
17 Mart, Perşembe
Kapadokya'daki ikinci sabahımızda her şey çok hızlı gelişmişti. İstediğim şeyleri yapmadan, görmek istediklerimi görmeden buradan ayrılmak istemediğim için güne çok erken başlamış, kahvaltı yapar yapmaz otelden ayrılmıştık.
Deniz yerel bir tura kaydımızı yaptırırken ben arabanın kaputuna yaslanmış, tur firmasının programını okuyordum. Sıralama şöyleydi;
Uçhisar Vadisi ve Uçhisar Kalesi
Paşabağ Vadisi
Zelve Vadisi
Göreme Vadisi
Göreme Açık Hava Müzesi
Yoğun bir programa benzemiyordu. Eğer vaktimiz kalırsa ve yorgun hissetmezsek turdan sonra Deniz'le birlikte Kaymaklı'daki Yeraltı Şehri'ne de gitmek istiyordum.
"Evet." dedi Deniz yanıma geldiğinde. Bizim için aldığı biletleri bana gösterirken devam etti. "Hazır mısın dünyanın en güzel kaşifi?"
"Hazırım." dedim ve hızlıca Deniz'in yanağını öptüm.
"O zaman haydi, arabaya." dedi, kapımı açtı. Ben bindikten sonra da kapımı kapatıp neredeyse koşarak yerine geçti, motoru çalıştırdı. Tura ait bir otobüs olsa da biz kendi arabamızla otobüsün peşinden gitmeyi tercih etmiştik.
"Çok heyecanlıyım." dedim kahvemden bir yudum alırken. "Harika bir gün olacak."
"Günün sonunda çok yorulacağız farkında mısın?" dedi gülerek.
"Evet. Ama yorulmadan eğlence mi olur Deniz Bey? Her güzel şeyin yorucu bir yanı vardır."
Deniz göz ucuyla bana baktı. "Ne yani? Bizim aşkımız çok güzel ve sen aşkımızın da yorucu bir yanı olduğunu mu söylüyorsun Ada Hanım?"
Güldüm. "Aşkımız bir istisna sevgilim. Senin yanındayken hiç olmadığım kadar dinlenmiş hissediyorum."
Uzanıp yanağımdan bir makas aldı. "Güzel karım benim." dedi ve vitesi arttırıp gaz bastı.
***
Arabadan indiğimizde tur rehberinin etrafına toplandık. Sabah güneşi vadinin üzerinde narin bir örtü gibi duruyordu. Gölgeyle ışık arasında gizlenmiş peribacaları, taş duvarlı evler. Hepsi tek bir tuvalde toplanmış gibiydi.
Rehber grubun önünde durmuş, gülümseyerek anlatmaya başlamıştı. Sesi net ve ritmikti, belli ki bu işi yıllardır yapıyordu.
"Uçhisar Kalesi, Kapadokya'nın en yüksek noktasıdır ve bölgenin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Savaş zamanlarında hem gözetleme hem yaşam alanı hem de sığınak olarak kullanılmıştır. Kale, tüf kayalara oyularak yapılmıştır. Şu anda bile iç kısmında pek çok tünel, oda ve merdiven yer alır."
Deniz yanımda duruyordu, kolunu gevşekçe omzuma dolamış, kaleyi baştan aşağı inceliyordu. Ben ise bir yandan konuşmaları dinliyor, bir yandan da etrafı izliyordum. Gözlerim doğal yolla şekillenmiş yüzeylerde binlerce yılın izini arıyordu.
"Şimdi dilerseniz kaleye çıkalım." dedi rehber eliyle kaleyi göstererek. Komutuyla birlikte kaleye doğru ilerledik. Rehber bir yandan anlatmaya devam ediyordu. "Kalede bulunan oyuklar, yaşam alanlarının dışında, sarnıç ve erzak depolamak için de kullanılmıştır. Özellikle Bizans döneminde bölge halkı saldırılardan korunmak için buraya sığınmıştır." Taş sokaklardan kaleye doğru tırmanırken rehber yeniden devam etti.
"Yukarı çıkarken dikkatli olun, basamaklar zamanla aşındı. Ama zirvedeki manzara, yorgunluğa değecek." Acaba burada kaç insan yaşamıştı, kaç insan korkuyla sabahı zor etmişti. "Kaleye çıktığınızda Kapadokya'nın tamamına hâkim olursunuz. Özellikle gün batımında eşsiz bir manzara sunar. Asurlular zamanında da bu bölge önemliymiş. Ancak kalenin bugünkü hâli Bizans dönemine ait izler taşıyor."
Kalenin zirvesine vardığımızda rüzgâr yüzümü okşadı. Saçlarım yüzüme dolanırken Deniz onları toparladı. Rehber kalabalığa döndü. "Uçhisar Kalesi'nin zirvesi, tarih boyunca pek çok efsaneye de konu olmuştur." Etrafı izledim. Tüm Kapadokya ayaklarımızın altındaydı. "Bugün hava açık." dedi, eliyle sağ tarafı işaret etti. "Dikkatli bakarsanız Erciyes Dağı'nı görebilirsiniz." İşaret ettiği yere baktım. Çok silik olsa da görülebiliyordu. "Kalenin zirvesi, haberleşme amacıyla da kullanılmış. Hatta Göreme'den buraya işaretlerle iletişim kurulduğu bilinir."
Deniz hemen kulağıma eğildi. "İşte tam bu noktayı Seni Göreme'den de severim. diye işaretleyeceğim." dedi.
Başımı iki yana sallayıp kıkırdadım. "Seninle tarih bile daha eğlenceli."
Rehber arkamızdan seslendi. "Eveeeet. İlk durak tamamlandı. Şimdi Paşabağ Vadisi'ne geçiyoruz. Üç başlı peribacalarını yakından göreceğiz."
***
Tur otobüsü, yavaşça Paşabağ Vadisi'nin girişine yanaştığında Deniz de sağa sinyal verdi ve motoru susturdu. Rehberin anlattıklarını kaçırmamak için hızlıca indik ve grubun yanına gittik. Vadi boyunca uzanan o devasa taş yapılar sanki başka bir gezegene inmişiz gibiydi. Taş gövdeler gökyüzüne doğru uzanıyordu. Kimi zarif, kimi heybetliydi. Ama hepsi bir masalın içinden kopup gelmiş gibiydi.
Rehber elindeki dosyayla grubun önüne geçti. "Burası Paşabağ ya da diğer adıyla Rahipler Vadisi. Kapadokya'daki en dikkat çekici peribacaları burada yer alır. Bu bölgede keşişlerin inzivaya çekilmek için kullandığı odacıklar var. Üç başlı peribacaları özellikle dikkat çeker. Doğal oluşumlar ama zamanla içleri oyularak keşişler tarafından yaşam alanına dönüştürülmüş, inziva odaları olarak kullanılmıştır. Dilerseniz birazdan birine gireceğiz. Buradaki bacaların oluşması yaklaşık 60 milyon yıl almıştır. Önce lavlar, sonra rüzgâr, ardından su."
Taşların arasına yürümeye başladık. Gökyüzü açıktı, güneş vadinin üstüne ipek gibi yayılmıştı.
Bir peribacasının içine girdik. İçerisi serindi. Taş duvarlarda zamanın izleri vardı. Parmak uçlarımla dokundum. Kim bilir bu taşlarda kaç dua yankılanmıştı.
***
Zelve Vadisi'ni de gezdikten ve orası hakkında da bir sürü bilgiler öğrendikten sonra Göreme Vadisi'ne gitmiştik. Sanırım en çok burayı beğenmiştim. Zelve'nin o derin sessizliğinden sonra Göreme Vadisi'ne adım atmak adeta nefes almak gibiydi. Vadi güneşin en çok sevdiği yer gibiydi. Renk renk toprak katmanları, kayalıkların kıvrımlı gövdeleri ve aralarına serpiştirilmiş birkaç ağaçla bu vadi yaşayan bir tablo gibiydi.
Toprak daha sıcak tonlardaydı, gökyüzü daha parlaktı. Peri Bacaları'nın şekli bile daha farklıydı. Daha yumuşak, daha zarifti.
Gözlerim vadide süzülen balonları yakaladı. Henüz kalkmamışlardı ama hazırlıklar başlamıştı. Bakışlarımı vadiden alamıyordum.
Rehber bize döndü. "Şimdi Göreme Vadisi'ndeyiz. Peri Bacaları'nın en yoğun olduğu bölge olarak bilinir. Aynı zamanda Kapadokya'nın en çok bilinen, en çok fotoğraflanan bölgelerinden biri. Ama sadece güzelliğiyle değil, geçmişiyle de dikkat çeker. Hristiyanlığın ilk merkezlerinden biridir burası. Vadi boyunca onlarca kilise, şapel ve yaşam alanı göreceksiniz. Vaktinde bu kiliseler düşman saldırılarından korunmak için görünmez hale getirilmiştir."
Rehber parmağıyla vadiye yayılan küçük mağaraları gösterdi. "Bu alan, hem ibadet hem günlük yaşam için kullanılmış. Özellikle 10. ve 11. yüzyıllarda burada yoğun bir yaşam vardı. Bazı mağaralarda hâlâ tütsü izleri, ahşap izleri görülür. İzinli alana kadar serbestçe gezebilirsiniz." Vadide yürürken taş duvarlar arasında açılmış eski pencereler, birbirine bağlanan tüneller ve sarmaşıklarla örtülmüş kaya odaları gördük. Her biri, zamanın içinden geçip bugüne ulaşmış gibiydi.
"Göreme sadece mimarisiyle değil, doğal oluşumlarıyla da UNESCO Dünya Mirası listesindedir. Rüzgârın şekillendirdiği bu kayalar, yumuşak tüf tabakasından oluşur. Yani doğa hem yaratıcı hem de sanatçı gibi çalışmıştır burada."
Deniz yanıma yaklaştı. "Sen burayı çok sevdin galiba." dedi. "Burada kalabiliriz biliyorsun. Bir haftalık kaçamak, sonra bir ay, sonra."
"Sonraki hamlemiz de evimizi buraya taşımak mı olacak?" dedim gülerek. Deniz kolunu boynuma sardı. Saçlarımı öptü. Kısa bir süre sonra buradaki turumuz da sona ermişti.
***
Göreme Vadisi'inden sonra Göreme Açık Hava Müzesi'ni de gezmiş ve turu tamamlamıştık. Saat henüz erken olduğu için ve yorgun hissetmediğimiz için Kaymaklı Yeraltı Şehri'ni gezecektik. Sanırım burayı gezmeyi doyamayacaktım.
"İçimde bir huzursuzluk var." dedim yola koyulduğumuzda.
"Neden? Yorgun mu hissediyorsun?"
"Yok yorgunlukla ilgili değil." dedim. "Bir şey olacak gibi."
"Sen şimdi iki gündür kimseden haber alamıyorsun ya o yüzden canın sıkıldı bence. Bir şey olmadı inan bana."
"Yarın sabah açalım mı telefonlarımızı artık?" dedim. "En azından babama mesaj atıp halini hatırını sorayım."
"Olur aşkım, açarız." dedi Deniz ve sağa çekip arabayı durdurdu.
Yeraltı şehri turu uzun sürmüştü çünkü her adımda ayrı bir detay vardı ve ben hiçbir detayı kaçırmak istemiyordum. Uzun uzun her şeyi inceledim ve o büyülü dünyayı tüm hafızama kazıdım. Burası dünyaya ait olamayacak kadar güzeldi.
***
Otele döndüğümüzde saat gece yarısına yaklaşmıştı. Gezerken hiç fark etmemiştim ama yatağa uzandığımda çok yorulduğumu anladım. Deniz'in yanına sokuldum. Kolumu ona sardım, bacağımı bacağının üzerine attım, yüzümü boynuna gömdüm.
"İki gündür bir masalın içinde yaşıyorum sanki. Hayat keşke her zaman böyle hissettirse."
"Sana daha güzel bir hayat vermek için çok şeyi feda ederim."
"Biliyorum. Hiçbir şey senin tercihin değil, onu da biliyorum. Ama biz bunları da atlatacağız. Yan yana olduktan sonra üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey olamaz bizim."
Deniz saçlarımı uzun uzun kokladı, yüzümü sevdi. "Sana çok aşığım." dedi yorgun bir sesle.
Kalp atışlarını dinleye dinleye gözlerimi kapattım. "Sana çok aşığım."
18 Mart, Cuma
Yüzümde hala geceye ait bir tebessüm vardı. Deniz'in kollarında göğsüne yaslanmış hâlde uyanmıştım. O da gözlerini yeni aralıyordu. "Hadi uyan." dedim nazlı bir sesle. "Gözlerini özledim."
Deniz kollarını biraz daha sıktı. "Bir beş dakika daha." diye mırıldandı.
"Ya hayır." dedim yanaklarını sıkarak. "Uyan hadi."
Deniz gülümseyerek gözlerini açtı ve bir anda beni sırtüstü yatırıp boynumu öpmeye başladı. Kıkırdamaya başladım. "Madem uyandırdın, bu da senin cezan." dedi Deniz gülerek.
"Bu ceza değil ki." diyerek kahkaha attım. "Ödül bu."
Deniz yüzünü uzaklaştırdı ve yüzüne kötü bir ifade yerleştirdi. "İyi ben de öpmem ve seni böyle cezalandırırım."
"Deniz." diye huysuz bir sesle söylendim. Elimi ensesine götürdüm, yüzünü kendime çektim ve dudaklarını tekrar boynumla birleştirdim.
Deniz halinden memnun olduğunu belli eden sesler çıkararak mırıldandığında kapımız çalınmıştı. Sert, kararlı, ritmik bir vuruştu. O kadar ani ve garipti ki ikimiz de irkildik. Deniz yavaşça doğruldu. "Odaya kahvaltı mı söyledin?"
"Yoo." dedim. "Çağırmadım ben."
"Önemli bir şey oldu herhalde." dedi Deniz. Üzerimden kalktı, kazağını üstüne geçirdi, eşofmanını giydi. "Sen kal, ben bakıp geliyorum."
Kapı aralandığında içeriden nazik ama gergin bir ses duyuldu. "İyi sabahlar. Uygar Uysal adında biri geldi. Sizi görmekte ısrarcı. Acil olduğunu söylüyor."
Bedenim donmuştu. Uygar'ın burada ne işi vardı?
"Buraya gönderin, hemen." dedi Deniz.
Kapı kapandığında Deniz yanıma geldi. Yüzü gerilmişti. "Uygar buraya durup dururken gelmez."
Yataktan kalktım. "Kötü bir şey oldu Deniz. Kötü bir şey oldu."
"Tamam. Sevgilim sakin ol. Kötü bir şey düşünmeyelim." dedi, yüzümü avuçladı ve alnımı öptü. "Kötü bir şey olmadı tamam mı?" Başımı yavaşça salladım, Deniz süitin salonuna gitmişti.
Kendimi sakinleştirmeye çalışırken valizden kazak ve eşofman aldım, üzerimi giydim ve Deniz'in yanına gittim. Gergin bir şekilde odada volta atıyordu. Derken kapı çaldı. Deniz telaşlı adımlarla salondan çıktı. Kısa bir süre sonra kapının açılıp kapanma sesini duydum.
"Abi gerçekten ama gerçekten çok özür dilerim. Yemin ederim önemli bir şey olmasa gelmezdim." diyordu Uygar. Önce sesi sonra görüntüsü salonda belirdi. "Selam Ada." dedi beni görür görmez. Ardından gördüğü ilk koltuğa oturdu.
"Ne oldu Uygar?" dedi Deniz merak ve endişeyle. Ayakta durmuş, ellerini beline koymuş, Uygar'ı izliyordu.
"Hiç sosyal medyaya ya da haberlere bakmadınız değil mi?"
"Ne oldu Uygar? Çatlatma insanı da söyle."
"Evren." dedi Uygar yorgun bir nefes verdikten sonra. "Deniz, Evren Gökalp'in sahte ameliyat raporlarını basına sızdırdı. Tüm medya bu haberle çalkalanıyor."
Uygar'ın sözleri odanın ortasında yankılanırken içimden yükselen o tuhaf huzursuzluk yerini hızla yayılan bir korkuya bırakmıştı. Kalbim göğsüme sığmıyordu.
Deniz'in yüzü taş kesilmişti. Dudaklarını birbirine bastırdı, sonra aniden yerinden fırladı. "Televizyon." dedi hırıltılı bir sesle. Kumandayı aldı, televizyonu açtı. Ekran bir haber kanalında donmuş gibiydi. Deniz sesi açarken ben nefesimi tuttum.
Spikerin sesi net ve soğuktu. "Gündem sarsıcı bir gelişmeyle çalkalanıyor. Eski Doktor Fatih Aladağ hakkında ortaya atılan iddialar, kamuoyunu şoke etti. Gökalp Karahan'ın ameliyatına dair bazı belgelerin Gökalp Karahan'ın bir ihmal sonucu öldüğüne işaret ediyor. Belgeler basına kim tarafından sızdırıldı henüz netlik kazanmazken, Fatih Aladağ cephesinden henüz bir açıklama gelmedi. Sağlık Bakanlığı'ndan konuyla ilgili resmi bir soruşturma başlatıldığı öğrenildi. Kamuoyunun gözü, şimdi Aladağ ailesinde."
"Orospu çocuğu." dedi Deniz kumandayı sinirle koltuğa atarken. "Orospu çocuğu. Ulan ben bunun oğlunun adını akladım. Buna rağmen gitti ve belgeleri basına mı verdi?"
"Sakin ol Deniz." dedi Uygar.
"Ne sakin olması ya?" dedi Deniz ve yüksek sesli bir nefes verdi. "Eser ulaşamadı mı hala kasaya? Nasıl yok edeceğiz biz bu belgeleri Uygar? Ya yakında sahte imar izinli otelimizi de basına verirse."
Uygar konuşmaya hazırlanırken telefonumu buldum ve açtım. Sosyal medyada #AladağSkandalı etiketi ilk sıradaydı. Altında binlerce yorum vardı. "Bütün medya Evren'e çalışıyor gibi. Bu iş çığırından çıkmak üzere Deniz." dedim.
Ben ana sayfada gezerken Deniz de telefonunu aldı ve açılması için bir süre bekledi. Yanıma oturdu ve o da tıpkı benim gibi sosyal medyaya baktı. Kendince öfkeli küfürler savurdu ve sonra mesajlarına göz gezdirdi. İlk açtığı mesaj Melis'in mesajıydı. Abicimmmmm, bileklik için çok teşekkür ederim. Seni çok seviyorum. yazmıştı.
Birkaç saniye sonra Deniz'in duruşu değişti. Kaşları çatıldı. Başını hafif yana eğdi. Gözleri ekranın tam ortasına saplanmış gibiydi. Sonra ayağa kalkıp başını yavaşça iki yana salladı, ekranı Uygar'a gösterdi. Uygar ne anlayacağını bilemez bir halde önce ekrana sonra bana baktı.
Deniz'in nefesi hızlanmaya başlamıştı. Alt çenesi gerildi. Bir şeyler mırıldandı. "Ben bu bilekliği almadım." dedi afallamış bir sesle. "Ben almadım bu bilekliği." diye tekrar söylendi.
Gözlerim önce Deniz'e, sonra Uygar'a kaydı. Uygar'ın gözleri önce Deniz'in elindeki telefona, sonra yüzüne gitti. Ağzı yarım aralık kaldı ama hiçbir şey söylemedi. O bile anlamamıştı.
Bilekliği Deniz almadıysa kim almıştı?
Bir anda zihnimde onlarca ihtimal dönmeye başladı ama hiçbirine tutunamıyordum. Sadece Deniz'in ifadesine bakıyordum.
Uygar’ın gözlerinde hem şaşkınlık hem dikkat vardı. Ne olduğunu çözmeye çalışıyor ama bir şey diyemiyordu.
"Evren piçinin işi bu." dedi Deniz kararlı bir sesle.
"Emin miyiz?" dedi Uygar.
"Ya kim olacak Uygar? Başka fikrin var mı?" dedi Deniz telefonunu Uygar'dan alarak. "Şimdi kendisinden öğreniriz." Deniz bir numarayı çevirip hoparlöre aldı. Birkaç saniye sonra Evren'in sesini duyduk. Ses tonu her zamanki gibi soğuk, ukala, kibirli ve keyifliydi.
"Günaydın Deniz Bey. Balayından arandığıma göre ya çok özlendim ya da bir şeyleri biraz fazla ciddiye alıyorsun."
Deniz yerinden kıpırdamadı. Sesi buz gibiydi. "Sen mi aldın o bilekliği?"
Evren'in kısa bir kahkaha attığını duyduk. Sesi tok ama sinir bozucuydu. "Ah, konu bu muydu? Melis'in mesajı. Tatlı bir detay değil mi? Küçük bir kardeş, abisine teşekkür ediyor. Ne kadar iç ısıtıcı."
''Bana cevap ver. Sen mi aldın onu?'' diye bağırdı Deniz.
Evren'in sesi biraz daha keyifli hâle geldi. "Yine yanlış anlıyorsun Deniz. Melis tatlı bir kız. Senden küçük bir şey rica etti, sen almadın, ben de onu kıramadım. Senin gibi sürekli meşgul biri için küçük jestler vakit alabilir. Ama ben daha pratik düşünüyorum."
"Bana bak Evren, eğer Melis'e yaklaşırsan ve ona bir zarar verirsen seni öldürürüm. Anladın mı beni? Senin derdin benimle. Yakınlarıma dokunmayacaksın. Hayatımızın içine sızdığın yetmedi mi? Şimdi kız kardeşimi mi kullanıyorsun?" dedi yumruğunu sıkarken. ''Beni yıpratmak için kız kardeşimi kullanacak kadar düştün mü?" dedi, kelimeleri zorla çıkarıyordu.
Evren Deniz'in sözünü kesti. ''Ne büyük meseleymiş. Senin vaktin kıymetli tabii, işlerin çok yoğun. Ama ben zaman buldum. Sana kırılmasın diye ufak bir yalanın içinde bırakmak istedim. Nesi kötü? Kardeşin mutlu oldu. Sen de birkaç gün daha iyi abi maskeni takmaya devam edebilirsin. Herkes kazandı. İnsan sevdiğini mutlu eder değil mi?"
Deniz'in gözleri parladı. "Ne yapmaya çalışıyorsun Evren? Beni provoke etmeye mi çalışıyorsun?"
Evren bir süre sustu. "Bazen insanlar ne kadar kırılgan olduklarını ancak sevdikleri zarar gördüğünde anlar Deniz. Senin kırılma noktanı görmek istedim belki. Ya da sadece abisinin yokluğunu hissetmesin diye küçük bir jest yaptım. Niyetimi sorgulaman ayıp olur."
"Kes sesini." dedi Deniz. Sesi kararlıydı, tonunda yorgunluk değil kin vardı. "Seninle bir hesabım var Evren."
Evren hafif bir kahkaha attı. "Ne kadar dramatik başlamıştık. Şimdi işin aslına gelelim. Söyle bakalım Deniz, seni asıl öfkelendiren şey ne? Melis'e bu kadar yaklaşmam mı? Yoksa o zavallı babanın adının karıştığı o belgeler mi?
Deniz odanın içinde yürümeye başladı. "Kes ukalalığı. Senin oğlunun." dedi dişlerinin arasından. "Ben senin pis işlere bulaşmış oğlunun adını temize çıkardım. Beni bu bataklığa sen çektin. Güney'in lekeli adını temizleyeyim diye kendi adamımı feda ettim. Oğlun aklansın diye kendi ismimi ateşe attım. Ama sen buna rağmen elindeki belgeleri bana vermedin!''
Evren bir an sessiz kaldı. Sonra gülümsediği belliydi. "Ne kadar duygusalsın bu sabah. Ama ben sana böyle sözler vermedim Deniz.''
Deniz eliyle orta sehpaya sertçe vurdu. "O belgeleri nasıl basına verdiysen, aynı şekilde yalanlamayı da bileceksin Evren. Derhal. Yoksa seni öyle bir batırırım ki kendi oğlunun mezar taşını okşayacak hâle gelirsin."
"Senin adın basında, sosyal medyada, dedikodu köşelerinde. Senin adın artık bir hikâyenin içinde. Ve biliyorsun Deniz insanlar hikâyelere inanır, gerçeklere değil.''
Deniz başını yere eğdi. Derin bir nefes aldı. "Seninle işim bitmedi Evren. Bu oyunu sen başlattın. Ama yemin ederim seni bitiren ben olacağım."
Evren hafif bir tebessümle cevap verdi. "Bitirmek için hayatta kalman gerek Deniz. Her hikâyenin bir finali vardır. Seninkini ben yazacağım."
''Orospu çocuğu.'' Deniz telefonu kapatınca birkaç saniye boyunca kımıldamadı. Sonra ellerini başına götürdü, gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir nefes aldı. Parmaklarını saçlarının arasına geçirdi. Telefonundan bir numarayı daha tuşladı. Bir iki çalmanın ardından Melis'in sesi duyuldu. "Abii?" Melis'in sesi telefondan geldiğinde titrek ve kaygılıydı. "İki gündür arıyorum seni. Mesaj attım, sesli mesaj bıraktım. Cevap vermedin. Bu sabah haberleri gördüm. Babamla ilgili şeyleri. O raporları, o iddiaları. Abiciğim, bunlar gerçek mi?" Sesi iyice alçalmıştı. "Bizim adımızı, her şeyi yazıyorlar. Babam hakkında böyle şeyler konuşulurken ben hiçbir şey bilmiyorum."
Deniz gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Elini alnına götürdü. ''Babamın hatası yoktu Melis. Basında çıkan haberlere inanma. Evren'in planı her şey. Ama çözeceğim. Sen sakın endişe etme.''
''Abi korkuyorum. Sokağa çıkmak bile istemiyorum. Bu skandalın altından nasıl kalkacağız. Bütün medya bizi konuşuyor. Hastanelerimize soruşturma açacaklarmış. Biz nasıl kurtulacağız bu kara lekeden?"
''Korkma güzelim sen.'' dedi Deniz. "Dert de etme. Ben halledeceğim." Buna ne kadar inandığını hiç bilmiyordum. ''Bilekliği soracaktım ben.''
Melis biraz olsun sakinleşen bir sesle devam etti. "Bilekliği aldım. O kadar güzel ki anlatamam. Bak fotoğraf da attım sana ama sen daha yeni gördün."
Deniz hafifçe gülümsedi. "Beğenmene sevindim. Gerçekten yakışmış. Sen onu tam olarak ne zaman aldın?"
"Dün sabah geldi." dedi Melis. "Kapıya kadar teslim ettiler. Çok tatlı bir kutudaydı! İçinden bir not falan çıkmadı ama zaten anladım sen olduğunu."
Deniz kaşlarını çatmadan duramadı. "Kutuda başka bir şey yoktu yani? Ne bileyim? Kart, fiş, paketleme firması?"
"Yoktu." dedi Melis. "Neden soruyorsun? Yoksa görmediğim bir doğum günü mesajı kartı mı vardı?"
"Ya." dedi Deniz. "Vardı evet. Koymamışlar demek ki, tüh." dedi, Melis'e çaktırmamaya çalışıyordu.
"Ama üstünde adım yazıyordu. Yani özel bir gönderi gibi. Neyse, sen yaptın işte. Uğraşmana gerek yoktu ama çok mutlu oldum."
Deniz yutkundu. Gözleri bir noktaya takılıp kalmıştı. Sesi hâlâ nazikti. "Kargo görevlisiyle konuştun mu? Nereden geldiğini söylediler mi?"
"Yok ya, klasik kurye işte. Zili çaldı, verdi gitti. Sadece adımı söyledi. Üzerinde senin adın da yoktu. O yüzden kutuyu açınca anladım senden geldiğini."
Deniz bir an sustu. Elinin tersiyle alnını ovaladı. "Sadece detayları bilmek istedim." dedi yumuşak bir tonla. "Ben oradaymışım gibi hissetmeni istedim."
"Ve hissettim." dedi Melis neşeyle. "Ağladım hatta. O kadar duygulandım ki. Sonra da paylaşmadan duramadım. Herkes çok beğendi. Ada da gördü mü?"
Deniz başını hafifçe salladı, sesi kısıktı. "Evet, gördü."
"Aydın'a gelecek misiniz?" diye sordu Melis. "Çok özledim sizi."
"Yakında." dedi Deniz. "Seni sonra tekrar arayacağım olur mu?"
"Tamam! Ama beni ihmal etme. Bu bilekliğin hatırına iki gün ortadan kaybolduğun için kazandığım küsme hakkımı saklı tutuyorum!"
"Anlaştık güzelim." dedi Deniz gülerek.
Telefon kapanırken Deniz bir süre ekrana baktı. Sonra yavaşça telefonunu kapattı. "O kurye Melis'e zarar verebilirdi. Evinin, kapısının dibine kadar girmişler. O KURYE MELİS'E BİR ZARAR VEREBİLİRDİ."
"Tamam, sakin ol Deniz." dedim. "Belli ki sadece korkutmak istiyor. Bak Melis iyi."
"Evren Melis'in açık adresini biliyor, ona benim adıma hediye gönderiyor. Bir kez daha yapmayacağının garantisi yok. Ve sen bana sakin ol mu diyorsun Ada?''
Cevap vermedim, Deniz telefonu kulağına götürüp birini daha aradı. Çenesi gergindi. Telefon bağlanana kadar o kısacık saniyeler bile buz gibi geçti.
"Burak." dedi. Sesi fazla sakindi. Bu tehlike çanlarının çaldığı o sessizlikti.
Karşıdan gelen ses cılızdı ama duyabiliyordum. Ses tonunda her zamanki o kontrollü duruş yoktu. "Deniz Bey, günaydın. Bir problem mi vardı?"
"Melis'in kapısına dün bir kurye gelmiş. Bir kutu bırakmış." dedi Deniz. Sesi öyle sakindi ki bu sakinlik bile alarm gibiydi. ''Kapısına kadar çıkmış. Senin gözetiminde olan bir apartmanda.''
Burak bir an sustu. Sonra panikle konuştu. "Deniz Bey, yemin ederim o anda evde değildim. Melis Hanım benden bir şey rica etti, çok basit bir şey. Sadece beş dakikalığına markete gittim. Geri döndüğümde her şey yolundaydı, girişte şüpheli kimse görünmüyordu."
"Demek Melis'in istediği bir şey için gittin?" dedi Deniz. Sesi bir anda soğudu. "Yani Melis için apartmanın önünden ayrıldın?'' Cümle öfke barındırmıyordu ama öfkenin ta kendisiydi. ''Onun senden istediği bir şey için güvenlik alanını terk ettin? BURAK! Senin görevin onun canını kurtarmak. Cipsini, çikolatasını almak değil."
Burak'ın sesi titriyordu. "Deniz Bey, Melis Hanım dün biraz yorgundu. Rica etti markete gider misin diye. Beş dakikalık şeydi. Gerçekten daha dikkatli olacağım."
"Daha dikkatli mi?" dedi Deniz. Sesi öyle sertti ki sanki Burak'ı duvarın dibine yapıştırmıştı. "Ben sana sadece göz kulak ol demedim. Ben sana onu koru dedim Burak. Koruyacaksın! Kapısına kadar gelen biri varsa, o kişi elini kolunu sallayarak oradan çıkmamalıydı. O adam kapıya hediye bırakabiliyorsa, yarın elinde silahla da gelir. O kutuda ne olduğunu Melis bilmiyordu. Zehirli bir parfüm, gizli bir kamera, ne bileyim... Melis'in duygularını manipüle edecek bir not bile olabilirdi. Bomba olabilirdi Burak. Olamaz mıydı? Ve sen, o markete gitmeni istedi diye görevini bıraktın."
Burak yutkundu. "Deniz Bey. Çok üzgünüm."
"Burak!" diye kesti sözünü Deniz. "Melis benim hayatımın kırmızı çizgisi. Bir kurye kutu bırakabiliyorsa, içeri girip ne isterse yapabilir demektir."
Uygar gözlerini bana çevirdi. Nefesimi tuttuğumu fark ettim.
"Anladım Deniz Bey. Farkındayım." dedi Burak. "Yeni sistem kuracağım. Giriş çıkışları sensörlü takiple alacağız. Ayrıca apartmana dışarıdan kimseyi almam. Her gün kim gelirse fotoğrafını çekerim, saat saat size iletirim."
"O evde ne olup bitiyorsa önce senin haberin olmalı. Melis kapıya gitmeden önce sen bileceksin kimin geldiğini. Kargo zile basmadan önce sen bilmiş olacaksın ona ne geldiğini. Melis nerede, ne zaman, kimle hepsini bileceğim. Gözünü bir saniye bile ayırmayacaksın. Onun çevresindeki herkesin ismini bileceğim. Ve eğer bir gün daha böyle bir zafiyet yaşarsak, seni affetmem Burak.''
Telefon kapanınca odada ağır bir sessizlik oldu. Deniz başını ellerinin arasına aldı, birkaç adım attı. Uygar ona bakıyordu. ''Uygar.'' dedi sessizce. Ardından yanıma oturdu. ''Şu basına sızma olayını anlat. Nasıl ve ne zaman oldu bu? Kim yaptı?''
"Dün akşam saatlerinde." dedi Uygar. "Bir şey söylemem lazım."
"Felaket haberiyse sakın ağzını açma Uygar."
"Belgeleri basına Eser verdi." dedi Uygar.
"Ne dedin sen?" dedi Deniz usulca. Ama o sükûnetin altında patlamaya hazır bir öfke vardı. Yumrukları sımsıkıydı. "Eser mi verdi? Ne saçmalıyorsun sen Uygar? Şu adama karşı önyargını kır artık."
"Önyargı falan yok Deniz. Beraber planladık. Sana da söylemek istedik ama telefonun kapalıydı."
"Hiçbir şey anlamıyorum Uygar. Baştan anlat şunu." Deniz kollarını göğsünde kavuşturmuş, ayakta duruyordu. Adımlarını kısa ama sık aralıklarla atıyor, gözlerini bir Uygar'a bir yere çeviriyordu.
Uygar öne eğildi. Dirseklerini dizlerine dayadı, başını hafifçe yana yatırdı. "Eser Evren'in güvenini kazansın diye uğraşıyoruz biz değil mi?" dedi sakin bir sesle. Deniz başını aşağı yukarı salladı. "Çarşamba gecesi Eser beni aradı. Evren belgeleri basına vermemi istiyor, ne yapacağım ben? diye sordu. Başta tabii ki karşı çıktım. Belgeleri asla vermemesini söyledim. Ama bu Evren'i şüphelendirirdi. Belli ki Eser'i test ediyor bu adam. Eser, Sarp, ben üçümüz oturup konuştuk. En doğrusunun Eser'in belgeleri basına vermesi olduğuna karar verdik. Eğer Eser vermeseydi Evren ona güvenmeyecekti Deniz. Önümüzde iki yol vardı. Ya Hayır, yapamam. deyip Evren'in şüphesini üstüne çekecekti ya da bu pisliği yaparak Evren'in güvenini kazanacaktı. Ve o ikinci yolu seçti. Buna mecbur kaldık." Deniz başını önüne eğdi. Dişlerini sıktı. Omuzları kalktı, derin bir nefes aldı ama bir şey demedi. Uygar devam etti. "Yaptığının ne kadar korkunç olduğunu biliyoruz. Ama her şeyi mahvetmemek için bunu göze aldık. Çünkü tek hedefi senin adını temize çıkarmak. O kasada yolsuzluk belgeleri var Deniz. İmar izinleri, rüşvetler, sahte yetkiler. Bunlara ulaşmak için tek çaremiz Eser. Eser de ancak Evren'in güvenini kazanırsa bunlara ulaşabilir."
Deniz başını kaldırdı. Gözlerindeki kaygı sönmüş, yerini sessiz bir donukluğa bırakmıştı. "Madem her şeyden haberin var ve bu plan senin de bilgin dahilinde. O zaman niye buraya kadar geldin bunu söylemek için? Bilmediğin bir şey değil sonuçta?"
Uygar derin bir nefes aldı. "Başından beri planın içindeydim, evet. Belgelerin basına verileceğini biliyordum. Eser'le birlikte karar verdik. Ama." diye durdu, sesi titredi. "Bu kadarını öngöremedik Deniz." Deniz yavaşça başını ona çevirdi. "Medyanın bu kadar delirmesi, babanı manşetlere çekmeleri. Bunların hiçbiri plan dahilinde değildi. Bu kadar büyük, bu kadar kontrolsüz bir yangını beklemiyorduk." Birkaç saniye durdu. "Üstelik telefonlarınızı açmadınız. Sizin için endişelendim. O geri zekâlı herifin bir şey yapmış olmasından korktum. Bir şey yapmamış olsa bile buradaki halk illa medyayı takip ediyordur. Hiç bilmediğin bir yerde, hiç tanımadığın insanlar tarafından linçlenmene izin veremezdim. O yüzden geldim. Ha eğer dersen ki madem başıma bir çorap ördün, git düzelt. Ben geldiğim gibi gitmesini de bilirim."
Deniz uzun bir süre sustu. Ne yapacağını kafasında tarttığına emindim. Yere düşen telefonumu aldım. "Bu adam bizim balayında olduğumuzu nereden biliyor?" dedi birdenbire. "Melis'in bana attığı mesajdan nasıl haberi olabiliyor?"
"Mesajlarımızı izliyor olabilir mi?" dedi Uygar.
"Ne zamandan beri devam ediyor buna? Biz nasıl fark etmedik?" dedi Deniz kaygıyla.
"Mesajlarınızdan haberdarsa ve konuşmalarınızı görüyorsa Eser'in sana çalıştığını da öğrenmiştir." dedim Deniz'e korkuyla bakarken.
"Eser'in ikinci bir telefonu var. Mesajlaşmalarımızı oradan yapıyoruz. Ve o mesajlar şifreli oluyor. Yani Eser'den şüphelenmesi için hala bir gerekçesi yok." dedi Uygar. "İletişim için başka bir yol bulmamız lazım. Belki mail, belki hiç kimsenin bilmediği bir uygulama geliştiririz, bilmiyorum."
"Bunu sonra düşünürüz." dedi Deniz. "Önce İstanbul'a gitmemiz gerek. Ortalık yangın yerine dönmüş. Babamın yanında olmam lazım." Derin bir nefes aldı ve konuşmak için güç topladı. "Hastanelerimize soruşturma açılıyor, kariyerim yanmak üzere, Melis'in adresi ifşa olmuş. Sikeceğim bu işi artık! Nedir bu çektiğim anlamadım gitti!"
"İlk planımız ne?" dedi Uygar sakin bir sesle. "Basın açıklaması yapman gerekebilir."
"Ece'ye söylesene sen. Hazırlasın resmi bir şeyler. Şu an basını ikna etmek için büyük paragraflı bir metin düşünecek halde değilim. Kaç parçaya bölüneceğimi şaşırdım."
Uygar telefonunu çıkarttı ve ekranda birilerine bir şeyler yazmaya başladı. "Tamam söylüyorum ben Ece'ye. Şirket avukatıyla birlikte yazar o bir şeyler."
"Eser nerede?" dedi Deniz şakaklarını ovuştururken.
"Evren'in yanında. Diken üstünde sürekli. O da bizden haber bekliyor. Evren'in yanında tek başına olması artık bana tehlikeli geliyor Deniz. Evren'in minicik şüphesi Eser'in hayatını bitirir. Onlarca kişi arasından sağ çıkamaz Eser."
"Farkındayım. O yüzden olabildiğince çabuk ayrılmasını istiyorum Evren'in yanından."
"Ne yapacağız peki?"
"Bu akşam o kasaya ulaşması lazım Eser'in. Kaybedecek zamanımız kalmadı."
"Kasaya ulaşsa bile şifresi vardır." dedim. "Nasıl alacak belgeleri? Şifreyi bilmiyorsa imkansız."
"Önce kasaya ulaşsın da." dedi Uygar. "Şifreyi sonra düşünürüz." Deniz herhangi bir tepki vermeyince Uygar devam etti. "Ne yapıyoruz? Çıkalım mı artık? Yol uzun."
"Kimle geldin sen, tek mi geldin?"
"Yok çocuklardan biri aşağıda."
Deniz hafifçe başını salladı. ‘’Tamam, sen aşağıda bizi bekle, biz de eşyalarımızı toplayıp ineriz birazdan.’’
Uygar başını salladı ve hızlı adımlarla süitten ayrıldı.
***
Otelin önünde siyah bir araba bekliyordu. Başında Uygar'ın tanıdığı bir koruma vardı. Duruşu sert ama saygılıydı. Uygar valizimi aldı. Deniz'in arabasının bagajına valizi yerleştirirken ben son kez etrafı izledim.
"Mert." dedi arabanın başında bekleyen genç adama. "Ben Deniz'le gideceğim. Sen peşimizden gelirsin."
Adının Mert olduğunu yeni öğrendiğim genç adam başını salladı. Uygar'ın arabasına bindi. "Hadi biz de geçelim artık." dedi Uygar. Arabanın kapısını açtı, arka koltuğa atladı. Birkaç saniye sonra biz de arabadaki yerlerimizi aldığımızda Deniz motoru çalıştırdı ve masal gibi geçen birkaç güne veda ettim.
Yolculuğumuzun otuzuncu dakikasında telefonuma düşen bir bildirimle Deniz ve Uygar'ın konuşmasından odağımı çektim ve bildirime baktım. Suna Hoca'dan gelmişti. "Suna Hoca." dedim heyecanla. "Deniz Suna Hoca mail attı."
Deniz göz ucuyla bana baktı, ardından yola döndü. "Açsana? Ne diyor?"
"Yok ben yapamam. Yapamam, ya geçer not vermediyse? Ya geçemediysem? Mezun olamadıysam?"
"Ada." dedi Uygar. "Ben kendi öğrencilik yıllarımda bile öyle iyi bir makale yazmadım. Açar mısın maili? Aç ve mezun olduğunu gör. Nereye kadar açmayacaksın maili?"
"Endişeleniyorum." dedim ve mailin üstüne tıkladım. Sevgili öğrencim Ada. diye başlıyordu mail. Okumaya cesaret edemeyip gözlerimi kıstım. "Ay yok okuyamayacağım."
Uygar arkadan uzandı ve telefonumu elimden aldı. Ve bir anda okumaya başladı. "Sevgili öğrencim Ada. Yazdığın makaleyi okudum. Büyük bir özveri ve bilgi birikimiyle hazırlanmış, çok donanımlı bir metin olmuş. Okulumuzda verdiğin emekleri ve diğer dönemleri göz önünde bulundurarak puanlamamı yaptım. Çok başarılı bir mimar olacağına canı gönülden inanıyor ve senin kutluyorum. Diploman için şimdiden tebrik ederim.
Sınav notun:95"
Sevinçten çığlık atmıştım. Ardından "Deniz." diye bağırıp ona doğru uzandım. Başını kendime çektim, yanağına onlarca öpücük bıraktım. "Kazandım." dedim bağırarak. "Aşkım ben mimar oldum. Mezunum artık."
Deniz güldü. "Aşkım mezun olacağına zaten emindim. Tebrik ederim." dedi. Uygar'a döndüm, bana telefonumu uzattı ama yüzünde beklediğim o mutlu ifade yoktu.
"Uygar? Mezun oldum işte bak. Ne bu suratındaki ifade?"
"Beş puanı nereden kırmış?" dedi Uygar gerçek bir öğrenci hayıflanmasıyla. "O makale 100'den aşağı not almayı hak etmiyor."
Deniz'le aynı anda kahkaha attık. "Uygar'cım inan bana bu makale zaten 100 puan. Hocanın değerlendirmesinin benim için hiçbir önemi yok. Sayende mezun oldum. Sana ne kadar teşekkür etsem az."
"Yine de 100 verse daha çok sevinecektim." dedi. Deniz'le gülmeye devam ettik. "Neyse." dedi sonra. "Bunu kutlamamız gerek."
"Kutlarız." dedi Deniz. "Kutlamaya değer çünkü."
Deniz'e sıcacık baktım. Ardından yolu izlemeye başladım. Deniz ve Uygar az öndeki ciddi konuya dönmüştü.
***
Yol bir süre sessiz aktı. Ben mezuniyet sevinciyle koltuğa yaslanmış, hâlâ burnumun direğini sızlatan o Artık gerçek bir mimarım. cümlesini içimde çevirip duruyordum. Ama yanımda oturan iki adamın arasında öyle bir hava vardı ki sanki her an patlayacak bir fırtına gizliydi.
Saatler geçmişti ve yol artık Bursa'nın eteklerine ulaşmıştı. Saat öğleden sonra ikiye geliyordu. Ben arka koltukta sessizce oturuyor, ikisinin sürekli konuşup konuşup yine aynı noktaya döndüğünü izliyordum. Uygar'ın sesi biraz daha sabırsız çıkmaya başlamıştı.
Sonra bir sessizlik oldu. Uygar bir şey söyleyecekti ki Deniz direksiyonu sıkıca kavradı. "Bir dakika." dedi alçak bir sesle.
Uygar ona döndü, dikkat kesildi. "Ne oldu?"
"Kasaya girme işini çözemiyoruz çünkü hep kasaya Eser'in ulaşmasını düşünüyoruz." dedi Deniz. "Bunun yerine kasayı bize getirten bir plan yaparsak?"
"Nasıl yani?" dedi Uygar, kaşları çatılmıştı.
Deniz derin bir nefes aldı. "Evren her şeyi kendi kontrolünde tutmak isteyen biri. Kasanın evde olmasının riskli olduğunu hissederse onu başka yere taşıtır. Bizim yapmamız gereken şey, onu bu riske ikna etmek. Ona kasanın yerinin ifşa olduğunu düşündürmeliyiz. Eser, Evren'e kasayla ilgili bir tehdidi haber verir. Sızdırılan bir fotoğraf, güvenlik kamerası görüntüsü, artık neyse. Evren kasayı aldırmak zorunda kalır. Ve biz o taşınma anında harekete geçeriz."
Uygar'ın gözleri hafif büyüdü. "Taşınma sırasında müdahale ederiz diyorsun?"
"Evet." dedi Deniz, sesi netti.
"Yani Eser aslında kasaya dokunmayacak."
"Evet. Evren kendini tehdit altında hissedecek. Kasayı başka bir yere aldıracak. Biz de o taşımayı takip edeceğiz."
Uygar dudaklarını birbirine bastırdı. "Bu çok akıllıca Deniz."
Ben öne doğru eğildim. "Ama ya Eser'e inanmazsa? Ya bu sızdırma hikâyesini yemezse?"
Deniz başını çevirdi, gözleri parlıyordu. "Evren güvensizliğe dayanamaz. En küçük risk bile olsa, kontrolü elinde tutmak için refleks gösterir. Yalan olduğuna inansa bile kasayı aldırır. Çünkü kendi iç huzuru, gerçeği bilmekten daha önemli onun için."
Uygar derin bir nefes verdi. "Bu plan işe yararsa kasaya ulaşırız."
"Sonra da kasanın içindekileri alırız." dedi Deniz.
Arkama dönüp Uygar'a baktım. Birilerine bir şeyler yazdı. Birkaç saniye geçti, cevap gecikmeden gelmişti. Sonra birini aradı ve sesi dışarı verdi.
"Söyle Uygar. Çok vaktim yok." dedi Eser.
"Evren'de misin?"
"Evet. Diken üstündeyim. Çok sıkıldım artık."
"Şimdi beni dikkatle dinle. Evren'in çalışma odasının güvenlik kamerası görüntülerine ihtiyacımız var."
"Neden?"
"O görüntüleri bana atacaksın. Ben de görüntülere sanki ben ulaşmışım da Evren'e göndermişim gibi fotoğraf atacağım. Fotoğraf attığım esnada sen Evren'in yanında olacaksın ve onu Bunlar görüntülere ulaştıysa kasaya da ulaşır. diye gazlayıp kasanın yerini değiştirmesi için ikna edeceksin. Ama fazlasına karışmayacaksın. Evren ikna olursa kasayı başka bir yere götürmek ister diye düşünüyoruz. Taşıma esnasında kasaya el koyacağız. Sen hep Evren'in yanında olacağın için senden şüphelenmemiş olacak böylece."
"Ya ikna olmazsa ve kasayı bana taşıttırırsa?"
"Sen onun içine bir kere şüphe düşür de gerisini sonra düşünürüz Eser. Sana taşıttırırsa da biz müdahale etmeyiz. Sen şimdi acele et. Dikkat çekmeden görüntü gönder bana. Sen bana gönderdikten sonra da ben aynı görüntüyü Evren'e atacağım. Şimdi önemli olan konu şu; kamera görüntülerine ulaşabilir misin?"
"Ulaşırım, zaten ara sıra kontrol ettiriyor bana."
"Harika. Hadi bekliyoruz o zaman görüntüyü."
"Anlaştık." dedi Eser ve telefonu kapattı.
"Başlıyoruz galiba." dedi Uygar.
"Başlıyoruz." dedi Deniz.
Uygar'ın telefonu titrediğinde Deniz'in direksiyon tutan elleri refleksle sıkıldı. Omuzları kasıldı. Uygar bize doğru eğildi, göz ucuyla ekrana baktı. "Eser videoyu gönderdi."
Ekranda sabit bir açıyla çekilmiş bir kamera görüntüsü belirdi. Evren'in çalışma odası. Geniş, koyu renkli mobilyalar. Sol köşede loş bir aydınlatma. Odanın tam karşısında büyükçe bir kasa.
Uygar başını hafifçe yana eğdi, parmağını ekran üzerinde gezdirdi. Ardından görüntüyü kopyalayıp mesaj kutusuna yapıştırdı. Parmakları klavyeye gitti. Yazdı... Durdurdu. Silip tekrar yazdı. "Kasana ulaşmamız an meselesi. Bu sadece fragman. Filmi sen düşün."
Gönder tuşuna bastı.
Arabanın içinde bir süre sessizlik oldu. "Off gerginlikten çok sıkıldım." Arabadaki kısa süreli sessizlik Uygar'ın ortaya tuhaf bir soru atmasıyla değişmişti. "Deniz sana küçükken evden kaçtığımızı anlatmış mıydı?"
Şaşkınlıkla Deniz'e döndüm. "Hayır anlatmadı." dedim merakla. "Nasıl? Neden?"
Uygar gözlerini camdan ayırmadan konuşmaya başladı. Sesinde hem hınzır bir tebessüm vardı hem de içinden çıkıp hâlâ kapanmamış bir yaranın izi. "Yedi yaşındaydık." dedi Uygar. "Ablamı kaybedeli bir sene ya olmuştu ya olmamıştı. Evde her şey darmadağındı. Babam artık başka bir adam gibiydi. Asabi, suskun, bir anda patlayan, sonra günlerce sessiz kalan biri olmuştu. Annem sürekli ağlardı, sanki evin içinde değilmiş gibi yaşardı. Evin havası boğucuydu. Hiçbir pencere açılmazdı, hiç kahkaha duyulmazdı." Bir an durdu. Parmağını dudağına götürdü. Sonra devam etti. "Bir gün babam, Fatih abiyle tartıştı, işle ilgili bir meseleydi sanırım. Tam hatırlamıyorum." dedi. "Ama benim babam çıldırmış gibiydi. O an düşündüm. Bize ne oldu diye düşündüm. Ablamdan önce böyle değildik ki. Akşamları çay içer gülerdik, pazarları birlikte film izlerdik. Ama sonraları herkes susuyordu. Bağırmaktan, ağlamaktan başka kimse konuşmuyordu. O tartışmanın olduğu gün Deniz yanıma geldi. Haydi gidelim. dedi. Saklanalım bir süre. Babalarımız dersini alsın. Korksunlar. Bizi kaybetmenin ne demek olduğunu anlasınlar. Ciddiydi. Ben de kabul ettim. Çocuk aklı işte, kendi içimizde bir adalet kurduk." Deniz sessizdi. Gözlerini yoldan ayırmadan dinliyordu. "Sırt çantalarımıza ne bulduysak attık. İki sandviç, bir el feneri, Deniz'in yürüyüş ayakkabıları. Sonra bizim evin arka bahçesinden kaçtık. Evlerimizin hemen arkasındaki ormanlık alana yürüdük. Saklanmak için bir yer bulduk. Kuru yaprakların ortasında, küçük bir çadır gibi duran dev bir çalı. Orada kamp kurduk." Gülümseyerek devam etti. "İlk saatler çok heyecanlıydı. Fısıltıyla konuşuyorduk. Sanki ajanmışız gibi. Ama sonra gece çökünce işler değişti. Hava soğudu. Karınlarımız acıktı. O gece gökyüzü pırıl pırıldı. Ablam hep yıldızları severdi. Ona mektup yazmak istedim. Yanımda bir defter vardı, yazmaya başladım. Sonra Deniz yaklaştı, mektubu okudu. O seni duyuyordur. dedi. Duyuyorsa, kızmıştır. dedim. Çünkü ben kaldım, o gitti. Deniz hiçbir şey demedi. Sadece yanımda durdu. O gece ben ağladım, Deniz başımı omzuna yasladı. Kısa bir süre sonra da bizimkiler bizi buldu. Kısa bir maceraydı anlayacağın."
"Peki baban o geceden sonra nasıl davrandı sana?"
"Normale döndü." Uygar gülümseyerek. "Sinirleri alınmış gibiydi. O gece ablamın ölümünden sonra ilk kez bana sarıldı. Deniz çok kızıyordu babama. Ben ileride aileme ve çocuklarıma senin baban gibi davranmayacağım, onları hep koruyacağım ve seveceğim diyordu sürekli."
"Yani benim kocam." dedim gülerek. Elimi elinin üzerine koydum. "O günden beri böyle korumacı. Öyle mi?"
"Öyle." dedi Uygar. "Ara sıra kontrol manyaklığı da tutuyor Bay Huysuz'umuzun."
"Bilmez miyim?" dedim Deniz'e bakarak. O sırada Uygar'ın telefonu çalıyordu.
"Evren arıyor." dedi gergin bir sesle. "Açayım mı?"
"Açma, bırak delirsin şerefsiz herif." dedi Deniz.
"Ya Eser'e bir şey yaptıysa?" dedi Uygar. Parmakları bir an durdu, sonra hiçbir şey olmamış gibi ekranı kaydırdı.
Evren'in sesi tok ama iğne gibi keskin geldi. ‘’Ne kadar süredir odamın güvenlik sistemine erişebiliyorsun?"
Uygar sakin kalmaya çalışıyordu ama çenesinin kenarındaki kasların gerginliğinden bunu pek de başaramadığını anlayabiliyordum. ‘’Ne kadar gerekliyse o kadar." dedi, sesi düz ve kararlıydı.
Evren küçük bir kahkaha attı. "Çok cesursun." dedi. "Beni tehdit etmeye mi çalışıyorsun? Yoksa kendince bir mesaj mı vermek istedin?"
Uygar hafifçe gülümsedi. "Ben sadece bazı şeylerin artık gizli kalmadığını göstermek istedim sana."
"Sonra ne olacak?" dedi Evren. Sesi artık daha boğuk ve daha tehlikeliydi. "Ben oturup panikleyecek miyim? Güvenliğimi mi gözden geçireceğim?"
Uygar devam etti. "Ne yapacağın seni ilgilendirir. Biraz diken üstünde otursan hoşuma gider."
Evren Uygar'a aldırış etmedi ve az önceki konuya döndü. "Benim çalışma odamın güvenlik ağına nasıl sızdın?"
Uygar cevap vermek için hiç acele etmedi. Derin bir nefes aldı, cama doğru döndü. Sonra başını çevirmeden konuştu. "Sen bizim mesajlarımıza, konuşmalarımıza ulaşırken iyiydi değil mi? Melis'e bileklik gönderirken iyiydi? Deniz'le Ada'nın balayında olduğunu bilecek kadar içimize girebildin. Gözümüzü kapatıp güvendiğimiz her yerde senin gölgen var. Ama ben senin çalışma odana ulaştım diye kıyamet kopuyor. Çok adil."
"Dışarıdan birinin o sistemden geçip görüntü alması mümkün değildi." dedi Evren.
Uygar'ın sesi daha da sakinleşmişti. "Demek ki mümkünmüş. Birkaç doğru satır kod ve doğru zamanlamayla her şey çözülüyor."
"Durduğun yeri iyi bil Uygar. Sen zarar görürsün. Benim derdim seninle değil. Sana ne oluyor?"
"Ben zaten durduğum yeri iyi biliyorum." Uygar'ın sesi ilk kez yükseldi. "Senin gözünü kararttığın, her şeyi mübah saydığın yerde değilim. Eğer bu görüntüler seni rahatsız ettiyse, sadece kendine sor. Ne yaptın da izlenmeye bu kadar uygun hale geldin?"
Evren içli bir nefes verdi. "Deniz'le işim bitsin, sonra seninle de görüşeceğim."
"Görüşelim." dedi Uygar ve telefonu Evren'in yüzüne kapattı. "Baya sinirlenmiş."
"Sinirlensin. İşimize gelir. Bu sinirle panik yaparsa umduğumuz gibi kasayı da taşıtır."
"Umarım." dedi Uygar.
Sarp'a Yoldayız, bir buçuk saat sonra bizde ol. yazdım. Ardından pencereden dışarıyı izledim.
***
Uygar'ın Evren'le yaptığı o sinir bozucu telefon konuşmasından sonra kısa bir mola verdik. Sessizlik ara ara bozuldu ama asla dağılmadı. Zaman akıp geçti. Eve yaklaşırken kalbim yer değiştirmiş gibi hissettim. Kapının önüne vardığımızda hava kararmaya başlamıştı.
Sırayla eve girdik. Deniz "Ben ellerimi yıkayayım. Üstümü de değiştiririm, sonra konuşuruz." dedi. Ceketini askıya astı, doğruca yukarıya yöneldi.
Uygar kendine has adımlarla içeri geçti. Ceketini koltuğun arkasına attı. Sonra televizyonun karşısına geçip kumandayı aldı.
Ben de sesimizi duyar duymaz yanımıza gelen yakışıklı sarışın Roma'yı kucağıma aldım ve göğsüme bastırıp minik kulağını öptüm.
"Ne zaman gelecek Sarp?" dedi Uygar. "İnanılmaz açım."
"Birazdan gelir herhalde. Yaklaşık bir buçuk saat önce bize gelmesini söyledim." dedim. Haberlerde Fatih Bey'in ameliyat haberleri vardı. Basından bir türlü düşmüyorduk.
"Basının ilgilisini başka bir yere çekmek lazım." dedi Uygar tatsız bir sesle. "Sabahtan akşama kadar Fatih abiyi anlatıyorlar."
"Milletin konuşacak başka bir şeyi yok." dedim. O sırada kapı çalmıştı. "Sarp geldi herhalde." Roma'yı yere bıraktım. Salondan çıktım ve kapıyı açtım. Sarp elinde dört kutu pizzayla onu içeri almamı bekliyordu. "Sarp." dedim neşeli bir sesle ona sarılırken. "Hoş geldin."
"Hoş buldum." dedi eksilmeyen samimiyetiyle. "Hoş buldum patron."
"Deniz'in teklifini kabul ettiğin için o kadar mutluyum ki. Çok ama çok teşekkür ederim."
"Rica ederim Ada. Sanki ne yaptım? Savaş biraz bozuldu ama ne yapalım artık." dedi sarılmamızı sonlandırdı ve pizzaların olduğu paketi bana gösterdi. "Hadi soğutmadan içeri geçelim."
Başımı salladım. Deniz o sırada merdivenlerden aşağı iniyordu. Üzerini değiştirmişti ve yorgun görünüyordu. "Hoş geldin."
"Hoş buldum." dedi Sarp tereddütlü bir sesle. "Şimdi sana Deniz Bey mi demeliyim yoksa Deniz mi?"
Deniz gülümsedi. "Ada senin patronun değil, arkadaşın. Ada patronun olmadığına göre ben de değilim. Deniz yeterli." dedi Deniz. Elini yumruk yaptı ve Sarp'a uzattı. Sarp da boşta olan elini yumruk yapıp Deniz'in eline hafifçe vurdu.
"Hoş buldum o zaman."
"Hadi siz içeri geçin, ben mutfağa gidip içecek bir şeyler ayarlayayım." dedim ve onları salona uğurlayıp hızlı adımlarla mutfağa gittim. Dört bardak ve bir şişe soğuk kola alıp yanlarına döndüm. Deniz çoktan alkol dolabından viski çıkarmıştı. Uygar orta sehpaya konulan pizza kutularını açıyordu.
"Şimdi." dedi Deniz Sarp'a. "Bu Evren Melis'in bana attığı mesaja ulaşmış ve ona istediği bilekliği göndermiş. Büyük bir güvenlik açığı bu bizim açımızdan. Ayrıca balayında olduğumuzu biliyordu."
"Çalışanlardan biri köstebek olmasın?" dedi Sarp.
"Sanmam." dedi Uygar. "Çalışanların hepsi çok uzun yıllardır bizimle. Ayrıca hepsini izliyoruz."
Sarp kısa bir süre düşündü. "Takip cihazı mı yerleştirdi o zaman sizin aracınıza? Nereden öğrendi balayında olduğunuzu? Kime söylemiştiniz?"
"Sadece ben biliyordum." dedi Uygar. "E ben de gidip söylemeyeceğime göre."
"O zaman takip ediliyorsunuz." dedi Sarp.
"E Melis'in bana attığı mesajdan nasıl haberi oldu? Onun evini de öğrenmiş." dedi Deniz.
"Orasını bilemem artık. Şimdi ben sırayla hepimizin telefonlarını inceleyeceğim. Yeni bir güvenlik duvarı oluşturup uzaktan izlemeyi engellerim. Ama ne olur ne olmaz siz WhatsApp'tan ya da diğer uygulamalardan iletişim kurmayın. Mail üzerinden konuşun önemli konularınızı. Çalışanlarına da söyle evi ve arabaları arasınlar, böcek falan yerleştirdi herhalde. Balayında olduğunuzu bilmesine imkan yok."
Deniz ağır ağır başını sallarken Uygar herkesin pizzasını dağıttı ve az önceki yerine oturdu. "Eser'den hala haber yok. Evren kasayı olduğu yerde mi bırakacak acaba?" dedi, hemen ardından telefonuna bir mesaj geldi. "Hah, tam da adının üstüne yazdı." dedi, mesajı hızlıca gözleriyle okudu. "Link göndermiş, Evren'in güvenlik kameralarını izleyebileceğimiz bir link."
"Kesin kasayı taşıyacak." dedi Deniz, birkaç saniye sonra Uygar'ın telefonu çaldı. Eser arıyordu.
"Eser, ne yaptın?"
"Plan işe yaradı." dedi Eser bir çırpıda. "Evren kasayı taşıtacak. Bu gece saat 11.00' de göndermeyi planlıyor kasayı. Götürecek olan adamın aracına kamera yerleştireceğim. Oradan izlersiniz."
"Ee nereye götürecek peki? Biz nerede keseceğiz bunun yolunu?" dedi Uygar.
"Bilmiyorum." dedi Eser. "Söylemedi. Çok vaktiniz yok. Neye karar verirseniz bana da söyleyin."
"Kendini tehlikeye atacak bir şey yapma Eser." dedi Deniz.
"Siz de dikkat edin. Kıyamet koparır herhalde Evren kasanın alındığını duyunca."
"Kasanın birebir aynısını alsak, Evren'in kasasının yerine arabaya koysak? Evren bir süre oyalanır belki."
"Mantıklı ama eninde sonunda anlayacak bu adam bunu." dedi Eser. "Neyse benim kapatmam lazım. Bol şans."
"Sana da." dedik hep bir ağızdan. Uygar telefonu kapattı. "Harbiden ne yapacağız Deniz?" dedi Uygar ve pizzasından bir ısırık aldı. "Tamam aracı izleyeceğiz de yolunu mu keseceğiz?"
"Çaktırmadan yapmak lazım." dedi Sarp. "Mesela araç yol kenarında bir yerde dursa. O sırada biz Evren'in kasayı alsak, yerine sahte kasayı koysak. Taşıyıcı da hiç şüphelenmeden yoluna devam etse."
"Taşıyan adamı yol kenarında durdurmak için bir sebebe ihtiyacımız var. Ne olursa arabadan iner mesela? Ayrıca indiği zaman da oyalamak lazım ki kasayı almaya vaktimiz olsun."
"Bunun için kasanın nereye götürüleceğini ve güzergahı öğrenmemiz lazım. Ama Eser bilmediğini söylüyor. Nasıl yapacağız? Önünü kesemeyiz eğer bilmezsek."
Deniz cebinden telefonunu çıkardı ve ekranı kaydırıp bir şeyler yazdı. "Şimdi Eser'e mutlaka öğrenmesi gerektiğini yazacağım." dedi ekrana bakarken. "Uygar sen de Hakan'a yazsana. Görüntülerdeki kasanın birebir aynısını alsın. Acele etsin."
Uygar bir yudum viski aldı, telefonu kulağına götürdü. "Alo Hakan. Şimdi sana bir görüntü atacağım. Görüntüde bir kasa var. Ne yap ne et o kasanın aynısını bul. Saat ona kadar vaktin var. Ölüm kalım meselesi." dedi, kısa bir süre Hakan'ı dinledi ve ardından kapatıp görüntüyü Hakan'a gönderdi. "Nasıl yapacağız peki? Önünü kestik diyelim? Nasıl inecek bu herif arabadan? Ve nasıl değiştireceğiz?"
"Yardıma muhtaç birine denk gelse mesela? Ne bileyim lastiği patlamış birine yardım istese? Yanında da çocuk ya da yaşlı biri olsa? Vicdana gelir belki, yardım etmek ister."
"Kim yapacak peki bunu Deniz?" dedi Uygar.
"Çocuklardan biri yapar. Ama yanına da vicdana daha çok hitap eden birini bulmamız gerek. Yaşlı ya da bir çocuk. Eğer azıcık vicdanı varsa yardım etmek için durur."
"Yaşlıyı ya da çocuğu nereden bulacağız?" dedi Sarp.
"Kılık değiştirip yaşlı olabilirim ben." dedi Uygar.
"Çocuklardan biri olmaz." diye araya girdim. "Hiçbir erkek yolda kalan bir erkek için vicdana gelmez, durmaz. Ama kadın görünce dururlar." Üçü de bana şaşkınlıkla bakarken tezimi savunmaya devam ettim. "Ne? Yalan mı? Hangi erkek yolda kalan bir kadına kayıtsız kalabilir?"
"Kadını nereden bulacağız Ada?" dedi Deniz. Kendimden bahsettiğimi anlatan bakışlarla yüzüne uzun süre baktım. Deniz neyden bahsettiğimi anladığı anda kaşlarını kaldırdı ve başını şiddetle iki yana salladı. "Unut bunu." dedi net bir sesle.
"Yoo unutmayacağım. Söylediğim şey çok mantıklı. Çocuklar siz söyleyin." dedim ve hem Uygar'a hem Sarp'a baktım. "Taşıyıcı beni görünce yardım etmek isteyecektir."
Deniz'in yüzündeki öfke dolu ifade, başını sallayışındaki kararlılıkla birleşti. "Unut bunu." dedi yine.
Uygar dudaklarını birbirine bastırdı, ardından viski bardağını elinden yavaşça bırakıp bana döndü. "Ama mantıklı." dedi itiraz etmeden, sadece bir tespit yapar gibi.
"Uygar?" dedi Deniz hemen, keskin ve suçlayan bir sesle.
"Bak, kızma ama gerçekleri konuşalım." dedi Uygar omuzlarını hafifçe kaldırarak. "Kadın olursa, hele biraz da panik içindeyse adam durabilir. Yardım etmek ister. Bu, bu planın temel noktası. Ve eğer işe yarayacaksa-"
"Benim karım bu işe alet olamaz!" diye kesti Deniz sözünü. Sarp başını bana çevirmiş, dikkatle izliyordu. Henüz bir şey dememişti ama gözlerinin içindeki haklı olabilir ifadesini ben okumuştum.
Ayağa kalkıp tam karşılarına geçtim. "Beni birinizin karısı ya da kız kardeşi gibi değil, bu ekibin bir parçası olarak görmelisiniz şu an."
"Ada haklı." dedi Uygar. Ellerini birbirine vurdu. "Bana kızma kardeşim. Sadece şunu söylüyorum, erkek refleksi bu. Erkeklik gururunun altına gömülü bir yardım kahramanı kompleksi gibi bir şey. Zaaf gibi düşün."
Deniz sinirle başını iki yana salladı. "Ya saçmalamayın! Zaaf falan değil bu, riski katlamak!"
"Risk falan yok." dedim. "Neyden korkuyorsun bu kadar? Sadece beş dakika sürecek. Hepiniz orada olacaksınız. Bana orada ne yapabilir?"
Deniz sinirle gülüp başını öne eğdi. "Ya seni tanırsa? Ya şüphelenirse? O zaman ne olacak Ada?"
"Tanımaz." dedim kararlı bir sesle. "Tanımaz kılık değiştiririm."
Uygar araya girdi. "Bak Deniz, biz bu riski ne kadar düşürebileceğimizi biliyoruz. Ada'nın söylediklerinde büyük mantık var. Bizim kasayı alabilmemiz için taşıyıcının güvenle arabadan inmesi gerek. Bir tek kadın figürü bu tepkiyi yaratabilir. Bu kadar basit."
Sarp kollarını kavuşturdu, birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes alarak konuştu. "Ben başta karşıydım, hâlâ çok içime sinmiyor. Ama Uygar haklı. Bu kadar net çalışacak başka bir fikir yok elimizde. Biz anında müdahale ederiz."
Deniz ayağa kalktı. Yanındaki sandalyeyi geriye doğru ittirdi, sandalye tiz bir ses çıkardı. Gözleri kararmış gibiydi. "Hayır! Bu, bu deli saçması!"
"Senin daha iyi bir fikrin varsa dinliyoruz." dedim kollarımı göğsümde kavuşturup.
Deniz sesli ve öfkeli bir nefes verdi. "Seni tanırsa büyük tehlike olur Ada. Bunun nesini anlamıyorsun?"
"Emin ol tanımayacak." dedim. "On dakikaya geliyorum." Koşarak merdivenlerden çıktım, odamıza girdim, giyinme odasına geçip, daha saçlarımı kestirip boyatmadan önce, Fransa'ya gittiğim ilk gün aldığım bakır rengi kısa peruğu taktım. Adelia'yken kullandığım açık kahverengi lenslerimi de taktım. Yüzüme yorgun ve bitkin bir görüntü veren bir makyaj yaptım. Biraz olsun eski kıyafetlerimden üzerime aldım ve kendime olabildiğince bakımsız bir görüntü verip aşağı indim. Uygar da Deniz de şaşkın gözlerle beni izliyordu. "Selam, tanışıyor muyduk?" dedim yorgun bir sesle.
"Ada nerede?" dedi Uygar. "Ne yaptın ona?"
Gururlu bir gülümsemeyle az önceki yerime geçtim. Deniz hala beni izliyordu. Sarp herhangi bir tepki vermemişti çünkü Fransa'da ara sıra bu peruğu kullanıyordum. Yani Sarp bu halimi zaten biliyordu.
"Ben hala ikna olmadım." dedi Deniz.
"Üçe karşı bir oyla kaybettin kocacım. Üzgünüm ama bu gece dikkat dağıtan kişi ben olacağım."
Deniz viskisini kafasına dikti ve bardağı sertçe masaya bıraktı.
Uygar alayla güldü. "Yani istersen ben kadın kılığına girebilirim Deniz. Ama sesimi bir kadın gibi çıkaramam. Anlar karşımdaki."
"Dalga geçme Uygar." dedi Deniz.
Uygar'ın telefon sesi konuşmamızı böldü. "Efendim Eser."
"Nereye götürüleceğini öğrendim kasanın. Attım size mekanı. Evren'in evinden oraya tek bir güzergah var. Ne yapıp ne edip yolunu kesin adamın."
"Eyvallah." dedi Uygar. "Halledeceğiz bir şekilde. Ters bir şey olursa ara yine."
"Ararım." dedi Eser ve telefonu kapattı.
Konuşmalarının üzerinden dakikalar, hatta saatler geçmişti. Bu esnada Sarp hepimizin telefonlarına bakmış, herhangi bir güvenlik dışı hareket görmemişti. Belli ki Evren bizim değil Melis'in telefonunu izliyordu. Deniz'in adamları arabamıza yapıştırılmış takip cihazı bulmuştu ve bu Deniz'i ekstra sinirlendirmişti. Kimin, ne zaman ve nerede bunu yapıştırdığı hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Bunun için herkese daha geniş bir zamanda hesap soracağını özellikle belirttikten sonra odada volta atmaya başladı. Bana kalırsa kimseye daha sonradan kızacağı falan yoktu. Ben planın içinde olduğum için gergindi ve sinirini adamlardan çıkarıyordu.
Uygar sessizce saatine baktı. "Yirmi dakika sonra kasa evden çıkarılacak. Biz de çıkalım artık."
Üçümüz de sessizce başımızı salladık, önce salondan sonra da evden çıktık. Ben eski arabamla gidecektim ve Deniz de yanımda olacaktı. Uygar ve Sarp da hemen arkamızdan bizi takip edecekti. Deniz her ne kadar rahat görünse de hala çok gergin olduğunu nefes alışverişinden bile anlıyordum. Her an vazgeçip geri dönecek gibi bir hali vardı. Kararından vazgeçmemesi için yol boyunca ağzımı hiç açmadım. Zaten o da pencereden dışarıyı izlemekten başka bir şey yapmamıştı.
***
Planladığımız yere vardığımızda arabadan indim. Üzerimde eski ve gri bir hırka, altımda yıpranmış bir pantolon vardı.
Hemen arkamıza park eden Uygar'ın arabasının ışıkları gözümü aldığı için elimi gözüme siper ettim ve inmelerini bekledim. Neyse ki yol kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi de kimse ne yaptığımızı görmüyordu.
Uygar arabanın bagajından küçük bir uyarı üçgeni, eski bir kriko ve bijon anahtarı çıkardı. "Yalancılar olarak biraz da detaylı olalım." dedi. Uyarı üçgenini arabamın arkasına koydu. Krikoyu arka lastiğin yanına bıraktı. Ardından cebinden bir bıçak çıkarıp lastiğe batırdı. Lastik anında inmeye başlarken Uygar'ın profesyonelliği karşısında şaşkınlığa düşmüştüm. "İkna edici olmak gerek." dedi. Kırık bir cam parçasını kesiğin içine yerleştirdi. O sırada Sarp da yanıma yeni bir lastik bırakıyordu.
"Siz organize bir suç örgütü olmuşsunuz. Farkında mısınız?" dedim kaşlarımı kaldırıp.
Uygar güldü. "Şimdi Ada, tekrardan üzerinden geçiyoruz. Kasayı taşıyan araba yaklaştığında telaşla onu durdurmaya çalışacaksın. Şansımız varsa adam duracak. Bir cam parçasının lastiğini patlattığını ve lastiğini değiştirmeye çalıştığını ama başaramadığını söyleyeceksin, yardım isteyeceksin. Herif sana yardım ederken biz de onun arabasına gidip kasayı değiştireceğiz."
Derin bir nefes aldım ve Deniz'e baktım. Hala çok gergindi, evden beri ağzını bıçak açmamıştı. Uzanıp yatışması için yanağını öptüm. "Sevgilim." dedim nazlı bir sesle. "Hadi ama. Her şey yolunda gidecek." Ceketinin yakalarını ellerimin arasına aldım ve ona yaslandım. Kollarını etrafıma sarıp alnımı öptü.
"Bakır rengi saç sana hiç yakışmıyor." dedi alelade bir sesle. Nefesi, bana ait olmayan yapay saçlarıma dökülüyordu.
Güldüm. "Başka ne yakışmıyor peki?"
"Kahverengi göz de hiç yakışmıyor." dedi, daha sıkı sarıldı.
"Eve gider gitmez lenslerimi çıkartacağım." dedim.
"Şu saçma sahte saçları da ben çıkartacağım." dedi. Halinden o kadar memnun değildi ki huysuzluğuna gülesim geliyordu.
"Canım çiftim sizi ayırmak istemem ama araç yaklaşıyor. Bizim uzaklaşmamız lazım artık." dedi Uygar.
Deniz istemeyerek de olsa kollarını etrafımdan çekti, yüzümü avuçladı. "Seni çok seviyorum Ada." dedi yüzümü severken. "Çok seviyorum."
"Biliyorum sevgilim. Ve sen de benim seni daha çok sevdiğimi biliyorsun."
"Elbette biliyorum." dedi, yanağımı öptü ve hızlı adımlarla Uygar'ın yanına gitti. Üçünün arabaya binip uzaklaşmasını izlerken kalbimin çarptığını hissettim. Araba uzaklaştı. Sarp'ın attığı mesajları okudum. Uygar arabayı benden yüz metre ileriye park etmişti. Deniz'le birlikte kasayı araban indirmişti ve yanımdaki ormana girmişlerdi. Yanıma doğru geliyorlardı. Ağaçların arasına gizlenip, ben adamı oyalarken kasaları değiştireceklerdi.
Kasayı taşıyan adamın konumuna baktım. Sadece beş dakika sonra burada olacaktı.
Bir taşın üstüne oturdum. Cevaplarını bilmediğim onlarca soruyu susturup cebimdeki telefon ekranına bir kez daha baktım. Araba iyice yaklaşmıştı. Gözlerimi kapatıp içimden üçe kadar saydım. Sonra derin bir nefesle ayağa kalktım. Rolüm başlamıştı.
Kafamı sağa sola çevirerek panik yapıyormuş gibi yürümeye başladım. Kalbim karnıma doğru çekiliyordu sanki. Korku, heyecan ve adrenalin birbirine karışmıştı. Her şeye rağmen ayaklarım yere sağlam basıyordu.
Göz ucuyla lastiğe ve yere serdiğimiz eski örtüye baktım. Kriko yerinde, bijon anahtarı bir kenardaydı. Oyunun sahnesi hazırdı. Şimdi oyuncunun da hazır olması gerekiyordu. Saçlarım alnıma yapışmıştı, nefesim biraz hızlıydı. Ama gözlerim kararlıydı.
Uzakta, tozlu yolun kıvrımından gri bir araç belirdi. İşte başlıyorduk. Derin bir nefes aldım. Arabaya doğru birkaç adım attım. Önce ellerimi havaya kaldırarak hızla salladım. "Dur! Lütfen dur!" diye bağırdım telaşla. Kendi sesim bile bana yabancı geliyordu.
Adam yavaşlamadı. Arabanın önüne atladım. "Lastiğim patladı! Yardım edin!" Sesim çatallanmıştı. Adam bir an duraksadı. Camlar koyu renkliydi, şoförü tam seçemiyordum ama frene bastığını fark ettim.
Sağa sinyal verdi, yavaşladı, camı indirdi. "Affedersiniz!" diye seslendim. "Yolun ortasında kalakaldım. Lastiği patlattım da. Yardım edebilir misiniz? Beceremiyorum." Gözlerim dolmuş gibi yaparak arabaya doğru birkaç adım daha attım. "Ne olur yardım edin! Telefonum da çekmiyor. Yarım saattir burada bekliyorum. Biri geçer de durur diye."
Adam şüpheyle beni izledi. "Acelem var. Sizin için yol yardım çağırabilirim."
"Yol yardım gelene kadar bekleyemem. Lütfen, tek başımayım. Daha fazla yolda beklemek istemiyorum." Adam bıkkınlıkla ağır bir nefes verdi. Motoru susturdu ve kapısını açtı, arabadan indi. Boyu orta boylarda, saçları kısaydı. Beni süzerken yüzünde küçük bir şüphe belirdi. Ama sonra ağır adımlarla yanıma doğru yürüdü. “Bana ne kadar büyük bir iyilik yaptığınıza inanamazsınız." dedim.
Adam cevap vermedi, arabama doğru ilerledi. Ona belli etmeden adamın arabasına doğru baktım. Uzaklarda bir yerlerde Deniz'i ve Uygar'ı gördüm. Kasayla bekliyorlardı.
Adam patlak lastiğimi inceledi. Krikoyu aldı. Arabayı kaldırmaya başladı. Nefesim kesilmek üzereydi. "Çok uğraştırır mı?" dedim.
"Uğraştırmaz." dedi. Lastiğin yanındaki bezi aldım, pantolonumu silmeye çalıştım. Bir yandan da adamın arabasını izliyordum. Uygar ve Deniz yaklaşmıştı. "Cam fena kesmiş."
"Normalde çok dikkat ederim ama nasıl geçtim üzerinden anlamadım. Bir anda patladı. Dediğim gibi yarım saat oldu buradayım."
"Kimse geçmedi mi?" dedi şüpheyle.
"Geçti, geçti ama durmadı kimse. Kızımın yanına gidiyordum. Beni bekliyor."
"En kısa sürede halledeceğim, merak etmeyin."
"Size hep dua edeceğim. Çok ama çok teşekkür ederim." dedim. "Sizin sayenizde kızıma kavuşacağım. Beni çok özlemiştir."
Adam cevap vermedi, Uygar adamın arabasına yaklaştı. Gürültüsüz bir şekilde arka kapıyı açtı. Adamı oyalamak için muhabbet açmaya çalışıyordum ama aklıma da bir şey gelmiyordu. "Bu işlerden hiç anlamıyorum. Uğraştım uğraştım çıkaramadım lastiği. Kocam olsaydı yapardı ama boşandık. Uzun zaman oldu. O yüzden bu tür işlerde kendimi çok yetersiz hissediyorum."
Adam lastiği yerinden çıkardı. O sırada Uygar da kasayı çıkarıyordu. "Tek başına kadın olmak zor." dedi işine ciddiyetle devam ederken.
"Hem de nasıl. Hep diken üstünde ve tetikte olmak zorundayım. Bir de çocuğum var. Ekstra güçlü olmak zorunda kalıyorum."
"Ne diyeyim. Allah yardımcınız olsun."
"Amin amin." dedim. "Siz de şans eseri çıktınız karşıma. Allah gönderdi valla."
"Bu saatlerde buralar çok tehlikeli oluyor. Yalnız çıkmasanız yola, sizin için daha iyi olur."
"Doğru diyorsunuz. Ama yanımda gelecek kimseyi bulamadım." dedim. Adam yanımdaki yedek lastiği aldı. Deniz boş kasayı arabanın içine attı. Kapıyı yavaşça kapadı.
"Anladım." dedi adam. Lastiği yerine yerleştirdi. Bijon anahtarını aldı ve çevirmeye başladı. Avuçlarım terlemişti. Uygar'a ve Deniz'e baktım, çoktan arabadan uzaklaşmışlardı. Uzun süre adamı izledim. Lastiği taktı. Krikoyu çıkardı, ayağa kalktı. "Evet, işte oldu." dedi elinin tersiyle alnını silerek.
"Çok sağ olun tekrardan." dedim. Önemsiz bir şey yapmışçasına alelade başını salladı, arkasına döndü ve arabasına doğru yürüdü. Patlak lastiği bagaja koydum. Krikoyu ve bijon anahtarını da yanına attım. O sırada adam yanımdan hızlıca geçti ve saniyeler içinde gözden uzaklaştı. Yaklaşık üç dakika sonra Deniz yanıma geldi ve kemiklerimi kırarcasına bana sıkıca sarıldı.
"Çok korktum." dedi endişeli bir sesle.
"Bana bir şey olacak diye mi yoksa planını baltalayacağım diye mi?"
"Plan umurumda değildi Ada. Sana bir şey yapacak diye korktum, plan bozulacak diye değil."
"İyiyim. Bak geçti. Başardık." dedim. Kollarından ayrılıp parmak uçlarımda yükseldim, yanağını öptüm.
"Başardık." dedi. Peruk olan saçlarımı çıkardı. Siyah saçlarıma bir sürü öpücük bıraktı. "Evimize gidelim artık." dedi, kapımı açtı, ben bindikten sonra kapattı ve koşar adımlarla kendi tarafına geçti, koltuğa oturdu, motoru çalıştırdı.
***
Eve gelir gelmez odamıza çıkmış, üzerimizi değiştirmiş, yatağa uzanmıştık. Deniz bir yandan Ece'nin hazırladığı basın açıklamasını okuyor, bir yandan da göğsüne koyduğum başımı okşuyordu. Ne yaşarsa yaşasın, ne olursa olsun, huzuru benimle buluyordu. Belki kalp atışımla, belki saçlarımla, belki de kokumla.
"Yarın mı yapacaksın basın açıklamasını?" dedim göğsünde hayali şekiller yaparken.
"Evet. Babam ve avukatımızla birlikte." dedi Deniz.
"Sevgilim." dedim, cevap vermesini beklemeden devam ettim. "Biz kasayı aldık ama o belgeler hala geçerliliğini koruyor. Yani imar izni hala sahte. Yani kasaya ele geçirmiş olmamız imar izninin sahte oluşunu ve rüşvet belgelerinde senin imzanın bulunmasını temizlemiyor. Evren şikayet etse ve savcılık araştırsa hemen ortaya çıkar bu yolsuzluk." Deniz, zaten bunun farkındayım dercesine başını hafifçe salladı. "Yani demem o ki şu Sonart Holding'e acilen ulaşıp, o imar iznini rüşvet karşılığında size veren belediye çalışanına en kısa sürede ulaşmamız lazım."
"Sonart Holding hiç var olmamış gibi." dedi sıkıntılı bir sesle. "Bu zamana kadar yaptıkları hiçbir işe rastlamadı Uygar. İşin garip yanı kimseye ulaşamıyor."
"Belki de gerçekten hiç öyle bir şirket var olmadı."
"Büyük ihtimalle öyle." dedi esnerken. "Uyuyalım mı sevgilim, çok yorucu bir gündü."
"Uyuyalım sevgilim." dedim, yanımdaki gece lambasını kapattım. Deniz'e sarıldım ve başımı göğsüne koydum. Belki de bundan sonra her şey daha kötü olacaktı ama ben yan yana olacağımız taktirde her şeyin üstesinden geleceğimize hiçbir şeye inanmadığım kadar inanıyordum.
***
19 Mart, Cumartesi
Sabah ilk uyanan ben olmuştum, sekiz saattir uyuyor olmamıza rağmen Deniz'in yorgunluğu hala geçmemişti, bunu uyurken bile gergin olan yüzünden anlayabiliyordum. Hissetmeyecek olsa da yanağını öptüm, başımı tekrar göğsüne koydum. Deniz hafifçe kıpırdadı ve saniyeler sonra eli saçlarımı buldu. "Günaydın canımın içi." dedi, istemeyerek de olsa onu uyandırdığım için üzülmüştüm. Çünkü dinlenmeye ihtiyacı vardı.
"Günaydın sevgilim." dedim. "Uyandırdım mı?"
"Yaklaşık on beş dakikadır uyanığım, gözlerimi dinlendiriyordum. Sen, beni hep böyle uykumda öpüyor musun?" dedi saçlarıma minik bir buse bıraktıktan hemen sonra.
"Evet. Kocam olduğun için bu hakka sahip olduğumu düşünüyorum. Yanılıyor muyum yoksa?" dedim ve başımı kaldırıp yüzüne baktım. Az önceki yorgun ifadesi gitmiş, yerine hayat dolu bir ifade gelmişti. Sanırım ona bunu sağlayan şey bendim.
Gülümsedi. "Neyin olduğum için? Bir daha söyler misin?" dedi gülüşü daha da büyürken.
"Kocam olduğun için. Kocam. Benim kocam." dedim her hecede daha da şımaran bir sesle. "Gözlerimi her gün dünyanın en güzel manzarasına açıyorum. Bu beni kainatın en mutlu kadını yapıyor."
"Allah Allah. Benimle uyanmak seni bu kadar mutlu etmeye yetiyor yani?" dedi kaşlarını kaldırıp.
Doğruldum, kendimi yukarıya çektim, yastığa yattım ve yüzlerimizi hizaladım. "Sana yetmiyor mu?" dedim çatılan kaşlarımla.
Elini çeneme koydu, başparmağıyla dudaklarımı sevdi. "Yetiyor yetmesine de promosyon istiyorum ben."
"Nasıl yani?" dedim.
Bir kolunu belimin altından geçirdi, diğer kolunu belimin üstüne attı, bacağını bacaklarımın üstüne getirip beni ahtapot gibi sardı ve saniyeler sonra bedenimi bedeniyle, dudaklarımı da dudaklarıyla birleştirdi. "Yanisi işte böyle karıcım. Böyle minik promosyonlardan bahsediyorum. Daha fazlasını yapmak senin gönlünün yüceliğine kalmış."
Kıkırdadım. "Konu sen olunca benim gönlümün ne kadar yüce olabileceğini asla tahmin edemezsin." dedim, elimi beline indirip tişörtünü sıyırdım.
"Hmm." dedi düşünceli bir sesle. "Bugün tahmin yeteneğim baya kötü. Sen bana direkt uygulamalı olarak göstersen? Öğrenmiş ve görmüş olurum."
Güldüm. "Seve seve." dedim arzulu bir sesle.
***
Duştan çıkarken Deniz havluyu aldı, önce beni sardı, sonra kendi havlusunu beline doladı. Saçlarımı hafifçe sıktım, Deniz'in gözleri ellerimin hareketini izlerken dudaklarının kenarında o tanıdık kıvrım belirdi.
"O gülüşünü sil, evet o gülüşünü." dedim aynaya bakarken.
"Elimde değil. Seninle aynı banyoda olunca gözlerim de aklım da havlunun altını hayal etmeye başlıyor."
"İçeri gidiyoruz." dedim, gülmemi bastırarak.
Odaya döndük. Giyinme odasının kapısını açtım, Deniz arkamdan içeri girdi. Dolabın kapağını açtım, tişörtler arasında bir şeyler aramaya başladım ama arkamdan yaklaşan bedenin nefesi enseme değdiğinde tüm konsantrasyonum kaydı.
"Yani." dedi Deniz. "Aldığım promosyon gayet tatmin ediciydi."
"Hmm?" dedim dönmeden.
"Fakat." dedi, ellerini belime dolarken. "Bence kampanya süresi uzatılmalı."
Kahkaha attım. "Kampanya mı?"
"Elbette. Uzun vadeli yatırım, bol temaslı, gönüllü hizmet. Ama asıl olay promosyonun tekrar etmesinde."
Dönüp yüzüne baktım. Gözleri hâlâ alevliydi. Havlusu gevşemişti. Elimi yavaşça göğsüne koyup onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım ama başaramadım. Sırtımı askılıklara yasladım. "Sen böyle promosyon dedikçe içimdeki müşteri hizmetleri departmanı yeniden aktifleşiyor ama bu durum şirket politikasıyla pek uyuşmuyor."
"Bu şirketin CEO'su olarak, bedensel bir toplantı talep ediyorum."
"O zaman toplantıya çağırmadan önce şu elini havlumun altından çek lütfen." dedim ama sesim tehditkâr olmaktan çok şehvetle doluydu.
"Yeni kampanya tarihini öğrenmek isterim. Hani olur da bir gün ortası, spontane bir şey düşünürsen."
Başımı hafifçe yana yatırıp gözlerinin içine baktım. "Senin spontane fikirlerini gayet iyi tanıyorum. Şimdi tişört seçmeye çalışıyorum, flört etme benimle."
"Dolaptaki kıyafetlere saygım sonsuz ama." dedi, ellerini havlunun altında gezdirirken. "Senin üzerinde bir tanesini bile görmeye gönlüm razı değil şu an."
"Daha az önce üzerimde hiçbir şey yokken gayet tatmin olmuş görünüyordun."
"Yetmedi." dedi dudaklarını alnıma değdirerek.
Ellerimi onun beline koydum, havlumdan çıkardığı bir parça saçı parmaklarıyla örmeye başlamıştı. O kadar nazik, o kadar sabırlıydı ki dokunuşlarıyla sabahın o ateşini hâlâ diri tutuyordu.
Arkama döndüm ve dolaptan ilk elime geleni aldım. "Ben giyiniyorum." dedim gülümsememe engel olamayarak.
"Ben de izliyorum." dedi arkamdan.
Bir bluzu seçip üzerime geçirdim. Saçlarımı toparlarken Deniz hâlâ beni izliyordu. Sessizliği ben bozdum. "Hadi artık gidelim."
Deniz başını hafifçe salladı, sonra banyoya yöneldi. Ben de giyinme odasından çıkıp salona indim. Güneş perdelerin arasından süzülüyor, evin içini sakin bir altın renge boyuyordu. Bu huzur dışarıdaki fırtınayla zıtlık oluşturuyordu sanki. İçimden geçenleri susturamıyordum.
"Birazdan herkesin önüne çıkacağız. Ve ben çok gerginim. Şu soyadı taşımak bazen o kadar ağır geliyor ki Ada. Keşke bu yükün ağırlığını ben taşımasaydım." dedi Deniz aşağı indiğinde. Gömleğinin düğmelerini iliklerken göz göze geldik. Gözlerinde bir yumuşaklık aradım ama çok gergindi.
"Tamam, sakin ol. Sana söz veriyorum çok yakın bir zamanda hiçbir şeyin ağırlığını yaşamayacağız." dedim. Deniz sadece gülümsedi.
"Hadi gel, çıkalım." dedi ceketini giyerken.
Başımı salladım. Çantamı aldım, anahtarı cebime attım. Arabaya bindiğimizde kemerimi taktım. Camdan dışarı bakarken İstanbul'un sabah kalabalığı gözümde flu bir tablo gibiydi. İnsanlar aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışıyor, kimisi telefonla konuşuyor, kimisi koşar adım yürüyordu.
Acaba aralarında bizim hikâyemizi bilen var mıydı? Ya da Fatih Bey'in adını duyunca yüzünü buruşturan biri çıkar mıydı? Kafamın içi bin bir soruyla doluydu. Arabanın radyosunda hafif bir caz müzik çalıyordu ama beynimdeki gürültüyü bastıramıyordu.
Hazır mıydım? Hayır. Ama hazır olmam gerekiyordu.
Hastaneye yaklaştığımızda arabaların oluşturduğu kaos hemen gözüme çarptı. Polis bariyerleri, gazeteciler, canlı yayın araçları, ellerinde mikrofonlarla etrafı arşınlayan muhabirler. Hastane önü resmen savaş alanı gibiydi. Herkesin gözü içeride, kimin ne söyleyeceğindeydi.
"Bu kalabalığın içinden geçemeyiz." dedim Deniz'e.
O zaten çoktan kararını vermiş gibi dikiz aynasına baktı, sonra sinyal verip sokağın sonundaki ara girişe doğru yöneldi. "Arka kapıdan gireriz. Uygar'la orada buluşuruz."
Hastanenin arka kapısından giriş yaptığımızda içerideki gergin hava neredeyse elle tutulur bir yoğunluktaydı. Sanki duvarlar bile duydukları iddialardan utanıyordu. Uygar bizi karşılarken sesi her zamanki gibi sakindi ama gözlerindeki sertlik, bu sessizliğin arkasında kopan fırtınaları ele veriyordu.
Bekleme salonuna geçtiğimizde Deniz'in yanında oturdum. Ellerini birbirine kenetlemişti. Omzuna hafifçe dokundum. "Sakin ol." dedim fısıltıyla. Ama bu sakinlik sadece bir temenniydi. Çünkü içimden geçen tek şey birazdan olacakların bir kırılma anı olacağıydı.
Ece çantasından bir dosya çıkardı. "Açıklamayı hazırladım." dedi. Dosyayı az önce bekleme salonuna giren avukata uzattı. Adam gözlüklerini düzelterek satır satır okumaya başladı, Deniz'in yüzü gittikçe daha gerginleşiyordu. Dizine dokundum. "İyi misin?"
"Olmak zorundayım." dedi gözlerini bana çevirmeden.
Uygar kollarını göğsünde bağlamış, duvara yaslanmıştı ama gözleri Deniz'den bir saniye bile ayrılmıyordu. Ece, Deniz'in karşısındaki sandalyeye oturdu.
"İstersen küçük bir prova yapalım." dedi yumuşakça.
Deniz başını salladı. İlk satıra göz gezdirdi. "Sayın basın mensupları, değerli kamuoyu..." Sesi zayıf çıkmıştı. Hemen ardından tekrar denedi ama cümlesi yarım kalmıştı.
Avukat dosyayı Deniz'den aldı, açıklamayı son kez gözden geçirdi. "Çıkalım." dedi. Sarp ve Uygar'la birlikte, Deniz'in, Fatih Bey'in, Ece'nin ve avukatın salondan çıkmasını izledik.
Uygar televizyonu açtı, ekranda Fatih Bey, Deniz ve şirket avukatı vardı. Söze giren avukat olmuştu.
Değerli basın mensupları, kıymetli kamuoyu,
Bugün burada, ülkemizin sağlık sistemine uzun yıllardır katkı sunan köklü bir kuruluş olan Aladağ Hastaneler Grubu adına sizleri bilgilendirmek ve son günlerde kamuoyunu meşgul eden bazı iddialara açıklık getirmek üzere toplandık.
Aladağ Hastaneler Grubu olarak; İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya ve daha birçok şehirde faaliyet gösteren hastanelerimizde bugüne kadar yüzbinlerce hastaya sağlık hizmeti sunduk. Tüm bu süreç boyunca, meslek etiğini ve insan sağlığını her şeyin üzerinde tutmayı ilke edindik. Kurulduğumuz günden bu yana, hiçbir zaman ismimizi lekeleyecek usulsüz bir işleme imza atmadık. Bugün olduğu gibi geçmişte de her zaman şeffaflığın, hakkaniyetin ve adaletin yanında durduk.
Son günlerde basında yer alan ve hastanemiz ile kurucularımızdan Sayın Dr. Fatih Aladağ'ı hedef alan iddialar üzerine, kamuoyunu doğru bilgilendirmek adına bazı belgeleri sizlerle paylaşmak isteriz.
Bahsi geçen olay, ne yazık ki, küçük bir çocuğun hayatını kaybettiği trajik bir ameliyatla ilgilidir. Ameliyat sırasında uygulanan anestezi dozajıyla ilgili ortaya atılan iddialar, kamuoyunda büyük bir yankı uyandırmıştır. Söz konusu ameliyatın sorumluluğunu üstlenmiş olan Dr. Fatih Aladağ, o dönem elinde bulunan sahte anestezi raporuna göre dozajı belirleyerek tıbbi müdahaleyi gerçekleştirmiştir. Ancak daha sonra ortaya çıkan gerçek rapor, olayın seyrini değiştirmiştir.
Bu noktada kamuoyunu ilgilendiren asıl mesele şudur: Elimizde birbirinden farklı iki adet anestezi raporu bulunmaktadır. Bunlardan biri operasyon öncesinde hastane sistemine işlenmiş ve Fatih Bey tarafından dikkate alınmış olan gerçek bir rapordur. Diğeri ise sahte ve daha sonra ortaya çıkarılmış, olayın ardından gizemli biçimde ortadan kaybolmuş bir belgedir.
Bugün burada, her iki raporu ve uygulanan dozajı siz değerli basın mensuplarıyla paylaşarak, konunun tüm yönleriyle kamuoyu vicdanında değerlendirilmesini istiyoruz." dedi avukat. Ekrana iki raporu ve dozajı vermişlerdi. "İsim vermeden belirtmek isteriz ki; bu raporların değiştirilmesi ve hastane kayıtlarının manipüle edilmesi, bilinçli bir şekilde yürütülen bir yolsuzluk sürecinin parçasıdır. Elbette bu konuda yürütülen adli ve idari soruşturma devam etmektedir. Sağlık Bakanlığı, ilgili tüm evrakları ve tanıkları incelemeye almış, bağımsız uzmanlarla süreci şeffaf bir şekilde yürütmektedir.
Ancak bu süreçte, medyanın bir kısmında yapılan ve henüz yargı süreci tamamlanmamış bir dosyayla ilgili olarak Fatih Bey'i ve hastanemizi suçlayan, karalayan, önyargılarla dolu yayınlardan derin üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz. Söz konusu ithamlar, yalnızca bir hekimin değil, binlerce sağlık emekçisinin alın terini ve güvenini de zedelemektedir.
Aladağ Ailesi olarak; adaletin er ya da geç tecelli edeceğine, gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkacağına olan inancımız tamdır. Hastanemiz ve kurucumuz Dr. Fatih Aladağ, yıllardır olduğu gibi bugün de dimdik ayaktadır.
Bu açıklamamız bir savunma değil, bir duruşun beyanıdır. Gerçeklerin ışığında ilerlemeye, halkımıza şifa dağıtmaya ve doğruluktan şaşmadan yolumuza devam etmeye kararlıyız.
Saygılarımızla,
Aladağ Hastaneler Grubu
Avukat metnin son cümlesini okuduktan sonra birkaç saniye durdu. Kalabalığın sessizliği tuhaftı. Sanki herkes bir tepki vermeye hazırlanıyordu.
Kürsüden başını kaldırıp gözlerini kalabalığa çevirdi. "Buyurun." dedi. "Sorularınızı alabiliriz."
O an flaşlar bir kez daha art arda patladı. Objektifler üçüne de odaklandı. Deniz'in başparmağıyla kürsünün kenarına küçük küçük vurduğunu gördüm. Gergindi, belki babasından bile daha fazla. Soluk alışları yüzeysel, çenesinin kaslarıysa belirgindi. Bunu yalnızca onu sabah saat altıda izlerken ezberlemiş olan biri anlayabilirdi.
İlk mikrofonu uzatan ulusal bir haber kanalının muhabiriydi. Genç, sinirli ve keskin konuşan biri gibi duruyordu. "Bu olayla ilgili olarak Sağlık Bakanlığı soruşturma açtı. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir? Hastanenizin kapatılması ihtimali masada mı?"
Avukat öne eğildi. "Evet, Sağlık Bakanlığı tarafından adli ve idari bir soruşturma yürütülmektedir. Bu süreci sonuna kadar destekliyoruz. Hastanemiz tüm verileri şeffaf biçimde paylaşmaktadır. Hiçbir veriyi gizlemediğimiz gibi tüm kayıtları arşivden çıkararak yetkililere teslim ettik. Kapatılma gibi bir durum şu an söz konusu değildir. Çünkü ortada hastaneye ait bir hata değil, sistem dışı bir müdahale vardır."
İkinci mikrofon, elinde sarı dosyalarla bekleyen başka bir gazetecideydi. "Peki Sayın Fatih Aladağ. Sizin bizzat ameliyat ettiğiniz bir çocuğun, bu hatalı doz yüzünden öldüğü düşünülüyor. Kamuoyu nezdinde bu vicdani sorumluluğu nasıl taşıyorsunuz?"
"Ben bir hekimdim. Hayatımı insanlara şifa vermeye adadım. O gün elimdeki belgeye göre anestezi uyguladım. Ama o belge, gerçek rapor değilmiş. Benim vicdanen taşıdığım yük, bu gerçeğin farkına vardığım andan itibaren başladı. Bu açıklamayı yapmamın sebebi sorumluluktan kaçmak değil, tam aksine onun yükünü taşıyacak kadar cesur olduğumu göstermek içindir."
Kalabalık bir süre sessiz kaldı. Ardından bir kadın gazeteci mikrofonu kaldırdı. "Yani burada bir sahtecilik olduğunu açıkça söylüyorsunuz ama isim vermiyorsunuz. Neden? Suçlu kim?"
Deniz'in çenesi kasıldı. Dişlerini sıktı. Onun sabrının sınırına geldiğini hissettim. Muhabirin sorusunu avukat cevapladı.
"Yargı süreci devam ederken isim vermek, hem kişisel hakları hem de hukukun işleyişini riske sokar. Bizim amacımız sürecin temiz ve tarafsız işlemesini sağlamaktır. Ancak kamuoyuna sunulan belgeler hastane dışı bir müdahaleyi açıkça ortaya koymaktadır. Gerisi savcılığın ve mahkemelerin takdirindedir."
Bir başka gazeteci daha sordu. "Sayın Deniz Aladağ, siz hem yönetim kurulundasınız hem de Fatih Aladağ'ın oğlusunuz. Bu açıklamayı yaparken duygularınızı nasıl dengelediniz?"
‘’Ben Aladağ ailesinin bir ferdi olarak buradayım ama aynı zamanda on binlerce kişinin sağlığına dokunan bir hastanenin sorumluluğuyla konuşuyorum. Evet, duygularımı dengelemek kolay olmadı. Ama şunu bilmenizi isterim, biz burada yalnızca bir savunma yapmıyoruz. Aynı zamanda gerçeği delilleriyle birlikte ortaya koyuyoruz. Bu, bir aile olarak değil bir kurum olarak verdiğimiz mücadeledir."
Basın soruları devam ettikçe her cevap yeni bir sükûnet dalgası getiriyordu. Deniz bir ara mikrofona tekrar eğildi. "Kamuoyundan tek isteğimiz sabırdır. Gerçekler zamanla su yüzüne çıkar. Biz buradayız. Gitmedik. Hiçbir zaman da kaçmayacağız."
Bekleme alanındaki sessizlik yalnızca televizyondan gelen seslerle bozuluyordu. Sarp'ın ve Uygar'ın bakışları ekrana kilitlenmişti. Ben ise Deniz'in ses tonunu, yüzündeki kasılmaları, kelimeleri seçişindeki tereddüdü izliyordum. Babasının yanında öyle bir duruyordu ki sanki tüm sistem ona yüklenmişti ama o hâlâ ayakta kalmakta ısrar ediyordu.
Açıklama Uygar uzaktan kumandayı alıp televizyonu kapattı. Sarp gözlerini kısarak "Gayet iyiydi." dedi. Uygar başını salladı. Ama ben içimdeki endişeyi susturamıyordum. Deniz'in vücut dili daha fazlasını taşıyamayacağını anlatıyordu.
Bekleme salonunun kapısı açıldı. Önce Deniz daha sonra Fatih Bey içeri girdi. Yüzlerinde açıklamayı atlatmanın tuhaf bir ferahlığı vardı. Deniz gözlerime baktı ama o bakış artık destek arayan bir bakıştı. Kalabalığın önündeki o güçlü adam gitmiş, yerine içindeki çocuğu kaybetmiş bir yorgun adam gelmişti.
Tam ben ona doğru yürürken dış kapı yeniden açıldı. Önce topuklu ayakkabıların tiz sesi geldi. Sonra Canan Hanım. Peşinde Eren.
"Deniz! Oğlum, çok iyi bir açıklamaydı." dedi Canan Hanım. Gülümsemeye çalışıyordu ama yüzünde tedirgin bir ifade de vardı.
Deniz bir adım geri attı. "Anne. Ne işiniz var burada?"
"Ne demek ne işimiz var? Oğlum basın açıklaması yapıyor, biz de geldik tabii ki."
"Destek olmaya değil, kaos çıkarmaya geldin." dedi, sesi çok kırgın çıkıyordu.
Eren homurdandı. "Abartma abi."
Deniz yorgun, bitkin ve öfkeyle dolu gözlerini annesine dikti. "Ben bu ailenin ne günahını işledim bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Neden bu kadar yük benim sırtımda?"
"Deniz."
"Hayır anne. Beni dinle." dedi sesini yükselterek. "Yıllardır herkesin derdini ben taşıyorum. Babamın omuzlarına çöken suçluluk duygusunu, senin hiç sorun yokmuş gibi davranışlarını, Melis'in çöküşünü. Hepsini! Şimdi de bu Evren meselesi! Beni delirtmeye mi çalışıyorsunuz?"
Canan Hanım gerildi. "Evren'i karıştırma. O benim üvey de olsa kardeşim."
"Güzel. O zaman sen uğraş onunla!" diye patladı Deniz. "Benim üzerime yıkma! Adam Melis'i bulmuş, ona bileklik göndermiş. Neredeydin sen?! Neredeydin anne?!" Canan Hanım'ın yüzü düştü. Eren gözlerini kaçırdı. Fatih Bey suskun kalmayı tercih etti. Ama Deniz daha yeni başlıyordu. "Ben artık her an tetikte yaşamaktan bıktım. Herkesi korumak zorunda hissetmekten, en küçük bir gelişmede herkesin yüzünün bana dönmesinden yoruldum! Bu geçmişin bedelini neden ben ödüyorum?! Bir de utanmadan Evren benim kardeşim diyorsun. Adam Melis’in adresini bulmuş ve itibarımızı zedelemeye çalışıyor. Sen farkında değilsin herhalde bu olanların!’’
Canan Hanım bir adım atmak istedi ama Deniz geri çekildi. "Senin kardeşinle uğraşmak senin görevin. Benim değil. Benim sorumluluğum bitti. Aile olmanın anlamı buysa, ben istemiyorum anne. Sadece biraz nefes almak istiyorum. Lütfen."
Salonda ağır bir sessizlik oldu. Deniz’in yanına gittim. Elini tuttum. Elinin titrediğini fark ettim. Gözlerini bana çevirdiğinde artık sadece bir eş değil, bir sığınaktım onun için. Ben onu anlıyordum. O da artık yalnız olmadığını biliyordu.
Gözlerinde daha önce görmediğim bir donukluk vardı. Sanki annesine değil geçmişin hayaletine bakıyordu. "Anne." dedi, derin bir nefes aldı. "Ben artık evliyim. Bir eşim var. Kendi ailemi kurdum." Canan Hanım irkildi. O ana kadar tüm konuşmaları bir anne gibi değil de toplum içinde nasıl görünürüz telaşıyla izleyen biri gibi dinliyordu. Ama Deniz'in ağzından kendi ailem cümlesi dökülünce göz kapakları titredi.
Deniz devam etti. "Sen hâlâ benim senin küçük oğlun olduğumu sanıyorsun. Ama ben artık başka bir hayatın içindeyim. Ada'yla birlikte kurduğum bir hayatın. Ve o hayatı senin üvey kardeşin yüzünden tehlikeye atmak istemiyorum." Canan Hanım'ın gözleri kısıldı. Gururunu yutmamak için direnen biri gibiydi. "Evren senin kardeşinse." dedi ve duraksadı. Boğazı düğümlenmişti ama kendini toparladı. "Biz de onun yeğenleriyiz. Ama bizi canımızla tehdit ediyor. Karıma, kardeşime, babama gözdağı veriyor. Her adımımızda arkamıza bakmak zorunda kalıyoruz. Bu mu senin için aile olmak?"
Onları izlerken annesinin omuzlarının ne kadar dik durduğunu ama yüzünün yavaş yavaş çöktüğünü fark ettim. Elleri çantasına sıkıca sarılmıştı. Ayak uçları birbirine dönüktü. Savunmaya geçmiş bir çocuk gibiydi aslında. Ama Deniz karşısında dimdik duruyordu. "Onunla orta yolu sen bul. Biz değil." dedi Deniz, başını iki yana sallayarak. "Biz zaten her yolu denedik. Her yoldan sonra biri daha zarar gördü. Bu artık senin sorumluluğun."
Canan Hanım sonunda bir adım geri çekildi. Fatih Bey araya girmiyordu. Bence o da biliyordu, bu savaşta Deniz haklıydı.
Deniz içini çekti. Sanki içinden geçen her cümleyi söylemişti ama hâlâ bir şeyler içini kemiriyordu. Başını çevirip bana baktığında gözleri sadece bana ait bir duyguyla doluydu. "Yoruldum." dedi fısıltıyla. Gözlerinde yanan şey sadece öfke değildi. Derin, kapkara bir yorgunluk vardı. Göğsü hızlı inip kalkıyor, çenesi hafif titriyordu. Birkaç saniye boyunca konuşmadı. "Ben." dedi, sesi ilk anda kısıktı. Sonra daha net bir tonla devam etti. "Ben o Evren şerefsizinin oğlunu, Güney'i silah kaçakçılığı yaptığı halde akladım. Çünkü beni mecbur bıraktı." Canan Hanım'ın gözleri büyüdü, Deniz farkında olmadan elimi sıktı. "Onun yüzünden ben Tolga'yı harcadım! Sırf ailemi koruyayım diye. Eğer yapmasaydım bu ailenin başına çok daha fazlası gelecekti. Ve ben bu ailenin tek savunmasıydım. Yarın bir gün başka ne isteyeceğini bile bilmiyorum. Yeni bir tehdit, yeni bir şart, yeni bir can pazarlığı. Böyle yaşanır mı?"
Canan Hanım hâlâ susuyordu. Belli ki düşünceleri Deniz'in boynuna sarılan zincir gibi ağırdı. Deniz devam etti. "Artık herkesin can güvenliğini düşünmekten bıktım." dedi, boğazı düğümlenmişti. Gözlerime baktı. İçinde biriken çaresizliğin tam merkezindeydim. "Birimizin dışarı çıkarken dönüp dönmeyeceğini düşünmekten, arkamızı kollamaktan, gece telefona bakmaya korkmaktan yoruldum. Ben artık herkesin değil, kendi hayatımın da derdine düşmek istiyorum. Kendim için yaşamak istiyorum. Ada'yla huzur içinde uyanmak istiyorum. Bunu çok mu görüyorsunuz bana?"
Hafifçe yutkunduktan sonra devam etti. "Evren'le sen ilgilen anne. O senin kardeşin madem. Ama artık bizim canımızla pazarlık yapmasın."
Alnını hafifçe ovuşturdu. Sonra yavaşça geri döndü ama omuzlarındaki yük hâlâ oradaydı. Gerginlik tavan yapmıştı. Herkesin nefesi birbirine karışmış, salonda görünmeyen bir sis gibi dolaşan buhran, bedenimize yapışmıştı. Deniz bir an yere bakarken tanıdık bir ses devreye girdi.
"Tamam." dedi Uygar, elini havaya kaldırarak. "Herkes bir durabilir mi lütfen? Bakın, haklısınız. Herkes haklı. Ama birbirimizi yiyerek hiçbir şeyi çözemeyiz. Yorgunsun Deniz, biliyorum. Senin kadar ben de buradayım. Biz hepimiz buradayız." Uygar'ın sesi sert değildi ama kararlıydı. Konuşurken gözlerini Canan Hanım'dan Eren'e, sonra bana ve Deniz'de gezdirdi. "Senin yaşadığın yükü dışarıdan anlamak kolay değil ama şunu bil ki yalnız değilsin. Hepimiz bu saçmalığın içindeyiz. Ve birbirimize tutunmazsak, gerçekten batarız."
Deniz başını kaldırıp gözlerini ona çevirdi. Sessizce başını salladı. Yutkundu, dudaklarını ısırdı. Yumuşamaya başlamıştı ama hâlâ diken üstündeydi. O sırada cebinden gelen telefon titreşimiyle irkildi. Gözleri ekrana kaydı. Ben de eğilip baktım. Melis arıyordu.
Deniz bir anlığına kararsız kaldı. Kaşları çatıldı, elimi bıraktı, sonra telefonu açtı. "Melis?" dedi, sesi hem şaşkın hem tetikteydi. Telefonu orta sehpaya bıraktı, sesi dışarı verdi. Melis hala bir şey dememişti. "Ne oldu Melis? Söylesene."
"O bilekliği bana Evren mi aldı?" dedi Melis öfkeyle.
Deniz afallayarak bir süre ekrana baktı. Parmaklarıyla alnını ovuşturdu. "Bunu da nereden çıkardın?" dedi Deniz. Sesi artık daha düşüktü ama duruşu gerginliğini ele veriyordu. Hepimiz göz ucuyla onu izliyorduk. Çünkü ses tonu, göz bebekleri ve nefesindeki hız her şeyi ele veriyordu.
"Hiç lafı dolandırma abi! Sen almadın onu. Biliyorum."
Deniz kısa bir süre düşündü. Melis öğrenmişti. Bu saatten sonra inkar etmenin bir anlamı yoktu. "Nereden biliyorsun Melis sen bunu?"
"Nereden bildiğimin ne önemi var?! Abi sen neden bana yalan söyledin?" Melis'in sesi buz gibiydi. Telefonda bir çocuğun kırılmış güveni ve genç bir kadının öfkesine dönüşen sarsılmış inancı vardı. Deniz'in omuzları bir anda düştü.
"Yalan söylemedim." dedi kısık ama net bir sesle. "Sadece bilmeni istemedim."
"Bu daha beter!" dedi Melis, sesi yükselmişti. "Beni korumak için falan yaptığını söyleme. Çünkü şu an kendimi korunmuş falan hissetmiyorum. Resmen oyuna getirilmiş gibiyim."
Deniz gözlerini kapattı. "Ben sadece korkmanı istemedim. Onun aldığını bilseydin seni nasıl etkilerdi, kestiremedim. Korkmandan korktum."
Melis birkaç saniye sustu sonra yeniden patladı. "Beni nasıl etkilerdi değil, senin nasıl rahat edeceğindi derdin! Çünkü zaten bu adam hayatımıza dadandı."
Deniz içini çekti, sesi yorgundu. "Melis inan bana şu an beni anlaman için sana açıklama yapamayacak kadar gerginim. Herkesin can güvenliğini düşünmekten yemin ederim Melis, artık nefes alamıyorum."
"Benim güvenliğim de o güvenliğin parçası mıydı?" dedi Melis. Bu defa sesinde kırılganlık da vardı.
Yanlarında duruyordum ama bir şey diyemiyordum. Melis'in sesi benim de içime işliyordu. Deniz bana baktığında sadece yorgun değildi, ezilmişti. Vicdanı sırtında bir yük gibi duruyordu. "Elbette ki parçası Melis. Ne saçmalıyorsun sen? Tek derdim seni korumak."
Melis ufak bir kahkaha attı. "Korumak mı?" dedi alayla. "Peki bir şey daha soracağım." dedi. Sesi bu kez titriyordu ama öfkesinden değildi. Korkusunu bastırmaya çalışıyordu. "O kadar korumaya rağmen o kurye nasıl içeri kadar gelebildi?"
Deniz'in gözleri karardı, alnındaki damar belirginleşti. "Burak'ı markete göndermişsin Melis!" dedi dişlerinin arasından. "İki dakikada olan olmuş. Zaten onu da sorguya çektim. Ama senin de dikkatli olman lazım."
"Ben dikkat etmeye çalışmaktan yoruldum!" diye bağırdı Melis. "Ben evimde bile nefes alamıyorum. Artık yeter!"
Deniz dişlerini sıktı. "Hiçbir şeyin kolay olmadığını biliyorum Melis. Ama her şeyi ben çözemem. Sana en güvendiğim adamlardan birini verdim."
"Kimse gerçekten benim ne yaşadığımı, ne hissettiğimi önemsemiyor. Herkes bir şey olmasın diye uğraşıyor ama ben zaten içten içe çöküyorum!"
Deniz başını eğdi, bir eliyle gözlerini ovuşturdu. "Melis." dedi sonunda. "Seni anlıyorum. Ama şu an başka bir yolumuz yok. Söz veriyorum, artık tek başına hissetmeyeceksin."
Melis bir süre sessiz kaldı. Telefonun ucunda sadece soluk alıp verişi vardı. Sonunda kısık ama net bir sesle konuştu. "Artık izlenmek istemiyorum."
Deniz başını aniden kaldırdı. Gözleri alev almış gibiydi. "Ne dedin?"
"İzlenmek istemiyorum." dedi Melis daha da net. "Evimin önünde koruma, sokakta peşimde adam, çantamda takip cihazı istemiyorum. Hayatımı yaşamak istiyorum, sürekli gözetlenmek değil. Ne yaparsam yapayım birilerinin gözleri üzerimde, nefes bile alamıyorum artık!"
"Melis!" diye bağırdı Deniz, sesi hastanenin bekleme salonunda yankılandı. "Bu kadar saçma bir şey duymadım! Evren gibi biri hâlâ serbestken, hâlâ bize rahat vermiyorken sen nasıl bu kadar sorumsuz olabiliyorsun?!"
"Ben mi sorumsuzum?!" dedi Melis, sesi tizleşmişti. "Hayatımın her saniyesi planlanmış gibi yaşamak zorunda kalıyorum. Biri bana ne yapacağımı, nasıl davranacağımı söylüyor. Evden dışarı çıkmam için bile bir kişiye haber vermem gerekiyor. Ben özgür olmak istiyorum! Kendi hayatımı yaşamak istiyorum!"
"Özgürlük senin ölümün olur, farkında değilsin!" diye bağırdı Deniz. Yüzü kıpkırmızıydı. "Evren'in ne yapabileceğini hâlâ anlamadın mı? Sen onun kim olduğunu unuttun ama o seni unutmuyor Melis! Unut bu dediğini."
"Unutmuyorum. Hiçbir özel hayatım yok. Kişisel alanım yok. Zaten Burak hiçbir işe yaramıyor. Boşu boşuna başımda dikilmesini istemiyorum."
"Özel hayatın mı yok?" dedi Deniz sinirle. "Bir kere bile müdahale ettim mi ben senin özel hayatına Melis? Beni çileden çıkartma, yeter."
"Ya müdahale etmene gerek mi var? Ben bilmiyor muyum Burak'ın buluştuğum, görüştüğüm kişileri koştur koştur sana yetiştirdiğini. Bu mu özel hayat?"
Deniz yüzünü elleriyle ovuşturdu, sonra sinirle telefonu tekrar eline aldı. Sesi daha da yükseldi. "Sen ne dediğinin farkında mısın Melis? O bilgileri ben mi istedim?! Burak zaten güvenlik protokolü gereği rapor veriyor, ben de mecburen okuyorum!"
"Ne fark eder?! Sonuçta her adımım izleniyor!" diye bağırdı Melis. "Markete gitsem öğreniyorsun. Biriyle kahve içsem öğreniyorsun. Nefes alırken bile raporlanıyorum!"
"Evet, çünkü artık böyle yaşamak zorundayız!" dedi Deniz, sesi keskinleşmişti. "Sen zannediyor musun ki ben senin kimle kahve içtiğini merak ediyorum? Hayır Melis, ben sadece hayatta kalmanı istiyorum!"
"Hayatta kalmak yaşamak değil ama!" dedi Melis. "Ben sadece hayatta kalmak için mi yaşıyorum? Dışarı çıkınca biri bana bakar mı diye, izleniyor muyum diye düşünerek mi geçireceğim ömrümü?"
‘’Evet. Maalesef öyle. Artık böyle. Gerçek bu. Bu dünyada özel hayat falan yok Melis. Biz savaş alanındayız. Herkesin canı tehlikede. Bu yüzden de sen artık daha sıkı korunacaksın. Nokta."
"Ne?! Daha mı sıkı?!" diye yükseldi Melis. "Zaten evden çıkamıyorum! Daha ne kadar sıkı olabilir?! Zincir mi takacaksınız bileğime?!"
"Melis abartma!" dedi Deniz dişlerini sıkarak. "Ben zincir takmıyorum, seni hayatta tutmaya çalışıyorum! Ama sen her seferinde bunu bir baskı gibi görüyorsun!"
Melis'in sesi titremeye başladı. "Çünkü baskı bu! Evden çıkarken bile düşünmek özgürlük değil! Arkama bakmadan yürümek istiyorum. Telefonumu çantama atıp birkaç saat dünyadan kopmak istiyorum. Bunlar lüks mü artık?"
"Evet!" diye bağırdı Deniz. "Evet Melis, lüks! Sen hâlâ anlamadın galiba, Evren sandığından da tehlikeli. Ve sen özgürlük diyorsun!"
"Beni tüketen Evren değil!" dedi Melis, sesi çatallandı. "Beni tüketen bu hayat! Sürekli tetikte olmak, sürekli korkmak, sürekli kurallara göre yaşamak!"
"Ben de öyle yaşıyorum Melis!" dedi Deniz. "Ben de uykusuzum, ben de paranoya içindeyim! Ama bu bizim gerçeğimiz. Ve ben senin bu gerçeği hâlâ reddetmene tahammül edemiyorum!"
Melis birkaç saniye sustu. Konuştuğunda sesi buz gibiydi. "Ben sadece kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Başkalarının gölgesinde değil. Sürekli başkaları için diken üstünde yaşamak istemiyorum. Tutsak gibiyim."
Deniz gözlerini kapadı. "Ben seni tutsak etmiyorum Melis. Ben seni gömmemek için savaşıyorum."
"İstemiyorum, bunların hiçbirini istemiyorum. Güvenlik önlemlerine rağmen güvende olamamaktan da sıkıldım. Gerçekten sıkıldım. Sen bana artık sevgiyle değil, korumaya mecbur olduğun biri olarak bakıyorsun."
Deniz başını hafifçe geri attı, bir anlığına nefes almadı. "Ben senin abinim." dedi sonunda kısık bir sesle. "Elbette seni korumak zorundayım."
"Hayır abi. Korumak istemek başka, mecbur olmak başka. Sen artık beni sevgiyle değil, sorumlulukla seviyorsun. Bu farkı hissediyorum. Gözlerine bakınca bir zamanlar güvendiğim abimi değil, beni kontrol altında tutmaya çalışan birini görüyorum."
Deniz'in gözleri nemlenmişti. "Bunu neden anlamıyorsun?" dedi. "Eğer sana bir şey olursa, eğer o herif sana ya da bir başkasına zarar verirse, ben yaşayamam. Sadece seni değil, kendimi de kaybederim!"
"Sen zaten beni kaybettin abi. Yalan söyleyerek!"
Deniz Melis'i umursamadı ve kaybetmediği öfkesiyle devam etti. "Sana bıraktığım alan sana fazla gelmiş belli. Özgüven gelmiş sana, bana diklendiğine göre. Ama yok, artık bitti. Sözümden dışarı çıkmayacaksın. Evden okula, okuldan eve. O kadar. Hatta Burak'a destek olarak birini daha göndereceğim."
"Senden nefret ediyorum." dedi Melis bıkkın bir sesle.
Telefon kapandı. Deniz sessizce ekranına baktı. Kırılmamıştı ama parçalanmış gibiydi. Telefonu yavaşça sehpaya bıraktı. Başını eğdi. Yutkundu. Sanki tek bir kelime daha duysa boğulacak gibiydi.
Ona baktım. Sadece "Gel." diyebildim fısıltıyla.
Ellerini yumruk yaptı. "Yeter artık!" diye patladı aniden. Sesi bekleme salonunun duvarlarında yankılandı. Canan Hanım, Fatih Bey ve Eren donup kalmıştı. Ben ise yerimden kıpırdamadan onu izliyordum. Bu öfkenin kaynağını biliyordum. Daha doğrusu, hissediyordum. Deniz sadece Melis'e değil, herkese patlıyordu.
"Herkes kendi kafasına göre takılıyor!" dedi. Gözleri donuktu. "Kimse bir şey danışmıyor, kimse düşünmüyor. Herkes bir alem, herkes kendi kurduğu düzende yaşıyor ama benim sırtımdan! Herkesin yükünü ben taşıyorum ama kimse dönüp bana İyi misin? bile demiyor!" Siniriyle adım atarken yer sarsılmış gibiydi. Onun yorgunluğunu kendi bedenimde hissediyordum. "Benim çizdiğim sınırlar artık önemsenmiyor. Kardeşim bile, güvenliğini sağlamak için alınan önlemleri hiçe sayıyor. Sonra da gelip Beni sevgiyle değil, zorunlulukla seviyorsun. diyor." Bakışları bana kaydı ama gözlerinin içi hâlâ başka bir yangının içindeydi. "Ben ne yapayım ya? Herkesin sorumluluğunu ben mi alayım? Bir kişi bile bana Dinlen, Deniz. Bu sefer ben hallederim. demedi. Ne zaman bitecek bu?"
Göğsü inip kalkarken gözleri annesiyle babasına çevrildi. Artık öfkesini bastırmaya çalışmıyordu. Yüzü kızarmış, çenesi kilitlenmişti. "Ve siz!" dedi, sesi derinden geliyordu. "Siz de en az diğerleri kadar sorumlusunuz bu tablonun oluşmasında. Baba, senin susup köşene çekilmenden bıktım. Hep susuyorsun. Hep! Sana bu sahte rapor mevzusunu anlattığımızda bir şey yapsaydın eğer belki de bugün Evren bizim karşımızda bu kadar güçlenmeyecekti. Ben dedim, bir şekilde Melih'in bunu öğrenmesini sağlayalım, Gökalp Evren yüzünden ölmüş diye medyaya verelim dedim. Olan oldu, söylesek ne olacak, olanları değiştiremeyiz. diyerek konuyu kapattırmadın mı?!" Fatih Bey'in yüzü bir anda gerildi. Ama hiçbir şey söylemedi. Yalnızca gözlerini kaçırdı. Deniz devam etti. "Ben bir gün bile seni gerçekten güçlü, bir kararın arkasında duran bir baba olarak görmedim! Hep senin yerine karar verdim ben. Sen evde çocuklar gibi otururken ben aile reisi gibi davrandım."
Sonra gözlerini annesine çevirdi. "Ve sen anne!" dedi, sesi keskinleşti. Canan Hanım gözlerini kırpmadan oğluna bakıyordu ama yüzündeki gerginlik gittikçe artıyordu. "Sen de her şeyi halının altına süpürmeyi tercih ettin. Evren meselesini, babamın sessizliğini. Her şey senin için sadece aile içinde halledilecek mevzular oldu. Senin için dışarıya karşı düzgün görünmek, içeridekilerden daha önemliydi!" Canan Hanım nefes alıp verecek gibi oldu, Deniz devam etti. "Evren senin kardeşin sayılıyor ya. Say bakalım, o kardeşin bu ailede kimlerin hayatını karartmaya çalışıyor? Babamın mesleğini dolaylı yoldan elinden aldı. Psikolojimizi yerle bir etti. Beni her gün korkuyla yaşamak zorunda bıraktı! Ve sen hâlâ onu savunacak cümleler kuruyorsun. Hâlâ onun varlığını meşrulaştırmaya çalışıyorsun. Bu mudur anne olmak?!" Canan Hanım'ın yüzü bembeyaz kesilmişti. Dudakları seğiriyordu. Ama hâlâ susuyordu.
Deniz bir adım ileri çıktı. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. Yorgundu, kırgındı ama en çok da kızgındı.
"Siz bana hep Sen güçlü durmalısın. dediniz. Peki siz ne zaman güçlü durdunuz? Benim gücümü alkışlamak kolaydı. Ama hiç kimse Deniz yorgun olabilir. diye düşünmedi. Hata yapma hakkım bile yoktu. Çünkü sizin yerinize de ben düşünüyordum. Melis'in güvenliği, babamın itibarı, annemin aile imajı. Hepsi benim omuzlarımdaydı." Başını iki yana salladı. "Ben artık yokum. Bundan sonra ne yük taşırım, ne sorumluluk alırım. Benim kendi ailem var artık. Ada var. Bizim de huzurlu bir hayat kurmaya hakkımız var. Ben artık sadece sizin oğlunuz değilim. Benim hayatımda başka öncelikler var. Ve o önceliklerin başında sizinle geçmişi temize çekmek gelmiyor."
"Sakin ol." dedi Fatih Bey. "Bu olanların sorumlusu biz değiliz. Evren ve Kürşat yüzünden şu duruma düşmeyelim, yeter konunun uzadığı."
"Yetmez. Yetmez daha yeni başladık baba. Sorumlu dediğin adamlardan biri mezarda. Çok şikayetçiysen ve için rahatlasın istiyorsan sevgili kayınpederinin mezarını bul, ondan çıkar hıncını. Ben sağ kalanlarla uğraşıyorum ne de olsa!"
Fatih Bey ve Canan Hanım sessizce duruyorlardı. Eren başını öne eğmiş, yere bakıyordu. "Ben bu ailede yalnız büyüdüm. Kalabalıktık ama hep yalnızdım. Beni içine çeken bir bataklık gibisiniz. Kusura bakmayın ama artık sizi sırtımda taşıyamam."
Uygar gözlerini Deniz'den ayırmadan yavaşça ayağa kalktı. Ellerini cebine sokmuştu ama yüzünde o alışıldık rahat ama samimi ifade vardı. Adımları yavaş ama kararlıydı. Deniz'in hemen yanına gelip, omzuna hafifçe dokundu.
"Kardeşim bir dur." dedi, sesi ne çok yumuşak ne de çok sertti. Sadece gerçekti. "Haklısın, gerçekten haklısın. Ama şu an buradaki kimse senin düşmanın değil. Hatta şu an kimse seninle başa çıkmaya çalışmıyor. Sadece seni anlamaya çalışıyor." Deniz gözlerini kısmıştı ama bir şey söylemedi. Uygar bunu fark edip devam etti. "Senin üstüne çok yük bindi. Evet. Kimse bunu inkâr etmiyor. Ama senin de biraz nefes alman lazım artık. Bırak bazı şeyler aksasın, bırak birileri kendi hatasını yaşasın. Her şeyi kontrol etmeye çalışırken kendi hayatını kaybediyorsun." Bir adım geriye çekilip kolunu Deniz'in sırtına yasladı. "Melis sinirli, evet. Ama o da senin gibi tetikte. Sen de korkuyorsun, o da korkuyor. Farklı şekillerde ifade ediyorsunuz sadece." Deniz başını hafifçe salladı ama gözlerini yere çevirdi. Uygar gülümsedi. "Hadi şimdi bir çay molası verelim. Herkes dağılsın biraz. Ece, Sarp, Canan abla, Fatih abi, Eren gelin, sizle aşağıya inelim. Ada, sen kal istersen."
"Sen kal Uygar." dedi Deniz. "Sarp sen de kal."
Uygar ve Sarp dışındakiler Deniz'e büyük bir yorgunlukla bakarak salonu terk ederken arkama yaslandım.
Uygar ve Sarp da boş yerlere kendilerini bırakırken Deniz sıkıntılı bir nefes verdi.
"İyi misin Deniz?" dedi Uygar. "Ada'yla yalnız kalın istemiştim ben. Neden burada kalmamızı istedin?"
"Melis bilekliği nereden öğrendi? Bir baksana bakalım." Uygar başını sallayıp ceketinin cebinden telefonunu çıkarttı, ekrana gömüldü. Sarp soran gözlerle Deniz'e bakıyordu, ne söyleyeceğini bekliyordu. "Sarp sen dün bizim değil Melis'in telefonunun izlendiğini söylemiştin. O herif hala Melis'in telefonunu izliyor olabilir. Uzaktan müdahale edebilir misin? Yapabilir miyiz böyle bir şeyi?"
"Uzaktan çok zor. Telefonunu kurcalamam lazım."
"Tamam, Aydın'a gitmeni istiyorum o zaman. Gider misin? Zaten biz önümüzdeki hafta Selay ve Can'ın düğünü için geleceğiz. O zamana kadar Burak'a destek olur, Melis'in telefonundaki yazılıma bakarsın. Nasıl ulaşmış bu herif Melis'in telefonuna bir bakarsın."
Sarp başını salladı. "Olur giderim gitmesine de Melis hiç kuzu kuzu bana telefon verecek birine benzemiyor."
"Artık bir şekilde kandır Sarp. Zaman geçtikçe Melis'in açık vermesinden korkuyorum." dedi Deniz.
Uygar araya girdi. "Bilekliğin üreticisi resmi hesaplarından bir paylaşım yapmış."
"Ne paylaşımı?" dedik aynı anda.
"Şimdi bu bileklik sınırlı sayıda biliyorsunuz ki. İşte üretici de bu nadide esere kimler sahip olmuş diye satın alanların listesini yayınlamış. Senin adın yazmıyor Deniz. Evren'in adı yazıyor kabak gibi. Oradan gördü kesin Melis de."
"Olabilir." dedi Deniz. Ardından siniri tekrar harekete geçmiş olmalı ki kendi kendine bir küfür mırıldandı. "Ne zaman bitecek amına koyayım? Herif her yerden saldırıyor."
Sarp'la Uygar, biraz uzakta kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Sesleri fısıltıdan biraz fazlaydı ama tam olarak ne söylediklerini anlayamıyordum. Uygar'ın ara ara başını sallayışı, Sarp'ın gözlerini yere dikip düşünmesiyle kafalarında yeni bir plan kurduklarını düşündüm.
Deniz hemen yanımda oturuyordu. Telefonuna gömülmüş, ekranı hızlıca kaydırıyordu. Parmağı bir durup bir ilerliyor, bakışları zaman zaman donup kalıyordu. Kaşlarının arasındaki çizgi hâlâ silinmemişti. Ne aradığını tam olarak bilmiyordum ama yüzündeki ifade, o anda onun yanında olmasam bile içini okuyabileceğimi gösteriyordu. Gergindi. Huzursuzdu. Kafasının içinde hâlâ kırk ayrı ses çınlıyordu. Ve hiçbirinin sesi susmuyordu.
Fatih Bey ve Canan Hanım'ın yüz ifadeleri gözümden gitmiyordu. Canan Hanım'ın dudaklarını birbirine bastırışı, gözlerini kaçırışı. Fatih Bey'in bakışlarında sakladığı sessizlik. O kadar yılın ardından içlerinde hâlâ çözemedikleri şeyler vardı. Belki de çözmeye hiç niyetleri olmamıştı. Belki de sadece zamanın unutturacağını ummuşlardı. Ama unutmamıştı zaman. Tam tersine, her detayı hafızaya kazımış ve en zayıf anda Deniz'in ellerine tutuşturmuştu.
Onlara hak vermek istedim. Bir anneyle babaya bakıp Onlar da insan. demek istedim. Korktular. demek istedim. Ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardır belki. demek istedim. Ama diyemedim.
Deniz ekranı kapattı, derin bir nefes aldı. Elimi uzattım, onun dizine koydum. Bana dönmedi ama parmaklarını yavaşça elimle birleştirdi. Sıkıca tuttu. Bir şey demedi.
"Sen ne düşünüyorsun?" dedi Uygar. Elini gözlerimin önünde aşağı yukarı salladı. "Sssh sana diyorum."
O kadar dalmıştım ki bana seslenildiğinin farkında bile değildim. Ne hakkında ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. "Hı, ne?"
"Kahvaltıya gidelim diyoruz. Sabahtan beri buradayız. Acıkmadın mı?"
Midemi yokladım. Aç hissetmiyordum. Başımı iki yana salladım. "Acıkmadım."
Deniz kaşlarını çatarak bana döndü. Aç hissetmediğim için bana kızmış olamazdı yani değil mi? "Ada." dedi sabırlı bir nefes vererek. "Hadi sevgilim." Beni yerimden kaldırdı ve çıkış kapısına doğru yürüttü. "Yemek yemeye gidiyoruz."
"Gerçekten acıkmadım." dedim ama Deniz beni dinlemedi.
***
Restoranın cam kenarındaki masalarından birine oturmuştuk. Dışarıda baharın ilk serinliği kendini hatırlatıyordu ama içerideki ortam sıcaktı. Açık ahşap tonlarındaki masa, ortasına yerleştirilmiş zeytinliklerle donatılmıştı. Üzerine çizgili bir runner serilmişti. Masanın üstünde ince belli çay bardakları buğulanıyor, arada gelen garson tepsilere taze simit, haşlanmış yumurta, minik domates ve salatalıkları yerleştiriyordu.
Uygar sofraya saldırmıştı. Elinde bir dilim kıymalı börek, diğer eliyle zeytinleri tabağın kenarına diziyordu. "Bu zeytinyağı başka bir şey arkadaş, bayıldım!" diyerek Sarp'a döndü. Sarp ise dikkatli çatal hamleleriyle bir parça beyaz peynir alıp ağzına götürdü.
Deniz önündeki peynir, zeytin, simit üçlüsüne bakıyordu ama gözleri orada değildi. Bir lokma aldı, uzun uzun çiğnedi, sonra çayı eline aldı.
Ben hiç kıpırdamıyordum. Önümdeki tabağa dokunmuyordum bile. Elim çay bardağına uzanmıyordu. Midem kazınmıyordu. Sanırım düşünceler tok tutuyordu. Ya da yorgunluk iştahımı bastırıyordu.
Fonda İlyas Yalçıntaş’ın İncir şarkısı çalarken Deniz bir süre beni izledi. Sonra başını yana eğdi. "Ada." dedi. Ben kahvaltıda verilen kuru incirlere bakıyordum. "Sen inciri bu kadar çok seviyorsun."
"Evet?"
"Hikayesini biliyor musun peki en sevdiğin meyvenin?" Dilimi damağıma çarptırıp Cıks sesi çıkardım. "İncir dünyadaki en eski tarım ürünlerinden biriymiş. Yani o güzelim, ballı meyve insanların elini sürmeye başladığı ilk meyvelerdenmiş." İncirin adını duymak bile içimi ısıtmıştı. Kahvaltı tabağımda duran cevizli ekmek dilimini fark etmeden elime aldım ve ısırdım. "Yani insanlık daha ekmeği bulmadan inciri yetiştiriyormuş desem yalan olmaz." dedi Deniz, yumuşak ve hafif bir gülümsemeyle. "M.Ö. 9000 yıllarına kadar gidiyor izleri."
"Bu kadar mı eski?" dedim şaşkınlıkla. Kahvaltılıklardan birkaçını tabağıma çekmiştim bile. Kafamı çevirip ona baktım. Gözlerinde o yumuşacık parıltı vardı. Bir parça peyniri ağzıma attım. "Gerçekten mi?"
"Gerçekten." dedi, sonra masadaki incirleri işaret etti. "Hatta bu masadaki incirler var ya onun ataları İsrail'de, Gilgal diye bir yerde, binlerce yıl önce yetiştirilmiş. Resmen buğdaydan, arpadan bile önce yetiştirilmiş olabilir."
Çatalımı elime aldım. Otomatik bir refleksle tabağımdan bir parça börek alıp ağzıma attım. "O kadar eski demek?"
Deniz başını salladı. "Ve sonra o küçük meyve, medeniyet medeniyet gezmiş. Mezopotamya'da başlamış, Yunan'a geçmiş, Roma'ya, Mısır'a. Mısırlılar mezarlara kurutulmuş incir bırakırlarmış mesela."
Gülümsedim, büyük bir domates dilimini ısırdım. "Öbür dünyaya tatlı gitsin diye mi?"
Deniz gözlerini kısarak bana baktı. "Aynen öyle. Ama favorim Yunanlar. Onlar inciri tanrıların meyvesi sanıyorlarmış. Sporcular olimpiyatlara hazırlanırken enerji versin diye incir yerlermiş. Bak ne kadar mantıklı. Doğal şeker, lifli, vitaminli. Her şey var."
Ağzımdaki kaşar peynirini çiğnerken gözlerimi Deniz'e diktim. "O zaman ben de antik çağda atlet olurdum. Her kahvaltıya incirle başlardım."
Deniz gülümsedi. "Şimdiki halinle de olursun. İnciri seviyorsun ya, yeter."
Çatalım hiç durmuyordu. Böreğin yanına biraz salatalık, biraz da zeytin eklemiştim. Başımı yana eğdim. "Peki nasıl yayılmış bu kadar?" dedim ve büyük bir dilim börek ısırdım.
Deniz bir parmağını kaldırdı, öğretmen ciddiyetinde devam etti. "Asurlular sayesinde. Onlar ticaretin efendisiydi. O dönem inciri başka ülkelere taşıdılar. Roma'ya, Mısır'a, Yunanistan'a. Ve sonra her uygarlık inciri kendi kutsalı haline getirdi."
Ağzıma bir lokma peynir aldım, sonra çayımdan yudumladım. Gözüm hâlâ Deniz'deydi. "Bu kadar kıymetliymiş yani." dedim. Uygar'a baktım. Pis pis sırıtıyordu.
"Evet." dedi Deniz. Sonra yüzüne ciddi bir ifade yerleştirip gözleriyle tabağımı işaret etti. Yarısı bitmiş tabağıma baktım. Ardından bakışlarımı yine Deniz'e çevirdim. "Doydun mu sevgilim?" dedi dudaklarını bastırmadan hemen önce.
"Bir dakika bir dakika." dedim kaşlarımı çatarak. "Sen beni kahvaltı yapmam için kandırdın mı?"
Deniz minik bir kahkaha attı. "Sana bir şeyler yedirmek için tatlı hikâyeler gerekiyor aşkım. Hem senin incirle ilgili her şeye zaafın var. Ben de biraz kullandım."
Uygar inanamayarak Deniz'e baktı. "Sen ciddi ciddi Ada'nın düşüncelerini dağıtmak için incirin tarihini mi ezberledin?"
"Ezberlemedim." dedi Deniz, çayını yudumlarken. "O zaten aklımda. Çünkü Ada'nın en sevdiği şeyleri bilmek zorundayım. İşime yarıyor gördüğün gibi."
"Sana inanamıyorum." dedim. Sarp şaşkınlıkla bizi izliyordu.
Deniz omuzlarını silkti, dudakları kıvrıldı. "Ama işe yaradı. Sen kahvaltını bitirdin."
"Bir daha bunu yemeyeceğim." dedim ve ne söyleyeceğimi bilemez bir halde gülümsedim. "Yani numaranı yemeyeceğim. Yemek yiyeceğim. Off aman." dedim ve gülümseyerek arkama yaslandım.
Deniz'in hikayesinden sonra kahvaltıya devam etmiştik. Uygar yarım kalmış zeytinli ekmeğini bir çırpıda ağzına atarken göz ucuyla Sarp'a baktı. Sarp sakince çatalını domatese bastırıyor, yanında duran siyah zeytinin çekirdeğini tabağın kenarına ittiriyordu. Deniz önündeki tabakla ilgileniyor gibi yapıyor ama aslında telefonundaki bildirimleri kontrol ediyordu. Parmakları ekranda gezinirken telefonu çalmaya başladı. Hepimiz refleksle ona baktık.
"Eser." dedi yalnızca. Telefonu kulağına götürdü, diğer eli hâlâ bıçağın sapındaydı. "Eser?" Kısa bir duraklama oldu. "Ne?!" Deniz'in yüzü o an sanki rüzgâr yemiş gibi gerildi. Gözbebekleri büyüdü, bıçağı tabağın içinde hafifçe tıkırdadı. "Emin misin?" dedi Deniz tekrar. "Tamam. Konuşuruz yine." Telefonu yavaşça kapattı ama elinde tutmaya devam etti. Başını kaldırdı, önce Sarp'a, sonra Uygar'a ve en son bana baktı.
"Boşmuş." dedi. "Aldığımız kasa." Deniz'in yüz ifadesine takılmıştım. Hem şaşkındı hem de öfkesini boğmaya çalışan biri gibiydi. "Evren Eser'i kenara çekmiş. Bir şeylerden şüphelendim, boş kasayı çıkarttım evden demiş." dedi. "Belgelerin olduğu gerçek kasanın nerede olduğunu bilmiyormuş Eser."
"Peki şimdi ne yapacağız?" diye fısıldadım. Ama cevabı hiç kimse veremedi.
Sarp sessizce küfretti. Uygar sandalyesine yaslandı. Ben ise gözlerimi Deniz'e dikmiştim. Telefon yeniden titremeye başladı. Parmaklarını ekrana kaydırdı ve hoparlöre aldı.
"Günaydın." dedi tanıdık, tiksinti verici bir ses. Evren'di.
"Yüz ifadelerinizin neye benzediğini görmek isterdim doğrusu." diye devam etti gevşek bir alayla. "Kasa için aramıştım. Ne kadar çok uğraştınız kasayı almak için. Ne kadar da güzel oynadınız oyunuzu. Ne uğraşlar, ne planlar... Boşa gitti, değil mi?" Bir sessizlik oldu. ‘’Size kim bilgi taşıyor bilmiyorum. Henüz. Ama çok yakında öğreneceğim." Birkaç saniyelik duraksamadan sonra sesi daha da buz kesti. "Ve öğrendiğimde onu öbür dünyaya ben uğurlayacağım."
"Açık açık tehdit mi ediyorsun şimdi?" dedi Deniz. "Sen kimsin lan?! Kendini ne sanıyorsun?! Herkesi kukla gibi oynatabileceğini mi zannediyorsun?!"
"Zannetmiyorum, biliyorum." dedi Evren. "O kasaya ulaşmanıza her kim yardım ettiyse önce onu sonra sizi öldüreceğim."
"Bana bak. Senin ne tehdidin ne gözdağın işler bu saatten sonra. Ben senin ciğerini bilirim, tamam mı?! Seni susturmanın tek yolu seni kendi oyununda boğmak olacak. Bunu istiyorsan, buyur gel. Ama bir daha, bir daha, bizim canımızı ağzına almaya kalkarsan o mezarı kendin kazarsın!" dedi Deniz ve telefonu Evren'in yüzüne kapattı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |