78. Bölüm

74. Bölüm - Şafağın Karanlığı

Kubra Akyol
_kubraakyol

Mekândaki tüm ışıklar sönmüştü, sadece beni ve Deniz'i aydınlatan ve biz hareket ettikçe bizimle beraber süzülen bir ışık vardı. Deniz sağ elini sol omuz küreğimin hizasına koydu ve beni kendine yaklaştırdı. Sol elimi kaldırıp omuzu ve dirseği arasındaki boşluğa yerleştirdim. Omurgam istemsizce dikleşmişti. Sağ elimi kaldırdım, Deniz'in havada duran sol elini kavradım. Avuç içi sıcacıktı. Sağ ayağını yerden hiç kaldırmadan ve neredeyse bana hiç fark ettirmeden iki bacağımın arasına hafifçe atarak bana doğru yarım bir adım attı, ben de ona uyum sağlayarak sol ayağımı geriye atıp yarım bir adım attım. Gözlerimiz bir an bile birbirinden ayrılmamıştı. Deniz yüzünü bana yaklaştırdı, dudakları kulağıma, nefesi de tenime çarpıyordu.

Deniz ileriye doğru adım atarken ben geriye doğru adım atıyordum ve bacaklarımız bu süreçte hep iç içe ilerlemişti. Ayaklarımız birbirine o kadar güzel ve kolay uyum sağlıyordu ki daha önce defalarca vals yapmış gibiydik.

Beş küçük adımdan sonra Deniz durdu ve beni hafifçe geriye doğru itti. Saçlarım aşağı doğru süzülürken Deniz de üzerime doğru eğildi, nefesi iki göğsümün tam ortasına düştü. Bana Nefesinle dans edeceğim. demesine rağmen o değil ben onun nefesiyle dans ediyordum. Derin bir nefes aldım, birkaç saniye öyle durduktan sonra Deniz beni nazikçe kaldırdı. Bir an yüzlerimiz birleşmiş gibi olduğunda ''Korkma.'' dedi saniyeler içinde. Korkmuyordum. Sadece sırf istiyorum diye değil de dikkat dağıtmak için vals yaptığımız için dev bir trip atmak istiyordum.

Bir saniyeliğine göz göze geldik. Sağ elini sırtımdan çekti, sol eliyle sağ elimi havaya kaldırıp beni müziğin ritmine uygun olarak kendi etrafımda döndürmeye başladı. İki kez tam tur döndükten sonra Deniz nazikçe beni kendine çekti ve elinden gövdesine doğru dönerek ona yaklaştım. Bedenlerimiz birbirine yapıştığında beni kolunun üzerine doğru itti. Omurgam yay gibi esnemişti. Saçlarımın neredeyse yere dokunduğuna emindim. Nefesi bu sefer de boynuma düşmüştü. Ve ben bu gecenin bir an önce bitmesini, Deniz'in beni otel odasına kaçırmasını dilemeye başlamıştım. ''Korkmuyorum.'' dedim.

Deniz beni yavaşça kaldırdı, yüzlerimiz yine aynı hizaya geldi, sağ elini tekrar kürek kemiğime koydu. Tekrardan beni geriye doğru yönlendirmeye başladı. Üç küçük adımdan sonra kendi etrafımızda dönmeye başladık. Dünyanın hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında dönmesi gibi hem kendi etrafımızda hem de üzerinde bulunduğumuz pistin üzerinde döne döne ilerliyorduk. Alan üzerinde tam bir tur attıktan sonra durduk. Deniz beni sağ tarafına aldı ve sağ kolunu belime sardı. Sağ elimle belimi saran elini tuttum. Deniz sol elini karnıma koydu, sol elimi elinin üzerine koydum. Müziğin ritmine uygun olarak geriye doğru küçük adımlarla hareket ederken yüzümü Deniz'e çevirdim ve bulduğum minicik bir fırsatta kulağına fısıldadım. ''Nereden biliyorsun vals yapmayı?''

''Üniversitede mezuniyet balosunda dans etmiştim.'' dedi, kıskanmalı mıydım bilmiyordum. ''Vals yapmıştım partnerimle. Sen nereden öğrendin?''

''Fransa'da.'' dedim. ''Sarp öğretti bana da.''

''Maşallah maşallah bu adamın bilmediği bir şey var mı?'' dedi, kıskanmıştı da ironi mi yapıyordu yoksa gerçekten takdir mi etmişti anlayamıyordum.

Yana doğru belini eğdiğinde ben de onun gövdesiyle beraber yana eğilmiştim. Sadece birkaç saniye boyunca kaldığımız bu pozisyondan sonra beni ani bir hareketle tek koluyla havaya kaldırdı, boşta kalan elini kendi beline koydu ve kendi etrafında iki tam tur döndü. Müzik yavaşladığında beni yere indirdi, bedenimi koluna doğru hafifçe geriye itti. Yüzü tam yüzümün üzerinde durduğunda müzik de bitmişti. Alkış sesleri gelmeye başladığında dudaklarıma öyle hasret dolu ve büyük bir öpücük bırakmıştı ki olduğum yere düşecek gibi olmuştum. ''Bu gece daha fazlasını istiyorum.''

Beni yavaşça kaldırdı, tüm ışıklar yandı ve alkış sesleri tüm sahili doldurdu. Deniz bir süre gözlerime baktı, ardından etrafta göz gezdirdi, benim gözlerim de etrafı süzüyordu. Güney yoktu, kimsenin de onu gördüğünü düşünmüyordum. ''Mezuniyet balosunda dans ettiğin partnerini de öptün mü böyle?'' dedim dişlerimin arasından. Konuştuğumu belli etmemeye çalışarak gülümsemeye çalışıyordum. ''Ona da Bu gece daha fazlasını istiyorum. dedin mi?''

Deniz bana doğru döndü. Gülümsedi. Tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki tüm herkes alkış kıyamet yanımıza doğru koşa koşa geldi. Herkes hep bir ağızdan bize büyülendiğini anlatırken Deniz odak noktası olmaktan sıkılmış olacak ki kalabalığın arasından sıyrıldı, garsonlardan birinin tepsisinden şampanya aldı ve boş bulduğu ilk masaya oturdu. Orkestra yine oyun havasına döndüğünde kimseye belli etmeden Deniz'in yanına gittim, sandalyesinin arkasına geçtim, kollarımı boynuna sardım. ''Bence yeterince dikkatleri dağıttık.'' dedim. Uygar, Sarp, Savaş etrafımızı sarmıştı.

''Nerede o gereksiz özgüvene sahip üvey kuzenim Güney?'' dedi Deniz gergin bir sesle.

''Toplantı odasında bizi bekliyor.'' dedi Uygar.

''Kimse fark etti mi Güney'in geldiğini?''

''Yok.'' dedi Uygar. ''Dikkat toplama taktiğiniz işe yaradı. Herkes sizi izliyordu, Güney'i gören olmadı.''

''Güzel.'' dedi Deniz memnuniyetle başını sallaya sallaya. ''Başka kimse girmedi mi Güney'le birlikte? Eser nerede?''

''Bilmiyoruz.'' dedi Sarp. ''Tek geldi lavuk.''

Deniz telefonunu kulağına götürdü, yaklaşık otuz saniye bekledi ama cevap alamamış olacak ki telefonunu masaya adeta attı. ''Annesi nerede Güney'in?''

''Yukarıdaki odalardan birinde tutuyor çocuklar. Fena hırpalanmış Deniz. Güney bunu görünce delirecektir.'' dedi Savaş.

Kollarımı Deniz'in boynundan çektim. Evrim'i tanımıyordum, onu sevmiyordum çünkü baş düşmanımızın karısıydı ve Melis'e ulaşmıştı. Ama yine de biz burada dans ederken Deniz'in bir kadına şiddet uygulattığını bilmek beni istemsizce korkutmuştu. Üstelik Evrim'e bir zarar verilmeyeceğini söylemişken nasıl hırpalanmasına müsaade etmişti?

''Güney'in delirmesi umurumda mı zannediyorsun sen Savaş? Benim karımı ilaçla zehirlemeye kalktılar. Birkaç saat geç gelseydik karaciğeri iflas edecekti Ada'nın, farkında mısın sen? Şimdi burada bizimleyse, neşeyle dans edebiliyorsa tamamen şans eseri!''

''Farkında değil miyim zannediyorsun sen Deniz? Sen ne kadar korkuyorsan biz de senin kadar korkuyoruz. Ada benim ikizim, unuttuysan hatırlatayım.''

''Ben sürekli gerilmekten çok sıkıldım.'' dedi Uygar. ''Ben sakinleştim, şimdi sen mi zıvanadan çıktın Savaş?'' dedi Uygar.

''Arkadaşlar siz hep böyle didişecek misiniz? Hayır öyleyse baştan söyleyin de ben de ona göre psikolojimi hazırlayayım. Bu kadar gergin olmanızın kime ne yararı var? Biri bana açıklayabilir mi?'' dedi Sarp.

''Tamam.'' dedi Deniz sesli bir nefes verirken. ''Gidelim artık şu herifin yanına. Bir ton derdimiz var, burada boş boş konuşuyoruz.''

Sarp, Uygar ve Savaş birbirine kısa bir süre baktıktan sonra otelin içine doğru ilerledik. Deniz Sarp'la birlikte önden ilerlerken biz üçümüz arkada kalmıştık. Piste dönüp baktım, kimse yokluğumuzu fark etmiş gibi durmuyordu.

Toplantı odasının önüne geldiğimizde Deniz durdu. Birkaç saniye boyunca kapıya baktı. Sanki kapının ardında karşılaşacağımız görüntüye kendini hazırlamaya çalışıyordu. Sonra kapının kilidini açtı, kola uzandı ve ağır bir hareketle itti.

Oda sessizdi. Güney büyük cam masanın başında tek başına oturuyordu. Eli kolu bağlı değildi. Sadece oturuyordu. Rahat ve umursamazdı. Hatta biraz da sıkılmış gibiydi. Gözlerini bizim üzerimize çevirdiğinde yüzünde tuhaf bir tebessüm belirdi.

"Sonunda." dedi, sanki arkadaşlarını bekleyen biriymiş gibi. "Dansınız bittiğine göre, biraz gerçeklere dönebilir miyiz artık?" Hiç kimse bir cevap vermemişti. Sadece Güney'in sesi duvardan duvara yankılanıyordu. "Kalabalık gelmişsiniz. Bire karşı beş, pek adil durmuyor."

"Gösteri hazırlayacağız sana. Özel." dedi Deniz.

"Asıl gösteriyi ben hazırlayacağım sana kuzen." dedi Güney.

Deniz birkaç adım attı, cam masayla arasında sadece bir boşluk kalana kadar ilerledi. Yüzündeki ifade ne öfke ne korkuydu. Tam anlamıyla okuması zor bir soğukkanlılıktı. Gözlerini Güney'in gözlerinden ayırmadan, alçak ama kesin bir tonla sordu. "Ne istiyorsun Güney?"

Güney geriye yaslandı, parmaklarını birbirine geçirip başparmaklarını birbirine bastırarak başını hafifçe yana eğdi. "Konuşmaya geldim." dedi sakin bir şekilde. "Sadece birkaç hatırlatma yapmak istiyorum."

Uygar güldü. Gerçekten güldü. "Hatırlatma mı?" dedi, başını hafif eğip. "Ne hatırlatacaksın Güney? Tek başına gelmişsin. Silahın yok, yanında adam yok. Sadece gelmişsin, burada boş boş oturuyorsun."

Güney gözlerini Uygar'a çevirdi. "O kadar da yalnız değilim." dedi ama sesi düşmüştü artık. Hani insan bir yalanı söyleyip ardından kendisi bile inanmamaya başlardı ya, öyle bir şeydi bu.

Deniz başını iki yana salladı. "Hiçbir şeyin yok." dedi. "Ne bilgi, ne tehdit, ne koz. Sadece gövde gösterisi yapmaya gelmişsin. Kendini önemli hissetmek istedin. Belki de sadece bizi tedirgin etmek derdin."

Savaş bir adım öne çıktı. "Bizi korkutacağını mı sandın?"

Güney ayağa kalktı. Ama hiçbir şey yapmadı. Ellerini masanın üzerine koydu. "Sizi korkutmuyorsam." dedi, sesi biraz çatlamıştı. "O zaman neden bu kadar kalabalıksınız?"

Deniz başını yana eğdi, hafifçe gülümsedi. "Sen tek başına geldiğine göre hiç korkmuyorsun yani öyle mi?" Deniz birkaç adım daha attı, şimdi neredeyse karşısındaydı. "Korkmuyorsun ama ayağa kalkınca sesin kısıldı." dedi alçak sesle. "Korkmuyorsun ama gözlerin başka bir şey söylüyor." Bir an durdu, göz ucuyla bana baktı. Sonra tekrar Güney'e döndü. "Sen babanın hayaleti olmaya çalışan bir çocuksun." Güney'in dudakları aralandı, sonra tekrar kapandı. Deniz devam etti. "Senin o silah işi vardı ya." Başını hafif yana eğdi. "Eline yüzüne bulaştırdın hani." Sanki Güney’e alan bırakıyormuş gibi bir adım geri çekildi. "Yani şimdi burada oturmuş, büyük büyük laflar ederken sana şunu hatırlatmak isterim kuzen." dedi. "O gün seni kim kurtardıysa, bugün de karşında o adam duruyor."

Güney parmağını masanın kenarında gezdirdi. Bir şey söyleyecekmiş gibi dudaklarını araladı.

"Dur. Dinle." dedi Deniz. "Bunca zaman boyunca etrafa pozlar verdin, büyük adam gibi konuştun, tehdit ettin, racon kestin. Ama bir kez olsun kendi gölgen kadar güçlü olamadın. İkinci sınıf bir mafya bile yapmaz senin yaptığın acemiliği."

"Beni aklayacak kadar güçlüsün ama karını zehirlememize engel olacak kadar güçlü değilsin Deniz." dedi Güney. Deniz'in kaşı seğirdi. "Ben senin yerinde olsam kendime güçlü demezdim."

Deniz, Sarp ve Uygar'a gözleriyle komut verdiğinde Güney'i sandalyesine oturttular. Deniz de tam karşısındaki sandalyeye oturdu ve gözlerini Güney'e dikti. Umursamaz bir tavırla etrafı süzdü. "Çok susadım ben, su versenize bana."

Savaş sanki bu komutu bekliyormuş gibi masanın üstündeki sürahiden bir bardağa su koydu ve Deniz'e uzattı. Deniz bardağı aldı, elinde çevirdi, çevirdi, dudaklarının hemen yakınına getirdi, ardından suyu içmeden bardağı masaya koydu ve Güney'e doğru uzattı. "Çok da susamamışım ya." dedi Deniz kaşlarını kaldırarak. "Al sen iç. Bir bardak su bile vermediler. deme sonra arkamızdan."

Güney anlamaya çalışan bakışlarla bakarken başını iki yana salladı. Anlamayan sadece o değildi, ben de anlamıyordum. "Susamadım ben istemiyorum." dedi Güney. Deniz sandalyesinden kalktı ve bardağı aldı. Güney'in önüne o kadar sert bir şekilde vurdu ki bardak kırılacak sanmıştım. Suyun bir kısmı masaya taşmıştı.

"Susadın susadın. Belki fiziki olarak susamadın ama canına susadın sen." dedi Deniz. "İç şunu."

Güney içmemekte ısrar ederken Deniz telefonunu çıkardı ve birkaç saniye sonra kulağına götürdü. "Hakan." dedi. "Getirin." Evrim'den bahsediyordu. "Bence birazdan göreceğin şey içmeni sağlayacak."

"Ne göreceğimi çok merak ettim doğrusu." dedi Güney.

Birkaç dakika salon sessiz kalmıştı. Deniz sinirinden, Güney de merakından susuyordu. Kapı çaldı, birkaç saniye sonra da açıldı.

İki adam Evrim'i kollarından tutarak içeri soktular. Kadının başı hafifçe öne düşmüştü, saçları dağılmıştı, bir yanağında morluk, dudağında çatlak, gözlerinde tanıdık bir korku vardı. Dudaklarından boğuk bir homurtu çıktı, hem yorgun hem öfkeliydi.

"Bırakın beni." dedi kısık ve çatallı bir sesle. "Oğlumun gözlerinin önünde beni böyle sürükleyemezsiniz." Güney ayağa kalktı. "Bırakın." diye mırıldandı Evrim. "Ben yürüyebilirim."

"Anne?" dedi Güney korkuyla. "Anne."

Evrim başını yavaşça çevirdi, oğluna baktı ama cevap vermedi. Dudakları hareket ediyordu ama herhangi bir kelime çıkmıyordu.

"NE YAPTINIZ SİZ?!" diye bağırdı Güney. Gözleri Deniz'e kilitlendi. Masaya bir yumruk indirdi, sandalyesi geriye kaydı. "Anemin burada ne işi var? Annem neden bu halde? Ne yaptınız ona? Yüzü gözü neden mosmor?!" diye bir sürü cümle sıraladı ama kimse ona bir cevap vermiyordu. Deniz'in üzerine yürüdü.

Sarp ve Uygar refleksle öne atıldı ama Deniz yerinden bile kıpırdamadı. Gözleri hâlâ Güney'in gözlerindeydi.

"Seninle konuşuyorum!" dedi Güney, sesi çatallaşmış gibiydi. "Anneme ne yaptılar? Söylesene ulan." Deniz'in yakalarından tutup onu hemen arkasındaki duvara yapıştırdığında korkuyla izledim. "ANNEMİN BURADA NE İŞİ VAR?"

"Güney." dedi Evrim. "Oğlum iyiyim."

Güney annesine bakmadan konuşmaya devam etti. "Ne demek iyiyim anne? Ne yaptı bu orospu çocukları sana?"

Deniz sakince Güney'in kollarını tuttu ve birkaç saniye içinde yakalarını onun ellerinden kurtardı. "Annen." dedi Deniz olabilecek en sakin sesle. "Kaçmaya çalışırken merdivenlerden düştü."

Ben dakikalardır Evrim'e Deniz'in adamlarının zarar verdiğini düşünüyordum. Yani o morlukları, o çatlamış dudağı, o halsiz ve düşmüş hâli, hepsini Deniz'e bağlamıştım. Kafamda bunu çoktan gerçek yapmıştım. Oysa şimdi Deniz'in sesi buz gibi odada yankılanırken, kelimeleri bir kılıç gibi duvara saplanırken içimde bir şey kopmuştu.

"YALAN SÖYLEME." diye kükredi Güney. Deniz'e tekrar yaklaşmaya çalışsa da bu sefer Sarp ona engel oldu ve Güney'i sandalyesine tekrar oturttu. "Anne doğru mu bu?" dedi annesine bakarken.

"Doğru." dedi Evrim. "Doğru söylüyor. Ben düştüm kaçmaya çalışırken."

Güney ikna olmamış bakışlarla bakarken Hakan Evrim'i bir sandalyeye oturttu, Deniz gözleriyle yeni bir emir verdiğinde saniyeler içinde Evrim'in alnına bir silah dayadı. Güney hiddetle yerinden kalkmaya çalışsa da Sarp onu sandalyesine sabitleyecek kadar güçlü tutuyordu. "Bırakın annemi. Ne istiyorsunuz ondan?"

Deniz Güney'i duymamış gibi az önceki bardağı aldı, Güney'e uzattı. "İç şunu yoksa anneni son görüşün olur." dedi sakin bir sesle. Suyun içinde bir şeyler olabileceğini daha yeni idrak ediyordum.

Bardağa baktım. Suyun rengi yoktu ama ben o suyu tanıyordum. Çünkü bir kere içmiştim. Ve içtiğimde olan olmuştu ve Deniz şimdi aynı suyu Güney'e içirmeye çalışıyordu. Yarım bir gülümsemeyle Güney'e baktım. Demek adalet bazen böyle oluyordu.

Güney bardağa baktı. Sonra Deniz'e döndü. "Ne bu şimdi?" dedi, sesi çatallıydı. "Korkacağımı mı sandın? Cinayet mi işleyeceksin? Kocaman otelde, kalabalığın içinde? Şaka yapıyor olmalısın."

Deniz göz ucuyla Hakan'a işaret etti. Silah, Evrim'in şakağına daha sert dayandı.

"Senin yerinde olsam o kadar emin olmazdım." dedi Deniz. "Sana bunu yaşatmak için tenha bir yerde olmaya bile gerek yok."

"İçmeyeceğim." dedi Güney, sesi artık netti. "Blöf yapıyorsun. Senin o kadar ileri gidecek cesaretin yok."

Deniz ne zaman aldığını bilmediğim bir silahı belinden çıkarttı ve Güney'in şakağına dayadı. "Ne yapmayı planlıyordunuz?!" dedi sinirle. "BANA KARIMIN ÖLÜMÜNÜ MÜ SEYRETTİRECEKTİNİZ?!" Güney yavaşça yutkunurken Deniz namluyu daha da bastırdı. "Bunun bedelini ödetmeyeceğimi mi zannettin ulan sen, beyinsiz herif?"

"Beni öldüremezsin. Annemi de öldüremezsin. Senin sınırların var. Ve aşmayacağını ikimiz de biliyoruz. Cinayet senin işin değil."

"Sana sadece acıyorum." dedi Deniz. Silahı çekti, masanın köşesinde duran çantayı açtı. İçinden bir dosya çıkardı, ardından masaya attı. Güney ilk başta umursamaz göründü. Ama Deniz dosyayı açınca dudaklarının rengi soldu.

"Ne bu biliyor musun?" dedi Deniz. "O başarısız sevkiyatının bütün belgeleri. Amaç sınır ötesi kaçak transfer. Sevkiyatın asıl sahibi sensin. Ama suçu üstlenen kimdi? Benim adamım Tolga." Güney kıpırdandı. Ama ağzını açmadı. "Tolga senin yerine yandı." dedi Deniz. "Çünkü o çok güçlü zannettiğin baban geldi ve bana yalvardı. Senin beceriksizliğini örtbas etmek zorunda kaldım." Sarp dosyayı Güney'in önüne doğru itti. Oda sanki yavaş yavaş Deniz'in kontrolünde küçülüyordu. "Bir telefonla bunların hepsi hiç görmemesi gereken insanların masasında olur." dedi Deniz. "Yani ister annen ölsün, ister sen içeri gir. Tercih senin."

"Bunların hepsini neden şimdi çıkarıyorsun ortaya?" dedi Güney, sesi titriyordu. "Bunca zaman sustun. Neden şimdi?"

Deniz cevap vermedi. Sadece elini uzatıp bardağa dokundu. "Karımı öldürmeye çalışmasaydınız bunların hiçbirini ortaya çıkarmazdım Güney! Sen aptal mısın? Neyi, neden ve ne zaman yaptığımın bağlantısını kuramıyor musun sen?"

Güney eliyle bardağa uzandı. Titreyerek aldı. Bilekleri kasıldı. "Ne kadar hızlı etki ediyor bu?" dedi alaycı bir gülümsemeyle.

"Ada'nın üzerinde etki göstermesi birkaç saat sürdü." dedi Deniz. "Ama senin için hızlandırılmış versiyon hazırladım. On dakika. Belki daha az."

Güney gözlerini Deniz'e dikip bardağı bir dikişte içti. Ardından gözlerini kapattı. "Umarım pişman olursun." dedi, sesi artık zayıftı. "Çünkü ben seni asla affetmeyeceğim."

"İnanır mısın?" dedi Deniz umursamaz bir tavırla. "Hiç umurumda değil." Bir sandalye çekti, arkalığını önüne aldı, bacaklarını iki yana açıp oturdu ve kollarını önüne koyarak çenesini de kollarının üzerine yasladı. "Şimdi sen bana olan biteni anlatacaksın, ben de buradan çıkmana izin vereceğim."

"Yoksa?" dedi Evrim.

Deniz Evrim'e sinirle baktı. "Sana sonra geleceğim, seninle işim daha başlamadı." dedi, Hakan Evrim'in ağzını bantladı ve Deniz Güney'e bakışlarını dikti. "Anlat." dedi emir veren bir sesle. "Çok basit bir soruyla başlayalım. Richard'ın nerede olduğunu biliyor musun?"

"Bilmiyorum." dedi Güney net bir sesle. "Bilmiyorum."

Deniz bir süre kıpırdamadı. Sonra gözlerini kırpmadan gülümsedi. Ayağa kalktı. "Peki. O zaman şöyle yapalım.'' Sakin adımlarla içinde başka dosyaların da olduğu çantayı aldı. Bir dosyayı seçip Güney'in önüne koydu. Dikkatle sayfaları çevirmeye başladı. Kâğıtların hışırtısı odada yankılanıyordu. "Senin bilmediğin şeyleri sana ben hatırlatayım." dedi Deniz. "Richard'ın ocak ayında Romanya sınırında olduğu gece, sen neredeydin mesela?"

Güney göz kırpmadan baktı. "Londra'daydım."

"Evet, Londra'daydın." dedi Deniz dosyadan bir sayfa çıkarıp ona doğru fırlatırken. ''Kimin yanındaydın peki?''

Güney dosyaya baktı. "Bu seni ilgilendirmez."

Deniz cevap vermedi. Onun yerine başka bir dosya çıkardı, bu sefer daha inceydi. Bu dosyaları ne zaman topladığını bilmiyordum. Bu kadar bilgiye hangi ara ulaşmıştı? "Bak ben çok konuşmak istemiyorum. İki tane isim vereceğim. Sen de bana bu isimlerle görüşüp görüşmediğini söyleyeceksin. Sadece dürüst ol, o zaman annen odasına çıkarılır. Ama yalan söylersen." Bir an sustu. "Yalan söylersen ben susmam." İlk ismi söyledi. "Koral Vardaneli." Güney sandalyesinde huzursuzca kıpırdandı. Gözlerini annesine çevirdi. "Şimdi." dedi Deniz. "İkinci isim Victor Marcelet." Bu defa yabancı bir isim vermişti. ''Bu isimlerle Londra'daydın. Doğru mu?''

Güney dudağını ısırdı, başını salladı.

"Bak, senin yüzünden en iyi adamlarımdan birini harcadım.'' dedi Deniz. "Senin yakanı kurtardım ve sen buna rağmen benim karımı zehirlemeye kalktın! Şimdi sana insan gibi soruyorum. Bu adamlar kim? Eğer bana doğru düzgün cevaplar verirsen bu gece konuşulanlar aramızda kalacak. Ama istediğim cevapları vermezsen seni gebertirim. Duydun mu?''

Deniz ne kadar sakin görünse de içindeki zehrin damar damar yüzüne çıktığını görüyordum. Güney cevap vermedikçe, Deniz'in tonundaki buz biraz daha kırılmaya başlıyordu. "Ben Richard'ı tanımıyorum. Hiç yüz yüze görüşmedim. Richard hiçbir zaman doğrudan karşıma çıkmadı. Tüm görüşmelere babam gitti. Ben sadece bilgi taşıdım. Tolga'nın üzerine yıktığın sevkiyatı ayarlayan bendim. Bu sevkiyatı Richard istedi.''

Deniz masaya iki elini dayayıp iyice Güney'e yaklaştı. "Yani sadece aracılık yaptın?" dedi.

Güney yutkundu. "Evet."

''Peki Koral Vardaneli ve Victor Marcelet ile neden görüştün?''

''Özellikle görüşmedim, gittiğim mekânda karşıma çıktılar, o kadar.''

Deniz birkaç saniye boyunca ona baktı. Sonra kafasını iki yana salladı. "Yalan söylüyorsun." Bu cümleyi öyle sakin söyledi ki kalbim sıkışmıştı. ''Koral ve Victor, Richard'ın kuyusunu kazmaya çalışıyormuş yıllardır. Ben bile bir gecede bu bilgiye ulaştıysam sen de biliyorsundur. Sakın bana bilmediğini söyleme.''

''Bu onların arasında olan bir problem, beni ilgilendirmez. Ben yapacağım işe bakarım.''

''Richard'ın Romanya'da olduğunu o gece Koral'a sen gammazlamışsın. Victor'un adamları da basmış mekânı. Sevkiyat öyle patlamış. Kendin ayarladığın sevkiyatı bile bile niye Koral'a anlattın da sevkiyatı baltaladın? Senin adın da lekelendi?''

''Çünkü Richard ondan istediğimiz parayı bize vermedi.'' dedi Güney bıkkın bir sesle. ''Ben de sevkiyata engel oldum.''

''Sen mi engel oldun?'' dedi Sarp gülerek. ‘’Victor olmasaydı yine de engel olabilecek miydin acaba? Senin mafyalığın da anca bu kadar herhalde. Victor'un arkasına sığınmak.''

''Başkalarının arkasına sığınarak en büyük olamazsın.'' dedi Uygar. ''Derdin ne senin? Mide bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan bir sinek gibisin.''

Güney'in içtiği su vücuduna etki etmeye başlamış olmalıydı ki gömleğinin yakasını aşağı doğru çekti ve derin bir nefes aldı. ''Şimdi zor sorulara geçelim. Richard kim? Baban olacak o adi şerefsizle ne bağlantısı var ve benden ne istiyor bu adam? Neden sahte imar izni aldı benim adıma? Niye usulsüzlük yapmama sebep oldu bu adam?'' dedi Deniz.

''Yavaş gel.'' dedi Güney. ''Bunların hepsine nasıl bir anda cevap verebilirim ben?''

''Sırayla ilerle o zaman Güney.'' dedi Sarp sabırsız bir nefes verirken. ''Hepimizin sabrı taşmak üzere. Şurada oturmuş, başımıza ördüğünüz çorapları sökmekle uğraşıyoruz. Hiç derdimiz yokmuş gibi.''

''Uğraşma?'' dedi Güney ukala bir sesle. ''Rahat mı batıyor?''

Sarp yumruğunu sıktı. ''Seni öldürürüm ve inan bana hiç acımam.''

''Öldür.'' dedi Güney, bu sefer sesi rahattı.

''Mezar taşına ne yazmamızı istersin? Bak benim aklımda harika bir örnek var. Ardında sadece günah, bir sürü pislik ve uğraşılacak tonla sahte evrak bıraktı. Nasıl?''

''Çok yaratıcı.'' dedi Savaş gülerek.

''İnsan böyle saçma sapan bir suç piramidinin içine düşünce yaratıcılığı da artıyor.'' dedi Sarp başını iki yana sallaya sallaya. ''Her nasıl bir haltsa bu piramidin tüm köşeleri bize giriyor. Çok sıkıldım artık, oyuncu değişikliği istiyorum.''

Deniz sadece benim duyabileceğim bir sesle gülümsedi. ''Konumuza dönersek.'' dedi az önceki sandalyesine yine aynı pozisyonda otururken. ''Başla bakalım Güney Bey. Piramidin en başından anlat. Richard, Koral, Victor, baban ve sen. Benden ne istiyorsunuz?''

''Richard'ın kim olduğunu zaten biliyorsun ama madem detaylı anlatım istiyorsun anlatayım." dedi Güney bıkkınlıkla. ''Uluslararası suç makinesi bir adam. Resmî olarak yatırımcı görünse de aslında kara para aklayan, belediye bağlantılarını kullanan, tapudan teşvike kadar her alana sızmış bir uluslararası dolandırıcı. Paravan şirketler kuruyor. Sonart Holding gibi aslında kağıt üzerinde var olan ama tek bir gerçek faaliyeti bile olmayan şirketler üzerinden iş yapıyor. Belediyelere ve devlet kurumlarına sızıyor. İmar izni, teşvik, ruhsat gibi kritik süreçleri manipüle etmek için içeriden memurları satın alıyor. Rüşvetle belgeler hazırlatıyor. Kara para aklıyor. Yurt dışındaki offshore hesaplardan gelen kirli parayı Türkiye'deki inşaat projeleriyle temizliyor. Sözde yatırım gibi görünüyor ama asıl amacı para aklamak. İnşaat projeleri bahanesiyle yolsuzluk yapıyor. Projeler genellikle yarım bırakılıyor ya da çökmüş gibi gösteriliyor. Oysa para çoktan başka ülkelere aktarılmış oluyor. Ve son olarak silah ticareti yapıyor. Durdurabileni görmedim. Yıllardır Türkiye'de. Ama kimse onun burada olduğunu bilmez. Hiçbir evrakta adı geçmez. İşlerini hep araya koyduğu adamlarla yürütür. Bazı iş adamları onun adına şirket kurar, bazıları onun için arazi alır, bazıları limanlara yatırım yapar. Babam da onlardan biriydi."

''Böyle büyük bir ismi olan adamın benimle ne derdi var? Neden bulaştı bana?''

Güney Deniz'e inanamıyormuş gibi baktı ve gözlerini devirip alayla gülümsedi. "2019'da Marmara kıyılarında bir arsa satın aldın. Liman bölgesine yakın bir arsa. O arsa Richard'ın lojistik zincirinde çok önemli konumda olan bir arsaydı, kaçakçılık güzergâhının kalbiydi. O hattı yıllardır kullanıyordu. Silah, ilaç, veri, ne lazımsa oradan girerdi ülkeye. Ama ihaleye sen girdin. Ve kazandın. Ticaretini yaptığı silahların sevkiyat güzergâhındaki arsasını aldın Deniz. Adamları seni uyardı, dinlemedin aldın. İstemeden de olsa Richard'ın önünü kestin, ayağına bastın. Ticaret için başka yollar aradı, zarara uğradı. Yeni bir zincir oluşturması aylarını aldı. O gün bugündür düşman sana."

Deniz'in sesi buz gibiydi. "Bu yüzden mi bana savaş açtı?"

"Richard önce seni uyarmaya çalıştı. Dolaylı yollardan teklif yaptı. Sen reddettin. Satmanı bekledi. Sen inadına geliştirme projesi başlattın. Orayı ticaret alanı değil, çocuk hastanesi projesine dönüştürmeye kalktın. Onun bütün yapısı çöktü. Sen bunun farkında bile değildin ama adam deliye döndü."

Deniz elini masaya koydu. "Sonra da sahte imar izniyle meslek hayatımı bitirmeye mi karar verdi?"

Güney başını salladı. "Seni zayıflatmamızı istedi. Aydın'daki o arsanın doğal sit alanı olduğunu bile bile sakladılar senden. Normal arsaymış gibi belediyeden sahte imar izni aldı. Sonra da ortadan kayboldu."

"Uluslararası mafyaya bulaştık da demeyiz." dedi Deniz alayla.

Sarp kollarını göğsünde kavuşturdu, ileri doğru bir adım attı. "Peki ya Koral ve Victor?" dedi. Sesi normaldi ama içinde paslı bir keskinlik vardı. "Onlar neyin içinde? Richard'a mı çalışıyorlar, ona karşı mı?"

Güney başını Sarp'a çevirdi, yüzünde çarpık bir tebessüm belirdi. "Ah asıl düğüm orada zaten." dedi. "Richard kendi içinden parçalanıyor. Koral ve Victor onun eski ortakları. Ama artık düşmanı gibiler. Dost gibi görünüyorlar."

"Yani?" dedi Uygar, kaşlarını çatıp. "Ne demek o?"

"Yani aralarında bir güç savaşı var." dedi Güney. "Koral Richard'ın Türkiye ayaklarından biriydi. Yıllar önce Avrupa hattında birlikte çalıştığı, gümrüklerde onun adına çalışan, lojistik bağlantılarını yöneten biriydi. Ama sonra Richard onu harcadı. Hakkında sahte belgeler hazırlattı, şirketini batırdı, itibarını sıfırladı. Koral o günden beri intikam için yaşıyor."

"Peki Victor?" dedi Sarp. "O neci?"

"Victor Marcelet daha karmaşık." dedi Güney omuz silkerken. "Görünürde Richard'la hâlâ iş yapıyor gibi durur. Ama aslında Koral'a bilgi sızdırıyor. İkisi de Richard'ın egemenliğini yıkmak için birbirlerine ihtiyaç duyuyor. Biri onun yerini almak istiyor, diğeri onu yerle bir etmek."

Deniz gözlerini kısarak baktı. "Peki bu iki adamla senin ne işin var?"

Güney başını eğdi. "Richard son zamanlarda babamı ve beni fena boşladı. Koral'dan sonra Richard'ın Türkiye ayağı biz olduk ama Richard bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Bu işi bedavaya yapmıyoruz. Ondan alacağımız milyonlar var."

"Ne diyelim?" dedi Sarp acır gibi bir sesle. "İnşallah alırsınız paranızı."

"Ee." dedi Deniz. "Peki sizin benimle ne derdiniz var? Ne çıkarınız var da karıma kadar bana zarar vermeye çalışıyorsunuz?"

"Sen o arsayı alınca işler zorlaştı. Dolaydı yoldan biz de etkilendik. Yani kuzen." dedi Güney alayla. "Seni bir gün gerçekten bitireceğiz."

"Zırvalamayı kes." dedi Deniz. "Richard'a ulaşacağım ve sen de bana yardım edeceksin."

"Hayata pembe gözlüklerle bakmak zor olmuyor mu?" dedi Güney kahkaha atarak. "Sana onun yerini söyleyeceğime ölürüm daha iyi."

"Öl o zaman." dedi Deniz. Ayağa kalktı, elimi tuttu ve kapıya doğru yürüdü. Hakan ve yanındaki adam Evrim'i diğer kapıdan çıkartırken Uygar, Sarp ve Savaş peşimizden geliyordu. Güney ise arkamızdan bağırmakla meşguldü. "Deniz! Deniz dur. Beni burada bırakamazsınız. Hey sana diyorum Deniz."

Deniz Güney'in söylediklerini umursamadan yürümeye devam etti. Kimsenin durup da onu dinleyeceğini düşünmüyordum. "Söyleyeceklerim bitmedi." dedi Güney. Deniz duracak gibi olsa da kapıya yürümeye devam etti. "Bu gece size büyük bir sürprizim var."

Kimse söylediklerini umursamamıştı. Onu neden toplantı salonunda bıraktığımızı bilmiyordum. Deniz onu ölüme terk etmezdi. Vicdanlı olduğu için değil, ondan koparacağı bilgiler olduğu için ölüme terk etmezdi. Bunu derinden gelen bir hisle biliyordum.

"Eğer müdahale edilmezse ölür." dedim. Ne zamandır konuşmuyordum bilmiyordum fakat sesim o kadar çatallanmıştı ki öksürerek düzeltmek zorunda kalmıştım.

Deniz yüzüme baktı, yanağımı okşadı. "O suda bir şey yoktu sevgilim." dedi. Kaşlarımı hayretle kaldırdım. "Psikolojik baskısını kırarak her şeyi anlatmasını sağlamak için, kontrolü elime almak için, panik refleksini tetiklemek için sudan zehirleneceğini zannetmesini istedim. Nitekim işe yaradı. Ölüm korkusuyla kabak çiçeği gibi açıldı."

"Beni bile kandırdın." dedim gözlerimi kocaman açarken. Deniz alnımı öptü, beni yanına çekti ve kolunu boynuma sardı.

"Her şey tamam da Eser nerede?" dedi Uygar. "Hala açmıyor telefonunu."

"Çıkar illa bir yerden." dedi Deniz. "Güney'in saçma sapan işleriyle uğraşıyordur."

"Benim burnum hiç iyi kokular almıyor." dedi Savaş.

"Sürprizim var derken ne demek istedi bu beyinsiz?" dedi Sarp.

"Boş boş konuşuyor bence ya." dedi Uygar. "Bir şey bildiğinden değil."

"Evet bence de." dedi Deniz. "Neyse, bulunmamız gereken bir düğün var ve biz dakikalardır ortalıkta yokuz. Bir an önce gidelim düğün alanına yoksa arkadaşlıktan aforoz edecek Selay ve Can bizi."

***

Yürürken topuklarımın kumla taş karışımı zeminde çıkardığı hafif ses geri dönen hayatın ilk işareti gibiydi. Otelden sahile doğru indikçe müzik sesi yeniden duyulur olmuştu. Valsin yankısı çoktan silinmişti. Şimdi ritmi yüksek, kahkahası bol bir eğlencenin içindeydik. Sanki biraz önce içeride yaşanan hiçbir şey olmamış, Evrim'in yüzündeki morluklar hiç yokmuş, Güney içtiği suyla ölümün kıyısına sürüklenmemiş, Deniz az önce Güney'in alnına silah dayamamış gibiydi.

Düğün alanına vardığımızda renkli ışıklar yeniden göz kamaştırıcıydı. Beyaz tüller ve altın ışıklar, geniş dans pistinin etrafında bir peri masalına dönüşmüş gibiydi. Gelin masası hâlâ ışıl ışıl duruyordu ama etrafındaki güller artık biraz eğilmişti. Loş ışıkta altın varaklı sandalyeler parlıyordu. Herkes hâlâ dans ediyor, sarılıyor, kahkaha atıyordu. Kadınların topukluları ellerindeydi artık. Bazı erkekler kravatlarını çıkarmıştı. Çocuklar sahnenin arkasında koşturuyordu.

Kalabalığın içinde tanıdık yüzleri ayırt etmeye çalıştım. Miray yerde oturmuştu, Mavi başına taç takmış dans ediyordu. Selay gülümsüyordu ama gözleri ıslak gibiydi. Can onun elini tutmuştu. İpek bir sandalyeye çökmüş, ayakkabılarını çözüyordu. Savaş uzakta bir masaya yaslanmış, elinde yarı içilmiş bir içki bardağı tutuyordu. Yüzü ifadesizdi ama gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Sarp sahnenin hemen kenarında bir çocuğu kucağına almış, onunla dans ediyordu.

Deniz'e baktım. Kalabalığın içinde en tanıdığım kişiydi ama yine de en uzak olandı sanki. Omzunun eğiminden, ayakta duruşundan, başını sağa sola çevirişinden ne düşündüğünü tahmin etmeye çalıştım. Az önceki soğukkanlı adam gitmişti. Yerine boşlukta duran bir yüz gelmişti. Herkes gülerken onun yüzünde hâlâ bir hesap vardı. Gözleri ara sıra beni bulduğunda kısacık da olsa gülümsüyordu.

Ayaklarım beni pistin kenarına götürdü. Kalabalık yavaşça seyrekleşmeye başlamıştı. Bazı masalardan sandalye sesleri geliyor, çıkarılan ayakkabılar tekrar giyiliyor, sarılmalar uzuyordu. Otelin yönüne giden patika yeniden kalabalıkla dolmuştu ama bu sefer dönüş yolundaydılar.

Biraz sonra Deniz omzuma dokundu. Müziğin sesi azalmış, orkestra üyeleri sahneden enstrümanlarını indiriyordu. Işıklar loşlaşmış, sadece beyaz ışık şeritleri pistin üstünde kalmıştı. Düğün artık dağılıyordu.

Dayım, yengem, Güneş eve gidecekti. İpek, Mavi, babam, Savaş, Sarp, Ece ve düğün boyunca hiç ilgilenemediğim Eren ile Gülşah Deniz'in oteline gidecekti. Selay ve Can da yine Deniz'in otelindeki Uygar'ın ayarladığı balayı süitine gidecekti. Miray ve Uygar Miray'ın aile evinde kalacaktı, bir nevi Uygar da onların damadı olmuştu ve onu evlerinde ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyorlardı. Melis de kendi otellerinde kalacaktı. Neticede herkes bir yere gidiyordu ama ben Deniz'in beni nereye götürdüğünü bilmiyordum. "Kocacım." dedim merakla. Deniz göz ucuyla bana baktı, hemen ardından bakışlarını yola çevirdi. "Biz nereye gidiyoruz?"

"Seni kaçırıyorum." dedi çok ciddi bir şey söyler gibi. Ardından bana gerçek cevabımı verdi. "Bir otele gidiyoruz. Kalabalıktan çok sıkıldım, herkesle bu kadar iç içe olduktan sonra bizim otele gitmek istemedim, seninle baş başa olmak istediğime karar verdim ve çok tatlı, çok güzel bir otele rezervasyon yaptırdım."

"Hmmm." dedim olabilecek en cilveli tonlamayla. Gözlerim onun profiline takılmıştı. Direksiyonu tutan elleri, çenesinin kenarındaki hafif kasılma. Şaka değildi, bu adam gerçekten beni kaçırıyordu. Ve ben kaçırılmaktan bu kadar keyif alacağımı hiç tahmin etmezdim.

Birkaç saniye sessiz kaldım. Sonra parmak uçlarımı dizine koydum, oradan yavaşça yukarı doğru süzüldüm. "Yani şimdi." dedim, sesimi bilerek daha kısık tuttum. "Beni kalabalıktan alıp karanlık bir odaya götürüyorsun." Deniz başını bana çevirdi, gözlerinde aniden parlayan o tanıdık kıvılcımı gördüm. Ama daha fazlası vardı. Göz bebekleri büyümüştü. Yutkundu. Ben ise geri adım atmadan devam ettim. "Sadece ikimiz. Kimsenin bizi duyamayacağı kadar sessiz. Ve kimsenin bizi rahatsız edemeyeceği kadar uzak." Parmağımı göğsüne doğru uzattım, üzerinden geçerken düğmeli gömleğinin kumaşından parmaklarım hafifçe kaydı. "Benim aklıma çok tehlikeli şeyler geliyor böyle ortamlarda." dedim fısıltıyla.

Deniz'in bir eli hâlâ direksiyondaydı ama diğer eli yavaşça vitesin oradan kayarak benim elimin üstüne geldi. Parmaklarımız birbirine dolandı.

"Öyle şeyler ki." dedim, dudaklarımı hafifçe ısırırken. "Bütün gece uykunu unutursun. Sabaha kadar uykusuz kalırsın." Araba sanki bir an yavaşladı gibi hissetmiştim. Motorun sesi hâlâ sabit olsa da içimizdeki nabızlar hızlanmıştı. Boynumu onun boynuna yaklaştırdım ve dudaklarımı kulağının hemen ardına yaklaştırdım. "Seni istiyorum sevgilim."

Deniz direksiyonu biraz daha sert kavradı. Ama artık kontrol onda değildi. Kontrol bendeydi. "Sen beni baştan çıkarmaya mı çalışıyorsun yoksa ben yanlış mı anlıyorum?"

"Yok yok. Doğru anlıyorsun." dedim başımı aşağı yukarı sallarken.

"Kaşınma Ada." dedi gülümserken. "Sabaha kadar dizlerinin bağı çözülene kadar seninle uğraşırım. Öyle bir uğraşırım ki sabah başını yastığa koyduğunda adını söyleyebiliyorsan kendime başarısız derim."

Yanaklarım alev almıştı. İçimden bir yerlerden Yandık. diye geçen bir ses vardı ama dudaklarımda sadece kıvrılmış bir gülümseme dolanıyordu.

Deniz devam etti. "Ve sen." dedi parmak uçlarını elime sürterek. "Böyle konuşmaya devam edersen." Başını bana iyice çevirdi, sesi boğuklaşmıştı. "Bu arabayı kenara çekerim. Oteli falan beklemem haberin olsun. Zaten, hatırlarsan yarım kalmış bir araba fantezimiz vardı."

Gülümsememi bastıramadım. Gözlerimin içi parlıyordu ama yüzümdeki ifade sanki hiçbir şey olmamış gibi masumdu. Parmaklarımı onun parmaklarının arasına biraz daha sıkıca geçirip gözlerimi kırptım.

"Ben sadece sevgilimi ne kadar çok sevdiğimi söylüyordum." dedim, sesimi çocuk gibi incecik yaparak. "Sen hemen başka yerlere götürüyorsun mevzuyu." Sonra sanki az önce Seni istiyorum. diyen ben değilmişim gibi omzuna hafifçe yaslandım. "Hem." dedim burnumu hafifçe boynuna sürterek. "Uykusuz kalmak seni daha tatlı yapıyor. O yüzden benim için sabaha kadar ayakta kalırsan hiç şikâyet etmem. Hatta ödüllendiririm." Göz ucuyla bana baktığında yüzümdeki minnoş sırıtış hâlâ duruyordu ama gözlerim tam anlamıyla yangındı.

"Bak hala." dedi Deniz. Alnımı öptü, saçlarımın kokusunu içine çekti ve yola odaklandı. Otele gidene kadar onun omzunu, boynunu, göğsünü, kollarını ve elini sevmiştim. Sanırım rahat durmak eylemi bu gece beni asla bulmayacaktı.

Nihayet otele varmıştık. Sessiz koridorda, el ele odamıza doğru ilerliyorduk. Bizi gören hiç kimse, az önce arabada birbirini neredeyse alevle yakan bir çift olduğumuzu düşünmezdi.

İçimde bir yerler, Deniz’in güçlü omuzlarına yaslanmayı, boynuna kapanmayı, tenine dokunmayı, sabaha kadar durmadan onun nefesini duymayı istiyordu. Birazdan yapmayı düşündüklerimizi hayal ettikçe dizlerimde bir gevşeme oluyordu.

Deniz kartı kapıya okuttu. Işık yeşile döndü. Kapı açıldı. İçerisi loştu, yumuşak sarı ışıklarla aydınlanıyordu.

Deniz kapıyı kapattıktan sonra elimden tuttuğu gibi beni duvara yasladı. Sırtım kapının hemen yanındaki duvara çarptı ama canım yanmadı. Çünkü beni bir darbeyle değil, bir özlemle ittirmişti. Dudakları dudaklarımı buldu.

Ellerim boynuna ve saçlarına karıştı. Onun elleri ise belime, sonra kalçama, sonra sırtıma kaydı. Bir elim onun gömleğinin düğmelerine takıldı, diğer elim kravatını yakaladı. Deniz geri çekildi, gözleri karanlık ve tutkuluydu. "Seni uyardım." dedi nefesi göğsüme çarparken. "Ama sen beni hep kışkırtıyorsun Ada."

"Bu gece uyarılara değil." dedim nefes nefese. "Arzulara kulak verelim."

Deniz bir an bile tereddüt etmeden beni tekrar dudaklarıyla yakaladı. Sırtımı duvardan çektiği gibi diğer yana, koridorla odanın birleştiği köşeye itti. Dudakları dudaklarımda dolaşırken elleri artık elbisemin etek uçlarındaydı. Her teması içimde yanan o koru daha da harlıyordu.

Gömleğinin düğmelerini sabırsızca çözmeye başladım. Her bir düğme aramızdaki mesafeden kopan bir milim gibiydi. Deniz kravatını bir hareketle çıkardı, sonra onu yere fırlattı. Boynuma eğildi, çenemin altını öptü, tenime dokunduğu her yerin sıcaklığı içime sızıyordu. Sanki bir haftalık özlem, günlerce suskun kalan bir yangın gibi şimdi onun her dokunuşunda dile geliyordu.

Bir elimle kemerine uzandım, açmaya çalıştım. O da boş durmuyor, elbisemin askılarını aşağı indirmeye çalışıyordu. Kumaşlar üzerimizde fazlalık gibiydi. Çözülmeyi, çıkarılmayı, yere bırakılmayı bekleyen sabırsız parçalardı.

Deniz beni tekrar duvara yasladı. Bu kez daha sertti, daha açtı. Dudakları boynumda geziniyor, nefesi tenime çarpıyor, parmakları sırtımdan kalçama, oradan tekrar belime doğru kayıyordu. Saçlarımı arkaya attı, boynuma bir öpücük kondurduğunda içimde yankılanan tek şey onun adıydı.

Çözülen her düğme yere düşen her parça bizi daha da yaklaştırıyordu. Giysiler bedenimizden uzaklaştıkça tenimiz birbiriyle tanışıyor, bedenlerimiz bir haftalık ayrılığı telafi edercesine birbirine alışıyordu.

Odayı hâlâ tam görmemiştim ama o karanlıkta parlayan tek şey gözlerimizdi. Ve gözlerimiz kelimelerin artık sustuğu bir dilden konuşuyordu.

Deniz beni belimden kavradı, bir adım attı ve bizi yatağın kenarına getirdi. Ellerini sırtımda gezdirirken başımı hafifçe geriye yasladım, saçlarım geriye döküldü. Dudakları, köprücük kemiğimden aşağıya doğru süzülürken nefesim kesik kesikti.

Parmak uçları göğsümde dolaştı, dudaklarımdan çıkan fısıltılar kalbimin ritmiyle yarışır haldeydi. Deniz beni yavaşça yatağa doğru itti. Sırtım yumuşak çarşaflara değdiğinde bedenimde ürperten bir sıcaklık yayıldı.

Ellerimiz birbirine kenetlendi. Bedenlerimiz çıplaktı ama ruhumuz daha da soyunmuştu. Gözlerimi kapattım. Deniz saçlarımı okşayarak alnıma küçük bir öpücük kondurdu. "Ben seni kaybetmekten çok korkuyorum." dedi, neredeyse fısıldar gibi. Sesi dudaklarından daha yumuşaktı.

"Kaç derece korkuyorsun?" diye sordum, sanki fısıltılarla oyun oynuyormuşuz gibi.

Deniz bir an düşündü, sonra hafifçe güldü. Gülüşü içliydi ama aynı zamanda o tanıdık, keskin dürüstlükle doluydu. "Beş üzerinden beş." dedi. "Aklıma ilk gelen sayı bu."

Gülümsedim. Hem tatlı hem şeytani bir gülümsemeydi bu. Sonra dudaklarımı minik bir ısırıkla bastırdım. "O zaman bu gece beş kez birbirimizi bulacağız." dedim.

"Bu cümle beni uyutmaz, biliyorsun değil mi?" dedi sesi kısıktı, parmaklarını kalçama doğru kaydırdı.

"Zaten uyumanı istemiyorum." dedim şımarıkça, omzunu öptüm. "Bu gece senin uykunu ben çalacağım, tıpkı senin benim kalbimi çaldığın gibi."

Deniz başını iki yana salladı, gülümsedi ama o gülümseme bir süre sonra yerini tutkuya bıraktı. Gecenin ilk buluşması daha yeni başlamıştı. Dört tane daha vardı.

***

Çarşaf vücudumun beline kadar kaymıştı. Omuzlarım çıplaktı ama üşümüyordum. Çünkü Deniz'in göğsüne yaslanmıştım. Sağ kolu başımın altındaydı. Sol kolu bana sarılıydı, parmakları kolumun üzerinde ağır ağır dolaşıyordu. Ben de göğsünde hayali şekiller yapıyordum.

Nefesimiz aynı ritimdeydi. Bazen ben iç çekince o da çekiyor, bazen o yavaşça soluyunca ben de ona ayak uyduruyordum.

Başımı göğsünden hafifçe kaldırdım, çenemi ona yasladım. "Bana sarıldığında zaman duruyor gibi hissediyorum." dedim fısıltıyla. "Sanki dünya dışarda yıkılsa, senin göğsünde güvendeyim." Deniz başını hafifçe eğip saçlarımı öptü. Gözlerinin kenarında hâlâ uykulu bir buğu vardı ama içimde yeni bir merak uyanmıştı. Parmaklarımı göğsünde gezdirirken "Şu mezuniyet balosundaki kız." dedim. "Hani vals yaptığını söylediğin?"

Kaşlarının arasında hafif bir kıvrım belirdi. Gülümsemedi ama bakışları sıcacıktı. "Ne olmuş ona?"

"Yani." dedim, dudaklarımı kıvırarak. "Sadece merak ettim. Nasıl biriydi? O gece nasıldı mesela? Güzel miydi?" Gülümsememin altında bir kıskançlık vardı. "Şey öptün mü onu da dans sonunda?" dedim kıkırdayarak.

Deniz saçlarımı öptü, sonra gözlerini kısarak bana baktı. "Sen şu an gerçek anlamda kıskanıyor musun?" dedi, sesi hem şaşkın hem eğleniyor gibiydi.

Omuz silktim. "Kıskanmak demeyelim de bilgi edinmek diyelim. Tarih araştırması."

Güldü. "O gece çok sıradandı." dedi. "Kız güzel miydi? Eh belki. Ve vals sonunda onu öpmedim."

"Sevgilin miydi?" dedim merakla.

"Cevabım neyi değiştirecek? Karım sensin." dedi neşeli tutmaya çalıştığı sesiyle.

"Sevgilin miydi değil miydi?" dedim tekrar.

Deniz birkaç saniye gözlerimin içine baktı. Sonra gözlerini kaçırmadan ama kelimeleri sanki boğazından söke söke çıkararak yanıtladı. "Sadece üç aylık bir ilişkiydi. Kısa sürdü, mezun olduk bitti." dedi.

"Kısa sürmüş ama vals yapacak kadar yakınmışsınız demek ki."

"Öyleydi." dedi kısaca. Ama fazla çabuk konuşmuştu. Kaçamak bir cevap verdiğini anlayabiliyordum.

"Adı neydi?" dedim, sesim hâlâ yumuşaktı ama tonumda belli belirsiz bir kıskançlık da vardı.

"Emilia." dedi. "Amerikalıydı." Başını yana çevirdi. Sustu. Elini sırtımda gezdirerek zaman kazanmaya çalışıyor gibiydi.

"Anladım." dedim. "Onu hiç öpmedin."

"Öyle demedim." dedi, sonra dediğine pişman oldu. "Yani öptüm ama danstan sonra öpmedim."

Bir daha "Anladım." dedim.

"Bu konuyu daha normal bir zamanda açsak?" dedi.

"Açalım canım, açalım." dedim. "Açalım neden açmayalım? Üniversite zamanlarınızı açalım, Emilia'yı açalım. Daha var mı başka böyle bilmediğim açılması gereken konular?"

"Ada." dedi gülerek. "Şu an kollarımın arasında kim var? Sen varsın. Ben deli divane kime aşığım? Sana aşığım. Sen neden şimdi geçmişte birlikte olduğum kadınlar yüzünden üzülüyorsun?"

"He birlikte oldun yani? Yakışır paşama." dedim, neredeyse ağlayacaktım.

Deniz'in gözleri bir anda kocaman açıldı. Sanki az önce Birlikte olduğum kadınlar. betimlemesini değil de nükleer savaş başlatacak bir kodu söylemişti. "Hay. Hay Allah. Hay aksi!" dedi ellerini kaldırıp başının arkasına koyarak. "Dilime sokayım ben ya. Ne dedim ben az önce? Yok yok öyle değil. Yani öyle ama. Yani tam öyle değil!"

Bir şey demeden yüzüne bakıyordum. Tek kaşımı kaldırdım. Dudaklarımda o çok tanıdığı minik kıskanç gülümseme asılıydı. Bir şey demiyordum ama sessizliğim cümle kuruyordu.

Deniz elleriyle gözlerini ovuşturdu, sonra başını iki yana salladı. "Yani Ada. Sevgilim. Hayır, ben öyle düşünmeden söyledim. Yani dedim ama demeseydim daha iyiydi. Aslında o kadar bile şey değildi. Yani olduysa da çok kötüydü, yani şey anlamında kötü. Şey işte! Ne diyorum ben ya?"

Güldüm. ‘’Yani diyorsun ki." dedim hafifçe yana dönerken. "Vals sonrası Emilia'yla onun evine gittin ve sabaha kadar Shakespeare üzerine felsefe konuştunuz."

Deniz bir yastığa başını gömdü. "Evet. Yani keşke. Ama hayır. Ya da evet? Hayır hayır! Ada yapma böyle, beynim ısınıyor."

Yastığı yüzünden aldım. Başımı onun göğsüne koydum, hala gülümsüyordum ama içten içe kıskançlık ciğerimi kemiriyordu. "Tamam tamam." dedim. "Ben seni şu an kıskanıyorum ama öyle kıskanıyorum ki geçmişteki seni bile kıskanıyorum."

Deniz kollarını etrafıma sardı. "O zaman geçmişteki bana trip at ama şimdiki bana atma. Tamam mı?"

Kıkırdayarak başımı göğsüne bastırdım. "O zaman." dedim usulca. "Geçmişteki sana trip atıyorum." Burnumu göğsüne sürterek devam ettim. "Ama şimdiki seni." Yüzümü kaldırıp dudaklarımı yanağına yaklaştırdım. "...deliler gibi seviyorum."

Deniz'in kolları bedenimi daha da sıkı sardı. Elimi göğsünde gezdirdim, parmak uçlarım kalbinin attığı noktayı buldu. Oraya küçük bir öpücük kondurdum.

Bir kolunu başımın altına, diğerini belime doladığında göğsüne minik bir çocuk gibi kıvrıldım.

Deniz başımı biraz daha kendine çekti. "İyi ki varsın Ada." dedi usulca. "İyi ki varsın." Saçlarıma bir öpücük kondurduğunda gözlerimi kapattım.

Aradan kaç dakika geçtiğini bilmiyordum fakat tam uykuya dalmak üzereyken Deniz'in telefonu çalmaya başlamıştı. Bu saatte kimin aradığını bilmiyordum ama önemli bir şey olduğu kesindi çünkü normal şartlarda kimse kimseyi gecenin köründe aramazdı. "Kim arıyor?" dedim uykuyla karışık bir sesle.

Deniz'in eli refleksle komodine uzandı. Gözleri hâlâ kapalıydı ama parmaklarıyla telefonu bulmaya çalışıyordu. O sırada minik otel şamdanına çarptı, cam zemine düşen şamdan tiz bir şıngırtıyla parçalandı. Gözlerini aralayıp alçak bir sesle "Siktir." dedi, sesi uykunun boğukluğuyla karışmıştı ama belli ki sinirlenmişti. Yüzünü buruşturdu, alnındaki çizgiler derinleşti. Sonunda telefonu buldu ve ekranını yüzüne doğru kaldırdı. Gözleri kısılmıştı, loş ışıkta zor seçiyordu. Ekrana bakarken önce isme, sonra saate göz gezdirdi.

"Sarp." diye mırıldandı, telefonu açtı. Kaşları çatıldı. "Saat dördü on altı geçiyor. Yanımdan ayrılalı beş saat bile olmadı. Rüyanda beni mi gördün Sarp?" dedi, sesi yorgunluktan kısılmıştı ama içinde saklı bir huzursuzluk da vardı. Bu sesi iyi tanıyordum. Deniz endişelenmeye başladığında sesi böyle kalınlaşıp boğazına düğümlenirdi.

"Deniz, neredesiniz?" dedi Sarp o tanıdık düz ve dikkatli sesiyle. Ses tonunun altında patlamaya hazır bir gerilim vardı.

Deniz kaşlarını daha da çattı, oturduğu yerde hafifçe doğruldu. "Bu ne biçim soru Sarp bu saatte? Ne oldu?" dedi. Sesi hâlâ sertleşmemişti ama alttan alta yükselen bir sabırsızlık vardı. Yanak kasları kasılmış, göz bebekleri büyümüştü.

Sarp bir an sessiz kaldı. Sonra yalnızca Deniz'in adını söyledi. "Deniz." Sesindeki tedirginlikten bir şeyin fena halde ters gittiğini anlayabiliyordum. "Melis yok. Bulamıyoruz. Eser de hâlâ yok. Telefonları da kapalı."

Deniz yavaşça başlıktan doğruldu, oturduğu yerden kalkmadı ama sanki ruhu kalkmış gibi bir şey oldu. "Ne saçmalıyorsun sen Sarp? Siz hep beraber otele gitmediniz mi?" dedi. O an sesi hem kızgın hem de korku doluydu. Kelimeler sanki ağzından zorla dökülüyordu.

"Gittik." dedi Sarp hemen, hızlıca. "Herkes odasına dağıldı. Ben kendim kontrol ettim. Herkesin odasına girdiğine emin olduktan sonra geçtim kendi odama."

''Ee? Nereye gitti o zaman bu kız Sarp? Ne zaman fark ettiniz siz Melis'in olmadığını?''

''Yaklaşık üç saat oluyor.'' dedi Sarp suçluymuş gibi çekingen bir sesle.

''Melis üç saattir yok ve sen bana daha yeni mi haber veriyorsun Sarp?!'' dedi Deniz sinirle. Sesinde öfke değil korku ve panik de vardı.

"Kameraları izliyorduk." dedi Sarp savunmaya geçer gibi. "Çözebileceğimizi düşündüğümüz için aramadım."

Deniz dişlerini sıktı, burnundan zor nefes alıyordu. "Ne gördün kamera kayıtlarında?"

''Herkes odasına dağıldıktan yarım saat sonra telefonuna telaşla bakarak odasından çıkıyor, sonra da otelden ayrılıyor.''

''Otelin dış mekân kameraları?'' dedi Deniz sabırsız bir sesle. Sol eliyle alnını ovuşturdu. ''Nereye gidiyor otelden sonra?''

''Koşarak caddeye yürüyor. Caddeyi gören kameraların olduğu mekân sahiplerine ulaşamadım. Ulaşsam izleyeceğim ama yok. En son koşarak uzaklaştığı görüntüler var.''

Deniz sıkıntılı bir nefes verirken çarşafı üzerinden attı, yataktan kalktı. ''Tamam Sarp, geliyoruz. Ayrılmayın bir yere.''

''Tamam.'' dedi Sarp ve Deniz telefonu kapattı. Yerden kıyafetlerini aldı, hızla giyinmeye başladı.

''Sen istersen kal.'' dedi, o kadar boş bir sesle konuşmuştu ki sanki bana değil boşluğa bakıyordu. Yüz ifadesinden düşüncelerini tartmaya çalışsam da onu okuyamıyordum.

Çarşafı üzerimden attım, iç çamaşırlarıma uzandım. ''Burada tek başıma ne yapacağım Deniz?'' dedim, giyinmeye başladım. ''Ben de geleceğim.''

''Telefonuna bakarak çıkmış odadan. Telaşlıymış. Ne gördü bu kız?'' dedi kendi kendine. ''Hayır Eser de yok. Neler oluyor amına koyayım?!''

''Sakin ol.'' dedim elbisemi yerden alırken. ''Sen panik yaparsan herkes yapıyor ve o zaman mantıklı hareket edemiyoruz.''

''Güney.'' dedi fısıltıyla. ''O şerefsiz piç Bir sürprizim var. diyordu Ada!''

''Evet.'' dedim. ''Ama belki de bambaşka bir şeydir. Hem Güney hala sizin elinizde değil mi? Nasıl Melis'le iletişim kurabilir ki?''

Deniz gömleğinin son düğmesini de ilikledikten sonra çekmecenin üzerinden cüzdanını, arabanın anahtarını aldı. ''Bilmiyorum Ada.'' dedi sıkıntılı bir sesle. ''Başka biri ulaştı belki de. Eser neden yok? Sen kendin de duydun. Güney buraya Eser'le geleceğini söylemedi mi?''

''Evet ama belki onu İstanbul'da bırakmıştır.''

Deniz bir şey demeden kapıya yöneldi. Koridora adım attığında yüzü hâlâ asıktı ama içinde dönen fırtınayı yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu.

Hemen ardından ben de çıktım. Sanki dünya yavaşlıyordu da biz hâlâ hızla yürüyorduk.

Deniz hızlı adımlarla ilerliyor, her adımda sırt kasları hafifçe geriliyordu. Bir şey düşünüyordu ama söylemiyordu. Kafasının içi cümlelerle doluydu ama hiçbiri ağzından çıkmıyordu. O sustukça benim iç sesim daha da büyüyordu.

Otel kapısından çıktığımızda hala gece vakitlerindeydik. Deniz'in yüzüne vuran sokak lambasının ışığında çenesindeki kasılmayı, gözlerinin altında beliren çizgileri görmemek imkânsızdı. Arabaya yöneldiğimizde bir anda durdu ve anahtarı bana uzattı. ''Sen geçsene.'' dedi direksiyonu işaret ederek. ''Telefonla birilerini aramam lazım, araba kullanırken konuşamam.''

Anahtarı aldım, direksiyonun başına geçtim, Deniz de bindikten sonra motoru çalıştırdım. Deniz yolculuk boyunca adamlarıyla iletişim kurmuş, yeni bir gelişme olup olmadığını sormuştu. Hiçbir gelişme yoktu ve zaman geçtikçe Deniz daha da geriliyordu. ''Sarp.'' dedi gergin bir sesle. Bu onu dördüncü arayışıydı. ''Ulaşamadınız mı hala cadde üzerinde kamerası olan herhangi bir mekânın sahibine?''

''Ulaşamadık Deniz. Herkes burada. Uygar, Hakan, Burak, Savaş ve diğerleri. Ha bir de Eren de uyandı haberin olsun. Yanımızda şu an.''

Deniz olabilecek en yavaş nefesi aldı ve gözlerini kapatıp başını geriye yasladı. Dudaklarının ucuyla bir küfür savurdu. Sarp duymadıysa bile ben duymuştum. ''Uygar'a söyle, Eren'i odasına göndersin... Tamam, tamam Sarp geldiğimde konuşacağım. Kapat.'' dedi. Bu kalan yirmi dakikalık yolculuğumuzun son konuşmasıydı.

Denizlere ait otele geldiğimizde konferans salonuna geçtik. Herkes telaşlı ve çaresiz bir şekilde bir şeylerle uğraşıyordu. Uygar, Sarp, Hakan, Burak, Savaş, isimlerini bilmediğim diğer üç adam ve Eren.

''Evet.'' dedi Deniz içeri girdiğimizde. Bütün dikkatler üzerimizde toplanmıştı. ''Ne durumdayız?''

''Abi.'' dedi Eren. ''Abi ablam hala yok.''

''Bulacağız.'' dedi Deniz kendinden emin bir sesle. Ardından Sarp'a ve Uygar'a döndü. ''Sarp, Uygar.'' dedi. ''Ne buldunuz? Eser'e ulaşabilen oldu mu?''

''Herif yer yarıldı da içine girdi sanki. Hiçbir yerde yok.'' dedi Uygar. ''Belki de İstanbul'da bırakmıştır Güney onu?''

''Offf.'' dedi Sarp. ''Gerçekten of.''

''Melis en son kimle konuşmuş Sarp?'' dedi Deniz.

''Henüz veri alamıyorum. Görüntüyü izlemek ister misin?'' dedi Sarp, dizüstü bilgisayarın ekranından başını kaldırdı ve Deniz'e baktı. Deniz cevap vermeden Sarp'ın yanına ilerledi. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırdı, bir elini masaya koyarak masadan destek aldı ve ekrana doğru eğildi. Touchpade dokundu ve dikkatle izlemeye başladı. ''Ne gördün o telefonda Melis?'' dedi kendi kendine. Sarp'ın başından ayrıldı ve Hakan'a döndü. ''Hakan Eren'i havaalanına götürür müsün? İstanbul'a gönder onu.''

''Ablam bulunmadan gitmem abi.'' dedi Eren. ''Saçmalama istersen.''

''Burada kimse kalmayacak Eren.'' dedi Deniz kararlı bir sesle. ''Sen de gideceksin. Gülşah da Ece de ilk uçakla İstanbul'a dönecek. Burası zaten yeterince karışık. Bu kadar kalabalıkla ilerleyemem ben. Ablanı böyle kargaşanın içinde nasıl arayabilirim?''

''Gitmeyeceğim abi.'' dedi Eren. Uygar'a döndü. ''Uygar abi, kalmak istiyorum.''

Uygar başını iki yana salladı. ''Bu sefer abinin tarafındayım Eren. Ece'yi de göndereceğim zaten. Burada kalmanızın hiçbir manası yok. Boş kalabalık olmasın.''

''Ablamı görmeden gitmek istemiyorum.'' dedi Eren.

''Bak.'' dedi Deniz. ''Zaten ablan yok. Bir de senin başına bir iş gelmesin diye tetikte duramam Eren. Ben ne diyorsam o!'' dedi ve parmaklarını saçlarından geçirdi. ''Ablandan sonra şimdi sen mi karşı geleceksin bana? Bu ne ya, kimse söz dinlemiyor! Ben boşuna mı uğraşıyorum?''

''Tamam Deniz.'' dedi Uygar. Hakan'a baktı. Hakan Eren'e doğru yürüdü. Eren çaresiz bir kabullenmeyle başını sağa sola salladı ve sinirle odadan çıktı.

''Yaşadıklarımız yetmiyor bir de kardeş isyanlarıyla uğraşıyorum. Gerçekten bıktım.'' dedi Deniz.

''Buldum.'' dedi Sarp. Hepimiz merakla ona döndük. ''Buldum, Melis'e en son mesaj atan numarayı buldum.''

''Kim?'' dedi herkes hep bir ağızdan. Deniz hızla Sarp'a ilerledi.

''Hande.'' dedi Sarp bana bakarak.

''Hande?'' dedi Deniz bu ismin ona bir anlam ifade etmediğini belli edercesine.

''Hande Melis'in sınıf arkadaşı.'' dedi Sarp. ''Ders notlarını alacağım diyerek Melis'ten telefonunu istemiş. Melis de vermiş telefonunu. Sonra da takip uygulamalarını yüklesin diye Evrim'in adamına vermiş Hande Melis'in telefonunu.''

''Tamam.'' dedi Deniz Sarp'ın anlattıklarını sindirdikten sonra. ''O zaman Melis Hande'nin yanında? Ona mı gitmiş?''

''Bilmiyorum. Evine gitmemiz lazım.'' dedi Sarp.

Deniz Burak'a baktı. Burak koşar adımlarla salondan çıktı. Deniz bu sefer diğer adamlara döndü. ''Şu caddedeki dükkânlara gitsenize.'' dedi. ''Belki açan olmuştur.''

''Saat daha 5.40'' dedi Uygar. ''Bu saatte kim açar ki?''

''Pastaneler ve fırınlar erken açıyor.'' dedim. ''Belki onlardan biri kameraları izlememize izin verir.''

Deniz adamlara baktı ve yine konuşmadan sadece bakışlarıyla komut verdi. O adamlar da Burak gibi hızla salondan çıkmıştı.

''Bu kız neyin nesi?'' dedi Deniz. ''Hande midir nedir, o işte.''

"Pek fazla bilgi sahibi değilim. Burak, Hande ve Melis'in o kadar da sık görüşmediğini söyledi. Pek yakın değillermiş.''

''Yakın olmasalar bile bu kız bir şey gönderdi, Melis korktu ve otelden ayrıldı.''

''Bunun arkasında net Güney var.'' dedi Savaş. ''Sürpriz mürpriz bir şeyler zırvalıyordu.''

''Her şey olabilir.'' dedi Uygar. ''Bakalım, Burak bir gitsin de Hande'nin evine, öğreniriz."

***

Güneş doğduğunda ve gökyüzü turuncuya büründüğünde saat 6.53'ü gösteriyordu. Ne Burak'tan ne de diğer adamlardan bir haber vardı ve zaman daraldıkça hepimizin içindeki endişe büyüyordu. Yorgunluğu, tedirginliği ve sabırsızlığı o kadar yaşıyorduk ki birileri her an birine patlayacak gibiydi.

Deniz ayakta dizini sallıyordu. Bir yandan parmaklarını birbirine sürtüyor, bir yandan da göz ucuyla saate Dudaklarının arasından sadece sıkılmış nefesler geçiyordu.

Uygar cam kenarındaki bir sandalyeye ters oturmuş, dirseklerini sandalyenin arkalığına koymuş, kollarını ileriye doğru uzatmıştı. Sol elinde tuttuğu kahve fincanının kenarı çatlamıştı ama o fark etmemişti. İçmeden tutuyordu. Sanki birine fırlatmaya hazırlanıyormuş gibiydi. Az evvel elinde tuttuğu kalem yere düşmüştü ama alacak hâli yoktu. Gözlerini zor açık tutuyor gibi bir hali vardı. Alnına düşen saç telini bile umursamayacak kadar yorgundu. Bir an gözlerini tavana çevirdi. "Nerede kaldı bu çocuk?'' dedi, gözlerini Deniz'e çevirdi ama cevap alamayınca kendi kendine iç geçirdi.

Savaş kollarını göğsünde birleştirmiş, kapının hemen yanında bir koltuğa oturmuştu. Ayaklarını önündeki küçük masanın köşesine uzatmıştı ama her birkaç dakikada bir irkilip doğruluyordu. Uykuyla savaşırken gözlerini ovuşturuyor, sonra yine kapıya dönüp bakıyordu. Her an Burak'ın içeri girmesini bekliyordu. Gözaltları mosmordu. Dizlerinin arasına sıkıştırdığı termosu çevirirken sinirle "Bir saati geçti bekliyoruz." dedi. Ses tonu yumuşak değildi, yorgunlukla gerilim birbirine karışmıştı. Yavaşça ayağa kalktı. Termosu masaya bıraktı. "Bir aksilik mi oldu sizce?" dedi. Kimse cevap vermedi.

Bir köşede Sarp kafasını masaya koymuş, yarı kapalı gözlerle ekrana bakıyordu. Parmağıyla touchpadi hareket ettiriyor, arada sırada durup boş ekrana dikiliyordu. Ekrandaki video hâlâ ilerliyordu ama onun gözleri çoktan donmuş gibiydi.

Adlarını bilmediğim diğer iki adam, duvar dibindeki fişlerin yanına çömelmiş, şarjda duran telefonlarını kontrol ediyor, sessizce konuşuyorlardı. Aralarındaki konuşmalar fısıltı seviyesindeydi. Kalem kâğıt sesi, nefes alışverişleri ve klavye tıkırtısı haricinde salonda mutlak bir bitkinlik vardı.

Ben ise bir köşedeki tekli koltukta çapraz oturmuş, başımı koltuğun arkalığına yaslamıştım. Kucağımda ince bir battaniye vardı, dizlerime kadar çekmiştim ama ayakta uyuyan bir gece kuşu gibiydim. Gözlerimi kapatıp birkaç saniye dinlenmeye çalışıyor, sonra yine irkilip odaya bakıyordum. Deniz oturduğum koltuğun arkasına geldi, elini yüzüme uzattı ve çenemin altını sevdi. ''Bir sürü boş oda var, hadi sen gidip uyu.'' dedi.

''Uykum yok ki.'' dedim ama gözlerim yalanımı ortaya çıkartıyordu.

''Gözlerinden uyku akıyor Ada.'' dedi.

''Melis'i bulalım uyurum.'' dedim.

Sarp kaşlarını çatarak ayağa kalktı, ceplerini yokladı. ''Sigarası olan var mı?''

''Bende var.'' dedi Uygar, gözleriyle karşı koltuktaki ceketini işaret etti. ''Ceketin cebinde.''

Sarp Uygar'ın ceketinden bir dal sigara aldı, ağır adımlarla kapıya doğru ilerledi. Normal şartlarda bizim yanımızda da içiyordu fakat sanırım yakın zamanda geçirdiğim zehirlenme yüzünden dumana maruz kalmamam için odadan çıkma gereği duymuştu.

''Allah aşkına gerçekten nerede bu çocuk Deniz? Bir saat oldu bekliyoruz ya. Bir saat.'' dedi Uygar.

''Burak öyle savruk bir çocuk değil Uygar. Yoldadır, varamamıştır. Bir şey olmuştur illa.'' dedi Deniz.

''Evi uzaktır belki Hande'nin.'' dedim. ''Nerede yaşıyormuş ki?''

''Buraya kırk beş dakika uzaklıktaymış.'' dedi adının Mert olduğunu yeni anımsadığım genç bir çocuk.

''Yani varmıştır o zaman, biraz daha bekleyelim.'' dedim.

''Az sabredelim.'' dedi Savaş.

Deniz gözlerini devirdi. "Sabredecek vaktimiz kalmadı ya neyse.'' dedi, kapı açıldı. Daha az evvel dışarıya çıkan Sarp yakamadığı sigarasıyla ve caddedeki dükkânlara bakmaya giden adamlarla içeriye girdi.

Kaşları çatıktı. "Bu ne ya? Yeter!" dedi. Sesi öfkeli gibi çıkmıştı ama aslında dibinde duran bir çaresizliği bastırmaya çalışıyordu. "Biri gelsin de şu cehennem azabından kurtarsın artık bizi."

''Ne oluyor Sarp?'' dedi Deniz, sesi yine sertti ama sanki o sertliğin içinde gizlenen bir Ne olur kötü bir şey söyleme. dileği vardı. Ardından hızla diğer iki adama döndü. ''Siz bir şey bulabildiniz mi?''

''Bulduk Deniz Bey.'' dedi bir tanesi. Sarp bilgisayarına doğru koşar adım yürüdü. Bir USB belleği bilgisayara taktı.

Deniz hemen onun arkasından yürüdü, masaya iki eliyle dayandı. Parmakları masanın kenarına öyle bastırılmıştı ki eklemleri beyazlaşmıştı.

''Arayın Burak'ı gelsin. Melis Hande'nin evinde değil, yüzde yüz ihtimalle.'' dedi Sarp. Ekrandaki görüntüye henüz biz bakamamıştık ama onun sesinden çıkan netlik içimize soğuk bir korku gibi yayılmıştı.

''Daha açık konuşur musunuz?'' dedi Uygar, Sarp'la birlikte gelen adamlara bakarken. ''Ne gördünüz?''

''Abi.'' dedi genç olan, gözlerini Uygar'a çevirdi ama sonra refleksle Deniz'e döndü. ''Melis Hanım cadde sonuna kadar koşuyor, sonra.''

''Sonra?'' dedi Deniz sabırsız bir sesle. Sesi yükselmemişti ama gırtlağından çıkan o boğuk ton, içindeki dehşeti haykırıyordu. Kaşları daha da çatılmıştı.

''İki kişi siyah transit bir arabaya bindiriyor Melis Hanım'ı.''

Deniz'in gözleri bir anlığına boşluğa kaydı. Masaya bastırdığı eli gevşedi, sonra tekrar sıkıldı. ''Aç hadi şu görüntüyü Sarp.'' dedi sabırsız bir sesle.

Sarp bir tuşa bastıktan sonra Deniz ekrana kilitlendi. Yerimden kalkıp diğer herkes gibi ekranın başına geçtim. Cadde sonunun güvenlik kamerasından alınmış bir açıydı. Çok karanlıktı ama görüntü netti. Birkaç saniye sonra Melis koşarak kadraja girdi. Üzerinde hala Selay'ın düğününde giydiği elbise duruyordu.

Deniz yerinden kıpırdadı. Gözlerini ekrandan bir saniye bile ayırmadan biraz daha eğildi. Bir elini pantolonunun cebine sokmuştu, diğeri ise boşluğa asılıydı, parmakları sürekli kıpır kıpırdı.

"Burada hızlı yürüyor." dedi Uygar kısık sesle. "Bir şey okumuş gibi."

"Bir mesaj aldı. Evet, yüzü telaşlı." dedi Sarp. "Telefonunu kontrol ediyor."

"Hande'ye gidiyor sandı." dedi Deniz. Sesi boğuktu. "Hande olduğunu sanıyor."

Görüntüde Melis duraksadı. Başını sağa sola çevirdi. Etrafına baktı. Sonra birkaç adım daha attı. Ve bir anda bir şey oldu. Kadrajın solundan iki adam belirdi. Siyah giyinmiş, kapüşonlu, hızlı yürüyen iki adam Melis'in tam karşısına geçti. Melis durdu. Geriye bir adım attı.

"Hayır." dedi Deniz boğuk bir nefesle. "Hayır. Bu değil. Bu doğru değil."

"Eli telefonuna gidiyor." dedi Uygar, gözlerini kırpmadan izliyordu. "Yardım istemek için mi?"

Adamların biri Melis'in koluna uzandı. Melis hızla geriye çekildi. Çığlık atıyor gibi bir ağız hareketi yaptı ama kamera sesi almıyordu. Diğeri hızla arkasına geçip bedenini sıkıştırdı. Melis birden direndi. Kollarını savurdu, telefonu yere düşürdü, adamlardan biri telefonu aldı ve cebine sokuşturdu.

Deniz geri çekildi, sanki bir darbe yemiş gibiydi. "Hayır!" dedi. "Direniyor. Bak nasıl direniyor."

"Melis." dedi Uygar dişlerinin arasından. "Kim bu herifler?''

Melis birinin ayağına bastı. Diğerinin göğsüne dirseğiyle vurdu. Ama adamlar daha güçlüydü. Melis'in omzunu kavrayıp geriye doğru çektiler. Bir tanesi Melis'in saçını çekiştirdi.

''Orospu çocuğu.'' dedi Deniz dişlerinin arasından. Gözleri öfke ve korku doluydu.

Melis direnirken siyah bir transit arabanın kapısı açıldı. Işık süzüldü. "Kızın beli dönüyor, yere basamıyor." dedi Uygar en az Deniz kadar sinirle.

Adamlar, Melis'i kollarından ve belinden kavrayarak arabaya itti. Melis son bir hamleyle ayağını dışarı uzattı ama başarısızdı. Arka kapı kapandı. Işık söndü. Ve araba uzaklaştı.

Deniz'in yüzü bembeyazdı. Gözleri ekrana hâlâ kitliydi ama dudakları açık kalmıştı. Nefes almıyordu.

Uygar başını ellerinin arasına aldı. Parmakları saçlarını sıkarak geriye çekti. "Bu nasıl bir iş ya." dedi fısıltıyla. "Planlanmış bu. Telefon mesajı, Hande falan. Hepsi bir yem."

Deniz bir adım geri attı, sonra tekrar ekrana döndü. Yumruğunu masaya yavaşça vurdu. "Bulsunlar o arabayı." dedi kısık bir sesle. "O arabayı... bulsunlar Sarp.''

Uygar başını kaldırdı, Deniz'e baktı. "Bulacağız." dedi. "Ne gerekiyorsa yapacağız Deniz ama önce sakin ol.''

''Nasıl sakin olayım Uygar? Melis yok. Kardeşimi kaçırmışlar farkında mısın?''

''Farkındayım.''

''Ben daha ne kadar aynı şeyleri yaşayacağım Uygar?'' dedi sinirle. ''Niye en sevdiklerimle sınanıyorum ben? Niye koruyamıyorum kimseyi? Neyi eksik yapıyorum, nerede yanlış yapıyorum?''

''Yanlış yaptığın bir şey yok Deniz, sakin ol.'' dedi Sarp. ''Öfkelenecek bir zamanda değiliz.''

Uygar Deniz'e yaklaşacak gibi oldu fakat Deniz elini kaldırarak onu durdurdu. ''Sakın. Sakın şu an kimse yaklaşmasın bana. Sakın.'' Gözlerinde korkutucu bir parıltı vardı. Kafasının içinin infilak etmek üzere olan bir baraj gibi olduğuna emindim. Çok yorgun görünüyordu. Onu alıp koynumda saklamak ve tüm dünyadan uzaklaştırmak istiyordum. Dünya üzerinde en sevdiğim insanın tüm bunları yaşaması artık gücüme gidiyordu. Neden rahat bir nefes alamıyorduk? ''Melis o telefonda ne gördü de koşa koşa gitti? Biz onu odasında güvende zannederken.'' dedi ve sustu. Ellerini saçlarına götürdü, birkaç kez parmaklarını geçirdi. ''Ben bu kadar güçsüz olamam, olmamalıyım. Bu kadar kolay alt edilemem yani benim kardeşimi gecenin bir yarısı bir arabaya zorla bindiriyorlarsa, o zaman ben... kimim amına koyayım?''

Usul adımlarla adı Mert olan yakın korumanın yanına ilerledim. ''Git, Güney'i buraya getir. Melis'in nerede olduğunu o biliyordur. Tek başına gitme.'' dedim, gözlerimle camın önündeki adamları gösterdim. ''Arkadaşlarını da al, Burak'ı ara. Burak da direkt o otele gitsin. Tamam mı?'' Mert anlamamış gibi baktı. ''Mert, anladın mı?'' dedim kaşlarımı kaldırarak.

''Anladım efendim.'' dedi.

''Ne duruyorsun o zaman? Hadi git ve getir şu şerefsizi.''

Mert başını salladı, diğerlerinin yanına ilerledi. Birkaç kelime anlattı ve sonra üçü birden odadan çıktı. Deniz öfkesini kontrol etmeye çalışırken bir koltuğa geçtim. ''Melis'in saçına dokunan her elin kemiğini kıracağım.'' dedi kısık ama buz gibi bir sesle. ''Ona dokunan, onu kaçıran her kimse bulacağım. Güney'in sürprizi buysa, onu cehennemin dibine öyle bir göndereceğim ki babası bile kurtaramayacak.''

''Hiç dert etme.'' dedi Uygar. ''Kan kusturacağız onlara.''

Deniz sessizce başını salladı. Sonra aniden Mert'e seslendi. ''MERT!'' Bakışları odada gezinirken Mert'in olmadığını yeni idrak ediyordu.

''Ben.'' dedim yutkunarak. ''Ben Güney'i alıp buraya getirmesi için Mert'i gönderdim. Çıktı o az önce.''

Deniz saatler sonra ilk kez gülümsedi. Yanıma geldi, usulca oturdu, kolunu bana sardı ve saçlarıma yumuşacık bir öpücük bıraktı. ''Hakan nerede kaldı?'' dedi Uygar'a bakarak. "Üzerimize yapıştı şu kıyafetler. Çıkarmak istiyorum artık."

''Eli kulağındadır.'' dedi Uygar.

O sırada Sarp bilgisayarda hala bir şeylere bakıyor ve kendi kendine küfürler mırıldanıyordu. Bazen hızlıca bir dosya açıyor, bazen de boşluğa konuşuyordu.

Kısa bir an sonra kapı çaldı. Başımı kaldırdım. Hakan'dı. Saçları rüzgârdan hafifçe dağılmıştı. İçeri girerken Deniz'le göz göze geldi.

"Nihayet." dedi Deniz.

Hakan başını hafifçe eğerek bizi selamladı. Ardından Deniz'e döndü. "Eren Bey'i, Ece Hanım'ı ve Gülşah'ı havaalanına bıraktım." dedi net bir sesle. "Bir saat sonra uçakları kalkacak."

Deniz başını yavaşça salladı. Rahatlamış gibi değildi ama en azından bu bilgi, içindeki düğümlerden birini gevşetmişti. Uygar da yerinden hafif doğrulup Hakan'a baktı. "Valizler nerede?" dedi Deniz.

"208 numaralı odaya bıraktılar Deniz Bey." dedi Hakan. Deniz sessizce başını salladı.

Deniz gözlerini kırpmadan Hakan'a baktı. "Sağ ol." dedi kısaca.

Hakan başını eğdi, sonra sessizce bir köşeye geçti. Sanki o da birazdan yeniden harekete geçmek için kendi bedenini şarj ediyordu.

Başımı yana eğdim. Elbisenin askısı omzumdan düşmek üzereydi. Deniz'in gömleğinin kolu da biraz buruşmuştu, düğmeleri yarım yamalaktı. Saatlerdir üzerimizde duran bu kıyafetler artık yük gibiydi. Ama ne ben gidip üzerimi değiştirmek istedim ne de Deniz'in kalkıp bir odaya çıkacak hâli vardı.

Boş gözlerle etrafı izledim. Uygar telefonu çıkartıp kulağına götürdü. Saniyeler boyunca bekledi ama karşı taraftan yanıt gelmemişti. "Eser'in ortadan kaybolması bana hiç hayra alamet gelmiyor Deniz. Nerede bu adam Allah aşkına?"

"Bilmiyorum." dedi Deniz. Dördünün de gözlerinden uyku akıyordu. Dün gece ben hastanedeyken dördü de uyumamıştı. Bu gece de uykusuzlardı. 48 saattir uykusuz olduklarını düşündükçe içim sızlıyordu ama bu durumda Deniz'i uyumaya ikna etmek imkânsız bile olamayacak kadar mümkün değildi. "Bilmiyorum Uygar. İnan bana ben hiçbir şey bilmiyorum artık."

Uygar derin bir nefes aldı ve başını tavana kaldırdı. Deniz yavaşça ayağa kalkıp beni de kaldırdı. "Hadi gel şu üzerimizdekileri değiştirelim."

Başımı hafifçe salladım ve Deniz'in yönlendirmesiyle kapıya doğru ilerledim. Koridor sessizdi. Deniz önümde yürüyordu, ben onun bir adım gerisindeydim.

Onun sırtına bakarken içimden geçen tek şey şuydu; Deniz ne kadar daha dayanabilir?

Melis kayıptı. Ve ben de bir zamanlar kayıptım. Kalbimin tam ortasına bir yumruk oturmuştu. Şimdi Melis yoktu ve Deniz çok kötü görünüyordu. Ben de böyle mi bırakmıştım onu? İçim sızlıyordu.

Deniz, Melis için yerinde duramıyordu. Sadece onu aramak istiyordu. Sessizlikte bile göğsü inip kalkarken çıkan hırıltıyı duyuyordum. Melis için böyleydi. Ben kaybolduğumda da böyle mi olmuştu? Koca dünyada nefes nefese beni mi aramıştı? Geceleri uyuyamadan, yüzümü arayarak mı geçirmişti günlerini?

Deniz durup arkasına döndüğünde gözleriyle beni kontrol ediyordu. Başımı salladım. "İyiyim." dedim ama o kelime ağzımdan çıkarken içim paramparça olmuştu.

Çünkü iyi değildim. O bir kez beni yitirmişti. Ve şimdi kardeşini yitiriyordu. Bu acının ikincisini yaşarken ne kadar dayanabilirdi bilmiyordum.

Deniz başını salladı, odanın kapısını açtı ve içeri doğru ilerledi. Odaya bırakılan valizi açıp rahat ve sıcak tutan kıyafetlerimi çıkartarak yatağın üzerine koydum. Deniz de siyah bir kazak ve siyah pantolon çıkartıp benim kıyafetlerimin yanına bıraktı. "Ben duş almak istiyorum." dedim.

"Neden öyle bakıyorsun?" dedi yanıma gelip başımı göğsüne bastırırken. Nasıl baktığımı bilmiyordum. Yanağım gövdesine değdiği an hıçkırarak ağlamaya başladığımda içimin zannettiğimden daha çok dolu olduğunu anladım. İçim çok sızlıyordu. Deniz'in yaşamak zorunda olduğu her şeyi yok etmek istiyordum. "Ağlama sevgilim. Melis'i bulacağız."

"Deniz." dedim yutkunarak. "Melis o caddede koşarken, darp edilirken, zorla arabaya bindirilirken, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde tutulurken biz." dedim ve hıçkırdım. "Biz." Tüm bunlar olurken sen kim bilir kaçıncı kez Deniz'in tenine karışıyordun Ada?

"Tamam. Tamam güzelim." dedi lafımı keserek. Neyden bahsettiğimi anlamıştı ve kendimi suçlu hissetmemem için beni ikna etmeye çalışıyordu. "Bilemezdik."

"Deniz çok üzgünüm. Her şey için çok üzgünüm. Seni böyle dağılmış gördüğüm için çok üzgünüm. Daha önce benim yüzümden de aynı acıları yaşadığın için çok üzgünüm."

Deniz başımı okşadı, sonra iki elini yüzüme koyup gözlerimin içine baktı. Sesi sakindi ama o sakinliğin altında acıya sarılmış bir kararlılık vardı. "Bu gece olan her şey bizim kontrolümüzün dışındaydı Ada. Kendine yüklenme. Sen benim karımsın. Ben sana yaslanıyorum. Sen benim en güvende hissettiğim yerken, kendini suçlaman çok ağır geliyor bana."

Dudaklarımı aralayıp bir şey söylemek istedim ama söyleyemedim. Sadece başımı eğdim ve hafifçe göz kırptım. Sonra havluyu alıp sessizce banyoya geçtim.

Suyun sesi odada yankılanırken üzerimden geçen gecenin izlerini suyla silmeye çalıştım ama bazı lekeler tenin altına işlerdi. Düşüncelerim susmuyordu. Melis'in çırpınışı, Deniz'in yüzündeki çaresizlik, bizim o saatlerde meşgul olduğumuz şeyler... İçim bulanıyordu.

Banyoda fazla durmadım. Birkaç dakikalık sessizlikte bedenimi duruladım ve hızlıca kurulanıp çıktım. "Uyu istersen." dedi Deniz.

Başımı iki yana salladım. Deniz'in yanına yürüdüm, kollarımı beline sarıp yüzüne baktım. Avucunun içini yanağıma yasladı. "Sen ne zaman uyursan ben de o zaman uyuyacağım." dedim.

Deniz uyku eylemini hayatından çıkarmış gibi bir süre gözlerime baktı, yarım bir gülümsemeyle gülümsedi ve alnımı öptü. "Ben de bir duş alayım." dedi sessizce.

"Ben de çocukların yanına gideyim o zaman." dedim. Deniz başını sallayarak banyoya kapısına ilerledi. Havluyu üzerimden atıp hızlıca giyindim ve odadan çıktım.

Sabah olmasına rağmen koridor hala çok sessizdi. Hızlı adımlarla ilerledim, konferans salonuna vardım ve kapıyı açtım. İçerisi bıraktığımdan daha kalabalıktı. Selay, Can, Miray ve Güneş de gelmişti. "Abla." dedi Güneş bana doğru hızlı adımlarla gelirken.

"Kuzum." dedim, kollarımı açtım ve Güneş'e sarıldım. "Korkma bir şey olmayacak. Bulacağız Melis'i."

"Nereye götürdüler ki onu?" dedi çocuk kadar masum bir sesle.

"Bilmiyorum." dedim çaresiz bir sesle. "Ama bulacağız." Kısa bir süre sessiz kaldım, sarılmamızı sonlandırdım ve herkese tek tek baktım. Miray Uygar'ın yanına oturmuş, başını onun omzuna yaslamıştı. Uykulu gözlerle etrafa bakıyordu.

Selay ve Can da yan yana oturmuş, bana bakıyordu. "Siz neden geldiniz?" dedim. Onların şu an balayı süitinde olmaları gerekiyordu. "Selay senin stresten uzak durman gerekiyor."

"Duramadık odada." dedi Selay. "Belki bir işe yararız diye geldik."

Sessizce başımı salladım. Sarp'a döndüm. "Var mı bir gelişme?"

Sarp umutsuzca başını iki yana salladı. "Yok. Diğer dükkânların kamera kayıtlarını istemeleri için adamları gönderdim. Haber bekliyorum. Melis'i götüren aracın plakası net değil. Özellikle çamurla kapatmışlar. Okunsa takip ettireceğim de işte, yok."

"Kapalı mı hala Melis'in telefonu?" dedi Uygar elindeki su şişesini sıkarak.

Sarp başını salladı. "Kapalı. Hiçbir şekilde sinyal alamıyorum."

"Yani Güney'in her şeyi anlatmasını bekleyeceğiz öyle mi?" dedi Savaş.

"Öyle görünüyor." dedi Uygar. "Eser'in telefonu da kapalı hala." Ağzını hafifçe açtı ve esnedi. Melis'in bir an önce bulunmasını ve herkesin derin bir uyku çekmesini diliyordum. Bu halde daha fazla duramazlardı.

"Bu Hande." dedi Sarp Güneş'e bakarken. "Nasıl biriydi Güneş? Melis'le çok da yakın değillermiş Burak'ın demesine göre."

"Melis'in sınıf arkadaşı. Evet çok da yakın değillerdi. Ara sıra bahsediyordu o kadar. Zaten Melis öyle herkesle yakın olacak bir kız değil ki. Sadece benle bu kadar yakın."

"Ne diye bahsediyordu peki Hande'den?" dedi Uygar.

"Yani işte günlük basit şeyler. Sınıfta olan komik şeylerden bahsediyordu. En fazla üç kere geçmiştir Hande'nin adı."

"Hande para için Melis'in arkasından iş çevirebilecek biri olabilir mi?"

"Bilmiyorum." dedi Güneş. "O kadar tanımıyorum. Bence Melis de tanımıyordu."

"Anladım." dedi Sarp. Ekrana döndü ve bir şeyler izlemeye devam etti.

Kapı aralandığında başımı kaldırdım. Deniz gelmişti. Islak saçları alnına yapışmış, yüzündeki çizgiler daha da derinleşmişti.

Bakışları odayı taradı, beni bulduğundaysa içinden geçenleri gözlerinden okumak mümkün değildi. Ama hissetmek mümkündü. O gözlerde birikmiş uykusuz geceler, yenilmiş savaşlar ve boynuna sarılmış bir suçluluk vardı.

Yerimden kalktım, hiçbir şey söylemeden yanına yürüdüm. Yavaşça kollarımı beline sardım. Sırtı hâlâ hafif nemliydi. Başımı göğsüne yasladım. Bedeninin titrediğini fark ettim. Üşüyordu ya da sadece çok yorulmuştu.

"Gel." dedim fısıltıyla. "Oturalım."

Deniz usulca başını salladı, koltuğun kenarına oturdu. Elleriyle yüzünü ovuşturdu. Ardından ellerini dizlerine bıraktı, öylece durdu.

Yanına oturdum. Omzuna başımı koydum. "Yok mu bir haber?" dedi yorgun bir sesle.

Herkes sessiz kalmıştı. Çünkü hiçbir haber yoktu. Deniz telefonu çıkardı ve rehbere girip Evren'i aradı, hoparlöre aldı, telefonu sehpaya bıraktı.

Telefon iki kez çaldı. Sonra karşıdan gelen ses yankılandı. "Deniz." dedi Evren. Sesi beklediğimden daha sakindi. O sakinliğin altında, sinsice büyüyen bir öfke vardı. "Uzun zamandır böyle rezil bir sabaha uyanmamıştım. Umarım senin için de güneş parlak doğmamıştır."

Deniz boğazındaki düğümü çözmeye çalışır gibi birkaç saniye bekledi. "Kardeşim nerede?"

"Kardeş mi?" dedi Evren küçümser bir kahkahayla. "Sen önce kendi sorularına cevap aramayı bırak, benimkine cevap ver. Oğlum nerede? Karım nerede? Onlara ne yaptınız?"

Deniz'in omuzlarını hafifçe kaldırdı. "Oğlun bize kendi ayaklarıyla geldi." dedi sonunda. "Karını da oğlunun yanına getirdik."

Evren'in sesinde ilk kez bir çatlak oluştu ama hemen toparladı. "İkisini birden alıkoymak... Cesur hamle." dedi. "Ama şunu unutma Deniz. Cesaretle aptallık arasında ince bir çizgi vardır. Sen o çizgiyi hızla geçiyorsun."

Deniz kaşlarını çattı. Yüzündeki öfke dışarıya taşmıyordu ama bedeninde birikmeye başlamıştı. Avuç içleri dizlerinin üzerinde açıldı, sonra tekrar kapandı. "Melis nerede?" dedi daha yüksek bir sesle. "Nerede saklıyorsunuz onu? Güney mi kaçırdı? Senin emrinle mi oldu bu?"

Evren'in sesi tekrar hoparlörden yükseldi. Bu kez daha alaycı, daha kontrolcüydü. "Bana böyle emrivaki sorular sorma. Karımı ve oğlumu serbest bırak yoksa Melis'i-"

"SAKIN!" dedi Deniz bağırarak. "Sakın devamını getirme yoksa seni mahvederim. Seni de o yavşak oğlunu da mahvederim. Duydun mu beni?"

Evren bu sefer doğrudan kahkaha attı. Kısa, keskin bir kahkahaydı. "Sen mi mahvedeceksin?" dedi. "Komik olma. Bu oyun senin kurallarınla oynanmıyor. Senin elinde sadece intikam duygusu var, bense seni mahvedecek bilgileri tutuyorum. O yüzden bu savaşta kim daha baskın olacak, biraz düşün."

Deniz'in gözleri sehpaya kilitlenmişti ama göz bebekleri büyümüştü. İçinde fırtına kopuyordu. Nefesini tuttuğunu fark ettim. Yanına biraz daha sokuldum, dizine koyduğu elini tuttum.

"Ben hâlâ oyunun sahibiyim Deniz. Sen sadece benim oynattığım bir piyonsun." diye devam etti Evren.

Deniz hafifçe aralanmış dudakları arasından bir nefes verdi. "O zaman anlaşalım." dedi soğuk bir tonda. "Sen Melis'i bana getireceksin. Karşılığında oğlunu ve karını alacaksın. Ama eğer saçının teline zarar gelmişse."

Evren araya girdi. "Sen bana anlaşma şartları sunacak son kişisin."

"Senin o şerefsiz oğlun karımı ilaçla zehirlemeye kalkmasaydı bütün bunlar olmayacaktı Evren! Siz benim karıma, kardeşime zarar verirken öylece bekleyecek kadar aptal mıyım ben?! Melis'i getir, oğlunu ve karını al. Bu kadar basit."

Evren'in sesi kesildi. Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Ardından konuştu. "Bunlar ağır suçlamalar Deniz."

"Suçlama değil, gerçek!" dedi Deniz ilk kez sesini yükselterek. Yumruğu sehpanın kenarına indi. Telefon hafifçe sallandı. "Eğer hastaneye geç gitseydik Ada'nın karaciğeri birkaç saat içinde iflas edecekti. Ben buna rağmen karını ve oğlunu hayatta tutuyorum. Ada'ya yaptığınız yetmiyormuş gibi bir de kardeşimi kaçırdın! Hesabını sormayacağımı mı zannediyorsun?"

Evren cevap vermeyince Deniz devam retti. "Sana bir şey söyleyeyim mi Evren?" dedi Deniz, dudaklarının kıyısında beliren küçümseyici bir gülümsemeyle. "Sen oyun kurduğunu sanıyorsun, benim piyon olduğumu söylüyorsun ama ben şahını mat edeceğim." Telefonu Evren’in yüzüne kapattı.

"Şimdi Evren az da olsa paniklemiştir. Evren'e ve Evrim'e bir zarar vermememiz için Melis'e dokunmaz." dedi Uygar. "Şimdi tek yapmamız gereken Melis'i gerçekten bulmak."

"Melis ortadan kaybolalı neredeyse dokuz saat oluyor. Dokuz saatte dünyanın bir ucuna bile götürülmüş olabilir. Zaman aleyhimize işliyor." dedi Deniz. "Nerede bu kız? Nereye götürmüş olabilirler?"

Deniz'in cevapsız kalan sorusuyla birlikte kapı çaldı. Önce Burak, sonra Mert içeriye girdi. "Evet?" dedi Deniz. "Nerede o Güney?"

"Kapalı otoparkta Deniz Bey." dedi Burak.

"Güzel." dedi Deniz ve ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Etrafa baktım. Herkes merakla Deniz'i izliyordu. "Sarp, Uygar. Benimle gelin. Diğerleri kalsın." diye devam etti Deniz. Sarp ve Uygar Deniz'in peşinden giderken ismimi söylemediği halde Deniz'in peşinden gittim. Beni elbette ki çağırmazdı. Bunu bilecek kadar onu tanıyordum ama o da benim de peşinden gideceğimi tahmin edecek kadar beni tanıyordu. "Ada sen kalıyorsun." dedi, kapıyı açtı ve salondan çıktı.

Burak ve Mert en önde giderken Deniz, Uygar ve Sarp onların arkasındaydı. Ben de onların peşinde koridorda ilerliyordum. Deniz peşinden gittiğimi hissetmiş olacak ki anlık bir refleksle arkasına döndü, gözleri beni buldu. Hemen ardından bakışlarını Sarp'a ve Uygar'a çevirdi. Gözleriyle bir şeyler anlattı, Sarp ve Uygar asansöre doğru yürürken Deniz bana doğru geldi ve sıkıntılı bir nefes verdi. "Neden söylediklerimin tersini yapmakta ısrar ediyorsun Ada?" dedi. Sesine öfke karışmıştı. "Birazdan Güney denen o herifin ağzıyla burnunu yer değiştireceğim. İnanılmaz bir öfke kontrolsüzlüğü yaşıyorum ve bu halime şahit olman istediğim son şey bile değil. Anlıyor musun? Son şey bile değil."

"Yanında olmak istiyorum Deniz. Kaybettiğin öfke kontrolünü tekrar kazanmana yardımcı olabilmek istiyorum."

"Kontrolümü geri kazanmak istemiyorum Ada. O herif Melis'i götürdü. Sakin kalmak istemiyorum. Belki de tüm kemiklerini kıracağım ve senin tüm bunları görmeni istemiyorum. Benden korkmana sebep olmak istemiyorum."

"Senden korkmam ki ben." dedim masum bir sesle.

Elini yüzüme yasladı ve alnımı öptü. "Sevgilim. Lütfen ama lütfen salona geri dön. Çok geç kalmadan döneceğim." dedi ve ikna etmek istercesine gözlerime baktı.

İnadım kırıldığında ona sıkıca sarıldım. "Seni seviyorum." dedim. "Melis'i bulacağız. Her şey yoluna girene kadar hiç yanından ayrılmayacağım."

"Her şey yoluna girdiğinde yanımdan ayrılacak mısın yani?" dedi gülümseme eklediği sesiyle.

Başımı göğsünden ayırdım. "Her şey yoluna girdiğinde sana daha çok yapışacağım. Böyle koala gibi." dedim.

Deniz güldü. Gerçekten güldü. Bir daha yanağımı sevdi. "Salona dön artık sevgilim." dedi.

Başımı salladım. Uzanıp yanağını öptüm ve ardından Deniz'in asansöre doğru yürüyüşünü izledim, konferans salonuna geri döndüm.

İçeri girdiğimde gözler bir anda bana çevrildi. Savaş pencerenin önünde dikiliyordu, Can ellerini kavuşturmuş bekliyordu, Selay koltukta Güneş'in yanına oturmuştu. Miray ise biraz kenarda durmuş, düşünceli bir ifadeyle olan biteni analiz eder gibi duruyordu. Salondaki hava gergindi.

"Ne oldu?" diye sordu Savaş hemen, sesi sabırsızdı. "Gittiler mi?"

Başımı salladım. "Evet."

"Yer yarıldı içine girdi sanki." dedi Savaş. "Sarp'ın bir şey bulamaması da hiç iyi olmadı. Eser desen hala ortada yok."

"Melis'in üzerinde takip cihazı olmaması hiç iyi olmamış." dedi Selay.

"Deniz'i dinlemeliydi." dedi Savaş. "Hayır yaşadıkları hayat ortada."

"Ne yani Melis'in bunu hak ettiğini mi düşünüyorsun abi?" dedi Güneş.

"Öyle bir şey demiyorum Güneş. Koruma istemiyorum, izlenmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum demek için çok yanlış bir zamanı seçti. Farkında değil misin sürekli Deniz'le ve yakınındakilerle uğraşan düşmanları var. Daha yeni Ada'yı ilaçla zehirlemeye kalktılar. Sonra Melis'i kaçırdılar. Sıradaki hamleyi tahmin edebiliyor musun? Ben edemiyorum."

"Deniz bir şekilde her şeyi halletmenin bir yolunu buluyor." dedi Güneş. "Yine bulur. Yani bulmalı."

"Tamam, biraz sakin olun. Gerilmenin hiçbir anlamı yok." dedi Miray.

Kısa bir sessizlik oldu. Selay, Can ve Miray üzerinde bakışlarımı gezdirdim. "Siz İstanbul'a dönseniz?" Sanki ne söylediğimi tam anlayamamışlar gibi bana baktılar. Gözlerinde hem şaşkınlık hem de Şimdi bunu mu konuşacağız? ifadesi vardı. Ama ben bu cümleyi öylesine söylememiştim. İçimden gelen o garip, keskin endişe artık susmuyordu.

"Sadece düşünün." dedim. "Biliyorum, burada olmak istiyorsunuz. Haklısınız da. Ama ortalık bu kadar karışmışken ve Melis hâlâ bulunamamışken, güvenliğe öncelik vermemiz gerekiyor."

Selay itiraz edecek gibi kıpırdandı ama göz göze geldiğimizde durdu. "Biz birlikteyiz Ada." dedi. "Böyle bir anda ayrılmak."

"Selay, sen hamilesin." dedim, sesimi biraz alçaltarak. "Ve henüz her şey çok yeni. Stresli bir ortamda olmak sana da bebeğe de zarar verebilir. Bunu ikimiz de biliyoruz. Lütfen inat etme."

"Burada yapabileceğimiz bir şeyler illaki vardır." dedi Can.

"Ada haklı. Miray için bir şey diyemem fakat siz gidin çocuklar." dedi Savaş. "Deniz'in tüm adamları ve biz buradayız. Ben kendi adamlarımdan birkaçını sizinle gönderirim."

Selay bana uzun uzun baktı. Gözlerinde kararsızlıkla kabulleniş arasında gidip gelen bir ifade vardı. Başımı hafifçe salladım. Sanırım ikna olmuştu.

"Ben burada kalacağım. Uygar buradayken hiçbir yere gitmek istemiyorum." dedi Miray. Ona bir şey diyemezdim çünkü sevgilisi buradaydı. Ben nasıl Deniz'i yalnız bırakmak istemiyorsam Miray da Uygar'ı bırakmak istemiyordu. "Selay, ablacım hadi siz hazırlanın."

Selay ve Can istemeyerek de olsa yerlerinden kalktılar. İkisine de sıkıca sarıldım. Benden sonra Miray ve Savaş'la vedalaşmışlar, kararsız adımlarla salondan ayrılmışlardı.

"Savaş." dedi Miray. "Selay ve Can'ın başına bir şey gelirse."

"Öyle bir ihtimal yok Miray. Sağ salim gidecekler evlerine. Üç kişi göndereceğim onlarla."

Miray parmaklarını saçlarından geçirdi. "Evren denen adama güvenmiyorum. Herkese bir şey yapabilirmiş gibi geliyor. Korkuyorum."

Miray'ın yanına ilerledim, elimi omzuna koydum. "Korkma Miray. Kimseye bir şey olmayacak." dedim. Miray hafifçe başını salladı.

Güneş'e döndüm. "Güneş sen de eve git artık ne olur. Burada harap oluyorsun."

"Gitmek istemiyorum abla." dedi Güneş itiraz ederek. "Melis benim en yakın arkadaşım oldu. O kadar endişe ediyorum ki. Ya bir şey geldiyse başına."

"Güney Melis'e zarar vermek gibi bir risk almaz Güneş." dedim. "Gözdağı vermeye çalışıyor. Korkutmaya çalışıyor. Çok az kaldı bulacağız onu." dedim.

Kapı açıldı, Sarp hızlı adımlarla içeriye girdi ve soru sormamıza fırsat vermeden bilgisayar ekranına koştu. "Ne oldu? Sarp bir şey mi oldu?" dedim merakla.

"Çok tuhaf." dedi ekrana kilitlenmiş gözleriyle. "Çok tuhaf Ada. Az önce Melis'in kullandığı takip cihazından sinyal geldi."

"Ne dedin?" dedim şaşkın bir sesle. Koşar adımlarla Sarp'ın yanına ilerledim ve ekrana baktım. "Sarp, Melis'in üzerinde takip cihazı yoktu ki. İstemiyorum diyerek taşımayı reddetmişti."

"Ben de öyle biliyordum." dedi Sarp gözlerini ekrandan ayırmadan. "Yeni aktif oldu. Az önceye kadar hiçbir şey yoktu ama şimdi, bak burası." Parmağıyla ekranın bir noktasını işaret etti. "Aydın şehir merkezine iki buçuk saat uzaklıkta, dağlık bir bölgeden sinyal geliyor."

"Ya tuzaksa. Ya biri bizi oraya çekmeye çalışıyorsa?" dedi Savaş.

"O da olabilir. Ama kontrol etmekte fayda var." dedi Sarp.

"İki buçuk saatlik mesafe çok uzak." dedim. "Oraya gidene kadar çoktan yer değiştirirler."

"Offf." dedi Savaş. "Güney'den bir şey çıkmadı mı? Konuşmadı mı yani?"

"Deniz uğraşıyor. Ben sinyal alınca direkt buraya geldim." dedi Sarp.

"Sizce söyler mi?" dedi Miray.

"O kadar uzun süre direnç gösterebileceğini düşünmüyorum. Eninde sonunda söyler Melis'in nerede olduğunu."

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun Sarp?" dedim.

"Siz bu sorularla aklınızı doldurmayın." dedi, derin bir nefes aldı.

"Melis mi aktifleştirdi acaba sinyali? Bu bir yardım çağrısı mı?" diye sordu Güneş.

"Hiç bilmiyorum. Yani keşke bir fikrim olsa ama işte."

Ortam kısa süreli bir sessizliğe büründüğünde kapı açıldı, önce Deniz sonra da Uygar içeriye girdi.

Deniz'in elmacık kemiğinin kenarında bir kan izi vardı. Dudak kenarındaki çizgi gergindi, çenesine kadar inen bir öfkeyle keskinleşmişti yüzü. Ama gözüm asıl ellerine takıldı. Yumruk haline getirilmiş parmaklarının boğumlarında kan vardı. Derisi soyulmuştu. Tırnak dipleri kızarmıştı. Güney'i dövdüğü çok belliydi.

Bana bakmamasına şaşırmamıştım. Gözlerindeki öfkeyi benden saklıyordu. Kontrol edemediği her şeye kızgındı. Melis'i bulamadıkça bu kızgınlığı artıyordu.

"Hala sinyal alıyor musun?" dedi Sarp'a doğru yürürken.

"Evet. Hala aynı yerde. Güney söyledi mi Melis'in yerini?"

"Söylemedi ama bizi oraya götüreceğini söyledi." dedi Uygar.

"Ne duruyoruz o zaman, hadi gidelim." dedi Sarp. Ayağa kalktı. Bilgisayarını kolunun altına aldı.

Deniz, Sarp ve Uygar arasında bakışlarını gezdirdi. "On dakika sonra otelin önünde buluşalım." dedi. Sonra Savaş'a döndü. "Savaş sen burada kal. Burada bir aksiyon olursa senin kontrol etmeni istiyorum. Miray'ı ve Güneş'i de eve gönder."

"Ada?" dedi Savaş. "Ada'yı da mı götüreceksin?"

Deniz çekingen gözlerle Savaş'a baktı. Bana hala özellikle bakmıyordu. "Güney bu şartla kabul etti Melis'e götürmeyi." dedi söylediği şeyden utanır gibi.

"Orada neyle karşılaşacağınızı bile bilmiyorsun Deniz." dedi Savaş. "Kardeşimi seninle göndermeyeceğim."

"Savaş." diye araya girdim.

"Ne Savaş? Ne?" dedi Savaş. "Deniz kendi kardeşini düşünüyor değil mi? O yüzden senin gelmeni istiyor. O kendi kardeşini düşünüyorsa ben de kendi kardeşimi düşünüyorum Ada. Gidemezsin hiçbir yere."

"Savaş." dedim bir adım öne çıkarak. "Beni dinlemelisin."

"Hayır Ada. Bu konuda seni dinlemeyeceğim. Ne kadar kararlı olursan ol, bu sefer olmaz." İçinde bastırmaya çalıştığı bir korku vardı. Onu duyabiliyordum. "Sen oraya gidemezsin."

"Gideceğim." dedim.

Deniz bir şey söylemeye yeltendi ama sustu. Gözlerini kaçırıyordu. İçindeki savaşı okuyabiliyordum. Bana bakmaması suçluluğundandı. Güney'in o şartı koyduğunu söylerken utanç duyması boşuna değildi.

"Harekete geçmediğimiz her saniye bizim zararımıza işliyor. Tek şansımız buysa o şansı kullanacağız." dedim. "Ben senin kardeşinim evet ama Melis de beni ablası olarak görüyor. Melis'in yerinde sen de olabilirdin, Güneş de olabilirdi. O zaman ne yapacaksam şimdi de aynısını yapacağım."

"Ya!" dedi Savaş sinirle parmaklarını saçlarından geçirirken. "Ya Güney'in Ada'nın da gelmesini istemesinin mantıklı tek bir açıklaması var mı? Aklınızı mı kullanamıyorsunuz siz? Ada ne alaka ya? Ne alaka Deniz? Niye istiyor Güney Ada'nın gelmesini? Sen niye kabul ediyorsun böyle bir şeyi?"

"Çünkü elinde bir koz kalmadı." dedim. "Yani bir şekilde hayatta kalmak için beni kullanmak istiyor Savaş anlamıyor musun? Deniz benim gözlerimin önünde Güney'i öldürmez, öldüremez. Güney de bunu biliyor. Kendi hayatını garantiye almak için beni kullanıyor."

"Bu benim için hala geçerli bir sebep değil." dedi Savaş.

"Savaş haklısın." dedi Deniz sonunda, sesi kısık ama keskindi. "Ben de istemiyorum Ada'nın bizimle gelmesini. Ama buna artık mecburum görmüyor musun? Çaresiz kalmasam kabul eder miydim sence?"

"Ya Ada daha toparlanamadı bile. İki buçuk saatlik yolculuğa mı çıkarmak istiyorsun onu?"

"Ben iyiyim." dedim. "Savaş bana bir şey olmayacak. Deniz'den önce ben sana veriyorum bunun sözünü."

Savaş sesli ve huzursuz bir nefes verdi. "Bilmiyorum Ada."

Savaş'ın yanına ilerledim ve ona sıkıca sarıldım. "Nasıl gittiysem öyle geleceğim. Söz veriyorum." Savaş'ın kolları beni sardığında belli belirsiz gülümsedim. "Sence seni benimle uğraşmaktan eksik bırakır mıyım?"

"Bırakmazsın." dedi, sarılmamızı sonlandırdım.

"O zaman biz inelim." dedi Sarp, kapıya doğru yürüdü. Miray Uygar'a sarıldı, yanaklarını doya doya öptü. Güneş de bana sarılmıştı.

"Dikkat edin." dedi Miray Uygar'ın gözlerinin içine bakarak.

"Siz de dikkat edin." dedi Uygar. Savaş'a döndü. "Sana emanetler Savaş."

Savaş başını salladı. Sarp'tan sonra Uygar da salondan ayrıldı. Deniz elimi tuttu ve beni kapıya doğru yürüttü.

***

Güney bizi Melis'in takip cihazından gelen sinyalin olduğu yere getirdiğinde Burak yavaşça sağa çekti ve motoru susturdu. Onun ardından Mert de yavaşlayarak arabayı durdurdu. Deniz bir saniye bile beklemeden kapısını açtı ve dışarıya bir adım attı. Onun arkasından ben de indim ve hızlı adımlarla yanına gidip koluna girdim. Ormanlık bir alandaydık. Hemen ileride ahşaptan yapılmış ama çürümeye yüz tutmuş bir kulübe vardı. Etrafı çitlerle çevriliydi ama çitlerin yarısı zaten kırıktı. Kulübenin önünde Güney'in iki tane adamı duruyordu. Bizi görür görmez silahlarına sarıldılar fakat Deniz o kadar soğukkanlıydı ki başka bir hamleleri olmamıştı. "Siz kimsiniz?" dedi bir tanesi.

"Öğrenirsin birazdan." dedi Deniz.

Neden hala beklediklerini bilmediğim Sarp ve Uygar nihayet arabadan inmişti. "İn lan aşağı." dedi Uygar Güney'i yaka paça arabadan indirirken. "Kansız it."

Güney homurdanarak zorla arabadan indirildiğinde adamları olan biteni henüz yeni fark ediyordu. Bize doğru birkaç adım gelmişlerdi fakat Güney onları durdurdu. "Durun." dedi. "Durun bir şey yapmayın."

"Adamlarına söyle silahlarını indirsinler. İçeri gireceğim." dedi Deniz. Güney hiçbir şey söylemediğinde Deniz bu sefer yüksek sesle tekrar etti. "Sana adamlarına silahlarını indirmelerini söylemeni söyledim!"

Güney'i inceledim. Yüzü hala kan içindeydi, ayakta kolay duramayışından Deniz'in sadece onun yüzüne değil bacaklarına ve özellikle kemiklerine de vurduğunu anlamak mümkündü. "İndirin." dedi. "Silahları. Dediğini yapın."

Güney'in adamları silahlarını indirdiğinde Deniz koşar adımlarla kulübeye doğru yürüdü. Ben ve Uygar da durmamıştık. Deniz'in peşinden kulübeye ilerledik.

Kapı aralanmıştı. Deniz bizden birkaç saniye önce içeri girmişti. Onun ardından Uygar'la neredeyse aynı anda içeriye adım attım. Hava ağırdı. Küf, nem ve kan kokusu birbirine karışmıştı. Kulübenin loş ışığında ilk gördüğüm şey, sol köşedeki duvarın dibinde duran Melis oldu.

Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı.

Melis'in elleri ve ayakları kalın bir ip ile bağlanmıştı. Ağzına kirli bir bez tıkıştırılmıştı. Saçları darmadağındı, yüzü mosmordu. Bir kaşı yarılmıştı, dudağı patlamıştı. Bacağında büyükçe bir morluk vardı. Başını yana düşürmüş, gözlerini kapatmıştı. Uyuyor muydu, baygın mıydı, bilmiyordum. Ama yaşıyordu. Göğsü hafifçe inip kalkıyordu.

Nefesim boğazıma düğümlendi. Bir adım ileri attım ama o anda gözüm odanın diğer köşesindeki hareketi fark etti. Orada biri daha vardı. Koltukta oturuyordu. Ayaklarını yere basmıştı. Dizlerinin üstünde tuttuğu silahı kavramıştı. Yüzü bize dönüktü. Gözleri tam olarak Deniz'e kilitlenmişti.

Olduğumuz yerde donup kalmıştık. Çünkü Melis'le aynı odayı paylaşan kişi saatlerdir ulaşamadığımız Eser'di.

Yüzü solgundu ama gözlerinde korkudan çok donakalmış bir şaşkınlık vardı. Bizi görünce yerinden bile kıpırdayamadı.

Hepimiz Eser'i izliyorduk ama Eser sadece Deniz'e bakıyordu. O an Eser'in bizden korktuğunu değil, kendinden utandığını anladım.

"Eser." dedi Deniz belli belirsiz bir sesle.

Biz daha ne olduğunu anlayamadan Sarp Güney'i içeriye soktu. "Sonunda kavuştun kardeşine." dedi Güney.

Deniz Eser'in varlığını sorgulamayı bırakarak koşa koşa Melis'in yanına gitti ve yere çöküp tek eliyle Melis'in yüzünü kaldırdı. "Melis. Melis aç güzelim gözlerini. Melis buradayım abicim. Hadi uyan." Melis'in göğsü hafifçe titredi ve dudaklarından minik bir mırıldanma döküldü, yerinde hafifçe kımıldadı. Acı çekiyordu. "Hadi benim güzelim, aç gözünü bak geldim ben. Yanındayım." dedi Deniz. Melis'in ağzına sıkıştırılmış bez parçasını çıkarttı.

Melis zar zor gözlerini açtığında Deniz'in varlığını bir süre idrak edemedi. Deniz sabırla Melis'in kendine gelmesini bekledi ve elini yüzüne koydu. Melis dudaklarını hafifçe araladı. "Abi." dedi kendini ikna etmeye çalışırken. Sesi o kadar kuru ve çatallıydı ki onu zor duyuyorduk. "Abi sen misin?" dedi, iki gözünden de aynı anda gözyaşları süzülmüştü.

"Benim. Benim kardeşim. Geldim, geçti her şey. Yanındayım." dedi Deniz.

"Canım çok yanıyor." dedi Melis, diliyle dudaklarını ıslattı. Deniz Melis'i kendisine doğru nazik bir hareketle çekti, arkadan bağlanmış ellerini çözdü ve Melis'in canını yakmamak için büyük bir çaba harcayarak ona sarıldı. Melis'in gözyaşlarına hıçkırık sesleri de karışmıştı. "Abi korktum. Çok korktum. Hala korkuyorum."

"Tamam, tamam bak buradayım güzelim benim. Bir şey olmadı bak yanındayım. Yanındayız. Bulduk seni. Gideceğiz buradan hemen." dedi Deniz Melis'in dağılmış saçlarını okşarken.

"Ne dramatik bir sahne ama." dedi Güney.

"Kes sesini." dedi Sarp. Güney'i kolundan tutmuştu. Onu dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Herkes Melis'le meşguldü. Uygar ise Eser'i gözlüyordu. Ben de Deniz'in birkaç adım gerisindeydim. İçimdeki gerginlik henüz dağılmamıştı.

Güney başını hafifçe bana doğru çevirdi. Göz göze geldik. Gözlerinde bir şey parladı. O an bir terslik olacağını hissettim. Ama hissettiğim şeyin saniyeler içinde gerçekle bu kadar çarpıcı bir şekilde kesişeceğini tahmin edemedim.

Bir anda olmuştu.

Güney omzunu Sarp'ın göğsüne doğru savurdu. Sarp dengesini kaybetti. Tam o sırada Güney, Sarp'ın silahını çekip aldı. Sarp'ın "Sakın!" diye bağırmasıyla birlikte olan olmuştu.

Güney silahı eline aldığı gibi bana yöneldi. Ben Deniz'e doğru gitmeye çalışırken Güney bana engel oldu. Silah çoktan alnıma dayanmıştı.

Deniz Melis'i bırakıp ayağa fırladı. "Ada!" Uygar ve Sarp bize doğru hamle yaptı ama Güney beni kendine doğru çekti. Bedenimi gövdesine yaslamıştı. Bir eliyle silahı alnıma bastırıyor, diğer eliyle beni sımsıkı tutuyordu.

"Kimse kımıldamasın." dedi Güney. Sesi tehditkâr değildi ama tehlikeliydi. "Yoksa bu güzel kafanın tam ortasına sıkarım."

Gözlerimi kapattım. Birkaç saniyeliğine nefes bile almadım. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.

"Çek o silahı karımın alnından." dedi Deniz. "Bu işin sonu yok. Ada'yı bırak, ne diyorsan onu konuşalım."

"Konuşacak bir şey yok." dedi Güney. Silahın namlusunu alnıma daha da bastırdı.

Deniz birkaç adım daha attı ama Güney daha fazla yaklaşmasına engel oldu. "Bir adım daha atarsan, tetiği çekerim." dedi.

"Eğer o tetiği çekersen yaşayacağını mı zannediyorsun sen?" dedi Sarp.

"Tek başıma ölmek istemiyorum. Biri daha bana eşlik etsin. Ve bunu seçecek olan kişi Deniz olsun." dedi Güney. Beni sürükleye sürükleye Melis'e doğru ilerledi.

"Ne saçmalıyorsun sen?" dedi Deniz.

Güney beni Melis'in yanına doğru ittirdiğinde yere kapaklandım ve acı dolu bir inleme sesi çıkardım.

"ULAN SENİ GEBERTİRİM!" dedi Deniz. Başımı kaldırdım. Deniz bize doğru gelmek üzereyken Güney kulübenin tavanına bir kurşun sıktı ve silah sesi kulaklarımı çınlattı. "Yemin ederim seni öldüreceğim."

Güney güldü. "Ne garip değil mi Deniz?" dedi. Adamları anında kapıya dikilmişti. Güney'den emir bekliyorlardı. Ama onların hemen ardında da Burak ve Mert vardı. "Güçlü olan sizdiniz ama zirveye bir anda ben geçtim. En değer verdiğin iki kadın gözlerinin önünde bu halde, yazık." Kolumdan tuttu, beni duvara doğru çekiştirdi.

"Dokunma ulan ona." dedi Deniz. "Çek ellerini karımın üzerinden." Silahını belinden çıkardı ve Güney'e doğrulttu.

"Hayır hayır böyle anlaşamayız." dedi. Eser'e döndü. "Eser." Bakışlarımı Eser'e çevirdim. Ne yapacağını bilemez bir halde Güney'e bakıyordu. "Gel şuraya." Sesi buyurgandı. "Gel ve şu ikisinin başında dur."

Eser'in yüzü bembeyazdı. Dudaklarının kenarı seğiriyordu. Deniz sabit bir şekilde ona bakıyordu. Tek kaşını neredeyse belli belirsiz kaldırdı. Dudakları arasında hiçbir kelime yoktu ama bakışları tek bir şey söylüyordu. Yap.

Eser başını hafifçe eğdi. Sanki bu Anladım. diyen bir askerin boyun eğişiydi. Sonra yavaşça yürüdü. Silahını kaldırdı ve Melis'le benim yanıma gelip ayakta durdu. Silahı elimizdeki hayatı söküp alacak şekilde değil, sanki bizi koruyacak bir şekilde tuttuğunu fark ettim. Bu bir rolse bile, Eser rolüne zorlanarak giriyordu.

Yutkundum. İçimdeki öfke, korku ve acı birbirine karıştı. Melis baygınlıkla uyanıklık arasında gözlerini aralık tutuyor, zaman zaman kısık seslerle inliyordu. Eser ise hâlâ sanki Deniz'den bir emir bekliyormuş gibi ona bakıyordu.

"Melis mi Ada mı?" dedi Güney. Deniz sinirli bir kahkaha attı. Melis'e yaklaşıp aşağı düşen başını omzuma koydum. Kolumu ona sardım ve saçlarını öptüm.

"Sen beni aptal mı sandın Güney?" dedi Deniz. "Bu abuk sabuk oyunun bir parçası olmayacağım. Kardeşim ve karım arasında bir seçim yapacağımı düşünecek kadar hasta mısın sen? Sana asla bir isim vermeyeceğim, bu hastalıklı oyununun bir parçası olmayacağım."

Güney omuz silkti. "Ben de tekerleme söyleyerek karar veririm." dedi, yüzünde acınası bir gülümseme vardı. "Bildiğiniz güzel bir tekerleme var mı?"

"Sikeceğim şimdi tekerlemeni." dedi Sarp.

"Hop hop, ağır ol bakalım." dedi Güney. "Sana ne oluyor?"

Sarp dikkat dağıtmak için ortaya bir şey söylemişti. Birinin bir hamle yapmasını bekliyordu ama kimse bir şey yapmıyordu. Deniz'in Eser'i neden hala devreye sokmadığını anlayabiliyordum. Çünkü Güney Eser'in bizim için çalıştığını bilmiyordu ve kimliğini açığa çıkarmak istemiyordu. Son ana kadar açığa çıkarmayacaktı. Ama o son anın ne olduğunu kestirmek çok zordu.

"Benim aklıma daha eğlenceli bir şey geldi ya." dedi Güney. Beni hırpalayarak ayağa kaldırıp ilerideki koltuğa fırlattı. Deniz'in, Uygar'ın ve Sarp'ın telaşlı adımlarla bana doğru bir adım attığını görebiliyordum. "At silahını." dedi Güney Deniz'e bakarak. Yanıma oturdu ve silahını alnıma dayadı. "At yoksa karının bu zeki beyni birazdan koltuğa dağılır." Deniz gözlerini kapatıp yutkundu. "Sana at silahını dedim, duymuyor musun beni?" Deniz sağlam bir küfür ederek silahını indirdi ve ayaklarının ucuna bıraktı. "Ha şöyle yola gel."

"Yolunu yordamını sikeceğim az kaldı." dedi Deniz.

Güney aldırmadı ve silahı boynumda gezdirmeye başladı. "Ne diyordum? Hah, eğlenceli şeyler. Güzelliği dillere destan olmuş, gözü senden de kara karını benimle paylaşır mısın?" dedi çok normal bir şey söylüyormuş gibi. Sanki benden değil de bir bardak sudan bahsediyormuş gibi rahattı. Sanırım yediği dayak az gelmişti. Deniz o kadar sinir dolu bir kahkaha attı ki buradan kurtulduğumuzda Güney'e neler yaptıracağını tahmin bile edemiyordum. "Eğer paylaşırsan kardeşin de karın da yaşar. Ne dersin?"

"Evveliyatını sikerim derim." dedi Deniz.

Güney silahı boynumda gezdirirken yüzünü bana çevirdi. Gözlerindeki ifade artık sadece delilikten oluşuyordu. Dudaklarını hafifçe aralamıştı. Bakışları yüzümde geziniyor, tenimde iz bırakmaya hazırlanıyordu. Midem bulandı. Nefesimi tuttum. Kıpırdamadım. Çünkü şu an yapacağım en ufak bir hareket Deniz'in kâbusu olabilirdi.

Güney başını yana eğdi. Saçlarımı geriye itip yüzünü boynuma yaklaştırdı. Dudaklarının tenime değmesine milimetreler kalmıştı. Burnunun ucunu derimde hissedebiliyordum. Bir yay gibi gerildiğim sırada Deniz'in sesi kulübeden yankılandı.

"ESER!" Sesi öyle gür, öyle buyurgan, öyle tarifsiz bir öfke taşıyordu ki herkes dondu. Zaman bir anlığına durdu. Eser'in gözleri Deniz'le buluştu. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu.

Eser saniyeler içinde silahını kaldırdı. Tereddüt etmeden tetiğe bastığında silahtan çıkan kurşun sesi kulaklarımızı delmişti. Kurşun sesinden saliseler sonra Güney'in gövdesi geriye savruldu. Neresinden vurulduğunu bilmiyordum. Silahı elinden kaydı, kucağına düştü.

Tüm gücümle ayağa fırladım ve doğruca Deniz'e koştum. Kalbim neredeyse göğsümden fırlayacak gibiydi. Beni karşısında görünce Deniz de iki adım attı ve bedenimi kollarına çekti.

Kollarımı boynuna sardım. Tüm ağırlığımı ona bıraktım. "Sevgilim." dedim korkuyla.

Deniz yüzümü ellerinin arasına aldı, alnını alnıma yasladı. "İyisin misin?" dedi. "Sevgilim iyi misin?"

"İyiyim." dedim, Deniz bana tekrardan sarıldı. Uygar Güney'in yanına gidip kucağına düşen silahı aldı.

Hemen arkamızda Sarp Melis'in yanına diz çökmüştü. "Melis?" dedi, sesi kısık ama telaşlıydı. "Melis hadi uyan." Elini Melis'in yanaklarına götürdü, yüzünü usulca çevirdi. "Bak herkes burada. Güvendesin."

Melis hafifçe inledi. Göz kapakları titredi. Sonra kısık bir "Abi." sesi duyuldu. Sarp başını kaldırıp Deniz'e baktı ve gülümsedi.

"Ne oluyor amına koyayım?" dedi Güney şaşkın ve acı dolu bir sesle. Deniz'in kollarından ayrılıp Güney'e baktım. Eser onu karnından vurmuştu.

Gövdesini koltuğa yaslamıştı. Bir eliyle karnını tutuyordu. Yüzündeki ifade ne sadece acıydı ne de sadece öfke. Şaşkındı. Gözleri kocaman açılmış, dudakları aralanmıştı. Eser'e bakıyordu. Onu gerçekten vurduğuna inanamıyor gibiydi. Gözlerinde cevap arayan bir karmaşa vardı.

"Sen." dedi, sesi boğuktu. "Sen bana mı sıktın?"

Eser kıpırdamadı. Gözlerini Güney'den kaçırmıyor, cevap vermek yerine susuyordu.

Güney başını hafifçe sağa çevirdi, bir şeyler anlamaya çalışıyor gibiydi. Bakışları yer değiştiriyor, durmadan Eser'e dönüyordu. "Niye?" dedi. "Niye sen?" Cümlesi tamamlanamayan bir fısıltıya dönüştü. Ne olduğunu gerçekten hâlâ çözememişti. "Eser." dedi bu sefer daha kısık bir sesle. "Sen bizim adamımızdın. Sen bizim taraftaydın. Neden?"

Eser'in çenesi kasıldı. "Değildim." dedi sonunda. Sesinde pişmanlık değil, netlik vardı. "Hiçbir zaman olmadım."

Deniz gülümsedi. "Eser'in bana ihanet edebileceğini nasıl düşündünüz? Siz aptal mısınız Güney?"

Arkadaki kıpırtılara kulak verdim. Ardından bakışlarımı çevirdim. Sarp Melis'i kucaklamış, kapıya doğru yürüyordu.

"Bunu ödeteceğim." dedi Güney. "Yanına bırakmayacağım."

"Eğer tek bir kişiye bile zarar verecek olursan Eser'in yarım bıraktığı işi ben tamamlarım Güney. Yemin ederim öldürürüm seni."

"Yapamazsın." dedi Güney.

Deniz başını iki yana salladı. "Richard'ı bulduğumda Romanya'daki silah sevkiyatını baltaladığını söyleyeceğim. Ben tamamlayamasam bile o benim yerime tamamlar Eser'in yarım bıraktığı işi."

Güney sanki imkânsız bir şey söylenmiş gibi güldü. Deniz elimi tutarak beni kulübeden çıkardı, Uygar da peşimizden geldi. Eser ise içeride kalmıştı. Burak ve Mert dövmekte oldukları Güney'in adamlarını yaka paça kulübeye attılar. Sarp o sırada Melis'i dikkatlice arabaya bindirmeye çalışıyordu. Deniz elimi bıraktı, Uygar'ın omzuna dokundu. Uygar Deniz'in elini omzunda hissedince durdu, başını çevirdi. Göz göze geldiler.

"Sen haklıydın." Uygar'ın kaşları hafifçe çatıldı. Bir şey dememişti. "Melis'in korunmaya ihtiyacı vardı. Ben korumayı bıraktığım anda olanları gördük." dedi Deniz. Sesinde bir kırıklık vardı. "Özgür olsun istedim. Sınırlarını kendisi çizsin. Ama sınırlar yokken onu kimseye karşı savunamadık."

Uygar başını yana çevirdi, gözlerini yere indirdi. "Ben bunu sana söylemiştim." dedi ama sesi suçlayıcı değildi. Sadece gerçekle doluydu. "Melis hem senin kardeşin hem de hedefte olan biriydi. Ona göre davranmak zorundaydık."

Deniz başını salladı. "Biliyorum. Ama o zaman bunu kabul edememiştim. Sadece kardeşim gibi değil, kendi kararlarını verebilen bir birey olarak görmek istedim. Bunu hak ettiğini düşündüm."

"Hak ediyor." dedi Uygar. "Ama biz ona o alanı yaratamıyoruz. Çünkü bu savaş kimseye gerçek bir özgürlük tanımıyor."

Deniz bir an sustu. Sonra bakışlarını Uygar'a çevirdi. "Benim hatam. Koruyamadım."

Uygar onun omzuna hafifçe dokundu. "Ama sonunda buldun."

"Bulduk." dedi Deniz. Sonra gözlerini kaçırmadan ekledi. "Sen olmasan bu kadar güçlü kalamazdım."

Uygar başını eğdi. "Biz aynı taraftayız. Bunu asla unutma Deniz."

"Hala dört kardeş miyiz?" dedi Deniz. "Deniz, Uygar, Melis, Eren."

Uygar gülümsedi. "Aslında benim bir kardeşim daha var." dedi, bana baktı, gülümsedi, saçlarımı karıştırdı.

Deniz Uygar'a doğru bir adım attı ve ona o kadar güçlü bir şekilde sarıldı ki o an o gücün aslında çaresizlikten geldiğini anlamıştım. "İyi ki varsın kardeşim." dedi Deniz.

"Sen de iyi ki varsın kardeşim." diye yanıtladı Uygar. Ardından kollarını çekti. "Tamam bu kadar duygusallık yeter. Yürü git Melis'in yanına hadi. Kızın sana ihtiyacı var."

Deniz başını salladı. Sarp'ın Melis'i bindirdiği arabaya doğru ilerledik. Adımlarında bir yavaşlık vardı. Güçlü görünüyordu ama içten içe tükenmişti. Bedeni dik durmaya çalışıyor ama omuzları kendiliğinden düşüyordu. Onu bu hâlde görmek içimi sızlattı. Peşinden yürüdüm. Arabanın yanına vardığında Sarp'a başıyla teşekkür etti.

Melis koltuğa kıvrılmıştı. Gözleri hâlâ kapalıydı ama yüzündeki acı biraz hafiflemiş gibiydi. Onu izleyen Deniz'in bakışlarında sadece sevgi yoktu. Suçluluk da vardı. Derin, kemiren, affedilmeyi beklemeyen bir suçluluk.

Deniz Melis'in yanına, arka koltuğa geçti. Melis'in başını dizlerine koydu. Elini Melis'in yanağına götürdü. Başparmağıyla kaşının kenarındaki yaraya dokunduğunda nefesini tuttuğunu fark ettim. O anda yüzüne öyle bir ifade yerleşti ki tarif etmek mümkün değildi. Bir ağabeyin içten içe kendini suçladığı andı bu.

"Ben seni koruyamadım." dedi fısıltıyla. Kimseye değil, sadece kendine söylüyordu. "Affet beni Melis. Bu kadar zayıf olmamalıydım."

Onu bu hâlde izlerken gözlerim doluyordu. Deniz'in güçlü durmaya çalışan ruhunda çatlaklar açılmıştı. Sesinde öfke kalmamıştı. Sadece kırılmış bir pişmanlık vardı.

Elimi sırtına koydum. Sessizce bana döndü. "Bunu birlikte atlatacağız." dedim fısıltıyla. "Melis iyi olacak. Biz de olacağız."

Deniz başını Melis'e doğru eğdi. "Ama bir daha olmasın Ada." dedi titreyen bir sesle. "Bir daha kimseyi böyle kaybetmeyeyim. Dayanamam."

"Kaybetmeyeceğiz." dedim. "Söz veriyorum."

Melis kısık sesli bir inlemeyle konuşmamızı böldüğünde ön koltuğa geçtim. Uygar da bizim olduğumuz arabaya geldi ve şoför koltuğuna geçip motoru çalıştırdı. Dikiz aynasından baktım. Sarp, Eser, Burak ve Mert aynı arabaya biniyordu. Diğer üç adam ise diğer arabaya binmişti.

Uygar ayağını frenden çektiğinde başımı arkaya çevirip Deniz'e baktım. Başını arkaya yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Melis'i bulduğunda uyuyabileceğini biliyordum. Ve şimdi uyumalıydı.

***

Melis'i hastaneye getireli beş saat olmuştu. Ben yatağın yanındaki sandalyede otururken ve Melis'in tamamen kendine gelmesini beklerken, Deniz pencere kenarındaki koltukta aralıksız dört buçuk saattir uyuyordu.

Kapı usulca aralandı. İlk giren Uygar'dı. Ardından Sarp ve Eser göründü. Üçü de sessizdi. Uygar'ın elinde karton kahveler vardı. Sarp gözlerini doğrudan Melis'e dikti. Eser ise durduğu yerde donakalmış gibiydi. Gözleri yerdeydi.

Uygar bana yaklaşarak bir kahveyi uzattı. "İster misin?" dedi.

"Sağ ol." dedim fısıltıyla. Bardağı aldım ama elimde tuttuğum halde içimden içmek gelmemişti.

Sarp Melis'in yanına ilerledi. Yatak kenarındaki monitöre bir göz attıktan sonra yavaşça konuştu. "Nasıl?"

"Daha iyi." dedim. "Serumdan başka bir şey verilmedi henüz. Doktor biraz daha dinlenmesini istedi."

"Başka bir ilaç verdiler mi?" dedi Uygar.

"Hayır." dedim ona doğru dönerek. "Sadece ağrı kesici ve sakinleştirici."

Deniz olduğu yerde kıpırdadı. "Melis." dedi, rüya görüyordu.

Sanki sesi duymuş gibi Melis de olduğu yerde kıpırdandı. Göz kapakları titredi. Başını hafifçe yastıktan kaldırdı ama hemen ardından tekrar bıraktı. Gözleri yavaşça aralandı. Odaya baktı, sonra gözleri tek tek hepimizi buldu.

"Melis." dedim, elimi usulca onun elinin üstüne koyarak. "Canım, uyanmak zorunda değilsin. Ama biz buradayız."

Gözleri doluydu. "Burada mısınız hepiniz?"

"Evet." dedi Uygar, yanına yaklaşarak. Yatağın başucuna oturdu. "Buradayız. Hepimiz."

"Abim?" dedi merakla. "Abim burada mı?"

"Abin de burada, bak uyuyor." dedi Uygar çenesinin ucuyla pencere kenarındaki koltuğu göstererek.

Melis gözyaşlarını silmekle meşgulken Uygar'a ve Sarp'a baktım. "Siz uyudunuz mu birkaç saat bile olsa?"

"Ne mümkün?" dedi Uygar. "Onca bela varken."

"Ben hastaneye yatırıldığımdan beri ayaktasınız. Uyuyun artık Allah aşkına." dedim her ikisi arasında da bakışlarımı gezdirerek. "Sarp, kime diyorum."

"Uyuruz ya, acelesi yok." dedi Sarp.

Eser yatağın diğer tarafındaki sandalyeye oturdu. Onun da Sarp'tan ve Uygar'dan bir farkı yoktu. Gözleri kan çanağı gibiydi.

Melis'in gözleri önce camdan dışarıya daldı. Birkaç saniye boyunca hiçbirimiz konuşmadık. O sessizlikte yalnızca monitörün düzenli bip sesi duyuluyordu. Melis'in alt dudağı titremeye başlamıştı. Nefes alışları düzensizleşti. Sonra başını eğdi. Saçları yüzünün önüne düştü. "Elimde değildi." dedi fısıltıyla. "Ben sadece nefes almak istedim."

Sesi o kadar kısıktı ki ilk anda duyduğumdan emin olamadım. Yüzünü yavaşça iki avcunun arasına aldı. Omuzları titriyordu. Sonra birden içini çeke çeke ağlamaya başladı.

"Melis, canım." dedim. "Yapma böyle. Sakin ol, bak hepimiz iyiyiz."

"Abim haklıydı." dedi. "Ben hiçbir şey bilmiyormuşum. Herkesi çok zor durumda bıraktım." Hıçkırarak ağlıyordu. Sanki içinde büyüyen suçluluk duygusu sonunda dışarıya taşacak bir yer bulmuştu. "Ben herkese yük oldum." dedi. "Her şey benim yüzümden oldu."

"Senin suçun değil." dedim yavaşça. "Kimse seni suçlamıyor."

Melis ellerini yüzünden çekti, bizim arkamıza baktı. Bakışlarını takip edip başımı çevirdim. Deniz ayağa kalkmış, bize doğru geliyordu. Melis "Abi." diye hıçkırarak derin bir nefes verdi. Uygar Melis'in başucundan kalktı, onun yerini Deniz aldı. "Abicim." dedi Melis içini çeke çeke. "Ben." dedi, hıçkırdı. "Ben özür dilerim. Yemin ederim böyle olacağını bilmiyordum." Deniz hiçbir şey söylemeden Melis'in yanına uzandı, başını göğsüne yasladı, kolunu Melis'in boynuna sardı, saçlarını öptü. "Söz bir daha senin sözünden çıkmayacağım. Sen haklıydın. Yaşıyor olmamız özgür olmamızdan daha önemli. Sen hayatta kalmamız için uğraşırken ben bunu çok geç anladım."

Deniz derin bir nefes alıp Melis'in saçlarını bir daha öptü. "İyi misin?" dedi Melis'in söylediği onca söze karşılık olarak.

"Hı hı." dedi Melis. "İyiyim."

"Daha iyi olacaksın." dedi Deniz güven veren bir sesle.

"Sen bana kızgın değil misin?" dedi Melis, sesi bir çocuk gibi masumdu.

Deniz başını iki yana salladı. "Değilim." dedi.

Melis kolunu Deniz'e sımsıkı sardı ve gözlerini kapattı. "Abi seni seviyorum. Çok seviyorum."

Deniz gülümsedi ve Melis'in saçlarını üçüncü kez öptü. "Ben seni daha çok seviyorum." dedi ve kısa bir süre sustu. "Bize olan biteni anlatmak ister misin? Kendini hazır hissediyorsan dinleyebiliriz."

Melis gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Elleriyle yatağın kenarındaki örtüyü sıktı.

"Hande'den bir mesaj geldi." dedi. "Tam uyumak için hazırlanacaktım, bir anda telefonum titredi. Ekranda onun adı yazıyordu. Mesajı açtım. Şey diyordu." Gözleri buğulandı. Göz kapaklarını aralayıp tavana baktı. "Sevgilim tarafından şiddete maruz kaldım. Lütfen gelip beni al. Sizin otele çok yakınım. yazmıştı. İnandım çünkü sevgilisi şiddete meyilli bir insan ve daha önce de Hande'ye vurmuştu. Üzerime bir şey almadan, sadece ayakkabılarımı giyerek odamdan çıktım." Bir an sustu. Sonra sesi çatallanarak devam etti. "Zaten otelin hemen karşısıydı, biliyordum. Caddenin sonuna doğru koşuyordum. Telefon elimdeydi. Ona yazmaya çalıştım ama mesajlarım gitmiyordu. Geciktiğimi düşündüm. Koşmaya devam ettim. Koşarken etrafa bakındım. Kimse yoktu. O an sadece Hande'yi düşünüyordum, başına ne geldiğini. Belki hâlâ kaçıyordu, belki beni bekliyordu." Yutkundu. Göz kapakları seğirdi. "Cadde çok sakindi. Her şey çok normaldi ama sonra bir anda." Nefesi düzensizleşti. Gözleri doldu. "İki adam önümde belirdi. İçim buz kesmişti çünkü bir tuzağa düştüğümü yeni idrak ediyordum. Duraksadım. Geriye bir adım attım." Sesi boğuklaştı. "Elimi telefonuma attım. Yardım istemek istedim ama çok hızlıydılar. Biri kolumdan tuttu. Diğeri hemen arkamdaydı. Çığlık attım sanırım ama bilmiyorum. O an her şey bulanıktı. Direndim. Gerçekten çok direndim. Kollarımı savurdum, birinin ayağına bastım, telefonu yere düşürdüm. Ne kadar direndiysem de yeterli olmadı." Başını eğdi. Gözyaşlarını tutamıyordu. "Beni bir arabanın arka koltuğuna attılar. Bağırdım. Kaçmaya çalıştım ama çok güçlüydüler abi. Kapıyı kapattılar. Kapı kapandığında sanki dünya da kapandı. Her şey sustu. Ses yoktu, ışık yoktu, nefes alamıyordum. Üstüme çöken o karanlık, gerçek bir şey gibiydi. Gözlerimi kapattım ama kapatınca daha da büyüdü. Kalbim göğsüme sığmıyordu."

Yutkundu, eli boğazına gitti. O anı yeniden yaşarken vücudu yeniden kasılmış gibiydi.

"Adamlar konuşmuyordu. Arabanın içinde iki kişi var sanmıştım ama sürücüyle birlikte üç kişilerdi. Öndeki sessizdi. Sadece direksiyona odaklanmışlardı. Yanıma oturan biri vardı. Hiç konuşmadı. Sadece beni kontrol etti. Kolumdan tuttu, hareket etmemi engelledi. Omzuma bastırdı. Üzerimdeki elini çekmiyordu. Kaç kere Ne istiyorsunuz benden? Nereye götürüyorsunuz? diye sordum. Cevap yoktu."

Başını eğdi. Parmakları titriyordu. "Camdan dışarı bakmaya çalıştım ama camlar karartılmıştı. Ne yol gördüm, ne bir tabela. Sadece dönemeçler vardı. Sürekli dönüyorduk. Bazen fren yapıyorlardı, sarsılıyordum. Kolum acıyordu. Ama acıdan çok içimdeki panik daha büyüktü."

Kısa bir duraklamadan sonra sesi boğuklaştı. "Yol bitmiyordu. Bir ara içim geçti sanırım. Ya da bilincim kapanmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ama gözlerimi tekrar açtığımda hava daha da kararmıştı. Araba durmuştu. Kapıyı açtılar. Beni ittirerek indirdiler. Ayağa zor kalktım. Çok üşüyordum. Bir tanesi hep saçımı çekti."

Yüzü acıyla buruştu. Gözleri doldu. "Sonra beni o kulübeye soktular. Konuşmuyor, sadece itip kakıyorlardı."

Deniz öfke dolu bir sesle nefesini dışarıya verdi, Melis'in saçlarını sevdi.

"Beni kulübenin içine ittiklerinde dizlerimin üzerine kapaklandım. İçerisi çok karanlıktı. Nemliydi. Küf kokuyordu. Direndim, direndikçe ve çığlık attıkça saçımı çekiyorlardı, yüzüme vuruyorlardı."

Deniz bir elini yumruk yapıp tavana baktı, derin bir nefesi daha öfkeyle dışarıya verdi.

"Sonra ellerimi, ayaklarımı bağladılar, ağzıma bir bez parçası sıkıştırdılar. Çok ağladım abi. Çok korktum. Hiç kendimde değildim. Hep yarı baygındım. Güneş doğmaya başladığında daha kötü oldum. Çünkü canım yanıyordu ve psikolojim darmadağın olmuştu. Ölmeyi bekliyor gibiydim."

"Tamam geçti." dedi Deniz. "Geçti bak, ben buradayım."

"Ya gelmeseydiniz abi." dedi Melis.

"Ben seni bir şekilde oradan çıkarırdım." dedi Eser. Bakışlarımız ona dönmüştü.

Melis içini çektiğinde Deniz onun yorulduğunu fark etmiş olacak ki başını göğsüne iyice bastırdı ve yanağını okşadı.

"Eser." dedi Deniz. "Kafayı yiyeceğim artık, anlat ne olduysa."

Eser derin bir nefesten sonra konuşmaya başladı. "Aydın'a gelir gelmez Güney beni annesini aramam için görevlendirdi. Saatlerce onu aradım. Başlarda nerede olduğunu biliyordum ama sonra izini kaybettim."

"Bizim elimizde olduğu için." dedi Sarp.

Eser başını salladı. "Güney'i aradım. Annesini bulamadığımı söyledim. Aramaya devam etmemi ve düğüne gideceğini söyledi. Elime kulübenin adresini tutuşturdu. Annemi bulsan da bulmasan da bu adrese git, sana orada ihtiyacım var. dedi. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinde çok sıkıldım ve verdiği adrese doğru yola çıktım. Kulübeye vardığımda iki tane adamı kapıda dikiliyordu. Şaşırdım, çünkü Aydın'a sadece benimle geldiğini söylemişti. Meğer üç adamı daha gelmiş sonradan. Neyse dedim, kurcalamadım. Kulübeye girdim. Bir de ne göreyim. Melis. Yerde kan revan yatıyor." dedi Eser. "Ne yapacağımı bilemedim. Elleri, ayakları bağlıydı. Ağzına kirli bir bez sıkıştırmışlardı. Yüzüne ne kadar vurulduğunu görünce içim sızladı. İlk refleksim yardım etmekti ama yanımda iki adam vardı. Beni Melis'e zarar vermem için değil, onu elimde tutmam için oraya göndermişti Güney. Bunu anlayabiliyordum."

Melis gözlerini kaçırdı. Deniz kolunu sıkıca Melis’e sardı. Eser yutkundu.

"Büyük bir ikilemde kalmıştım ama sonunda vicdanımı dinledim. Bu yaptığınız erkekliğe sığar mı ulan? diyerek Melis'i yerden kaldırdım. Yarı baygındı, beni tanıyıp tanımadığını bile bilmiyordum. Temiz bir bez aradım, muslukta yıkadım ve tüm kan lekelerini sildim. Bir yandan da diğer adamları haşlıyordum. Çünkü Melis'e çok zarar vermişlerdi. Onların canını cehenneme göndermemek için zor sabrettim. Bir şey yapamıyordum çünkü kulübede gizli kamera olup olmadığını bilmiyordum. Beni test ediyor olabilirlerdi ve ben ona göre davranmalıydım. Küçük bir hatamda Melis'i de beni de öldürürlerdi Deniz." dedi Eser. Deniz yutkundu. "Adamlar çıktığında Melis'le konuştum. Onu oradan çıkaracağımı söyledim. Beni tanıdığını belli etmemesini söyledim. Beni duymuyor ve anlamıyordu ama yine de planımı bozmadı. Güneş doğduktan sonra bir ara kendine geldi. Beni tanıdı. Ona su verdim. Korkmamasını söyledim. Bana Bilekliğimde takip cihazı var, aktifleştir, abim bizi bulur. dedi. Bilekliği inceledim ve tamamen şansa bırakarak üzerindeki düğmeye bastım."

"O sinyal sayesinde tespit ettik yerinizi." dedi Sarp.

"Abi ben izlenmek istemiyordum, koruma istemiyordum ama o takip cihazını ne olur ne olmaz diye bilekliğime takmıştım." dedi Melis.

Deniz Melis'in alnını öptü. "Aferin benim güzelime." dedi.

Eser anlatmaya devam etti. "Bir süre sonra Melis kendini tamamen kaybetti ve bayıldı. Çünkü üzerindeki şoku atlatamıyordu. Yanında ben olmama rağmen çok korkuyordu. Güney'e ulaşamıyordum. Ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Tek derdim Melis'in bilincini kaybetmemesini sağlamaktı."

"Biz sana neden ulaşamadık?" dedi Sarp. "Hadi sen Güney'e, Güney bizim elimizde esir olduğu için ulaşamadın. Peki biz sana niye ulaşamadık?"

"Çünkü sizinle iletişim kurduğum telefon sırt çantamda kaldı ve o sırt çantası da Güney'in arabasında." dedi Eser. Ardından devam etti. "Melis'i ayıltmaya çalışırken bir yandan da sizin gelmenizi bekliyordum. Siz gelmeseniz bile en azından Güney gelsin diye dua ediyordum. Çünkü onu Melis'i serbest bırakmak için ikna edeceğime inanıyordum. Derken siz geldiniz. Camdan Güney'in de geldiğini gördüğümde oyuna devam etmeli miyim yoksa sizin tarafınızda olduğumu mu belli etmeliyim diye düşündüm." dedi, Deniz'e baktı. "Sen oyunumuza devam edince ben de ettim. Ama eğer sen son anda adımı seslenmeseydin ben durmazdım Deniz. O kurşunu yine de sıkardım."

"Biliyorum." dedi Deniz.

"İyi mi oldu bilmiyorum." dedi Eser. "Şimdi Evren ve Güney cephesinden haber toplayabileceğimiz kimse kalmadı. Silah sevkiyatı ne zaman olacak onu da öğrenemedim."

"Bu sonra konuşulacak olan bir konu." dedi Deniz. "Kimliğin açığa çıktı. Evren'in kulağına da gitmiştir. Senin ekstra dikkatli davranman gerekiyor artık. Adımlarımızı bir değil bin kere düşünmemiz lazım. Evren'in elini kolunu bağlayacak bir çözüm bulmadıkça bize rahat yok."

"Adam uluslararası mafyayla çalışıyormuş Deniz. Sence eli kolu bağlanır mı? Bağlanmaz." dedi Eser.

"Karısı hala elimizde. Bunu koz olarak kullanabiliriz." dedi Uygar.

"Bu sadece geçici bir çözüm olur. Bize kalıcı bir çözüm lazım." dedi Deniz. "Ayrıca ne kadar tutabiliriz ki Evrim'i?"

"Ne yapacağız peki abi biz?" dedi Sarp. "Richard bir yandan, Evren bir yandan, oğlu bir yandan. Üstelik Güney'i vurarak Evren'in iyice kuyruğuna bastık. İyice delirecek şerefsiz."

"Görev dağılımı yapsak?" dedi Eser. Tüm yüzler ona dönmüştü. "Yani uğraşılması ve araştırılması gereken çok insan var. Richard, Koral, Victor, Evren, Güney. Herkes aynı kişiye odaklanırsa diğer kişilerden uzaklaşırız. Ve bu bizi geriye götürür. En mantıklısı herkesin aynı anda başka kişiler için çalışması."

"Mantıklı." dedi Sarp. "Ben Koral ve Victor'u araştırayım mesela. Uygar da şu rüşvet karşılığı imar izni veren ve yurtdışına kaçan Feyyaz denen adama yoğunlaşsın. Eser, Evren ve Güney senin uzmanlık alanın. Artık sen de Deniz'le birlikte onlar üzerinden ilerlersin. Yani içimizden biri bu adamlar sayesinde Richard'a ulaşır diye düşünüyorum."

Deniz hafif hafif başını salladı. "Daha sonra konuşuruz bunları." dedi. Melis'in saçlarına saymayı bıraktığım öpücüğünü bıraktı. "Hepimiz çok yorulduk. Otele gidin ve uyuyun artık."

Sarp ve Eser başını sallayarak yerlerinden kalktılar. "Haberleşiriz o zaman." dedi Sarp.

"Haberleşiriz." dedi Deniz.

"Ben Miray'la İstanbul'a döneceğim." dedi Uygar. "Bilet aldım dört saat sonraya."

"Tamam. İstanbul'da görüşürüz o zaman." dedi Deniz.

Uygar üçümüze de sarıldı. Melis'i yanaklarından öptü. "Abin canını sıkarsa beni ara prenses." dedi Melis'in saçlarını karıştırarak. Melis gülümsedi. Uygar, Sarp ve Eser'le birlikte odadan çıktı.

"Beni affettin mi abi?" dedi Melis.

"Affettim." dedi Deniz, bir saniye bile düşünmeden.

"Abi." dedi kısık bir sesle. "Eski günlerdeki gibi benim saçımı tarar mısın?"

Deniz gülümsedi, pencere yanındaki koltuğa kıvrıldım. "Tararım güzelim." dedi Deniz. "Sen iste yeter."

28 Mart, Pazartesi

Gözlerimi açtığımda yeni bir güne girmiştik. Saat öğlen on ikiye geliyordu ve biz on beş saate yakın bir süredir uyuyorduk. Gözlerimi ovuşturarak koltuktan kalktım. Her yerim tutulmuştu ama gözümü açtığımda sevdiğim adamı görmek dünyadaki tüm acıları katlanılabilir kılıyordu.

Ayağa kalktım, usul usul yatağa ilerledim ve Deniz'in yüzünü okşayıp yanağını öptüm. Kirpikleri yavaşça kıpırdadı, kısa bir süre sonra gözleri aralandı. İlk birkaç saniye nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Gözlerimi bulduğunda telaşı kayboldu ve yaşanan onca acıya rağmen gülümsedi. "Günaydın sevgilim." dedim, parmaklarım saçları arasında geziyordu.

"Günaydın sevgilim." dedi, saçları arasındaki elimi dudaklarına götürdü ve avucumun içini öptü.

Sonra bakışları hemen Melis'i buldu. Melis'in yüzünde büyük bir huzur vardı, uzun zamandır böyle uyuyamadığını anlayabiliyordum. Abisiyle uyumayı özlemiş olmalıydı. Başı Deniz'in göğsünde hafifçe kıpırdadı. Deniz yüzünü okşadı. "Uyan bakalım uykucu prenses."

Melis mırıldanarak gözlerini açtı. Gözleri ilk önce beni, sonra Deniz'i buldu. "Günaydın canımın içi." dedi Deniz.

"Günaydın yakışıklım." dedi Melis. Sonra bana döndü. "Günaydın Ada."

"Günaydın canım." dedim. "İyi hissediyor musun?"

"Hı hı." dedi Melis. "İyiyim." Doğruldu ve Deniz'e baktı. "Hadi kalk sen." dedi. Deniz kaşlarını çattı. "Kalk hadi kalk. Bütün gece benimle mi uyudun sen karınla uyumak varken?"

Deniz güldüğünde ben de gülüyordum. "Kalksana abi. Gül gibi karını yalnız uyutmuşsun koltukta. Kalk hadi onunla ilgilen. Hadi."

"Sorun değil Melis." dedim. "Senin iyi olman abinin de benim de önceliğim."

"Olmaz, siz daha birbirinize kavuşalı bir ay bile olmadı. Dikkatinizi başkalarına vermekten kavuşmanın tadını çıkaramadınız."

"Çıkarırız." dedi Deniz. "Sen iyi ol da."

"İyiyim. Hatta o kadar iyiyim ki taburcu olmak istiyorum ben. Evet evet taburcu olayım. Hadi taburcu etsinler beni."

"Ederler Melis acelen ne?" dedi Deniz. "Doktor gelsin, gerçekten iyi olduğunu söylesin, öyle çıkarız hastaneden."

"Tamam." dedi Melis. Yatağın kenarındaki acil durum düğmesine bastı.

"Melis ne yapıyorsun?" dedi Deniz şaşkınlıkla.

Melis'in cevap vermesine fırsat vermeyen bir hemşire koşarak odaya girdi. "İyi misiniz?" dedi korkuyla.

Melis başını salladı. "Şey ben taburcu olmak istiyorum da. Durumum nedir acaba? Çıkarır mısınız beni hastaneden?"

Hemşire şaşkınlıkla Melis'e baktı. Gerçekten acil durum zannettiği için paniklemiş olmalıydı. Şaşkınlığı yerini ciddiyete bırakırken Deniz Melis'in yerine utanç duymakla meşguldü. "Dosyanızı inceleyip öyle karar verelim." dedi hemşire. Hızlı adımlarla odadan çıktı.

Deniz derin bir nefes aldı. Tam yaptığı davranışın hiç etik olmadığını anlatan uzun bir paragrafa giriyordu ki araya girdim. "Sevgilim, hadi sen çık da Melis üzerini değiştirsin."

Deniz ikimize de inanamayarak baktı, yataktan indi ve saniyeler içinde odadan çıktı.

Kapı kapandığında Melis gözlerini devirdi ve gülümsedi. "Abim bazen kuralları fazla ciddiye alıyor."

"Deniz'i Deniz yapan özelliklerden biri değil mi bu?" dedim kaşlarımı kaldırıp gülümserken.

Melis kıkırdadı. "Galiba öyle." dedi, kısa bir süre sessiz kaldı. "Giyinmeme yardım eder misin?"

"Ederim canım." dedim, hastane pijamasını üzerinden çıkarttım. Bedenindeki morlukların rengi koyulaşmıştı. Ama onu üzmemek için bakışlarımı hemen gözlerine çevirdim.

"Çok mu kötü görünüyorum?" dedi kırık bir sesle.

Başımı hızla iki yana salladım. "Hayır sen hala çok güzelsin. Darbeler yüzünden biraz morlukların var ama hemen geçecek onlar. Sen hiç merak etme."

"Hala biraz ağrım var." dedi.

"Doktorun verdiği ilaçları ihmal etmezsen hemen iyileşirsin." dedim, Melis için getirilen küçük çantadan ince ama uzun kollu bir kazak çıkarttım. Yaralarının görünmesini istemeyeceğini düşündüğüm için onu tercih etmiştim. "Evet, hadi bakalım kaldır kollarını."

Melis kollarını kaldırırken minik bir inleme sesi çıkardı. Sanırım canı yanıyordu. "Ne zaman acı çekmeden giyinebileceğim?"

Kazağı o kadar narin ve yavaş giydirmiştim ki Melis hiç zorlanmamıştı. "Kısa bir süre sonra." diye cevapladım.

"Ada." dedi kısık bir sesle.

Kazağın eteklerini düzelttim ve yanına oturdum, ellerini ellerimin arasına aldım. "Söyle Melisçim."

"Ben sana hiç iyi olmayan şeyler söyledim." dedi, sesi çok pişmandı.

"Boş ver şimdi bunları. Ben de senin kalbini kırdım."

"Beni affetmeni istiyorum. Seninle abla kardeş gibi olmayı çok seviyorum. Ben seni abimin eşi olarak değil ablam gibi görüyorum. Tanıştığımız günden beri de seni seviyorum."

"Affedilecek bir şey yok canım." dedim. Bir elimi kaldırıp saçlarını düzelttim. "Ben de seni seviyorum. Güneş'i nasıl seviyorsam seni de öyle seviyorum."

"Gerçekten mi?" derken gözleri ışıldamıştı.

"Gerçekten tabii." dedim. "Canının yanmayacağını bilsem sana sarılırdım."

"Ben sarıldığını varsayıyorum." dedi gülerek. Kapı çaldı, içeriye beyaz önlüğüyle orta yaşlı, güler yüzlü bir doktor girdi. Elinde bir tablet vardı. Gözlüklerini düzeltti, ikimize de kısa bir selam verdi.

"Günaydın." dedi. "Melis Hanım'ın dosyasını inceledim, tüm kontrollerin sonuçları da geldi."

Melis merakla sordu. "Ee? Nasılım?"

Doktor gülümsedi. "Vücudunuzda darbeye bağlı ödemler var ama hayati bir tehdit oluşturmuyor. Psikolojik olarak yorgun olduğunuzu gözlemliyoruz fakat bilinciniz açık, temel refleksleriniz normal ve herhangi bir iç kanama bulgusuna rastlanmadı. Şu an için tıbbi açıdan sizi hastanede tutmamıza gerek yok."

"Yani?" dedi Melis gözlerini kocaman açarak.

"Taburcu olabilirsiniz." dedi doktor.

Melis ellerini yüzüne kapatıp kahkaha gibi bir sevinç sesi çıkardı. "Gerçekten mi? Ciddi misiniz?"

"Oldukça ciddiyim." dedi doktor. "Ancak taburcu olduktan sonra en az bir hafta boyunca dinlenmeniz gerekiyor. Size birkaç ilaç yazacağım. Reçetenizi hemşire hanım birazdan getirecek."

Melis'in gözleri doldu. "Çok teşekkür ederim." dedi.

"Geçmiş olsun." dedi doktor ve başıyla selam vererek odadan çıktı.

Kapı kapanır kapanmaz Melis sevinçle yerinde zıplamaya çalıştı ama başı döndü. "Ayy. O kadar da zıplamayayım."

"Bence de." dedim gülerek. "Ağırdan al. Şimdi ben Deniz'i çağırayım."

Melis gülümsedi. "Sonunda gidiyoruz."

Gülümsedim. Sonunda gerçekten gidiyorduk.

***

Kapı açıldığında bizi babam, Güneş ve Savaş karşılamıştı. Güneş en yakın arkadaşına kavuştuğu için çok mutluydu. Savaş da beni sapasağlam görmenin rahatlığını yaşıyordu. Babam, dayım ve yengem olan biteni bilmediği için meraklılardı ama eve döndüğümüz için derin bir nefes almışlardı.

"Ah çocuklar hoş geldiniz." dedi yengem. "Ah Melisçim nasıl bir kaza atlattın sen. Allah korumuş."

"Allah beterinden korusun." dedi dayım. Melis'in kaza geçirdiğini zannediyorlardı, kimin böyle istediğini bilmiyordum ve açıkçası ilgilenmek de istemiyordum.

"Kızım benim, bir tanem. Hoş geldin." dedi babam. Bana sıkıca sarıldı, yanaklarımı, saçlarımı doya doya öptü.

İçeriye doğru ilerledik. Merdivenlerin başında Mavi'yi görmemle şaşkınlığa düşmem bir olmuştu. Selay ve Can'ın düğünü için onları buraya kadar ben davet etmiştim. Ama olanlardan sonra onların varlığını tamamen unutmuştum. Büyük bir utançla alt dudağımı ısırdım. Savaş yanıma gelip kulağıma fısıldadı. "Otelde değil de burada daha güvende olacaklarını düşündüm."

"İyi düşünmüşsün." dedim, gülümsedim, yere çöktüm ve kollarımı açtım. "Mavii." dedim heyecanla.

"Adaaaa." diye büyük bir çığlıkla bana doğru hızlı adımlarla geldi. Boynuma sarıldı, ayağa kalktım. İpek salondan çıktı ve hepimizi karşıladı. Bakışlarımla ondan büyük bir özür diledim ama İpek önemi yok dercesine bakıp, elini dostça omzuma koydu.

"Sen beni mi bekledin?" dedim sevimli bir sesle Mavi'ye bakarken. "Beni mi bekledin sen boncuğum?"

Mavi gülümsedi. Beni pek de anladığını düşünmüyordum ama anlamış gibi yapmakta onun üstüne yoktu. Başını aşağı yukarı salladı, çenesine akan salyalarını kazağıma sildi.

"Mavi çok ayıp." dedi İpek. Mavi büyük bir kahkaha attı.

"Bir şey olmaz annesi." dedim, salona doğru ilerledim. Diğer herkes de salondaki yerini aldığında yengem öğle yemeği sofrasını kuruyordu. Deniz bir tarafıma oturdu.

"Kemik suyu çorbası yaptım." dedi yengem. "İyi gelir sana." Melis'e bakıyordu.

"Çok teşekkür ederim Meral abla. Ellerine sağlık."

"Ne demek yavrum. On beş dakikaya hazır olur sofra, ben size seslenirim." dedi yengem, mutfağa doğru ilerledi. Güneş de peşinden gitmişti.

"Yavrum iyi misin?" dedi babam. Başta bana sorduğunu zannetsem de bakışları Melis'in üzerindeydi.

"İyiyim, teşekkürler. Eksik olmayın." dedi Melis. Gülümsüyordu. Mavi kucağımdan inip Deniz'in kucağına tırmandı. "Nenizz." dedi, gözleri ışıldıyordu.

"Aa." dedi Deniz. "İsmimi öğrenmeye çok yaklaşmış. Neniş diyordu. Neniz diyor şimdi."

"Bir anda ağzından çıkıverdi bu sabah." dedi İpek. "Biz de anlamadık."

Mavi odak noktasının kendisi olduğunun farkında olarak etrafa gülücükler saçtı, kısa bir süre Deniz'in kucağında oyalandı. Sonra huysuzlandı, benim kucağıma geldi. Melis Deniz'e döndü. "Abi hadi saçlarımı tara."

"Ben tarak vereyim." dedim, Mavi'yle birlikte konsola ilerledim, bir tane tarak aldım ve Deniz'e verdim. Melis Deniz'e sırtını döndü.

Deniz yavaş ve narin hareketlerle Melis'in saçlarını tararken babam ve dayım sohbete dalmışlardı. İpek Ozan'la telefonda konuşuyordu. Mavi kucağımdan indi, Deniz'in dizine iki kez hafifçe vurdu. "Neniz." dedi. Deniz Mavi'ye baktı. Mavi elini kaldırıp kendi saçını tuttu. "Neniz saş." dedi.

"Senin saçlarını da mı tarayayım?" dedi Deniz. Mavi büyük bir hevesle başını aşağı yukarı salladı. Yüzünde yine o kocaman gülümsemesi asılıydı. "Tamam güzelim." dedi Deniz. Melis sırtını koltuğa yasladı, tıpkı benim gibi Deniz'i ve Mavi'yi izlemeye başladı.

Deniz bir hopluk sürede Mavi'yi kucağına oturttu ve narin hareketlerle Mavi'nin saçını taramaya başladı. Mavi bir yandan oturduğu yerde zıplıyor, bir yandan da alkışlıyordu. Sanırım bu çok hoşuna gitmişti. Mavi'nin saçlarının taranması bittiğinde Deniz onu gıdıklamaya başladı. Evin içi Mavi'nin kahkahalarıyla dolduğunda yaşanan bu son üç günün tüm ağırlığı üzerimden kalkmıştı.

***

Yemekten sonra sıra vedalaşmaya gelmişti. Burada olmayı her ne kadar sevsem de artık evimize gitmek istiyordum. Bu evin sıcaklığı, içtenliği ve bana hissettirdikleri tarifsizdi ama evimi gerçekten çok özlemiştim. Kendi yastığımı, sabah kahvemi içtiğim cam kenarını, bahçedeki saksıları bile özlemiştim.

Dayımdan, yengemden, Güneş'ten ve Melis'ten ayrılmak zor geliyordu. Melis, Burak ona güvenli ve güzel bir ev bulana kadar dayımlarda kalmaya devam edecekti. Bu süre içinde yaraları da iyileşirdi. Yengem ona bakmaktan büyük bir keyif alırdı.

Deniz, Melis'i bırakmak istemiyordu ama İstanbul'da da çözülmesi gereken meseleler vardı. Sorumlulukları sırtına yeniden yüklenmişti. Burak'la birlikte üç korumayı da Aydın'da bırakmaya karar vermişti. Melis'in başına bir şey gelmeyeceğini bilmek onun için hayati bir güvenceden farksızdı.

Dayım ve babam valizlerimizi bagaja yerleştirirken Mavi, Deniz'in bacakları arasında dolanıyor, küçük elleriyle kucağına çıkmak için çırpınıyordu. Deniz o karışık ruh haline rağmen gülümsedi, herkese tek tek sarılıp Mavi'yi kucağına aldı.

"Gözün arkada kalmasın. Melis bize emanet." dedi dayım, Deniz'in omzuna dokundu.

"Gözüm kapalı güveniyorum size." dedi Deniz, sesi kendinden emindi.

"Hadi uçağı kaçırmayın." dedi yengem. "Vakitlice gidin."

Başımı salladım, kalbimde bir şeyin yer değiştirdiğini hissettim. Arabalara dağıldık. İpek ve Mavi bizimle geliyordu. Savaş ve babam öndeki arabadaydı. Sarp ve Eser'in hangi arabada olduğunu bile fark etmemiştim. Zihnim doluydu, gözüm sadece Mavi'deydi.

Yol boyunca Mavi için çocuk şarkıları dinledik ve söyledik. Her notada, her kahkahasında içimdeki gerginlik biraz daha çözülüyordu. Aramızdaki en mutlu kişi oydu ve bu mutluluğu saklama gereği duymuyordu.

Havaalanına geldiğimizde İpek ve Mavi dış hatlara yönelirken biz iç hatlara ilerledik. Mavi bizden ayrılırken neredeyse kıyameti kopardı. Küçük kollarını boynuma dolamıştı, elleriyle saçlarımı kavrıyordu. En son İpek'in onu boynumdan nazikçe çekip aldığı anı hatırlıyordum. Uçağa binmeden önce arkasına dönüp bana el sallayışı gözümde uzun süre kalacaktı.

Bilet kontrolünden sonra uçağa geçtik. Kocam, ikizim, babam, en yakın arkadaşım diyebileceğim Sarp ve aramıza yeni katılan Eser'le birlikte nihayet eve dönüş yolculuğumuz başlamıştı.

Bölüm : 22.05.2025 18:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kubra Akyol / Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR) / 74. Bölüm - Şafağın Karanlığı
Kubra Akyol
Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR)

25.95k Okunma

10.91k Oy

0 Takip
87
Bölümlü Kitap
1. Bölüm - Eksik Parçalar2. Bölüm - Sessiz Ayrılık3. Bölüm - Karanlık Miras4. Bölüm - Bal Gözlerin İlhamı5. Bölüm - Yaralı Hafızalar6. Bölüm - Deniz Kabuğunun İzinde7. Bölüm - Tehditlerin Gölgesinde8. Bölüm - Kor Ateş ve Buz Dokunuşu9. Bölüm - Bilinmez Çekim10. Bölüm - Tehlikeli Sığınak11. Bölüm - Korunurken Kaybolmak12. Bölüm - Birbirinden Farklı, Birbirine Mahkum13. Bölüm - Kaderin Kara Günü14. Bölüm - Ölümle Dans15. Bölüm - İntikamın Sınırında16. Bölüm - Bittiğinde Unut17. Bölüm - Var Olmayan Veda18. Bölüm - Yaralı Ruhların Teslimiyeti19. Bölüm - İtirafların Sessizliği20. Bölüm - İkiye Bölünmüş Ruhlar21. Bölüm - Kaçınılmaz Teslimiyet22. Bölüm - Kanla Yazılmış Kader23. Bölüm - Aşkın Günahı24. Bölüm - Korkunun Kollarında25. Bölüm - Suçlulukla Sevmek26. Bölüm - Kırık Kaderler27. Bölüm - Kan Bağının Fısıltısı28. Bölüm - Kalbin Benim29. Bölüm - İki Yarım Tek Bütün30. Bölüm - Yılların Ötesinden Bir Ses31. Bölüm - Yaralı Kardeşlik32. Bölüm - Sessiz Kavuşma, Gürültülü Ayrılık33. Bölüm - Mutluluğa Sığınmak34. Bölüm - Yaralı Yüzleşme35. Bölüm - Aynı Kandan Yabancılar36. Bölüm - Beklenmedik Mucize37. Bölüm - Kırık Hayatlardan Doğan Umut38. Bölüm - Kayıp Yılların Telafisi39. Bölüm - Kapanmamış Defterler40. Bölüm - Kalpte Saklı Affediş41. Bölüm - Gecikmiş Mutluluk42. Bölüm - Ölümün Gölgesinden Gelen43. Bölüm - Karanlığın İlk Günü44. Bölüm - Sessiz İhanet45. Bölüm - Küllerinden Doğan İhanet46. Bölüm - Kanla Yazılan Oyun47. Bölüm - Aşkın En Güzel Hediyesi48. Bölüm - Aşkın Mucizesi49. Bölüm - Birlikte Yeniden Doğmak50. Bölüm - Umuda Açılan Kapı51. Bölüm - Mutluluğun Tatlı Hazırlıkları52. Bölüm -Geleceğe Atılan İlk Adımlar53. Bölüm - Hayat Yeniden Başlıyor54. Bölüm - Fedakarlığın Sessiz Çığlığı55. Bölüm - Kalp ile Akıl Arasında56. Bölüm - Ayrılığın Sessiz Adımları57. Bölüm - Vedanın Kıyısında58. Bölüm - Sevdanın Sınavı59. Bölüm / 1.Kısım - Kanla Yazılan Veda59. Bölüm / 2.Kısım - Kanla Yazılan Veda60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından61. Bölüm - Hasretin 807 Günü62. Bölüm - Gizli Kimlik, Tutkulu Aşk63. Bölüm / 1.Kısım - Geç Kalan Kavuşma63. Bölüm / 2. Kısım - Geç Kalan Kavuşma64. Bölüm - Yeniden Doğuş65. Bölüm - Geçmişin Gölgesinden Geleceğe66. Bölüm / 1. Kısım - Su ve Toprak Arasında66. Bölüm / 2. Kısım - Su ve Toprak Arasında67. Bölüm - Kırılma Noktası68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı69. Bölüm - Gökyüzüne Yakın, Yeryüzüne Uzak70. Bölüm - Savaşın Eşiği71. Bölüm - Karanlığın Haritası72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar73. Bölüm - Karanlıktan Işığa74. Bölüm - Şafağın Karanlığı75. Bölüm - Kırılgan Cesaret76. Bölüm - Gizli Oyun77. Bölüm - Yalanlar ve Yaralar78. Bölüm - Çifte Mutluluk79.Bölüm - Ege'ye Kaçış80. Bölüm - Saklı Gerçekler81. Bölüm - Tehlikeli Oyun82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...