
14 Mart, Pazartesi
Tolga'nın tutuklanmasının ve Evren'e yaptığımız sahte saldırının üzerinden iki gün geçmişti ve o günden bu yana hiçbir gelişme olmamıştı. Sadece polislerin bir depoya baskın yaptığını, Uygar'ın koyduğu paraları bulduğunu ve Güney'in söz konusu davadan aklandığını biliyorduk. Bu aklanmaya rağmen Evren hala elindeki belgeleri Deniz'e vermemişti. Tek çaremiz Eser'in Evren'in kasasına ulaşmasını beklemekti ki oradan da bir şey çıkmamıştı. Eser hala çalışma odasına girememişti.
Canım o kadar sıkkındı ve o kadar bunalmıştım ki olanlarla ilgili hiçbir şey düşünmek, planlamak istemiyordum. Daha iki gün önce Deniz'e Neden beni olanlardan dışlıyorsun? diye kızarken şimdi kendim olayların içinde bulunmak istemiyordum.
Hafta sonu hayatın diğer sorumluluklarıyla ilgilenmek istediğim için bahçemize mevsimine uygun hüsnüyusuf çiçeği ve floş çiçeği ekmiştim. Daha önce Canan Hanım'ın ektiği ve bahçeyi mis gibi kokulara boğan çiçeklerden biraz koparıp yeni aldığım vazolara koymuştum. Roma da iki gün boyunca yanımdan ayrılmamış, toprakla ve çimlerle oynamıştı.
Deniz bana yardım edememişti çünkü iki gün boyunca çalışma odasından çıkmayarak içine düştüğü durumdan kurtulmak için plan yapmakla uğraşmıştı. Kafasında ne vardı ve ne yapmayı düşünüyordu bilmiyordum. Sormak istemeyecek kadar bu işlerle ilgilenmek istememiştim.
Bu her şeyi boş vermişlik hali bugün de devam ediyordu. Şirkete bile gitmek istemediğim için sabah uyanır uyanmaz soluğu kütüphanede almıştım, Deniz ise şirkete gitmişti.
Bugün hava çok güzeldi. Üzerime ince, uçuş uçuş, oversize kesim kahverengi keten bir gömlek; bej rengi, yüksek bel, pamuklu culotte pantolon; nude renginde ince topuklu ayakkabı, açık krem renginde ince kumaşlı, kısa blazer ceket giymiştim. Hasırdan yapılma ve bej rengi çantamla, şeftali renkte allık, pembe gloss rujlu bir makyajla da kombinimi tamamlamıştım. Bugün yapmak istediğim çok az şey vardı, kütüphaneye ölçüm için gelenleri karşıladıktan sonra şirkete uğrayacak, Uygar'ın sadece iki günde benim için yazdığı makaleyi alıp okula götürecektim.
Bu akşam Uygar ve Miray, Selay'la Can'ın düğününü konuşmak için bize yemeğe geleceklerdi. Eve gittikten sonra onlara yemek yapmak istiyordum. Aslında bugün bile yapmam gereken çok şey vardı ama diğer günlere nazaran bunlar azdı ve keyifli geliyordu.
Kaldırıma bir sandalye koydum ve fincanımı avuç içlerimde tutarak bir yudum çay alıp yapı marketten gelecek ustaları beklemeye başladım. Bir yandan da Uygar'ın bana mailden attığı makaleyi okuyordum. Şansım yaver giderse bu makale beni mezun ederdi.
Çayımın bitmesine az kala iki adam yanımda belirmişti. Beklediğim yapı market çalışanıydılar.
"Merhaba." dedi içlerinden daha genç olan. "Ada Hanım siz misiniz?"
"Evet." dedim ve ayağa kalktım. "Hoş geldiniz, ben de sizi bekliyordum." dedim, ikisiyle de el sıkıştım. "Buyurun içeriye geçelim."
İçeriye geçer geçmez ustalar gözlem yapmaya başlamıştı. Genç olan metreyi çıkarıp kapının sağından ölçmeye başlamıştı. Diğeri ise çantasından tabletini ve defterini çıkartıp notlar almaya, duvarları ve pencere boşluklarını incelemeye koyulmuştu. Yanlarında getirdikleri örnek parke paletlerini ve spot ışık modellerini kütüphanede kalan son masanın üzerine dizmeye başladılar.
"Zemin kaplaması için şunu seçmiştiniz değil mi Ada Hanım?" dedi biri. Elindeki paleti bana uzattı. Parmak uçlarımı ahşap yüzeyin üstünde gezdirdim.
"Evet buydu. Gün ışığını içine almalı ama yansıtmamalı. Sessiz bir karakteri olmalı bu yerin, insanı bağırmadan huzura çağırmalı."
Adam başını sallayıp not aldı. "Duvarlarda akustik panel kullanmamızı istemişsiniz. Onları nereye düşünüyorsunuz?"
"Okuma bölümlerinin hemen arkasına yapılmasını istiyorum. Kimse birbirini duymamalı. Kütüphane sessizliğini sağlamak için bu şart." dedim.
Yaşça büyük olan usta kalemini kulağının arkasına koydu. "Bir plan çizecek misiniz, yoksa kafanızdakini biz mi şekillendireceğiz?"
"Görsel planı birazdan göndereceğim ama önce sizinle detayları netleştirmek istedim." dedim. "Burası benim için sıradan bir yer değil. Yalnızca kitaplarla dolu duvarlar istemiyorum. Burada huzur, sığınma, iyileşme olmalı. İnsanlar burada sakince nefes almalı."
Pencerelere yürüdüm. Güneş, camın içinden zarifçe süzülüyordu. "Bu pencere kenarlarına minderli oturma köşeleri yapılacak. Kafasını cama yaslayıp dışarıyı izlerken kitap okuyabilmeli insanlar. Ya da sadece düşünebilmeli."
Genç usta, ölçüm cihazını yere bıraktı. "Anladım. Her detay özenle düşünülmüş. Peki aydınlatmalar?"
"Spotlar olacak, ama sıcak ışık verenlerden. Beyaz ışık istemiyorum, soğuk gösteriyor. Ve ışık her yeri eşit aydınlatmamalı, odaklı olmalı. Kitap sayfalarına, raf aralarına dokunmalı."
Ustalarla her şeyi konuşmuştuk. Duvarlarda boya kalınlıkları, tavan yüksekliği, rafların taşıyabileceği yük, elektrik tesisatının konumu. Hepsini anlatmıştım.
Adamlar sonunda toparlanırken içlerinden biri döndü.
"Ada Hanım, burası bitince gerçekten özel bir yer olacak."
"Sizlere güveniyorum." dedim. "Alacağınız bir ölçü kalmadı değil mi?"
"Kalmadı Ada Hanım." dedi biri. "Artık gidelim."
"Teşekkürler." diyerek ikisiyle de tekrardan el sıkıştım. Hızlı adımlarla kütüphaneden ayrılmışlardı.
Ustalar gittikten sonra yapı marketin internet sitesine girdim ve raflardan arta kalan boş alan için bir sürü masa sipariş ettim. On beş tane tekli, on tane ikili, üç tane de altılı masa istiyordum. Hepsine yetecek kadar da sandalye almış, alışverişi tamamlamıştım.
Eren'in ilgilendiği zamanlarda kütüphanede kahve köşesi de vardı. Bunu ben de yapmak istiyordum. Yapı marketin sitesinden çıkarak bir alışveriş sitesine girdim. Hem filtre kahve makinesi hem de Türk Kahvesi makinesi sipariş ettim. Ardından daha önce araştırırken sepete eklediğim ama almadığım mobilya sitesine girdim. Kahve köşesinin yanına karşılıklı, üçlü koltuk ve yanlarına da birer tane tekli koltuk almayı planlıyordum. Kütüphanenin planlamasını hallettiğime göre koltukları da artık alabilirdim. Onların da siparişini verdim, kütüphaneden çıktım, kapıyı kilitledim ve arabama gitmeden önce hemen yakınlardaki bir saatçiye gidip kütüphane için kocaman bir saat aldım.
Alışveriş yapmak ve bir şeylerle kafamı dolduruyor olmak gerçekten iyi gelmişti.
***
Şirketin girişine girdiğimde içerisi her zamanki gibi yoğundu ama ben o kalabalığı değil, Deniz'i düşünüyordum. Asansöre bindim, aynada saçımı düzelttim. Gömleğimin yakasını hafifçe çekip bir düğmesini açtım, pantolonumun ütüsünü kontrol ettim. Elimi çantama atıp glossumu tazeledim. Aynadaki halime hafifçe gülümsedim. Karı koca olmayı unutan bir çiftsek, bunu önce ben hatırlatacaktım.
Asansörden indim, doğrudan Deniz'in odasına yöneldim. Kapıyı iki kez tıklattım ve beklemeden açtım. İçeri adım attığımda başını kaldırdı. Masasının başında, elleri dosyaların arasında kaybolmuştu. Saçları dağınıktı, gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıyırmış, kravatını tamamen çıkarmıştı. Yorulduğu belliydi ama beni görünce gözlerindeki o yorgunluk aniden eridi.
''Ben de tam Bugün neden burnuma güzel kokular geliyor? diyordum. Sen geldiğin içinmiş.'' dedi gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan. Kaşlarını hafif kaldırdı, ağzının kenarında yorgun bir gülümseme belirdi. Adımlarımı hızlandırdım. Karanlık ahşap zeminde topuklarımın sesi yankılanırken yüzümde hafif bir tebessümle ona yaklaştım. Masasının yanına geldiğimde kollarını açmıştı. "Kucağıma gelmezsen suç kabul ederim." dedi sırıtarak.
"Kocacığım." dedim dudaklarımı büzerek. "Evli olduğumuzu hatırlıyor musun hâlâ?"
"Hatırlamakla kalmıyorum, şu an fark ettim, ne kadar özlemişim." dediğinde çantamı tekli koltuğa attım, yanına ilerledim.
"İş arasında öpücük kabul ediliyor mu hala?" dedim hafif başımı yana eğerek. "Yoksa sadece sabah vedalaşmalarına mı özel?"
"Bu evlilikte kural koyan sensin. Ben sadece uyarım." dedi kısık bir sesle. Tam karşısına geldiğimde bir anda kucağına oturuvermiştim.
Ellerimi boynuna doladım. Parmaklarım saçlarının arasına karıştı. Eğilip yanağıma kısa bir öpücük kondurdu ama ben yetinmemiştim. Alnımı alnına yasladım, sonra dudaklarını buldum. Dudaklarımız birbiriyle buluştuğunda iki gündür içimde biriken her şey dağıldı. Uzun bir öpücük değildi ama sıcak bir öpücüktü. Parmak uçlarım çenesini kavrarken fısıldadım. "İki gündür ev arkadaşım gibiydin. Artık karını hatırlamanı istiyorum."
"Hatırlamak mı?" dedi gözlerini kısmış halde. "Unutursam beni boşar mısın?"
"Sen unutursan, hatırlatırım." dedim ve boynuna hafifçe dokundum. Gülümsemesi genişledi, beni kucağına iyice çekmeye çalıştı ama ellerimle ona hafifçe engel oldum.
"Beni ihmal ettin." dedim fısıltıyla.
"Biliyorum." dedi alnını benim alnıma yaslayarak. "Ama aklım hep seninle meşgul."
"Benim aklımsa senden çok, seni nasıl yakalayacağımla meşguldü."
Güldü. "Eee ne yaptın bakalım kütüphanede?"
Kucağında oturmaya devam ederken çenemle omzuna yaslandım. "Ustalarla görüştüm. Parkeler, raflar, akustik paneller, pencere kenarına oturma alanları. Hepsini planladık. Siparişlerimi verdim. Kahve köşesi bile kuracağım. Eskisi gibi."
"Kahve köşesi mi?" dedi dudaklarımın hemen yanında, neredeyse fısıltıyla. "Ben de gelip içsem olur mu?"
"Sadece kahve içmek için gelirsen hayal kırıklığına uğratırım seni." dedim dudaklarımı yanağına dokundurup hafifçe öperek.
Alnını kaşımaya çalıştı ve bunun yaparken bile bakışlarını üzerimden çekmemişti. "Sana yardım edemedim diye hâlâ kötü hissediyorum."
Burnumu onun burnuna hafifçe dokundurup kaşlarımı kaldırdım.
"İki gündür yüzünü göremedim, çalışma odasından çıkmadın. Bu saatten sonra yardım değil, telafi kabul ederim." dedim ve işaret parmağımla göğsüne vurdum. "Üstelik bir eş olarak hakkımı arıyorum."
"Bir eş olarak." dedi sesi yumuşacıktı, yüzünü yaklaştırıp dudaklarımı nazikçe öptü. "Sana sadece telafi değil, bir ömürlük destek borçluyum."
Kollarını belime iyice sardı, alnını alnıma yasladı. Gözlerini kapatmıştı. Birkaç saniyeliğine dünyanın sustuğunu hissettim.
Bir an susup gözlerinin içine baktım ve ciddi bir bakışla. "Deniz ben seni özledim." dedim.
Kolları daha da sıkılaştı. Sanki beni biraz daha içine almak ister gibi gövdesini bana bastırdı. Sonra başını hafifçe çekip gözlerimin içine baktı. Gözbebekleri büyümüştü, sesini alçaltarak konuştu. "Ben seni daha çok özledim Ada. Yanımdayken bile özlüyorum seni bazen. Her şeyin arasında kayboluyoruz ve ben seni bir köşeye saklamak istiyorum. Kimsenin ulaşamayacağı, hiçbir şeyin bozamayacağı bir yere." Yutkundu, bir elini saçlarıma götürdü, parmaklarını usulca aralarından geçirdi. ''Seni görmemek soğuk ve yıkıcı bir savaş gibi. Sadece seni görünce çözülüyor içim.'' Elleri yanağıma kaydı. Başparmağıyla dudaklarıma dokundu. "Ben seni özlerken sana her gün yeniden âşık oluyorum. Her halinle. Güzel halinle, sinirli halinle, sessizliğinle. Hatta gözlerini kaçırdığın anlarda bile. Ve o anlar var ya Ada." Gözlerinden gözlerime derin bir bakışla aktı. ''Senin bana âşık olduğunu en çok o zamanlarda hissediyorum."
İçimde bir yer titredi. Hiçbir kelime bulamamıştım. Gözlerimi kapattım. Kokusunu içime çektim. O anda dünya durabilirdi. Ve umurumda olmazdı.
Kalbim, onun söylediklerinden sonra göğsümde bir şeylere yer arar gibi çırpınırken, saçlarımı okşayan eli boynuma kaydı. Başımı hafifçe geriye itti. Gözlerimin içine baktı.
Cümlesi biter bitmez dudakları dudaklarıma değdi. Önce yavaş, ince bir dokunuştu. Bir özür gibiydi. Sonra bir teşekkür oldu. Sonra bir yemin.
Parmaklarımı ensesine doladım, onu daha fazla kendime çektim. Dudaklarımız arasında geçen o an, bütün sessizliklerin, özlemlerin, ihmal edilmiş sevginin yerine geçmişti. Kalbim onunkiyle aynı ritimde atıyordu, biliyordum. O an evli olmanın, bağlı olmanın, âşık olmanın en sade hâliydik.
Öpüşmemiz bittiğinde alnımı onun alnına yasladım, gözlerimi kapattım. Sessizce gülümsedim.
"Seni seviyorum." dedi sıcak bir sesle. Sanki ilk kez söylüyormuş gibi sanki her seferinde yeniden büyüleniyormuş gibi heyecanlanmıştım.
Gülümsedim. Gözlerim parlıyordu, belli ki o kadar kolay teslim olmayacaktım. "Ben seni daha çok seviyorum."
Kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi?"
"Kesin bilgi." dedim. "Tartışmaya kapalı."
"Hayır, ben daha çok seviyorum." dedi, dudaklarında yaramaz bir gülümsemeyle.
"Deniz lütfen, daha çok sevdiğini düşünmen çok tatlı ama bu düşüncen gerçeklerden uzak."
"Gerçek mi?" dedi. "Senin için deli gibi endişelenen kimdi? Her gece uykusuz kalan kimdi?"
"Ben de senin için evimizi ve bahçemizi yuvaya dönüştürüyorum! Ev değil, aşk yuvası kuruyorum. Söyle bakalım bu kim?"
"Ben de sana hayatımı verdim."
"Hayat mı?" dedim dudaklarımı bükerek. "O kadar büyük konuşma, biraz iddialı oldu."
"İddialı değil, belgeli." dedi. "Nikâh defteri diye bir şey hatırlatmam gerekiyor mu?"
Kahkaham odada yankılandı. Kollarımı boynuna doladım, yüzümü sakladım.
"Tamam." dedim. "Ama ben yine de seni daha çok seviyorum."
"Asla kabul etmiyorum."
"Ben ediyorum. Hem mimar olduğum için ölçüp biçebiliyorum. Sevgim seninkinden daha fazla."
"Benimki plansız, hesapsız, en doğal hâliyle. Sen ölçmüşsün ama ben kalbimi koymuşum."
"Deniz, sen gerçekten.''
''Gerçekten?"
"Gerçekten çok gıcık bir adamsın."
"Ve sen, gerçekten çok âşık bir kadınsın."
"Deniz.'' dedim nefes nefese, gülüşüm yavaşça dudaklarımda kaldı.
"Efendim karıcığım?"
"Sana doyamıyorum." Sesim fısıltıya dönüşmüştü, ama dudaklarıma inen bakışı çok daha yüksek bir şey söylüyordu.
Gözleri parladı. Hiçbir şey demedi. Sadece yeniden eğildi. Dudakları dudaklarımı buldu. Bu kez daha derin, daha sahiplenici bir öpücüktü. Sessiz bir kavuşma gibiydi. Beni kucağında tutarken bedenimden çok ruhumu sarıyordu sanki.
Parmaklarım yeniden saçlarına karıştı. Boynunu kendime çektim. Öyle içten, öyle bizden bir an yaşanıyordu ki. Aramızda ne Evren'in tehditleri, ne de geçmişin yükü vardı. Sadece o vardı. Ve ben.
Öpüşmemiz uzadıkça dudaklarımız arasında tebessümler doğdu. O kadar mutluydum ki kahkaham dudaklarına yayıldı. O da gülümsedi. Sonra bir kez daha öptü. Sonra yine. Ve bir daha.
"Bu kadar yetti mi?" diye sordu göz ucuyla bakarak.
"Hayır." dedim.
Beni uzun süre daha öptü. "Peki şimdi?"
"Hâlâ hayır." dedim kahkaha atarak. O da bana uyup gülmeye başladığında kahkahalarımız birbirine karıştı.
Ben hâlâ kucağındaydım, saçlarım biraz dağılmış, dudaklarım gülümsemekten yorulmuştu. O ise sanki hiç doyamamış gibi hâlâ beni izliyordu.
Avuç içlerini yanağıma koydu, başparmağıyla dudağımın kenarındaki gülümsemeyi okşadı. "Şimdi anladım neden nefes almak gibi bir şeysin." dedi yavaşça. Neden? der gibi baktım. "Çünkü her gülüşünde yeniden yaşıyorum."
"Biliyor musun?" dedim.
"Neyi?"
"Bu kadar çok öpülmeyi özlemişim."
Kıkırdadı. "Bu kadar mı? Ben seni her gün, her sabah, her gece öpmek istiyorum. Durmadan. Uyanırken, susarken, gülerken. Hatta tartışırken bile."
"Dudaklarım şikâyet etmiyor zaten." dedim. "Ama başka şeyler şikâyet edebilir."
"Kim mesela?"
"Gülşah, Uygar. Hatta bütün şirket." dedim ve gülümsedim. Kendimi yavaşça çekip kucağından kalktım. ''Artık Uygar'ın yanına uğramam gerek. Makaleyi alıp okula götüreceğim. Ha unutmadan, sakın akşam geç kalma. Uygar ve Miray yemeğe gelecek.''
"İşlerimi bitirir bitirmez geleceğim." dedi ben yanından uzaklaşırken. "Yoksa karım bir daha bana bu kadar yaklaşmaz diye korkuyorum." Kahkaha atıp çantamı koltuktan aldım. Deniz devam etti. "Unutma... Ben seni daha çok seviyorum."
Başımı çevirip göz kırptım. "Rüyanda bile yenemezsin beni yakışıklı." dedim kapıya yürürken.
"Ah, ah.'' dedi. Sonra kendi kendine söylenir gibi ama aslında çok bilinçli, çok arsız bir tonda ekledi. "Rüyamda neler gördüğümü bilsen Ada."
Anında ona döndüm. ''Deniiiiz!'' Sesim yarı fısıltı, yarı çığlık arasıydı. "Ne diyorsun sen? Ofisteyiz, ciddi ol biraz.'' dedim ama sesim fazla ciddi çıkmadı. Çünkü içim gülüyordu.
O ise hiç bozuntuya vermedi. "Ben ciddiyim. Mesela şu an ciddi ciddi, seni yeniden yanıma çağırmayı düşünüyorum."
"Şansını zorlama Deniz."
"Ama çok azıcık." dedi. "Mesela sen tekrar gelsen.'' Eliyle bacağına iki kez vurdu. ''Ben tekrar öpsem." Ona inanamayarak baktım. Kollarını iki yana açtı, yüzünde o meşhur Masum değilim, çünkü hiç olmadım. ifadesi vardı. "Ne var? Gerçekleri söylüyorum. Karım değil misin?"
"Ama şirketteyiz!" dedim, gözlerimi devirdim.
"Ve ben bu şirketin en şanslı adamıyım." diye ekledi, ayağa kalkıp yanıma yürüdü. Kulağıma fısıldadı. "İstersen bu akşam anlatırım rüyamı... Detaylı. Görsel destekli, uygulamalı." dedi, yanağımı öptü ve yüzünü uzaklaştırdı.
''Edepsiz.'' dedim sırıtarak. Arkama döndüm ve kapıya yürüdüm. "Sana bir rüya tabircisi lazım."
"Hayır." dedi. "Bana sadece sen lazımsın."
Ve bu sefer sesindeki ton öyle bir yumuşadı ki tam kapıyı açarken kalbim içimde eridi. Hafifçe gülümsedim, omzumu silkeleyip çıktım. Ama içimde hâlâ onun sesi vardı. Ve o arsız adamı akşam görmeyi dört gözle bekliyordum.
***
Uygar'ın odasına girmeden önce derin bir nefes aldım. Ne zaman onun yanına gitsem, gülümsemek garanti gibi hissediyordum. Kapıyı iki kez çalıp başımı içeri uzattım. Her zamanki gibi rahat ve umursamaz görünüyordu. "Makale hazır mı sayın yazar?"
"Buyur buradan yak!" dedi Uygar sandalyesinde dönerken. "Düşünsene, biri için gece gündüz çalış, sonra tek sorusu bu olsun. Makale hazır mı?"
Kahkaha attım. İçeri girip masasının karşısındaki koltuğa oturdum. "Hazır mı peki?"
Gülümsedi, çekmecesinden zarflı bir dosya çıkarıp bana uzattı. "İçinde mucize var. İki gün, yirmi dört kahve, sekiz adet Bu olmadı baştan yaz. cümlesi ve bir sürü Miray öpücüğüyle hazırlandı.''
''Uygar sana ne kadar teşekkür etsem az. Sayende mezun olacağım.''
''Abartmayalım lütfen.'' dedi gülerek. "Ben sadece bir kadının mezuniyetini iki günde garantilemiş bir dehayım."
"İki gün diyorsun da." dedim koltuğa oturup, bacak bacak üstüne attım. "Kaç kere yaz-boz yaptın bilmiyorum ama sabrının sınandığı kesin."
''Benim sabrımı kimse Deniz kadar sınayamaz Ada.'' dedi koltuğunda geriye yaslanarak.
''Ne oldu?'' dedim kaşlarımı çatarak.
Uygar gözlerini devirdi, koltuğunda iyice geriye yaslandı. Kollarını iki yana açtı, abartılı bir şekilde iç çekti. "Bak mesela Deniz.” dedi tiyatral bir vurguyla. "Adam bazen var ya, tam bir Alman disiplini. Asker gibi. Sabah dokuz, akşam altı, toplantı on dakika gecikirse kıyamet kopar. Ben bir keresinde toplantıya beş dakika geç kaldım diye üç gün trip attı. Beş dakika Ada."
Gülmeye başladım. "Abartıyorsun."
"Hiç abartmıyorum," dedi parmağını havaya kaldırarak. "Deniz'in hayat felsefesi düzen, disiplin, dakiklik. Bir gün D harfiyle başlayan her şeyin kutsal olduğunu söyleyecek diye korkuyorum."
"Disiplinli olmak kötü mü?" dedim, gözlerimi kıstım ama gülmemek için zor tutuyordum kendimi.
"Hayır kötü değil ama bazen adamın surat ifadesi öyle ciddi ki yanına yaklaşınca insan otomatik olarak susmak istiyor. Gülümsediğinde bile ciddiyet bozulmuyor sanki. Hani böyle robotlar olur ya, yazılımlarında gülümse komutu var ama duygusu yokmuş gibi." Kendimi kahkahalara bırakmıştım. Uygar, Deniz'in suratını taklit ederek konuşmaya devam etti. ‘’Uygar, bu rapor neden eksik? diye soruyor mesela. İç sesiyle Uygar, neden hâlâ yaşıyorsun? dediğini sanıyorum. Ve Ada sen bu adamla evlisin! Her sabah bu robotla uyanıyorsun."
"Senin deyiminle bu robot, sabah bana kahvaltı hazırlıyor, unuttuğun varsa hatırlatırım." dedim omuz silkip. "Üstelik robotun duygusal versiyonu. Sadece bana özel üretilmiş."
"Allah'tan bize gelince bu kadar duygusal olmuyor." dedi başını iki yana sallayarak. "Bazen ofis gibi değil, askeri üs gibi. Nizam intizam, tertip düzen. Tek farkı sabah içtiması yok. Ama bak, ona da az kaldı."
Karnımı tutarak gülmeye devam ettim. "Sen Deniz'in ne kadar manyak olduğunu böyle tatlı tatlı anlatıyorsun ama onun seni ne kadar önemsediğini biliyorsun değil mi?"
Uygar başını eğdi, içten bir tebessümle başını salladı. "Biliyorum Ada. Huysuzluğu da ciddiyeti de disiplini de. Hepsi aslında sizi koruma hâli. Hepimizi. Ama yine de bazen çok sinir bozucu.''
Gözlerimden yaşlar gelene kadar gülüyordum. "Sana yemin ederim, Deniz duysa şu dedikoduyu seni kovar."
"Yok be." dedi elini sallayarak. "En fazla beş gün konuşmaz. Sonra Raporu getirdin mi Uygar? diye döner konuya. O yüzden rahatım."
"Senin rahatlığın yüzünden yaşlanıyor kocam."
"Ve ben onun aksine gençleşiyorum." dedi kıkırdayarak. "Bence ikimiz birbirimizi dengeliyoruz. O karanlıksa, ben sabah güneşiyim. O disiplinse, ben kaosum. O americanoysa, ben milkshakeim."
"Sen gerçekten milkshakesin." dedim başımı sallayarak.
"Ve sen Ada." dedi gözlerini kısmış şekilde. "Sen ikimizin de en güzel tarafısın."
Bir an sustum. Yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. "Teşekkür ederim Uygar." dedim sessizce.
İkimiz de aynı anda güldük. "Deniz bu dedikoduları duymasın, olur mu?" dedi parmağını kaldırarak.
"Merak etme." dedim göz kırparak. ''Aramızda.'' O an içimde bir şey ısındı. Sahip olduklarımızın, dostlukların, sevginin değerini hatırladım. Gülümsedim. Gözümde Deniz'in ciddi yüzü canlandı, sonra Uygar'ın taklidi. Hayat, bu tatlı karşıtlıklarla güzeldi. Ve ben bu dengeyi seviyordum.
Uygar dosyaları toparlamaya başlamıştı ki gülümsedim. "Peki, sevgili milkshake." dedim ellerimi masaya koyarak. "Gelelim size. Miray'la nasıl gidiyor?"
Uygar bir anda kafasını kaldırdı. Gözlerinde o meşhur Beni yakaladın. bakışı vardı. Sonra iki yana yayılan bir gülümsemeyle başını salladı. "Biz mi? Biz süperiz ya." dedi gülerek. "Yani düşün. Evin bir köşesinde sürekli kıkırdayan, minnoş şarkılar söyleyen bir kız var. Hayatım Miray FM gibi. Sabah uyanıyorum, mutfaktan ses geliyor. Sen yanımda ol yeter.''
Gözlerimi devirdim ama gülümsemeden edemedim. "Romantik tarafın yine coşmuş."
"Hayır ama ciddi söylüyorum." dedi Uygar, bu kez sesi biraz daha yumuşadı. "Onunla olmak, bilmiyorum. Sanki evin havası değişiyor. Sessizken bile sıcak. Küçük şeylerle mutlu olabiliyoruz. Bazen koltuğa yayılıp saçma sapan belgeseller izliyoruz. Bir gün geyiklerin göç yollarını, ertesi gün çamaşır makinelerinin tarihini. Ama o hep yanımda ve bu her şeyin üstünde bir huzur."
"Ne güzel anlatıyorsun," dedim içten bir gülümsemeyle. "Ama bir şey var yüzünde. Yoğunluktan mı biraz?"
Uygar başını salladı, bakışlarını masaya çevirdi. "Evet ya." dedi. "Son zamanlarda çok yoğunum. Bazen geç saatlerde eve dönüyorum. O da beni beklerken koltukta kitap okuyor. Sonra onu kitap yüzünde açık, üstüne battaniye almayı bile unutmuş şekilde uyuyakalmış halde buluyorum. Kalbim sıkışıyor Ada. Ona sarılmadan önce gidip battaniye örtüyorum ama yetmiyor işte."
Gözlerim dolmuş gibi hafifçe göz kırptım. "Çok seviyorsun onu."
"Seviyorum. Çok." dedi Uygar içtenlikle. "Ama sadece o olduğu için değil. Ben onunla kendimi de daha çok seviyorum. Aynada daha iyi bir adam görüyorum. Gıcık, huysuz, düzensiz ama iyi niyetli bir adam. O da o hâlimle kalıyor yanımda. Bu kadar net."
Gülümsedim. "Bence Miray da çok şanslı!"
Uygar kahkahayı bastı. "Yalnız ciddi ciddi düşündük geçen. Ben anlatayım, o müzik yapsın, Yatakta Belgesel isimli bir Youtube kanalı açalım diye. Ama sonra ikimiz de kıkırdayıp abur cubur sipariş ettik."
"Ve koltukta uyuyakaldınız."
"Kesin bilgi." dedi başını sallayarak. "Ama battaniyeyi bu kez ben değil o getirdi. Üstümü örterken, kalbim Ada, yemin ederim soba gibi yandı." dedi gülerek. ''Battaniyeye beraber sarıldığın biri varsa hayat biraz daha kolay oluyor.''
Derin bir iç çektim. "Ah be Uygar. Ne güzel anlatıyorsun. Sizi çok seviyorum."
Uygar bir an sessiz kaldı. "Biz de seni. Sen iyiysen, biz daha iyiyiz. Ve sen mezun olacaksın, sonra hep birlikte kutlayacağız. Selay ve Can'ın düğünü, diploma, kütüphane.'' dedi ve derin bir nefes aldı. ''Her şey çok güzel olacak.''
Uygar'ın gözlerinin içi gülüyordu. Miray'dan bahsederken yumuşayan o hali, içimde tatlı bir huzur bıraktı. Saate baktım, çantamı hafifçe toparladım. "Ben kaçıyorum o zaman, hocaya makaleyi teslim etmem lazım." dedim ayağa kalkarken.
"Teslim et, sonra başının çaresine bak." dedi sırıtarak. "O makaleyle mezun olamazsan ben de adımı değiştiririm. Uygar değil, Uğraş olurum."
Kahkahayı patlattım. "Uğraş mı? Sana yakışır. Zaten benimle yeterince uğraştın bu ödev boyunca."
Ayağa kalktı, bana doğru birkaç adım attı. "Ciddi söylüyorum Ada. Diplomanın kutlamasını yapmadan bana teşekkür etme."
"Anlaştık." dedim ve kapıya yürüdüm.
***
Arabaya bindim. Şirketten çıkıp üniversiteye doğru sürdüm. Havanın güzelliği içimi ferahlatmıştı. Pencereden giren ılık rüzgar saçlarımı savururken Suna Hoca'nın odasının önüne varmıştım bile.
Kapının önünde durup derin bir nefes aldım. Parmak uçlarım zarfa daha sıkı tutundu. Sonra hafifçe tıklattım.
"Gelin!" dedi içerden tanıdık, tok bir ses.
Kapıyı açtım, içeri adım attım. Suna Hoca masasının başında, gözlüklerinin ardından bana bakıyordu. "Ada," dedi gülümseyerek. "Gözlerindeki o bitirdim ifadesiyle gelmişsin. Bekliyordum seni."
Elimdeki zarfı usulca masasına bıraktım. "Buyurun hocam. Son taslak. Son umut."
Suna Hoca kahkahayla güldü. "Bakalım bu sefer beni ikna edecek mi mimar hanım?"
"Uygar'la birlikte hazırlandı. Yani artık bilimle sanatın çocuğuyum hocam."
Kaşlarını kaldırdı. Zarfı açarken göz ucuyla bana baktı. "Eğer bu makale gerçekten beklediğim gibiyse artık önünde sadece yeni bir hayat var."
Gülümsedim. Kalbim kıpır kıpırdı. "Ben hazırım." dedim. "Hem projeye, hem hayata."
Suna Hoca başını salladı. "Tebrikler Ada. Güzel bir iş çıkardıysan artık yolun açık Her kelime, her emek karşılığını buluyor. Sadece bir makale değildi bu zarfın içindekiler. Senin hayallerin ve hayata tutunuşun var.''
Suna Hoca'ya minnetle gülümsedim. ''Teşekkür ederim hocam, bana bu şansı verdiğiniz için.''
Önemi yok dercesine başını iki yana salladı ve ''Rica ederim.'' dedi. ''Bu akşam inceleyip değerlendireceğim. Çok yakında mezun olacaksın bence.''
''Bu bir spoiler mı?'' dedim gülerek.
''Hayatın gerçekleri.'' dedi ve kocaman güldü.
Gülüşüne karşılık güldüm. ''Ben artık gitsem iyi olacak.''
''Yine beklerim.'' dedi, el sıkıştık ve odasından çıkıp binadan ayrıldım.
***
Eve adım attığımda saat üçü biraz geçiyordu. Gelir gelmez odama çıktım, günlük kıyafetlerimi giydim, ayakkabılarımı çıkardım. Çıplak ayakla zemine basmak özgürlük gibi gelmişti. Aşağı indiğimde Roma hemen yanıma geldi, bacağıma sürtünüp mırıldandı. Elimi başına koyup usulca okşadım. "Bu akşam Miray ve Uygar geliyor Roma. Mutfakta fırtına çıkacak, hazır ol." dedim kocaman gülerek.
Mutfağa geçtim, saçımı toparladım, ellerimi yıkadım. Önce listeyi kafamda sıraladım. Tavuksuyu çorba, alinazik yemeği, pilav, çoban salata, cacık, muhallebili kadayıf harika bir menü olurdu.
Yani her şeyden biraz olacaktı, hem mideye hem kalbe şifa yapacaktım. Tam benlikti.
Tavukları hemen haşlamaya koydum. Üç butun içine biraz tuz, karabiber ve defne yaprağı attım. O kaynarken diğer malzemeleri hazırlamaya başladım.
Kadayıfı tezgâha yaydım, minik minik didikledim. Tereyağında çıtırdayana kadar kavurmam gerekiyordu ama o sırada muhallebiyi de hazırlamalıydım. İki tencerede aynı anda çalışıyordum. Bir elimde tereyağlı kaşık, diğer elimde muhallebi çırpıcısı vardı. Resmen tek başıma MasterChef yarışmasında yarışıyor gibiydim. Roma mutfak kapısında olup biteni gözleriyle takip ediyordu.
Muhallebi kıvam alınca altını kapattım. Kadayıf da altın rengini bulmuştu. Fırın tepsisine önce kadayıfın yarısını döşedim, üstüne vanilyalı muhallebiyi yaydım, sonra üstüne bir kat daha kadayıf döşedim. Tatlı faslı tamamdı. Kabı dolaba attım. Ve ilk zaferim tamamdı.
Sonra alinazik için patlıcanları közlemek üzere ocağa dizecektim ki o an Deniz'in patlıcanı ne kadar çok sevdiği aklıma geldi. Kendi kendime gülümsedim.
Mutfağın camını sonuna kadar açtım. Patlıcanlar közlenirken yoğurdu sarımsakladım, limon suyuyla kıvam verdim. Etleri küçük küçük doğrayıp tavaya aldım. Üzerine Ada usulü tereyağ ve biraz pul biber ekledim.
O sırada çorba tavuğu iyice haşlanmıştı. Suyunu süzdüm, tavuk etlerini didikleyip suyun içine attım. Üzerine terbiyesini hazırladım. Yumurta sarısı, limon, un. Çorbanın altını kıstım, terbiyeyi azar azar ekledim.
Sonra geldik en gururlu ana. Tavuksuyu çorba çok lezzetli görünüyordu ve mis gibi kokuyordu.
Pilav ve cacık kolaydı. Basmati pirinci ılık suda beklettim, sonra tereyağı ve birkaç damla limonla tane tane pişirdim. Cacık için yoğurdu sulandırdım, nane, dereotu, salatalık ekledim. Buz gibi bir şey oldu. Resmen bahar serinliğiydi.
Çoban salatayı tazeliğini kaybetmemesi için sona bıraktım. Domates, salatalık, soğan, yeşil biber, limon, zeytinyağı. Bıçak sesleri mutfakta bir tür müzikti. Bir ara Roma gelip mamasını istedi. "Senin akşam yemeğin daha hazır değil patron!" diyerek gülümsedim.
Saat yediye çeyrek vardı. Mutfak derli topluydu. Masayı bahçeye kurmaya karar verdim.
Beyaz keten örtü, sade cam tabaklar, keten peçeteler. Ortaya bir vazo, içine sabah bahçeden kopardığım çiçekler. Mumlar da hazırdı. Hafif rüzgar vardı ama çok tatlıydı. Bu masa tam bizlikti.
Tüm yemekleri özenle masaya taşıdım. Son olarak gidip üzerimi değiştirdim. Bej rengi, hafif salaş ama zarif bir elbise giydim. Saçlarımı ensede topladım, hafif bir parfüm sıktım. Son aynaya baktığımda gülümsedim.
Kapı zili çaldığında elimde servis peçeteleri vardı. Derin bir nefes aldım, gülümsedim. "Geldiler." dedim Roma'ya. "Güzel akşam şimdi başlıyor."
Kapıyı açar açmaz Uygar ellerini iki yana açtı. "İşte karşınızda, şehrin en gurme üçlüsü!" dedi. "Kapıya kadar kokuları takip ettik. Yanlış eve gelseydik yazık olurdu."
Miray kıkırdayarak adım attı, elinde çiçek dolu minik bir sepet vardı. "Bunlar bahçene çok yakışır diye düşündüm." dedi. "Senin gibi. Nazik ve renkli."
"Bayıldım!" dedim sepeti alırken.
Ardından Deniz'in gözlerine baktım. O ise sadece gülümsedi. Sadece bana özel, sadece onun yapabildiği o gülümsemeyle.
"Ev harika kokuyor." dedi Miray. "Sen harika kokuyorsun."
"Sen de birazdan yediğin her şeyin tarifini isteyeceksin." dedim göz kırparak.
"Yüzde yüz!" dedi Uygar araya girip. "Ama önce beni doyurun. Bu suratım açlıktan böyle. Normalde daha yakışıklıyım."
Gülerek onları içeri aldım. Mutfağın yanından geçerken Miray şaşkınlıkla baktı. Burası restoran mı Ada? Nasıl yetiştirdin hepsini ya?"
"Zamana karşı yarıştım." dedim gururla. "Ama sonuç galibiyet."
Hep birlikte bahçeye geçtik. Masayı gören Uygar ellerini başına koydu. "Biri beni dürtsün. Bu masa gerçek mi?"
"Şifa menüsü." dedim gülerek. "Buyrun oturun, başlıyoruz."
Herkes yerine geçti. İlk çorbayı servis ettim. Uygar kaşığı ağzına götürdükten sonra durdu. Gözlerini kapattı. Derin bir iç geçirdi. Sonra başını yana eğip tiyatral bir tonla konuştu. "Bu bir çorba değil Ada. Bu travmalarla yüzleşme terapisi."
Gülmekten kaşığımı tutamadım. Deniz başını öne eğdi, gülümserken gözlerini kaçırıyordu. Miray ise çorbasını içip bir an başını yana yasladı. "Çok iyi bu." dedi sessizce. "Gerçekten çok iyi."
Sonra alinaziğe geçtik. Tereyağının kokusu, köz patlıcanın isli lezzeti. Uygar çatalını daldırırken seslendi. "Arkadaşlar bu akşam herkesin bir ilk ısırık sonrası gözlerini kapaması zorunlu. Yoksa yeterince şükretmiş sayılmayız."
Deniz hafifçe başını salladı. "Gerçekten çok iyi Ada. Hani ben disiplinliyim ya, bu tadı not alıyorum. Günlük yaşantıma entegre edeceğim."
Uygar hemen atladı. "Bakın bu yeni bir gelişme! Deniz hayatında ilk kez spontan bir şeyden memnun kaldı. Bunu tarihe not edin."
Herkes güldü. Ben masadan kalkıp pilav ve salata servis ederken Miray cacık dağıttı. Cacık, ortadaki serinliğini masaya yayıyordu. Uygar kaşığını batırıp "Bu cacık bir meditasyon." dedi. "Üzerine podcast bile yaparım."
Miray gözlerini devirdi. "Sen bir gün sessizce yemek yersen, seni doktora götüreceğim."
Uygar çatalını bırakıp ellerini kalbine koydu. "Ama ben buyum. Eğlenceli, tatlı, yemeğe aşık. Ayrıca alinazikteki tereyağına yeniden aşık oldum. Onu da not edin lütfen."
Yeniden gülüştük ve yemeğe devam ettik.
***
Yemeğin sonlarına doğru gözlerimi dikip Miray'a baktım. "Biz bu Can ve Selay’ın düğününü ne zaman konuşacağız acaba?" dedim kaşlarımı hafif kaldırarak.
Miray bir anda doğruldu. "Ayyyy evet ya! Sen bana ilk söylediğinde hemen konuşup hallederiz demiştim ama sonra araya hayat girdi."
"Düğünü organize edeceğiz dedik, biz kendimizi organize edemedik." dedi Uygar çatalını tabağına bırakıp dramatik bir el hareketiyle. "Ve bu benim gibi dakik bir adam için büyük bir başarısızlık."
Deniz güldü. "Senin dakiklik anlayışın, kahvaltıya öğle saatinde gelmekle sınırlı Uygar."
Ben araya girdim. "Bakın, fikir hâlâ harika. Can ve Selay her şeyden habersiz. Biz de ne zaman yapacağımıza karar veremedik. Nerede yapalım? Kuşadası'nda mı olsun?"
"Bence evet." dedi Miray hemen. "Orası ikisinin de anısı olan yer. Hem deniz kenarı, hem sade. Çok Selay'lık."
Uygar başını salladı. "Ben zaten en başından beri Kuşadası demiştim. Ama dikkat! Düğün yazın ortasında olursa, sıcaklardan önce organize etmeliyiz."
"Mayıs sonu?" dedi Uygar. "Bahar havası olur, çiçek gibi bir gün."
"Mayıs sonu fazla geç." dedim salatadan bir parça alırken. "Zaten nikâhları kıyıldı, biz sadece düğünü organize ediyoruz. Bence en geç mart sonu olmalı. Hava da toparlanmaya başladı. Bahar havası, hafif bir esinti, çiçekli bir gün. Harika olur."
Miray hemen başını salladı. "Aynen! Hem sürpriz olduğu için çok uzatırsak çaktırabiliriz. Mart sonu ideal. Ama bizim hemen hazırlanmamız lazım."
Deniz eliyle not alıyormuş gibi yapıp konuştu. "Yani iki hafta içinde düğün organize ediyoruz?"
"Evet!" dedim heyecanla. "Acilen görev dağılımı yapmamız lazım." dedim. "Önce nasıl bir şey olacağına karar vermemiz gerekiyor. Düğün nasıl olsun?" diye sordum. "Çok gösterişli bir şey istemezler ama sade de olmasın. Zarif, küçük ama anlamlı bir tören hayal ediyorum."
Miray heyecanla konuşmaya başladı. "Çiçekli bir tak düşünmüştüm. Belki beyaz ve şeftali tonlarında. Sandalyeler ince dantelli kumaşlarla süslü olabilir. Müzik sade, akustik bir grup çalabilir."
"Tam Selay’lık." dedim. "Ve deniz manzarasına karşı kurulan bir masa. Mumlar, hafif rüzgar, beyaz masa örtüleri."
Uygar kaşlarını kaldırdı. "Ve konuşmamı hazırlamam gerekiyor demek?"
"Kesinlikle!" dedim. "Ama ciddi ol lütfen."
Kahkahalar yine yükseldi. Mum ışığında planlarımız şekillenmeye başlamıştı. O masa bir sofrayla başlamıştı ama şimdi dostlukla, hayalle, heyecanla doluydu.
"Bence yazmalıyız." dedim. "Ne yapılacak, kim neyle ilgilenecek. Bu düğün bizim onlara armağanımız olacak."
"Ve sürprizimiz." dedi Miray göz kırparak.
"Hayatlarının en güzel sürprizi." dedim usulca.
Uygar ellerini havaya kaldırdı. "İşte bana böyle çılgın planlarla gelin! Benim ruhum düğün planlamak için doğmuş olabilir."
"Senin ruhun düğün konuşmalarında abartı replik atmak için doğmuş olabilir." dedim gülerek.
"O da doğru." dedi sırıtarak. "Ama hadi, iş bölümü yapalım. Birimiz mekânı ayarlasın. Birimiz organizasyonla, süslemeyle ilgilensin. Müzik, fotoğraf, yemek. Ne varsa paylaşalım."
"Ben süsleme ve dekor işini alırım." dedim hemen. "Çiçekler, masa düzeni, sandalye tülleri, o iş bende."
Miray heyecanla elini kaldırdı. "Müzik ve pasta kısmı bende olsun! Bir de mini hediye fikrim var, içine küçük notlar yazabiliriz."
Deniz iç çekti ama gülümsedi. "Ben mekân işiyle ilgilenirim. Kuşadası'nda güzel, sakin bir yer ayarlayacağım. Manzaralı, sade ama etkileyici."
"Ben de davetli listesi, misafir koordinasyonu ve elbette konuşma kısmını alıyorum!" dedi Uygar zafer kazanmış gibi.
"Uygar, konuşma kısa olacak. On dakika dolmadan bitmeli." dedim gülerek.
"On dakika mı?" dedi gözlerini devirerek. "O zaman sadece giriş yapabilirim. Geri kalanını ek kitapçıkla mı vereyim?"
Masadaki kahkahalar yükseldi. Planımız biraz da olsa şekillenmişti. Mart sonuna sadece günler kalmıştı ama enerjimiz tamdı.
Uygar çatalını son lokma için tabağa sürerken, kaşlarını kaldırdı ve ciddi bir ses tonuyla konuştu. "Peki şimdi bu Selay ve Can'ı çaktırmadan nasıl Kuşadası'na götüreceğiz?"
Herkes bir an durdu. Deniz elini çenesine koydu. "Gerçekten iyi bir soru. Gizli tutmak zor olacak. Selay çok çabuk şüphelenir ve o şüphelenirse tüm plan çöker. Hele Can. Ona bir şey çaktırmadan yürütmek imkânsız. Adam öyle bir avukat ki hiçbir şeye sorgulamadan katılmıyor."
Uygar hafifçe öne eğildi. "O zaman şöyle yapalım. Can için bir iş bahanesi uyduralım. Şirketin Kuşadası'nda sponsorluk görüşmesi var diyelim. Can zaten Deniz'e hayır diyemez."
"Ben ikna kısmını üstlenirim." dedi Deniz gülerek. "Can'a Bize eşlik et, yalnız kalmayalım. derim. Adam zaten sadakat timsali, hemen atlar."
Miray heyecanla ellerini çırptı. "Selay'a da Hepimiz bir süredir çok yorgunuz, hafta sonu biraz uzaklaşalım. Hazır çocuklar gidiyorken biz de gidelim, Kuşadası'nda iki gün kafa dinleyelim, minik bir kız kaçamağı yapalım. deriz. Hem motive olur, hem sorgulamaz."
"Peki sevgilim." dedi Uygar. "Biz bu çocukları nasıl hazırlayacağız düğüne? Sürprizi yapmadan önce Can'a smokin giydirecek vaktimiz olacak mı? Yoksa klasik Can tarzıyla, kot pantolon ve kapüşonluyla mı katılacak kendi düğününe?"
Deniz başını iki yana salladı. "Onu yolda kandırırız. Toplantıdan önce bir gala var. deriz. Şık giyinmesi gerektiğini söyleriz."
Uygar güldü. "Ben de Can'a Bak smokinli adamlar daha havalı görünür. diye fısıldarım."
Miray kahkaha attı. "Bu gruptan yalan dolan fışkırıyor şu an. Ama hepsi iyilik için, değil mi?"
"Hayır." dedim gülerek. "Bu resmen sevgiyle işlenen organize bir suç."
"Peki Selay'a nasıl gelinlik giydireceğiz?" dedi Miray. Kimseden bir çıt çıkmamıştı.
Bir süre düşünceli şekilde elimdeki kaşığı çevirirken bir anda başımı kaldırdım. "Buldum." dedim net bir tonla. "Gelinliği giydireceğiz ama adı gelinlik olmayacak."
Herkes bana baktı. "Nasıl yani?" dedi Miray heyecanla.
"Bakın." dedim ellerimi masaya koyup hafifçe öne eğilerek. "Selay'a Kızlar gecesi partisi var! diyoruz. Ama bu partinin bir konsepti olacak diye ekliyoruz. O da beyaz elbise. Herkes beyaz giyiyor. Minimal, sade, zarif."
Deniz kaşlarını kaldırdı. "Bu bayağı işe yarayabilir."
"Dur daha bitmedi." dedim heyecanla. "Selay'a da beyaz bir elbise almamız gerekiyor ya. Onu alışveriş merkezine götürüyoruz. Sana en çok yakışan elbiseyi seçeceğiz. diyoruz. Ama aslında biz zaten önceden, gelinliğe en yakın olanını belirlemiş oluyoruz. Onu denetip Vav bu müthiş! deyip, onu aldırıyoruz."
Uygar alkışladı. "Harika! Ama hâlâ herkes beyaz giymiş olacak. Düğün alanına girince sıradanlaşmasın?"
İşte o an sinsice gülümsedim. "Tam düğün alanına yaklaşırken." dedim gözlerimi parlatıp. "Ben küçük bir sakarlık yapıyorum. Elbisemi takıp yırtıyorum."
Miray bir kahkaha attı. "Ve ben elime vişne suyu alıp üstüme yanlışlıkla döküyorum!"
"Deniz de bizim lanetli beyazlar yüzünden acil üst değiştirmemiz gerektiğini söylüyor. Arabada yedek elbiselerimiz olacak, onları giyeceğiz. Ama Selay? O beyazıyla kalacak."
Deniz başını salladı, gülümsedi. "Ve düğün alanına giren tek beyazlı o olacak."
"Tam da olması gerektiği gibi." dedim usulca.
Miray ellerini birleştirdi. "Ben bu sahneyi şimdiden zihnimde izledim. Gözümde yaş var!"
"Düşünsene." dedi Uygar gülerek. "Selay ayağını atıyor ve bir anda violinli bir müzik başlıyor. Sonra Can geliyor, smokin içinde."
"Dur ağlayacağım." dedi Miray, gözlerini ovuşturarak. "Bu kadar romantik bir sürpriz olamaz!"
"Tamam." dedi Deniz. "Ne zaman gidiyoruz peki? O haftaya planlayalım ki biz de uygun olalım. İki hafta sonra cuma sabahı çıkış, cumartesi sabahı düğün, pazar da dönüş? Uygun mu?"
Herkes Deniz'i evet'lerken Miray söz aldı. "Selay ve Can'a da şimdiden söyleyelim ki bir plan yapmasınlar."
"Can bende." dedi Uygar.
"Selay da bende." dedi Miray.
"Harika!" dedim. "Bir düğün organizasyonu da halledildi."
Herkes gülümserken Miray'la masayı toplamaya başlamıştık. Uygar ellerini iki yana açtı. "E ama ben de yardım edeceğim!"
Deniz ayağa kalktı, sandalyesini yerine ittirdi. "Uygar, yardım edeceksen gerçekten et. Yoksa ayak altında dolanma." dedi gülerken. Uygar sadece gözlerini devirmiş, cevap vermemişti. Dramatik bir of çekti ama elindeki tabaklarla mutfağa doğru yürümeye başladı. "Ben bu eve sadece yemeğe değil, emeğe de geldim arkadaşlar."
Miray'la birlikte güldük. Onunla Deniz ve Uygar'ın bize taşıdığı tabakları teker teker bulaşık makinesine diziyorduk. Göz göze geldiğimizde aynı anda sırıttık. "Ne gülüyorsun?" dedim omzuyla hafifçe ittirerek.
"O kadar güzeldi ki bu akşam." dedi. "Sanki hepimiz bir anlığına dünya denen saçmalıktan uzaklaştık. Sadece dostluk kaldı."
"Gerçekten öyle değil mi?" dedim. "Bir masa kuruyorsun ve oraya gelen herkes seni iyi ediyor. Benim için biraz da terapi bu."
"Senin yemeklerinle seansa giriyoruz resmen." dedi kahkaha atarak. "Ama bak, düğün planı da efsane ilerliyor."
"El birliğiyle yapılınca, içten olunca başka oluyor." dedim. Dolabı açtım ve tatlıyı çıkartıp servis tabaklarına aldım. Miray iki tabağı alıp mutfaktan ayrıldı. Ben de tatlı kabını dolaba koydum ve kalan iki tabağı alıp salona geçtim.
Uygar ve Deniz playstation oynuyordu. "Tatlı zamanı." dedim heyecanla.
Deniz de Uygar da beni duymamıştı. Deniz Uygar'a söyleniyordu. "Sen her yenildiğinde mızıkçılık diyorsun. Bugün bu oyunla seni emekli edeceğim."
Miray göz devirdi. "Bu adamlar var ya. Yani şunların bu halinin çocukluk hallerinden ne farkı var?" dedi fısıltıyla.
"Yok canım." dedim tatlı tabaklarını orta sehpaya koyarken. "O zaman oyun konsolu yoktu. Şimdi en azından teknolojiyle susturulabiliyorlar."
Miray kahkaha attı, yanına oturdum. "Neyse, hadi gel, koltukta yayılalım. Biraz dedikodu da yakışır bu geceye." dedi gülerken.
Uygar gözlerini bile kırpmadan ekrana odaklanmıştı. "Aaaa bak şu adama ya, resmen gol atmaya çalışırken beni ezdi."
Deniz, koltuğun köşesine yaslanmıştı, kaşları hafif çatıktı. "Oyun bu, ezilene üzülmeyeceksin."
Miray'la kahkahalarımızı bastırmaya çalışırken Deniz bir anda başını kaldırdı.
"Siz orada ne fısıldıyorsunuz?" dedi.
"Kadınlar arası şeyler." dedim. "Sen oyuna odaklan yakışıklı."
Uygar, başını kaldırmadan söze girdi. "Zaten bütün gece odaklandığı sensin, oyun ikincil."
Deniz hafifçe gülümsedi ama gözlerini oyundan ayırmadı. "Odaklanmamış halimle bile sana iki tane gol attım Uygar Bey."
Uygar homurdandığında bu gecenin galibinin Deniz olduğunu çoktan anlamıştım.
***
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Uygar kapının önünde hâlâ konuşuyordu. "Bakın." Dedi ceketini düğmelerken. "Ben konuşmamı yazacağım ama biri beni fazla duygulandırırsa diye elime mendil versin."
"Ben sana kağıttan yelpaze bile veririm." dedim gülerek. "Ağlarsan, dramatik sallarsın."
Miray kahkaha attı. "Bu akşam her şey harikaydı Ada. Cidden ellerine, kalbine sağlık."
Onlara sarıldım. "İyi ki geldiniz. İyi ki varsınız." dedim, gülümsemelerimiz birbirine karıştı.
Deniz kapıyı açtı, Uygar'la tokalaştı. "Yarın ofiste seni yenmeye devam edeceğim. Hazır ol."
Uygar gözlerini kıstı. "Sen rüyalarında bile bana yeniliyorsun Deniz. Yalnız Ada, senin kocan hafif rekabet bağımlısı olmuş, haberin olsun."
"Onu başka şeylere bağımlı hale getirmek için uğraşıyorum." dedim omzumu silkerek.
Miray "Ay çok yaşayın siz." diyerek el salladı ve kapıdan çıktı. "Tekrar teşekkür ederiz. Bunu tekrar yapalım. Ama bu sefer bizde yapalım."
"Evet sıra bizde." dedi Uygar.
Deniz'le başımızı salladık. Uygar ve Miray çoktan uzaklaşmıştı.
Kapıyı kapatır kapatmaz Deniz yanıma yaklaştı, bir kolunu belime doladı. Saçlarımı yana çekti, yanağıma yavaşça dokundu.
"Bebeğim." dedi, sesi alçak ama kararlıydı. Bakışlarımı gözlerinin en içine sabitledim.
"Çok yorulmuşum." dedim fısıltıyla ama o an bile sesim titrekti.
"Ben de." dedi. "Ama seni özlemiş bir yorgunum. Ve bunu telafi etmem gerek." Beni aniden ama yavaşça kucağına aldı.
Bu çok tanıdık, çok ona ait bir duyguydu. Başımı omzuna yasladım, kalbimin atışı hızlanıyordu. Karanlık koridordan geçerken dudaklarını boynuma, yanağıma, sonra çeneme kondurdu. Her adımı bir öpücüğe, her öpücüğü bir iç çekişe dönüyordu.
Odamıza girdiğimizde beni yavaşça yatağın kenarına bıraktı. Göz göze geldik. Eğildi ve dudakları dudaklarıma değdi. İlk öpücük sabırlıydı. İkincisi biraz daha aç. Üçüncüsü kelimesiz. Sonra dudağımın kıyısında nefesiyle konuştu.
Bu sabah şirkette Sana anlatırım. dediği o rüyalardan birini usulca, kulağıma fısıldadı. Yüzümden uzaklaştı. Gözleri gözlerime çok yakın, nefesi tenime çok sıcaktı. Az önce fısıldadığı rüyadan sonra yüzüm alev alev yanıyordu. Kaşlarımı çatmış gibi yaptım ama dudaklarım gülümseyerek kaşlarıma çoktan ihanet etmişti. "Deniz." dedim nefes nefese. "Sen kesinlikle delisin. Ciddi ciddi bu rüyayı savunuyorsun yani?"
Yanağımı okşadı. "Evet. Rüyam evrensel arzularla bezenmiş, sanatsal bir anlatımdı. Duygusal motiflerle süslenmiş. Tam bir başyapıt."
"Baş-ney?" dedim, kaşlarımı kaldırarak.
"Ve." dedi, sesini iyice alçaltarak. "Şimdi bu şaheseri uygulamalı olarak anlatmayı planlıyorum. Tüm ayrıntılarıyla ve birebir sunumla."
"Deniiiz!" dedim gülerek.
"Sunuma başlamadan önce gülme krizinizin geçmesini bekleyeceğiz." dedi ciddi ciddi. Sonra göz kırptı. "Ama acele edelim. Katılımcı sayısı sınırlı. Sadece sen olacaksın, yetişmen lazım."
Ben gülmekten nefesimi toparlayamıyordum. Yastığı yüzüme bastırdım ama o aradan bile gülüşüm kaçıyordu. "O kadar da detaylı anlatma bari!" dedim nefes nefese.
"Hayır, detaylı olacak." dedi, dudakları çenemdeydi. "İlham geldi bir kere, kaçırmam."
Kıkırdadım. O da güldü. Ve dudaklarını tekrar boynuma yaklaştırdı. Ben başımı geriye yasladım. Gözlerimi kapadım. Kollarıma düşen o sıcaklık, tenime yayılan o titreşim. Rüya mıydı bu gece? Yoksa o rüyayı gerçek yapan adam mıydı?
15 Mart, Salı
Gözlerimi araladığımda odada ince bir ışık vardı. Perdelerin arasından sızan gün ışığı temkinli adımlarla içeri giriyor, sanki bizi uyandırmaya utanıyordu. Çünkü bu odada her şey çok sessiz, çok sıcak ve çok aşktı. Tenimde hâlâ Deniz'in ellerinin izleri vardı. Yastığıma saçları karışmıştı. Ve başımı çevirdiğimde, oradaydı.
Yanağı yastığa gömülmüştü, nefesi usulca göğsüme çarpıyordu. Gözleri kapalıydı ama gülümsemesi yerindeydi. Sanki uykusunda bile bana âşıktı. Usulca elimi yüzüne uzattım. Parmak uçlarım sakallarında gezindi. Uyandı. Ama gözlerini hemen açmadı. Sadece dudakları kımıldadı. "Günaydın sevgilim." dedi fısıltıyla. Sesinde hâlâ dün gece vardı. Yumuşak. Derin. Tutkulu.
"Günaydın aşkım." dedim fısıltıyla, gülümseyerek.
Gözlerini açtı. Bakışları doğrudan kalbime değdi. Gülümsedim. Parmaklarımı saçlarına daldırdım.
Yavaşça yüzüme yaklaştı, dudaklarını önce alnıma sonra burnuma bıraktı. Sonra yanağıma ve en sonunda dudağıma. Nazik, sıcak, çok tanıdık bir öpücük.
"Ben seni çok seviyorum." dedim bir anda. Gözlerim dolmuştu.
Deniz başını yastığa koydu. Beni kollarının arasına aldı. Ve kulağıma fısıldadı. "Bak sen inanmıyorsun ama ben seni daha çok seviyorum." dedi. Bu sefer itiraz etmedim. Hangimizin daha çok sevdiğini düşünmek istemiyordum. O öyle diyorsa bugünlük öyle olmasını pekala kabul edebilirdim.
***
"Hayır Deniz şirkete gelemem." dedim belki de bininci kez. Tam yarım saattir Deniz'in beni neden şirkete götürmek istediğini anlayamıyordum. "Kütüphaneye gideceğim. Orada bir sürü işim var. Parkeleri sökmeye ve boyaları kazımaya gelecekler. Bir de elektrik için ustayı aramam lazım."
Deniz alaycı bir gülümsemeyle yaklaştı. "Çok üzgünüm ama bugün kaçamazsın. Seni şirkete götürüyorum."
"Deniz." dedim tehdit eder gibi bakarak. "Gerçekten gelmek istemiyorum. O kadar çok işim var ki."
"Gelmen lazım." dedi, kapıyı açarken. "Yönetim kurulu başkanı olarak karımı kaçırma hakkımı kullanıyorum."
"Bu yönetim kurulu başkanı çok diktatör!" diye homurdandım.
"Rahat ol sevgilim." dedi gülerek. "Bugün sana çok iyi gelecek."
"Benim için iyi olan şey." dedim kollarımı göğsümde birleştirerek. "Şu an parke sökmekte olan ustaya yardım etmekti!"
Deniz omuzlarımdan tutup beni odadan çıkarmaya zorladı. "Hadi güzelim, hadi sevgilim. Geç kalacağız." dedi. Hiçbir şey söylemeden homurdana homurdana beni yönlendirmesine izin verdim ve adımlarımı ona uydurdum.
Arabaya bindiğimizde yine söylendim. Kollarımı göğsümde kavuşturmuş, gözlerimi kısıp pencereden dışarı bakıyordum. "Benim gerçekten işim var." dedim sertçe.
Deniz ise sadece güldü. Direksiyona hâkimdi ama yüzünde her zamanki o yumuşak ifade vardı. "İş halledilir güzelim." dedi.
Sustum ve şirkete gidene kadar hiç konuşmadım.
"Evet, şimdi sana bir şey göstereceğim." dedi Deniz asansöre doğru yürürken. "Gel."
"Asansörü mü göstereceksin?" dedim alayla. Minik bir kahkaha attı, anlam veremeden kaşlarımı çattım. Asansöre bindiğimizde en üst katın düğmesine basmıştı. "Toplantılarını artık çatıda mı yapıyorsun?" dedim iğneleyici bir ses tonuyla. Onca işim varken beni buraya getirmesine hala sitemliydim.
"Yani gerçekten çok sabırsızsın." dedi başını öne eğip gülerek. Kulaklarımda pat pat sesler yankılanıyordu. Bir pervane sesine benziyordu. Sanırım yakınlardan bir yerden helikopter geçiyordu.
Yukarı doğru çıkıyorduk ama ses hala uzaklaşmamıştı. "Bu ses hala neden uzaklaşmadı?" dedim merakla. Deniz Bilmem anlamında omuz kıstı. Sanırım merak ettiği bir şey değildi.
Asansör durdu, Deniz önden çıkıp elimi tuttu ve beni de çıkardı. Ses daha da yaklaşmıştı. "Hazır mısın?" dedi Deniz heyecanla.
"Neye hazır mıyım?" dedim, Deniz birkaç metre ötedeki çatı kapısını açtı. Şaşkınlıktan ağzım aralanmıştı çünkü sesin sahibi olan helikopter bizim çatımızdaydı!
Ben daha çatımızda helikopter pisti olduğunu bile bilmezken şimdi birkaç metre ötemdeki helikopterle yüzleşiyordum. Kuyruğunda son hızıyla dönen küçük pervanelerine ve yanında duran iki tane görevliye gülümseyerek baktım. Büyük pervanelerinin uçuşturduğu saçlarımı düzeltmeye çalıştım. Ses çok yüksekti. ‘’Deniz.’’ dedim bağırarak. ‘’Bu ne?’’
‘’Gökyüzünü keşfe çıkacağız. Hadi gel.’’ dedi, o da bağırıyordu ve kolumdan tuttuğu gibi beni helikoptere yürüttü.
‘’Sana inanamıyorum.’’ dedim şaşkınlıkla. ‘’Bu yüzden mi diretiyorsun sabahtan beri işe gelmem için?’’
‘’Evet, yalnızca minik bir aşk kaçamağı yapmak istemiştim. Ama eğer sen seversen daha uzun sürebilir.’’
‘’Ne kadar uzun?’’ dedim ağzım hala aralıkken.
‘’O kadar uzun ki belki gökyüzünde seninle kalırım.’’ dedi ve beni helikoptere doğru yürütmeye devam etti. ‘’Hadi gel.’’
‘’Ama ben daha önce hiç helikoptere binmedim.’’ diye bağırdım.
‘’Her şeyin bir ilki vardır.’’ dediğinde bir ayağımı çoktan helikopterin içine atmıştım bile. ‘’Evet işte oldu.’’ dedi Deniz oturmama yardımcı olurken.
‘’Nereye gidiyoruz?’’ diye sordum.
‘’Gökyüzünün çok güzel olduğu bir yere. Ama biraz uzun sürebilir.’’
Kaşlarımı kaldırmamla helikopterin havalanması bir olmuştu. Ufak bir çığlık attım. Deniz ise kahkaha atmıştı. ‘’Gülmesene.’’ dedim carlayarak.
‘’Uçakla aynı şey, uçaktan korkmuyorsun da helikopterden neden korkuyorsun sen?’’ dedi, resmen benimle alay ediyordu.
‘’Bilmiyorum.’’ diye somurttum. ‘’Pervane sesinden dolayı sanırım.’’
Helikopter tamamen havalandığında midemde hafif bir boşluk hissi oluşmuştu. Gökyüzüne doğru yükseldikçe etrafımızdaki binalar küçülüyor, insanlar minyatür oyuncaklara benziyordu. Ama ben manzaranın güzelliğinden çok, kalbimin kontrolsüzce atmasına odaklanmıştım.
Ellerimle koltuğun kenarlarını sıkı sıkı tutuyordum. Gözlerim irileşmiş, dudaklarım aralanmıştı. Deniz ise yanımda, sanki lunaparktaki bir dönme dolaba biniyormuş gibi keyifli görünüyordu.
"Sen bunun normal bir şey olduğunu düşünüyor musun?" dedim tizleşmiş sesimle.
Deniz yüzünü bana çevirdi. O gülümsemesini görünce bir an korkumdan bile şüphe ettim. "Çok tatlısın." dedi. "Ama böyle yaparsan kaptana hemen inelim demem gerekebilir."
"Çok ciddiyim!" dedim, titreyen bir kahkahayla. "Ayaklarım yere basmalı. Bu gökyüzü fazla havalı!"
Deniz başını iki yana sallayıp koltuğunda hafifçe bana doğru eğildi. “Peki bir şey soracağım.” dedi. “Ayakların yere basmıyorken bile nasıl bu kadar güzel görünüyorsun? Çünkü şu an ışık falan vurdu, gözlerin parlıyor. Kesin bilgi.”
Sadece ona bakabildim. “Ben şu an hayatımın en panik anlarından birini yaşıyorum, sen bunu flörte mi çeviriyorsun?”
“Kesinlikle.” dedi. “Çünkü panik halindeki Ada, sandığımdan daha tatlıymış.”
Gözlerimi devirsem de içimde bir yer ısınıvermişti. Dudaklarım istemsizce kıvrıldı. “Bunu romantizm zannediyorsan çok fena yanılıyorsun.”
“Hayır.” dedi, gözlerini kısıp gülümsedi. “Bu, evli olduğum kadının yüzünü gökyüzünde parlatma çabası.”
“Deniz.” dedim tehditkâr bakarak. “Bir daha beni böyle bir şeye sokmadan önce en azından bir sakinleştirici ver.”
“Veremem.” dedi neşeyle. “Çünkü senin bu hâlini çok seviyorum.”
O anda gözlerimi kapadım. Derin bir nefes aldım. Dışarıdaki manzarayı unutup yalnızca onun sesine odaklandım. Kalbim hâlâ deli gibi atıyordu ama bir şekilde huzur içindeydim.
Deniz elimi tuttu. Parmaklarımız birbirine kenetlendi. “Bak.” dedi usulca. “Hiçbir şey olmayacak, güven bana.”
Başımı çevirip ona baktım. Gözlerimin kenarında biriken korku, onun gözlerine değdiği anda eriyip gitti. “Bunu niye yapıyorsun?” dedim kısık sesle.
“Çünkü sen sadece toprağa değil, gökyüzüne de aitsin Ada. Ve ben senin her yerini tanımak istiyorum. Korkularını bile sevmek istiyorum.”
İçimde bir şey hafifçe kırıldı. Ama bu kötü bir kırık değildi. O tanıdık çatlamalardan sonra yeniden şekillenenlerdendi. Kafamı omzuna yasladım. “Peki.” dedim gülümseyerek. “Bu gökyüzü yolculuğunun sonunda yere inip bana sarılmayı da planlıyor musun?”
“Evet.” dedi dudaklarımı öperken. “Gökyüzünde de sarılırım. İnişte de. Her sabah, her gece, her hayat boyunca sarılırım.”
Ve işte o an, korkum tamamen yok olmuştu. Yanımda Deniz vardı çünkü. Gökyüzü bile bizim kadar özgür değildi artık.
***
Gökyüzü artık bizimleydi.
Helikopter, bulutları nazikçe itip geçerken yeryüzü tüm sırlarını ayaklarımızın altına sermeye başlamıştı. İlk başta tedirgin adımlar atan kalbim, Deniz’in eli avucumdayken sakinleşti. Pervane sesi bir süre sonra fondaki bir müziğe dönüşmüştü. Bir tür özgürlük marşı gibiydi. Rüzgâr, saç uçlarımı havalandırırken içimde esen fırtına yavaş yavaş yerini hayranlığa bırakmıştı.
Yukarıdan bakınca her şey daha sade, daha anlamlı görünüyordu.
İlk olarak şehri arkamızda bıraktık. Beton yerini yeşile, gri yerini maviye bıraktı. Önce uzun bir kıyı şeridi uzandı altımızda. Deniz gülümseyerek başını çevirdi. “Burası Sapanca Gölü.” dedi kulağıma. Masmavi yüzey, güneşi bir ayna gibi yansıtıyordu. Gölün kenarındaki minik iskeleleri, kıyıya serpilmiş evleri gördüm.
Ardından ormanlar başladı. İğne yapraklı ağaçlar, sonsuz bir örtü gibi uzanıyordu. Gözlerim bir noktaya sabitlenmişti ama içim, her ağacın içinde koşmak istiyordu. Deniz parmağıyla uzaklarda belli belirsiz görünen bir zirveyi işaret etti. “O Uludağ.” dedi. “Bahar bile olsa zirvesi hâlâ karlı.”
Kar. Burnumun direği hafifçe sızladı. Dışarıyı izlerken içimden Bir gün karda oynarız. dediğim hayalim aklıma geldi. Sanki gökyüzü bizi dinliyordu da şimdi bunu gösteriyordu.
Sonra Marmara’dan uzaklaştık. Dağlar ve tepeler arasında zarifçe kıvrılan nehirler belirdi. Kuşlar bizimle yarışır gibi süzülüyordu. “Şuna bak.” dedim başımı Deniz’in omzuna yaslayarak. “Sanki dünya içindekilere rağmen hâlâ güzel kalmaya çalışıyor.”
Deniz başımı öptü. “Sen varsın ya dünya zaten en güzel hâlinde.”
Yükseklik arttı. Rüzgâr biraz daha hırçınlaştı. Ama içim garip şekilde huzurluydu. Yoldan çıktığımız bir noktada göz alabildiğine sarı kantaron tarlaları gördüm. Sarı, sonsuz sarılar. Gözlerim doldu.
Ardından Anadolu’nun içlerine doğru ilerledik. Tarla yolları, bağlar, bahçeler. Minik köyler, bacalarından tüten dumanlar. Hayat, yukarıdan izlenince daha samimi görünüyordu.
Sonra göller başladı. Gölcük, Eber, Beyşehir. Her biri kendi hikâyesini anlatıyor gibiydi. Biri koyu mavi, diğeri cam gibi. Bir tanesinde kuşlar vardı, sürüler halinde. Onlara baktım. Deniz göz ucuyla izliyordu beni. Hiçbir şey söylemedi, ama ben onun kalbinden geçen Seninle birlikteyim. cümlesini duydum.
Saatler ilerledikçe güneş yer değiştirdi. Renkler değişti. Gökyüzü altın sarısına dönmeye başlamıştı. Kızılcahamam üzerindeydik. Ormanlar yeniden başladı. Bu kez daha vahşi, daha dik yamaçlıydı her şey. Derin vadiler, kayalıklar, yer yer akan minik şelaleler görünüyordu. Gözlerim bir türlü doymuyordu.
Yavaşça başımı çevirdim. Ankara’ya yaklaşıyorduk. Güneş batıya yaslanıyordu. Uykusuz ama mutlu bir gün gibiydi ve işte o an sabrımın son damlası da gökyüzüne karıştı.
Kaşlarımı kaldırarak Deniz’e döndüm. Ciddiyetle ama gözlerimin içi gülerek sordum.
"Ne zaman ineceğiz? Daha ne kadar gideceğiz? Rotamız neresi? Beni nereye kaçırıyorsun Deniz?"
Deniz, gözlerimin içine baktı. Gülümsedi. Sonra kulaklığına uzanıp pilotla konuştu. O sırada bana dönüp sadece bir şey söyledi. "Oraya vardığımızda söyleyeceğim. Ama söz, hayatının en güzel günlerinden biri olacak."
“Ne zaman ineceğiz?” dedim ikinci kez.
Deniz gülümsedi, gözlerini pencereden kaçırıp tekrar bana çevirdi. Cevap vermedi. Sadece başımı okşadı. Gözlerimi kıstım. Şüphelenmeye başlamıştım. “Deniz daha ne kadar gideceğiz?”
Omuz silkti. “Az kaldı.”
“Az kaldı ne kadar?” dedim daha da yaklaşarak. “On dakika mı? Bir saat mi? Bir gün mü?”
“Bir gün olsa kötü mü?” dedi o meşhur, yumuşak sesiyle.
“Şu an bana bilgi vermeyen biriyle uçmaktayım ve bu, güvenlik protokolüne aykırı olabilir. Bunu biliyor musun?”
Kahkaha attı. “Ada, şu anda bu helikopterin tek sorumlusu benim. Ve ben seni güvende tutuyorum. Hem kalbimde hem gökyüzünde.”
“Hayır. Hayır hayır hayır.” dedim başımı iki yana sallayarak. “Bu kadar şiir yeter. Ben gerçek istiyorum. Net bilgi. Koordinat. Rota. Nereye gidiyoruz Deniz?”
Gülümsedi ama hâlâ cevap vermedi. Daha da yaklaştım. “Bak şu an sormuyorum. SORGULUYORUM.”
“Hakların var mı?” dedi kıkırdayarak. “Avukatınla konuşmak ister misin?”
“Hayır.” dedim inatla. “Pilotla konuşmak istiyorum. Neredeyiz, kaç kilometre gittik, GPS kayıtları nerede? Acilen bilgilendirme yapılması lazım.”
“Biraz sabret.” dedi.
“Hayır Deniz!” dedim abartılı bir şekilde. “Sabredemem. Çünkü senin o yüzün. O suçlu suçlu bakan ama gülümseyen yüzün var ya. Kesin bir şey çeviriyorsun. Beni kaçırıyorsun!”
Deniz kahkaha atarken ellerini havaya kaldırdı. “Peki peki! Pes ediyorum!”
“Pes etmekle kalma, konuş.” dedim.
“Tamam.” dedi ellerini saçlarına attı. “Kapadokya’ya gidiyoruz Ada.”
Bir an öylece donakaldım. “Kapadokya mı?” dedim, sesim önce fısıltı gibiydi. Başımı geriye yasladım, sonra ellerimle ağzımı kapadım. Gözlerim bir anda dolmuştu. Kalbim ağzıma gelmişti. O çok istediğim balayı hayalini Deniz şimdi gerçekleştiriyor muydu?
“Gerçekten mi?” dedim, gözlerimle onun gözlerinin içine bakarak.
“Gerçekten. Balonlar, gün doğumu, taş otel, yer altı şehirleri. Hepsi.” dedi, eliyle saçımı kulağımın arkasına itti. “Ama en çok da sen. Ve ben. Baş başa.”
Elleri ellerimdeydi. İçim titriyordu. “Sen.” dedim gülümseyerek. “Sen bu dünyanın en tatlı kaçıranı olabilirsin.”
“Sen de dünyanın en güzel rehinesisin.” dedi.
Kahkaha attım. Gözlerim yaşlıydı ama içim mutluluktan uçuyordu. ‘’Ama.’’ dedim hala gülümserken. “Biz balayına Can ve Selay’ın düğününden sonra gidecektik.” dedim. Sesim yavaş, temkinliydi. “Neden şimdi gidiyoruz?”
Deniz gözlerini bana çevirdi. Hafifçe gülümsedi. Gözlerinde o tanıdık şey vardı, zamanla olgunlaşan ama asla eksilmeyen bir sevgi. “Çünkü hayat her zaman planladığın sırayla ilerlemiyor Ada.” dedi yumuşak bir sesle. “Bazen kendini bir şeye o kadar kaptırıyorsun ki asıl yaşaman gereken anı kaçırıyorsun. Ben senden o kadar uzak kaldım ki kendimi hala toparlayamadım. Evli olmanın nasıl bir şey olduğunu doya doya yaşamak istiyorum. Hem çok yoruldum, çok bunaldım. Daha fazla ertelemek istemiyorum.” dedi yutkunarak. “Can ve Selay’ın düğünü çok güzel olacak. Her şey harika gidecek. Ama ben o gün geldiğinde senin gözlerine bakıp Biz de yaşadık. diyebilmek istiyorum. Sadece hayalini kurmadık, gerçekten yaşadık demek istiyorum. O yüzden şimdi gidiyoruz.’’
‘’Ama Deniz kütüphane, Evren, Can ve Selay’ın düğün organizasyonu.’’ dedim ve son anda aklıma gelen bir şeyle hüzün dolu bir çığlık attım. ‘’Hiiiii.’’ dedim, Deniz kaşlarını çatarak baktı. ‘’Deniz, Sarp! Sarp dün taburcu olacaktı. Sonra bize uğrayacaktı ve ben unuttum. Sen onunla konuşacaktın. Deniz ya Sarp Muğla’ya döndüyse.’’
Deniz güldü ve yüzümü avuçlarının içine aldı. ‘’Kütüphaneyle ilgili tüm dosyalarını Hakan’a verdim. Birebir ilgilenecek. Evren meselesini Uygar ve Eser takip ediyor. Can ve Selay’ın düğünü için de ikimizin yapması gereken görevleri Gülşah’a verdim.’’ dedi ve uzun bir es verdi. ‘’Sarp’a gelince.’’ Kaşlarımı kaldırdım devamını bekledim. ‘’Dün Sarp’la konuştum.’’
‘’Nasıl? Ne zaman? Ne dedin? O ne dedi?’’ dedim heyecanla.
‘’Sen şirketten gittikten sonra ben de hastaneye gittim, bir güvenlik sistemi geliştirmek istediğimden bahsettim.’’
‘’Ee?’’
Deniz gururla gülümsedi ve arkasına yaslandı. ‘Yani şöyle söyleyeyim sevgilim. Uygar’la olan dedikodu çemberine Sarp da katıldı. Siz üçünüz umarım bir olup beni dışlamazsınız.’’
Büyük bir şokla ona baktım. ‘’Nasıl?’’ dedim kekeleyerek. ‘’Deniz sen doğru mu diyorsun? Sarp burada kalmayı kabul etti mi?’’
‘’Evet, sevgilim. Zaten ikna etmekten başka bir seçeneğim yoktu. Çünkü sen istedin.’’ dediğinde ona kocaman sarıldım.
Bir iki saniye boyunca hiçbir şey demedim. Sonra bir kahkaha attım. Yarı şaşkın, yarı mutlu, kalbimin tam ortasından gelen bir kahkahaydı bu. Ellerimi kucağımda birleştirdim, başımı iki yana salladım. “İnanamıyorum.” dedim. “Gerçekten kalıyor mu?”
‘’Gerçekten kalıyor.’’ dedi Deniz.
‘’Sana ne kadar teşekkür etsem az sevgilim. Seni gökyüzü kadar uçsuz bucaksız seviyorum.’’
Deniz bana sımsıkı sarıldı. ‘’Ben de seni çok seviyorum sevgilim.’’
Helikopter yavaşça alçalırken içim hafiflemeye başlamıştı. Gökyüzünden ayrılmak zor gelmemişti çünkü yanımda Deniz vardı. Aşağısı uzak görünmüyordu artık. Uzanabileceğim kadar yakındı. Sadece biraz daha yere yaklaşmak gerekiyordu.
Ankara'ya indiğimizde güneş hâlâ parlıyordu. Yüzümü o ışığa çevirdim. Gözlerimi kapattım. İçimde hâlâ gökyüzünün izleri vardı. Ama bu sefer, ayaklarımı yere basmak güzeldi. Bu defa kaçmak istemiyordum. Bu defa, her şey olması gerektiği gibiydi.
Arabaya bindiğimizde içim sakindi. Yol uzundu ama yorgun hissetmedim. Sessiz bir yolculuktu. Ara ara Deniz’le göz göze geldik. Bazen parmaklarımız birbirini buldu. Camdan dışarı bakarken gördüklerimi değil, hissettiklerimi hatırladım. Yol boyunca hiçbir şey düşünmek istemedim. Düşünmedim de. Sadece nefes aldım.
Nevşehir’e yaklaştıkça her şey değişmeye başlamıştı. Renkler daha yumuşak görünüyordu. Dağlar daha sakin, yollar daha dingindi. Gökyüzü bile başka bir maviye dönüşmüştü. Tanıdık olmayan ama yabancı da hissettirmeyen bir yerdeydik artık.
Araba, taşlarla döşenmiş dar bir yoldan ağır ağır ilerlerken camı açtım. Gözlerim bir manzaraya, sonra başka bir manzaraya takıldı. Her biri diğerinden daha güzel, daha dingindi. Gökyüzü yavaşça solgun bir turuncuya bürünüyordu. Dağlar uzaktan seyrediyor gibiydi. Rüzgâr inceydi, içinde tandır dumanı ve kayısı kokusu vardı sanki. Havanın içinden huzur geçiyordu.
Sonunda arabadan indik. Ayaklarım yere değer değmez nefesim yavaşladı. İlk kez geldiğim bir yerdi ama hiç yabancı değildi. Kapadokya gerçekten görmeden önce tahmin edilemeyecek bir yerdi. Sessizlik bile burada başkaydı.
Gözlerimi çevreye gezdirdim. Karşımda yükselen taş yapılar sanki yüzyıllardır oradaymış gibiydi. Yaşanmışlık taşıyorlardı. Hiçbiri kusursuz değildi ama hepsi ruhluydu. Renkler pastel, dokular toz pembeyle bej arasında bir yerdeydi. Güneş yavaş yavaş binaların üzerinden çekiliyor, gölgeler uzuyordu. O gölgelerde bile bir zarafet vardı.
Yanımda Deniz yürüyordu ama ben yürümüyor gibiydim. Adımlarım yavaşladı. Sağımda bir vadi uzanıyordu. İç içe geçmiş taşlar, oyuk evler, küçük balkonlar, duvarlardan sarkan sarmaşıklar. Bir an oraya yerleşmek, bir pencere kenarına oturmak ve sadece izlemek istedim. Hiçbir şey yapmadan. Sadece burada olmak.
Otele yaklaşırken kapısındaki detayları inceledim. Ahşap çerçeveli pencereler, el işçiliğiyle oyulmuş taş sütunlar, minik bir kapı tokmağı. Rüzgâr hafifçe tül perdeleri oynatıyordu. O perdeyle birlikte içimde bir perde daha aralanmış gibiydi.
Otelin giriş kapısına geldiğimizde adımlarım yavaşladı. Sanki acele etsem bir şeyi kaçıracakmışım gibi hissettim. Kapadokya’nın taş kokan havası ciğerlerime doldu. Burası başka bir yerdi. Başka bir zaman gibiydi.
Binanın cephesi, doğanın kendisinden alınmış gibiydi. Taşlar birbirinden farklı renkteydi ama yan yana durduklarında muhteşem bir bütünlük oluşturuyorlardı. Bazıları daha açık, bazıları daha sıcak tonlardaydı. Güneş, taşların üzerine vurunca yüzeyler sanki altın tozuna bulanmış gibi parlıyordu.
Kapının hemen üstünde küçük bir kemer vardı. El işçiliğiyle oyulmuş motifler, zarif ama dikkat çekici detaylardı. Girişte iki sarkıt lamba asılıydı. Sarı ışıkları henüz yanmamıştı ama akşamın gelişiyle birlikte o lambaların yumuşak bir sıcaklıkla parlayacağını hayal ettim. Şimdiden içimi ısıtmışlardı.
Adımımı taş basamaklara attığımda zeminin serinliği ayağımdan yukarıya doğru yayıldı. İçeri girer girmez lavanta ve tütsü karışımı bir koku karşıladı beni. Ferah ama ağırbaşlıydı. Otelin içi taş duvarlarla çevriliydi, tavan ise ahşaptı. Her şey doğal malzemelerle yapılmıştı, sanki toprağın içinden çıkıp olduğu gibi kalmıştı.
Resepsiyon köşeye yerleştirilmişti. Ahşap bankonun üzerine nazar boncuğu işlenmişti. Arka duvarda eski fotoğraflar asılıydı. Siyah beyaz çerçevelerin içinde gülen insanlar, yıllar öncesine ait manzaralar vardı. Işık, tavandan sarkan minik cam avizeden yayılıyordu. Ne çoktu, ne az. Her şey tam kararındaydı.
İçerideki sıcaklık ne sobadandı ne de hava akımından. Burası samimiydi. Kendini evinde hissettiren türdendi. Sanki yıllardır burada kalıyormuşum gibi bir his doldu içime. Sanki taş duvarlar beni tanıyormuş gibi baktı. Kapılar, yıllardır beni bekliyormuş gibi sessizce aralandı.
Deniz resepsiyona yönelirken ben başımı çevirdim. Salonun köşesinde küçük bir kütüphane vardı. İçinde sararmış kitaplar, üstünde bir vazo içinde kuru lavantalar. Yanında iki kişilik eski bir koltuk duruyordu. Pencereden içeri süzülen ışık o köşeye usulca dokunmuştu.
Görevli, gülümseyerek resepsiyon bankosunun arkasında ayağa kalktı. Orta yaşlı, hafif tombul, yüzünden sıcakkanlılık akan biriydi. Gözlüklerini yukarı itti, ellerini önde birleştirdi ve başıyla hafifçe selam verdi.
“Hoş geldiniz. Siz herhalde Ada Hanım ve Deniz Bey olmalısınız?”
Deniz başını salladı. “Evet, biziz.”
Görevli sevinçle ellerini çırptı. “Sizi bekliyorduk! Misafir listemizin en özel çifti. Hem de balayı çifti. Öncelikle tebrikler!”
“Teşekkür ederim.” dedim gülümseyerek.
Görevli, bankonun arkasından anahtarı uzattı. “Sizin için özel bir balayı süiti hazırladık. En üst katta, vadi manzaralı, taş duvarlı, şömineli ve jakuzili. Akşam güneşi tam pencereye vuruyor. Sabah da balonlar oradan izlenebiliyor.”
Gözlerimi büyüttüm. “Jakuzili mi?”
Görevli başını eğdi. “Ve sabah kahvaltınızı isterseniz odaya servis ediyoruz. Taze sıkılmış meyve suyu, sıcak simit, ev yapımı reçel. Bu otelin en güzel odası şu anda size ait.”
Ben hâlâ görevliye bakıyordum. “Bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum.”
Görevli eğildi, alçak sesle fısıldar gibi konuştu. “Aslında biz de bilmiyorduk. Deniz Bey rezervasyon yaptırırken, o kadar ince detay verdi ki gecelik değil, gönüllük ayarladık her şeyi.”
Deniz başını çevirdi. “Ben sadece sıcacık, samimi ama zarif bir oda olsun dedim.”
Görevli gülümsedi. “Ve biz de elimizden geleni yaptık.”
Anahtarı uzattığında elim titredi. Sanki sadece bir odanın değil, bir düş kapısının anahtarıydı.
Görevli göz kırptı. “Size eşlik edeyim mi? Yoksa yalnız mı kalmak istersiniz?”
Deniz hemen araya girdi. “Yalnız kalabiliriz, teşekkür ederiz.”
“Peki o zaman, anahtar sizde. Minibar ikramımızdır. Çatı terasında çay ve gün batımı servisi var. Ama benim önerim, akşamı odada geçirin. Sessizlik ve şömine ikilisi başka bir boyut.”
“Bunu ciddiye alacağım.” dedim.
Görevli başını salladı. “Alın, çünkü bu şehir size iyi gelecek. Kalbinizi dinlemek için en doğru yerdesiniz. Her şey gönlünüzce olsun.”
Görevliye teşekkür ettikten sonra taş merdivenlerden çıkmaya başladık. Aklıma gelen bir şeyle olduğum yerde kalakaldım. “Bir saniye.” Deniz başını bana çevirdi. Gözlerimi kısmıştım. “Hiçbir şey taşımadık farkında mısın? Yani bavul yok. Çanta yok. Deniz bizim eşyalarımız yok?!”
Deniz gayet sakin şekilde gülümsedi. “Sen bence bunu fazla sorgulama. Çünkü her şey düşünülmüş durumda.”
“Nasıl yani? Ben yanıma sadece çantamı aldım. Bir tek dudak nemlendiricim var şu anda. Jakuzi dediler az önce, Deniz! JAKUZI! Ne havlu var, ne terlik, ne gecelik. Ben şampuanımı bile almadım!”
“İşte o yüzden ben her şeyi aldım.” dedi sırıtışını gizleyemeyerek. “Çok tatlı bir valiz şu an odada seni bekliyor. İçinde ne varsa seçerken sadece seni düşündüm. Bizden önce eşyalarımız geldi buraya.’’
Şüpheli bir ifadeyle bakmaya devam ettim. “Ne koydun Deniz? Ne kadar düşündün yani? Bahçeye çıkmalık elbiseler mi, yoksa bana çaktırmadan yeni bir şeyler mi aldın?”
Deniz göz kırptı. “Neye ihtiyacımız varsa hepsini aldım sevgilim, sen hiç merak etme.’’
Kahkaha attım. “Bunu not ettim. O zaman valizi odada görünce karar vereceğim. Ya seni alkışlayacağım ya da bu gece kazakla yatarım.”
‘’Kazak mı?’’ dedi Deniz inanamayarak. ‘’Bu gece kazakla uyumana asla müsaade etmem. Hiçbir güç bana müsaade ettiremez.’’
‘’Nedenmiş o?’’ dedim bir basamak daha çıkıp. ‘’Valizime pijama mı attın? Onlarla mı uyuyacağım?’’
‘’Vakti gelince öğrenirsin nasıl uyuyacağını.’’ dedi gülerek.
“Peki ya hâlâ kazak giymekte ısrar edersem?”
Deniz gözlerini kıstı. “O zaman gecenin ilerleyen saatlerinde o kazak, bizzat benim tarafımdan usulca ve kibarca çıkarılır.”
‘’Beni tehdit mi ediyorsun sen?’’ dedim gözlerimi kısarak.
‘’Kısmen.’’ dediğinde odamızın olduğu kata çoktan gelmiştik.
Odaya girdiğimizde ilk yaptığım şey camın önüne yürümek oldu. Perdeler yarı aralıktı. Vadi, akşam güneşiyle sanki başka bir gezegene dönüşmüş gibiydi. Gözlerimi kısmadan bakamadım. Işık gölgelerin üzerine usulca süzülüyor, taş duvarlar sanki yanıyormuş gibi parlıyordu.
Sonra dönüp valizi buldum. Gerçekten de oradaydı. Odamızın köşesine, şöminenin hemen yakınına bırakılmıştı. Üzerinde etiket, altında minik bir lavanta demeti vardı. Deniz’in işi olduğunu anlamam için fazla zekaya gerek yoktu.
Fermuarını açtım. Kapağı kaldırmamla birlikte küçük bir iç çektim. Valizin içi tam anlamıyla bendim. Bahçeye çıkmalık elbisem vardı. Kitap okurken giymeyi sevdiğim gri hırkam. O kalın çoraplarım bile konmuştu. Ama en çok içimi yumuşatan şey, papatya desenli pijamamı görünce hissettiğim o tanıdık sesti. Bu, sadece bavul değildi. Bu, beni bilen bir adamın seçtiği her şeydi.
Deniz, şömineye göz attı. Hazır odunlar, yanında kibrit kutusu. Ben o sırada saçımı çözüp yüzümü yıkadım. Üzerimi değiştirdim. Deniz ceketini çıkarıp koltuğa bıraktı. Ayakkabılarını çıkardı. Yumuşacık yatağa yayıldık. Bir süre konuşmadan, sadece o taş duvarlara bakarak uzandık. Oda sıcaktı ama en çok içim sıcaktı.
Gözümü kapattım, uyuyakaldığımızı gözlerimi tekrar araladığımda fark etmiştim.
“Yüzünün tam bu haliyle bir tablo yapılmalı.” dedi Deniz gözlerimi bulduğunda.
‘’Deniz.’’ diyerek ona sırnaştım ve yüzümü boynuna kapattım. Gün geçtikçe kokusuna daha fazla aşık oluyordum.
Deniz hafifçe kalktı, elini uzattı. “Akşam yemeğine inelim mi güzel sevgilim?” dedi. Sanki balayında değil de evimizin mutfağına yürüyormuş gibi huzurluyduk.
‘’Olur. Kurt gibi acıktım.’’ dedim karnımı tutarak.
Yataktan kalktım. Üzerimi değiştirdim. Açık gri, kare yaka viskon bluzum vücuduma nazikçe oturmuştu. Beyaz, gri çiçekli eteğim yürüdükçe salınıyordu. Beyaz oversize ceketimin altı bel hizamda sonlanıyordu, ve sneaker’larım. Bu kadar zarif bir geceye rağmen ayaklarımı yere bastıracak kadar doğru geliyorlardı. Her detay dengedeydi. Ve bu dengeyi yaratan şey, karşımda duran adamdı.
Bahçeye ilk adımımı attığım anda içimden geçen tek şey buranın ne kadar güzel olduğuydu. Taşlarla çevrili, hafifçe yükselen bir bahçe. Yerde küçük fenerler, masalar arası çakıl taşlı yollar ve yumuşacık, loş bir aydınlık. Havanın içindeki lavanta ve tütsü kokusu, serinliğe karışarak saçlarımı okşuyordu. Gökyüzünde ise ışıklandırılmış, sanki bir film setindeymişim gibi duran balonlar vardı.
Deniz, masanın hemen yanında durmuştu. Gömleği kollarına kadar sıyrılmıştı. Gözlerini bana dikmiş, gülümsüyordu. Dudaklarındaki o hafif kıvrım, gözlerindeki parıltı, her zamanki gibi içime işliyordu.
Adımlarımı yavaşlattım, sanki bu anı biraz daha uzatmak istedim. Masanın üzerine yansıyan küçük ışıklar, şarap kadehlerinin camında dans ediyordu. Bembeyaz örtü, kuru lavanta buketi, minik bir kandil ve gümüş çatal bıçaklar. Sofistike bir sadelik. Ne abartılıydı, ne eksikti. Bu masa, bizim gibiydi.
Deniz sandalyemi çekti. “Hoş geldiniz, Kapadokya’nın en güzel misafiri.”
Gülümsedim. “Hoş bulduk. Burası başka bir dünya gibi.”
“Sadece sen varsın diye böyle hissediyor olabilirsin.” dedi sandalyesine otururken. O an gülümsedim. Beni böyle sevmesi kelimelerin ötesindeydi.
Şarap kadehimi parmaklarımın arasına aldım, hafifçe çevirdim. Gümüş ışıklar kadehin içinde kıvrılıyordu sanki.
Deniz, başını hafif yana eğmişti. Dirseğini masaya dayamış, parmaklarını çenesine yaslamıştı. Gözleri benim üzerimdeydi. Öylece sadece bakıyordu. Göz göze gelince gözleri kısıldı, gülümsedi.
“Ne?” dedim gülümseyerek, yanağımı sıvazladım. “Bir şey mi var yüzümde?”
Başını salladı. “Hiçbir şey yok. Sadece nasıl oluyor da her ışık sana bu kadar yakışıyor, onu anlamaya çalışıyordum.”
Yanaklarım bir anda sıcacık oldu. Gülümsememi gizlemeye çalıştım ama kadehi kaldırdığımda bile ellerimin hafif titrediğini fark ettim. “Bu kadar romantik olman biraz tehlikeli biliyorsun değil mi?” dedim hafif göz devirerek.
“O zaman bu gece tamamen tehlike bölgesi.” dedi alçak sesle.
Gülümsedik. Kadehlerimizi kaldırdık, usulca tokuşturduk.
Tam o sırada, gökyüzünde bir balon yükseldi. Ardından biri daha, sonra bir diğeri. Otelin arkasındaki ufak vadiden yükselip gökyüzüne süzülen balonlar. Bazıları mavi, bazıları kırmızı, ışıklarla bezenmiş. Bir masal gibiydi. Başımı hafifçe geriye yasladım.
“Bak.” dedim fısıltıyla. “Bu gerçek gibi değil.” Birkaç saniye ikimiz de sessiz kaldık. Sadece uzaklardan gelen ateşleme sesleri vardı. Balonlar ateşlenirken bir an için çevredeki her şey altın rengine bürünüyordu.
“Yemekten sonra odamızın terasına çıkalım mı?’’ dedi Deniz kadehini yudumlarken. ‘’Bir battaniye, iki kadeh sıcak şarap, sen ve ben.’’
‘’Harika olur.’’ dedim, ‘’O zaman kalkalım mı?’’
‘’Kalkalım sevgilim.’’ dedi. Kadehimdeki son yudumu aldım. Hâlâ üzerimde olan o tatlı yorgunluk, kalbime iyi geliyordu sanki. Bazen çok sevilmek de insanı dinlendirebiliyordu.
Ayağa kalktım. Eteklerim dizimde hafifçe dalgalandı. Ceketimin yakasını düzelttim. Deniz kolunu bana sardı, başını başıma eğdi ve odamıza gidene kadar da başını başımın üzerinden çekmedi.
Odaya girdiğimizde Deniz yatağın üstünden kalın örgü battaniyeyi, sıcak şarabın şişesini ve iki kadehi aldı, terasa doğru işaret ettiğinde içimde ayakkabılarımı bir kenara koydum ve peşine takıldım.
Terasa çıktığımızda rüzgâr ince ince yüzüme vurdu. Gecenin serinliği tenime değince ürperdim ama hemen ardından üzerime örten o yumuşacık ağırlığı hissettim. Deniz, battaniyenin bir ucunu bana, diğerini kendine sararken beni usulca çekti. Başım kalbinin üstüne denk gelmişti. Deniz’in iki kolu da göğsümün altından bana sarılıydı ve sıcak nefesi saçlarımı okşuyordu. Bir yudum şarap alıp ona da içirdim.
“Tam olarak bunu hayal etmiştim,” dedi alçak sesle. “Seninle, yıldızların altında, bu sessizlikte.”
“Yıldızlar yetmezmiş gibi balonlar da var. Bu manzara fazla kusursuz.” Deniz başını kaldırdı. Gökyüzü çok güzeldi. Balonların bazılarının ışığı sönükleşmişti ama bazıları hâlâ altın gibi parlıyordu. Gece sanki nefes alıyordu.
“Sen böyle bir geceye kazakla girecektin neredeyse.” diye fısıldadı Deniz gülerek.
Gülümsedim. Başımı göğsüne iyice yasladım. “Bence hâlâ kazaklık bir serinlik var.” dedim inadına.
Deniz hafifçe eğilip kulağıma doğru fısıldadı. Sesi alttan alta bana hissettirmeye çalıştığı o muzip ifade vardı. “Hiç uğraşma. Bu gece seni kazakla yatırmayacağım.”
Bir an duraksadım. Yanaklarımda yavaş yavaş yayılan sıcaklığı hissettim. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım ama o zaten çoktan bana bakıyordu. Yanaklarındaki gülümseme masum gibi görünüyordu ama gözlerinde kıvılcımlar vardı. “Yani neyle yatırmayı planlıyorsun acaba?” dedim kaşlarımı hafifçe kaldırarak, alayla ama utangaçça.
Deniz başını hafif yana eğdi, gülümsemesi derinleşti. Yüzüme doğru biraz daha eğildi. Sesini iyice alçalttı, fısıltısı neredeyse dokunuş gibiydi. “Hiçbir şeyle.” Bir an nefesim kesildi. Sonra Deniz gözlerini gözlerimden ayırmadan devam etti. “Çarşaflar ve ben. Hepsi bu. Daha fazlasına gerek yok zaten çünkü senin teninle temas etmeden uyumamın imkanı yok.”
‘’Hımm.’’ dedim, kollarının arasında biraz da olsa doğruldum. Tam bir şeyler söyleyecektim ki Deniz dudaklarımı öpmeye başladı. Ve ben tabii ki karşı koymamış, gözlerimi kapatmıştım. Deniz’in eli eteğimin uçlarında bacaklarımı okşarken dudakları da boynuma yol almıştı. ‘’Deniz.’’ dedim, ‘’Burada mı gerçekten?’’
Deniz bulunduğu ortamın farkına yeni varmış gibi battaniyeyi üzerimizden attı ve ayağa kalkıp elini uzattı. Elimi uzattım. Kalktım. Parmak uçlarım onun avuç içlerine değdiğinde bütün dünya sanki biraz daha hafifledi.
Taş merdivenlerden inerek odamıza doğru yürümeye başladık. Ayak seslerimiz birbirine karışmıştı.
O gece sadece şöminenin ateşi yanmadı. Biz de yanmıştık.
16 Mart, Çarşamba
Göz kapaklarım yavaşça aralandığında odanın içi altın sarısı bir ışıkla dolmuştu. Perdeler aralıktı, dışarıdan yumuşak bir aydınlık sızıyordu. Odanın içinde dans eden o ışık, sanki geceyi değil, sadece bizi uyandırmak istemişti.
Gözlerimi Deniz’e çevirdim. Göğsüme yaslanmıştı. Kolunu belime sarmış, saçlarımı avucuna almıştı. Parmak uçları hâlâ sıcacıktı. Sanki gece boyunca beni bırakmamış, uykusunda bile beni sevmişti. Yastıkta biraz dağılmış saçları, hafif aralanmış dudakları, alnında tek çizgilik bir huzur.
Ona biraz daha sokuldum. Burnum onun boynuna değdi. Teninde gece vardı. Biz vardık. Hâlâ üzerimde battaniyenin sıcaklığı değil, onun kollarının dokusu vardı.
O an düşündüm. İnsan en çok nerede güvende hissederdi? Benim cevabım çok netti. Onun teni. Onun nefesi. Onun kalbi.
Tam iç çekmek üzereydim ki göz kapakları kıpırdadı. Ardından o tanıdık, yavaş gülümseme yüzüne yayıldı. “Günaydın güzelim.” dedi sıcacık sesiyle.
“Günaydın kocacım.” dedim ve yanağını öptüm.
“Ne zaman uyandın?”
“Birkaç dakika oluyor.” dedim ve saate bakmak için telefonuma uzandım. Sonradan farkına vardığım bir şey vardı ki o da dün helikoptere bindiğimden beri telefonumu hiç görmemiş olduğumdu. “Aa.” dedim şaşkınlıkla. “Sevgilim bizim telefonlarımız nerede?”
“Kimse bizi rahatsız etmesin diye kapattım ve sakladım. Eve dönerken vereceğim telefonunu.”
“Ama ya önemli bir şey olursa ve bize ulaşamazlarsa?”
“Ulaştıkları zaman söylerler artık.” dedi umursamaz bir şekilde. “Rahatsız edilmek istemiyorum.”
Kolumu onun üzerine attım ve başımı boynunun girintisine sakladım. “Peki o zaman. Sen ne dersen o. Bu sefer itiraz etmeyeceğim.”
Deniz sıcacık bir gülümsemeden sonra saçlarımı öptü. “Acıktın mı?”
“Acıktım.” Dedim. “Yiyelim hemen.”
“Yeriz güzelim. Ne yapmak istiyorsun bugün? Var mı aklında bir şey?”
“İsteyeceklerimin bir sınırı var mı?”
“Senin için bütün sınırları kaldırırım sevgilim. Ne demek bir sınır var mı?” dedi. Ona daha sıkı sarıldım.
“Hmm o zaman, balona binmek istiyorum. Olur mu? Biner miyiz?”
“Sence seni buraya sadece izlemek için getirmiş olabilir miyim canımın içi? Bineceğiz tabii ki. Başka neler yapalım mesela? Yarın ne yapmak istersin?”
“Çömlek yapmak istiyorum. Bir atölyeye gidelim mi?”
“Olur gideriz. Başka?”
“Dilek feneri uçurmak istiyorum.”
“Ne dileyeceksin?” dedi merakla.
Dileğim gerçekleşir miydi bilmiyordum ama bir bebeğimizin olmasını dilemek istiyordum.
Bunu Deniz’in yanında yüksek sesle söylemek istemiyordum. Ama içimde, usul usul büyüyen bir özlem vardı. Onunla kurduğumuz hayatın bir yerinde, birlikte büyüttüğümüz bir çocuk olacağını hayal etmiştim. Gözlerimize benzeyen gözleri olurdu belki, kahkahalarımızla gülerdi. Benim gibi sabırsız, onun gibi tutkulu olurdu. Bizden bir parça. Bizim kadar inatçı, bizim kadar seven.
Ama belki de hiç olmayacaktı. Bu ihtimalin ağırlığı, nefesimi daraltmıştı. Sadece bir cümleydi belki ama içime öyle bir acı yerleşmişti ki tarif edemedim. Olmayacaksa, ne yapardım bilmiyordum. Eksik kalırdım belki. Onunla dolu olan hayatımda ilk kez bir boşluk olurdu.
O anlarda susmuştum. Deniz’in gözlerine bakmaya bile çekinmiştim. Güçlü olmaya çalışmıştım ama başaramamıştım. İçimde bir yer sızlamıştı. Olur diye beklediğim şeyin, olmayabileceğini bilmek içimi yakmıştı. Hayalini kurduğum her sabah, her gülümseyiş, birer hayal kırıklığına dönüşmüştü.
“Seninle ömür boyu yan yana olmayı dileyeceğim.” dedim.
“Hmm harika bir dileğe benziyor. Ben de karımın sonsuza kadar bana aşık kalmasını dileyeceğim.”
Kıkırdadım ve burnunu öptüm. “Seni sonsuza kadar seveceğim.”
Deniz şükür dolu bir ifadeyle gülümsedi. “Ee bu kadar mı? Başka ne yapmak istiyorsun?”
“Peri bacalarını gezmek, şarap tadımı yapmak, yeraltı şehirlerine gitmek. Hepsine yetecek kadar vaktimiz var mı? Kaç gün kalacağız?”
“Yapmak istediğimiz her şeyi yaptıktan sonra döneceğiz sevgilim. Sen hiç merak etme orasını.”
“O zamaaaaan Göreme Açık Hava Müzesi’ne de gidelim mi? Aaa buranın vadi yürüyüşleri de çok güzelmiş. Bunları da yapalım mı? Hı, yapalım mı?”
“Yaparız sevgilim, yaparız benim güzel karım. Sen söyle sadece, ne istersen.”
Büyük bir heyecanla ona sıkıca sarıldım. “Deniz sana çok aşığım.”
“Ben de sana çok aşığım. Ama hadi kahvaltı yapalım ve kendimizi artık dışarı atalım. Yoksa buradan çıkamadan İstanbul’a geri döneceğiz.”
Güldüm, yataktan kalktım ve banyoya girip hızlandırılmış bir duş alarak odaya geçtim. Ben hazırlanırken Deniz de duş almıştı. Nihayetinde hazırlandık ve otelin bahçesine kahvaltıya indik. Yerel bir kahvaltıydı ve o kadar iştah açıcı görünüyordu ki hepsini yemek istiyordum. Patatesli gözlemeler, köy ekmekleri, yöresel peynirler, ev yapımı reçeller, ballar, kaymaklar, zeytinyağlı kahvaltılık mezeleri. Hepsi görsel bir şölendi ve aynı zamanda midemize de hitap ediyordu.
Büyük bir keyifle kahvaltımızı yaptık ve otelden ayrıldık. Balona akşam saatlerine yakın bir vakitte bineceğimiz için gündüz saatlerini sokaklarda gezmeye ve çömlek yapmaya ayıracaktık. Akşam balondan indikten sonra da dilek fenerlerimizi uçuracaktık. Harika bir plandı.
“İşte.” dedi Deniz ilerideki bir çömlek atölyesini gösterirken. “Bak şurada atölye var, hadi gidelim.”
Atölyenin kapısından içeri girdiğimizde, toprak kokusu burnuma doldu. Renk renk çömlekler raflarda dizilmişti. Kimisi parmak izleriyle bezeli, kimisi sanki müzeye aitmiş gibi gösterişliydi. Ortada dönen tornaların etrafında bir grup insan kendi eserlerine odaklanmıştı.
“Kesin senin yaptığın kupanın dibi delik olur.” diye fısıldadı Deniz kulağıma, göz kırparak.
“Sen de sanki usta çömlekçisin.” dedim, kolumla dürterek. İçeriye yöneldiğimizde bizi güler yüzlü bir kadın karşıladı. “Denemek ister misiniz?” diye sordu.
Benim yerime Deniz atıldı. “Evet! Eşim çok hevesli.”
Kadın bizi tezgâhlardan birine yönlendirdi. Önümüzde bir avuç nemli kil vardı. Önce el hareketlerini gösterdi, sonra bizi baş başa bıraktı. Deniz kollarını sıvadı, ben de dizlerimi kırarak tezgâha yaklaştım. Kil masum duruyordu ama içten içe sinsice planlar yapıyordu sanki. Elimi değdirdiğim an sağa sola fırlayacakmış gibi hissettim.
Tornayı çalıştırdık. Kil dönmeye başladı. Ellerimi nazikçe üzerine koydum ama kil eğildi, yamuldu ve bir anda çöktü.
“Hadi bir daha dene.” dedi Deniz. “Bu sadece ön denemeydi.” diyerek yeniden toparlanmama yardım etti. Elini uzattı, ellerini ellerimin üzerine aldı.
“Bak şimdi, birlikte deneyelim.” dedi alçak bir sesle. Sanki çömlek değil, bir ritüel yapıyorduk. O kadar yakındı ki nefesi boynuma değiyordu. Tornanın başında dönüp duran kilin sesiyle birlikte zaman da yavaşladı sanki.
Ellerimiz birlikte kilin etrafında dönmeye başladı. Bu kez şekil bozulmadı. Kıvrıldı, yükseldi. Ortaya bir bardak benzeri bir şey çıkmıştı.
“İşte bu.” dedi Deniz. “Modern sanat.”
“Senin ellerin olmadan ben sadece çamura bulanmış olurdum.” dedim. “Resmen Ghost filmine bağladık ama biraz daha çamurlu versiyonu.”
“Bir farkla.” dedi Deniz, gözlerime bakarak. “Bizimki gerçek.”
Atölyeden ayrılırken Deniz’le beraber yaptığınız kupayı da almıştık. Bu kadar yetenekli olmasına inanamıyordum. Elinden gelmeyen bir tane bile iş yoktu.
Sokakta yürümeye devam ederken, gökyüzü yavaş yavaş açık maviye dönüyordu. Güneş, taş duvarların üstünden yumuşak bir ışıkla sızıyordu. Sokak lambalarına asılı kurutulmuş biberler, mavi boncuklu süslemeler ve kapıların önüne dizilmiş minik çömlekler gözümüze çarpıyordu. Her yer, bu büyülü coğrafyanın ruhunu taşıyordu.
“Şuraya bak.” dedim az ileride tezgah açmış bir teyzeyi gösterirken. Tezgahında magnetler, nazar boncuklu bileklikler, minik Peri Bacaları heykelleri, kilden yapılmış işlemeli vazolar satıyordu. “Hadi gel.” dedim Deniz’i peşimden sürüklerken.
“Merhaba.” dedim sıcacık bir sesle. “Kolay gelsin.”
“Sağ ol kızım. Hoş geldiniz. Ne istemiştiniz?” Tezgahta uzun uzun göz gezdirdim ama ne alacağıma asla karar verememiştim. “Yeni evli misiniz?”
Bir an Deniz’le göz göze geldik. Evleneli iki seneyi geçmişti ama biz evli olmanın nasıl bir şey olduğunu daha yeni deneyimliyorduk. “Evet.” dedi Deniz. “Yeni evliyiz. Balayına geldik.”
Teyze tezgaha uzandı, su mavisi nazar boncuğuyla yapılmış bir bilekliği eline aldı. “İkinizin güzelliği de sevdası da birbirinizin yüzüne yansımış. Benden ne alırsınız bilmem ama bu bileklik sana hediye olsun kızım.”
“Ya.” dedim heyecanla. “Çok teşekkür ederim. Ne güzel şeyler söylüyorsunuz.”
“Karşımda güzel bir çift varken benim dilim başka ne söylesin?” dedi teyze.
Bilekliği aldım, Deniz saniyeler içinde bileğimi süsledi. Teyzenin bu güzel jestine karşılık çalışma odasına koymak için bir tane Peri Bacası heykeli aldım. O sırada teyzenin arkasındaki evden üç dört yaşlarında çok güzel bir kız çocuğu çıktı.
“Babaanne ya.” dedi huysuz bir sesle. “Abim benim saçımı çekiyor. Çekme diyorum yine çekiyor. Bıktım bu çocuktan.” dedi, ardından ağlamaya başladı.
“Ağlama Ceren. Ben gelince bilirim ona yapacağımı.”
Adının Ceren olduğunu öğrendiğim kız susmamış, aksine daha yüksek sesle ağlamıştı. Deniz yere eğildi ve Ceren’i kucağına aldı. “Sssh senin gibi güzel bir kıza ağlamak yakışıyor mu hiç?” dedi gözyaşlarını silerken. “Bak ağlamazken ne kadar güzelsin.” Ceren utangaç bakışlarla Deniz’i süzdü.
“Aman oğlum bizim kız çok nazlı. Abisinin bir şey yaptığı yok. Boş yere ağlıyor.” dedi teyze.
Deniz’le aynı anda güldük. Deniz Ceren’in yanağından makas aldı. “Kandırıyor musun babaanneyi?”
“Kandırmıyorum.” dedi Ceren. “Abim saçımı çekti.” Kolunu kaldırdı, kapıyı gösterdi. “Bakın orada işte. Ona sorun.”
Başımızı çevirip kapıya baktık. En az Ceren kadar güzel bir yüzü olan ve Ceren’den en fazla bir yaş büyük olan bir çocuk bizi izliyordu.
“Doğru mu söylüyor kardeşin?” dedi babaannesi. Çocuk kısa bir süre cevap vermedi. Kilitlenmiş gibi beni izliyordu. “Caner oğlum, söylesene. Kardeşinin saçını mı çektin?”
“Ama o da benim topumu patlattı.” dedi Caner. Yavaş yavaş yanıma geldi ve ceketimin uç kısmıyla oynadı.
Yere eğilip yüzünü sevdim. “Belki yanlışlıkla patlatmıştır.” dedim yumuşacık bir sesle. “Kardeşinin canı yanmış. Acaba saçını çekmesen mi bir daha?”
Caner minik elini kaldırıp yanağımı okşadı. İçim erimiş gibi hissetmiştim. “Gözlerin ne kadar güzelmiş.” dedi hayranlıkla.
“Teşekkür ederim, seninkiler de öyle… Sen beni sevdin galiba. Hı?” Caner başını aşağı yukarı salladı. “O zaman gel seninle bir anlaşma yapalım. Ben seni bir kere yanağından öpeyim. Sen de bir daha Ceren’in saçını çekme. Olur mu?” Caner hevesle başını salladı, yumuşak yanağına minik bir öpücük bıraktım. “O zaman anlaştık?” dedim elimi uzatıp.
Caner de elini uzattı ve benimle el sıkıştı. “Anlaştık.”
“Güzel.” dedim.
Deniz Ceren’i öpüp sonra yere indirdi. Caner kolunu Ceren’in boynuna sardı, onu yanağından öptü. Birbirlerine sarılmış bir halde eve doğru ilerlerken arkalarından gülümsedim. “Abla benim yanağımı öptü gördün mü?” dedi Caner gururla.
“Abi de benim yanağımı öptü.” dedi Ceren. Kısa bir süre sonra sadece gülüş sesleri kalmıştı.
“Ayy çocuklar.” dedi teyze hayran hayran. “Nasıl yaptınız siz bunu? Caner ömründe öpmemiştir Ceren’i. Helal olsun size, ikisini de sakinleştirdiniz.”
“Çocukları severim.” dedim. “Böyle anlarda onların dilinden konuşmak lazım.”
Teyze hayran hayran bizi izledi. “Çok yakıştı ama ellerinize. Size de nasip eder inşallah hayat.” dedi içten bir duayla.
Gülümsemekle yetindim. Deniz borcumuzu ödedi ve sokakta yürümeye devam ettik. “Sevgilim iyi misin?” dedi Deniz. Sanırım içimin sızladığını anlamıştı.
“İyiyim.” diyerek durumu kurtarmaya çalışsam da pek başarılı olmuş sayılmazdım.
“Tamam, ben sana iyi gelecek bir şey biliyorum.” dedi Deniz. Ve beni butik bir elbise mağazasının içine soktu.
“Deniz burada ne yapacağız?”
“Selay’ın düğünü için elbise bakmak istersin belki diye düşündüm.” dedi.
“Başka zaman da alırdım.” dedim ve mağazayı inceledim. Geniş ve ferah bir yerdi. Aynalar her köşeye yerleştirilmişti ve her birinde pırıltılı elbiseler yansıyordu. Renkler arasında kaybolmuş gibiydik. Işık sarısı, toz pembe, zümrüt yeşili. Her biri birer masal gibiydi.
Ama sonra bir elbise gözüme takıldı. Sarı. Göz alıcı. Hafif saten dokusu ışıkla dans ediyordu. İncecik askıları vardı, belime cuk oturacak gibiydi. Göğüs dekoltesi çok cesurdu, eteği dizlerimin biraz üstünde bitiyordu.
“Buldum!” dedim Deniz’e dönerken.
Deniz bana döndü, elbiseye baktı, sonra bana baktı, ardından yine elbiseye baktı.
İfadesi değişmişti. “Bunu mu?” dedi kaşlarını çatıp.
“Evet! Harika değil mi?” dedim, elbiseyi kendime tutarak. “Renk şahane, modeli de çok şık! Deniyorum bunu.”
Deniz kollarını göğsünde bağladı, gözlerini kıstı. “Bence gereksiz.”
“Nasıl yani?”
“Sarı sana yakışmaz.”
Şaşkınlıkla baktım. “Cidden mi? Aşkım bu renk tenime mükemmel olacak.”
Deniz iyice yaklaştı, sesini alçalttı. “Ada. Bu elbisenin fazla açık olduğunu fark ettin mi?”
Omuz silktim. “Bahar düğünü. Herkes hafif giyecek. Ayrıca hava sıcak olur Aydın’da.”
Deniz derin bir iç çekti. İç savaşı başlamıştı belli ki. “Peki, dene de görelim bakalım.” dedi sonunda.
Hemen deneme kabinine girdim. Elbiseyi üzerime geçirdim. Sonuç büyüleyiciydi. Aynadan kendime hayran hayran baktım. Sonra perdeyi aralayıp dışarı çıktım.
Deniz’in bakışları ilk anda büyüdü. Gözleri istemsizce üstümde gezindi. Sonra kaşları çatıldı. “Yok.”
“Ne yok?”
“Bu elbise alınmıyor.”
Kahkaha attım. “Deniz, gerçekten abartıyorsun.”
“Eğil bakalım.” dedi ciddiyetle.
“Ne?”
“Elbisenin rahat olup olmadığını kontrol edeceğim.”
“Hayır.”
“Hah! Bak sen bile emin değilsin.”
“Deniz gerçekten abartıyorsun.”
“Düğünde adamlar olacak. Gözleri de olacak.”
“Ee ne var bunda?”
“OLMAZ!” diye bağırdı ellerini gözlerine kapatarak. “BİTTİ. BU ELBİSE ALINMIYOR!” Ben kahkahaya boğulurken, o yüzünü ellerinin arasına gömmüştü. “Ada, bu elbiseyle düğüne gidemezsin. Selay düğün yapıyor, plaj partisi değil!”
“Deniz, gayet zarif ve şık.”
“Hayır. Bu elbise düğün düşmanı. Benim başımı belaya sokacak.”
Kollarımı bağladım. “Senin yanında kim, bana bakıyor acaba?”
“Hayır, başka bir şey seçiyoruz.”
“Yok yok seçmiyoruz.” dedim ve arkama döndüm. “Bak sırtı da çok güzel.”
“Kumaş dikmeyi unutmuşlar.” dedi, güldüm. Alt tarafı bel çukuruma kadar açıktı. Bunda ne vardı?
“Deniz.” dedim uyarıcı bir sesle göz devirerek. “Bunu alıyorum.”
Deniz gözlerini kıstı. “Hayır, benimle pazarlık yapacaksın.”
Kasaya doğru yürüdüm. “Yok, yapmayacağım.”
Deniz gözleri fal taşı gibi açılmış halde peşimden geldi. “Ada, bunu yapma.”
“Yapıyorum.”
“Düğünde yanından ayrılmam!”
“Biliyorum.”
“Bütün gece seni saklayacağım.”
“Dene bakalım.”
Deniz’in yüzü mutlak bir yenilgiyi yansıtıyordu. Kasaya ulaştığımda “Ödemeyi alabilir miyim?” dedim gülümseyerek.
Deniz, arkamdan mırıldandı. “Başımı belaya sokacaksın.”
Mağazadan çıkarken Deniz hâlâ söyleniyordu. Elbiseyi almıştım, kasadaki görevli gülümseyerek kutuya koymuştu. Deniz ise bir kıskançlık, bir hayranlık arasında sıkışmış gibiydi. Yüzünden ne geçirdiğini tam okuyamasam da yürürken bir elim hep belimdeydi. Sanırım elbisenin etkisi sürüyordu.
Sokaklarda biraz daha gezdik. Elimde poşet, bileğimde nazar boncuklu bileklik. Gün yavaşça öğleden sonraya evriliyordu. Güneş hâlâ sıcaktı ama daha yumuşak ışıklar düşüyordu taş sokaklara.
Otele döndüğümüzde gün uzun geçmişti ama içimde hâlâ o çocuksu heyecan vardı. Çömlekler, çocuklar, dükkânlar, elbiseler. Hepsi bir rüya gibiydi. Ayağımı ayakkabıdan çıkarır çıkarmaz odanın taş zeminine basmak bile huzur veriyordu. Deniz, banyoya gidip yüzünü yıkarken ben günün geri kalanını düşündüm. Birkaç saat sonra gökyüzünde olacaktık.
“Yarım saate inelim.” diye bağırdım banyoya doğru. Hızlıca üstümü çıkarttım. Valizden siyah yünlü taytımı, uzun kollu siyah kazağımı ve kapüşonlu ince montumu aldım. Hepsini üzerime geçirdim. Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptım. Makyajımı tazeledim. O sırada Deniz de üzerini değiştirmiş bir şekilde banyodan çıktı. Gri sweatshirt, koyu renk kot pantolon, üstüne de ince ama soğuk geçirmeyen bir mont almıştı.
“Hazırsan gidelim mi aşkım?” dedi Deniz.
“Gidelim.” dedim ve Deniz’in koluna girip onu kapıya doğru yürüttüm.
Araba vadilere doğru kıvrıla kıvrıla ilerlerken, biz sessizce yolculuğun tadını çıkarıyorduk. Hafif bir esinti arabanın camından içeri doluyordu. Uzakta, dev balonların gövdeleri yavaşça dikleşiyordu. Balonlar yerden göğe uzanan birer hayal gibi yükselmek üzeriydi.
Aracımız balon alanına vardığında motor sustu. İnip elimle saçımı düzelttim. Toprak zeminde yürürken rüzgar yanaklarıma çarpıyordu. Tüplerle sepetleri ısıtmaya başlayan görevliler bizi gülümseyerek karşıladı. Balonlar neredeyse hazırdı. Rengârenk desenleri gökyüzünün canlılığıyla uyum sağlıyordu.
Bineceğimiz balonun yanına vardığımızda kalbim göğsümde iki kat hızlı atmaya başlamıştı. Gökyüzü, sanki bizi bekliyordu. Balonun yanına vardığımızda sepet çoktan hazırlanmış, ateşle ısıtılmış havayla dev gövdesi ağır ağır yükselmişti. Balonun denkli desenleri gün batımının tonlarına karışıyor, pamuk gibi hafif gökyüzüne nazlı nazlı uzanıyordu. Kalbim göğsümde iki kat hızlı atıyordu. Rüzgâr yanaklarımı okşuyor, gün batımıyla gökyüzü pastel bir tabloya dönüşüyordu. Karşımızda yükselmek üzere bekleyen devasa balon, turuncu ve lacivert renkleriyle göğe meydan okuyor gibiydi.
Balonun sepetine adım attığım anda hafifçe sarsıldım. Sepet hâlâ yerdeydi ama içimde çoktan havalanmıştım.
Benden sonra Deniz de kendini sepete attı, ben başka insanların da bineceğini düşünüyordum ki pilotumuz kendi de bindikten sonra sepetin kapısını kapattı. Neden yalnız bindiğimizi bilmiyordum, açıkçası sorgulamak da istemiyordum. Deniz’le gökyüzünde yalnız kalmak harika olacaktı.
Pilot önce bize güvenlik önlemlerini dikkatlice anlattı. Sonra son hazırlıklarını yaptı. Sepeti ve halatları kontrol etti. Biz o sırada sepetten manzarayı izlemeye başladık.
Kısa bir süre sonra pilot tüpleri açtı, balonu ısıtmaya başladı. Hemen ardından dev bir alev sesi yükseldi. Bu ses biraz da olsa irkilmeme sebep olmuştu. Alevlerin yüzümüze vuran sıcaklığıyla balonun gövdesi yukarı doğru kabardı, altımızdaki yer titredi, sepet hafifçe sallandı ve sonra yavaşça yerden yükselmeye başladık. Heyecanlı bir çığlık attım. “Deniz bu çok harika!” dedim heyecanla ona dönerek. Kalbim normalden biraz daha hızlı atıyordu. “İçim gıdıklanıyor şu an.”
Deniz minik bir kahkaha atıp beni belimden tutarak kendine doğru çekti. Saçlarımı öptü.
Önce yavaş yavaş sonra hızlanarak yükselmeye başladık. Gökyüzüne çıkarken her şey küçülüyordu. Arabalar, insanlar, kayalıklar, taş evler, arnavut kaldırımları, peri bacaları, vadiler, ince yollar, sokaklar minyatür bir dünyanın parçaları gibiydi artık.
Rüzgar saçlarımı uçuruyordu. Derin bir nefes aldım. Gökyüzü bizi içine almıştı. Göz alabildiğine uzanan Kapadokya’da kuş gibi süzülüyorduk.
Balon iyice yükselmişti. Diğer balonlar da etrafımızdaydı, bazıları bizden yukarıda, bazıları aşağıdaydı. Gökyüzü rengarenk balonlarla bezenmişti. Manzara büyüleyici bir masal gibiydi.
Güneş tam batmamıştı, gökyüzü açık turuncu ve mor tonlarına boyanmıştı. Sanki başka bir çağda, başka bir ülkedeydik. Balon ilerledikçe, gökyüzü daha da güzelleşti. Altımızda vadiler, tepeler, taş yapılar usul usul geride kalıyordu.
Deniz’in yanına sokuldum. O an içimde tarifsiz bir huzur vardı. Yüzümü boynuna yasladım. Rüzgar hafifti ama biraz serindi. Deniz önce kendi montunun fermuarını çekti, sonra döndü ve benim montumun fermuarını çekti.
Güneş ufukta yavaş yavaş alçalıyor, gökyüzü turuncunun en güzel tonuna, pembeye, mora bürünüyordu. “Keşke zaman dursa.” dedim kollarımı Deniz’in etrafına sardığımda.
Deniz saçlarımın üzerine sıcak nefesini bıraktı. “Ne hissediyorsun şu an?”
Kısa bir duraksamadan sonra cevapladım. “Sanki çocukken hayalini kurduğum ve prensini kendim seçtiğim bir masalın içindeyim.”
Deniz başını yana eğdi, yumuşak bir sesle fısıldadı. “O prens kendini çok şanslı hissediyor.”
Gülümsedim ve kollarımı Deniz’den çekip sepete yaslandım, kollarımı havaya kaldırdım. “Şuna bak, sanki bir tablonun içindeyiz. Şimdi bir dilek dilesem kabul olacakmış gibi hissediyorum.”
Deniz arkamdan sarılıp boynunu öptü. “Tut hadi.”
Gözlerimi kapattım. Gökyüzünden, bulutlardan, balonlardan istediğim tek bir şey vardı. Bir gün buraya çocuğumuzla da gelmek istiyorum.
“Tuttum. Sen de tut.” dedim ona doğru dönerek.
“Ben de tuttum.” dedi gülümseyerek. Ardından dudağıma minik bir öpücük bıraktı.
Gökyüzünde dakikalarca asılı kalmıştık, pilot birazdan ineceğimizi söylediğinde Deniz beni karşısına aldı, ellerimi tuttu ve gözlerimin tam içine baktı. “Sevgilim.” dedi içli bir sesle.
“Efendim sevgilim.” dedim aynı onun gibi içli bir sesle.
“Şimdi sana Kapadokya semalarında, yerden yüz küsür metre yükseklikte bir soru soracağım.”
“Sor aşkım.” dedim.
Öksürerek sesini düzeltti. Yüzünde hem hüzünlü hem de heyecanlı bir ifade vardı. Ne soracağını çok merak etmiş, ona Ee. der gibi bakmıştım. “Siz Ada Dinçer.” dedi sıcacık bir sesle. Ben artık Ada Dinçer Aladağ’dım. Bana neden sadece Ada Dinçer dediğini ve siz diye hitap ettiğini anladığımda dizlerimin bağı çözülecek gibi olmuştu. “Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, güldüğümde, eğlendiğimde, üzüldüğümde, düştüğümde bile benimle evli kalmayı kabul ediyor musun?”
Elimi ağzıma götürdüm. Gözlerim dolmuş, sağ gözümden bir yaş süzülmüştü. Başımı yukarı kaldırdım, derin bir nefes aldım, tekrar Deniz’e baktım. “Eveeeeeeeeeeeeeeet.” dedim kocaman bir çığlıkla. “Kabul ediyorum. Bin kere, milyon kere kabul ediyorum.” İki gözümden birden yaşlar süzülürken Deniz elini yanağıma yasladı.
“O zaman.” dedim. “Sayın Deniz Bey. Gökyüzünde, göz göze, kalp kalbe, rüzgar yanımızda esiyorken size soruyorum. Beni çamur içinde bile, sabah saçlarım karışıkken de sevecek misiniz? Ben burnumu çektiğimde bile benimle kalacak mısınız? Bazen trip atıp sessizleştiğimde bile yanımda duracak mısınız? Her şeye rağmen benimle evli kalmayı kabul ediyor musunuz?”
“Eveeeeet.” dedi Deniz benden daha yüksek bir sesle. “Eveeet kabul ediyorum. Sonsuza kadar evet.” Yanağımı istila eden gözyaşlarımla birlikte Deniz’e sımsıkı sarıldım. Deniz ise aşkını haykırmaya devam ediyordu. “Ey bulutlar, şahidimiz olun. Bu kadın benim karım ve ben onu sonsuza kadar seveceğim.”
Balon alçalmaya başladığında gökyüzü çoktan geceye teslim olmuştu. Güneş, ufkun ardında yavaşça kaybolmuş, yerini lacivertin derin tonlarına ve göz kırpan yıldızlara bırakmıştı. Rüzgâr yavaşlamış, Kapadokya’nın vadileri karanlığın içinde silüet gibi belirmişti.
Aşağılarda, birkaç küçük ışık yanıp sönüyor, uzaktaki diğer balonlar yavaş yavaş inişe geçiyordu. Bizim sepet de sanki gökyüzüyle vedalaşır gibi nazikçe süzülüyordu. Deniz, arkamdan sarıldı. Çenesini omzuma dayadı. Bir süre hiç konuşmadan o sessiz inişi izledik. Yalnızca rüzgârın hafif uğultusu ve sepetin altında yanan ateşin cızırtısı duyuluyordu.
Ay tam tepemize yükselmişti. Gökyüzü, yıldızlarla ışıldayan bir örtüye dönüşmüştü. Pilot inişe geçeceğimizi söylediğinde içimde bir burukluk hissettim. O anın hiç bitmesini istememiştim.
***
Balon toprağa hafifçe dokunduğunda sanki gökyüzüyle vedalaşmıştık. Sepetten indiğimde ayaklarım yere bastı ama kalbim hâlâ yukarıdaydı. Güneş çoktan batmıştı. Ufuk çizgisi silinmiş, gökyüzü laciverte dönmüştü. Havanın kokusu değişmişti. Toprak daha serin, gece daha derindi. Her şey suskundu. Sanki dünya, biraz önce göğe savrulan duygularımıza saygı duruşunda bulunuyordu.
Sepetin yanından uzaklaştık. Ayaklarımızın altındaki zemin yumuşaktı. Rüzgar, saçlarımın arasından geçiyor, tenime serinliğini bırakıyordu. Gökyüzünde birer birer beliren yıldızlara baktım. O an sanki tüm gök bana göz kırpıyordu.
Arabaya bindik. Camdan dışarı baktım. Vadilere doğru kıvrılan yolda ilerlerken, etrafımızda sadece gece vardı. İçim huzurla doluydu. Az önce gökte süzülen kalbim, şimdi toprağa güvenle kök salıyordu. Yavaşça başımı yasladım. Rüzgarın serinliği camdan içeri süzülürken gözlerimi gökyüzüne çevirdim.
Yıldızlar öylesine yakındılar ki elimi uzatsam avuçlarıma dolacaklarmış gibi hissettim.
Deniz arabayı park ettiğinde beklemeden indim, vadinin içine doğru birkaç adım attım. Çakıllar ayakkabımın altında çıtırdayarak eziliyordu. Her şey sessizdi. Her şey artık geceye aitti.
“Evet işte şimdi dilek zamanı.” dedi Deniz dilek fenerimi elime tutuştururken.
“Nasıl yapılıyor bu?” dedim.
“Ben halledeceğim tamam.” dedi Deniz, feneri açtı ve bir çakmak yardımıyla fenerin ateşini yaktı. Ardından aynı şeyleri benim fenerim için de yaptı.
Fenerlerimizi havaya kaldırdık. “Hadi dilek zamanı.” dedim. Gözlerimi kapattım. Ve daha bir saat önce balonda da dilediğim dileği diledim.
Lütfen Deniz’e benzeyen bir çocuğum olsun.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |