76. Bölüm

72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar

Kubra Akyol
_kubraakyol

25 Mart, Cuma

Gözlerimi açar açmaz yatakta doğruldum. Kalbim bir anda çarpmaya başlamıştı çünkü bugün Deniz geliyordu.

Kalbim göğsümün tam ortasında öyle hızlı çarpmaya başladı ki birkaç saniye hareketsiz oturdum. Derin bir nefes aldım, ardından pikeyi usulca üzerimden ittim. Odam aydınlıktı. Perdeler tam kapanmamış, sabah güneşi içeriye sızmıştı. Hava nasıl olursa olsun fark etmezdi. Çünkü bugün kocamı görecektim. Günlerdir yoktu. Mesajlaşmıştık ve ara sıra telefonda konuşmuştuk ama yetmemişti. Sesini ne kadar duysam da yüzünü göremeyince eksik hissediyordum.

Ayağa kalktım ve banyoya yöneldim. Diş fırçalama sürem bile uzundu. Saçlarımın dağınıklığını aynada görünce hemen tarakla saldırdım ama ne kadar taradıysam dağınıklığı düzelmedi. Sonra maşayla şekil vermeye çalıştım. Önce iri dalgalar yaptım, sonra fazla abartılı bulup düzleştirdim. Düz de fazla sade geldi. Birkaç telini tokayla arkaya tutturdum, sonra çok uğraşılmış duruyor diye çıkardım. En sonunda saçlarımı doğal haliyle açık bırakmaya karar verdim ama ondan önce en az sekiz kere şekil değişikliği yapmıştım.

Giyinmeye çalıştığımda daha da beter oldum. İlk olarak açık mavi elbisemi giydim. Aynaya bakınca fazla romantik durduğunu düşündüm. Sonra beyaz gömleğimi ve keten pantolonumu denedim. Bu kez fazla ciddi oldum. Sonra sarı tişörtümü giydim ama Deniz'e kavuşacağım günü tişörtle geçiremem diyerek onu da çıkardım. Ne giysem bir yanım yetersiz buluyordu. Sanki onu görünce ilk kez görecekmişim gibi hissediyordum. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.

En sonunda beyaz bluzumu ve ceviz rengi yüksek bel pantolonumu giydim. Saçlarımı başımın iki yanına saldım. Aynada kendime baktım. Oldu. dedim. Oldu. sayılır.

Derin bir nefes aldım. Parmak uçlarım karıncalanıyordu. Ellerimle yüzümü kapattım ve içimden fısıldadım. Bugün Deniz geliyoooooor.

Kapı nazikçe tıklatıldı. Hemen toparlandım. "Gel!" dedim, sesimin fazla tiz çıkmaması için boğazımı temizleyerek.

Güneş başını uzattı, gözleri gülüyordu. "Ablacım hazır mısın?"

"Hazırım." dedim ama ses tonumdan hiç de öyle olmadığım belliydi.

İçeri girdi, beni baştan aşağı süzdü. "Üçüncü kez değiştin değil mi üzerini?"

"Beş." dedim utanarak. "Ama bu son."

Güneş yaklaştı, saçlarımın bir telini düzeltti. "Çok güzel olmuşsun. Zaten Deniz seni görünce dünyayı falan unutacak. Saçın böyle çok güzel. Ellerin niye titriyor senin?"

Elimi arkamda gizlemeye çalıştım ama yakalanmıştım. Güneş omzuma dokundu. "Sakin ol, sonuçta evlisin onunla. Yani adam sana zaten aşık."

"Sanki ilk kez göreceğim gibi heyecanlıyım." dedim gülerek.

Güneş kapıya yöneldi, çıkmadan önce döndü. "Kahvaltı yapmadın diye tokat atmak istiyorum sana ama çok güzelsin diye vazgeçiyorum. Hadi, kahvaltı seni bekliyor. Sonra havaalanına gidiyorsunuz."

Güneş çıktıktan sonra merdivenleri hızlı ama dikkatli indim. Ayağımın takılmasını, düşmeyi, dizimi çizmeyi istemiyordum. Salona vardığımda herkes kahvaltı masasındaydı. Melis beni görünce "Amanın, bu ne güzellik!" diye ayağa fırladı.

Yengem tebessüm etti. Dayım gazeteyi indirip dikkatle baktı, başını onaylarcasına salladı. Melis göz kırptı. "Heyecanlı mıyız?" dedi. Cevap vermedim, sadece gülümsedim.

Masaya oturdum. Sadece birkaç lokma yedim. Herkesin sohbete daldığı bir anda gözüm saate kaydı. Kalbim bir adım daha hızlandı. O sırada dış kapı açıldı. Sarp elinde araba anahtarıyla içeri girdi.

"Ada. Hadi yavaştan çıkalım."

Başımı salladım, çantamı kaptım. Yengem, "Dikkatli git evladım." diye seslendi arkamdan. Herkes el salladı. Sarp önden çıktı, ben de hemen ardından çıktım.

Sarp kendi arabasına ben de dayımın arabasına bindim. Aynı yöne ama farklı direksiyonlarla yol alacaktık. Deniz geliyordu ve ben çok heyecanlıydım!

*

Havaalanı giriş kapısından içeri adım attığımda kalbim resmen yerinden çıkacak gibiydi. Çevreme bakmaktan kendimi alamıyordum. Gözüm gelen yolcu panosuna ilişti. "İstanbul – İniş" yazısını gördüğüm anda mideme kramplar girdi. Gerçekten Deniz gelmişti. Gerçekten bu sabah, şu an, birazdan onunla kavuşacaktım.

Sarp sessizdi. Yanımda yürüyordu ama ben onun varlığını neredeyse unutmuştum. İçimde bir telaş vardı. Ellerim buz gibiydi ama avuç içlerim terliyordu. Burnumun direği sızlıyordu. Şu kalabalığın içinden sadece bir yüz arıyordum. Her şey flulaşmıştı. Sadece onu görmeliydim.

Sonunda camlı çıkış kapısı açıldı. Önce iki yabancı geçti, sonra yaşlı bir çift. Derken o kalabalığın içinde bir an bir siluet belirdi. Kalabalıktan biraz uzundu, adımları aceleciydi. Gözlerimle taradım. Evet, Deniz'di.

Kafamın içi bir anda boşaldı. Etrafımda insanlar vardı, kalabalıktı, sesler duyuluyordu ama ben sadece onu görüyordum. Siyah bir keten gömlek giymişti. Kollarını dirseğine kadar kıvırmıştı. Göğsündeki birkaç düğme açıktı, altında siyah dar kesim bir pantolon vardı. O kadar sade, o kadar şıktı ki. Gözlüğünü usulca çıkardı ve gömleğinin yakasına iliştirdi. O anda göz göze geldik. O kadar özlemiştim ki. Gözlerimi kırpmadan bakıyordum. Gözlerinde bana ait bir şey vardı. Sadece bana bakan, sadece beni gören gözlerdi gözleri.

Koşmaya başladım. Hiç düşünmedim. Etrafıma bakmadım. İnsanlar yolumdan çekildi mi bilmiyordum. Sadece koştum.

Deniz kollarını açtı. Ben hızla ona sarıldım. Gövdesine öyle bir çarptım ki bir an sendeledi. Ama beni hiç bırakmadı. O an kalbim onun göğsünde atmaya başladı. Çok güzel kokuyordu.

"Seni... O kadar özledim ki..." dedim nefes nefese, sesim titreyerek. Gözlerim kapalıydı. Teninin kokusunu içime çektim. Ellerimi sırtına bastırdım. O da saçlarımdan öptü.

"Ben de seni." dedi kısık bir sesle. "Sensiz geçen her gece içime oturdu. Artık asla yanımdan ayrılmanı istemiyorum. Hiçbir yere."

Kollarının arasından çözüldüm. Bana öyle bir baktı ki başka bir şey söylemesine gerek kalmadı. Elimi sımsıkı tuttu.

İçli ve ağır bir nefes verdim. "Çok yakışıklısın." dedim, sesim neredeyse fısıltıydı. "Ve ben seni özlemekten yoruldum."

Deniz gülümsedi, alnımı öptü. "Ben de seni özlemekten yoruldum. Ama geldim işte."

Deniz'in göğsünde geçirdiğim o birkaç saniye sanki zamandan çalınmış bir mucizeydi. Ama sonunda usulca ondan ayrıldım. Elini bırakamıyordum ama çevreme de bakmam gerekiyordu. İstanbul'dan gelen diğerleri artık kapıdan görünmüştü.

İlk yaklaşan babamdı. Elinde valizi, yüzünde yorgun ama sıcacık bir ifade vardı. Göz göze geldiğimizde kalbim yeniden hızlandı. Nihayet şehir dışına çıkma yasağı kalkmıştı ve Selay'ın düğününe gelebilmişti.

"Baba." dedim, gözlerim dolarak.

"Canım kızım." dedi babam. Bana sıkıca sarıldı. O eski bildiğim, her şeyi yoluna koyacak gibi kokan kucaklayışı vardı. "Çok özledim seni." dedi.

"Ben de seni." dedim içtenlikle.

Arkamdan bir ses. "Bize sarılmak yok mu yani?" dedi. Savaş'tı. O tanıdık alaycı gülümsemesiyle valizini bırakmış, kollarını iki yana açmıştı. Gülümsedim ve hemen ona da sarıldım. "İkiz kontenjanın var senin." dedim.

O da saçımı karıştırarak "Nihayet yüzünü gülerken görmek güzel." dedi.

Uygar zaten çoktan yanıma sokulmuştu. Göz kırptı. "Her şey yolunda mı?"

"Artık öyle." dedim, bir bakışımla hem Deniz'i hem onları kastederek.

Miray kucak dolusu bir sarılma verdi bana. Her zamanki gibi zarifti. "Beni ağlatacak mısın Ada?" dedi gözleri nemli. "Seni çok özledik."

"Ben de sizi." dedim.

Selay biraz geriden geliyordu. Kalabalığın içinde dikkatle etrafı süzüyordu. Bizi görünce gülümsedi. "Hoş geldin balım." dedim.

"Senin gözlerin fazla parlıyor bugün." dedi. "Deniz'den kaynaklı sanırım?"

"Sana yemin ederim parlamaktan yoruldular." dedim gülerek ve ona da sarıldım.

En arkadan Can yürüyordu. Her zamanki gibi sakin ama dikkatli bakışlarıyla çevreyi süzerek yaklaştı. "Biz geldik." dedi sevinçle.

"Önce sarılmalar." dedim kararlı bir şekilde ve ona da sımsıkı sarıldım. "Sen de hoş geldin Can."

"Hoş bulduk Ada."

Sonra dönüp Deniz'e baktım. Elini tuttum. Herkes gelmişti. Her şey tamamdı. Günlerdir yaşadığım sıkıntılar bitmişti. Şimdi hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Şimdilik sadece kocamı özlemiş bir kadın olmak istiyordum.

Valizler bagajlara yerleştirilmişti. Herkes güneşin altında ayakta durmuş, kimin hangi arabaya bineceğini bekliyordu. Sarp anahtarını havada sallayarak konuştu. "Benim araca Can, Selay, Uygar ve Miray geçiyor. Lütfen tartışmasız ilerleyelim."

Can, kollarını kavuşturdu. "Arabanda müzik varsa kabul ediyorum."

"Senin playlist'ine karışmıyorum Can, yeter ki şoför koltuğuna saygı duy." dedi Sarp, gülümseyerek.

Miray valizini kucakladı, Selay koluna girdi. Uygar ise Sarp'a yan yan bakıp "Radyo açma da ne istersen yap." diye mırıldandı. Dördü birden Sarp'ın arabasına yürüdü.

Babam ve Savaş yerlerine geçtiğinde Deniz kapımı açtı, koltuğuma yerleşip kemerimi taktım, Deniz hızla kendi yerine geçti, kemerini taktı. Motoru çalıştırdım ve eve doğru sürdüm.

Yol Aydın merkeze doğru uzarken içeride huzurlu bir sessizlik vardı. Müzik açmadım. Deniz'e doyamıyordum. Yanımda oturuyordu, camdan dışarı bakıyordu ama bir yandan da sessizce elimi tutuyordu. Parmaklarını başparmağımla okşadım.

"Annem gelmeyecek." dedi birden, sesi yumuşaktı.

Başımı hafifçe ona çevirdim. Zaten bekliyordum ama yine de kalbim burkuldu. "Biliyorum." dedim.

"Babam da... Hiç konuşmadık bile." diye ekledi.

Bu konuda onu sıkıştırmak istemedim. O zaten yeterince üzülüyordu. "Eren geliyormuş öyle mi?" diye sordum, konuyu biraz hafifletmek istercesine.

Deniz başını salladı. "Evet. Bu sabah konuştum. Bugün İstanbul'da birkaç işi varmış. Yarın sabah uçağıyla gelecek. Öğlen gibi burada olur."

"Gülşah?"

"Gülşah da yarın gelecek. Eren'le aynı uçakta olacaklar."

"Anladım." dedim, ses tonumu olabildiğince masum tuttum. "Ece geliyor mu düğüne?"

Deniz şaşırmış gibi başını çevirdi. "Ece mi?"

"Evet evet, Ece."

Arka koltukta aniden bir boğaz temizleme sesi duyuldu. Dikiz aynasından baktım, Savaş bana bakıyordu. Tam anlamıyla onu yakalamıştım.

"Yani bilmiyorum ki. Hiç konuşmadım bunu onunla. Niye sordun ki?" dedi Deniz.

"Ne yapayım, merak ettim." dedim, sırıtarak. "Gelecek miymiş?"

Deniz gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. "Söylerim, gelir belki."

"Harika." dedim, dikiz aynasından Savaş'a bir kez daha göz kırptım. O ise bakışlarını kaçırıp camı izlemeye başladı.

Sinsice gülümsedim. Bunu yapmamış olsam olmazdı.

Sarp'ın arabası önde, bizimki arkadaydı. Camdan dışarı bakarken güneşin ışıkları evlerin çatılarına vuruyor, her şey sanki daha yumuşak görünüyordu gözüme. Düğüne daha bir gün vardı ama ben şimdiden bir şeylerin tamamlandığını hissediyordum.

Dayımların evinin olduğu sokağa geldiğimizde Sarp arabayı sağa yanaştırdı. Miray, Selay, Uygar ve Can Yeşim ablanın evine gidecekti. Biz akşam görüşecektik.

Yolun ortasında durdum ve camı indirip arabadan inmekte olan Selay'a ve Miray'a baktım. "Akşama görüşürüz. Yol yorgunuyum diyerek uyumaya kalkmayın sakın. Bozuşuruz."

Selay gülerek karşılık verdi. "Hiç merak etme, biraz dinlenelim, sonra hemen damlarız size." dedi, o sırada Uygar da indi ve Miray'a yardım etti.

Birlikte valizini indirirken "Sen bize uyumayın diyeceğine o arkandaki ikizine söyle, o uyumasın. Uçuş boyunca Çok uykum var. diye söylendi durdu." dedi.

"Yok, uyutmam ben onu. Hiç merak etmeyin." dedim gülerek.

Can başını bize doğru çevirdi. "Akşam görüşürüz."

"Görüşürüz." dedik hep bir ağızdan, ayağımı frenden çektim ve arabayı az ilerideki dayımın evine sürdüm.

Herkes bizi sokakta, bahçe kapısının önünde bekliyordu. Arabayı durdurdum, motoru susturdum, diğerleri gibi arabadan indim.

"Hoş geldiniz." dedi yengem ve dayım. Güneş Savaş'ı gördüğü için çok mutluydu. Herkes birbiriyle selamlaşırken ve birbirine sarılırken bagajı açtım, Deniz'in valizini indirdim. Yeni fark ettiğim bir şey vardı, Melis abisini karşılamaya inmemişti.

Bagajın kapısını kapatıp Deniz'e sokuldum. Kollarımı beline sardım, bir elini kolumun üzerine koydu ve saçlarımı öptü.

Dayım bana döndü. "Babanın ve Savaş'ın valizini niye indirmedin kızım?"

"Biz Deniz'in otelinde kalacağız dayı." dedi Savaş.

"Ev büyük oğlum. Yani burası varken neden otelde kalıyorsunuz?"

"Herkes rahat etsin." dedi babam. "Hem otel de damadımın oteli. Orası da eminim ki rahattır."

Deniz başını sallayarak gülümsedi. İçindeki hüznü sadece ben görebiliyordum. Gözleri Melis'i arıyordu.

"E siz nasıl isterseniz." dedi yengem. "Hadi içeri geçelim. Kahvaltı hazırladım sizin için."

Deniz, Savaş ve babam minnetle gülümserken içeriye doğru yürüdük. Önce bahçeye girmiştik. "Yolculuk nasıldı?" dedi dayım.

"Yorucu." dedi Savaş.

"Rahattı." dedi babam.

"İyiydi." dedi Deniz ama sesi öyle keyifsizdi ki içimden ona sarılmak geliyordu.

"Evet, hadi bakalım sofraya." dedi yengem.

Deniz gözleriyle etrafı taradı. "Melis." dedi pürüzlü bir sesle. "Okula mı gitti?"

"Hayır yukarıda, ablamın odasında." dedi Güneş.

"Ben bir izninizle önce kardeşimi görsem." dedi Deniz. Melis Deniz'in bir parçasıydı. Aynı kanı, aynı genleri taşıyorlardı. Melis'i o kadar çok seviyordu ki onun gözünün içine bakıyordu, üzerine titriyordu. O yüzden şimdi aklı yukarıdaydı. Evin kalabalığı, yol yorgunluğu, kahvaltı, hatta benim varlığım bile geri plandaydı. Melis'ten başka hiçbir şey düşünmüyordu. Bunu çok iyi biliyordum çünkü Deniz ne zaman Melis'ten söz etse gözlerinin rengi değişirdi. O, kardeşini sadece sevmezdi. Melis onun sorumluluğuydu, yüküydü, yumuşak karnıydı. Onu koruyamadığı her an, Deniz'in içinden bir parça eksiliyordu.

Şimdi Melis'i düşündüğü için ona kızamazdım, zaten kızmıyordum çünkü onların bağını anlıyor ve seviyordum. Aynı bağ Savaş, Güneş ve benim aramda da vardı.

"Tabii oğlum." dedi yengem.

"Siz devam edin. Biz belki geç ineriz." dedi Deniz. Merdivenlere doğru ilerledi.

Dayıma ve yengeme döndüm. "Ben de çıkıyorum." dedim, hemen ardından Deniz'in peşinden gittim.

Merdivenleri yavaşça çıktım. Omuzları hafifçe öne eğilmişti, sanki kalbi göğsünden dışarı sarkmış gibiydi. Sessizdi. Ama bu sessizlik fırtına öncesi bir sessizlikti.

Üst kata çıktığımızda Deniz hiç tereddüt etmeden benim odamın kapısını tıklattı. Hafifçe araladı, cevap gelmeyince kapıyı açtı.

Melis pencere kenarındaki koltukta oturuyordu. Gözleri camdaydı. Dışarıyı izlemiyordu, dalmıştı. Deniz'i gördüğünde bir anda irkildi. Ayağa kalkmakla oturmaya devam etmek arasında bocaladı.

Deniz hiç konuşmadan birkaç adım attı. Melis birkaç saniye boyunca onu sadece izledi. Sonra fısıltı gibi bir kelime döküldü dudaklarından. "Gelmeyeceğini düşünmüştüm, buraya, yanıma."

"Ben de aramayacağını düşünmüştüm." dedi Deniz. "Ama aramızda bir fark var. Sen tahmininde yanıldın. Fakat ben yanılmadım."

Melis başını çevirdi. Yüzünde keskin bir ifade yoktu ama bakışları yorgundu. Deniz birkaç saniye sustu. Omuzları neredeyse fark edilmez şekilde çöktü. Odayı kısa bir sessizlik doldurdu. Ben kapının eşiğinde durmuş, nefes bile almadan ikisini izliyordum. Ne ileri gidebiliyordum, ne geri. Melis'in bakışlarında hâlâ o eski kırıklık, Deniz'in duruşunda ise bastırılmış bir özlem vardı.

"İyi misin?" dedi Deniz sonunda.

Melis bu soruya cevap vermedi. Sanki cevabı bilmiyordu. Sadece başını sağa sola oynattı. "Bilmiyorum." dedi. Dudaklarını yaladı, kaşları hafifçe çatıldı, hemen ardından devam etti. "Niye soruyorsun ki? Beni görmeye değil, gelip yine her şeyi kontrol etmeye çalıştığını sanki ben bilmiyorum."

Deniz'in adımları ağırlaştı. "Kontrol etmek değil." dedi sertçe. "Korumak."

"İşte problem bu ya." dedi Melis, sesi yükselmeden. "Sen bunun adını korumak koyuyorsun. Ama benim hissettiğim şey boğulmak."

Deniz kollarını göğsünde bağladı. Gözlerini kız kardeşinin üzerinden ayırmadı. "Evren hâlâ dışarıda. O adamın ne yapabileceğini unutmuyorum. Senin de unutmana izin veremem."

"Ben hiçbir şeyi unutmuyorum abi!" dedi Melis, aniden ayağa kalkarak. "Sadece her dakika hatırlatılmasını istemiyorum. Hayatımın tek amacı hayatta kalmak olmamalı!"

"Sevdiklerimin hayatta kalması benim tek amacım." dedi Deniz. Sesi sertti ama gözlerinde yorgun bir kararlılık vardı. "Geri kalan her şey, bu amaca hizmet etmek zorunda."

Melis gözlerini kısmıştı, sesi çatallandı. "Ben yaşamak istiyorum. Sadece nefes almak değil. Hayatımı kendim yönlendirmek istiyorum. Senin gölgen olmadan."

Deniz bir adım attı ama bu yakınlaşmak için değildi. Sözlerini daha net, daha doğrudan söyleyebilmek içindi. "Senin gölgen değilim. Ben senin kalkanınım."

Melis acı bir kahkaha attı. "Kalkan dediğin şey beni korumuyor artık. Sadece hareket edemez hale getiriyor."

"Bu senin bakış açın." dedi Deniz. "Benim içinse, seni kaybetmemek adına atılmış en makul adım."

Melis birkaç saniye sustu, sonra gözlerini kaçırmadan fısıldadı. "Beni sevdiğin için değil, sorumlu hissettiğin için böyle davranıyorsun."

Deniz'in sesi dondu. "Kardeş olmak bazen sadece sevmek değil, sorumluluk da almak demektir."

"Ben senin görevin değilim." dedi Melis. "Kız kardeşinim. İnsanım. Benim de kırılma hakkım var."

"Ve ben de senin parçalanmanı izleyemem!" dedi Deniz. "Bu yüzden özgürlüğün değil, güvenliğin önemli. Bu konuda da geri adım atmayacağım."

Melis'in gözleri doldu ama dimdik ayakta durdu. "Ben de atmayacağım abi. Senin yöntemlerinle değil, kendi tercihlerimle hayatta kalacağım." dedi Melis. İkisi de inatçıydı ve kendi doğrusunu savunuyordu.

Kapının eşiğinde durmuş, nefes bile almadan onları izliyordum. Aralarındaki hava öylesine yoğundu ki yanlarına gitmeye cesaret edemiyordum. Deniz'in gözleri karanlıktı, Melis'in omuzları gergindi. Her cümle, altına saklanmış bir yara gibi batıyordu karşısındakine.

İkisini de çok seviyordum. Ama bu onların savaşıydı. Benim müdahale etmem doğru olur muydu bilmiyordum. İçimdeki bir ses Git, aralarına gir, yeter artık. diye bağırıyordu. Diğeriyse sadece susmamı söylüyordu. Bu onların çözmesi gereken bir şeydi.

"Ne olmasını istiyorsun Melis?" dedi Deniz bıkkın bir sesle. "Ne yapmamı ya da ne yapmamamı istiyorsun benden?"

"Gölgem gibi sürekli senin varlığını hissetmek istemiyorum." dedi Melis ürkek bir cesaretle.

Deniz neşeden uzak, alaylı ve büyük bir kahkaha attı. "Allah Allah. Nasıl olacakmış o? Bahsetsene biraz."

Melis bir adım ileri attı. Gözleri hâlâ doluydu ama içinde korku yoktu artık, yalnızca birikmiş bir yorgunluk vardı. ''Bahsetsem de anlamayacaksın zaten." dedi kısık bir sesle.

"Neymiş o senin anlayıp da benim anlamayacağım şey?" dedi Deniz. Ben hala izliyordum.

"Sen kendi yöntemlerin dışında bir şey duymak istemiyorsun. Sadece kendi yöntemlerinin doğru olduğunu düşünüyorsun."

Deniz'in yüzü gerildi. "Çünkü bu yöntemler sayesinde hâlâ hayattasın."

"Hayatta olmak bazen yeterli değil." Melis'in sesi titredi ama geri adım atmadı. "Ben her sabah uyanıp seni memnun etmek zorunda değilim. Her adımımı senin kurallarına göre atmak zorunda değilim."

"Ben memnun olmak için değil." dedi Deniz, sesi soğuk ama kontrollüydü. "Senin başına bir şey gelmesin diye bu kadar çabalıyorum. Bu farkı hâlâ görmüyorsan işimiz var demektir."

"Sorun zaten bu." Melis birden bastıra bastıra konuşmaya başladı. "Benim başıma bir şey gelmesin diye yaşadığım her şey, senin üzerine yüklenmesin diye davranışlarımı bastırmam, hissettiklerimi gizlemem, gülüşümü bile ölçüp biçmem.. Bunlardan çok sıkıldım."

"Melis yeter!" diye araya girdi bir ses. Bu odaya girdiğinden beri ilk defa duyulan bu sesi susturmak istemiştim. Ona ne oluyordu? Bu tartışma iki kardeşin tartışmasıydı. Melis yüzüme biraz kırgınlıkla biraz da şaşkınlıkla baktı. "Biz seninle günlerdir ne konuşuyoruz? Sen abine de hak verdiğinden bahsetmedin mi daha bir gece evvel?" dedim yutkunarak.

Melis gözlerini bana çevirdi. Gözleri doluydu ama bu defa öfkeyle değil, hayal kırıklığıyla parlıyordu. Dudakları aralandı ama tek kelime edemedi. Sessizlik bir anlığına odayı örttü.

Ben derin bir nefes aldım. Kalbim ağzımın içinde atıyor gibiydi. "Bak Melis." dedim sesim titremesin diye çenemi sıkarak devam ettim. "Senin de ne kadar zorlandığını biliyorum. Günlerdir senin yanındayım, her şeyini gördüm. Ama artık bu yaptığın şımarıklığa giriyor."

Deniz başını eğmişti. Melis'in yüzündeki ifadeyse önce dondu, sonra yavaş yavaş kırıldı.

"Abin seni korumaya çalışıyor. Evet, bazen sert, bazen fazla ileri gidiyor ama başka türlüsü mümkün değil. Çünkü Evren gibi birinden söz ediyoruz. O seni korumak için her şeyi göze alıyor. Senin her sabah uyanmana dua ediyor. Senin özgürlüğün onun paranoyasının üstünde değil, olamaz. Bunu artık anlaman lazım. Üstelik sen hiçbir şey bilmiyorsun. Buzdağının bir de görünmeyen tarafı var!"

Melis son cümleme takılmadıysa bile Deniz yüzüme merakla ve endişeyle baktı. Bir şeyler öğrendiğimi anlamıştı.

"Bu inatlaşma neye yarıyor? Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun?" dedim sesimi istemsizce yükselterek. "Senin başına bir şey gelirse Deniz mahvolur. Ben mahvolurum. Hepimiz mahvoluruz. Bu senin kişisel savaşın değil artık. Bu bir aile meselesi. Ve sen abini bile bile dışarıda bırakıyorsun." Melis'in çenesi titredi. "Sen illa ipini kesip koşmak istiyorsun. Koşmak mı istiyorsun Melis? Koş. Ama düştüğünde seni kim kaldıracak, düşündün mü?"

Deniz başını hafifçe bana çevirdi. Gözlerinde bir teşekkür, bir mahcubiyet vardı ama söylemedi. Söylemesine gerek yoktu.

"Seninle empati kurmaya çalıştım. Günlerdir seninle empati kuruyorum. Ama artık gerçek şu senin güvenliğin, senin özgürlük tanımından daha önemli. Çünkü seviyoruz seni. Çünkü abinin seni hayatta tutmak dışında bir şansı yok. Ve sen bunu ceza gibi görüyorsun."

Melis bir adım geri attı. Bakışları bana çarptı ama geçip gitmedi, içime battı. Ardından bakışlarını Deniz'e çevirdi. Sonra sessizce başını iki yana salladı. Gözleri hâlâ doluydu ama bu defa ağlamadı. "Sizin gibi düşünemem. Belki de yanlış olan benimdir ama içimdeki boğulma hissini de inkâr edemem." dedi, sesi kısık ve yorgundu. Sonra başını eğdi, pencereye yöneldi.

Melis yüzümüze bakmıyordu ama beden dili her şeyden haberdardı. Sırtı dikti, ellerini yanına salmıştı. Kalbim güm güm atıyor, dudaklarımı aralamadan önce içimden Yapma. diyen sesle savaşıyordum. Ama yine de konuştum.

"Sana bunları söylemek istemezdim." dedim, sesimi sabit tutarak. "Ama söylemek zorundayım çünkü ikinizi de seviyorum. Ve sevmek, bazen taraf tutmak anlamına gelir. Ben abinin tarafındayım, Melis."

Bir an nefesimi tuttum. Geri çekilmek istedim. Ama iş işten geçmişti. Kendime Doğru olan bu. diye fısıldayıp devam ettim.

"Çünkü abinin gözlerine bakınca gördüğüm tek şey korku. Abin bize gibi bağlı. Sevdiği birini kaybetmekten delicesine korkuyor. Bu yüzden yaptığı her şey, evet, bazen aşırı ama çaresizlikten."

"Yeter, sus artık." dedi Melis. "Abimle benim aramda olan bir şey bu. Daha fazla müdahale etme."

"Melis." dedi Deniz uyarıcı bir sesle. "Asıl sana yeter. Karşında-"

"Kim var karşımda? Karın mı? Özür dilerim abi ama ben de kardeşinim ya hani?"

"Nereye varmaya çalışıyorsun sen Melis? Seni gerçekten anlamıyorum."

"İstemiyorum." dedi Melis. "Sarp'ı da Burak'ı da istemiyorum. Senin gölgeni de istemiyorum."

"Peki." dedi Deniz büyük bir kabullenişle. "Madem hayatını yaşamak istiyorsun, madem benim gölgemi istemiyorsun, tamam. Bakalım o istemediğin gölge olmayınca hayatta ne kadar kalabileceksin?"

Deniz hızlı adımlarla odadan çıktı. Birkaç saniye Melis'i izledim, hemen ardından Deniz'in peşine düştüm ve aşağı indim.

Aşağı indiğimde Deniz salonun kapısında durmuş, hareketsiz duruyordu. Ne içeri giriyor, ne de tamamen uzaklaşıyordu. Omuzları gergindi. Ellerini yumruk yapmıştı ama dışarıdan bakan biri anlamazdı. Onu o kadar iyi tanıyordum ki bir kelimesinden bile bütün sessizliğini duyabiliyordum.

Yanına yaklaştım. "Deniz." dedim sadece. Döndü, göz göze geldik. Gözlerinde fırtına dinmemişti. Ama içinde kırılmış bir şey vardı, onu hissediyordum. Elini tuttum.

"Sofraya geçelim mi?" diye fısıldadım.

Deniz başını hafifçe salladı. Birlikte içeri geçtik. Herkes kahvaltısını neredeyse bitirmişti. Hatta Sarp çoktan masadan kalkmış, pencere önündeki berjere oturmuştu.

Yengem sofraya taze çay koyarken "Melis inmedi mi?" diye sordu.

Deniz cevap vermedi. Ben onun yerine başımı iki yana salladım. "Biraz dinlenmek istedi."

Yengem üzüldü ama üstünde durmadı. Sofraya oturduk. Bizim dışımızda kimse bir şey yemiyordu ama bizim de pek yiyebildiğimiz söylenemezdi. Kimse çatalını kaldırmaya hevesli değildi. Sadece çay buharı yükseliyor, odayı dolduruyordu.

Biz kahvaltı yapıyormuşuz gibi yaparken Melis bir hışımla aşağı indi ve kimseye bir şey söylemeden evden çıktı. Sarp telaşla ayağa kalkıp ne yapması gerektiğini sorgularcasına Deniz'e baktı. Deniz bir şey söylemeyince Sarp kapıya doğru yürüdü ama Deniz onu durdurdu. "Gitme Sarp." dedi yorgun bir sesle.

"Anlamadım? Tek mi gidecek?" dedi Sarp. Dayımın, babamın, Güneş'in ve yengemin yanımızdan ne zaman ayrıldığını hiç bilmiyordum. Nereye gitmişlerdi?

"Yalnız kalmak istiyormuş." dedi Keyfi bilir. dercesine.

O sırada Uygar salona girdi. "Melis nereye gidiyor?" dedi, az önce olanlardan habersiz olduğu için bu soruyu sorması pek tabii mümkündü.

"Hayatını yaşamak istiyormuş." dedi Deniz sinirle gülümserken. "Sanki yaşadığı hayat başkasının hayatı!" dedi Uygar'a dönerek. "Biz başkalarının hayatını mı yaşıyoruz Uygar? Aramızda başkasının hayatını yaşayan var mı?" dedi hepimizin üzerinde bakışlarını gezdirirken. "Bizim hayatımız bu amına koyayım! Hep böyleydi zaten. Yeni olan bir şey değil ki bu."

"Neler oldu burada?" dedi Uygar. Kimse cevap vermeyince bana döndü. "Ada?"

"Melis'le tartıştılar." dedim bıkkın bir sesle.

Uygar Ee. dercesine baktı. "Yani bu hep olan bir şey değil mi zaten?"

"Melis bunun hep olmasından şikayetçi olduğu için." dedi Deniz. Kısa bir süre ara verdi. "Bunun son olmasına karar verdi sanırım."

"Ben hiçbir şey anlamıyorum." dedi Uygar.

"Sonuç olarak." dedi Deniz. "Melis Hanım bir gölge gibi peşinde olmamdan çok sıkılmış. Ben de anlayışlı bir abi olarak elimi, ayağımı onun üzerinden çekiyorum Uygar."

"Saçmalama." dedi Uygar. "Klasik Melis bu. Söylenir, kızar ama sonra yine senin dediğine gelir."

"Gelmesin bundan sonra." dedi Deniz. Sesi kararlıydı. "Kendi hayatını yaşamak isteyen birine, özgür olmak isteyen birine daha fazla karışamam."

"Sen dayanamazsın." dedi Uygar. "Sinirden böyle konuşuyorsun. Eminim ki Burak'ı göndermişsindir peşinden."

Pencereden baktım. Burak çardakta sigara içiyordu.

"Kendi ayakları üzerinde durmak istiyormuş Uygar. Öğrensin bakalım hayatı yaşamak öyle kolay mı?" Hepimizin yüzüne uyarıcı bir ifadeyle baktı. "Sizden yardım isterse, en ufak bir yardımda bulunmayacaksınız." dedi. Bakışları benim yüzümde durdu. Başımı iki yan salladım. "Anlaşıldı mı?" Başımı tekrar iki yana salladım.

"Deniz sen sinirli olduğun için şu an böyle konuşuy-" dedim. Deniz sözümü kesti.

"Sen yukarıda Melis'e ne dediğini hatırlıyor musun sevgilim?" dedi bana özellikle hatırlatmak istercesine. "Ben abinin tarafındayım dedin."

"Benim kast ettiğim şey bu değildi!" diye bağırdım. "Yanlış yere çekemezsin, istediğin gibi kullanamazsın cümlelerimi. Sen Melis'i gözden çıkarmış gibi konuşuyorsun şu anda!"

"Kimsenin kimseyi gözden çıkardığı yok. Herkes nasıl istiyorsa öyle yaşasın. Yanımda olan olur, olmayan olmaz bu kadar. Kimse kendi canını düşünmüyorsa ben de düşünmeyeceğim bundan sonra. Bu kadar basit."

"Abuk sabuk konuşma." dedi Uygar. "Bin tane bela var, onlara kafa yor sen."

"Değil mi, değil mi? Bin tane bela var. Ama ben ergenliğe yeni girmiş gibi davranan şımarık bir kızla uğraşıyorum."

Uygar başını iki yana salladı, telefonunu kulağına götürdü. "Burak, kahve de ister misin?... Kahve kahve. Sigaranın yanında iyi gider... Sen niye orada dikiliyorsun Burak?! Niye gitmedin Melis'in peşinden?" Uygar kısa bir an sinirle Deniz'e baktı. "Bul Melis'i Burak." dedi, telefonu kapattı. "Yani bu kadar güveniyorsun etrafa öyle mi? Bu kadar eminsin Melis'in başına bir iş gelmeyeceğinden?"

Deniz ayağa kalktı, pencereden dışarı izledi. "Başının çaresine bakar."

Deniz'in sesi salonda yankılanıyordu. Sertti. Kırıcıydı. Hatta fazlasıyla acımasızdı. Ama onu öyle iyi tanıyordum ki bu sözlerin gerçek düşüncelerinden değil, içindeki yangından geldiğini biliyordum.

Ona baktığımda içimde bir ezilme hissi vardı. Çünkü onun şu an en çok ihtiyacı olan şey ne bir çözüm, ne bir fikir, ne de bir onaydı. Sadece biraz anlaşılmak istiyordu. O çok sevdiği kardeşinin gözünde kötü biri olmadan, onu koruyabilmenin bir yolunu bulmak istiyordu.

Ama bulamıyordu. Çünkü bazen sevdiğimiz insanların iyiliği için yaptıklarımız, tam da onları kaybetmemize neden oluyordu.

Deniz, Ben abinin tarafındayım dedin. dediğinde içimden ona sarılıp Ve hâlâ senin tarafındayım. demek geçmişti. Çünkü onu seviyordum. Çünkü onun gözlerinin ardındaki kırılganlığı görebiliyordum. Çünkü her şeyin altında yatan tek gerçek buydu. Deniz yalnızca korkuyordu. Sevdiklerini kaybetmekten, bir sabah uyanıp bizim başımıza kötü bir şey geldiğini öğrenmekten, geri dönülemez bir hatanın ortasında kalmaktan delicesine korkuyordu. Kendini bu kadar sert ifade etmesinin sebebi, aslında içinden yükselen çaresizliği başka türlü bastıramamasıydı. Ama ben biliyordum. Onun sevme biçimi bazen dikenliydi. Ama o dikenlerin ardında tarifsiz bir yumuşaklık vardı. Ben onu oradan seviyordum.

Ve şimdi her ne kadar aramızda sert cümleler geçmiş olsa da her ne kadar bana yanlış anlamış gibi davransa da hâlâ onun tarafındaydım. Çünkü onun içini görebiliyordum. O bile kendine bu kadar derinden bakamıyorken, ben bakabiliyordum.

Deniz hiçbir şey söylemeden pencerenin önünden ayrıldı, merdivenlere yürüdü, yukarı çıkmaya başladı. Ağır adımlarla peşinden gittim. Belki Deniz kendine özel bir alan yaratmak istiyordu, belki kaçmak istiyordu ama ben onu yalnız bırakmak istemiyordum.

Deniz odama girdiğinde ben de peşinden girdim. "Yalnız kalmak istiyorum." dedi kısık bir sesle.

"Günlerdir yalnızsın zaten." dedim. "Konuşmak ister misin?"

"Şu an değil Ada. Sen aşağı in."

"İnmeyeceğim. İyi değilsin."

"Bana neden kendime özel bir alan bırakmıyorsun Ada?" dedi. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Nefesim boğazıma takıldı. Sanki duvara yazılmış bir cümle gibi, sanki zaten orada duruyormuş da şimdi sadece ses verilmiş gibi bir cümleydi. Ama bu sesi duymak canımı acıttı. Onu anlamadığımı düşünüyordu ama o da beni anlamıyordu. Gözlerine baktım. Yorgundu. Bitkindi. Ve benden uzaklaşmak istiyordu. Kırmak ya da kırılmak istemiyordu.

Ama ben kırılmıştım.

Bunu bana ilk kez yapmıyordu. Ne zaman içinden çıkamadığı bir şeyin içine düşse, ne zaman duygularının altından kalkamasa, beni dışarda bırakıyordu. Önce sevdiğim adamdan bir duvar örüyordu. Sonra beni oraya çarpıyordu.

Susmak istedim. Ama susarsam daha çok ağlardım. Gözlerimi kaçırdım. Başımı salladım.

"Ben sadece yanında olmak istiyorum." dedim ürkek bir sesle.

"Çok fazla üzerime geliyorsun Ada. Biraz uzaklaşmama, nefes almama izin ver. Boğuluyorum, anla beni." dedi. Hala onu anlamadığımı düşünüyordu. ''Ben zaten kafamı toplayınca sana geliyorum. Gelmiyor muyum?''

Başımı salladım. Ağır hareketlerle arkama döndüm. Kapıyı tam açacakken adımı seslenince olduğum yerde kaldım. ''Ada.'' Gitmemi istemiyordu. Heyecanla ona döndüm.

"Melis'e Sen hiçbir şey bilmiyorsun, buzdağının bir de görünmeyen kısmı var. dedin. Ne demek istedin?"

Bakışlarımı kaçırmadım. Kaçırdığım an kendimi ele verirdim, bunu istemiyordum. Sarp'la öğrendiğim şeyleri ona anlatmanın hiç sırası değildi. Olanları Sarp'la beraber anlatmak istiyordum. "Melis'e anlatmıyorsun çoğu şeyi." dedim. Başını salladı. "Onlardan bahsettim."

Deniz inanmış mıydı bilmiyordum ama inanmış gibi yapmıştı. Başını tekrar salladı. Odadan çıktım ve onu kendi özel alanında bıraktım.

Salonda herkes kendi halinde takılıyordu. Dayım, yengem ve babam yoktu. Güneş koltukta bağdaş kurmuş oturuyordu, Savaş hemen arkasında durmuş onun saçlarıyla oynuyordu. Sarp pencereden dışarıyı izliyordu. Uygar televizyon karşısındaki koltuğa oturmuştu ve kapalı olduğu halde televizyona bakıyordu. Büyük bir rehavete kapılacağımı hissetmiştim. Kalbim sıkışıyor, aklım bulanıyordu. Evde durmak istememiştim. İçimde sıkışan onca şeyin bir nebze dağılması için hareket etmem gerekiyordu.

"Nasıl Deniz?" dedi Savaş.

Omzumu kıstım. "İyi sayılmaz."

"Sen iyi misin abla?" dedi Güneş. Nasıl olduğum halimden belli değil miydi? Neden soruyordu?

"Dışarıya çıkalım mı?" dedim. "Hava almaya."

"Hal böyleyken mi?" dedi Uygar. "Deniz'in ruh halini kestiremiyorum. Melis yok hem."

"Deniz yalnız kalmak istediğini söyledi. Ruh halini buradan anla. Melis de elbet bulunur. Burak peşinde değil mi zaten?" dedim.

"Ben evde kalayım, ne olur ne olmaz. Siz çıkın." dedi Uygar.

Sen bilirsin. dercesine bir bakış atıp omuz kıstım. "Dayım, yengem ve babam nerede?"

"Dayım babamı Seher teyzeye götürüyor. Yengem de onlarla birlikte. Dönüşte hep birlikte gelirler herhalde, bilmiyorum. Efsun abla da gelir. E Çağla, Feyza zaten fix." Seher teyze annemin ve dayımın teyzesiydi. Rahmetli anneannemle ikizlerdi. Onu uzun süredir görmüyordum. Efsun ablayı, Çağla ve Feyza'yı da özlemiştim. Gelmelerinde bir sakınca yoktu.

"Maşallah ben de annemleri çağırayım." dedi Sarp. Kalabalıktan hoşlanmıyordu. "Otele kaçayım en iyisi ben."

"Hangi otele?" dedim.

"Düğünün olacağı otele."

"Tamam ben de geliyorum." dedim. "Gelmek isteyen var mı?"

"Ben gelirim." dedi Güneş.

"Ben de gelirim." dedi Savaş.

"Ben buradayım." dedi Uygar bana bakarak. "Deniz'i dert etme."

"Etmiyorum." dedim ama içim aksini söylüyordu.

Sarp arabanın anahtarını eline aldı. Güneş ve Savaş'la birlikte dış kapıdan çıktık. Hava sıcaktı ama rüzgar biraz olsun ferahlık veriyordu. Bahçeden geçerken Güneş saçlarını toplayarak arkamızdan seslendi. "Beni çok çalıştırmayın ama. Hala kahvaltı sindirim aşamasındayım."

Gülümsedim. "Merak etme, sadece kontrol edeceğiz."

Arabaya bindiğimizde Sarp direksiyona geçti. Savaş ön koltukta yerini aldı. Ben ve Güneş arka koltukta oturuyorduk. Arabanın içinde kısa bir sessizlik oldu. Sarp radyoyu açmadı. Motorun sesi yolculuğun tek fon müziğiydi.

Otele vardığımızda ilk dikkatimi çeken şey otelin denize sıfır olan bahçesinin tamamen hazırlanmış olmasıydı. Çimenler yeni biçilmişti, bordür taşları temizlenmişti ve denize doğru uzanan ışıklı bir yol yapılmıştı. Yolun iki yanına zarif beyaz fenerler dizilmişti. Bu fenerlerin içindeki sarı ışıklar gece parlayacak, davetlileri denize açılan düğün alanına yönlendirecekti.

Denize doğru açılan platform incecik ahşapla döşenmişti. Üzerine beyaz tüller bağlanmıştı. Platformun ucunda çiçeklerle süslenmiş bir tak vardı. Takın tepesinde pembe ve beyaz güller, ortasında ise incilerle süslenmiş sade bir yazı vardı. Sonsuzluk burada başlar. Selay & Can

Gözlerimi kırpmadan o alana baktım. Rüzgar tülleri uçuruyordu. Kumların üzerine atılmış küçük beyaz halılar ve aralara serpiştirilmiş deniz kabukları, her şeyi daha da romantik hale getiriyordu.

"Sahi." dedim usulca. "Bu kadar güzelliğe Selay ne tepki verecek acaba?"

Güneş yanıma yaklaştı. "Bence ilk on saniye ağlayacak, sonra hem gülüp hem ağlamaya devam edecek."

Sarp, sesini yükseltmeden konuştu. "Işıklar gece otomatik açılacak. Ses sistemi de tamammış."

"Dans pisti nerede olacak?" diye sordum.

Savaş parmağıyla otelin bahçesindeki taş zeminli alanı gösterdi. "Şurada. Zaten zemini düz. Orası akşam ışıl ışıl olacak."

O an her şeyin yerli yerinde olduğunu fark ettim. Sadece estetik olarak değil, duygusal olarak da tamamdı. Burası bir masalın başlayacağı yer gibiydi.

"Her şey düşündüğümden çok daha güzel olmuş." dedim.

Güneş onayladı. "Gerçekten, her şey çok zarif. Abartı yok, sadelik var. Selay'ın tam sevdiği gibi."

Işıklı yoldan sahile doğru yürürken içim huzurla doldu. Kumlara bastığımda ayakkabılarım hafifçe gömüldü. Uzakta martılar uçuyordu. Deniz sakindi. Gökyüzü bulutsuzdu. Bugün sadece düğün için değil, bütün kalplerin yumuşaması için yaratılmış gibiydi.

Kısa bir süre sonra tekrar otelin ana girişine döndük. Güneş hafifçe esnedi. ''Size kahve ikram edelim.'' dedi bizi alanda gezdiren görevli.

''Vallahi çok iyi olur.'' dedi Güneş. ''Uyumak üzereyim yoksa.''

Hep birlikte gülüştük, resepsiyona gittik, herkes bir koltuğa yayılmıştı. Ben sade Türk kahvesi isterken diğerleri şuruplu, tatlı, köpüklü şeyler söylemişlerdi ve benim o tür şeylerle hiç aram yoktu.

"Benim kliniğe uğramam gerekiyor. Dilerseniz siz otele dönün, ben ayrı gelirim eve." dedi Güneş herkes kahvesini bitirdiğinde. Görevlinin kahveyle beraber getirdiği suyu kafama diktim.

"Hep birlikte gidelim." dedim. "Zaten kahvelerimiz de bitti.''

Sarp başını salladı. Hep birlikte kliniğe doğru yola çıktık. Savaş'ın sesi arabanın içini doldurdu. "Bu düğün akşamı biri ağlamazsa gerçekten çok şaşıracağım. Ada, sen kesin ilk beşte ağlayanlardansın."

Gülümsedim. "Muhtemelen ilk üçteyim."

***

Kliniğe ulaştığımızda içeriden gelen lavanta kokusu hemen burnuma çarptı. Burası aslında dayımın ve yengemin kliniğiydi. Bir odayı Güneş'e vermişlerdi. Ama Güneş sadece kendi odasını değil tüm kliniği değiştirmişti. Gözlerim neredeyse her köşeye aynı anda kaydı. Girişteki sade ama özenli karşılama bankosu ilk dikkatimi çeken şeydi. Ahşap dokusu mekâna sıcaklık katarken, üstündeki beyaz mermer detaylar hem zarif hem de profesyonel bir hava veriyordu. Duvarlardaki açık bej ton, doğal ışıkla birlikte ferah bir atmosfer yaratmıştı. Tavan aydınlatmalarında kullanılan minimal ama şık sarkıt lambalar, mekâna yumuşak bir aydınlık sağlıyordu. Ne fazla ne de eksik. Tam kararındaydı.

"Vay." dedim. "Güneş burası harika."

Güneş kapıyı kapattıktan sonra bize döndü. "Güzel mi olmuş?" diye sordu gülerek.

"Güzel mi?" dedim başımı iki yana sallayarak. "Bayıldım. Her şey çok iyi düşünülmüş. Ahşapla mermerin birleşimi, tavan yüksekliği, ışık planlaması, malzeme geçişleri. Çok dengeli. Sıcacık ama aynı zamanda modern. Rahatlatıcı ama profesyonel. Yani ben bile içeri girer girmez güven duydum."

Güneş'in gözleri parladı. "Çok mutlu oldum. Bunu senin gibi bir mimardan duymak harika."

"Senin mimarın kimdi?" diye sordum yarı ciddi, yarı gülerek.

"Benim." dedi gülerek. "Melis de yardım etti tabii. Ama senin onayını alana kadar içim rahat etmeyecekti."

"Onay mı?" dedim. "Sertifikalı övgü istiyorsan vereyim. Altına da imzamı atarım. Burası gerçekten çok ilham verici olmuş."

Kliniği gezip her köşesine hayran kaldıktan sonra Güneş çantasını aldı. "Hadi, eve geçelim mi artık?" dedi göz kırparak.

Sarp, klinik kapısını açarken "Evet daha düğün provalarımız var." dedi.

"Prova mı?" dedim gülerek.

Savaş araya girdi. "Şu damat tarafı dans edecekti hani, ona laf geldiğinde ne yapacağımızı çalışalım diyor."

"Ben kız tarafıyım oğlum." dedi Sarp. "Ada kız tarafı çünkü. E ben de Ada'nın tarafında olduğuma göre."

Hepimiz kahkahayla güldük. Dışarı çıktığımızda güneş biraz daha dik açıyla vuruyordu. "Bahara bak, yaz gibi." dedim. "Selay çok şanslı."

Yolda arabanın camlarını açtık. Hafif rüzgar saçlarımızı dağıtırken içeride sıcak ama rahat bir sessizlik hakimdi.

Eve yaklaşırken içimde hafif bir burukluk hissettim. Ama dış dünyada hava güzeldi, düğün güzeldi, insanlar yanımdaydı.

Sokağa girdiğimizde bahçe kapısının önünde Burak'ı gördük. Gergin görünüyordu. Sarp arabayı park etti, apar topar arabadan indik. Birden üzerime bir halsizlik çöktüğünü hissettim. Sanırım başım ağrıyacaktı.

"Burak." dedim. "Melis geldi mi?"

"Bulamadım Ada Hanım." dediğinde şaşkınlıktan açılan gözlerle onu izledim.

"Takip cihazı?" dedi Sarp. "Takip cihazı var ya Burak bu kızın?"

"Evde bırakmış takip cihazını. Telefonu da kapalı."

"Hay sikeyim." dedi Sarp. Hep birlikte içeriye girdik.

Kapıyı açıp içeri girdiğimizde Uygar'ı bıraktığımız yerde bulmuştuk. Bu sefer televizyon açıktı. Ama Uygar yine de televizyonu izlemiyordu. Çok sinirliydi. Elindeki kumandayı öyle bir sıkmıştı ki parmakları boğum boğum olmuştu. Melis'in ortada olmamasından haberdar olmalıydı. "Gidip kocanı uyandır Ada." dedi, bana bakmıyordu ama sabırsız olduğunu belli etmekten de geri durmuyordu.

"Melis." dedim.

"Evet Melis." dedi Uygar. "Melis yok."

Hızlı adımlarla odama çıktım. Deniz sırtüstü uzanmış, sağ ayağını sol ayak bileğinin üzerine atmış, kollarını başının üstünde toplamış, bir elinin bileğini diğer eliyle tutarak uyuyakalmıştı. Elinde yıllar evvel bana yazdığı not ve ben karpuz yerken çektiği fotoğrafım duruyordu.

Yavaşça adımlarımı hafifleterek yaklaştım. Odanın içi loştu, perde hafif aralanmıştı, dışarıdan gelen ışık Deniz'in yüzüne düşüyordu. Gözlerinin altı hafif morarmıştı, saçları alnına dağılmıştı. Çok yorgundu. Hem bedeni hem kalbiyle çok yorgundu.

Sessizce, başını yasladığı yastığın kenarına oturdum. Başımı eğip yüzünü izledim. Kirpikleri yanaklarına düşmüştü. Gözlerinin kenarında yorgunluk çizgileri vardı. Kaşlarının ortasında ince bir gölge duruyordu. Uyurken bile gardını düşürmeyen bir hali vardı. Bütün gerginliği, bütün suskunluğu, bedenine sinmişti.

Saçlarının bir kısmı alnına düşmüştü. Hafifçe uzandım, o tutamı usulca geriye doğru ittim. Tenine değmemeye çalıştım ama o kadar yakındım ki nefesimi duymuş gibi kirpiklerini oynattı.

O an içim burkuldu. Onun yorgunluğu, içindeki savaşlar ve bir türlü tam anlamıyla dinlenememesi. Her şeyini görüyordum. Kimseye göstermediği taraflarını bile. Ve belki de bu yüzden, onu böylesine seviyordum.

Bir süre yüzünü inceledim. Elini tuttum ve bileğindeki damarı uzun uzun okşadım. Fotoğrafı ve notu alıp çekmecenin üzerine koydum, yüzünü okşadım. "Sevgilim." diye fısıldadım. "Hadi uyan."

Deniz büyük bir panikle gözlerini araladı ve saniyeler içinde doğrulup yüzüme baktı. Nerede olduğunun farkına varana kadar ve yanında olanın ben olduğumu idrak edene kadar bir süre bekledi. Nefesi telaşlıydı.

Elimi yüzüne yasladım. "Sevgilim, benim."

"Ada." dedi yorgun bir sesle.

"Buradayım. İyiyiz." dedim. "Sakin ol, bir şey yok."

Deniz başlığa yaslandı, beni kendine çekti, başımı göğsüne bastırdı, saçlarımı uzun uzun öptü. "Kaç saattir uyuyorum ben?" dedi. Kendi kendine sormuş gibi bir hali olsa da onu yanıtladım.

"Uykuya ne zaman daldığını bilmiyorum." dedim. "Ama şuradan hesaplarsan, biz yaklaşık iki buçuk saattir dışarıdayız." Melis'ten haber alamadığımızı nasıl söyleyecektim? ''Saat şu an altıya geliyor.''

Saçlarımı okşadı. Sonra omzumu okşadı, şakağımı öptü. Çekmecenin üzerine uzandı, notu ve fotoğrafı aldı. "Bahsettiğin sürpriz bu muydu?" dedi. Hafifçe gülümsedi.

"Hı hı." dedim başımı göğsünde hafif hafif sallarken.

''Bulmuşsun sonunda.'' dedi sanki yıllardır beklediği bir şeyi başarmışım gibi.

Büyük bir şaşkınlıkla başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım. ''Nasıl yani? Sen?'' dedim artan şaşkınlığımla. ''Sen haberdar mıydın bunlardan? Ama nasıl?''

''Kendi yazdığım nottan ve kendim çektiğim fotoğraftan elbette haberdardım sevgilim.'' dedi gülerek.

''Neden bu zamana kadar bahsetmedin? Kaç kere Aydın'a geldik. Neden gidip almadık bu fotoğrafı ve notu?'' dedim hesap sorar gibi.

''Notun da fotoğrafın da sahibi sensin çünkü. Senin ulaşman gerekiyordu. Sürpriz olmazdı sana, eğer ben verseydim.'' dedi göz kırparak.

''Benim bulmamı mı bekledin yani?'' dedim. ''Yıllar sürdü Deniz. Ya hiç bulamasaydım?"

''Eğer bir şey sana aitse, yıllar sonra bile gelir ve seni bulur.'' dedi, başımı tekrar göğsüne yasladım. ''Nasıl buldun bakalım, anlat?" dedi.

"Sarp'la marinaya indik." dedim sakin bir sesle. "Su almak için bir büfeye girdik. Duvarda eski fotoğraflar vardı. Bir sürü. O fotoğrafların arasında buldum bu fotoğrafı."

"Ee?"

"Yıldız ablaya yani büfenin sahibine vermişsin sen bu notu. Bana vermesi için. Ben fotoğraftan kendimi tanıyınca Yıldız abla da beni tanıdı. Yıllardır saklıyormuş bu notu."

"Sen." dedi duraksadı. "Bu fotoğrafa ve nota daha yeni ulaştığına göre sonradan hiç gitmedin mi o büfeye? Doğru mu anladım?''

Başımı salladım. "O fotoğraftan sonra ben dayımların yanına gittim. İnsanlar yüzüyordu. Sonra biri boğuldu ve öldü. O günden sonra ne marinaya indim ne de-"

"Ne de suya girebildin." diye beni tamamladı.

Başımı yeniden salladım ve başımın ağrıdığını fark ettim. Halsizlikten sonra bir de baş ağrısı gelmişti. ''İlayda senin gözlerinin önünde boğulmuş. Kurtaramamışsınız, ölmüş. Yani aynı deneyimi yaşamışız. Sen atlatabilmişsin, ben atlatamamışım.''

''Senin kalbin çok narin sevgilim. Herkesin acıyı taşıma kapasitesi farklıdır. Sen taşıyamamışsın, yüzleşememişsin. Ben atlatabilmiştim. İlayda'nın kaybı çok büyüktü benim için fakat su her zaman benim tutkularımdan biri oldu.'' dedi, bir süre düşündü. ''Su korkunu artık yenmemiz gerek Ada. Yüzme kursuna göndereceğim seni.'' Hafifçe güldü. ''Sudan korkuyorsun ama kocanın adı bile Deniz ve devasa bir sudan oluşuyor.''

Güldüm, yüzmek şu an en son düşüneceğim şey bile değildi. ''Sen neden daha sonradan gelmedin Aydın'a? Notun sahibi bensem, notu bana ulaştırmak için neden şansını zorlamadın?'' dedim sitemle. ''Belki çok daha erken kesişecekti yollarımız.'' dedim. "Ben mesela birinin ölümüne şahit oldum diye denize gitmekten vazgeçmeseydim o notu daha çabuk bulur, İstanbul'a gelip seni bulurdum." dedim gülümsedim. "Nasıl olurdu acaba?" dedim kendi kendime düşünüp. "Bir kere öyle sevgili falan olmazdık. 2007 yılında ben çok küçükmüşüm çünkü senden."

"Şimdi çok küçük değil misin?" dedi neşeli bir kahkahayla.

"Hayır değilim." dedim.

Deniz minik bir kahkaha daha attı. "Şimdi yaş farkımız neyse o zamanda da aynıydı sevgilim."

"Şimdi yetişkiniz." dedim. "Ben on yaşında bir ilkokul çocuğuymuşum. Sense lise üçe geçmiş yeni yetme bir ergenmişsin. Abi kardeş olurduk olsa olsa."

Deniz başını salladı. "Haklısın sevgilim." dedi usulca. "Hiç etik olmazdı."

"Eğer Melih babanın gerçekten suçsuz olduğunu bilseydi, Evren raporları değiştirdiği için Gökalp'in öldüğünü bilseydi her şey nasıl olurdu acaba?"

"Boş ver sevgilim, düşünme bunları sen. Olan biteni değiştiremeyiz. O yüzden yorma kendini düşünüp de." dedi saçlarımı öptü.

"Biliyor musun?" dedim heyecanla. Konuyu değiştirmem gerekiyordu. "Yıldız abla kızının adını Ada koymuş."

"Ada mı?" dedi hayatında duyduğu en normal şeymiş gibi.

"Evet. Beni çok seviyordu. Gel sen benim kızım ol. diyormuş bana. Ben de ona Ben senin kızın olmam ama çok istiyorsan kendi kızının adını Ada koy. diyormuşum. O da gerçekten kendi kızının adını Ada koymuş. Resim yapmayı çok seviyormuş Ada."

Deniz güldü, başımı göğsünden kaldırdı, bakışlarını gözlerime sabitledi. "Bana ne söyleyeceksin Ada?" dedi bir anda.

"Bir şey söylemeyeceğim." dedim gözlerinden kaçmayarak. "Onu da nereden çıkardın?"

"Bir şey saklarken gözlerini kaçırmamanla, bir şey saklamazken gözlerini kaçırmaman arasında çok büyük bir fark var. Bir şey saklarken gözlerime çok dikkatli bakıyorsun. Özellikle kaçırmıyorsun gözlerini. İnatla bakıyorsun. Ama bir şey saklamazken normal göz teması kuruyorsun. Ve Ada sen şu an bana çok dikkatli bakıyorsun. Ne saklıyorsun? Hadi söyle bana."

Söylemek istemiyordum. Kabak neden benim başıma patlayacaktı? Aşağıda Melis'in nerede olduğunu bilmediğimizi söyleyecek bir sürü insan vardı. Ama ihale bir şekilde bana kalmıştı. "Aşağı inelim mi? Bir şey söylememiz lazım sana." dedim, midem bulanıyordu.

Kaşlarını çattı, bacaklarını aşağı sarkıttı, sıkıntılı bir nefes verdi. "Olaysız günümüz geçmiyor tamam, bari olaysız bir saatimiz olsun ya. Bir saat. Onu da çok görüyorlar!"

Yataktan kalktı, hızlıca odadan çıktı. Peşinden koşup koşmamak arasında kalmıştım. Kocanın yanına git Ada!

Deniz'in peşinden hızla aşağı koştum. Nasıl söyleyeceğiz biz şimdi Melis'in ortadan kaybolduğunu? diye düşünmem ve salonda Melis'i görmem aynı ana denk gelmişti.

Salondaki manzara başımı döndürmüştü. Birkaç dakika önce Deniz'le yukarıda yaşadıklarımız yerle bir olmuşken, şimdi alt kata indiğimde bambaşka bir dünya vardı sanki. Salon, tam anlamıyla insan kaynıyordu.

Dayım ve yengem, her zamanki ev sahipliği refleksiyle bir köşede gelenlere ikram dağıtıyor, kahve fincanlarını kontrol ediyorlardı. Miray ve Selay, yengeme yardım ediyor, bol bol kahkaha atıyorlardı. Uygar, koltuğun kenarına oturmuş, elinde limonata bardağıyla Can'a laf sokuyordu. Can onu görmezden gelir gibi yapıyordu ama göz ucuyla çoktan karşılık hazırlığına başlamıştı.

Savaş, Güneş'in saçlarını yine örmeye çalışıyor, Güneş "Yanlış örüyorsun, Picasso gibi ördün!" diye kahkahalarla tepki veriyordu. Babam, Seher teyze ve İlhan enişte koltukta oturmuş, anılardan açılan bir konuyu anlatıyordu. Eniştemin ses tonu yükselince, Seher teyze omzuna dürttü, "Çocuklar anlamasın şimdi!" dedi, o anda babam da kahkahayı patlattı. Kim bilir neyden bahsediyorlardı?

Efsun abla, eşi Ufuk ve kızları Çağla ile Feyza salondaki sehpanın etrafında toplanmış, tatlı tabaklarını karıştırıyorlardı. Çağla sürekli telefonuyla oynarken Feyza herkesin tabağındaki pastayı "Hangisi daha çikolatalı?" diyerek inceliyordu.

Yeşim abla, elinde peçeteyle koltukların üzerini düzeltiyordu. Kenan abi ise kendini cam kenarına atmış, çayını yudumlarken içerideki gürültüyü dışarıya tercih eder gibi davranıyordu ama gözleri hâlâ gülüyordu.

Ve Sarp. Kapının hemen yanında durmuş, kalabalığı izliyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsedi. Ben de hafifçe başımı salladım.

Melis ise tam önümdeydi. Salonda herkes kahkaha atıyor, konuşuyor, anlatıyor, gülüyordu ama onun gözleri sessizdi. Ne olduğunu anlayamamışlardı henüz. Belki de fark etseler bile kimse bu küçük bayram havasını bozmak istememişti.

Her birinin yüzüne tek tek baktım. Sonra Melis'e. Sonra Deniz'e. Deniz hayretle kalabalığa bakıyordu ama asla Melis'e bakmıyordu. "Hoş geldiniz." dedim gözler üstümüzde gezerken. Herkes neşeyle bana kollarını açtığında herkese tek tek sarıldım. En son Seher teyzeye sarıldım. Beni ayaklarının dibine, yere oturtmuştu. Başımı dizine yasladım, çok halsiz hissediyordum, sabah hiçbir şeyim yokken şimdi neden böyle hissediyordum? Reglim de bitmişti, bugün iyi olmam gerekmiyor muydu? Seher teyze saçlarımı sevdi. O kadar güzel bir kadındı ki aynı anneme benziyordu.

"Güzel torunum." dedi beni severken. Aslında torunu değildim. Ama anneannemle ikiz olduğu için bir yandan torunu da sayılıyor olabilirdim, bilmiyordum.

Bütün ilgi Deniz'deydi. Herkes kocamı çok seviyordu. Kocamı sevdikleri için çok mutluydum fakat Deniz'in gözlerindeki huzursuzluk mutluluğumu baltalıyordu.

"Ee." dedi Selay bir anda. "Hazır herkes buradayken bir haberimiz var size."

Herkes suspus bir halde Selay'a bakarken meraklı gözlerimi yüzünde gezdirdim. Kahvemin son yudumunu içtim. Can Selay'a yaklaştı. Kolunu beline sardı. Saçlarını öptü.

Yüzündeki o huzurlu tebessüm, Can'ın elinin beline usulca kayışı, saçına kondurduğu öpücük. O bakışlar, yeni bir hayata dair taşıdıkları belliydi. Gözlerim doldu. Bir an hiçbir şey söyleyemedim. Sadece gülümsedim. Kalbim kocaman oldu. Selay yavaşça başını kaldırdı, bakışları Can'la buluştu. Sonra bize döndü.

Ne söyleyeceğini henüz ağzından duymamıştım ama kalbim ondan önce konuşmuştu. Daha önce yalnızca aynada, kendi yüzümde görüp sonra sonsuza dek kaybettiğim bir parıltıydı o. Selay anne olacaktı.

İçimde bir şey kıpırdadı. Ne olduğunu hemen anlayamadım. Sevinçti bu, evet. Selay için. Can için. Onların o küçük, gülümseyen hayatı büyüyecekti. Mutluluktu bu. Tertemiz, kocaman bir sevinçti.

Ama başka bir şey daha vardı. İçimden geçen, boğazımı sıkan başka bir duygu. Adını koyamadım önce. Sonra boğazımda yutkunamadığım bir düğüm gibi oturdu. Aynı anda hem çok mutlu hem de çok eksik hissetmek nasıl mümkün oluyordu?

Gözlerimin kenarı yandı. Elimi göğsüme bastırmak istedim. O eski sızı, iki yılı aşkın bir zaman önce içimde bıraktığı boşluğa sızmıştı yine. Bir bebeğim olacaktı benim. Ama kaybetmiştim.

Selay için sevinmemek ihanet olurdu. Bu kadar güzel bir habere gölge düşürmek istemezdim. Zaten düşürmeyecektim de. Yutkundum. Gülümsedim. Kalbimin iki ayrı ucundan çekildiğimi hissettim ama dimdik durdum.

"Anne oluyorum." dedi Selay kocaman bir çığlıkla. "HAMİLEYİM!"

Gözlerimde sadece ışık vardı. Çünkü sevinç kalp kırıklığına rağmen yaşanıyordu. Ve ben şu an Selay'ın anneliğine sevinmek istiyordum.

Ben de bir zamanlar hamileydim. Ben de bir kalp sesi duymuştum içimde. Çünkü ben de o hissi, o korkuyla karışık mucizeyi tatmıştım. Ve sonra ellerim bomboş kalmıştı. Umutla dolan ellerim, en sonunda kendi tenimi sıkar olmuştu.

Selay'ı izliyordum. Ve ben onun için öyle mutlu, öyle gururluydum ki içimden kalkıp sarılmak, ağlayarak Çok sevindim. demek istedim. Ama ayaklarım kıpırdamadı. Boğazımdaki düğüm çözülmedi.

Kalkıp sarılmadığım için kendime öfkelendim. Bu nasıl bir düşünceydi? Selay benim en yakınımdı. Onun gözlerinde gördüğüm o taze, umutlu heyecan kalbimi ısıtmalıydı. Ve ısıtıyordu da. Ama aynı anda yakıyordu.

Birinin mucizesi, bir başkasının kabuğu kanayan yarası olabiliyordu. Ben bugün o yarayı gizlemeyi seçtim. Çünkü Selay bunu hak etmiyordu. Ben kendi eksikliğimi, onun sevincine bulaştıramazdım.

Yutkundum. İçimden geçen binlerce kelimeyi yuttum. Gülümsedim. Ona doğru bir adım attım. Sonra onu kucakladım.

"Çok mutlu oldum." dedim kulağına. Gerçekten de mutluydum. Ama bu mutluluğun içinde kendime ait bir mezar taşı vardı.

Miray kollarını havaya kaldırıp sevinçle çığlık attı. Yengem ellerini ağzına götürdü, sonra hızla Selay'a sarıldı. Can, gözlerini kapatıp alnını Selay'ın saçlarına yasladı, burnunun ucunu silerken gözleri parlıyordu. Dayım ellerini iki yana açıp "Hayırlı haber böyle olur!" diye bağırdı. Yeşim abla gözyaşlarını silerken Feyza "Bebek mi geliyor?" diye hayretle sordu, Çağla bile telefonu elinden bırakmıştı.

Herkes sırayla Selay'a sarıldı. Kahkahalar, alkışlar, sevgi dolu sesler birbiriyle yarıştı. Herkesin yüzünde ışık vardı. Herkesin gözleri dolmuştu. Kalabalığın ortasında ama bir adım gerideydim. Ellerim yavaşça birbirine dolanmıştı. Gülümsemeye devam ediyordum, dudaklarımın kenarı yukarıdaydı ama bakışlarım bir noktaya çakılı kalmış gibiydi.

Sarp, bana kısa bir bakış attı ama bir şey söylemedi. Deniz, hâlâ Selay'a bakmıyor, kalabalıkla mesafesini koruyordu. Melis'in yüzünde kararsız bir tebessüm vardı. Uygar bile duygusallaşmış gibi gözlerini kaçırmıştı.

Ben o an ayağımın altındaki halının kaydığını hissettim. Alkışlar sürerken, dikkat çekmemeye çalışarak geri çekildim. Bahçeye açılan verandaya doğru yürümeye başladım. Kimsenin fark etmediğini umarak kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Başımın ağrısı kafatasımı çatlatacak kadar şiddetlenmişti. Yürüyecek derman bulamamaya korkuyordum. Sanki nefes almaya bile halim yoktu.

Çardağa geçtiğimde derin bir nefes aldım. İçerideki coşku hâlâ kulaklarımda çınlıyordu ama ben artık o sesin içinde kalamazdım. Ayaklarımı çıplak toprağa bastığımı hayal ettim. Sanki böylece içimdeki ağırlığı toprağa verecekmiş gibiydim. İçimde susturamadığım bir çarpıntı vardı. Sevinç değildi. Üzüntü de değildi. Bir çeşit yan yana duramayan iki duygu gibiydi. Biri göğsümü kaldırıp ışıkla doldururken, diğeri aynı anda içimi oyuyordu.

Selay anne oluyordu. Ve ben hiçbir zaman olmayacaktım.

Bu gerçeği ilk duyduğum günkü kadar sert hissettim. Zaman geçmişti. Kabullenmiştim sanıyordum. Ama bugün o kalabalığın içinde yüzü ışıldayan Selay'a bakınca içimde bir şey çöktü.

Demek ki insan bir şeyi kendine ne kadar unuttum dese de hayat ona bir gün gelip hatırlatıyordu.

Karnıma dokunmadım. Ellerimi sıkıca birbirine kenetledim. Kendi bedenime, kendi kaderime acıyarak bakmak istemedim. Çünkü o acı, bana aitti. Ama onu içime hapsetmekten de yorulmuştum. Ağlamayacaktım. Bunu kendime söz vermiştim. Ama gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.

Ben Selay'ı kıskanmamıştım. Çünkü onun hamileliği benim kaybımı büyütmemişti. Benim kaybım zaten çok büyüktü. Onun ki bir mucizeydi. Benimki bir yaraydı.

Rüzgâr ince bir serinlik taşıyordu ama ben hâlâ yanıyordum. Kalbim usul usul sızlıyor, gözlerimin buğusu dağılmıyordu. Ne kadar dayanacaktım bilmiyordum ama içerideki neşeden uzağa çekilmem gerekiyordu. Arkamda bir ses duydum. Hiç dönmeden kimin geldiğini biliyordum. Deniz geliyordu.

Yavaşça yanıma geldi. Tam dibime oturdu. Kolunu omzuma attı ve beni kendine çekip başımı gövdesine bastırdı. Sonra ellerimden birini tuttu. Parmaklarımı avucunun içine aldı, sıcaklığını hissettirdi. Hafifçe bana döndü. Tuttuğu elimi öptü. "Sevgilim." dedi sadece.

Öyle basit, öyle sadeydi ki sesi. Ama o kadar çok şeyi taşıyordu ki içinde. Anlaşıldığımı hissettim. Kırıldığımı ama güçlü kalmaya çalıştığımı. Sevinip üzülmenin çelişkisini, içimdeki boşluğun hâlâ nasıl taze olduğunu, hâlâ nasıl bastıramadığımı. Her şeyimi. Her şeyimi biliyordu.

Başımı çevirip yüzüne bakamadım. Ama elini daha sıkı tuttum. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Deniz usulca parmağıyla sildi. Beni susturduğu yoktu. Sadece yanımda duruyordu. Ve o an bu yeterdi.

"Çok sevindim Selay için." dedim kısık bir sesle.

"Biliyorum." dedi. "Senin kalbin ne kadar güzel, Ada."

Nefesim kırıldı. Ağlamak istemiyordum ama kendimi tutamıyordum. Başımı eğdim. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Göğsüne sığındım. Tüm o gururla gizlemeye çalıştığım acı, o sığınağın içinde çözülmeye başladı.

"Keşke." dedim ama devamını getiremedim.

"Ben de keşke diyorum." dedi. "Geçmeyecek belki ama ben yanındayım."

Elini sırtımda gezdiriyor, diğer eliyle parmaklarımı avucunun içinde tutuyordu. Sessizliğinde öyle bir şefkat vardı ki o dokunuşları hiçbir kelimenin taşıyamayacağı kadar güçlüydü.

Zaman durmuş gibiydi. Göğsüne yaslandığım yerde içimdeki fırtına yavaş yavaş dinerken, onun varlığıyla nefesim düzene girmeye başladı. Saçlarımı usulca geriye doğru itti. Alnımı öptü. Yanaklarımı okşadı.

Sanki her hareketiyle içimdeki yaraya Yanındayım. diyordu.

Kollarını etrafımda biraz daha sıktı. Yüzümü kaldırmadım ama o başımı avuçlarının arasına aldı, şakağıma bir öpücük kondurdu. Sonra hiçbir şey söylemeden parmaklarıyla gözümün altını sildi. Sustum. Ve bu sessizlikte iyileşmeye çalıştım.

Birinin adım sesleriyle bakışlarımızı sese çevirdik. Uygar geliyordu. "Her şey yolunda mı?" dedi keyifsiz bir sesle.

Deniz başını aşağı yukarı sallarken ben tepkisiz kalmıştım. Uygar geldi, sigara yaktı ve kendisine en yakın yere oturdu. Sigarasından bir nefes aldı, sonra gözlerini ikimizin üzerinde gezdirdi. Beni baştan aşağı süzmedi, analiz etmedi. Sadece baktı. Sanki gözlerimin içinden geçip içimdeki karanlığı gördü.

"İkiniz için de zor biliyorum." dedi sessizce. "Ama sen çok güçlü bir kadınsın Ada."

İçimden bir Değilim. geçti. Ama söylemedim. Sadece başımı hafifçe salladım. "Ben güçlü olmaktan yoruldum, Uygar." dedim. Sesim çatladı. "Bir gün, sadece bir gün boyunca hiçbir şey olmamış gibi yaşamak istiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Eksik hissetmeden, suçluluk duymadan."

Uygar başını yana eğdi. Gözleri kısıldı. "Eksiklik sende değil. Hayat bazılarına fazla yük bindiriyor. Ama sen o yükle bile hâlâ dimdik duruyorsun. Gurur duyuyor Deniz seninle. Herkese ne kadar iyi geldiğini biliyor musun?" dedi sonra. "Deniz'in kendine gelebilmesinde, Melis'in hâlâ burada olabilmesinde, Sarp'ın sakin kalabilmesinde senin izlerin var. Sen bu evde herkesin merkezisin. Ama merkez olmak demek yalnız kalmak değil. Senin yanında herkes var."

Ben biraz yumuşayınca Uygar Deniz'e döndü. O sırada Sarp ve Savaş da gelmişti. "Şimdi gelelim asıl meseleye." dedi Uygar. Deniz ciddiyetle Uygar'a baktı, Ne oldu? dercesine göz kırptı. "Melis'i özgür bırakmak ne demek?"

"Off. Sıkıldım ama ben bu konulardan. Zaten keyfim kaçık."

"O keyfin daha çok kaçacak senin, benden söylemesi."

"Neyden bahsediyorsun sen Uygar? Sen neden benim nefes almama izin vermiyorsun? Benim niye bir alanım olmuyor? Bir rahat bırakın."

"Rahat etmeyi mi düşünüyorsun sen bir de? Pes."

"Ya ne yapacaktım Uygar? Herkes kendi kafasına göre takılıyor. O içerideki var ya o içerideki." dedi, Melis'i kastediyordu. "Kafasının dikine dikine gidiyor. Bir gün gelecek sözüme. Umarım o gün geldiğinde beni bulur."

"Melis'ten saatlerce haber alamadık biz Deniz. Burak bulamadı onu. Telefonu kapalıydı. Takip cihazını evde bırakmış. Kafayı yedik biz sen uyurken."

"E içeride oturuyor işte şimdi. Sıkıntı ne?" dedi Deniz omuz kısarak.

"Ya gelmeseydi Deniz? Ya gelmeseydi? Kapatmış telefonunu. Kim bilir nereye gitti?"

"Nereye gittiyse gelmesini de bilmiş. Kendi hayatını yaşıyor işte. Halinden memnun. Ben de memnunum. Kimsenin güvenliğini düşünmüyorum. Üstümden öyle bir yük kalktı ki anlatamam."

"Saçmalıyorsun Deniz." dedi Uygar. "Melis'ten bahsediyoruz."

"Biliyorum. Kardeşim oluyor kendisi."

"Sinirini bir kenara bırak o zaman. Az bir sakin ol Allah aşkına."

"Sen niye bu kadar dert ediyorsun Uygar? Abicilik mi yapmak istiyorsun? Git, muhatabın içeride."

"Ben Melis'e de Eren'e de her zaman böyle yaklaşmadım mı Deniz? Ne o yakıştıramıyor musun bana abi olmayı? Kardeşlik duygusunu bilmiyor muyum ben?"

"Konuyu saptırma Uygar!"

"Yoo yo. Sen söyle. Söyle. Senin öz kardeşin yok. de. Ne bilirsin sen abi olmayı, kardeş olmayı. de."

"Sana konuyu saptırma dedim Uygar!" diye bağırdı Deniz. "Ben seni ne zaman buradan vurdum? Konuyu İlayda'ya getirme."

"Getiren sensin!" dedi Uygar. Sesi çatlamıştı. "Ben kardeşliğin ne olduğunu senden öğrendim sanıyordum. Meğer yanılmışım."

Deniz bir adım atacak oldu. "Uygar, öyle demek istemedim."

"Ne demek istedin peki?" dedi Uygar, sesi titriyordu. "Öz kardeş değiliz diye..." dedi ve sustu. "Ben senin öz kardeşin değilim diye mi? Çünkü biliyor musun, ben bizi hep kardeş sanıyordum. Hep dört kardeşiz biz diyordum. Deniz, Uygar, Melis, Eren. Ama galiba kendi kendime kardeşmişim ben. Sadece ben saymışım seni. Sen bugüne kadar beni hiç kardeşin olarak görmemişsin."

Deniz'in çenesi gerildi. "Saçmalama."

"Yok, saçmalamıyorum." dedi Uygar öfkeyle. "Ben Melis'in bilekliğini görünce delirdim. Senin için defalarca bir sürü belaya göğüs gerdim. Kardeşiz biz. dedim. Ama şimdi sen bana diyorsun ki, sen ne bilirsin kardeş olmayı."

"Ben öyle demedim!" dedi Deniz, sesi yükselmişti. "O senin kafanda kurduğun bir şey."

"Benim kafamda değil Deniz!" diye bağırdı Uygar. "Görünen tabloda durum ortada."

Deniz artık iyice öfkelendi. "Uygar, yeter! Ne istiyorsun benden? Her şeyin kararını birlikte mi verelim? Her adımda sana mı sorayım? Bazen senin gibi düşünmüyorum diye beni hain ilan edemezsin!"

Uygar dudaklarını ısırdı. "Ben senden hiçbir şey istemedim. Hiçbir zaman. Sadece kardeşliğimizi sahiplenmeni istedim. Ama artık onu da istemiyorum."

Deniz donup kalmıştı. "Uygar kalk siktir git, sakinleş öyle gel. An geçtikçe ne diyeceğini şaşırıyorsun sen çünkü."

"Sen kendi kardeşini düşünmüyorsun, ben düşünüyorum ve suçlu ben oluyorum. Harika ya. Gerçekten harika." dedi Uygar ve içeriye doğru sinirle yürüdü.

"Hiç derdim yok şimdi bir de Uygar'ın gereksiz tripleriyle uğraşacağım. Allah'ım sen sabır ver." dedi Deniz.

"Çok üstüne gittin." dedim sessizce. "Uygar sadece yardımcı olmaya çalışıyor. Sizi düşündüğü için böyle davranıyor."

"Düşünmesin kimse." dedi Deniz. "Ben kendimi düşünürüm."

"Ada haklı." dedi Sarp. Sigarasını yere attı ve ayağının ucuyla söndürdü. "Ne amaçlıyorsun böyle yaparak? Herkesi etrafından uzaklaştırmayı mı?"

"Kimseyi uzaklaştırmıyorum ben Sarp. İsteyen kendi gidiyor gördüğün gibi. Önce Melis, sonra Uygar. Ben kimsenin hayatına yön veremem."

"Ne yani?" dedi Savaş. "Artık Melis'in yanına kimseyi vermeyecek misin? Üstelik Melis Evren'in açık hedefi."

"Vermeyeceğim. Açık açık bunların hiçbirini istemediğini söyleyen, beni bir gölge olarak gören ve artık peşinde bir gölge istemediğini dile getiren bir kız kardeşim var. O nasıl isterse öyle davranacağım yani."

"Yine de Burak izlesin." dedi Sarp. "En azından gizli olarak izlesin. Melis bilmesin. Olmaz Deniz, bulur o aşağılık herif Melis'i. Sen de biliyorsun."

Deniz ya Melis'in başına bir şey gelmeyeceğine çok emindi, ya da rol yapıyordu. İkinci seçenek daha kuvvetliydi. Yani Deniz rol yapıyordu, Melis'i korumak için hiçbir önlem almayacağını söylüyordu ama gizliden gizliye koruyacaktı. Çünkü Deniz Melis'i riske atmazdı. Atamazdı.

"Artık içeriye girelim mi? Üşüdüm." dedim sanki benim üşümem şu an çok önemliymiş gibi. Deniz, Sarp ve Savaş da üşümemin bir önemi olmadığını belli etmek istercesine yerlerinden kıpırdamamışlardı.

Yerimden kalktım. "Ben gidiyorum." dedim, bir adım attım. "Gelen gelsin." Kimse gelmiyor Ada. "Gelmezseniz gelmeyin."

İçeri girdiğimde hala Selay'ın hamileliği konuşuluyordu. Daha bir aylık hamile olmasına rağmen cinsiyeti üzerine tahmin yürütüyorlardı. Bu işlerden hiç anlamamakla birlikte bir oğlu olacağını hissetmiştim. Çünkü geleneksel inanca göre anne güzelleşiyorsa bebek erkek oluyordu ve Selay şu an Yunan mitolojisinden fırlamış bir tanrıça kadar güzeldi.

"Bence kesin erkek." dedim yanına oturup. Sanırım içerisi kalabalık olduğundan, nefesim yeniden daralmaya başlamıştı. Ben neden nefes alamıyordum?

"Bence de." dedi Miray.

"Yok kız olacak." dedi Güneş. Yanılıyordu. Derinden gelen büyük bir hisle hissediyordum ki bu bebek erkekti.

"Neye göre karar veriyorsunuz bu cinsiyete?" dedi anneannemin ikizi Seher teyze.

"Anne güzelleştiyse erkek, çirkinleştiyse kız olur derler." dedi Selay.

Seher teyze inanmadığını bariz belli eden bir bakış attı. Aslında bu inanış eski bir inanıştı. Onun neden böyle bir tepki verdiğini anlamamıştım.

"Peki." dedim. "Diyelim ki ikiz bebekleri olacak. Bebeklerden biri kız, biri erkek. Bu durumda anne güzelleşir mi çirkinleşir mi?"

Herkes bir anda sustu ve birbirine baktı. Ardından hepsi gülüştü. Uğultu yükselmişti. Herkes kendince soru soruyordu, bir yorum bildiriyordu.

"Harbiden o nasıl oluyor?" dedi Miray.

"Bunu hiç düşünmedim." dedi Efsun abla.

"Bence yarısı güzelleşir yarısı çirkinleşir." dedi Güneş.

"Bence sabit kalır, ne güzelleşir, ne çirkinleşir. İkisi de birbirini nötrler." dedi Melis.

"Baba." dedim. "Annem bana ve Savaş'a hamileyken güzelleşmiş miydi yoksa çirkinleşmiş miydi?"

"Kızım ben annene çok aşık olduğum için her hali bana güzel geliyordu. Ben bu soruya doğru yanıtı veremem." dedi babam.

Seher teyzeye döndüm. "Seher teyze. Sen hatırlıyor musun annemi? Yani sence güzel mi olmuştu yoksa çirkin mi?" dedim, her şey yolundaymış gibi bir de şimdi karnım ağrımaya başlamıştı.

''Baban haklı Ada.'' dedi Efsun abla. ''Leyla her zaman çok güzeldi. Yani hamileyken de bir şey fark etmemişti.''

Başımı salladım. ''Amaaan zaten önemli olan sağlığı.'' dedi Selay. ''Sağ salim gelsin de kucağıma.''

Selay'ın sözleri salonda hafif bir uğultunun içinde kaybolmuş gibiydi ama benim kulaklarımda yankılandı. O cümlede bir umut, bir telaş, bir heyecan vardı. Ama aynı zamanda bende çoktan yitirilmiş bir şeyin üstüne basmıştı.

Aklıma kucağıma alamadığım o minicik hayat düşmüştü. Gözüm dalıp gitmişti ama yüzümdeki gülümsemeyi silmemiştim. Yutkundum. Kimse anlamasın diye başımı öne eğdim, sanki kahve fincanıma bakıyormuş gibi yaptım. İçimdeki sessiz acıyı bardağın buğusuna sakladım.

Selay bana döndüğünde bakışlarımız çakıştı. Yüzündeki ifade bir anda değişti. Gözleri büyüdü. Anlamıştı. Gaf yaptığını fark etmişti. Yüzü önce kızardı, sonra soluğu kesildi. "Ada." dedi kısık bir sesle ama devamını getiremedi. Sesi boğazında düğümlendi. Gözleriyle özür diledi.

Ben ona yine gülümsedim. İncecik, kırılgan bir gülümsemeydi. "Çok güzel söyledin Selay." dedim. Sesim titremedi, gözlerimden tek damla yaş akmadı. Ama içeride, göğsümün tam ortasında bir şey soğudu. Salonda birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Sohbet azıcık yavaşladı. Güneş, elini Selay'ın omzuna koydu. Miray kaşlarını hafifçe çattı.

O sırada Deniz, Sarp ve Savaş içeriye girmişti. Selay konuyu değiştirdi. ''Ee.'' dedi. ''Biz niye apar topar geldik Aydın'a cümbür cemaat?''

''Anlattık ya baldız.'' dedi Uygar. Sinirleri yatışmış gibiydi. ''Yarın bizim şirketin sponsorluk görüşmesi var. Şirket avukatının işi olduğu için bize katılamadı ve biz Can'dan rica ettik. Ee biz gelmişken sizin de gelmenizi istedik. Hafta sonu kaçamağı yani.'' dedi göz kırptı.

Selay bana döndü. ''Ama sen neredeyse bir hafta önce geldin.'' dedi.

Ben şimdi buraya neden erken geldiğimi nasıl açıklayacaktım? Deniz ve Uygar Melis'in yanında olmak için geldiğimi zannediyordu. Sarp Sonart Holding'i bulmak için geldiğimi biliyordu. Miray, Melis, Güneş ve diğerleriyse düğün hazırlıkları için erken geldiğimi zannediyordu. Herkesin başka bir fikri vardı.

''Dayımı, yengemi ve kardeşimi özledim canım.'' dedim havadan sudan bahseder gibi. Ardından asıl meseleye döndüm. ''Selaycım yarın sahildeki otellerden birinde parti var. Kızlar olarak hepimiz katılacağız haberin olsun. Konsepti de var.''

''Parti mi? Bayılırım.'' dedi Selay. ''Ne konsepti?"

''Aynen. Beyaz elbise konseptli olacak. Ama hiç dert etme, ben senin için harika bir elbise aldım.''

''Yaa.'' dedi. ''Çok teşekkür ederim Ada.'' dedi Selay bana sarılarak.

''Önemli değil.'' dedim. Miray o sırada bana göz kırpmıştı.

''Kaçta gideceğiz partiye?''

''Akşamüstü.'' dedik hep bir ağızdan.

''Harika.'' dedi Selay.

''Beyler siz o sırada sıkıcı bir sponsorluk toplantısında olacaksınız. Üzgünüm.'' dedi Miray.

''Toplantıdan sonra galaya gideceğiz sevgilim.'' dedi Uygar. Hemen Can'a döndü. ''Bacanak smokinin var mı?''

''Smokin ne alaka ya?'' dedi Can gülerek.

''Ee parti olmasa da biz de galaya gideceğiz oğlum. Havalı olmak lazım.'' dedi Uygar göz kırparak.

''Yani smokin yok tabii yanımda ama takım elbisem yanımda.'' dedi Can ne diyeceğini bilemez bir halde.

''Tamam ben bir papyonla hallederim.'' dedi Uygar.

Deniz'in canı sıkılmış olacak ki yanıma geldi, elimi tuttu ve beni yavaşça ayağa kaldırıp kolunu bana sardı. ''İzninizle bize müsaade.'' dedi. ''Ben bugün çok yoruldum, dinlenmek istiyorum. Karımı da kaçırıyorum ayıp olmayacaksa.'' dedi.

''Yok, ne ayıbı?'' dediler hep bir ağızdan.

İyi geceler, iyi uykular, iyi istirahatler temennilerinden kısa bir süre sonra kendimi odamda bulmuştum. ''Benim uykum yoktu.'' dedim. ''Dinlenmeye de öyle pek ihtiyacım yoktu.''

''Ben de buraya uykum geldiği için çıkmadım herhalde Ada.'' dedi. Sabırsız bir nefes verdi. ''Sen bana ne söyleyecektin?''

''Bir şey söylemeyecektim.'' dedim. Nefesim tekrar daraldı, midem bulanıyordu. ''Ne zaman, ne söyleyecektim?''

Deniz başını geriye atıp üç saniye sonra gözlerime baktı. ''Beni uyandırmaya geldiğinde bana bir şey anlatacaktın.''

''Melis'ten haber alamadığımızı söyleyecektim.'' dedim, inanmadığını belli eden bir bakışla baktı.

''Ada.'' dedi, sert ama kısık bir sesle. ''Sadece bu mu?''

''Evet?'' dedim ve saçlarımı geriye attım. ''Nereye varmaya çalışıyorsun sen ya? Melis'e kızdın ve sinirini benden mi çıkartıyorsun?''

''Melis'e ayrı, sana ayrı kızgınım. İkisini ayırt edebiliyorum.'' dedi ve başını iki yana salladı. ''Anlatmanı bekliyorum Ada.''

''Anlatacak bir şeyim yok.'' dedim. Anlatacak çok şeyim vardı, Deniz bunu nasıl anlamıştı?

Deniz gözlerini kısmıştı. Bir an için bana öyle bir bakışla baktı ki sanki gözlerindeki her şeyin farkında olduğunu hissedebiliyordum. Düşündü, derin bir nefes aldı ve sonra sesini daha da kısıp devam etti. ''Peruğun, lenslerin ve Adelia Dienes kimliğin Ada.'' dedi. Ne zaman görmüştü, nerede görmüştü? Gördüğü andan beri anlatmamı mı bekliyordu?

Odamda hâlâ ağırlaşan sessizliğin içinde doğru bir cevap bulmakta zorlandım. Cevap verecek kelimeleri bulmaya çalışırken bir saniye bile olsun gözlerinin içine bakamadım. Söylediklerimi hazırlamadan, hiçbir şey anlatmak istemediğimi düşündüm. Şimdi olmazdı, Sarp'la birlikte anlatmam gereken şeylerdi bunlar.

"Neden aldın onları buraya?" dedi, bu kez daha sert bir şekilde. Sesindeki baskı beni yerimden kaldıracak gibiydi. Başımı yukarı kaldırdım, gözlerim Deniz'in içinde kaybolmuştu ama hala susuyordum. ''Sana soruyorum!'' dedi, sesi daha da sertti.

Başımı iki yana salladım. ''Yarın düğünden sonra.'' dedim yutkunarak. ''Anlatsam olur mu? Sarp'la birlikte.''

Deniz sinirden o kadar büyük bir kahkaha atmıştı ki olduğum yere sinmek zorunda kalmıştım. ''Sarp da işin içinde yani öyle mi?''

''Ben hiçbir şeyin içinde değilim ki Sarp da içinde olsun.'' dedim savunmaya geçerek.

''Ben seni buraya tehlikeden uzaklaş diye gönderiyorum, İstanbul'da olma, gözden uzak ol diye gönderiyorum, başını belaya sokma diyorum. Sen ne yapıyorsun? Sen yine burnunun dikine gidiyorsun. Kendi bildiğini okuyorsun! Sen ne zaman akıllanacaksın Ada? İkimizden biri hayatını kaybedince mi farkına varacaksın yaşadığımız tehlikenin?! Aksiyon filmi mi çekiyoruz zannediyorsun?'' dedi. Asıl tehlike İstanbul'da değil buradaydı, bilmiyordu.

''Bağırma bana!'' dedim bağırarak.

''Biz niye hep aynı konu üzerinden tartışıyoruz Ada? Ben neden hep senin arkamdan iş çevirmelerinle uğraşıyorum? Seni daha kaç kere uyaracağım ya ben, benden bir şey saklama diye? Kaç kere? Hep bir başına buyrukluk, hep bir kendi bildiğini okuma. Vazgeç artık!''

''Ne olur vazgeçmezsem?'' dedim. ''Melis'i gözden çıkardığın gibi beni de mi gözden çıkarırsın?''

''Konuyu değiştirme.''

Deniz bana bakarken gözleri kısılmıştı. O bakışların altında eziliyordum ama yine de geri adım atmadım. "Konuyu değiştirmiyorum, aksine tam da konu bu Deniz!" dedim. Sesim titriyordu ama içimdeki korkudan değil, öfkeden kaynaklanıyordu bu titreme. "Sen ne zaman öfkelensen, kendine göre bir duvar çekiyorsun ve beni dışarıda bırakıyorsun. Benden sürekli güven istiyorsun ama sen bana hiç güvenmiyorsun."

Deniz'in yüzünde bir şeylerin kırıldığını hissettim. "Sana güvenmediğimi nasıl söyleyebilirsin?" dedi, sesi kontrolünü kaybetmek üzereydi. "Sen benim karımsın Ada. Hayatımın merkezisin. Sana bir şey olursa ben ne yaparım, hiç düşündün mü bunu?"

"Düşündüm." dedim boğazımdaki düğümle mücadele ederek. "Her gün düşünüyorum Deniz. Hayatımı tehlikeye attığımı düşünüp öfkeleniyorsun. Ama bana öfkelenirken bile, aslında kendi çaresizliğine öfkeleniyorsun."

"Çaresiz değilim ben.'' dedi, sesi kısılmıştı. "Ama seni kaybetmeye dayanamayacak kadar korkuyorum. Ve sen bunu anlamıyorsun, anlamak istemiyorsun."

"Ben senin korkunu anlıyorum." dedim sesimi yumuşatarak. "Ama beni böyle koruyamazsın. Ben senin koruduğun küçük bir kız değilim. Ben senin eşinim.''

''Madem eşimsin, madem güven problemi yaşamak istemiyorsun, o zaman bana anlat. Hemen şimdi. O saçma sapan peruğu, lenslerini ve Adelia kimliğini neden aldın yanına? Ne yaptınız burada?''

Kısa bir nefes aldım. ''Sonart Holding'i araştırdık Sarp'la.'' dedim dan diye. ''Belediyeye gittik, olayın arkasında kimler olduğunu öğrenmek için.''

''Öğrendiğinde ne yapacaktın Ada? Kılık değiştirip, sahte kimlikle karşısına mı çıkacaktın bana kumpas kuranların? Bu muydu planın?'' dedi inanamıyormuş gibi yaparak.

''Evet!'' dedim. ''Evet çünkü sen yeterince saçma sapan işlerle uğraşıyordun. Yorulmuştun. Ben sana yardım etmek istedim. EŞİN OLARAK.''

''İşte tam da bu yüzden seni her şeyin dışında tutmak istiyorum Ada.'' Anlamayan bakışlarla baktım, sığ bir nefes aldım. ''Kendi başına iş yaptığında benim canımı ne kadar sıktığının farkında bile değilsin.''

''Özür dilerim paşam.'' dedim. ''Özür dilerim ya, yardımcı olmak istediğim için.''

''Hala anlamıyorsun! Yardım etmek istediğin için değil, benden gizli yaptığın için sinirleniyorum Ada. Ya sen Özgür'ün tehditlerini benden sakladın, sonrasında neler yaşadık, unuttun mu sen? Hatırlamıyor musun sonuçlarını? Sen hala nasıl gizli iş yapmaya kalkarsın Ada? Canına kastın mı var? Ben seni gözümden sakınıyorum. Karım dayısının yanında güvende diye kendimi telkin ediyorum. Karım o sırada mafyacılık oynuyor.''

Gözlerimden yaşlar süzülürken zamandan ve mekândan sıyrılmak istiyordum. İçimde bastıramadığım bir çığlık duygusu vardı.

''Seni son kez uyarıyorum Ada. Son kez uyarıyorum. Bu bir rica değil artık. Ne olarak algılarsın bilmem ama bu sana son uyarım. Benim haberim olmadan çöp atmaya bile gitmeyeceksin. Benim haberim olmadan su da içmeyeceksin. Artık Sarp'a da güvenmiyorum, bensiz dışarı çıkmayacaksın.''

''Zincire vur istersen.'' dedim alayla gülümserken. Bir yandan da ağlamaya devam ediyordum. ''Bunların hiçbirini yapamazsın. Hiçbir sebeple yapamazsın.''

''Yaparım.'' dedi bir saniye bile düşünmeden. ''Nereye gideceksen ben götüreceğim bundan sonra, eğer ben götürmüyorsam da gitmeyeceksin. Konu kapanmıştır.''

''SEN!'' dedim bağırarak. ''Dayımın evinde, benim odamda bana emir veremezsin! Kısıtlayamazsın sen beni.''

''Kısıtlamak?'' dedi gülerek. ''Biz daha saatler önce Melis'le aynı konu yüzünden tartıştık değil mi?'' dedi. ''Melis inatla korunmaktan sıkıldığını söylüyordu, ben inatla onu korumam gerektiğini vurguluyordum. Özgürlüğünü kısıtladığımı söyleyip duruyor, yaşamak istiyorsa özgürlüğünü unutması gerektiğini savunuyorum ben de. Değil mi?'' Çenemi sıktım. Tırnaklarımı avuç içlerime batırdım. ''Aynı şeyi iki kere söylemekten nefret ediyorum ama sen mademki anlamıyorsun ben ikinci defa söyleyeceğim Ada. Sen Melis'e Abinin tarafındayım. dedin. Beni haklı buluyorsan özgürlüğünün kısıtlanmasına razı olacaksın. Ben sana alan açtım ama sen suistimal ettin.''

''Bulmuyorum, seni haklı bulmuyorum.'' dedim. Elimle kapıyı gösterdim. ''Çık odamdan, seninle uyumayacağım.''

''Tüm ailen aşağıda.'' dedi ciddi olup olmadığımı sorgular gibi. ''Baban, dayın, kardeşlerin, kuzenlerin. Gerçekten onların yanından geçerek evden ayrılmamı mı istiyorsun? Ne düşünecekleri umurunda değil mi?''

''Değil.'' dedim. ''Ne düşünürlerse düşünsünler.'' dedim, hıçkırdım. ''Seninle uyumak istemiyorum.'' Kalbim sıkışıyordu.

''Ada.''

''Ben sana diyorum ki.'' dedim ve içimi çeke çeke ağlamaya başladım.

''Ada.'' dedi.

''Yardım etmek istedim diyorum. Sen onca şeyle boğuşurken bir şeyleri düzeltmeye çalıştım diyorum.'' dedim, bacaklarım beni tutmuyordu.

''Ada.'' dedi bir daha.

''Sen... Sen bana diyorsun ki.'' dedim. Nefes alamıyordum. Hıçkırdım. ''Sen bana diyorsun ki arkamdan iş çevirme.'' dedim, nefes almaya çalıştım.

''Ada.'' dedi, bu dört olmuştu. Neden adımı seslenip duruyordu. Söyleyecek başka bir şeyi yok muydu?

''Çık git Deniz.'' dedim, elimi göğsüme koydum, pencereye koştum, camı açtım. ''Git buradan, senden nefret etmek istemiyorum, git.'' Havadaki oksijeni kim tüketmişti, neden ciğerlerim hala boştu? ''Sana aşık olmamın bedeli bu mu?'' Başım dönüyordu, gözlerim kararıyordu. ''Acı çekmek mi bedeli?'' dedim. ''Böyle aşkın ıstırabına başlarım ben o zaman!''

Deniz arkamdan geldi, elini omzuma koydu, beni kendine çevirdi. Dizlerime ne olmuştu da hakimiyetini kaybetmişti? Bir anda kendimi havada bulduğumda başımı Deniz'in göğsüne yatırdım. Çok güzel kokuyordu.

Hızla kapıya yöneldi, kollarında olduğum halde merdivenleri hızlı adımlarla inmeye başladı. Salona geldiğimizde herkesin bakışları bir anda bize çevrildi.

"Ada? Ne oluyor?" dedi babam telaşla.

"Deniz! Ada'ya ne oldu?" diye sordu dayım sesini yükselterek.

Güneş endişeyle konuştu. "Ne oldu Deniz?"

"Fenalaştı!" dedi Deniz hızla, sesi telaşlıydı. Dış kapıya doğru gidiyordu. Herkes etrafımızdaydı.

Selay hemen yanıma koştu. "Ada!" dedi korkuyla. Korkmaması gerekiyordu, o hamileydi. "Nefes alamıyor sanki!"

"Açılın biraz, hava alsın!" diye bağırdı Savaş. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

"Belki panik ataktır!"

"Kalbi olabilir!"

"Tansiyonu düştü galiba!"

Deniz'in yüzünde derin bir endişe belirdi. Çünkü gözlerim kapanıyordu. "Ada!" dedi sesini yükselterek. "Gözünü aç." Gözlerim kapansa da sesleri duyabiliyordum. Deniz'in sesi çatallandı. "Ada, beni duyuyor musun? Seni bırakmayacağım, buradayım."

Bölüm : 10.05.2025 21:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kubra Akyol / Geçmişin Tutsakları / 72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar
Kubra Akyol
Geçmişin Tutsakları

23.16k Okunma

10.28k Oy

0 Takip
78
Bölümlü Kitap
1. Bölüm - Eksik Parçalar2. Bölüm - Sessiz Ayrılık3. Bölüm - Karanlık Miras4. Bölüm - Bal Gözlerin İlhamı5. Bölüm - Yaralı Hafızalar6. Bölüm - Deniz Kabuğunun İzinde7. Bölüm - Tehditlerin Gölgesinde8. Bölüm - Kor Ateş ve Buz Dokunuşu9. Bölüm - Bilinmez Çekim10. Bölüm - Tehlikeli Sığınak11. Bölüm - Korunurken Kaybolmak12. Bölüm - Birbirinden Farklı, Birbirine Mahkum13. Bölüm - Kaderin Kara Günü14. Bölüm - Ölümle Dans15. Bölüm - İntikamın Sınırında16. Bölüm - Bittiğinde Unut17. Bölüm - Var Olmayan Veda18. Bölüm - Yaralı Ruhların Teslimiyeti19. Bölüm - İtirafların Sessizliği20. Bölüm - İkiye Bölünmüş Ruhlar21. Bölüm - Kaçınılmaz Teslimiyet22. Bölüm - Kanla Yazılmış Kader23. Bölüm - Aşkın Günahı24. Bölüm - Korkunun Kollarında25. Bölüm - Suçlulukla Sevmek26. Bölüm - Kırık Kaderler27. Bölüm - Kan Bağının Fısıltısı28. Bölüm - Kalbin Benim29. Bölüm - İki Yarım Tek Bütün30. Bölüm - Yılların Ötesinden Bir Ses31. Bölüm - Yaralı Kardeşlik32. Bölüm - Sessiz Kavuşma, Gürültülü Ayrılık33. Bölüm - Mutluluğa Sığınmak34. Bölüm - Yaralı Yüzleşme35. Bölüm - Aynı Kandan Yabancılar36. Bölüm - Beklenmedik Mucize37. Bölüm - Kırık Hayatlardan Doğan Umut38. Bölüm - Kayıp Yılların Telafisi39. Bölüm - Kapanmamış Defterler40. Bölüm - Kalpte Saklı Affediş41. Bölüm - Gecikmiş Mutluluk42. Bölüm - Ölümün Gölgesinden Gelen43. Bölüm - Karanlığın İlk Günü44. Bölüm - Sessiz İhanet45. Bölüm - Küllerinden Doğan İhanet46. Bölüm - Kanla Yazılan Oyun47. Bölüm - Aşkın En Güzel Hediyesi48. Bölüm - Aşkın Mucizesi49. Bölüm - Birlikte Yeniden Doğmak50. Bölüm - Umuda Açılan Kapı51. Bölüm - Mutluluğun Tatlı Hazırlıkları52. Bölüm -Geleceğe Atılan İlk Adımlar53. Bölüm - Hayat Yeniden Başlıyor54. Bölüm - Fedakarlığın Sessiz Çığlığı55. Bölüm - Kalp ile Akıl Arasında56. Bölüm - Ayrılığın Sessiz Adımları57. Bölüm - Vedanın Kıyısında58. Bölüm - Sevdanın Sınavı59. Bölüm / 1.Kısım - Kanla Yazılan Veda59. Bölüm / 2.Kısım - Kanla Yazılan Veda60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından61. Bölüm - Hasretin 807 Günü62. Bölüm - Gizli Kimlik, Tutkulu Aşk63. Bölüm / 1.Kısım - Geç Kalan Kavuşma63. Bölüm / 2. Kısım - Geç Kalan Kavuşma64. Bölüm - Yeniden Doğuş65. Bölüm - Geçmişin Gölgesinden Geleceğe66. Bölüm / 1. Kısım - Su ve Toprak Arasında66. Bölüm / 2. Kısım - Su ve Toprak Arasında67. Bölüm - Kırılma Noktası68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı69. Bölüm - Gökyüzüne Yakın, Yeryüzüne Uzak70. Bölüm - Savaşın Eşiği71. Bölüm - Karanlığın Haritası72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar73. Bölüm - Karanlıktan Işığa74. Bölüm - Şafağın Karanlığı75. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...