72. Bölüm

68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı

Kubra Akyol
_kubraakyol

"Sevgilim." dedim Deniz'in odasına girerken. "Yarım saat doldu, hadi evimize gidelim."

Deniz göz ucuyla bana baktı, hemen ardından bilgisayarına döndü ve ekranı kapatıp ayağa kalktı. "Gidelim güzel karım." dedi ve olabilecek en hızlı adımlarla yanıma gelip kolunu omzuma attı. Elimi kaldırıp omzumdan sarkan elini tuttum. "Ee ne dedi Uygar? Yardım edecek mi sana ödevin için?"

"Hı hı." dedim neşeyle. "Hatta makaleyi o yazacak."

"Uygar harika makaleler yazardı eskiden. Yani bence kesin final ödevinden de geçersin ve mezun olursun."

"Umarım sevgilim." dedim heyecanla. "Aşkım."

"Efendim güzelim."

"Ece Uygar'ın kuzeni ya."

"Evet?"

"Yani tam olarak nesi oluyor? Teyzesinin kızı mı yoksa dayısının mı?"

"Neden soruyorsun?" dedi, başımı kaldırıp yüzüne baktım. Kaşlarını çatmıştı.

"Onun odasına uğradım fotokopi çekmek için. Makinede onun kimlik bilgilerinin olduğu bir kâğıt vardı. Kütüğünde Ankara yazıyordu da o yüzden sordum."

"Ece Uygar'ın teyzesinin kızı. Uygar'ın anne tarafı Ankaralı evet. Yani Ece'nin annesi de babası da Ankaralı anlayacağın."

"Hmm." dedim düşünceli bir sesle. "Anladım."

"Niye merak ettin sen bu kadar Ece'yi?"

"Ece'nin Ankaralı olduğunu görünce şaşırdım sadece. Uygar'ın İstanbullu olduğunu bildiğim için Ece'de Ankara görünce."

"Bu işin altından bir şey çıkacak gibi duruyor." dedi. Boşta olan elini kaldırıp işaret parmağıyla burnuma vurdu.

"Yok yok. Bir şey çıkmayacak." dedim. Deniz durdu ve beni sağa çevirdi. Bir odanın kapısını gösterdi. Üzerinde adım yazıyordu. Mimarlık Departmanı Müdürü Ada Dinçer Aladağ "Deniiiiiz." dedim ufak bir çığlıkla. "Odam."

"Evet güzelim, odan. Diplomanı al da geç artık koltuğunun başına."

"Çok heyecanlıyım." dedim, neredeyse yerimde duramayacaktım. "Diplomamı almak için sabırsızlanıyorum! İçini nasıl dekore ettirdin?"

Deniz eğilip alnımın kenarını öptü. "Sen kendin girdiğinde görürsün. Sürpriz olsun."

"Hmmm." dedim. "İpucu da mı yok?"

"Yok. Sahi sen izleyeceğimiz filme karar verdin mi?"

"Eveeeeeet. Bu akşam hem romantik hem komik hem de duygusal bir film izleyeceğiz."

"Hmm neymiş o peki?"

"The Holiday!" dedim başımı kaldırıp ona bakarak. "İzlemedin değil mi?"

"İzlemedim aşk çiçeğim." dedi beni kendine iyice yapıştırarak.

"Harika. O zaman bu akşam mükemmel bir film gecemiz olacak. Her şeyi planladım. Çerezler, meyveler, mezeler, beyaz şarap, sen istersen bira ve şekerlemeler." dedim heyecanlı heyecanlı. Deniz'in yüzündeki gülümseme kocaman olmuştu. Ne zaman beni heyecanlı görse gözlerinin içi gülüyordu. "Ne? Ne oldu? Neden gülümsüyorsun?"

Deniz elini kaldırıp saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Öyle seviyorum ki seni Ada. Öyle seviyorum ki sana bunu anlatabilmeyi çok isterdim."

"Gözlerine bakınca anlıyorum ki." dedim gülümserken.

"Anladığın, hissettiğimin yüzde beşi bile değildir." dedi kendinden emin bir sesle. "Ah benim gece gözlü sevgilim."

"Eğer devam edersen koridorun ortasında seni öpmek zorunda kalacağım."

"Benim için problem yok." dedi arsız bir gülüşle. "Öpebilirsin yani. Alışkınsın zaten hem beni uluorta öpmeye."

"Offf. Yürü sevgilim." dedim ve elini tutup onu asansöre yürüttüm. "Evde hiçbir şey yok. Markete gitmemiz gerekiyor."

"Çocuklara neden söylemedin? Onlar alırdı sen ne istiyorsan."

"Yok. Ben seninle alışveriş yapmak istiyorum. Her normal çift gibi kocamla market alışverişi yapmak istiyorum. Bence beni kırmazsın. Kırmazsın değil mi?"

Deniz minicik güldü. "Kırmam. Pekala, gidelim o zaman." dedi ve kapısı açılan asansöre bindik.

***

Arabadan indikten sonra Deniz'in elini sıkıca tuttum, yüzümde fark etmediğim kocaman bir gülümseme vardı. Deniz yanıma gelirken "Liste mi yapsaydık acaba? Unutmayız umarım istediğin şeyleri." diye sordu.

"Aklımda her şey. Listeye gerek yok. Spontane alışveriş yapacağız." dedim göz kırparak.

"Yani sonunda bu da oldu. Her zaman planlı olan karım liste yapmadan markete gidiyor."

"Eh ne yapayım? Aşık olunca biraz dağınık oluyormuş insan." dedim koluna girerken. Deniz gözlerini markete çevirdi. "Bugün senin elinden tutup reyonlarda kaybolmak istiyorum."

"Kayboluruz, olur." diye fısıldadı hiç düşünmeden. Market kapısından geçerken sırtıma hafifçe dokundu.

Marketin otomatik kapıları açıldığında yüzüme serin bir hava çarptı. İçeride floresan ışıklarının altında parlayan reyonlar, raflara yeni yerleştirilmiş ürünlerin düzeni ve her köşeden yükselen hafif müzikle birlikte sanki minik bir şehir gibiydi burası. Herkesin telaşı farklıydı. Kimisi sadece ekmek alıp çıkmak ister gibiydi, kimisi kararsız bakışlarla domateslerin üzerinde gezdiriyordu ellerini. Ama bizim için burası bir oyun alanı gibiydi. Sıradan ama birlikteysek anlamı olan bir yer.

"Tam olarak ilk ne alıyoruz güzelim?" diye sordu Deniz, sepetin sapını sıkıca tutarken.

"Önce meyve reyonu. Film gecesi meyvesiz olmaz."

"Emredersiniz, müdür hanım."

Koluma girdiğinde onun sıcaklığı içime doldu. Yan yana yürürken sanki sadece markette değil de birlikte yaşadığımız hayatın içindeymişiz gibi hissediyordum. Sıradan anlar onunla birlikteyken tarifsiz bir mutluluğa dönüşüyordu.

Meyve reyonunun o mis gibi taze kokusu buram buram yayılıyordu. Elimi uzatıp bir kutu çileği aldım, kokusunu burun deliklerime doğru çektim.

"Bakar mısın şunlara, ne kadar tatlılar!" dedim gülerek.

Deniz çileklerin yanına eğilip bir tanesini aldı, göz hizasına getirip bana döndü. "Sana benzeyen bir şey buldum."

"Çilek mi bana benziyor?"

"Güzel, taze, albenili. Ve biraz fazla tatlı." dedi çilek kutusunu sepete koyarken. "Ama dikkatli ol, çok yersen çilekli dudakların beni baştan çıkarabilir." dedi burnunu hafifçe havaya kaldırarak.

"Sana daha fazla aşık olmam için mi söylüyorsun bunları?" dedim raflarda göz gezdirirken.

"Çıks." dedi dilini damağına çarptırıp. "İçimden geliyor."

Gülümsedim. Deniz bir yandan alışverişi ciddiyetle yürütüyor, meyveleri kontrol ediyor, tarttırıyor, diğer yandan arada bana bakıp göz kırpıyordu. Gülümsememek mümkün müydü?

Meyvelerden sonra cips reyonuna geçmiştik. Kocaman bir Fransız cipsinin paketi hemen ilgimi çekti, bu cipsi Fransa'dayken çok tüketiyordum. Mantar aromalıydı. Fiyatına baktım. Bu fiyatla üç cips alınırdı. "Yuh!"

"Ne oldu sevgilim?" dedi Deniz raflardaki cipslerden sepete atarken.

"Şunun fiyatına bak." dedim. Deniz bana döndü ve Ee. dercesine baktı. "Bir cipse bu kadar para veriyorsam içinden Eiffel Kulesi'nin de çıkması lazım."

"Aşkım." dedi Deniz gülerek. "Fiyatına ne bakıyorsun? Atsana sepete."

"Bunu Fransa'dayken bu fiyatın on katından daha düşük fiyata alıyordum." dedim ve paketi sepete attım. Deniz gülerek başını iki yana salladı.

"Tamam, başka bir istediğin var mı? Ben bunları aldım." dedi sepeti gösterirken. Deniz sade patates cipsi, ızgara aromalı cips ve mevsim yeşillikli cips almıştı.

"Yok, bunlar yeterli. Hadi çerez reyonuna gidelim." dedim ve Deniz'in elinden tuttuğum gibi onu yürüttüm. Çerez reyonundan bir sürü karışık çerez ve dolaplardan meze aldıktan sonra çikolata ve jelibon da aldık, kasaya ilerledik.

Sepet neredeyse dolmuştu ama içim hafifti. O an sıradan bir akşamüstünün ne kadar özel olabileceğini fark ettim. Bir sürü şey olmuştu, olmaya devam ediyordu ama her şeye rağmen Deniz yanımdaydı.

Ödeme yaptıktan sonra dışarıya çıktık, aldıklarımızı bagaja attık. Tadımızın kaçmasını asla istemiyordum ama aklımı meşgul eden soruları da sormadan rahat edemeyeceğimi biliyordum. "Sevgilim." dedim motoru çalıştırdığında. Göz ucuyla baktı, ardından yola döndü. "Evren'i soracaktım. Güney'in adını temizleyeceğini ona söyledin mi?"

"Henüz değil."

"Peki bunu nasıl yapacaksınız? Nasıl temizleyebilirsiniz ki onun adını? Bunun için gerçekten masum olması gerekmez mi?"

"Onun yerine birini bulacağım." dedi. Ona büyük bir şokla baktım. Deniz ise alelade bir şey söylemiş gibi önüne bakmaya devam ediyordu.

"Ne demek birini bulacağım Deniz? Masum birini mi harcayacaksınız?"

"Bu konuyu konuşmasak?" dedi sıkıntılı bir sesle.

"Yok konuşacağız." dedim kaşlarımı çatarak. "Güney yüzünden masum birini harcamaktan bahsediyorsun."

"Bu şimdilik sadece bir düşünce." dedi. "Net bir şey değil. Ama başka çarem de yok gibi."

"Deniz ateşle oynuyorsun."

"Eğer yapmazsam nasıl bir suçlamayla karşılaşacağımızı biliyorsun Ada. Köşeye sıkıştım. Kendimi aklayacak delil toplayana kadar her yolu deneyeceğim. Hem Güney'in yerine suçu üstlenecek birini bulsam bile sonradan her şey ortaya çıkacağı için serbest kalacak nihayetinde."

"Bunu kimse kabul etmez." dedim.

"Bakalım, zaman ne gösterir bilmiyorum." dedi. Ardından çekingen bir nefes verdi. "Evden önce bir yere uğrayacağız." dediğinde cevap vermedim, Deniz tekrardan devam etti. "Evren'le görüşeceğim."

Kaşlarımı çattım. "Ben senin karın değil miyim?" dedim sinirle. "Yani bunu şimdi mi söylüyorsun?"

"Şimdi ya da daha önce ne fark edecekti Ada?"

"Ne mi fark eder? Görüşmeden beş dakika önce söyleseydin Deniz? Böyle erken oldu!" dedim ironiyle.

"Seni uzak tutmaya çalışıyorum Ada. Seni tüm bu pisliğin içine sokmaktan çok korkuyorum. Seni bir kere kaybettim, bir kere daha kaybedemem ben. Göz önünde olmanı istemiyorum. Ne kadar az şey bilirsen o kadar iyi."

"Hiçbir şey bilmezsem sana nasıl yardımcı olacağım Deniz? Nasıl destek olacağım? Beni uzak tutamazsın."

"Ada." dedi sessizce. Gözlerini yoldan ayırmadan parmaklarını direksiyonda gergince kıvırdı. "Ben sadece seni korumaya çalışıyorum. Her şeyi seninle paylaşmak istesem de bazı şeyler sana zarar verebilir."

"Bana zarar verecek olan şey senin gizlemen Deniz!" diye yükselttim sesimi. "Saklaman. Ben senin yanında olmak istiyorum ama sen beni sürekli dışarda bırakıyorsun."

"Çünkü bu işin bir dönüşü yok Ada!" dedi o da sesini yükselterek. "Evren'le görüşmek sıradan bir buluşma değil. Bu, karanlık bir yola girmek demek. Seni orada istememem sevgisizlikten değil, delicesine sevmemden."

"Sevgi bu değil." dedim keskin bir sesle. "Sevgi, birlikte yürümek demek. Beni dışarda bırakarak neyi çözüyorsun Deniz? O adamla görüşüp bana hiçbir şey demeden, tek başına neyi başarabileceğini sanıyorsun?"

Deniz'in çenesi kasıldı. Gözleri donuklaştı. Hiçbir şey söylemedi, ben de susmuştum. Kilometrelerce yol gitmiştik. Terk edilmiş bir deponun yanına geldiğimizde Deniz birkaç saniye sessizce önüne baktı, sonra keskin bir sağa kırışla arabayı yolun kenarına çekti. "Geldik." dedi sertçe. "Arabada kalmanı istiyorum."

"Güzel deneme." dedim kemerimi çözerken. "Ama olmayacak. Arabada kalmıyorum."

"Ada lütfen. Bu konuşmanın ortasında bana zorluk çıkarma."

"Zorluk çıkaran ben değilim." dedim kapıyı açarken. "Gizlice Evren'le buluşmaya kalkışan sensin."

Deniz benim ardımdan arabadan indi, aramızdaki gerginlik gökyüzünü karartacak kadar ağırdı. Sessizce yan yana yürümeye başladık. Deponun hemen yanına siyah bir araba park etmişti. Evren, her zamanki soğukkanlı haliyle arabasına yaslanmış bizi bekliyordu.

Deniz durdu. Omzumun üzerinden bakıp bana döndü. "Ne olursa olsun, yanımda dur ama konuşma." dedi. Gözlerinin içinde o tanıdık koruma arzusu parlıyordu.

"Ben yanındayım." dedim. "Ama susmamı bekleme."

Evren bize doğru adım attı. Gülümsüyordu ama bu, yılan gibi sinsice bir gülümsemeydi. "Beklediğimden erken geldiniz Deniz Bey." dedi gizlenmemiş bir küçümsemeyle. "Ve sürpriz. Güzel Ada da gelmiş. Ne hoş."

Deniz bir anlığına kaşlarını çattı ama kendini tuttu. "Uzatalım istemiyorum. Mesele neyse onu konuşalım, lafı dolandırma."

Evren sigarasından bir nefes alıp gülümsedi. "Sana bakınca tek bir şeyi görüyorum Deniz. Oyunu kuralına göre oynamak yerine hep kuralları yıkmaya çalışıyorsun. Şimdi ise bir kuralı yıkmakla kalmayıp üstüne sistem inşa etmeye çalışıyorsun. Ne cesaret."

"Ama artık oyun değil bu." dedi Deniz. "Bu hayat. Ve benim hayatımda senin gibi adamlara yer yok."

Evren kahkaha attı. "Benim gibiler bu hayatı kurdu Deniz. Senin ayakta kalabilmen bile bizim gibi adamlar sayesinde."

Deniz gözlerini kıstı. "Senin kibrin bir gün seni boğacak, Evren."

"Olabilir." dedi Evren umursamazca. "Ama o gün sen hâlâ benim gölgemde olacaksın." Deniz'in parmakları yumruğa dönüştü, nefesi sıklaştı. Benim yanında olduğumu unutmamaya çalışıyor gibiydi ama sabrı ince bir ipliğe dönüşmüştü. Evren bunu fark etti, fırsatı kaçırmadı. "Yani karını alıp huzurlu bir hayata kaçmak varken hâlâ burada benimle pazarlık yapıyorsan." dedi pis bir sırıtmayla, göz ucuyla bana bakarak. "Demek ki ya gerçekten çaresizsin ya da benim dünyama girmeyi kabullenmişsin." dedi.

"Ağzını topla." dedi Deniz dişlerinin arasından. "Ada hakkında konuşma."

"Oho, savunmaya bak." dedi Evren keyifle. "Demek hâlâ yumuşak karnın aynı yerde."

Deniz bir adım attı, göz göze geldiler. "Ada benim hayatım. Onun hakkında ağzını bir kez daha açarsan, pazarlık falan kalmaz Evren. Anladın mı?"

Evren sigarasını yere attı, ayak ucuyla ezdi. Başını hafifçe eğdi ama gözlerinden meydan okuma eksik olmadı. "Anladım."

Deniz'in gözleri bir anlığına benim yüzüme kaydı. Önce anlam veremedi belki ama sonra bakışları dondu. Yüzündeki öfke ifadesi bir anda silindi, yerini buz gibi bir korku aldı. Gözbebekleri büyüdü, soluğu yarım kaldı. Daha ne olduğunu anlayamadan beni geriye itti, kendi bedenini benim önüme siper etti. O an içgüdüsel bir şekilde ellerim onun koluna sarıldı.

Cebinden silahını öyle bir hızla çıkarıp Evren'e doğrulttu ki nefesim tutuldu. Bir anda havadaki gerginlik kurşun gibi ağırlaştı. Nefesim boğazımda düğümlendi. Deniz'in tüm bedeniyle önümde dikilmesiyle birlikte içimde bir şey çöktü.

"Gebertirim seni." dedi Deniz, sesi çatallaşmıştı. "Gebertirim, sakın deneme bile!"

"Deniz." dedim korkuyla. Kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpıyordu. Saf, ilkel bir korkuydu bu. Bana bir şey olmasından duyduğu ölümcül bir korku. Alnımın ortasında kırmızı bir nokta gördüğüne emindim. Kalbim titredi, nabzım tekledi. Şimdi o kırmızı nokta Deniz'in alnında olmalıydı.

"Seni çaresiz görmek çok kötü. Senin o meşhur soğukkanlılığınla baş başa kalmayı umuyordum ama Ada'nın varlığı her şeyi daha hassas hale getiriyor."

Deniz silahın emniyetini açtı. "Hassas olan tek şey, sabrım. Derhal hedefi değiştirmelerini söyle yoksa seni buraya gömerim."

"Öyle kolay mıymış ya öyle insan öldürmek ve gömmek falan?" dedi Evren alayla.

"Değiştirt şu hedefi Evren. Teklifini kabul ediyorum demeye geldim buraya." dedi Deniz. Endişesi hala yerli yerindeydi. Başımı hafifçe uzatıp olanları izledim. "Güney'in adını temizleyeceğim. Sen de bunun karşılığında elinde bize ait ne kadar belge varsa hepsini bana vereceksin."

Evren, bir an başını kaldırdı. Gözleri hırsla parladı, ardından yavaşça kollarını göğsünde kavuşturdu. Gözlerinde zaferin, dudaklarında küstah bir gülümsemenin gölgesi belirdi. O an, sanki çok önceden yazılmış bir oyunun beklenen sahnesi oynanıyordu. "İşte bu!" dedi Evren kahkaha atarak. "Bunu duymak istiyordum. Öfke. Sahiplenme. Tehdit. O kadar hassas bir insansın ki tam da senin gibileri kullanmak için eğitildik biz." dedi başını hafifçe yana eğerek. "Sana bir gün kapıma geleceksin demiştim, hatırlıyor musun Deniz? Söylemiştim. Herkes günün sonunda bana döner. Hele senin gibi kibrinden beslenenler. En çok da sizler diz çöker."

"Pisliksin." dedi Deniz.

"Teşekkür ederim." dedi Evren alayla. Ardından elini havaya kaldırıp işaret parmağıyla bir komut verdi. Sanırım Deniz artık hedef değildi. "Sadece güvenliğini test etmek istedim. Zayıf noktanı biliyorum. Ve o küçük nokta." Parmağıyla benim alnımı işaret eder gibi havada gezdirdi. "Tam isabetlik. Ufacık bir tık. Bu kadar." Evren bir adım yaklaştı. Sesi neredeyse fısıltıydı ama her kelimesi hançer gibiydi. "Senin gibi adamlar ideallerini yitirdiği anda, geriye sadece korkaklık kalır. Bunu bilerek kabul ediyorsun değil mi? Artık sen de benim sistemimin bir parçasısın. Sen de bana hizmet edeceksin." Başını iki yana salladı, alaycı bir kahkaha attı. "Yazık." dedi. "Senin gibi güçlü bir adamın, bu hâle düşmesi. Belki de en çok Ada'ya yazık. Ne de olsa kahramanıydın sen onun. Şimdi koca bir yalandan başka bir şey değilsin."

Deniz bu kez öfkesini kontrol etmeyi başardı. Sesi soğuk ve netti. "Senin oyununa girmiyorum Evren. Sadece bitmesini sağlıyorum."

Evren bu sefer kelimelerini bana yöneltti. "Umarım sen de hazırsındır Bayan Aladağ." dedi sinsi bir edayla. "Çünkü bu hikâyenin sonu, senin düşündüğünden çok daha karanlık olabilir."

Deniz bana doğru döndü, beni kendine yaklaştırdı. Bir anlık sessizlikten sonra yutkundu. Nefesi hâlâ hızlıydı. Gözleri hâlâ benim alnımda dönüyordu. Beni korumak istiyordu ama bu sefer sadece bedenen değil, ruhen de duvara dayanmıştı. "Ada'ya en ufak bir zarar verirsen seni öldürürüm Evren. Sana son kez söylüyorum. Kurallarını bana dayatma. Çünkü benim kurallarım, seninkileri gömer."

Evren kahkaha attı. "O zaman gömelim bakalım Deniz Bey." dedi, ardından arabasına dönüp kapıyı açtı. "Ama mezarı kim kazacak, onu zaman gösterecek."

Araba çalıştı, farlar yaşadığımız karanlığı yaran iki keskin çizgi gibi parladı. Evren uzaklaşırken havada kalan tek şey yaklaşmakta olan fırtınanın sessizliğiydi.

Deniz'in göğsüne yaslandığımda duyduğum tek şey, kalbinin panik dolu çırpınışıydı. Her zamanki gibi güçlü, her zamanki gibi kararlıydı ama bir yandan da benim için korkuyordu. Kendimi bildim bileli onun gözlerinde bir güç, bir güven aramıştım. Ama şimdi o gözlerde gördüğüm şey sadece beni korumak isteyen bir adamın öfkesi değildi. Bu, bir yitiş korkusuydu. Ölüm korkusu değil, benim ölümümün korkusu.

Ellerimi sıktım. Avuçlarım terlemişti. Dizlerim hâlâ titriyordu ama Deniz'in varlığı bana tutunacak bir zemin yaratıyordu. Nefes aldım. İçime onun kokusu doldu. Kafamı kaldırdım, yüzüne baktım. Gözleri hâlâ tetikteydi. Alnımdaki o lanet kırmızı noktanın kaybolduğunu biliyordu ama onun zihninde hâlâ silinmemişti. Hâlâ beni korumaya programlıydı.

O an içimden bir şey koptu.

Onun sevme biçimi buydu işte. Bazen sessizce saklamaktı, bazen çığlık çığlığa sahip çıkmaktı. Ama en çok da benim önümde dikilip hiçbir şeyin bana zarar vermesine izin vermemekti. Ve ben ne zaman şikâyet etsem, ne zaman Beni uzak tutma desem aslında onun korkusunu anlamadan konuştuğumu fark etmiştim.

Çünkü Deniz'in kalbinde en savunmasız yeri bendim. Benim varlığım, onun zırhındaki en açık yerdi. Ve her tehdit, oraya saplanacak bir hançerdi.

Yutkundum. Dudaklarını alnıma değdirdi. Ben onun siper aldığı tek şeyi değil, aynı zamanda ayakta kalma sebebiydim. Ve eğer bir gün düşersek birbirimizle düşecektik.

***

Deniz hiçbir şey söylemiyordu. Ben de söyleyemiyordum. Gözlerim yoldaydı ama aklım birkaç dakika önce alnımızda beliren o kırmızı noktada takılı kalmıştı.

O anın gerçekliğini hâlâ idrak edemiyordum. Ateş edilse belki şu an ikimiz de burada olmayacaktık. Bir anda, bir saniyede, sonsuzluğa karışabilirdik. Ve bunu düşünmek, mideme saplanan soğuk bir bıçak gibiydi. İçten içe titriyordum. Ama belli etmek istemiyordum. Çünkü Deniz zaten yeterince yıpranmış durumdaydı.

Deniz beni korumaya çalışmıştı. Kendini siper etmişti ve o an gözlerinde öyle bir korku vardı ki hayatım boyunca unutamayacaktım. Benim için korkmuştu. Canını hiçe sayarak, beni saklamıştı.

Onu kaybetmekten delicesine korkuyordum. Adını düşündüğümde bile gözlerim doluyordu. Eğer ona bir şey olursa ne yapardım bilmiyordum. Onu bu dünyanın karanlığında yitirmek, nefessiz kalmak gibiydi. Onsuz bir hayatı hayal bile edemiyordum. Edemezdim. Etmek istemezdim.

O an, alnında o küçük kırmızı noktayı düşündüğümde içimden bir çığlık kopmuştu. Bağırmak, zamanı durdurmak, onu korumak istemiştim. Ama yapamamıştım. Sadece durmuş, donup kalmıştım. Ve şimdi burada, yanında, sessizce oturuyordum. Çünkü ne söylesem eksik kalacaktı. Ne söylesem, yaşadığımız o anı geri saramayacaktık.

Beni uzak tutmaya çalıştığı her anın nedenini şimdi anlıyordum. Çünkü tehlikenin ne boyutta olduğunu kendisi de bilmiyordu. Ama ben bu oyunun ne kadar kirli olduğunu artık görüyordum. Ona yüklenmemeliydim. Onu anlamaya çalışmalıydım.

Yol karanlık olabilirdi. Ama elim onun elinde olduğu sürece yürümeye hazırdım.

***

Deniz arabayı evin önüne çekti. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatıp açtım. Hiç konuşmadan ikimiz de kapılarımızı açtık. Deniz alışveriş poşetlerini arkadan çıkarırken iki koruma hemen yanımıza gelip yardımcı oldu. Deniz kısa ve net bir şekilde talimat verdi. "Bunları mutfağa bırakın." dedi. Ardından Hakan'a döndü. "Hakan, Tolga'yla şirkete uğrayıp Ada'nın arabasını getirmenizi istiyorum. Şirketin kapalı otoparkında arabası."

"Emredersiniz." dedi Hakan, başıyla selamlayarak.

Eve adımımı attığımda hâlâ boğazımdaki düğüm çözülmemişti. Deniz sessizce yanıma geldi. Ceketini çıkarırken gözleri benim gözlerimde takılı kaldı. Sonra yumuşak bir sesle konuştu. "İyi misin biraz?" dedi neredeyse fısıltıyla. Başımı salladım ama gözlerim dolmuştu. Deniz beni usulca kollarının arasına çekti. Sıcaklığı güvendiğim limandı.

"Sana bir şey olsaydı kendimi affetmezdim." dedi Deniz.

Başımı onun göğsüne yasladım. Gözlerimi kapattım. Yumuşak bir sesle fısıldadım. "Artık neden beni uzak tutmaya çalıştığını anlıyorum. Haksızlık ettim sana. Özür dilerim."

"Sana anlatamadığım her şeyin yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ama seni kaybetmeyi göze alamam. Hiçbir şey, hiçbir plan buna değmez."

"Artık daha dikkatli olacağım. Sana destek olmak için, senin yanında kalmak için doğru mesafeyi koruyacağım. Ama lütfen beni kendinden uzaklaştırma. Seninle olmak istiyorum." dedim. Başımı kaldırdım ve nemli gözlerle onu izledim. Deniz küçük bir tebessümle başını eğdi, alnıma bir öpücük kondurdu.

"Hadi. Film gecemizi mahvetmeyelim. Mutfağa geçelim. Alışverişin hakkını verelim." dedi konuyu dağıtarak.

***

Mutfağa geçtiğimizde her şey bana ait, bize ait gibiydi. Sanki günlerdir bu evi görmemişim gibi içimde garip bir heyecan vardı. Ben alışveriş torbalarını açar açmaz Deniz hemen kollarını sıvadı, ben de saçlarımı topuz yapıp mutfak görev paylaşımına geçtim.

"Meyveler senin. Mezeler, cipsler, şekerlemeler ve çerezler benim." dedim.

Deniz ciddiyetle başını salladı. "Ben meyveleri doğrarım, sen de beni izlersin."

"Hayal gücüne bayılıyorum." dedim gülerek. "Ama bu gece sadece film izlenecek."

"Emin misin?" dedi, çilekleri yıkarken göz ucuyla bana bakıp kaşını hafifçe kaldırdı. "Yani bu kadar güzel bakarken karşımda durursan, ben meyveyi falan bırakır-"

"Deniz." dedim uyarı tonunda ama ağzımda yarım bir gülümseme vardı.

"Elmayı ince mi doğrayayım, kalın mı?" diye sordu.

"İnce." dedim. "Ama abartma. Cips gibi değil, meyve bunlar. Estetik önemli."

"Ooo mimar karım meyve sunumuna da karışıyor. Not aldım." dedi. Sonra arkamdan sarıldı. "Aç bakalım ağzını." dedi, ben ne olduğunu anlamadan elinde tuttuğu çileği ağzıma sokuşturdu. Kıkırdayarak çileği ısırdım ve Deniz'e döndüm. Her şey ani geliştiği için çileğin suyu ağzımın kenarından çeneme süzülüyordu. Tam elimi kaldırıp silecektim ki Deniz tek eliyle yanaklarımı tuttu ve dudaklarıma derin bir öpücük bıraktı.

"Ne yapıyorsun?" diye mırıldandım, ama sesim yumuşaktı. Gözlerimi kapamamak için direniyordum.

"Evli olduğumu hatırlatıyorum kendime. Ve sana." dedi.

"Zaten her sabah yanında uyanarak hatırlatmıyor muyum?" dedim bilmiş bir sesle.

"Öyle de hatırlıyorum evet." dedi, sonra bir öpücük daha kondurdu. "Ama dudakların başka bir şey anlatıyor."

Ben başımı hafifçe yana çevirdim, o hâlâ yanağımı tutuyordu. "Deniz." dedim fısıltıyla. "Hadi ellerini bir çek de şunları hazırlayayım. Çok geç oldu, filmi izleyemeden uyuyakalacağım."

"Benim ellerim meşgul şu an. Karımın güzelliğiyle." dedi, o kadar doğal bir şekilde dedi ki bir an duraksadım. Sonra içim ısındı.

Arkamı döndüm, kuruyemiş paketlerini ayırdım. O sırada yine arkamdan hafifçe belime sarıldı. "Şunları halledelim, sonra sana beyaz şarap seçeceğim. Öyle alelade bir şarap değil, bu akşam bizim kadar özel bir tanesini açacağım."

"Yalnız." dedim hafifçe dönüp ona bakarak. "Sen böyle romantik takılırsan ben o filmi izleyemem."

"Problem değil. Ben o filmi zaten senin gözlerinden izlerim."

"Deniz!"

"Efendim aşkım?"

"Gerçekten salona geçmemizi istemiyor gibisin."

"Başka fikirlerim var evet." dedi arsız arsız. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu. Ama yine de kendimi toparladım.

"Tamam yeter." dedim gülümseyerek. "Devam edersen geceye meyve tabakları değil, biz başlayacağız."

Deniz güldü, elini belimden çekip tezgâha geri döndü. "Tamam karıcım. Film gecesini riske atmayalım. Ama şunu bil. Senle geçen her gecenin adı bir film olacaksa, ben hep başrol olmak isterim."

"Sen zaten başrolsün." dedim ve az evvel yaptığım görev dağılımı üzerine paketleri açmaya başladım.

Deniz meyveleri soyarken ve doğrarken ben cipsleri büyük kaselere, çerezleri ve jelibonları küçük kaselere, mezeleri meze tabaklarına koydum. İki kadeh ve iki bira bardağı çıkardım. Hazırladığım her şeyi bir tepsiye alıp salona götürdüm ve orta sehpaya dizdim. Biraz sonra Deniz de meyve tabakları ve biraları koyduğu tepsiyle gelmişti. "Evet. Sanırım bitti." dedi. Tepsiyi sehpaya bıraktı, konsola ilerledi ve içinden şişesi çok zarif olan bir beyaz şarap çıkarttı. "Hadi bakalım, film zamanı."

Deniz koltuğa oturdu, şarabı açtı, kadehimi doldurdu. Kendisine bir bira açtı, koltuğun kolçak kısmına yaslanıp bacaklarını uzattı. Usul usul ilerleyip yanına uzandım, battaniyeyi üzerimize çektim. Deniz kolunu boynumun arkasından geçirdi, başımı omzuna yasladım. "Başlatıyorum." dedim. Kumandayı aldım.

"Dur bir saniye." dedi Deniz. Sehpaya uzanıp bir tane çilek aldı. Kadehime batırdı ve sonra ağzımın hemen önüne getirdi. "Bu da film başlasın diye ufak bir ritüel olsun." dedi ve bana uzattı. "Kabul edersen, The Holiday başlıyor."

Gülümsedim, ağzımı açtım. Bir yandan dudaklarım çilekle buluşurken, Deniz'in parmakları yine yanağımda geziniyordu. "Biz her gün film gecesi mi yapsak?" dedi. Gülümsedim.

Filmin ilk sahnesi başladı. Ama ben ekranı değil, kalbimin ritmini dinliyordum. Onun yanında, onun kollarında. Dışarıda karanlık ne kadar derin olursa olsun, içeride ışık bizdik.

***

Filmin ilk bir saatini geride bırakmıştık. Dışarıda yağmur vardı ve ince ince camlara vuruyordu. Mart ayının o hafif serin, dingin havası odanın içinde tatlı bir huzur bırakıyordu. Salonun köşesindeki eski lambanın loş ışığı, yağmurun gri tonlarına inat sıcacık bir köşe yaratmıştı.

Ekranda Jude Law, Cameron Diaz'a bir şeyler fısıldıyordu. Sonra da yavaşça yaklaşıp onu öptü. Deniz başını saçlarıma gömdü. "Onlar biz mi?" dedi fısıltıyla.

Gözlerimi ekrandan ayırmadan gülümsedim. "Hayır sevgilim. Biz daha güzeliz."

Deniz o an başını yana eğdi, dudağıma yakınlaştı. Göz göze geldik. "Ne dersin?" dedi dudaklarını kıpırdatmadan. "Sahneyi birebir uygulayalım mı?"

Gülümsedim. "Birebir mi? Bence sen Jude Law'dan çok daha yakışıklısın ama ben Cameron Diaz'a da benzemiyorum."

"Bana göre çok daha güzelsin." dedi fısıltıyla. Sonra hafifçe yanağımı okşadı. Öpmek istiyordu. Dokunmak istiyordu. Tanımak, hatırlamak, ait olduğunu göstermek istiyordu.

"Deniz." dedim yavaşça geri çekilerek. "Film izliyoruz."

"Filmin en güzel kısmı şu an senin gözlerinde oynuyor." dedi ve başını eğdi. Dudakları dudaklarımı bulduğunda önce bir duraksadım. İtiraz edecek gibi oldum, sonra o tanıdık sıcaklık içime yayıldı. Öyle nazlandım ki beni biraz daha zorlamasını istedim. O da sabırla, usulca, çok nazikçe devam etti.

O öpüşleri birer cümleydi sanki. Ben buradayım diyordu. Sana hâlâ dokunabiliyorum, hala seviyorum.

Nefesim yavaş yavaş hızlandı. Artık durmak, kaçmak gibi bir niyetim yoktu. Direnmekle kaybettiğim zamanı düşünmek bile istemedim. Sadece ona teslim oldum.

Deniz beni kucağına aldı. Hafifçe, incitmeden, zarifçe. Gözlerinin içi gülüyordu ama içinde hâlâ bir açlık vardı. Beni odaya çıkarırken salonun loşluğunda sadece kalp atışlarımız yankılanıyordu.

***

11 Mart, Cuma

Sabaha karşı dörtte gözlerimi araladım. İlk fark ettiğim şey, Deniz'in yanımda olmayışıydı. Yatak hâlâ sıcaktı ama boştu. Yanıbaşımda olmalıydı. Her zaman olduğu gibi uyanınca ilk onun nefesini duymalıydım. Ama şimdi sadece sessizlik vardı. Tuhaf bir sessizlik.

Battaniyeyi üzerimden attım, doğruldum. Ayak uçlarım soğuktu. Kalbimin içini de aynı soğuk kaplıyordu.

"Deniz?" diye karanlığa fısıldadım. Ama cevap yoktu. Acaba banyoya mı girdi diye bir an düşünsem de su sesi yoktu. Belki de salona inmişti.

Yavaşça yataktan kalktım, koridora çıktım. Çalışma odasının kapısının altından ışık sızıyordu. Üstelik sesler de vardı. Odaya ilerledim, kapıyı tıklattım. "Gel Ada." dedi bir ses. Deniz'in sesiydi. Kapıyı açtım. Uygar ve Eser buradaydı.

Üçü de başlarını çevirip bana baktı. İlk olarak Deniz'in gözleri gözlerime takıldı. Ardından Uygar bana döndü. Son olarak Eser'in bakışlarını hissettim. Bir an yerimde durdum. Uygar'ı ve Eser'i bu saatte, Deniz'le birlikte bir şeyler konuşurken görmeyi hiç beklemiyordum. Şaşırmıştım. Gözlerim masaya kaydı. Üzerinde birkaç dosya, açılmış bir tablet ve not kâğıtları vardı. Hiçbiri sıradan belgeler gibi görünmüyordu. Ortamın ağırlığı, içerideki havadan bile daha baskındı.

Sessizce birkaç adım attım. Koltuğa yaklaştım. Deniz'in bakışları üzerimdeydi. Her halinden beni orada istemediğini hissedebiliyordum. "Uyandırmak istememiştik." dedi, sesi yumuşaktı.

"Kendim uyandım." dedim yalnızca.

Başımı çevirip Uygar'a baktım. O başını hafifçe sallayarak beni selamladı. Eser gözlerini kaçırmadı ama konuşmadı.

Ne konuştuklarını açıkça söylememişlerdi ama belli ki önemli bir mesele vardı. Uygar'ın yüz ifadesi, Eser'in duruşu, Deniz'in sesi. Her biri ayrı bir ipucu veriyordu. Koltuğa yavaşça oturdum. Direnmedim. Israr etmedim. Sadece orada olmam gerektiğini hissettim. "Bir gelişme mi oldu?" diye sordum sessizce.

Deniz bir an sustu. Gözlerini bana çevirdi. "Planı gözden geçiriyoruz." dedi sonra. O an hiçbir şey söylemedim. Çünkü artık bir şeylerin başladığını anlamıştım.

"Bu iş hala bizim kontrolümüzde değil." dedi Uygar, sesi alçak ama sertti.

"Henüz değil." dedi Deniz. "Ama olacak."

"Evren hızlı davranacak. Tahmin ettiğimizden daha hızlı." dedi Eser. "Bizim önce davranmamız lazım."

"Sence Tolga kabul edecek mi Güney'in suçunu üstlenmeyi?" dedi Uygar.

Şoka girmiş olabilirdim. Kalbim bir anlığına boşluğa düşmüş gibi atmayı bırakmıştı. Sözün ağırlığı havada asılı kalmıştı. Tolga Güney'in yerine geçecek kişi olarak düşünülüyordu. "Ne dedin sen?" diye sordum. Sesim olduğundan daha boğuk çıkmıştı. Bir yandan duymak istemediğim şeyi tekrar ettirmek istiyordum, bir yandan içimde yükselen öfkeye karşı koyamıyordum.

Uygar bana baktı. Yüzü gergindi. "Sadece ihtimal olarak konuşuyoruz Ada."

"Hayır." dedim, ellerim dizlerimin üzerinde sımsıkı kenetlenmişti. "Bunu konuşmanız bile yanlış."

Deniz başını hafifçe eğdi. O anda bile beni kırmamak için kelimelerini seçmeye çalışıyordu. Ama bu kez onun kelimeleri değil, fikirleri sorunlu geliyordu. "Bak." dedi sessizce. "Tolga içeriden çıkartılabilecek biri. Birkaç ay gözaltında tutulur, sonra serbest bırakılır. Bu sırada biz gerçek belgeleri buluruz."

"Deniz, bu bir insanın hayatı." dedim. Sesim titremeye başlamıştı. "Kim olursa olsun. Masum birini kendi planınız uğruna harcamak nasıl bir vicdanla açıklanabilir?"

Eser masanın kenarına yaslandı. "Bu kimseyi harcamak değil Ada. Bu, zamanı kazanmak."

"Hayır!" dedim kararlı bir şekilde. "Siz bu masada oturup kimin hayatı daha az değerli diye karar veremezsiniz."

Uygar derin bir nefes aldı. Sabrını korumaya çalışıyordu ama gözlerinde harlanan bir sinir vardı. "Tolga bu planı hiç düşünmeden kabul edecektir."

"Güney için kendini yakacak birini bulmuşsunuz diye vicdanınız rahat mı sanıyorsunuz?" diye sordum, gözlerimi Deniz'e çevirdim. "Sen böyle bir şeye nasıl onay verebilirsin?"

Deniz ellerini yumruk yapmıştı ama sesi hâlâ sakindi. "Sana zarar gelmesin diye uğraşıyorum. Plan işlemeli. Zamanımız yok."

Uygar araya girdi. "Ada, bu sadece senin vicdanınla açıklanacak bir durum değil. Bu strateji. Şartlar bizi buna zorluyor."

"Hayır Uygar. Şartlar sizi vicdansız olmaya zorlamıyor. Siz bunu seçiyorsunuz. Kötülük böyle başlıyor işte. Küçük bir susuşla, minik bir kabulle."

Eser bana bakıyordu. Gözleri netti. "Peki ya başka çaremiz yoksa?"

"Her zaman başka bir çare vardır." dedim. "Ama kolay olanı seçmek bazen daha rahat gelir. Suçu bir başkasına yıkmak her şeyi hızlandırır, evet. Ama sizi içten içe çürütür."

Deniz başını kaldırdı. "Ben çürümek istemiyorum Ada. Sadece bu savaşı kazanmak istiyorum."

Ona baktım. O an ne kadar yorgun göründüğünü fark ettim. Bu savaşın onu nasıl kemirdiğini, nasıl yalnızlaştırdığını. Ama yine de sözlerimin arkasındaydım.

"Bir savaşı nasıl kazandığın, onu kazanıp kazanmadığından daha önemlidir." dedim. "Kazanmak uğruna birini yakıyorsanız, kaybetmişsinizdir zaten."

Odada derin bir sessizlik oldu. Kimse konuşmadı. Sadece saat tıkırtısı ve içimde yükselen kalp atışlarım duyuluyordu. Ben doğru bildiğim yolda duruyordum. Onlar da planı savunuyordu. Dördümüz aynı odadaydık ama sanki başka başka dünyalarda oturuyorduk.

Bir süre kimse konuşmadı. Sadece nefes alışlarımız duyuluyordu. Baktığım her yüzde bir başka hesap, başka bir tereddüt vardı. Ama bir kişi bile geri adım atmıyordu. Gözlerimi bir kez daha Deniz'e çevirdim. Gözleri yorgundu ama içinde hâlâ o keskin kararlılık vardı. İşte tam o anda, içimde tutamadığım cümleler döküldü.

"Peki ya gerçek suçlunun Güney olmadığını ispatlayamazsak?" dedim. Sesim çok netti. Üçü de başlarını bana çevirdi. "Ya Tolga içeride kalırsa?" diye devam ettim. "Ya onu çıkaramazsak? Ya yargı süreci düşündüğünüz gibi işlemezse?" Deniz gözlerini benden ayırmadı ama cevap vermedi. "Orada nelerle karşılaşacak hiç düşünüyor musunuz? Hapishane sadece dört duvar değil. Orası insanlar için sınırların yok olduğu yer. Gerçek suçlularla aynı koğuşta kalacak belki. Psikolojisi kaldırabilecek mi bunu?" Uygar'ın yüzü sertleşti ama yine de konuşmadı. "Tolga sıradan bir çocuk. Yarın bir gün çıktıktan sonra ne olacak peki? Onunla yüz yüze nasıl bakacaksınız?" Eser dudaklarını ısırdı. Kısa bir an başını öne eğdi. Gözlerindeki kararsızlığı fark ettim ama yine de sessizliğini bozmadı. "Onun ruhunda açacağınız yaranın hesabını kim verecek? Hayatının bir dönemini karanlık bir koğuşta geçirecek ve biz buna plan diyoruz. Böyle mi olacak?" Sözcüklerimin ağırlığı odanın içine çöktü. "Güney için savaşmak istiyorsunuz, tamam. Ama başka birini feda ederek kazanacaksanız, bu savaşın bir anlamı kalmaz. Adalet böyle çalışmaz."

Deniz gözlerini bana dikti. Bir anlık bir tereddüt vardı. Sonra dudaklarını araladı ama yine sustu. Ne söylese eksik kalacaktı. "Fiziksel, ruhsal ve zihinsel sağlığı için elimden geleni yapacağım." dedi. Sesi sakin ama kararlıydı. "Tolga içeride kalırsa bile, onu yalnız bırakmayacağım. Çıktıktan sonra tekrar yanımızda olacak. Benimle çalışacak."

Yavaşça ona döndüm. Yüzüne baktım. O sözleri söylerken gözlerinde boş bir teselli yoktu. Gerçek bir niyet, gerçek bir sorumluluk duygusu vardı. Tolga'yı yalnız bırakmayacağına beni gerçekten inandırmak istiyordu. Belki kendini böyle affettirecekti. Belki Tolga'nın kaybedeceklerini böyle telafi edecekti. Ama bu sözler içimdeki huzursuzluğu tamamen silememişti. "Bu söylediğin her şey, sonrasına dair." dedim. "Ama ben önceyi soruyorum. O çocuk içerideyken ne yaşayacak, ne düşünecek, nasıl ayakta kalacak?"

Deniz bir adım attı. Gözlerini üzerimden hiç çekmedi. "Ben kimsenin hayatını mahvetmek istemiyorum Ada. Ama bazen savaş kazanmak için en temiz yol, en hızlı yol olmayabiliyor. Onu göz göre göre yakmıyoruz. Onunla birlikte mücadele edeceğiz."

Eser başını salladı. "Gerçek suçluyu bulana kadar zaman kazanmaya ihtiyacımız var. Deniz onu yalnız bırakmayacak."

Uygar araya girdi. "Üçümüz de Tolga'yı severiz. O çocuk bu uğurda içeride yatmayı göze alıyorsa, biz de ona gereken desteği veririz. Ama başka yolumuz yok."

Derin bir nefes aldım. Kalbimdeki sıkışma hâlâ geçmiş değildi ama bu sözlerde en azından biraz samimiyet, biraz sorumluluk duygusu vardı. Gözümde hâlâ kabul edilemez olan bu plan, onların gözünde çaresiz bir zorunluluktu.

"Peki diyelim ki kabul etti. Tolga, Güney'in yerine suçlandı ve tutuklandı. Ya sonra?" Deniz susuyordu. Uygar gözlerini kısmış beni dinliyordu. "Polis anında anlar bunun gerçek olmadığını." dedim. "Tolga'nın profiliyle bu suçun profili birbiriyle örtüşmez. Silah kaçakçılığı yapan birinin mal varlığına bakarlar. Paranın izini sürerler. Tolga'nın geçmişini, hesap hareketlerini, yaşadığı hayatı incelerler. Ve karşılarında sadece ortalama gelirli, sıradan bir adam bulurlar." Gözlerim Deniz'in gözlerine kilitlenmişti. O hâlâ beni izliyordu ama yüzüne düşen o ince kırışıklık, söylediklerimi düşünmeye başladığını gösteriyordu. "Kaçakçılık yapan biri, bu kadar sakin, bu kadar sistem dışı bir hayat yaşamaz." dedim. "Mafya bağlantısı olmayan, bir karanlık geçmişi bulunmayan biri nasıl bu kadar büyük bir organizasyonun parçasıymış gibi gösterilecek?"

Eser dudağını ısırdı. "Ama savcı ifadeye bakar. Geri kalan delil toplanmadan önce tutuklama kararı çıkar. Zaman kazanırız."

"Peki ya savcı delilleri istemezse?" dedim. "Ya polisin biri daha derinini kurcalarsa? Ne diyeceksiniz? Yanlışlık oldu, şaka yaptık. mı?"

Uygar başını hafifçe eğdi. "Bu söylediğin mümkün."

"Sadece mümkün değil, büyük olasılık." dedim. "Tolga'nın üzerine böyle bir suçun oturması için onun tüm geçmişini baştan yazmanız gerekir. Ve bunu yapmak kolay değil." Deniz sessiz kaldı. Sözlerim, onun içindeki bir şüpheyi tetiklemiş gibiydi. "Ben sizinle savaşmıyorum." dedim, sesim yumuşamıştı ama hâlâ kararlıydım. "Sadece sizin gözden kaçırdığınız boşlukları görmenizi istiyorum. Bu plan, Tolga'yı sadece vicdanen değil, hukuken de yakar."

O an odadaki hava biraz daha ağırlaştı. Cümlelerim karanlıkta yankılandı. Her biri zihnimde önce şekillenmiş, sonra dudaklarımdan dökülmüştü. Çünkü bu, yalnızca doğru bildiğim şeyi söylemek değildi. Aynı zamanda onların kör noktalarını hatırlatmaktı.

Deniz birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra başını hafifçe yana çevirdi, gözlerini masadaki dosyalardan birine dikti. Söyleyeceklerini toparlıyormuş gibi bir hali vardı. Ardından tekrar yüzüme baktı. "Tüm geçmişini yeniden yazamayız." dedi. "Ama bazı şeyleri değiştirebiliriz. Savcı hesap hareketlerini sorgular, evet. Para akışı olmayınca, Tolga'nın bu işi yapmadığını düşünmeye başlar, haklısın. Ama o zaman Tolga da diyecek ki, aldığım parayı her zaman elden alıyordum."

Derin bir nefes aldım. Sabrım incelmişti. "Elden alsa ne olacak?" dedim. "Çocuğun mal varlığı yok Deniz, mal varlığı yok. Milyonlarca liralık kaçakçılık yapacak ama evine döndüğünde kredi kartı borcu ödeyecek kadar normal bir hayat sürecek, öyle mi? Aldığı paraları ne yaptı peki bu çocuk? Hayır kurumu gibi dağıttı mı yani? Mantığa aykırı bu."

Deniz gözlerini kaçırmadı ama sessiz kaldı. Ses tonum yumuşaktı belki ama kelimelerim keskinleşmişti. "Bu işin sonu sana da dokunacak." dedim. "Tolga üzerinden kurduğun her senaryo, sana geri dönecek."

Uygar öne eğildi. Parmaklarını birbirine kenetledi. Gözleri düşünceli görünüyordu ama sesindeki kararlılık kaybolmamıştı. "Bir depo ayarlayacağız." dedi. "İçini gerçek parayla dolduracağız. Tolga o paraların kendisine ait olduğunu söyleyecek. Aldığı ödemeleri orada sakladığını iddia edecek. Mal varlığı eksik görünse de parayı nakit tuttuğunu söylemesi inandırıcılık katacak."

Gözlerimi ona çevirdim. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. "Yani belki de milyonları feda edeceksiniz bu iş için, öyle mi?" dedim. "Ve Tolga'ya bunu sahiplenmesini söyleyeceksiniz."

Uygar başını eğmedi. Yüzüme doğrudan bakarak cevap verdi. "Evet."

Dizlerim hâlâ titriyordu ama kendimi dik tutmaya çalıştım. "Devlet o depodaki paraya el koyacak, farkında mısınız?" dedim. "Paraya ulaşılır ulaşılmaz el konur. O para yok olur."

Deniz gözlerimin içine baktı. "Gerekirse o para yok olur." dedi. "Ama bir hayat kurtulur."

Sözleri ağırdı. Anlamı da karşılığı da büyük bir karardı. Ama ben hâlâ bu planın geri dönüşsüzlüğünü sindiremiyordum. "Bir hayat mı kurtulur?" dedim alayla karışık bir öfkeyle. "Ya bu çocuğun ailesi ne hale gelir, hiç düşündünüz mü?" Sustum. Hiçbirinin cevap vermesini beklemeden devam ettim. "Demezler mi bu çocuk ailesine neden para vermemiş madem? Aldığı paraları nakit tuttuysa bile ailesine hiç mi yardımcı olmamış diye sormaz mı savcı? Tabii ki sorar."

Deniz yerinden kıpırdamadı. Ama bakışları kararlıydı. "Ben çalışanlarıma asgari ücretin yedi katı maaş veriyorum Ada." dedi. "Her çalışanımın ailesinin birer evi, birer arabası var. Sen benim çalışanlarımın yoksul olduğunu mu düşünüyorsun?"

Cevabı o kadar net söylemişti ki birkaç saniye boyunca afalladım. Bu kadar yüksek maaş politikasıyla sistem kurduğunu ilk kez bu kadar açık ifade etmişti. Bir an için sustum. Ama sonra kendimi topladım. Derin bir nefes alıp bakışlarımı sertleştirdim. "Tabii." dedim. "Gerçek mafyaların aileleri bahçeli villalarda yaşarken, senin çalışanlarının ailelerinin normal apartman dairesinde yaşaması, gerçek mafyalar Range Rover, Porsche falan kullanırken, senin çalışanlarının ailelerinin ortalama bir araba kullanması savcı tarafından normal karşılanır, evet."

Sözlerim inceydi ama vurgularım keskindi. Deniz yüzüme bakmayı sürdürdü. Gözlerinde hayal kırıklığı yoktu ama yorgunluk belirginleşmişti.

"Tolga gizli kimlik için benim yanımda çalıştığını söyleyecek. İlgi çekmemek için lükse bulaşmadığını anlatacak. Bu, profiliyle uyumlu olacak. Gizli görevde olan biri gibi davranacak. Savcı bu açıklamayı mantıklı bulacak." Yüzüme baktı. Sesi bu kez biraz daha alçalmıştı. "Sen neden bu kadar karşısın, anlamıyorum." Deniz'in bu sorusu beni bir anda içimdeki o karanlık noktaya sürükledi. Yalnızca mantıkla değil, inançla karşı durduğum bir şey vardı. Ama bunu nasıl anlatacağımı ben de tam bilmiyordum. Çünkü bu sadece bir planla ilgili değildi. Bu insanlıkla, dürüstlükle, değerlerle ilgiliydi.

Bir süre hiçbir şey söylemedim. Sadece Deniz'e baktım. Gözlerinde alışık olduğum sıcaklık vardı ama o sıcaklığın arkasında bir direnç, bir inat da duruyordu. Göz göze geldik. İçimde bir şey çatladı ama kırılmadım. Yalnızca başımı iki yana salladım. Sessizce nefes aldım. Sakinliğimi korumaya çalışarak konuştum. "Çünkü bu bana yanlış geliyor." dedim. "Vicdanen de mantıken de." Sözlerim sert değildi. Ama netti. "Elinizdeki tek yol bu olabilir. Belki de başka çareniz yok. Ama yine de yanlış." Gözlerimi Deniz'den ayırmadan devam ettim. "Bu kadar büyük bir yalanla neyi kurtarabilirsiniz ki? Gerçek olmayan bir hayatı, gerçeğin yerine koyamazsınız. Tolga'nın tek suçu sadakati olacak. Ve siz o sadakati, eline tutuşturulmuş bir yalanla mahvedeceksiniz." Uygar ve Eser hâlâ susuyordu. Ama ikisinin de gözleri üzerimdeydi. Sözlerimi dinliyorlardı. "Bu plan tutsun diye milyonları bir yere yığabilirsiniz. Belki savcıyı ikna edersiniz. Ama sonra ne olacak biliyor musunuz? Tolga gece başını yastığa koyduğunda yalnız hissedecek." Deniz bir şey söylemedi. Belki söyleyecek söz bulamıyordu. Belki de söylediklerimin bir kısmını kabul etmişti. "Ben sadece onu değil, sizi de düşünüyorum." dedim. "Çünkü bu işin sonunda sadece Tolga değil, siz de bu yükle yaşamak zorunda kalacaksınız."

Deniz gözlerini yere indirdi. Odanın içi birkaç saniyeliğine tamamen sessiz kaldı. Sadece duvardaki saate ait tıkırtı duyuluyordu. Söylediklerimin havada asılı kalmasını bekledim ama Uygar beni yanıtlamıştı.

Uygar sandalyesine daha rahat yerleşti. Dirseklerini dizlerine dayadı, ellerini havada birleştirdi. Gözlerini bana sabitleyerek konuşmaya başladı. "İtirazına hak veriyorum Ada." dedi. "Ama bu söylediğin her şey, ideal bir dünyada geçerli olurdu. Biz ise ideal bir dünyanın içinde değiliz artık. İçinde bulunduğumuz durumun vicdanla, etikle, adaletle hiçbir ilgisi yok artık. Burada sadece zaman, güç ve bilgi var. Elimizde olan bu." Gözleri karanlıktı. Yüzü ifadesiz değildi ama duygudan arınmış gibiydi. "Başka yolumuz yok Ada. Gerçekten yok." dedi. "Bunu biz de defalarca tartıştık. Başka biri olabilir mi, başka plan mümkün mü diye düşündük. Ama sonuç hep aynı yere çıktı. Güney'i temize çıkarmanın başka bir yolu yok."

Sözlerini dinlerken dudaklarımı ısırdım. Uygar'ın konuşma tarzı yumuşak değildi ama sesinde samimiyet vardı. O sırada Eser hafifçe doğruldu. Gözlerini bana çevirdi. Ses tonu netti, belki biraz da yorgundu.

"Başta ben yapacaktım." dedi. "Tolga değil. Suçu üstlenmeyi başta ben istedim." Başımı ona çevirdim. Sözleri beklemediğim kadar doğrudandı. "Evren'in yanında olan ve içeride olan tek adam benim." dedi. "Ben hapse girersem, siz Evren'den hiçbir haber alamazsınız. Bütün bağlantı kopar. O yüzden olmadı. O yüzden Tolga'yı düşündük." Yüzüme dikkatle baktı. Savunma yapmıyordu. Sadece gerçeği ortaya koyuyordu. "Ben de istemem Tolga'yı feda etmeyi." dedi. "Ama gelinen noktada tablo ortada. Zaten ne zaman bir savaş kazanılacaksa, kaybedilen bir şey olur. Biz bu sefer başka türlüsünü başaramadık."

Gözlerim Eser'in gözlerinde takılı kaldı. Söylediklerinde en ufak bir yalan yoktu. Gerçek bu kadardı. Karşısına koyabileceğim başka bir plan, başka bir ihtimal yoktu. İçimdeki ses hâlâ Yanlış diyordu ama mantığım artık Bu, şu anda tek çözüm. diye fısıldamaya başlamıştı.

Uygar araya girdi. "Bu çocuğun hayatını mümkün olan en az zararla korumaya çalışacağız." dedi. "Onun için kalkan olacağız. Ama bu düzeni yıkmak istiyorsak, bazen önce sistemin dilini konuşmak zorundayız."

Derin bir nefes aldım. Göğsüm daralmıştı. Ayağa kalktım. Gözlerimi masadaki belgelerden birine çevirdim. Sanki her şey orada yazıyordu. Gerçek, doğru, yanlış, yalan, fedakârlık. Hepsi o kâğıtların üzerindeydi. Bana seçme hakkı bırakmamışlardı. Ama yine de hâlâ içimde bir şey direnmeyi sürdürüyordu. Söylenen her şeyi sindirmem biraz zaman aldı. Eser'in bakışlarında yalan yoktu. Uygar'ın sesinde pişmanlık gizliydi. Deniz'in yüzünde ise yalnızca yorgunluk değil, suçluluk da vardı. O kadar çok şeyi tartmışlardı ki ben sadece sona tanıklık ediyordum.

Gözlerimi kaçırdım. Kısa bir süre boyunca kimseye bakmadım. İstemeyerek de olsa kabul ettiğimi, hiçbir şey söylemeyerek belli ettim. Direncim azalmıştı ama içimde hâlâ sarsıntılar vardı. Sessizliğimi yanlış anlamadılar. Zaten başka türlü anlaşılacak bir hâlim de kalmamıştı.

Bunu fark eden Uygar yerinden kalktı. Masanın kenarındaki dosyayı aldı, koltuğa oturdu. Kâğıtları yavaşça önüme uzattı. "Planın detaylarını bilmen gerek." dedi. "Çünkü bundan sonra hepimiz aynı masadayız."

Dosyayı açtım. Satırların üzerindeki kalemle çizilmiş yerleri, yanlarına alınmış notları görüyordum. Gözüm Eser'e kaydı. O da konuşmaya başladı.

Dosyayı önümde açık tutarken sessizce dinliyordum. Her biri sırayla konuşuyordu ama asıl ağırlık Deniz'in sesindeydi. Yüzüme dönüp gözlerimin içine bakarak konuştu. Sanki anlattığı her şeyin içimde nasıl yer edeceğini biliyormuş gibiydi. "İlk adım Tolga'nın ifade vermesi." dedi. "Kendi isteğiyle karakola gidecek. Hiçbir baskı, hiçbir yönlendirme olmadan kendi rızasıyla gidecek ve diyecek ki Tüm sevkiyatı ben ayarladım."

Yüzümü ona çevirdim. "Nasıl yani? Direkt olarak bunu mu söyleyecek?"

Uygar başını salladı. "Aynen öyle. Tarihi, yerleri, miktarı, teslimat rotasını ben planladım. diyecek. Kendi başına hareket etmiş gibi anlatacak. Suçu Güney Sancaktar'ın üstüne ben yıkmak istedim diyecek."

"Silahları kime sattın diye sorarlarsa?"

"Söylemeyecek."

"Çünkü eğer alıcıyı söylerse." dedim yavaşça.

Eser araya girdi. "Polis alıcıyı bulur. Alıcı, satıcının Tolga olmadığını söyler. Çünkü gerçek satıcı Güney. Ve alıcı Güney'in yüzünü tanıyor. Bu yüzden Tolga alıcıyı tanımıyormuş gibi davranmak zorunda."

Deniz devam etti. "Tolga Alıcıyı görmedim, aracıyla teslimatı gerçekleştirdim, yerleri ayarladım, ama kim olduğunu bilmiyorum. diyecek."

"Bu çok ince bir çizgi." dedim. "Çünkü en ufak bir çelişki, en küçük bir detay bu planı çökertir. Savcı aracıyı da soracaktır."

"Onu da söylemeyi reddedecek. Sadece suçu itiraf edecek ve susma hakkını kullanmak isteyecek."

Eser başını eğdi. "O yüzden çok iyi çalışmamız lazım. Tolga'ya neyi nasıl anlatacağını söyleyeceğiz. Söyleyeceği şeyler kararlı ve sade olacak. Ne fazla ne eksik."

"İfadenin ardından gözaltına alınacak mı?" diye sordum.

Deniz evet anlamında başını salladı. "Yirmi dört saatlik bir gözaltı süresi olacak. Gözaltı bitmeden tutuklama için yeterli delil toplamaya çalışacaktır savcı."

Bir an başımı önüme eğdim. Gözlerimi dosyanın üzerine diktim. Kağıdın üzerindeki mürekkep izleri, bana her şeyin ne kadar gerçek olduğunu gösteriyordu. Plan detaylıydı. Riskliydi. Ama aynı zamanda zeki bir mühendislik içeriyordu. Tolga'nın bu kadar büyük bir yükün altına isteyerek girmeyi kabul edecek olması hâlâ içimi sızlatıyordu. Ama Deniz, Uygar ve Eser onu yalnız bırakmayacaklarını söylüyordu. Ve ben, bütün bunları sadece izleyerek bile sorumluluk hissediyordum. Planı baştan sona kadar dinlemiştim. Tolga'nın ne yapacağını, kimin neyi nerede üstleneceğini artık biliyordum. Ama içimde hâlâ çözülmemiş, kıpırdayan bir parça vardı. O parça beni susturmadı. Sadece doğru zamanı bekledi.

Gözlerimi Deniz'e çevirdim. Birkaç saniye yüzüne baktım. Onun da bana baktığını, ne soracağımı anladığını hissettim.

"Tamam." dedim. "Güney'i aklamak için bir çözüm buldunuz. Tolga üzerine aldı, Evren yanıltılacak, dikkat başka yöne çekilecek." Derin bir nefes aldım. Sesim bu sefer daha alçaktı ama içinde keskinlik taşıyordu. "Peki Deniz." dedim. "Seni kurtarmak için ne yapacağız?" Sözlerim odaya bir gölge gibi indi. "Sonart Holding." dedim. "Sahte imar izni. Belediyeye verilen rüşvetler. Adın belgelerde geçiyor. Kağıtlarda senin imzan var." Sessizlik oldu. Deniz kıpırdamadı. Uygar başını hafifçe yere eğdi. Eser dudaklarını birbirine bastırdı. "Ya Evren her şeye rağmen bu belgeleri savcıya verirse?" dedim. "Bu defa onun oyunu bizi değil, seni yakarsa?" Kelime kelime yutkundum. "Ona nasıl güveneceğiz? Elindeki dosyaları savcıya sunmayacağını nereden bileceğiz? Bu suçlamalardan nasıl kurtulacağız Deniz?" Sesim bu sefer biraz titremişti ama geri adım atmadım. "Sen o imzaları atmadığını biliyorsun, biz de biliyoruz. Ama elimizde kanıt yok. İspatlayamazsak, seni kaybederiz. Ve ben bunu kabullenemem."

Deniz'in yüzünde bir şey çözüldü. İçten içe bu soruları çoktan kendine sormuş gibiydi ama ilk kez benim ağzımdan duymuştu. Cevap vermesini bekledim. Çünkü artık konuşma sırası ondaydı. Sorumu sorduğumda Deniz'in yüzündeki çizgiler belirginleşti. Gözlerini bir anlığına kaçırdı ama sonra yeniden bana döndü. Gözlerinde yorgun bir netlik vardı. "Bu sonranın konusu." dedi. "Önce şu Güney meselesini halledelim."

Sözleri kısa ve kesindi. Geri adım atmak değil, öncelik sırasını çizmekti yaptığı. Ben onun bu tavrını tanıyordum. Ne zaman bir şey onu korkutsa, önce başka meseleleri çözmek isterdi. Ama yine de sorumluluğu yok saymıyordu.

O sırada Uygar konuştu. Dosyanın kapağını kapattı, hafifçe bana döndü. "Yine de ben Sonart Holding'i araştıracağım." dedi. "Ve imar iznini uygun olmadığı halde veren belediye çalışanını da. Bu belgelere Deniz'in adını yazan kişi, mutlaka sistem içinde bir ortakla çalışıyor olmalı. O ismi bulmamız lazım."

Eser elini alnına götürdü, bir süre düşündü. Sonra başını kaldırdı. "Ben bir yandan Evren'in kasasına sızmaya çalışacağım." dedi. "Belgelere bir şekilde ulaşmam lazım. Evren'in sakladığı şeyler o kasada duruyordur."

Deniz, Eser'in söylediklerine dikkat kesilmişti. Yavaşça ona döndü. "Kasaya ulaştığın an beni ara." dedi. "Beraber yürütelim. Ayrıca uygun olan her yere böcek yerleştirmeni istiyorum Eser. Ne kadar çok duyarsak o kadar hızlı hareket edebiliriz."

Eser başını salladı ama yüzündeki tereddütü gizlemedi. "Bana hâlâ o kadar da çok güvenmiyor." dedi. "Her odaya giremiyorum. Çalışma odasına hiç girmedim mesela. Kasa da orada biliyorsun ki. Çok zor olacak."

Deniz'in yüzü gerildi ama tepki vermedi. Uygar araya girdi. "Güvenini kazanman için bir şeyler düşünmemiz lazım Eser." dedi. "Senin o kasaya ulaşman şart."

Eser başını eğdi. Bir yandan sessizce planı kafasında kurmaya çalışıyor gibiydi. Ben onları sessizce dinledim. Her biri bir göreve odaklanmıştı. Sanki aynı anda farklı satranç tahtalarında oynuyorlardı. Her hamle, bir diğerini etkiliyordu. Ve ben, o an bir şeyin daha farkına vardım. Bu savaş artık bizim üzerimize kurulmuştu.

Odaya çöken sessizlik, Eser'in Çalışma odasına hiç girmedim. demesinden sonra biraz daha yoğunlaşmıştı. Herkes düşünüyordu. Evren'in güvenini kazanmak için daha ne gerekiyordu? Sadece dikkat çekmeyen gözlemler, birkaç küçük bilgi yetmiyordu artık. Radikal bir şey olmalıydı. Dengeyi tamamen değiştirecek bir eylem.

İlk konuşan ben olmuştum. "Aslında benim aklımda bir şey var." dedim. Herkes bana merakla baktı. "Evren'in sana gerçekten güvenmesini istiyorsak, onu kurtarmalısın." dedim.

"Nasıl yani?" dedi hepsi bir ağızdan.

Derin bir nefes aldım ve anlatmaya başladım. "Evren'in üzerine planlanmış bir saldırı ayarlayabiliriz," dedim. Herkes bir anda bana döndü. Yüzlerindeki ifadeyi okuyabiliyordum. Sanki zihnimden geçenleri önceden tahmin etmeye çalışıyorlardı. Gözlerimi Deniz'e çevirdim. Sesimi biraz daha alçalttım. "Hatta seninleyken olsa bu saldırı. Nasıl olur?" diye devam ettim. "Evren ve sen yüz yüze konuşurken gerçekleşse? Yani senin yanında patlak verse. Konuşma sırasında mesela. Eser de o sırada yanınızda olsa." Deniz hiçbir şey söylemeden ve gözlerini ayırmadan beni dinliyordu. "Kurşunlar sıkıldığında Eser Evren'in üstüne atlayarak onu kurtarsa?" dedim.

Bir süre sessizlik oldu. Fikrin ağırlığı odadaki havayı değiştirmişti. Herkesin aklından aynı soru geçiyordu. Bu plan işe yarar mıydı?

Uygar yerinden hafifçe doğruldu, dirseklerini dizlerine dayamıştı. Gözlerini bana dikti, yüzünde o her şeyi tartan, detay kaçırmayan ciddi ifade vardı. "Eser bizim hayatımıza sen kaybolduğunda girdi." dedi, sesi netti ama yumuşaktı. "Bizimle yaklaşık üç ay çalıştı. Sonra Evren'i öğrendik ve Eser'i onun hayatına sızdırdık." Bir an sustu, sanki söylediklerinin ağırlığını ölçüyordu. "Yani." diye devam etti sonra. "Evren çok kısa bir süre için bile olsa Eser'in bizimle çalıştığını biliyor. Ve bunu bile bile Eser'in Deniz'in üstüne değil de kendi üstüne atladığını görmesi Evren'in ona olan güvenini sağlamlaştırır." Başını eğdi, hafifçe gülümsedi. "Harika bir plan, Ada." Sırtımdan aşağı hafif bir ürperti indi. Uygar'ın bu kadar hızlı kavrayıp sahiplenmesi garip bir güven duygusu uyandırmıştı içimde.

Bakışlarım istemsizce Eser'e kaydı. O ise gözlerini Deniz'e çevirmişti. Dudaklarında yavaşça yayılan bir tebessüm vardı. Biraz hayranlık, biraz da sanki takdirle karışık bir oyun arkadaşlığı. "Çok zeki bir karın var, Deniz." dedi.

Deniz başını hafifçe yana eğdi, gözleri bana sabitlenmişti. Gülümsedi. Sanki o tek bakışla her şeyi söyledi. Seninle gurur duyuyorum.

Eser parmaklarını masanın kenarına vurdu. Gözleri hâlâ gülümsüyordu ama sesindeki ciddiyet planın ihtimaline odaklanmıştı artık. "Belki bu sayede Evren'in kasalarının kapıları bana açılır." dedi.

Odanın içindeki sessizlik bir strateji masasına dönüşmüştü. Herkes kendi rolünü tartıyor, ihtimalleri hesaplıyordu. Ama bir şey netti. Bu sahte saldırı doğru kurgulanırsa elimizdeki en güçlü kart olabilirdi.

"Ne zaman yapalım bunu?" diye sordu Eser Deniz'e dönerek. "Tolga'nın itirafından sonra olsa daha iyi olur kanaatimce. Siz ne diyorsunuz?"

Deniz başını salladı, gözlerini kısarak bir süre düşündü. Sonra hafifçe başını kaldırıp önce Uygar'a, ardından Eser'e baktı. "Evet." dedi sonunda. "Bu saldırı planını Tolga'nın ifadesinden sonra yapmamız daha mantıklı. Önce dikkatleri Güney'den çekelim. Gündemi oraya odaklayalım. Sonra Evren'e yönelik saldırı bahanesiyle Eser'i onun gözünde vazgeçilmez biri hâline getiririz."

Uygar başını salladı. "Hem Evren Tolga olayına odaklanmışken, bir güvenlik açığı doğabilir. Saldırıyı o karmaşanın içine yedirmek daha kolay olur."

Eser hafifçe doğruldu. "Yani anlaşmaya vardık mı? Bunu yapıyoruz."

Deniz ona döndü, gözleri kararlıydı. "Evet, yapıyoruz."

Kısa bir sessizlik oldu. O an odadaki hava, kararın ciddiyetine teslim olmuş gibiydi. Herkes neye imza attığını biliyordu. Kimin neyi ne uğruna yaptığını da. "Detayları birkaç saat içinde tekrar konuşuruz." dedi Deniz. "Şimdi biraz dinlenelim."

Uygar başını salladı. "Ben eve geçiyorum. Sabah yine burada görüşürüz."

Eser ayağa kalktı. "Ben de dönüyorum. Sabah direkt buraya geleceğim."

Deniz göz ucuyla onlara baktı. "Dikkatli olun. Bu oyunu kazanmamız için her hamle doğru olmalı."

Uygar ceketini omzuna attı, bana dönerek küçük bir tebessümle başını eğdi.

Eser kapıya yönelmeden önce bana göz kırptı. Birkaç saniye içinde çalışma odasında Deniz'le yalnız kaldık.

İkisi de çıktıktan sonra Deniz'in yanı başına geldim. Gözleri masadaki dosyaların üzerindeydi ama bakışları artık uzaktaydı. Yavaşça koluna dokundum. "Sevgilim." dedim. "Hadi uyuyalım."

Deniz başını bana çevirdi, yorgun bir tebessümle gözlerimin içine baktı. "Uyuyalım sevgilim." dedi ve kolunu omzuma attı.

Birlikte odadan çıktık. Sessiz adımlarla koridorda yürürken, içeride kalan planların gölgesi zihnimizdeydi ama o an sadece birbirimizin sıcaklığına tutunuyorduk.

Yatak odasına vardığımızda Deniz kapıyı kapattı, elini avucuma bıraktı. "Benimle olduğun için teşekkür ederim." dedi. "Her şeye rağmen."

"Her şeyin seninle anlamı var." dedim. Işıkları kapattık. Karanlık içimize dolarken, sessizce birbirimize sarıldık. Dışarıda fırtına büyüyordu ama içeride bir şey hâlâ sığınılacak kadar sağlamdı.

***

Gözlerimi araladığımda sabahın ilk ışıkları perdelerin arasından süzülmüş, odamızın duvarlarına sessiz bir huzur serpmişti. Yanımda Deniz vardı. Derin uykuda değildi ama gözlerini kapatmış, nefesini ritmik almaya çalışıyordu. Bedenindeki o gerginliği, nefesine eşlik eden düşünce yığınlarını hissedebiliyordum.

Usulca ona döndüm. Yüzünde yorgunluk vardı. Ama en çok, bir gece boyunca ayakta kalmaya çalışan bir adamın, uyanmakla uyanmamak arasında asılı kalmış hâli vardı. Yavaşça elimi onun elinin üzerine koydum.

"Uyanık mısın?" dedim fısıltıyla.

"Birkaç dakikadır." diye mırıldandı. Gözlerini açtı ve benimkilerle birleştirdi.

Parmaklarımı onun parmaklarına doladım. "İyisin, değil mi?" dedim.

Başını hafifçe iki yana salladı. "Hiçbir şey kolay değil Ada. Ne yapacağımı bilmiyorum. Sana zarar gelsin istemiyorum. Sen benim her şeyimsin."

Yavaşça yaklaştım. Alnını öptüm. "Ama artık birlikteyiz. Ben bu yükün sadece izleyicisi değilim. Yanındayım. Yükü hafifletmeye geldim."

Deniz gülümsedi. O gülümseyişin içinde hem bir teşekkür hem de kırık bir kabulleniş vardı. "Sen varsın diye ayaktayım zaten."

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra ben gülümsedim. "Kalkalım mı? Sana kahve hazırlayayım."

Deniz kaşlarını kaldırdı. "Sen? Bana? Kahve hazırlayacaksın?"

"Çok mu şaşırdın?" dedim gözlerimi devirerek.

"Hayır ama sık yaptığın bir şey değil ya o yüzden tuhaf oldu." dedim gülümseyerek.

"Bundan sonra sık yaptığım bir şey olsun o zaman." dedim. Yavaşça yataktan kalktım. Üzerime hırkamı alıp saçlarımı düzelttim. Deniz hâlâ yatakta oturmuş, beni izliyordu. Gözlerinde alıştığım o bakış vardı. Sevgiyle, hayranlıkla karışık, bir parça da kaybetme korkusuyla dolu.

Arkamı döndüm. Kapıya yönelirken "Beş dakikaya gel." dedim.

"Emredersin Müdür Hanım." dedi, sesi o tanıdık sıcaklığıyla içimi ısıttı.

Aşağı indiğimde saat sabah 10.00'a geliyordu. Kahve makinesine iki kişilik kahve koydum ve demlenmesini bekledim. Deniz gri tişörtü ve siyah eşofmanıyla aşağı indi ve kollarını bana sarıp ellerini bel boşluğumda birleştirdi. "Kahve birazdan hazır olur." dedim.

Deniz başını aşağı yukarı salladı ve burnuyla perçemlerimi aralayıp alnımı öptü. "Sen istersen biz Tolga'yla konuşurken dışarı çık. Belki burada olmak istemezsin."

"Yok kalacağım." dedim. "Madem ben de bu işin içindeyim, ben de olacağım."

"Sen nasıl istersen." dedi.

"Tolga ifade vermeye giderse polis senin de ifadeni almak istemez mi? Bu adam senin yanında çalışıyordu, hiç fark etmedin mi diye sorarlar çünkü."

"Çağırırlarsa bilgim olmadığını söyleyeceğim." dedi net bir sesle.

"Anladım. Peki delil oluşturdunuz mu Tolga için? Yani polise sunulacak deliller onları ikna eder mi?"

"Uygar uğraşıyordu o işle. Oluşturmuştur herhalde."

Başımı salladım. Kahve makinesi uyarı verdiğinde Deniz'in kollarından ayrıldım. Hazneyi elime aldım ve fincanlara kahveleri doldurdum. "Evet, kahve vakti." dedim mutfak masasına yürürken. "Hadi gel."

Deniz ağır adımlarla masaya ilerlerdi, bir sandalye çekti ve oturdu. Fincanını önüne bıraktım, karşısına oturdum. "Eline sağlık." dedi bir yudum aldıktan sonra. Ardından fincanını masaya bıraktı.

"Biraz konu dışına çıkalım mı?" dedim fincanımı masaya bırakırken. Deniz Dinliyorum der gibi baktı. "Sarp'la konuşacaktın, güvenlik şirketiyle alakalı."

"Aklımda o." dedi net bir sesle. "Tam da ihtiyacımız olan bir dönemde onun yanımızda olması çok iyi olur. Tolga gidecek çünkü. Yerine güvenilir biri lazım. Hakan tek başına o kadar çok sorumluluğu yürütemez. Burak da Aydın'da, kızların korumalığını yapıyor." dedi ve kısa bir es verdi. "Sarp'ı ikna etmek benim için de iyi olacak yani. Tamam daha bir sürü adam var ama yine de hepsine sonsuz güvenmiyorum."

"Belki bugün onu yine ziyarete giderim. Olanlar hakkında ufak da olsa bilgisi var. Planımız hakkında konuşurum. Bilmiyorum."

Deniz fincanını masadan aldı, bir yudum daha kahve içti, beni başını sallayarak onayladı. Bir şey söylemek için ağzını açtığı sırada telefonuna bir mesaj geldi. Bakışlarımı masanın üzerinde duran telefonuna çevirdim. Deniz telefonunu eline almadan ekranı kaydırdı, gelen mesajı açtı. Melis'tendi. Bir bileklik fotoğrafı göndermişti. Altına da Abicimmmm doğum günümün üzerinden henüz çok zaman geçmedi. Bana bu bilekliği doğum günü hediyesi olarak alır mısınnnnnn? yazmıştı.

Attığı bilekliği biliyordum. Özel tasarımdı ve sanırım dünyada sadece yirmi tane vardı. Değerini bilmiyordum. Ama pahalı olduğunu tahmin etmek hiç zor değildi.

Deniz "Ah ah." diyerek başını iki yana salladı. "Tam bela bu kız. Aramız düzeldi ya şimdi şımarır da şımarır."

"Bu hallerini daha çok sevdiğini itiraf et." dedim kahvemden bir yudum alırken. "Melis bıcır bıcır bir kız. Yokluğumda hayat enerjisi gitmişti. Şimdi geri geldi. İyi olmadı mı?"

"Oldu oldu." dedi Deniz küçük bir gülümsemeyle. "Şu iki yıl çabucak bitse de mezun olup İstanbul'a dönse. Özletiyor kendini zilli."

"Güneş ona çok alışmış. Melis dönerse yine orada yalnız hissedecek. Birbirlerine iyi geliyorlar."

"Bizimkinin deliliği tutar belki de. Dediğin gibi orada kalır okuldan sonra da. Kim bilir?"

"Aydın butik mağaza açmak için harika bir yer. Melis'in tasarımları orada yok satar. Benden söylemesi." dedim. Fransa'dayken ara sıra sahte hesabımdan Instagram'a girerek tanıdığım herkesin profiline bakıyordum. Melis kendi tasarladığı mücevherleri paylaşıyordu ve deyim yerindeyse harika işler ortaya çıkarıyordu. "Çünkü Aydın'da başarılı mücevher sanatçıları yok. Rakibi olmayacak. Zaten soyadı onun için harika bir reklam olur. Çok başarılı olacağına da eminim. Hatta bölümü birincilikle bitirecek kadar başarılı."

"Heveslendiği için o bölümü seçtiğini zannediyordum. Ama kızdan yetenek fışkırıyor. Bu yeteneğin boşa gitmesini istemezdim." dedi Deniz. Birkaç adım sesi konuşmamızı böldü.

"Selam." dedi Uygar kendine has neşesiyle. Sanki saatler önce çok kritik bir konuyu konuşmamışız gibi ve uykusuz kalmamış gibi dinç görünüyordu.

"Günaydın." dedim gözlerimi kısarak. "Sen olumsuz şeylerden hiç mi etkilenmiyorsun ya?"

Uygar bir sandalye çekti ve rahatça oturup arkasına yaslandı. "Böyle meseleler bizim ancak canımızı sıkar, bir iki oflarız geçer. Bize dert olacak adam daha dünyaya gelmedi." dedi özgüven yüklediği sesiyle. "Bu işten de kurtulacağız evelallah. Sen de dert etme yani."

Başımı inanamıyorcasına iki yana salladım ve ayağa kalktım. "Kahve ister misin?"

"Olur, alırım." dedi. "Eser de geldi. Bahçede arabasını park ediyor."

"Tamam ona da yaparım." dedim. Sanırım Uygar'ın Eser'e karşı olan buzları yavaş yavaş eriyordu. Gülümserken hazneye iki kişilik kahve koydum. "Sade mi içiyordu?"

"Aynen." dedi Deniz. Hazneyi makineye yerleştirdim, çalıştırma düğmesine bastım. "Evren Eser'i izlemiyor mu? Nasıl böyle her istediğinde buraya geliyor? Takip etmiyor mu çalışanlarını?" Deniz'e döndüm ve kaşlarımı kaldırdım. "Mesela sen Deniz. Her çalışanının bileğinde aynı bileklik var. Sen bana hiç anlatmadın ama ben o bilekliklerin GPS ayarlı bileklikler olduğunu tahmin edebiliyorum. An be an izlemek istiyorsun çünkü. Kullandıkları arabalarda da takip sistemi var. Söylediğin yerden başka bir yere gidemezler. Mesela telefonlarında da dinleme sistemi var. Evren de yapıyorsa aynı şeyleri? Eser nasıl bu kadar rahat."

"Biz oynadık o sistemlerle." dedi Eser. Ne zaman geldiğini fark etmemiştim bile. "Ben buraya gelsem bile sistem evime gitmişim gibi gösteriyor. Üzerime zimmetlediği GPS'li her şey onu yanlış yönlendiriyor yani."

"Ya bir gün arabanı takip ettirmeye kalkarsa? Riskli değil mi?"

"Riskli. Yani umalım ki takip ettirmeye kalkmasın." dedi sıkıntıyla.

Deniz eliyle boş sandalyelerden birini gösterdi. "Gel Eser, geç otur."

Eser seri adımlarla bir sandalyeye oturdu. Kahve makinesi uyarı verdiğinde hazneyi aldım, Uygar ve Eser'e kahvelerini koydum.

"Tolga'ya ne zaman anlatacağız?" dedi Eser sıkıntıyla. "Şu iş bir an önce bitsin istiyorum."

"Hepimiz aynı şeyi istiyoruz." dedi Deniz. Fincanları Uygar ve Eser'in önüne bıraktım. İkisi de aynı anda teşekkür etmişti.

"Sen Tolga için ikna edici deliller hazırlattın mı?" dedi Deniz Uygar'a dönerek.

"Evet." dedi Uygar. "Tolga'ya vereceğim. İfadeye giderken götürür."

Deniz başını aşağı yukarı salladı. Birkaç dakika boyunca susmuştuk. O sırada kahvelerimiz de bitmişti. "Kış bahçesine geçelim." dedi Deniz ayağa kalkarken. Hepimiz ayağa kalktık, Eser ve Uygar önden giderken ben Deniz'le arkalarından yürüyordum.

"İyi misin?" dedim sessizce. Deniz cevap vermedi, kolunu boynuma sardı, saçlarımı öptü. İyi değildi.

Kış bahçesine geldiğimizde herkes bir köşeye dağılmıştı. Deniz cam kapılardan birini açtı, Tolga'ya seslendi. "Tolga." dedi olabilecek en yüksek seslerinden biriyle. "Gelir misin koçum buraya?" diye sordu. Birkaç saniye sonra da kapıyı kapattı.

Hava bulutluydu. Bahçedeki ağaçlar rüzgârda ağır ağır salınıyor, camlara ince dallar vuruyordu. Kış bahçesinde de havada garip bir ağırlık vardı. Sanki konuşulacak şey, içerideki oksijenle yer değiştirmişti. Herkes sessizdi. Uygar koltuğa yayılmış bir bacağını bir bacağının üstüne atmıştı. Eser ayakta durmayı tercih ederek ellerini belinde birleştirmiş, duvara yaslanmıştı. Deniz'in bakışları masanın üzerindeydi ama aklı çok daha derinlerdeydi. Ben bir köşeye çekilmiş, hepsini izliyordum. Sessizlikte Tolga'nın cam kapıyı tıklatma sesi yankılanmıştı. Deniz başıyla onu içeriye buyur etti ve kapı aralandı.

Tolga içeri adım attığında odanın havası aniden değişti. Adımları yavaştı. Omuzları düşüktü. Elinde tuttuğu telefonun ekranına son kez bakıp cebine attı. Gözleri, içeridekilerle tek tek buluşmadan boşluğa sabitlenmiş gibiydi. Üzerinde hâlâ uykunun tortusu vardı ama yüzü merakla karışıktı. Bizi görünce hafifçe duraksadı. Saçları darmadağınıktı ama genel görüntüsü tertipliydi.

"Buyurun Deniz Bey." dedi kapıyı kapattıktan hemen sonra. Sesinde her zamankinden farklı bir titreme vardı. Ters bir şeyler olduğunu anlamış olmalıydı. "Önemli bir durum mu vardı?"

"Gel Tolga." dedi Deniz. Sesi yumuşaktı ama ciddiydi. "Evet önemli bir şey var." dedi, bu seferki sesi kısa ve netti. "Geç otur."

Tolga kimsenin yerini almak istemez gibi ayakta kalmayı tercih etti. Ellerini önünde birleştirdi, yüzü düştü. "Yok Deniz Bey, böyle iyiyim. Nedir o önemli olan? Sizin için ne yapabilirim?"

"Lütfen otur." dedi Deniz. "Anlatacaklarımız uzun sürecek."

Tolga bir an durdu. Sonra masaya doğru yürüdü. Sandalyeye oturmadan önce gözleri masanın üzerindeki dosyalara takıldı. Kâğıtların kenarları buruşmuştu. Notlar alınmış, kalem izleri hâlâ tazeydi. Üzerinde kararlar alınmış bir masa vardı bu. Ve o, o kararların hiçbirinde olmak istemiyor gibi görünüyordu.

Tolga yavaşça sandalyeye oturdu. Sandalye gıcırdadı. Sanki odadaki sessizliği rahatsız etmekten çekinir gibiydi. Gözlerini Deniz'den ayırmadan bekledi.

Deniz doğrudan konuya girdi. "Zor bir şey isteyeceğiz senden." dedi kısaca.

Tolga'nın kaşları çatıldı. "Ne gibi bir şey bu? Ne isteyebilirsiniz ki benden?"

Deniz gözlerini kaçırmadan konuşmaya devam etti. "Sana ihtiyaç duyuyoruz. Ama bu kolay olmayacak. Ve seni zorlamadan, sadece kendi rızanla kabul edersen devam edeceğiz."

Tolga başını kaldırmadı. "Dinliyorum." dedi sadece. Ama sesi neredeyse bir fısıltıydı.

Uygar öne eğildi ve Deniz'in konuşmasını devraldı. "Direkt konuya gireceğiz." dedi. "Zamanımız yok. Yapmamız gereken şeyler var ve sen bu işin önemli bir parçası olabilirsin."

Tolga bir an başını çevirip Uygar'a baktı. Gözlerinde anlamaya çalışan ama henüz direnmeyen bir ifade vardı. "Ne yapmamı istiyorsunuz?"

"Güney'i temize çıkarabilmemiz için birinin onun yerini alması gerekiyor. Savcıyı, polisi, medyayı başka bir yöne çekmemiz gerek."

"Biz o sırada delilleri toplayacağız." dedi Eser derin bir nefes verirken.

Tolga gözlerini yavaşça Deniz'e çevirdi. "Yani? Suçu ben mi üstleneceğim?"

Sessizlik bir anda keskinleşti. Havadaki oksijen çekilmiş gibiydi. "Evet." dedi Deniz. "Ama bu sonsuza kadar sürecek bir şey değil. Sadece zamanı satın almaya çalışıyoruz. İçeride çok tutamayacaklar seni."

Eser ellerini arkasından çekip önünde birleştirdi. "Geçici bir süreliğine. Sadece zaman kazanmak için."

Tolga ellerini saçlarının arasından geçirdi. "Bu ne demek? Ben suçsuzum." dedi. Sessizlik birkaç saniye boyunca odada yankılandı. Sonra Tolga hafifçe güldü. Bu bir korkunun dışa vurumuydu. "Abi, benim ne alakam var ki bu işlerle?" dedi. "Ben korumayım sadece. Güvenlik planlıyorum. Silah kaçakçılığıyla benim ne ilgim olabilir?"

"İlgisi yok zaten." dedi Uygar. "Ama öyleymiş gibi göstereceğiz."

Tolga ilk birkaç saniye bir şey söylemedi. Sadece kafasını yavaşça iki yana salladı. "Ben suçsuzum."

"Zaten biliyoruz." dedi Deniz. Sesi yumuşaktı. "Senin suçsuz olduğunu biz biliyoruz. Ama dışarıya öyle göstermeyeceğiz. Buna mecburuz."

"Hayır!" dedi Tolga. "Bilmiyorsunuz. Siz hepiniz buradasınız. Güçlü adamlarsınız. Plan yapıyorsunuz. Oyununuzu kuruyorsunuz. Ama ben? Ben kimim abi? Ben sadece sizin korumanızım. Kapınızdan giren çıkanı sayarım, gel dediğinizde gelirim. Ben bir suçun parçası olmadım ki! Nasıl diyeyim ki Ben yaptım diye?" Sesi titriyordu. Nefesi kesik kesikti. İçinde birikmiş ne varsa dökülmeye hazırdı artık.

Eser araya girmek istedi ama Deniz bir işaretle susturdu. Bu konuşmayı kendisi yapmak istiyordu.

"Tolga." dedi yavaşça. "Bu dünyada bazı insanlar vardır. Varlığı, sessizliği, sadakatiyle sistemin çivisini tutar. Sen onlardan birisin. Bugüne kadar sana ne desem yaptın. Hiç sorgulamadın. Ve ben seni hiç zorlamadım. Ama bugün."

"Bugün benden hayatımı istiyorsunuz." dedi Tolga, sesi boğuk çıkmıştı.

Deniz bir adım attı. Tolga'nın karşısında durdu. "Hayır. Bugün senden bir kahramanlık istiyorum. Ama bunu yapmanı istememiz, seni gözden çıkardığımız anlamına gelmiyor. Seni yalnız bırakmayacağız. Senin için savaşacağız."

Tolga başını çevirdi. Pencereden dışarı baktı. Dudakları titriyordu. Sonra başını yana çevirdi, bu sefer gözlerini bana doğru kaydırdı ama bakışında utanç vardı. Bir sessizlik oldu. "Neden ben?" dedi boğuk bir sesle.

Deniz hiç tereddütsüz cevapladı. "Çünkü bu ekipte en az iz bırakan sensin. Hayatında görünür bir karanlık yok. Suç örgütüyle bağı olmayan, sabıkası olmayan, çevresinde dikkat çeken ilişkiler kurmamış birisin. Savcının gözünde görünmez suçlu olabilecek en uygun kişi sensin."

Tolga başını yavaşça kaldırdı. Gözlerini Deniz'e dikti. Gözleri buğuluydu ama sesi hâlâ titriyordu. "Ben sizi hiç yarı yolda bırakmadım. Ne dedinizse yaptım. Ama bu çok büyük. Bu başka bir şey."

Deniz bir adım attı. Tolga'nın karşısına dikildi. Gözlerinin içine baktı. "Biliyorum."

Tolga bir süre sustu. "Ben o gün Ada Hanım çıkmak istediğinde." dedi ve cümlesini yutkunarak yarım bıraktı. Kimse bir şey demedi. "Ben izin verdim. Ada Hanım o kadar kararlıydı ki ve canı o kadar yanıyordu ki. Ben de iyi niyetle... tamam dedim." dedi ve kısa bir süre bana baktı.

Ardından gözleri yeniden Deniz'e döndü. Sesi çatlamıştı. "Ben izin verdim. Ada Hanım'ı ben koruyordum. Uygar abi bana emanet etmişti. Ve ben koruyamadım." Sözleri kış bahçesine yumruk gibi düşmüştü.

"Size söyleyemedim bunu. Ama her gece uykumdan uyanıyorum. Gözümün önüne geliyor. Ada Hanım kayboldu, siz mahvoldunuz, herkes darmadağın oldu. Ve ben sadece izledim. Hiçbir şey yapamadım. Ben o günden beri kendime gelemiyorum. O günden beri kendimi affedemiyorum."

Deniz gözlerini ondan ayırmadan konuştu. "Bu senin suçun değildi."

Tolga başını iki yana salladı. "Hayır, değildi belki ama ben izin verdim. İzin verdim ya!" dedi, sesi titremişti. Derin bir sessizlik daha oldu. Tolga ağır bir nefes verdi. Deniz'in çenesi gerildi. O anın yüzüne çarpışı netti. Ben nefesimi tuttum. Tolga devam etti. "Şimdi sen bana gelip diyorsun ki, Güney'i kurtarmak için kendini feda et." diye mırıldandı. "Ben belki o gün başka bir karar verseydim hiçbir şey böyle olmayacaktı. Belki Ada Hanım gitmeyecekti. Belki siz bu kadar parçalanmayacaktınız. Benim küçük bir hatam, büyük bir yıkıma neden oldu." O an Deniz'in gözleri doldu. Ama hiçbir şey söylemedi. "Belki bu bir şeyleri düzeltmez. Belki bana bir şey kazandırmaz. Ama size bir şey kazandırırsa belki o zaman içimdeki ses biraz susar." Gözleri suluydu. Ama ağlamadı. Sadece yutkunmuştu. "Şimdi bir şeyleri düzeltme şansım varsa." dedi. "Yani..." dedi, derin bir nefes daha alarak. "Ben kabul ediyorum. Gideceğim. Ne diyorsanız, onu yapacağım. Ne zaman başlamam gerekiyorsa, başlayalım."

Uygar hafifçe gülümsedi. "Kahramanlar sessizdir Tolga. Sen sessiz bir kahramansın."

Eser ise onun gözlerinin içine bakarak konuştu. "Ve biz senin bu sessizliğini sonsuza kadar koruyacağız. Söz veriyoruz."

Odanın içi hâlâ kasvetliydi ama Tolga'nın içindeki mücadele bir noktaya ulaşmıştı. Direndiği, korktuğu ama sonunda kabul ettiği şey sadece bir plan değil, bir kefaretti. Belki tam olarak affetmeyecek kendini. Ama bu, onun yeniden insan olduğunu hissettiği andı.

"Ne yapıyoruz peki?" dedi Tolga fısıltı gibi bir sesle. "Nasıl olacak."

Hepimiz derin bir nefes aldık ve anlatmaya başladık.

***

"Öncelikle." dedi Eser. "Bu süreçte seni asla yalnız bırakmayacağız. Ailen için de asla gözün arkada kalmasın. Özel olarak ilgileneceğiz. Çok iyi bir avukat ayarladım. Seni o savunacak. Şirketin avukatı olmaz çünkü bu sefer bizden de şüphelenirler. Sen serbest kaldığında yine yanımıza döneceksin. Aklın hiçbir şekilde bu konularda kalmasın."

Tolga ağır ağır başını salladı. "Peki süreç nasıl olacak?"

Uygar ayağa kalkıp masanın başına geçti ve dosyaları Tolga'ya doğru ittirdi. "Bak Güney'in yaptığı sevkiyatın detayları bu. Her yerde onun imzası ve adı var." Tolga başını salladı. Uygar dosyaları çekti ve diğer dosyaları Tolga'ya doğru ittirdi. "Bunlar da benim hazırlattığım dosyalar. Bütün belgelerde senin adın ve imzan var. Sen polise gidip ifade vereceksin. Güney Sancaktar'ın adının geçtiği sevkiyatı ben planladım, ben yönettim, silahları ben sattım diyeceksin. Sana Kime sattın diye soracaklardır. Alıcı adını asla söylemeyeceğini söyleyeceksin. Susma hakkımı kullanacağım diyeceksin. Çünkü alıcının kim olduğunu bilmiyoruz. Bilsek bile o ismi veremeyiz Tolga. Eğer alıcı ismini verirsek ifadeleri alınır ve silahları Güney'den aldıklarını söylerler. Bu istemediğimiz bir şey. Hesap hareketlerini inceleyip para akışı olmadığını görünce aldığın paraları da soracaklardır. Elden aldım hepsini diyeceksin. Paraların yerini soracaklar. Bir depoda tuttum diyeceksin. Deponun adresi bu dosyaların içinde. Biz o depoya yüklü bir miktar para koyacağız." Tolga başını salladı. Uygar derin bir nefes aldı ve devam etti. "Parayı görünce senin kimliğini sorgularlar. Madem milyonlarla oynuyorsun neden Deniz'in himayesinde korumalık yapıyorsun? diye sorarlar. Gizli kimlik yaratmak zorundaydım, kendimi böyle sakladım diyeceksin."

"Ne kadar süre içeride kalacağım?" dedi Tolga pürüzlü bir sesle.

"Uzun sürmeyecek. Biz o sırada delil toplayacağız." dedi Eser. "Olabilecek en kısa sürede seni çıkaracağız Tolga. Bunu sadece Güney için yapmıyorsun. Bu savaşta doğru taraf olduğumuzu biliyorsun. Karanlıkla mücadele ediyoruz. Ve bazen bu mücadele, bazı fedakârlıkları gerektiriyor. Ama bu fedakârlık sonsuz değil. Biz seni orada asla yalnız bırakmayacağız. Bunu sakın unutma."

"Ya Deniz Bey'e kurulan kumpası aklayacak belgelere ulaşamazsınız?"

"Olursa o zaman seni oradan biz çıkarırız. Gerekirse kurduğumuz sistemin tamamını senin için yakarız. Ama öyle bir şey asla olmayacak. Evren'in yanında çalışıyorum biliyorsun. İçine iyice sızıp belgelere ulaşacağım. Kısa sürecek Tolga güven bana." Tolga gözlerini kapattı. Omuzları hafifçe titriyordu. "Biz sana güveniyoruz. Ama her şeyden önemlisi, sen de kendine güvenmelisin. Sana zarar gelmesine izin vermeyeceğiz."

Tolga başını kaldırdı. Gözlerinde yaşlar vardı. Ama dudakları yavaşça kıpırdadı. "Ne zaman olacak peki? Ne zaman gideceğim ifade vermeye?"

"Bugün." dedi Uygar. "Bugün gideceksin."

Tolga'nın gözleri dışarıya kaydı. Bahçede bir kuş, rüzgâra karşı uçmaya çalışıyordu. Belki o an kendini o kuş gibi hissetti. Uçmak değil, düşmemek için çırpınan biri gibi.

Ve o anda hissettim ki bu sadece bir planın başlangıcı değil, vicdanın en derin kıvrımlarına saplanan bir fedakârlığın başlangıcıydı.

***

Kış bahçesindeki toplantımız bittikten sonra Deniz şirkete gitmişti. Ben de koştur koştur hastaneye, Sarp'ı ziyarete gelmiştim. Beyza'dan öğrendiğim kadarıyla Sarp'ın odası değişmişti. Dördüncü kata çıkan asansör durduğunda, içime sıkışan şeyin yalnızca endişe olmadığını anladım. Aynı zamanda vicdanımdı bu. Bastığım her adımda içim biraz daha burkuluyordu. Cam duvarların ardından görünen steril koridor, beyaz duvarlara yansıyan ışık ve geçip giden hemşireler, hastanenin alışıldık sessizliğini taşıyordu. Ama ben o sessizlikte kendi gürültümü duyuyordum.

Sarp'ın odasının kapısına geldiğimde içeri girmeden önce birkaç saniye durdum. Elimi sıktım. Hazır olup olmadığımı bilmiyordum ama içeri girmem gerektiğini biliyordum. Kapıyı iki kez tıklatıp araladım.

"Ooo." dedi Sarp hafifçe doğrularak. "Kimler gelmiş." Gülümsedi ve göz kırptı. "Hoş geldin."

Gülümsemesine karşılık ben de gülümsedim. Kapıyı yavaşça kapattım. "Hoş buldum."

Oda, göğüs yüksekliğine kadar açık renk ahşap panellerle kaplıydı. Geniş pencerenin önüne bir vazoda birkaç lavanta konmuştu. Odayı saran koku, hastane havasını biraz yumuşatmış gibiydi. Loş ışık ve beyaz çarşafların yarattığı dinginlik, Sarp'ın yorgun gözleriyle tamamlanıyordu.

Yanına yaklaşırken "Yeni odan çok güzelmiş." dedim.

"Çok kalmayacağım." dedi neşeyle. "İki gün sonra taburcu olacağım."

"Gerçekten mi?" dedim sevinçle. "Sarp çok sevindim." dedim, yatağının kenarına iliştim.

"Gerçekten." dedi. "Yiğit valizimi topladı bile. Turp gibiyim turp."

"Harika bir haber." dedim. "Nasıl hissediyorsun? Ağrın falan var mı?"

Sarp başını iki yana salladı. "Fiziken iyiyim. Kalp atıyor hâlâ. Ama kafam? O biraz yorgun Ada."

"Yorgun olmakta haklısın."

"Duydum olanları." dedi gözlerini kaçırmadan. "Güney'in adı, Evren'in planları, Deniz'in kendini ateşe atışı. Her şeyi anlattı Yiğit. Ona da Savaş anlatmış."

Derin bir nefes aldım. "Seninle bir şey konuşmaya geldim. Ama ne kadarını anlatmalıyım bilmiyorum."

Sarp gözlerini bana dikti. "Konuş. Tutma içinde."

Bir an düşündüm. Sonra başladım. "Deniz, Evren'i içerden çökertmeye çalışıyor. Ama adı sahte belgelere karıştı. Onu köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Suçlu olmadığı halde onu suçlayacak belgeler var. Evren elinde bu belgelerle tehdit ediyor." Gözlerim yerdeydi. "Güney'in adını temizlemesi için önce Evren'in istediklerini yapıyor gibi görünecek. Ama aslında ona oyun kuruyoruz. Eser, Evren'in yanında. Onunla hareket ediyor gibi yapıyor ama Deniz için çalışıyor."

Sarp bir süre sessiz kaldı. Gözleri yavaşça kısıldı. "Tehlikeli bir oyun oynuyorsunuz."

"Evet. Ve bu oyun sırasında bir fedakârlık yapıldı. Tolga." dedim. Boğazım düğümlendi. "Güney'in yerine suçu üstlenmeye razı oldu."

Sarp başını kaldırdı. "Tolga mı?" dedi şaşkınlıkla. "O çocuk bunu neden kabul etti?"

"Vicdan." dedim. "Düğünümüzde benim evden çıkmama izin verdiği için bunun sonuçlarını hâlâ kendine yüklüyor. Beni koruyamadığını düşünüyor. Bir kefaret gibi görüyor bunu."

"Sen ne düşünüyorsun peki? Başka bir yolunuz yok mu?"

Başımı salladım. "Yok gibi Sarp. Ama başka yolun olmaması seçilen yolun mantıklı olduğunu göstermez."

"Doğruyla mantıklı olan her zaman aynı çizgide yürümüyor." dedi Sarp. "Ama bazen savaşta kaybetmeyi göze almadan kazanmak mümkün olmuyor." Gözlerim doldu. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Sarp derin bir nefes aldı. "Sen bu kadar güçlü duruyorsun ya ama ben senin içinin parçalandığını görüyorum Ada. Çünkü sen her zaman herkes için en iyisini istiyorsun. Ama bazı kararlar, iyiyle kötü arasında değil. Daha az kötü olanla daha çok kötü olan arasında."

Bir anda sustum. Sözleri ağırdı. Ama gerçekti. Başımı eğdim. Sonra tekrar ona döndüm. "Deniz için korkuyorum. Ona zarar gelir diye değil sadece. Bu planların içinde, o kaybolacak diye korkuyorum. Kendini tüketiyor. Beni korumak için, Güney'i aklamak için. Her şey için."

Sarp gözlerini uzaklara dikti. "Deniz, içine doğduğu karanlıktan bir hayat inşa etti. Ama o karanlığı yok sayarak değil, içinden geçerek. O karanlık onu yutarsa bu sefer çıkamaz Ada. Yanında olmalısın."

"Yanındayım." dedim kararlılıkla. "Ama bazen ne yaparsam yapayım, ona ulaşamıyorum gibi hissediyorum. Gözümün önünde parçalanıyor gibi."

Sarp yavaşça başını salladı. "O zaman onunla birlikte parçalan. Ama yalnız bırakma."

"Sen de bizi bırakma Sarp. Bu savaşta yanında olmana ihtiyacımız var."

Sarp yavaşça gülümsedi. "Benim o dünyada yapacağım bir şey kalmadı Ada. Ama eğer bir şey yapabiliyorsam, yardım edebiliyorsam, söyle. Hazırım."

"Tolga gittiğinde onun görevini devralacak biri lazım. Güvenilir biri. Deniz'in aklındaki sensin."

Sarp bir an düşündü. "Geri dönmek çok zor Ada. Çok yoruldum."

Başımı eğdim. "Yorulduğunu biliyorum ama yanımda senden başkasını istemiyorum Sarp. Senden başkasına güvenemiyorum. Deniz de öyle."

"Bilmiyorum Ada. Bu çok zor bir karar. Ben ailemin yanına dönmeyi düşünüyorum, biliyorsun. Beni bekliyorlar."

"Anladım." dedim. "Seni zorlayamam."

"Asma yüzünü Ada. Eminim piyasada benden daha iyileri vardır. Deniz'in senin için en iyisini bulacağına eminim." Keyifsiz bir edayla başımı salladım. "Ee sen beni ziyarete mi geldin sadece?"

"Evet. Gelmişken bir yapı markete de uğrayacağım. Kütüphaneyi tekrar açmaya karar verdik. Malzeme alacağım."

"Harika bir haber bu Ada. Onca kötü şeyin arasında senin kafanı dağıtır en azından."

Başımı aşağı yukarı salladım. "Taburcu olur olmaz gidecek misin Muğla'ya?"

"Yok. Önce bir Savaş'a giderim. Size de uğrarım belki, kabul ederseniz."

"Aşk olsun Sarp. Ne biçim bir cümle bu? Gelmezsen olay çıkartırım haberin olsun." dedim şaka yollu bir cümleyle.

"Eyvallah." dedi gülümserken. "Uçak biletini de almadım zaten. Buradaki işlerimi halledip öyle giderim."

"Orada ne yapacaksın peki? Muğla'da yani? Var mı kafanda bir şeyler?"

"Bir hastanede ya da alışveriş merkezinde özel güvenlik olurum belki. Bilmem." dedi.

Ona inanamayarak baktım. "Kendi potansiyelinin farkında değil misin sen Sarp?" diye sordum. "Yani gerçekten. Ana dilin gibi İngilizce, Fransızca biliyorsun. Dövüş sporları desen hepsinin hakkından geliyorsun. Bunları harcayacak mısın?"

"Yoruldum Ada. Gerçekten. Canım burnumda yaşıyorum. İstemiyorum artık bunu."

Çaresizce boyun eğerek başımı salladım. "Tamam, peki, başka bir şey demeyeceğim." dedim ve ayağa kalktım.

"Bana küsmedin değil mi?" dedi masum bir sesle.

Yanına ilerleyip ona kocaman sarıldım. "Saçmalama Sarp. Böyle bir şey mümkün mü?"

"Değil." dedi bol gülümseme yüklediği sesiyle. Sarılmamızı sonlandırıp geri çekildim.

"Ben artık gideyim." dedim. "Sana gelişmelerle ilgili bilgileri yazarım."

Sarp başını salladı. "Güzel haberlerini bekliyorum."

"Umarım." dedim sıkıntıyla. "Şimdilik hoşça kal."

"Güle güle Ada. Kendine dikkat et."

"Sen de." dedim ve arkama dönerek odasından ayrıldım.

***

Yapı marketin geniş kapısından içeri adım attığımda beni ilk karşılayan şey, taze ahşap kokusuyla metalin keskin karışımıydı. Raflar arasında dizilmiş kutular, paletler, kataloglarla dolu uzun koridorlar, dikkatlice yerleştirilmiş ama bir o kadar da kargaşayla iç içeydi. Endüstriyel lambaların altındaki parlak zemin, tıpkı çizilmemiş bir plan gibi duruyordu önümde.

Elimde kütüphane için aldığım notlar vardı. Duvar kaplaması, raflar, zemin döşemesi, aydınlatma ve mobilya detayları. Hepsi bir aradaydı.

Kasaya en yakın rafların yanında duran görevlinin yanına ilerledim. Üzerinde marketin logosu olan lacivert yeleğini düğme deliğinden geçirmişti, gözlerini bana çevirdiğinde gülümsedi. "Hoş geldiniz, yardımcı olabilir miyim?"

"Elbette." dedim, notlarımı açarak. "Adım Ada ve mimarım. Bir kütüphaneye tadilat yaptıracağım. Büyük ve çok işlevsel bir yer olacak. Raflara, zemin kaplamasına, spot aydınlatmaya ihtiyacım var. Zemin döşemesi için laminat düşünüyorum. Akustik paneller de alacağım, ses yalıtımı için. Her şey doğal tonlarda olmalı. Bej, açık ceviz ve fildişi arasında gidip geliyorum."

Görevli hızlıca not almaya başladı. "Teslim süremiz maksimum yirmi iş günü. Ancak bazı özel ürünlerde otuz günü bulabilir. Nakliye ve montaj hizmeti de veriyoruz."

Başımı salladım. "Teslimat süresi sorun değil. Şimdilik örnek ürünleri görmek istiyorum. Malzemenin kalitesi önemli. Bu iş, sadece mimari değil, duygusal bir proje benim için."

"Anlıyorum." dedi, gözleri notları taradıktan sonra. "Sizi showrooma yönlendireyim. Aydınlatmalar, zemin örnekleri ve raf profilleri orada."

Teşekkür ettim. Marketin iç kısımlarına doğru yürümeye başladım. Her adımda biraz daha heyecanlanıyordum. Çelik rafların arasından geçerken bir an durdum. Rafların üstünde simetrik şekilde dizilmiş vidalar, matkap uçları, küçük kutular vardı. Sanki her biri bir binanın kalbine gidecek parçalarmış gibi anlamlı görünüyordu gözüme.

Showroom bölümüne ulaştığımda adımlarım yavaşladı. Duvarlara yaslanmış raflar, ortada sergilenen zemin döşemeleri, yukarıdan sarkan spotlar ve tavan kaplamaları arasında dolaşmaya başladım. Aydınlatma bölümündeki lambalar ışıkla dans ediyor gibiydi. Her biri ayrı bir atmosfer vaat ediyordu.

Bir tanesinin altında durdum. İnce, uzun, mat siyah bir gövdesi vardı. Ürettiği ışık yumuşaktı, göz yormuyordu ama mekanı belirginleştiriyordu. İçimden Kütüphanenin okuma köşesi için bunlar olabilir. dedim.

Açık ceviz tonlarındaki bir laminat zemin örneğine dokundum. Parmaklarım yüzeyinde gezindi. Ahşabın dokusu gerçek gibiydi, sıcaklık veriyordu. Gözümde o an her şey canlandı. Kitapların sıralandığı raflar, okuma alanındaki koltuklar, duvara yaslanan paneller ve ışıklar. Harika olacaktı.

Aklımda onlarca plan, renk geçişi ve doku uyumu vardı. Ama bir mimar için en özel an, hayal ettiği mekanın malzemelere dokunarak vücut bulmaya başlamasıydı. Ve ben o anın tam ortasındaydım.

Katalogları karıştırırken görevli yanıma yaklaştı. "İsterseniz birkaç örneği birlikte seçelim, teklif dosyasını hazırlayalım." dedi.

"Olur." dedim gülümseyerek. "Ama biraz daha oyalanacağım. İçeride kaybolmak istiyorum bugün. Her yerini görmek istiyorum buranın."

"Zevk meselesi değil mi bu işler?" dedi tebessümle. "Malzemeyi elinizde hissedeceksiniz. Ancak o zaman seçiminiz doğru olur."

Aklımı okumuş gibiydi. Başımı salladım. "Aynen öyle."

Adımlarımı biraz daha ileriye taşıdım. Her adımda kütüphane daha da şekilleniyordu zihnimde. İçimdeki mimar uyanmıştı. Ve kalbimdeki heyecan, sonunda bir yerin ruhunu yeniden canlandıracak olmanın huzuruydu.

Görevliyle birlikte showroomun köşesindeki geniş masaya geçtik. Masanın üstünde ölçü cetvelleri, kumaş ve kaplama örnekleri, kalemler, kataloglar, renk kartelaları vardı. Görevli, tabletini açtı. Notlarımın olduğu kâğıdı alıp önüne serdi.

"Şimdi, raf sisteminden başlayalım isterseniz. Sabit mi istiyorsunuz, raylı mı? Ahşap mı, metal taşıyıcılı mı?"

Bir an düşündüm. "Sabit sistem istiyorum. Alt hizaya çekmeceli dolaplar da eklenmeli. Yedek kitaplar ve dokümanlar için. Raflar mat meşe tonunda olacak. Çelik taşıyıcılar kullanmak istiyorum ama siyah değil. Mat bronz gibi daha yumuşak bir renk. Kütüphane tarihi bir binada yer alıyor, modernle klasik arasında bir denge kurmam gerek."

"Kaç raf istiyorsunuz?"

"Altı tane istiyorum. Hepsi beş katlı olsun. Uzunlukları dört metre, genişlikleri kırk santim, yükseklikleri de bir metre seksen santim olmalı."

Görevli başını salladı, tabletine not aldı. "Mat bronz taşıyıcılar var elimizde. Dış iskeleti de aynı renkten düşünüyorsanız bir koleksiyonumuz var. Sizi memnun eder. Zemin için ne demiştiniz, laminat mı vinil mi?"

"Laminat. Kaliteli ve doğal doku hissi veren bir şey. Akçaağaç ya da açık ceviz arasında kararsızım ama büyük ihtimalle açık ceviz olacak. Mekânın doğal ışığı kuvvetli. Zemini sıcak göstermek istiyorum."

Tabletinden iki örnek açtı, ardından masanın yanındaki çekmeceden aynı ürünlerin örneklerini çıkardı. Elime aldım, yüzeylerine dokundum. Kalınlığı, doku hissi, kenar detayları. Hepsini tek tek inceledim.

"Bu." dedim, birini işaret ederek. "Açık ceviz olan. Renk tonu tam düşündüğüm gibi."

"Not aldım. Geldik aydınlatmaya." dedi ve showroomdaki ışıkların bulunduğu tablet sayfasını açtı. "Spotlar, sarkıtlar ve duvar aplikleri mevcut. Siz okuma alanı için spot mu tercih edeceksiniz?"

"Evet. Noktasal aydınlatma. Ama ışığın tavan yansımalı olması gerek. Yukarıdan gelen sert ışık istemiyorum. Göz yormamalı. Okuma alanların lokal, raf üstlerine yansıtmalı aydınlatmalar istiyorum."

"LED'li, dimmer özellikli modeller öneririm. Renk sıcaklığı 3000 kelvin civarında. Ne beyaz ne sarı. Göz dostu." dedi, birkaç model gösterdi.

İçlerinden bir tanesini gösterdim. "Bu. Gövdesi silindirik ve küçük. Sadeliği çok hoşuma gitti. Okuma bölgesine sarkıt olanlardan da bir tane ekleyelim. Işık dağılımı geniş olmalı."

"Tamamdır. Son olarak duvarlar için akustik panel istemiştiniz. Bu hem dekoratif hem işlevsel. Kumaş kaplamalı modellerimiz var. Renk olarak açık tonları mı düşünüyorsunuz?"

"Fildişi ve keten rengi arasında kararsızım. Ama galiba keten rengi. Rafların arka duvarına yerleştirilecek. Ses yankısını kırmak için ama aynı zamanda sıcak bir his vermeli. Üzeri düz, desensiz olacak."

Görevli tüm detayları özenle yazdı. "Anladım. Çok net bir vizyonunuz var. Teklif dosyasını size mail yoluyla iletmemizi ister misiniz, yoksa çıktısını mı almak istersiniz?"

"Mail yeterli olur. Ölçü almadan önce fikir olarak netleşmek istedim. Ama şunu da not edin lütfen: tüm malzemeler çevre dostu olacak. EPD belgeli ürünler varsa, önceliğim onlarda."

"Harika bir detay. Sizin gibi titiz çalışan mimarlarla çalışmak bizim için büyük keyif."

Gülümsedim. "Teşekkür ederim. Burası sadece bir kütüphane olmayacak. İnsanların soluklandığı, sakince düşündüğü, huzur bulduğu bir yer olacak. Mekânın ruhu, malzemenin kalitesiyle başlar."

Görevli son notlarını da aldıktan sonra tabletini kapattı. "En geç yarın teklif dosyanız hazır olur. Ölçü için ne zaman müsait olursunuz?"

"Pazartesi sabahı kütüphanede olacağım."

"Notumu aldım. Pazartesi sabahı görüşmek üzere."

Masanın kenarına bıraktığım örnekleri toparlarken içimde bir tatmin hissi vardı. Rafların çizgisi, zeminin sıcaklığı, ışığın yumuşak dansı. Hepsi bir araya geliyordu. Sadece bir mekân tasarlamıyordum. Aynı zamanda kendime ve başkalarına bir sığınak yaratıyordum.

***

Yapı marketten çıktım. Arabaya bindiğimde ellerim hâlâ rafların arasında seçtiğim malzemelerin sertliğini hissediyordu. Kontağı çevirdim. Motorun sesi yumuşak bir uğultuyla içime işledi. Direksiyonu tuttum. Kütüphane aklımdaydı. Işık yerleşimi, zemin kaplamaları, raf sistemi. Her şeyi ayrıntılıca düşünmüştüm. Hepsinin yerli yerinde olmasına özen göstermiştim. Çünkü bu sadece bir tasarım değildi. Bu kütüphane, içimdeki enkazın üstüne kurulacaktı. Bir umut, bir başlangıç olacaktı.

Ama içimde ağırlaşan düşünceler vardı. Sarp gidiyordu. Tolga kendini feda ediyordu. Bu gerçeği değiştiremeyeceğimi biliyordum ama kabullenemiyordum. Tolga'nın suçu yoktu. Bunu hepimiz biliyorduk. Yine de ifadesini verecekti. O soğuk duvarların ardına adım atacaktı. Suçsuz bir adam, başkaları için bir yükün altına girecekti. Gülümsemesinin ardındaki sessizliği anlayabiliyordum. O sessizlik, insanın içini yakan türdendi.

Sarp'a veda etmenin nasıl bir şey olduğunu hâlâ kestiremiyordum. O hastane odasında söylediklerini düşündükçe kalbim sıkışıyordu. Beni korumuştu. Sessizce yanımda durmuştu. Şimdi gidiyordu. Belki bir daha karşılaşmayacaktık. Belki onu son görüşüm buydu. Bu ihtimal canımı acıtıyordu.

Camdan dışarı baktım. Geriye akan yollar, dağılan bulutlar ve hızla geçen sokaklar önümdeydi. Bu şehir bir şeyleri başlatırken başka bir şeyleri hep eksiltiyordu. Her yeni adımın bir bedeli oluyordu. Kütüphaneyi hayal ederken içim kıpır kıpır olmuştu. Şimdi içimde ağır bir sızı taşıyordum. Sevdiğim insanlar birer birer uzaklaşıyordu. Kalanlarla ayakta durmak zorundaydım. Güçlü olmaktan başka seçeneğim yoktu.

Soluğumu tuttum. Gözlerim yola odaklandı. Eve dönerken içimde sadece malzeme listesi yoktu. İçimde pişmanlıklar, ayrılıklar ve ağırlaşan sorumluluklar vardı.

***

Eve döndüğümde saat hayli ilerlemişti.
Bahçede yankılanan adımlarım yankıdan fazlasını taşıyordu. İçimdeki sıkışıklık, kış bahçesine ilerledikçe büyüyordu. Kalbim, taş gibi ağırdı. Yorgunluktan ya da uykusuzluktan değildi. Başka bir şey vardı içimde. Sarp'la vedalaşmak zordu ama bu kadar da değildi. Gözlerimin önünde beraber geçirdiğimiz iki sene vardı, tüm olanlar yetmiyormuş gibi bir de Sarp'ın gidecek olmasıyla baş etmeye çalışıyordum. Zihnimde sadece Sarp değil Tolga'nın bakışları da vardı. Gözleri kararlı ama omuzları çökmüştü.

Kış bahçesinden sızan ışığı gördüğümde düşüncelerimden sıyrıldım ve oraya yöneldim. Kapıyı yavaşça araladım. İçerisi hafif loştu. Tavandaki spotlardan biri yanıyor, geri kalanlar sönüktü. Deniz pencerenin önünde ayakta durmuş dışarıyı izliyordu. Omuzları gergindi. Ceketini giymişti ama hâlâ içerideydi. Uygar koltuğun kenarına oturmuştu. Parmaklarıyla telefonunu çeviriyor ama ekrana bakmıyordu. İçeride tarif edemediğim bir gerilim vardı ve bu gerilim kapının eşiğinden içeri adım attığım anda yüzüme çarpmıştı. Sanki birkaç saniye önce konuşulan cümlelerin yankısı hâlâ havadaydı. Sanki her yeni adımımızın ardında bir eksilme vardı. Bedel ödemeden hiçbir şeyi düzeltemiyorduk.

"Selam." dedim hafifçe gülümsedim ve üzerimdeki montu çıkardım. "Burada olduğunuzu tahmin etmiyordum."

Deniz arkasını döndü. Göz göze geldiğimizde bakışında yorgun ama sabırlı bir sıcaklık vardı. "Hoş geldin." dedi, sesi yumuşaktı.

Uygar hafifçe başını eğdi. "Geç kaldın biraz."

"Sarp'a gittikten sonra" dedim. "Yapı markete gittim." İkisi de başını usulca salladı. "Ne konuşuyordunuz?" dedim sessizce.

"Hiç." dedi Deniz sıkıntıyla. O hiç'in altında bir sürü kelime saklıydı.

Bir sandalyeye yavaşça oturup ellerimi kucağımda birleştirdim. "Tolga gitti mi?" dedim, sesim istemsizce titremişti.

Deniz'le göz göze geldik. Sessizce başını salladı. Uygar ayağa kalktı, elini cebine soktu, huzursuzdu. "Evet birkaç saat önce gitti. İfadesi alınıyor hala."

Sustum. Bu cümleyi duymayı bekliyordum ama duyunca içime taş gibi oturdu. Göğsümde bir boşluk oluşmuştu sanki. Bir yanım onunla gurur duyarken diğer yanım parçalanıyordu. Onun adına gururlu, kendim adına mahvolmuş gibiydim. Deniz'in gözleri bir an için bana kaydı. Ne düşündüğümü anlamaya çalışıyordu.

Hiçbir şey söyleyemedim. Tolga'nın neye razı olduğunu, ne uğruna kendini ateşe attığını düşündüm. Bazı fedakarlıklar insanın içine diken gibi batıyordu.

"Peki. Evren meselesi ne olacak?" diye sordum gözlerimi Deniz'den ayırırken.

Uygar, yanağını kaşıdı. Hafifçe iç çekti. "Deniz, Evren'le görüşmek istediğini söyledi. Birazdan çıkacağız." dedi. Sesi kararlıydı ama gözlerinde yorgunluk vardı. "Eser onun yanında."

Gözlerimi Deniz'e çevirdim. "Tam olarak nasıl olacak?"

Deniz gözlerini yere indirmişti. Sanki bir şeyleri tartıyordu. "Evren'le dışarıda konuşacağım." dedi. "Tolga'nın ifade verdiğinden bahsedeceğim. Güney'in adı artık temize çıkabilir diyeceğim. Karşılığında elindeki tüm belgeleri isteyeceğim. Ama o kolay kolay teslim olmaz. Diretecektir." Dudaklarını bastırarak sustu. Ardından cümlelerini daha da yavaşlatmıştı. "Uygun bir anda Hakan ateş edecek. Eser, Evren'in üstüne atlayacak. Onu koruyormuş gibi yapacak. Böylece Evren'in güveni daha da artacak."

Kalbim hızlandı. Planın her bir cümlesi içimde başka bir korkuyu büyütüyordu. Dudaklarımı ısırdım. Boğazımda düğüm vardı. Kendimi hala ikna olmuş hissetmiyordum. "Ya Hakan doğru yere ateş edemezse?" dedim. "Ya Eser tam vaktinde atlayamazsa?" Sesim çatlamıştı. Olasılıklar zihnimde şekil değiştirdikçe içim daha çok daralıyordu.

Uygar, ceketinin cebinden küçük bir kulaklık ve mikrofon çıkardı, parmaklarının arasında çevirdi. "Eser'in üzerinde mikrofon olacak. Bizde de kulaklık olacak. Biz bütün konuşmaları duyacağız. Vakti geldiğinde Eser bize uyarı verecek. Hakan da ancak o zaman ateş edecek."

Bedenim olduğum yerde kaldı. İçimden bir şey kopuyordu sanki. Sanki her şey mantıklıydı ama bir o kadar da kırılgandı. "Anladım." dedim derin bir nefes verdikten sonra. "Ben de geleceğim." diye devam ettim düşünmeden. O an aklım başka türlü hareket etmeme izin vermedi.

Uygar anında itiraz etti. "Ada olmaz. Bu iş çok ciddi. Orada ne olacağını-"

Deniz araya girerek Uygar'ı susturdu. "Aklı kalacak Uygar. Bunu ikimiz de biliyoruz. Gelmesinde bir sakınca yok. Zaten senin yanından ayrılmayacak."

Uygar birkaç saniye duraksadı, sonra istemeyerek de olsa başını salladı.

Nefesimi tuttum. İçimdeki korku dinmiyordu. "Ya Evren senden şüphelenirse Deniz?" dedim. Gözlerim onun üzerinde sabitlendi.

Dudağını ısırdı, sonra gözlerini kısıp başını eğdi. "Sanmam." dedi. "Ben de eğileceğim. Sanki korkmuşum gibi kendimi koruyacağım. Sonra da üstüne yürüyeceğim. Beni mi öldürmeye çalışıyorsun? diyeceğim. Ne kadar gerçek oynarsak, o kadar inandırıcı olur."

"Evren'in şüphelenme ihtimali hâlâ var." dedim. "Ama başka yolumuz yok."

Uygar da Deniz de sessizce başını salladı. "Artık gidelim mi?" dedi Uygar. "Evren yola çıkmıştır."

"Gidelim." dedi Deniz, ayağa kalktım ve koluna girerek kapıya doğru ilerledim.

***

Buluşma noktası şehrin çeperinde unutulmuş bir sanayi bölgesinin tam ortasındaydı. Karşımızda terkedilmiş bir hangar yükseliyordu. Çatısı kısmen çökmüş, paslı demirleri yılların çürümüşlüğünü açıkça haykırıyordu. Çevresini saran tel örgüler rüzgârla hışırdıyor, yer yer kopmuş kısımları rüzgârda savrulan teneke gibi titreşiyordu. Zemin, üzerinde eski lastik izleri ve yağ lekeleri bulunan çatlamış betonla kaplıydı. Sanki burası, zamanın bir gün gelip durduğu bir yerdi.

Gökyüzü gri ve ağırdı. Bulutlar alçalmış, üzerimize basacakmış gibi çökmüştü. Rüzgâr, terk edilmişliğin soğukluğunu taşıyordu. Poşetler ve gazete kâğıtları uçuşuyor, yer yer boş bira kutularının çıkardığı tıngırtılar uğultuya karışıyordu. Uzakta bir gemi kornası öttü. Ses, hem tehditkâr hem de hüzünlüydü.

Ayaklarımın altındaki zemini hissedemeyecek kadar gergindim. Soğuk tenime değiyor ama içimdeki ateşi söndüremiyordu. Ben Uygar ve Hakan'la birlikte Deniz'i bir konteynırın arkasından izliyordum. Uygar önümde, diz çökmüş hâlde dürbünle alanı izliyordu. Hakan, silahını hazır tutmuş, gözlerini tek noktaya sabitlemiş, her an ateş etmeye hazır bir şekilde bekliyordu. Deniz gözlerini bir an hangarın paslı kapılarına çevirdi. Ceketinin yakasını düzeltti. Kısa bir süre sonra alana bir araba girdi.

Gümüş rengi, zırhlı, ağır bir araçtı. Kapılar yavaşça açıldı. Önce Evren sonra Eser indi. Evren bakışlarıyla her yeri taradı. Eser'in yüzü ifadesizdi ama omuzlarının duruşundan bile gergin olduğunu anlayabiliyordum. Uygar fısıltıyla konuştu. "Evren başka kimseyi getirmemiş. Bu iyi."

"Son günlerde ne kadar sık görüşüyoruz değil mi sevgili yeğenim?" dedi Evren Deniz'in tam önüne dikildiğinde. Duyabilmek için kulaklığımı iyice bastırdım.

Deniz sıkıntılı dolu bir nefes verdi. "Direkt konuya giriyorum. Adamlarımdan birini Güney'i kurtarmak için feda ettim. Bugün ifade vermeye gitti. İstediğin oldu yani."

"Güzel. Sözünün eriymişsin." dedi Evren. Eser Evren'in arkasında, elleri önünde bağlı duruyordu.

"Elinde ne var ne yok bana vereceksin Evren. Ben sözümü tuttum. Sen de belgeleri vereceksin."

Evren kibirli bir kahkaha attı. "Öyle kolay değil."

"Kolay kolay." dedi Deniz. "Paşa paşa vereceksin. Başka yolun yok."

"Her zaman bir yol vardır." dedi Evren. "Benim elime bir kez düşen bir daha kolay kurtulamaz."

Deniz bir süre sustu. "Bak, sinirlerimle oynama Evren. Sana söyledim, ben senin kuklan değilim. Bana her istediğini yaptıramazsın."

Evren Eser'e döndü ve güldü. "Sen bu adamla nasıl çalıştın Eser? Nasıl dayandın bu kadar kibre?"

Eser cevap vermedi. Omuzlarını dikleştirdi. Sonra ne olduysa silahını yere düşürdü. Her şey çok hızlı ilerlemişti. Hakan tetiğe bastı ve mermi saliseler içinde kovandan çıkıp hızla Evren'e doğru ilerledi.

Eser silah sesiyle birlikte Evren'in üstüne atladı, Deniz yere çöktü. Kurşun Evren'in arabasına girmişti. Yani planımız hiçbir sekteye uğramadan işlemişti.

Bir arbede vardı. Kulaklıklardan cızırtılı sesler geliyordu. Eser Evren'in üzerinden kalktı, Evren zor bela doğruldu. Deniz koruduğu başını kollarının arasından çıkardı.

"Sen mi yaptın?" dedi Evren büyük bir öfkeyle ayağa kalkarken.

Deniz aynı sinirle ayağa kalktı ve Evren'in üstüne yürüdü. "Neyi ben yaptım ulan?" dedi ve Evren'in yakalarından tutup onu şiddetle sarstı. Eser Evren'i Deniz'in saldırısından kurtarmaya çalışıyordu. "Ulan oğlunun adı temizlenecek diye, artık bana ihtiyacın yok diye beni ortadan mı kaldıracaksın sen? Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Beni öldürecek misin?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" dedi Evren. "Ben bir şey yapmadım."

"Yalan söyleme gebertirim seni." dedi Deniz. "Gebertirim duydun mu?"

"Ben yapmadım diyorum."

"Sen yapmadıysan kim yaptı ulan?" dedi Deniz. Evren'in yakasına daha da asıldı. Evren kurtulmaya çalışıyor, Eser de onu kurtarmaya çalışıyordu. "Bak Evren. Bu seni son görüşüm. O belgeleri bana göndereceksin. Yoksa sonuçlarına katlanırsın. Anladın mı beni?"

Deniz Evren'in yakasını bıraktı ve arabasına atlayıp motoru çalıştırdı. Uygar'la aynı anda derin bir nefes verdik. "Sence işe yaradı mı? Yani Evren Eser'in yaptığı şeyin farkına vardı mı?"

"O herif çakalın teki." dedi Uygar. "Anlamıştır. Umarım plan işe yarar da Eser Evren'in çalışma odasına girebilir."

"Umarım." dedim ve Deniz'in yanımıza yaklaşan arabasını izledim.


 

Bölüm : 02.04.2025 11:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kubra Akyol / Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR) / 68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı
Kubra Akyol
Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR)

25.95k Okunma

10.91k Oy

0 Takip
87
Bölümlü Kitap
1. Bölüm - Eksik Parçalar2. Bölüm - Sessiz Ayrılık3. Bölüm - Karanlık Miras4. Bölüm - Bal Gözlerin İlhamı5. Bölüm - Yaralı Hafızalar6. Bölüm - Deniz Kabuğunun İzinde7. Bölüm - Tehditlerin Gölgesinde8. Bölüm - Kor Ateş ve Buz Dokunuşu9. Bölüm - Bilinmez Çekim10. Bölüm - Tehlikeli Sığınak11. Bölüm - Korunurken Kaybolmak12. Bölüm - Birbirinden Farklı, Birbirine Mahkum13. Bölüm - Kaderin Kara Günü14. Bölüm - Ölümle Dans15. Bölüm - İntikamın Sınırında16. Bölüm - Bittiğinde Unut17. Bölüm - Var Olmayan Veda18. Bölüm - Yaralı Ruhların Teslimiyeti19. Bölüm - İtirafların Sessizliği20. Bölüm - İkiye Bölünmüş Ruhlar21. Bölüm - Kaçınılmaz Teslimiyet22. Bölüm - Kanla Yazılmış Kader23. Bölüm - Aşkın Günahı24. Bölüm - Korkunun Kollarında25. Bölüm - Suçlulukla Sevmek26. Bölüm - Kırık Kaderler27. Bölüm - Kan Bağının Fısıltısı28. Bölüm - Kalbin Benim29. Bölüm - İki Yarım Tek Bütün30. Bölüm - Yılların Ötesinden Bir Ses31. Bölüm - Yaralı Kardeşlik32. Bölüm - Sessiz Kavuşma, Gürültülü Ayrılık33. Bölüm - Mutluluğa Sığınmak34. Bölüm - Yaralı Yüzleşme35. Bölüm - Aynı Kandan Yabancılar36. Bölüm - Beklenmedik Mucize37. Bölüm - Kırık Hayatlardan Doğan Umut38. Bölüm - Kayıp Yılların Telafisi39. Bölüm - Kapanmamış Defterler40. Bölüm - Kalpte Saklı Affediş41. Bölüm - Gecikmiş Mutluluk42. Bölüm - Ölümün Gölgesinden Gelen43. Bölüm - Karanlığın İlk Günü44. Bölüm - Sessiz İhanet45. Bölüm - Küllerinden Doğan İhanet46. Bölüm - Kanla Yazılan Oyun47. Bölüm - Aşkın En Güzel Hediyesi48. Bölüm - Aşkın Mucizesi49. Bölüm - Birlikte Yeniden Doğmak50. Bölüm - Umuda Açılan Kapı51. Bölüm - Mutluluğun Tatlı Hazırlıkları52. Bölüm -Geleceğe Atılan İlk Adımlar53. Bölüm - Hayat Yeniden Başlıyor54. Bölüm - Fedakarlığın Sessiz Çığlığı55. Bölüm - Kalp ile Akıl Arasında56. Bölüm - Ayrılığın Sessiz Adımları57. Bölüm - Vedanın Kıyısında58. Bölüm - Sevdanın Sınavı59. Bölüm / 1.Kısım - Kanla Yazılan Veda59. Bölüm / 2.Kısım - Kanla Yazılan Veda60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından61. Bölüm - Hasretin 807 Günü62. Bölüm - Gizli Kimlik, Tutkulu Aşk63. Bölüm / 1.Kısım - Geç Kalan Kavuşma63. Bölüm / 2. Kısım - Geç Kalan Kavuşma64. Bölüm - Yeniden Doğuş65. Bölüm - Geçmişin Gölgesinden Geleceğe66. Bölüm / 1. Kısım - Su ve Toprak Arasında66. Bölüm / 2. Kısım - Su ve Toprak Arasında67. Bölüm - Kırılma Noktası68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı69. Bölüm - Gökyüzüne Yakın, Yeryüzüne Uzak70. Bölüm - Savaşın Eşiği71. Bölüm - Karanlığın Haritası72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar73. Bölüm - Karanlıktan Işığa74. Bölüm - Şafağın Karanlığı75. Bölüm - Kırılgan Cesaret76. Bölüm - Gizli Oyun77. Bölüm - Yalanlar ve Yaralar78. Bölüm - Çifte Mutluluk79.Bölüm - Ege'ye Kaçış80. Bölüm - Saklı Gerçekler81. Bölüm - Tehlikeli Oyun82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...