avuntu olmasa kaburgalarımdan tüm vücuduma sızan acıyla nasıl baş ederdim?

“Savaş.” dedim. “Daha iyi mi?”

“İyi. Ama ne zaman Salih dedesinin adı geçse yüreği parça parça oluyor. Hissediyorum. Baba yüreği işte. Anlıyor insan.”

“Salih abiden başka kimsesi yokmuş büyürken. O yüzden çok bağlıydı ona. Salih abi de olmasa sevgi ne demek bilmeyecek, Melih ve Özgür’ün aynısı olup çıkacaktı.”

“Ne dualar ediyorum ona bilsen. Ne güzel yetiştirmiş.”

Gülümsedim. “Uygar söyledi, geçenlerde Karahan Holding’in kârını ikiye katlayacak bir ihaleyi almış.”

“Öyle ya.” dedi gülerek. İnsan ne kadar acı çekse de kendine illa mutlu olacak şeyler buluyordu. Benim için bu anların sayısı çok azdı ama insanların ne olursa olsun yaşama tutunduğunu görmek beni mutlu hissettiriyordu. “Güneş’im de mezun olacak bu yaz başında. Dayısının kliniğinde odasını hazırlamaya başlamışlar bile. Gerçi Melis sana haberini vermiştir. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor.”

Hiçbir şey Selçuk abinin düşündüğü gibi değildi ama bazı şeyleri bilmese de olurdu.

“Ben sana çay koyayım.” dedi. Ada olmadan boğazımdan hiçbir şeyin geçmediğini bilse böyle der miydi?

***

“Efendim Gülşah.” dedim, Selçuk abinin yanından ayrılmış, notere doğru gidiyordum.

“Deniz Bey, Uygar Bey bugün şirkete gelebileceğinizi söyledi.”

“Yok öyle bir şey Gülşah. Neresinden çıkarmış Uygar Bey’in bunu?”

“Sizin imzalamanız gereken belgeler var.”

“Uygar’la bana gönder Gülşah? Her zaman böyle yapıyorsun ya.''

“Bugün imzalamanız gerekiyor. Dediğiniz gibi yapmamız için vaktimiz yok Deniz Bey... Üzgünüm.”

“Tamam, tamam Gülşah.” dedim ve telefonu kapatıp rotamı şirkete çevirdim.

***

Saat 14.47

“Nerede kaldın Deniz sen?”

“Önce şirkete gittim.” dedim sıkıntılı bir nefes vererek. “Notere geleceğim, tamam.” dedim. “Peki benim burada ne işim var?” Uygar resepsiyon masasına dayanmış, anlam vermeye çalışan bakışlarla beni izliyordu. “Benim ille de otele gelmem gerekiyor muydu Uygar?”

“Ada olmadığı için, otel hakkında satış hakkı olan tek kişi sensin Deniz, kocası olarak. Yani alıcıya oteli gezdirmek de sana düşüyor bu noktada.”

“Ben bu oteli satmak istemiyorum Uygar. Daha kaç kez söyleyeceğim sana? Alıcı kim? Onunla konuşacağım ben. Ne bu adamın adı?”

“Adam değil, kadın. Adelia Dienes. Fransa’dan geliyor.”

“Nereden geliyorsa gelsin. Alıcısı var diye bu oteli satmayacağım Uygar. İstediği parayı teklif etsin. Satmıyorum.”

Uygar tam bir şey söyleyecekti ki bir bebek sesi lobide yankılandı. Bakışlarımı sese çevirdim. Açık kahverengi saçlı, masmavi gözleri olan, dünya güzeli bir kız çocuğu, yalpalaya yalpalaya yürümeye çalışıyordu. Beyaz teni ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. “Nerede bu çocuğun ailesi ya?” dedi Uygar.

“Bağırmasana, daha çok korkutacaksın çocuğu.” dedim, etrafa bakıyordum ama ortada bebeğin annesi ya da babası olabilecek kimse yoktu.

“Minicik bebeği tek başına bırakmışlar. Bu nasıl sorumsuzluk pes doğrusu! Daha doğru düzgün yürüyemiyor bile. Herkes anne baba olmasın deyince biz suçlu oluyoruz.” dedi Uygar ve bebeği kucağına alıp önce gözyaşlarını sildi, ardından dağılan saçlarını geriye doğru avucunun içiyle ittirdi. “Sen ne kadar güzelsin böyle ya.” dedi hayran hayran bakarken. “Neredeymiş bakalım senin annen, baban?”

Çocuk biraz da olsa sakinleşmişti. Etrafa baktı ve yirmi metre kadar uzağımızda duran, görüş açısına girmediğimiz, telefonla konuştuğu için çocuğunun yanında olmadığını fark etmeyen, bakır rengi saçları omuzlarına kadar kısa olan bir kadını gösterdi. “Ade. Adde.” dedi kendince.

“Anne diyor galiba.” dedi Uygar.

“E git sor Uygar. Çocuk sizin mi? de mesela. Az önce bana diyordun herkes anne baba olmasın diye. Git annesine de söyle.” dedim ve istemeden de olsa gülümsedim. Uygar ağır adımlarla, çocuğu kucağında zıplata zıplata az önce gördüğüm kadına doğru ilerledi. Kadın çocuğunun yanında olmadığını fark etmiş olacak ki telaşla etrafına bakmaya başladı. Büyük bir paniğe kapıldığını görebiliyordum. Uygar’ı görünce önce olduğu yere çivilenmiş gibi oldu. Sanırım çocuğunu başka birinin kucağında görmek onu korkutmuştu. Bir süre hareket edemediğini fark ettiğimde Uygar’ın kucağındaki çocuk kollarını annesine doğru uzattı ve annesinin kucağına geçer geçmez minik kollarını annesinin boynuna sardı. Kadın çocuğunun tüm yüzüne öpücükler kondururken Uygar bir şeyler anlattı. Kadın hiçbir şey söylememişti. Sessizce gülümsedi ve çocuğuyla birlikte koşar adımlarla dışarı çıktı.

“Ne oldu? Ne dedin kadına?” dedim yanıma vardığında.

Hanımefendi çocuğunuz lobide fink atıyor, telefonunuza bakacağınıza çocuğa baksanıza. dedim.”

“Ha baya haşladın yani kadını?”

“Haşladım. Gözünü açsın biraz. Ne biçim anneler var.”

“Ee o ne yaptı?” dedim, aslında ağzını hiç açmadığını, sadece gülümsediğini görmüştüm.

“Hiçbir şey demedi. Gülümsedi gitti. Deli midir nedir? Anlamadım.”

Uygar’ın telefon sesi konuşmamızı böldü. Oflayarak arkamdaki koltuğa çöktüm ve Uygar’ın konuşmayı sonlandırıp beni buradan göndermesi için beklemeye başladım.

“Ama Sarp Bey, bugün notere gidecektik. Ne oldu da vazgeçtiniz? ... Anladım... Ee oteli gezmeye de mi gelmeyecek Adelia Hanım? ... Peki, dediğiniz gibi olsun madem... İyi günler.” Sorun ne demek yerine göz kırptım ve anlatmasını bekledim. “Bak o kadar oteli satmak istemiyorum dedin. Bugüne kısmet olmadı gerçekten de.”

“Ne oldu?”

“Oteli satın alacak kadın daha yeni inmiş havaalanına. Çok yorgun hissediyormuş. Gezmek de istemiyormuş zaten oteli. Direkt alacakmış. Ama o buraya gelene kadar çok zaman geçer, notere gidilmez. Geç oldu çünkü. Yarına kaldı anlayacağın.”

“Bu kadın kaç para veriyor bu otel için? Ayrıca neden bu kadar ısrarcı?”

“Bir keresinde aşık olduğu adamla bu otelde kalmış ve çok etkilenmiş. Ama şimdi aşık olduğu adam hayatında değilmiş. Bu yüzden otelin kendisine ait olmasını istiyor. Eski sevgilisiyle anısı olan her yeri satın alacak hali yok ama ben de anlamadım açıkçası. Değişik bir kafa yapısı. Üç yüz milyonu gözden çıkartmış, sana öyle söyleyeyim.”

“Ara onu, otelin fiyatı beş yüz milyon de.”

“Yani Deniz, kadın oteli alamasın diye atmadığın takla kalmadı.”

“Ben bu oteli satmayacağım Uygar. İsterse bir milyar versin. Duydun mu? Sat-ma-ya-ca-ğım.”

“Off Deniz.” dedi ve ardından bir süre sustu. “Bu gece ne yapacaksın?”

“Kulübe gideceğim. Ondan sonra Eser’e gideceğim. Cemre artık canımı sıkmaya başladı.”

“Kulüp ne alaka ya?”

“Sorma alakasını.”

“Aman paşamıza soru da sorulmuyor... Sen Melis’i aradın mı bugün? Doğum günü ya hani kızın.”

“Aradım. Beddua etmediği kaldı. Nefret ediyor benden.”

“Melis asla nefret etmez senden.”

“Söylediklerini duysaydın.” dedim acı bir gülüşle. “Neyse Uygar, ben eve geçiyorum. Oradan kulübe gideceğim. Sonra haberleşiriz, Eser’e giderken seni alırım.”

“Eser hallediyor işte, bana ne gerek var? Durduk yere kalabalık etmeyeyim.”

“Abuk sabuk konuşma Uygar. Sensiz iş yaptığım nerede görülmüş benim?”

“Ya bırak, adamla aranızdan su sızmıyor. Kaç ay oldu ne Melih’i bulabildi ne Özgür’ü. Aa pardon. Küçük piyonları buldu sahi. Serhan, Özkan, efendime söyleyeyim Hale, Cemre.”

“Abartıyorsun Uygar.”

“Neyse ne. Akşam sen gidersin. Benim Miray’la başka planlarım var.”

“İyi.” dedim ve koltuktan kalkıp otelden ayrıldım.

***

Saat 23.26

Uygar’ın yanından ayrıldıktan sonra eve gittim, duş aldım, Ada’yla olan bütün fotoğraflarıma tek tek belki beş bininci kez baktım. Üzerimi değiştirdim ve gece kulübüne gittim. Buraya ara sıra geliyordum. Bazen kafamı gerçekten dağıtmak istiyordum. Evde durdukça duvarlar üzerime yıkılıyordu. Bu yüzden bir kaçış yolu olarak burayı seçmiştim.

Yaptığım tek şey alkol alıp karımın nerede olduğuna dair teoriler üretmekti. Hiçbir yol beni ona çıkartmıyordu. En iyisi sarhoş olup gittiğini unutmaktı. Kaç kadeh içersem karımın gittiğini unuturdum?

Kadehimdeki viskiyi yudumladım. Ada gittiğinden beri hiçbir kadına yaklaşmamış, gözümün ucuyla bile bakmamıştım. Ama kadınlar öyle değildi. Israrla yakama yapışıyorlar, beni elde etmek için türlü oyunlara giriyorlardı. Bilmedikleri ya da unuttukları bir şey vardı ki o da benim evli oluşum ve karımı deli gibi çok sevdiğimdi. Şimdi yanıma sırnaşan kadın da onlardan biriydi. “Evliyim, git.” dedim ağzımın ucuyla. Kadın gitmemişti. Yakama yapışmıştı ve bırakmıyordu. “Evliyim diyorum.”

“Karından daha iyi şeyler yaşatabilirim sana.” dedi ve koluma girerek elini kadeh üzerindeki elimin üzerinde gezdirdi. Saniyeler içinde kolumu ve elimi ondan kurtarıp ayağa kalkarak yüzüğümü gösterdim. “Sana daha kaç kez evli olduğumu söylemem gerekiyor?” dedim bağırarak. Etrafımızda gazeteciler vardı ve onları yeni görüyor oluşum tamamen benim salaklığımdandı.

“Hani nerede karın? Ben neden göremiyorum senin karını?” dedi bağırarak. Flaşlar patladıkça yüzümü kapatıyor, görüntü almalarına engel olmaya çalışıyordum. Boşunaydı, olan olmuştu bir kere. Bir kare bile beni manşetlere düşürmeye yeterdi.

“Hay sikeceğim.” dedim sinirle. “Sen mi çağırdın bunları buraya?”

“Ne çağıracağım ya? Manyak mısın nesin?”

“Deniz Bey.” diye koşarak yanıma geldi kapıdaki güvenlikler. “Her şey yolunda mı?”

“Bu kadını götürün hemen buradan! Evliyim diyorum evliyim. Nesini anlamıyor bunun?”

Güvenlikler az evvel bana asılan kadını yaka paça yanımdan uzaklaştırırken Ece geldi ve benimle selamlaşıp yanaklarımı öptü.

“Ne oldu yine burada ya? Beş dakika geç geldim, olay oldu. Ne kaçırdım?” dedi gülerek.

“Kadının biri alenen bana yavşadı.” dedim kadehimden bir yudum alıp. “Ben de gerekeni yaptım.”

“Sen yine neden buradasın?” dedi yanımdaki boş sandalyeye çökerken. “İnsanlardan mı kaçıyorsun?”

“Kendimden kaçıyorum.”

“Bu kadar kaçma kendinden Deniz. Yoksa bir daha sen bile bulamazsın kendini.”

“Bulmak istemiyorum zaten Ece. Hem kaçıyorum da ne oluyor? Yine biri geliyor, bela oluyor. Baksana.”

“Anlaşıldı, tatsız bir gün. Neyse ki ben buradayım.” dedi kadehini kadehime çarptırıp kocaman gülerken.

“Magazin de buradaydı az önce. Bir sürü fotoğrafımı aldılar. Yarın ilk sayfaya düşerim artık. Ünlü iş insanı Deniz Aladağ karısının kaybına rağmen gece kulüplerinden ayrılmıyor. diye de bir başlık atarlar üstüne. Al sana mis gibi haber.”

“Dert etme.” dedi Ece. “Ben hallederim.”

Ece şirketin basın danışmanıydı. Uygar’ın tavsiyesiyle şirkette çalışmasına izin vermiştim. Bizim açımızdan iyiydi çünkü şirketle ya da özel hayatımla ilgili bir açıklama yapamayacak kadar kelime haznem daralmıştı. Tüm bunları benim yerime Ece yapıyor, beni çok büyük bir dertten kurtarıyordu. Şirket hakkında çıkan yalan haberlerin asılsız olduğunu açıklıyordu çoğu zaman. Çoğu zaman da magazincilerin çektiği fotoğraflarımı sildiriyor, daha basına düşmeden hakkımda çıkan haberleri kaldırtıyordu.

Ece Uygar’ın kuzeniydi. Belki de biraz da bu yüzden basın danışanımız olmasını kabul etmiştim. Yoksa herhangi bir insanın benimle ya da şirketle bu kadar içli dışlı olması kabul edilebilir bir şey değildi.

Ben etrafı izlerken “O fotoğrafları silmenizi istiyorum, derhal... Hayır sizin yaptığınız şey magazin haberciliği değil, sizin yaptığınız şey taciz. Saygısızlıktan başka bir şey değil bu yaptıkları... Hayır, eğer yarın sabah Deniz Bey’le ilgili minicik bir haber bile görürsem sizi dava ederim. Bir ordu avukat tutmak zorunda kalırsınız.” dedi Ece ve telefonu kapatıp önümüzdeki bara koydu. “İşte bu kadar.” dedi kocaman gülümserken.

“Bazen senden korkuyorum.” dedim. Gözlerim hala etrafı seyrederken bakışlarıma biri takıldı. Sabah otelin lobisinde gördüğüm bakır saçlı kadın, margarita olduğunu tahmin ettiğim içkisini kafasına dikti ve kocası olduğunu düşündüğüm adama bir şeyler söyledikten sonra kalkıp, muhtemel kocasıyla birlikte kulüpten ayrıldı.

***

Saat 04.16

Kulüpten sonra eve değil otele gittim. Ada’yla buraya geldiğimizde 807 numaralı odada kalmıştık. Benim için acı çekmek adına güzel bir rastlantı olacaktı. “807’nin anahtarını istiyorum.” dedim.

“Deniz Bey o oda dolu şu anda. Üzgünüm.” dedi Tuna.

Büyük bir hayal kırıklığı yaşasam da kabullendim. “Yanındaki oda boş mu peki? 808?”

“O boş, evet.”

“Tamam, onu ayarla bana. Sabah çıkacağım. Çok kalmayacağım.”

Tuna bir şeyler ayarladıktan sonra anahtarı bana uzattı. Anahtarı alıp odanın olduğu kata çıktım. Odama ilerlerken 807 numaralı kapıya gözüm ilişti. Anahtar dışarıda kalmıştı. Kapıyı çalıp uyarmak ve umursamamak arasında gidip geliyordum. Odama doğru bir iki adım atıp sonradan vazgeçtim ve 807’nin önünde durup anahtarı okuyucuya okutmaya çalıştım. Sanırım sistemsel bir hata vardı çünkü kapı açılmadı ve uyarı verdi. Odama gitmediğim için pişman olmuştum.

Biri gürültüyle kapıyı açmaya çalışırken bir yandan da Fransızca bir şeyler söylüyordu. “Gece gece ne oluyor?” dedi, Fransızca dedi. “Kim var dışarıda?” dedi ve bunu da Fransızca dedi. Hala içeride olduğu için sesini pek de net anlayamıyordum.

Bir anda kapıyı açtı. Dünyanın küçük olduğuna inanıyordum. Bu yüzden kapıyı açan kadının bugün iki kez gördüğüm bakır saçlı kadın olmasına şaşırmamıştım. Üzerinde derin v yakalı bir bluz vardı ve göğsüne yakın bir yerde kalp ritmi olan bir dövme olduğunu istemeseniz de görebiliyordunuz.

Ben kendimi nasıl ifade edeceğimi düşünürken onun baktığı ilk şey kapının kolunun hemen yanındaki kart okuyucu olmuştu. Fransızca konuşmaya devam ediyordu. “Sapık mısınız bu saatte, ne oluyor?” demesi, başını hızla kaldırması, saçlarını kulağının arkasına sıkıştırması ve gözlerini gözlerime dikmesi aynı iki saniyeye denk gelmişti.

Bazen hangi günde olduğumuzu unutuyordum. Ama sesini hiç unutmamıştım. Sorsalar, aylardır duymadığım sesi onlarca sesin arasından seçer, buydu derdim.

İşte bu ses, onlarca sesin arasından seçip Buydu. diyeceğim sesti.

***

Bu ses kesinlikle Ada’nın sesiydi. Ama görüntü?

Karşımdaki kadının görüntüsü Ada’dan tamamen farklıydı. Saçları kulaklarından sadece birkaç santim aşağıdaydı. Rengi bakırdı. Benim karımın saçlarıysa gece kadar siyahtı. Uzundu, çok uzundu.

Karşımdaki kadının gözleri gördüğüm en açık kahverengi gözlerdi. Ama benim karımın gözleri de en az saçları kadar siyahtı.

Karşımdaki kadın Fransızca konuşuyordu ama Ada Fransızca bilmiyordu.

Ada’nın kalbinin üzerinde kalp ritimlerinden oluşan bir dövme yoktu. Bu kadının vardı.

Sanırım gerçekten aklımı kaybetmeye başlamıştım. Gözlerimi kapatıp Ada’nın yüzünü hayal ettim. Farklıydı, kesinlikle farklıydı. Beynim bana oyun oynuyordu. Beynim karşımdaki kadının Ada olduğunu zannetmeme sebep oluyordu. Çok özlediğim için tamamen alakasız birini ona benzetiyordum.

Sadece sesleri aynıydı.

Ve bu kadın kesinlikle Ada gibi kokmuyordu.

Beni uzun süre izledi. Fransızca bilmediğimi zannediyor olacak ki bana İngilizce bir soru yöneltti. “Why are you trying to open my door?”

Onun kapısını açmaya çalışmıyordum. Ama onun gözünde olay tam da böyle gerçekleşmiş görünüyordu. Aslında anahtarı kapıda kalmıştı. Ve ben bunu nasıl anlatacaktım? “Your key is left outside the door.” Yüzüme anlamamış gibi baktı. Fransızların İngilizceyi öğrenmemekte bu kadar ısrar etmesi şimdi, tam da bu saatte benim sinirlerimi neden oynatmıştı? Ben nasıl anlatacağım şimdi anahtarın dışarıda kalmış diye? dedim kendi kendime. Kendi dilinde, yani Fransızca da anlatabilirdim ama kafam o kadar dağınıktı ki kelimeleri toparlayamamaktan korkuyordum. Yanlış bir şey söyleyebilirdim, yanlış anlayabilirdi, olaya kocası da dâhil olabilirdi ve ben bu saatte el âlemin adamıyla uğraşacak bir kafada değildim.

“Aaah” diye bir tepki verdi. Sanırım ne demek istediğimi anlamıştı. Elimdeki anahtarını, sanki ondan zorla almışım gibi hızlıca çekti. Tam bir şeyler söyleyecekti ki içeriden bebek ağlama sesi duyuldu. “Thank you.” dedi sadece. Ben de arkama döndüm ve odama girdim.

Bölüm : 15.01.2025 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kubra Akyol / Geçmişin Tutsakları / 60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından
Kubra Akyol
Geçmişin Tutsakları

23.06k Okunma

10.28k Oy

0 Takip
78
Bölümlü Kitap
1. Bölüm - Eksik Parçalar2. Bölüm - Sessiz Ayrılık3. Bölüm - Karanlık Miras4. Bölüm - Bal Gözlerin İlhamı5. Bölüm - Yaralı Hafızalar6. Bölüm - Deniz Kabuğunun İzinde7. Bölüm - Tehditlerin Gölgesinde8. Bölüm - Kor Ateş ve Buz Dokunuşu9. Bölüm - Bilinmez Çekim10. Bölüm - Tehlikeli Sığınak11. Bölüm - Korunurken Kaybolmak12. Bölüm - Birbirinden Farklı, Birbirine Mahkum13. Bölüm - Kaderin Kara Günü14. Bölüm - Ölümle Dans15. Bölüm - İntikamın Sınırında16. Bölüm - Bittiğinde Unut17. Bölüm - Var Olmayan Veda18. Bölüm - Yaralı Ruhların Teslimiyeti19. Bölüm - İtirafların Sessizliği20. Bölüm - İkiye Bölünmüş Ruhlar21. Bölüm - Kaçınılmaz Teslimiyet22. Bölüm - Kanla Yazılmış Kader23. Bölüm - Aşkın Günahı24. Bölüm - Korkunun Kollarında25. Bölüm - Suçlulukla Sevmek26. Bölüm - Kırık Kaderler27. Bölüm - Kan Bağının Fısıltısı28. Bölüm - Kalbin Benim29. Bölüm - İki Yarım Tek Bütün30. Bölüm - Yılların Ötesinden Bir Ses31. Bölüm - Yaralı Kardeşlik32. Bölüm - Sessiz Kavuşma, Gürültülü Ayrılık33. Bölüm - Mutluluğa Sığınmak34. Bölüm - Yaralı Yüzleşme35. Bölüm - Aynı Kandan Yabancılar36. Bölüm - Beklenmedik Mucize37. Bölüm - Kırık Hayatlardan Doğan Umut38. Bölüm - Kayıp Yılların Telafisi39. Bölüm - Kapanmamış Defterler40. Bölüm - Kalpte Saklı Affediş41. Bölüm - Gecikmiş Mutluluk42. Bölüm - Ölümün Gölgesinden Gelen43. Bölüm - Karanlığın İlk Günü44. Bölüm - Sessiz İhanet45. Bölüm - Küllerinden Doğan İhanet46. Bölüm - Kanla Yazılan Oyun47. Bölüm - Aşkın En Güzel Hediyesi48. Bölüm - Aşkın Mucizesi49. Bölüm - Birlikte Yeniden Doğmak50. Bölüm - Umuda Açılan Kapı51. Bölüm - Mutluluğun Tatlı Hazırlıkları52. Bölüm -Geleceğe Atılan İlk Adımlar53. Bölüm - Hayat Yeniden Başlıyor54. Bölüm - Fedakarlığın Sessiz Çığlığı55. Bölüm - Kalp ile Akıl Arasında56. Bölüm - Ayrılığın Sessiz Adımları57. Bölüm - Vedanın Kıyısında58. Bölüm - Sevdanın Sınavı59. Bölüm / 1.Kısım - Kanla Yazılan Veda59. Bölüm / 2.Kısım - Kanla Yazılan Veda60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından61. Bölüm - Hasretin 807 Günü62. Bölüm - Gizli Kimlik, Tutkulu Aşk63. Bölüm / 1.Kısım - Geç Kalan Kavuşma63. Bölüm / 2. Kısım - Geç Kalan Kavuşma64. Bölüm - Yeniden Doğuş65. Bölüm - Geçmişin Gölgesinden Geleceğe66. Bölüm / 1. Kısım - Su ve Toprak Arasında66. Bölüm / 2. Kısım - Su ve Toprak Arasında67. Bölüm - Kırılma Noktası68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı69. Bölüm - Gökyüzüne Yakın, Yeryüzüne Uzak70. Bölüm - Savaşın Eşiği71. Bölüm - Karanlığın Haritası72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar73. Bölüm - Karanlıktan Işığa74. Bölüm - Şafağın Karanlığı75. Bölüm
Hikayeyi Paylaş