79. Bölüm

75. Bölüm - Kırılgan Cesaret

Kubra Akyol
_kubraakyol

Eve akşamüstü varmıştık. Ne Deniz'in ne de benim tek kelime konuşacak bir hali vardı. Üç günde üç aylık şeyler yaşamıştık ve nefes almak bile yük gibi geliyordu. Gündelik hayatın getirdiği gündelik problemleri bile çok özlemiştim. Mesela tüm bunlar olmasaydı sulamayı unuttuğum çiçeklerimi, açmayı planladığım ama hiç ilgilenemediğim kütüphanemi, şirkette var olan ama henüz giremediğim odamı, almayı hak ettiğim halde hala gidip almadığım diplomamı düşünürdüm.

Tabii bunlardan önce bir haftadır ayrı kaldığım Roma'yı düşünmüştüm. "Roma!" dedim sevinçle. Roma salondan bize doğru koşa koşa geliyordu. "Seni yerim ben, çok özledim seni." Yere eğildim ve onu kucağıma alıp göğsüme bastırdım. "Deniz, büyümüş bu." dedim başına parmaklarımla masaj yaparken. Kollarımın arasında mırlamaya başladığında onu birkaç kez öptüm, sonra yere bıraktım.

"Büyüdü." dedi Deniz, ilk gördüğü koltuğa oturdu. Pek de benimle ilgileniyor gibi durmuyordu. Geçiştirmek için kullandığı bir kelimeydi ama aldırmadım. Yanına oturdum.

Sanki yan yana olduğumuz anlarda ondan ayrı durmam yasakmış gibi kolunu uzattı, beni kendine çekti, başımı göğsüne bastırdı ve saçlarımı belki de iki dakika boyunca doya doya kokladı. "Kokun neden bu kadar güzel Ada?" dedi saçlarımın üzerine nefesini bırakırken.

Verebileceğim bir cevabım yoktu. İnsan kendi kokusunu duyamazdı, ben de duyamıyordum ve Deniz'in sanki cennetteymiş gibi mest olmasına sebep olan kokumu çok merak ediyordum. "Senin kokun daha güzel." dedim. "Senin kokun... Ne bileyim. Bir denizin sabah beşi gibisin. Soğuk, ferah ama güneşin kokusu da içinde. Sanki yanına yaklaşınca ciğerlerim dua ediyor gibi."

Deniz kısık bir sesle güldü. "O kadar güzelsin ki. O kadar güzelsin ki." Bir an durdu, nefesini tuttu, sonra cümlesini yudum yudum tamamladı. "Sanki seni hak etmiyormuşum gibi. Sanki Tanrı bir anlığına unuttu benim ne kadar günahkâr olduğumu da seni gönderdi." Başını hafifçe yana koydu, dudakları saçlarımın arasında kaybolmuştu. "Beni bu kadar seven, bana bu kadar güzel bakan, bu kadar güzel kokan bir kadın. Nasıl oldu da benim oldu?"

Gözlerimi kapattım. Konuşmasına gerek yoktu belki ama sesiyle kalbime her seferinde başka bir mühür basıyordu. "Senin kokun var ya." dedi tekrar, sesi bu kez neredeyse bir dua gibiydi. "Ben ne zaman yaşamaktan vazgeçecek gibi olsam, senin kokunu hatırlıyorum. Çünkü senin kokun, benim hayatta kalma sebebim gibi."

Neden ağladığımı bilmiyordum ama gözyaşlarım gözlerimden şıp şıp damlamış, Deniz'in gömleğine süzülmüştü. Bir çocuk gibi ağlamak istiyordum ama artık ağlamak da yetmiyordu. Sanki her gün başka yerlerden parçalanıyorduk ve parçaları birbirine yapıştırmak imkânsız hale geliyordu.

Deniz başımı usulca göğsünden ayırdı. Elini yanağıma koydu, başparmağıyla yaşlarımı sildi. "Sen ağlayınca içimdeki bütün gücü kaybediyorum." Elini bir an bile çekmeden gözlerimin içine baktı. Bakışı kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. "Sen mutluysan dünya bana güzel." diye fısıldadı. "Senin gülümsemediğin bir hayatın içinde yaşamak beni çok yoruyor." dedi, gözleri dolmuştu ama gülümsemeye devam ediyordu.

"Ben senin yanındayken kendimden hiç korkmuyorum." dedim. "Ne geçmişimden, ne yaralarımdan. Çünkü sen hiçbir yerimi eksik görmüyorsun. Senin yanındayken hiç eksik hissetmiyorum ben." Başımı yeniden göğsüne yasladım. Kalbinin sesini duydum. Sakin ama güçlüydü. "Ben seninle tanışana kadar o kadar boşlukta yaşıyordum ki. Sanki hayatımın büyük bir parçası kayıpmış gibi hissettim hep. Yani nasıl desem, büyük bir yalnızlık hissi. Tamam, dayım vardı, yengem vardı, Güneş vardı ama kimsem yoktu. Sen geldin, tüm o karanlığımı aydınlığa çevirdin. O eksik parça senmişsin meğer." Deniz'in parmak uçları göğsümün üzerindeki dövmeye kaydığında kulağımı kalbinin üzerine iyice dayadım. "Ninni gibi." dedim huzurlu bir sesle.

"Ney?" dedi Deniz yorgun ama sevgi dolu bir sesle.

"Kalbinin atışı." dedim. Sonra çabucak "Ben çok korkuyorum." diye ekleyerek ağlamaya başladım.

Deniz telaşlı hareketlerle bana daha sıkı sarıldı. "Ssshh benim güzel sevgilim, bak yanındayım ben." dedi, neden korktuğumu sormamıştı çünkü bir gün kalp atışlarını duyamama ihtimalimi düşünüp ağladığımı biliyordu.

"Çok yoruldum Deniz." dedim. "Biri biterken diğeri başlıyor, onlarca sorumluluğun altında eziliyoruz ve durdurabilecek bir şey de yapamıyoruz. Bak mesela o adamlar olmasaydı, Richard, Koral, Evren ve diğerleri. Hah işte onlar olmasaydı bizim de diğer insanlar gibi gündelik dertlerimiz olacaktı. Ben sulamayı unuttuğum için çiçeklerimden özür dileyecektim, kütüphaneme gidip tadilatla ilgilenecektim, okula gidip diplomamı alacaktım, Miray'a evlenme teklifi etmesi için Uygar'a baskı yapacaktım. Şirketteki odamı bile görmedim daha. Her şey bu kadar da üst üste gelmek zorunda değil ki." dedim. Nefes aldım ve yine devam ettim.

"Yani normalde üç ayda yaşanacak şeyleri biz üç günde yaşadık, ben en yakın arkadaşımın hamile olduğunu öğrendim, sonra zehirlendim, sonra Güney düğüne geldi, sonra Melis kaçırıldı, sonra ben ölümle burun buruna geldim. Bir gün biteceğine olan inancımı yavaş yavaş kaybetmek üzereyim artık."

Deniz uzun bir nefes verdi. "Başka birinin hayatını yaşıyormuşuz gibi bir his." dedi, kısa bir süre sustu. "Seni böylesine bir hayatın içine sürüklediğim için acı çekiyorum Ada. O kadar hak etmiyorsun ki bunları, başına gelenleri o kadar hak etmiyorsun ki."

"Ne olursa olsun beni koruyorsun ama?" dedim soru yüklü bir tonlamayla.

"Kulübede neden koruyamadım?" dedi, kendini suçluyordu ve suçlayacaktı. "Güney'in senin alnına silah dayamasına neden engel olamadım?"

"Aniden oldu." dedim savunmaya geçerek. "Sarp'ın zayıf anını yakaladı, bir anda oldu her şey."

"Seni oraya kim götürdü Ada?" dedi. Sesi o kadar acıydı ki soruyu sorarken bile kendine lanetler okuduğuna emindim. Beni oraya kendisi götürmüştü ve sanırım şimdi hayatının en büyük pişmanlıklarından birini yaşıyordu. "Ben götürdüm." dedi kendi sorduğu soruyu cevaplayarak. "Senin hayatını kumar malzemesine çevirdim ben. Güney senin hayatını ve kardeşimin hayatını sundu bana."

"Bunları bilemezdik." dedim. "Eser oradaydı, oradan sağ salim çıkacağımızı başından beri biliyordum."

"Ya Eser olmasaydı?" dedi kaygılı bir sesle. "Eğer Eser Güney'i vurmasaydı şimdi belki de yanımda olmayacaktın. Ya da Melis. Ya oraya gittiğimizde onun cansız bedenini görseydik? Elimizden geleni yaptık ama ya yetmeseydi?"

"Sevgilim." dedim. "Kendini suçlama, bak biz yan yanayız. Melis dayımların yanında güvende. Herkes iyi."

"Bundan sonrasını göremiyorum." dedi. "Her şey karanlık bir kâbus gibi. Ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yok."

"Benim var." dedim. Soran gözlerle baktı. "Uyku." dedim gülerek. "Uyuman gerekiyor." İnanamıyormuş gibi baktığında devam ettim. "Küçük problemleri halletmezsek büyükleri halledecek gücümüz kalmaz." Ayağa kalktım, elimi ona uzattım, elimi tuttuğunda ayağa kalkmasına yardımcı oldum ve onu odamıza doğru sürükledim.

"Dünya kadar yük var sırtımda." dedi. "Uyumak, planlarımın arasında son sırada bile değil."

"Uygar evinde, Sarp ve Eser Savaş'a gitti. Şu an tek suç ortağın benim. Yani eğer bir plan yapacaksan seve seve seninle kafa patlatırım. Ama bence sen Uygar, Eser ve Sarp'ı da yanında istersin." Deniz gülümseyerek başını aşağı yukarı sallarken adımlarıma ayak uyduruyordu. "Eğer uyursan yarın sana pancake yaparım." diye kıkırdadım. "İçine sevdiğin meyvelerden koyarım. Çok tatlı olmaz mı? Bence olur. Olur değil mi?"

Deniz durdu, beni kendine çevirdi, bir anda kendimi havada bulduğumda başımı hemen göğsüne kapattım. "Benim en sevdiğim tatlı sensin." dedi. Bu kadar yorgunlukla beni nasıl taşıdığını anlayamasam da bu düşüncenin üzerinde çok durmadım. Çünkü Deniz uyumayı kabul etmişti. "Tamam." dedi yorgun bir sesle. "Uyuyacağım."

29 Mart, Salı

Yeni bir güne gözlerimi açtığımda güneş henüz yeni doğmuştu. Deniz o kadar derin uyuyordu ki dokuz saattir uyuyor olmamıza rağmen bu sürenin ona yetmediğini anlayabiliyordum. Ama bana yetmişti. Onu uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalktım, üzerimi değiştirdim ve salona indim. Önce Roma'ya taze su ve mama koydum. Sonra dışarı çıkıp garajın yanındaki ardiyeye girdim, fısfıslı şişeyi, minik bahçe küreğini aldım ve çiçeklerimin yanına koştum.

İlk işim köklerinin dibine düşen ölü yaprakları almak olmuştu. Sonra minik kürekle kökleri havalandırdım ve fısfısla yaprakların üzerini sulamaya başladım. "Siz küsmediniz değil mi bana?" dedim mahcup bir sesle. "Küsmediniz küsmediniz, biliyorum ben. Sizi terk ettim sanmış olabilirsiniz. Tabii orada biraz haklı sayılabilirsiniz ama geldim işte." dedim. "Benim yokluğumda babanız sizinle ilgilenmiş, unutmamış sizi. Kökleriniz ıslak. Su vermiş size." dedim, sanki bana cevap veriyorlarmış gibi bir süre sustum.

"Sen çiçeklerle mi konuşuyorsun yoksa bana mı öyle geliyor?" dedi bir ses.

Çiçeklerimle konuşmaya o kadar dalmıştım ki Uygar'ın sesi yüksek bir çığlık atmama sebep olmuştu. "UYGAR!" dedim büyük çığlığımdan sonra. "Öyle gelinir mi? Ödümü koparttın."

"Ooo baya transa geçmişsin sen demek ki. Bu kadar daldığına göre."

"Sen laf sokmadan duramıyor musun?" dedim, saksıların başından kalktım ve elimi belime koyup kaşlarımı kaldırdım.

Uygar kaşlarını iki kez havaya kaldırıp indirdi. "Öteki türlü hayat geçmiyor." dedi. Yorgun adımlarla bana doğru geldi. "Yardım ister misin?"

"Bilmem." dedim şüpheyle. "Sana güvenebilir miyim?"

"Bence sen bir Miray'a sor bakalım. Anlıyor muyum, anlamıyor muyum?" dedi özgüvenli bir sesle.

Omuz kıstım ve gözlerimle az ilerideki hortumu işaret ettim. "İyi, aç musluğu bakalım. Şuradaki çiçekleri sula. Toprağa ekili olanları. Saksıda olanları sulamış çocuklar."

"Şunları mı?" dedi işaret parmağıyla mavi ortanca çiçeklerimi gösterirken. "Neydi onun adı? Şey miydi? Hah! Lahana. Lahana mı ektin Ada?"

Başımı inanamıyormuş gibi iki yana salladım. "Hiçbir şey bilmiyorsun! Ne lahanası? Ortanca çiçeği o."

Uygar kahkaha attı, hortumu eline aldı, musluğa ilerledi ve suyu açıp hortumu çiçeklere doğru tuttu. Ama suyu o kadar şiddetli açmıştı ki çiçeklerimin yaprakları su yüzden darbe alıyordu. ''Ya Uygar!'' dedim. ''Öyle mi sulanır o çiçekler? Dallarını koparacaksın. Köklerine tut, köklerine.''

''Ben daha uyanamadım herhalde.'' dedi hafif esneyerek.

''On saat uyuduğuna bahse girerim.'' dedim.

''On saat uyuyan senin kocan bence. Ben sadece beş saat uyudum. Bir kahve içmem lazım acil.''

Küreği bırakıp Uygar'a ilerledim. ''Sana inananda hata. Ver bakalım şu hortumu sen bana.'' dedim, hortumu Uygar'ın elinden aldım, çiçeklerin köklerini sulamaya başladım. Başımla az önce bıraktığım küreği gösterdim. ''Şu küreği al, saksıların köklerini havalandır.''

Uygar zaten bu komutu bekliyormuş gibi benim az önce durduğum yere ilerledi, yere çöktü, küreği aldı ve saksıların köklerini hafif hafif kazmaya başladı. Bir yandan bahçedeki çiçekleri suluyor, bir yandan da Uygar'ı izliyordum. ''Deniz uyanmadı mı?''

''Uyanmadı.'' dedim. ''Uyuyor hala.''

''Nasıl peki? İyi mi?'' dedi, kurumuş bir yaprağı çöp kutusuna attı.

''Nasıl olsun Uygar? Bu yaşadığı kaçıncı aynı şey? Aklı allak bullak. Güney'e ne olacak mesela? Eser'in kimliği ortaya çıktı, biz nasıl bir yol izleyeceğiz? Richard hangi cehennemin dibinde? Milyon tane problem var. Hepsini aynı anda düşünmekten yoruldu.''

Uygar bir süre sessiz kaldı, sonra hafifçe başını iki yana salladı. ''Bak bence Deniz'in beyninde şu an o kadar çok sekme açık ki bilgisayar olsa fanı yanardı.'' dedi, küreği toprağa sapladı. ''Ama ne yapalım? Kapat. deyince kapanmıyor ki bu hayat. Mecburen arka planda bir yerde Güncelleme tamamlanıyor, programı kapatmayın. yazısı dönüyor.'' Sonra başını bana çevirdi, minik bir gülümsemeyle güldü. ''Ama merak etme, biz buradayız. Sen çiçek sulamaya devam et, ben de kazmaya devam edeyim. Deniz de biraz kendini güncellesin. Uyandığında bomba gibi olur o, eminim.''

Başımı iki yana sallayıp neredeyse tüm üst dişlerimin göründüğü bir şekilde güldüm. ''Yani sen şimdi bana, Sistem hata verirse, bir yeniden başlat, düzelir. mi diyorsun?''

Uygar küreği topraktan çıkarttı ve diğer çiçeğin kökünü kazmaya çalıştı. ''Evet ama olur da bir aksilik olursa teknik servis burada sonuçta.'' dedi, göğsünü hafifçe yumrukladı.

Minik bir kahkaha attım, suyu bir süreliğine durdurdum. ''Senin teknik servisliğine güvenseydik hala Windows 98 kullanıyor olurduk Uygar.''

İki elini havaya kaldırdı, dramatik bir şekilde bedenini hafice geriye eğdi. ''Yani bu evde bir teşekkür edilmiyor arkadaş. Şu bahçeyi en baştan kazsam, yine de Küreği yanlış tuttun. dersiniz.

''Drama queenliğin üstünde yine.'' dedim, suyu tekrar açtım. Bir yandan da gülmeye devam ediyordum. ''Hadi lafa tutma da şu kökleri düzgün kaz.''

''Bence sizin en büyük probleminiz ne biliyor musun?'' dedi diğer saksının başına geçerken.

''Ne?'' dedim tek kaşımı kaldırıp.

''Evren, Güney, Richard falan değil. Asıl düşman, bu evde kimsenin kahve makinesiyle barışık olmaması. Sabahın yedi buçuğunda çiçeklerini kazdığım çiftin evinde bana filtre kahve yapılmıyor. Skandal.''

''Asıl skandal ne biliyor musun?'' dedim, bana Ne? der gibi baktı. ''Sabahın yedi buçuğunda burada olman.'' Üstüne başına baktım, t-shirt ve casual bir pantolon giymişti. ''Haline bakılırsa şirkete de geçmeyeceksin buradan.''

''İnşaat mühendisliği yapmayı çok isterdim ama hayat öyle tuhaf ki bir bakıyorsun serseri bir civcivden Çiçek öyle sulanmaz, toprak öyle kazılmaz. diye direktif alır hale geliyorsun. Adacım seni inanılmaz seviyorum ama eğer burada bir bahçıvana dönüşürsem Miray'a nasıl açıklarım bilmiyorum gerçekten.''

''Hadi çok konuşma da söyle.'' dedim dudaklarımı birbirine bastırmadan hemen önce. ''Gerçekten bu saatte neden buradasın?''

"Kocana sor onu." dedi Uygar omuz silkip. Ben daha Ne? bile diyemeden cebindeki telefon titremeye başladı. Ekrana baktı, yüzünde hafif bir sırıtış belirdi. "Bak kim arıyor?" dedi ve telefonu kulağına götürmeden önce bana dönüp göz kırptı. "Alo?"

Deniz'in sesi arka planda boğuktu ama duyabiliyordum. "Uygar, benim güzel sabah bahçıvanım, seni çok meşgul etmedim umarım?"

Uygar güldü. "Yok be kardeşim, toprağı kazıyorum, pancar ektim biraz, belki salatalık ekeriz diye Ada'yla tartışıyoruz."

Ben hortumla onu dürtme girişiminde bulundum ama tutturamadım. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

Deniz'in sesi bu kez daha canlı geldi. "Ada'yı kızdırma. Yoksa pancake diye seni atar tavaya.'' Başımı kaldırıp odamızın camına baktım. Deniz bizi izliyordu.

Uygar suratını buruşturdu, sesini biraz yükseltti. "Yani sen beni hem çağır, sonra da karının önünde beni tehdit et. Kral sensin vallahi."

"Zevzeklik etme." dedi Deniz, sesi daha da alaycıydı. "Gel dedik de bu kadar erken gelinir mi?"

Uygar bana dönüp telefonu eliyle işaret etti. "Bak hâlâ pişkinliğine pişkinlik katıyor." dedi. "Deniz Aladağ, seninle bu telefonda kavga etmeyeceğim çünkü şu saksının toprağını havalandırmam lazım."

Ben gözlerimi devirip kahkaha attım. Deniz de gülerek karşılık verdi. "Neyse, birazdan iniyorum. Lütfen Ada'yı daha fazla sinirlendirme. Karım toprak meditasyonuyla iç huzur bulmaya çalışıyordu muhtemelen, seni görünce huzuru terk etmiş gibi görünüyor."

Uygar telefonu gülerek kapattı. "Bak senin kocana, sabah sabah espri formunda zirve yaptı."

"Deniz haklı." dedim, gülerek. "Benim meditasyon yapan bir ruh halim vardı, şimdi o halimden eser yok."

Uygar küreği savurarak toprağı yavaşça karıştırdı. "O zaman bu sahneyi şöyle bitirelim." dedi tiyatral bir ses tonuyla. "Ada Aladağ, bu sabah sizinle bahçecilik yapmak benim için bir şerefti.''

"Çiçekler adına teşekkür ederim." dedim. "Ama onlara da bir psikolog ayarlamak lazım. Bu kadar stres, bu kadar laf... Kökleri bunalıma girer."

Üstünü silkeledi. "Benim sevgilim halleder, psikolog ya kendisi." deyip arkasını döndü ama bir yandan da kahkahasını bastıramıyordu.

''Evlenin artık.'' diye onu darladım. ''İki yılı aşkın süredir berabersiniz ama daha evlenme teklifi bile etmedin.''

''Nasıl edeceğim Ada? Sen döndüğünden beri nelerle uğraşıyoruz baksana.''

Büyük bir vicdan azabıyla ona baktım. ''Bizim yüzümüzden kendi hayatınıza bakamıyorsunuz.''

''Kardeşler arasında olur böyle şeyler.'' dedi, omuz silkerek. ''Bakarız illa.''

''Ama teklif etmeyi düşünüyorsun değil mi?'' dedim kaşlarımı kaldırıp. ''Oyalamıyorsun değil mi onu?''

''Ya Adacım mümkün mü öyle bir şey? Sadece uygun zamanı kolluyorum. Bir de aklımda hiçbir fikir yok. Şok etkisi yaratsın istiyorum. Hiç beklemediği bir anda mesela.''

''Anladım, aklıma bir şey gelirse söylerim.'' dedim ama bu işlerden anlamıyordum. Aklıma bir şey gelmesi imkânsız gibi bir şeydi. ''Deniz seni ne zaman çağırdı?'' dedim. ''Erken uyudu o dün akşam, uyumadan önce de sana yazmadı bildiğim kadarıyla.''

''Sabaha karşı yazmış, beşe doğru. Uykusunda bile huzurlu değil. Kim bilir neden uyandı da yazdı bana.'' dedi içli bir sesle.

''Hiç fark etmedim ben.'' dedim, ben onu deliksiz uyuyor zannederken o uyanıp uğraştığımız dertleri düşünüyordu.

''İşle ilgili konuşalım demiş.''

"Anladım." dedim, daha çok kendimle konuşmuştum.

Uygar bana baktı. "Bak Adacım... Biliyorum, bıktık. Ama bazı savaşlar var ya, sen kapıyı kapatsan da o bacadan giriyor. Neyse ki biz artık nasıl savaşacağımızı biliyoruz. Ve yalnız değiliz. Unutma bunu."

''Unutmuyorum ama çok yoruldum Uygar. Yani biliyorsun önceden Melih, Özgür, Cemre vardı. Şimdi de Evren'le başladık, Richard'dı, Victor’du derken. Yetişemiyoruz hiçbirimiz.'' dedim.

Tam o sırada Deniz yanımıza geldi. Uygar gözlerini devirdi. "Kraliyet mensubu ferman buyurmaya mı geldiler?"

"Günaydın.'' dedi, kolunu boynuma sardı, alnıma kocaman bir öpücük bıraktı. ''Kolay gelsin karıcım.''

''Günaydın sevgilim.'' dedim.

Uygar bize ayıplarcasına baktı. ''Bana kolay gelsin yok mu?''

''Karımı çileden çıkarıyorsun Uygar.'' dedi Deniz bıkkın bir sesle. ''Demeyeceğim sana kolay gelsin.''

''Sabah sabah yargısız infaz. Aladağlarda adalet bu demek ki!"

''Yalan mı?'' dedim kaşlarımı çatarak. Deniz'e döndüm. ''Sevgilim, Uygar benim çiçeklerimi lahanaya benzetti.''

Deniz dudaklarını birbirine bastırdı, Uygar'a kısa bir bakış attı. ''Hadi sen git, kahve yap. Birazdan geliriz biz de.''

''Şükür ya.'' dedi Uygar. ''Şükür, biri kahve teklif etti.''

Hortumu üzerine fırlatır gibi yaptım. "Yürü git!" dedim ama gülüyordum. "Ve çiçeklerime lahanaya benziyor deme artık, bak seni gerçekten sulayıp toprağa gömerim."

"Ben canlı canlı toprağa girmeden uçuyorum." dedi Uygar ve kış bahçemize doğru yürüdü.

Başımı hafifçe kaldırıp Deniz'in bedeninden uzaklaştım. "İyi misin sevgilim?"

"İyiyim güzelim." dedi, başparmağıyla alnımın kenarını sildi. "Mimar, ressam ve şimdi de bahçıvanlık. Karımın daha başka ne yetenekleri var acaba?"

"Yetenekten sayılır mı bilmem ama seni çok seviyorum. Devasa seviyorum hem de."

Deniz beni iyice kendine bastırdı ve kış bahçesine doğru yürüttü. "Ben seni daha çok seviyorum ama şimdi bunu tartışmayalım bence."

"Olur." dedim. Ardından hızlıca ekledim. "Bugün kütüphaneye gitmek istiyorum ben."

"Yorulmadın mı sen günlerdir?" dedi şaşkın bir sesle. "Bugün evde kalalım diyordum ben."

"Ama çok merak ediyorum, görmek istiyorum kütüphanemi."

"Bence bugün evde kalalım, yarın beraber gideriz. Olmaz mı?" dedi ikna etmek ister gibi bir sesle.

"Ama kütüphaneden sonra okula da gitmek istiyordum. Diplomamı soracaktım." dedim masum bir sesle.

"Tamam işte yarın hem kütüphaneye hem de okula gideriz." dedi geçiştirir gibi.

"Ama ben Selay'ın bebeği için hediye almak istiyordum. Çocukluk hayalim bu benim. Onun çocuğuna ilk hediye alan kişi ben olmak istiyorum."

"Onu da yarın hallederiz Ada." dedi. "Ben bugün evden çıkmak istemiyorum ve senin çıkmanı da istemiyorum." dedi, ses tonu yumuşaktı ama kararlıydı.

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım, dudaklarımı büzdüm. "Ama neden?" dedim usulca. Sesimde itiraz yoktu, sadece anlamaya çalışan bir naz vardı. "Kütüphanemi merak ediyorum, diplomamı almak istiyorum, hediye almak istiyorum. Biliyorum, hepsi saçma geliyor ama bilmiyorum Deniz, hayatın normale dönmesini çok istiyorum ben."

Deniz gözlerimin içine baktı. Bir süre hiçbir şey demedi, sanki ne söyleyeceğini tartıyordu. Sonra kolunu boynumdan geçirip beni kendine daha çok yaklaştırdı. "Ben de istiyorum hayatın normale dönmesini Ada." dedi. "Ama bugün değil."

Başımı hafifçe yana eğdim, sesim iyice yumuşadı. "Böyle kaçamayız ki. Sanki evde kalınca dışarıda hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettiriyor bu. Ama oluyor Deniz. Dışarısı bizim dışımızda da dönmeye devam ediyor. Biz evde saklansak bile tehlike orada duruyor. Koral, Victor, Richard. Hâlâ oradalar."

Deniz başını benim başıma yasladı, gözlerini kapattı. "Biliyorum." dedi fısıltıyla. "Bugün Uygar'la konuşacağız işte onları."

Hafifçe başımı salladım. "Tamam." dedim. "Bugün evde kalalım. Ama söz ver bana. Yarın çıkacağız."

Deniz gülümsedi, parmak uçlarıyla saçlarımı yana itti. "Söz. Ama önce kahvaltı. Hani bana pancake yapacaktın sen?"

Hafifçe kıkırdadım. "Ama yanına muz koymayacağım. Muzdan pek hoşlanmıyorum."

"Çilek?" dedi gözlerini kocaman açarak.

"Çilek olur. Hatta yanına biraz da beyaz çikolata." dedim gülümseyerek. Kış bahçesinden içeriye girmiş, mutfağa doğru ilerliyorduk.

Deniz bir an duraksadı. "Bazen her şeyi bu kadar sessiz ve normal görünce daha da kötü hissediyorum." dedi. "Sanki birazdan bir şey olacakmış gibi. Bir telefon çalacak, biri kapıya dayanacak ya da içeri biri girecekmiş gibi. O kadar alışmışım ki bir şeylerin bozulmasına. Bu sakinlik bile huzur değil, sadece fırtınadan önceki sessizlik gibi geliyor artık."

"Evrene kötü mesaj göndermeeee." dedim sondaki e'yi uzatarak.

"Nasıl bir mesaj göndermeliyiz peki evrene?" dedi Deniz. Mutfağa girmiştik.

Uygar mutfak masasına çay bardaklarını koyarken bir anda durdu ve büyük bir şaşkınlıkla bize baktı. "Ben Evren'e mesaj falan göndermem!" dedi. "Baştan söyleyeyim. Başka birinden gönder ne mesaj göndereceksen."

Uygar'ın cümlesiyle hem Deniz hem de ben aynı anda başımızı çevirip ona baktık.

"Ne?" dedim şaşkınlıkla.

"Ne diyorsun Uygar?" dedi Deniz kaşlarını çatarak.

Uygar ellerini iki yana açtı, yüzünde ciddiymiş gibi yapmaya çalışan ama alaycı bir ifade vardı. "Az önce duydum. Evren'e kötü mesaj gönderme. dedin." dedi bana bakarak. Sonra Deniz'e döndü. "Sen de dönüp Nasıl bir mesaj göndermeliyiz peki Evren'e? dedin. Ben de diyorum ki Evren'e mesaj falan göndermem. Adamı anmak bile istemiyorum, bırak mesajı!"

Bir iki saniye sustuk, sonra Deniz'le aynı anda kahkahayı patlattık.

"Uygar." dedim kahkahamı durdurmaya çalışırken. "Uygar biz kâinat olan evrenden bahsediyoruz. Yıldızlar, galaksiler, gökyüzü falan.’’

Uygar kaşlarını çatıp bize baktı. "İyi de sabah sabah beynime sızdınız resmen. İnsan bir açıklama yapar. Yani ben burada düşman olan Evren zannedip içsel savaş moduna geçtim, siz galaksilerden bahsediyormuşsunuz. Yazık değil mi bana?"

Ben hâlâ gülüyordum. "Ama düşün, mesaj yollamışız Evren'e. Adam açıyor telefonu ve şey diyor; Merhaba, burası Evren. Mesajınızı aldım. Sizi yok etmeye geliyorum."

Deniz kahkahama eşlik ederken Uygar elleriyle havada dramatik bir çember çizdi. "Yazıklar olsun, şimdi de dalga konusu oldum." dedi.

Hala gülerken buzdolabından yumurta ve süt, kiler dolabından un, şeker, vanilya ve kabartma tozu çıkardım. "Neyse, kimler pancake yiyor?"

"Beeeen!" dedi Uygar sevinçle. "Üstüne çikolata da istiyorum."

Gülümsedim ve pancake yapmaya başladım. Deniz ve Uygar da diğer kahvaltılıkları hazırlıyordu.

"Sarp ve Eser de gelecek mi?" dedi Uygar.

Deniz başını iki yana sallarken bir yandan da dolaptan peyniri çıkarıyordu. "Hemen değil. Belki akşam çağırırım. Bilmiyorum. Eser için endişeliyim."

"Bu ara pek dışarıya çıkmasın o bence. Ortalarda görünmemesi gerekiyor. Savaş onu uzun süre saklayamaz."

Deniz başını salladı. "Güney denen yavşak orospu çocuğundan haber var mı?"

"Yoğun bakımdaymış hala, gözetim altında tutacaklarmış birkaç gün. Evren'in intikamı ağır olur Deniz. Benden söylemesi."

"Şimdilik sessiz görünüyor." dedi Deniz.

Uygar zeytinleri servis tabağına koyarken bize döndü. "Fırtına öncesi sessizlik olabilir." dedi. ''İnşallah baltayı taşa vurmayız.''

''Umarım.'' dedi Deniz.

''Sizinkilerle hala bozuk musun sen?'' dedi Uygar. ''Eren anlatmış herhalde Melis'in başına gelenleri. Beni aradı Fatih abi. Melis iyi mi diyor.''

''Seni arayana kadar Melis'in kendisini arasalarmış ya.'' dedi Deniz. ''Tabii yüzleri yoktur, o yüzden.''

''Ben herhangi bir yorum yapamayacağım. Aranıza girmek istemiyorum. Yani sizin evde büyüdüm, Canan abla ve Fatih abinin emeği çoktur bende.'' dedi Uygar Deniz'i yumuşatmak istercesine. Ama Deniz'in hiç de yumuşamak ister gibi bir hali yoktu.

''Ya Uygar.'' diye araya girdi Deniz. ''Ben onları daha kaç kez affedeceğim? Ada'nın babasını katil zannettikleri için Ada'dan ayrılmamı istediklerini unutmadım daha ben. Şimdi bir de annemin üvey kardeşiyle uğraşıyorum. İnsan bir merak eder, küçük de olsa bir sorumluluk alır ama nerde? Nasıl olsa Deniz halleder. Deniz süper kahraman ya çünkü.''

''İyi de Deniz Evren'in üvey dayın olması Canan ablanın suçu değil ki. Deden gitmiş zamanında bir halt yemiş. Annen ya da baban bu durumda ne yapabilir? Asıl suçlu deden.''

''Ölmüş heriften hesap sormam imkânsız olduğuna göre, yaşayanlarla mücadele etmeye devam edeceğim artık ne yapalım.'' dedi ve devam etti. ''Ayrıca kendi gibi şerefsiz bir çocuk yetiştirmesi de tam ona yakışır bir hareket.''

''Bir şekilde bunları da atlatacağız Deniz. Hep böyle kalacak hali yok ya.''

''Ben mecbur muydum Uygar uğraşmaya? Yani o kadar sıkıldım ki her şeyi bırakıp, kimsenin bilmediği bir yere gitmek istiyorum bazen.'' dedi, kısa bir nefes verdi. ''Ada'yla birlikte.''

''Oldu canım, ben ne yapacağım sonra?''

''Eşek kadar adam oldun Uygar. Ayrıca ben evliyim, evli. Düş yakamdan artık.'' dedi Deniz şaka yollu bir sesle.

''Öyle olsun Deniz Bey.'' dedi Uygar kırılgan bir sesle.

''Bak mesela.'' dedi Deniz, masaya geçtik, tabaklarımızı doldurmaya başladık. ''Normalde Ada'yla birlikte iki kez evlilik yıldönümümüzü kutlamamız gerekiyordu değil mi bizim? Peki kutladık mı? Hayır.'' dedi, mutsuz bir ifadeyle başını iki yana salladı. ''İki sene, üç buçuk aydır Ada benim karım ama biz sadece yirmi altı gündür beraberiz. Yirmi altı gün Uygar. Bunu hak ediyor muyduk?''

''Hak etmiyordunuz elbette.'' dedi Uygar. "Neyse bak herkes sağ salim yaşıyor. Kimseye bir şey olmadı." Deniz başını onaylarcasına salladı. "Melis de daha iyi. Çok şükür bunu da atlattı." diye Devam etti Uygar. Deniz’in de Uygar'ın da yüzü düşmüştü.

Konuyu değiştirdim. ''Bence bugün bunlardan bahsetmeyelim.'' dedim ve elimi uzatıp Deniz'in elini tuttum.

Deniz’in gergin bedeni elimin elini bulmasıyla rahatlamıştı, yüzüne kaygısız bir ifade takınıp bana gülümseyerek baktı. ''Mesela neyden bahsedelim?''

Gözlerimi kıstım, dudaklarımı aşağı doğru kıvırdım. ''Hmmm, bir düşüneyim.'' dedim ve dirseğimi masaya koydum, başımı avuç içime yasladım, üç parmağımı avuç içime doğru kıvırdım, işaret parmağımı şakağıma değdirdim. ''Buldum!'' dedim büyük bir aydınlanmayla. ''Ben mezun oldum ama sen bana diploma hediyesi almadın. Üstelik mezuniyetim için kutlama yemeğine bile çıkmadık.'' Alt dudağımı aşağı sarkıttım ve üzülüyormuş gibi yaptım. ''Bunu konuşabiliriz. Üstelik kütüphanemin hangi aşamada olduğunu bilmiyorum. Açılış organizasyonu da planlamadık mesela. Çok güzel bir açılış olsun istiyorum.''

Deniz gülümsedi. ''Ne kadar düşüncesiz bir kocayım değil mi ben?'' dedi özür diler gibi. ''Ne istiyorsun sevgilim? Sana ne hediye alayım?''

''Bir şey istemiyorum.'' dedim. ''Yani satın alacağın bir şey istemiyorum.''

''Peki ne istiyorsun?'' dedi gözlerini kısarak.

''Şirketin yapacağı ilk işin mimarisiyle ben ilgilenmek istiyorum. Yani ne yaptıracaksan artık. Hastane, otel. İçinin mimarisini ben yapmak istiyorum.''

Deniz ve Uygar birbirine baktı, Deniz'in tereddüt ettiğini anladığımda biraz da olsa kalbimin kırıldığını hissedebiliyordum. ''Bunun için biraz erken değil mi?'' dedi Deniz kaşlarını kaldırıp bana bakarken. ''Yeni mezun oldun ve geçmişte çok büyük bir projen olduğunu zannetmiyorum.''

Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde yutkundum. ''Ben Fransa'da.'' dedim. ''Ozan'ın mimarlık ofisinde çalışırken.'' dedim ve derin bir nefes aldım. ''Bir sürü projelerim oldu.''

''Ne mesela?'' dedi, ifadesi ciddiydi ama büyük bir otelin ya da hastanenin mimarisini tamamen bana bırakmayacağını belli eden bir sesi vardı. ''Kafe, restoran, güzellik salonu?'' dedi, yaptığım işler tam olarak bunlardı ama Deniz'in küçümsemesi o kadar zoruma gitmişti ki neredeyse ağlayacaktım.

''Bir hastane, otel ya da konaklama merkezinin de üstesinden gelebilirim.'' dedim çatallı bir sesle. ''Ben istersen, sana yaptığım işlerin görsellerini gösterebilirim.''

''Sen şu an bir iş görüşmesinde değilsin Ada. Eski işlerini referans olarak gösterme gibi bir çabaya girme bu yüzden. Bir otel ya da hastane mimarisi henüz altından kalkabileceğin şeyler değil. Biraz tecrübe edinmen gerek.''

''Hiç proje yapmadan nasıl tecrübe kazanacağım Deniz?'' dedim.

''Küçük şeylerle başlamalısın. Az önce de dediğim gibi. Kafe, restoran, belki bir kuaför, güzellik salonu. Böyle yerler işte.'' dedi Deniz ve çatalını tabağın kenarına bırakıp geriye yaslandı.

''Anladım.'' dedim. ''Haklısın.'' Uzatmak istemiyordum çünkü uzatırsam daha çok kırılacağımı biliyordum. ''Boş verelim o zaman. Söylemedim say.'' Uygar bana kırıldığımı anlamış gibi bakarken Deniz'in bakışları kaçamaktı. Ben öyle demek istemedim. der gibi bakıyordu ama söylediğine pişman olmuş biri gibi de durmuyordu. ''Doydum ben.'' dedim, çatalımı bıraktım ve ayaklandım.

''İyi de daha hiçbir şey yemedin.'' dedi Uygar.

''Pancake yedim ya, doydum baya.'' dedim. ''Size afiyet olsun.''

Mutfaktan çıkıp koşar adımlarla merdivenlerden çıktım ve çalışma odasına girip boş tuvalin başına geçtim. Ağlamak istemiyordum, ağlamamak için de resim yapmaya karar vermiştim.

 

Canım çok sıkılmıştı. İçimdeki kırgınlık ne kadar susturmaya çalışsam da sesini yükseltiyordu. Deniz'i de anlıyordum, iş konusunda çok gerçekçi ve katıydı fakat ben onun karısıydım, bana hiç mi güvenmiyordu?

 

Boyaları ve fırçaları çekmeceden çıkarttım, tekrar tuvalin önüne geçtim. Ne çizmek istediğimi bilmiyordum, renkleri karıştırdım. Sarıdan, maviden ve yeşilden biraz aldım. Fırçayı tuvale dokundurmadan önce biraz düşündüm. Bizi çizmek istiyordum. Fransa'dayken onlarca kez denediğim ama bir türlü başaramadığım resmi çizecektim. Denizin Ortasında Bir Ada.

 

Eski resimde çizdiğim ada kuraktı, siyahtı, üzerinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Etrafını boyadığım denizin rengi maviydi, soğuktu. Ama ben bu sefer, her zaman baharı yaşayan yemyeşil bir ada çizecektim. Etrafıma çizdiğim denizin rengi ise mavinin sıcacık bir tonu olacaktı.

 

Gülümsedim ve fırçayla tuvalin dört kenarını boyamaya başladım. Renk mavi ve yeşilin ortak bir tonuydu ve baktıkça insanın içi açılıyordu.

 

Dokunuşlarımla birlikte içimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Deniz'in sözleri ağırdı, evet. Ama içimdeki inanca onun da anlamasına ihtiyacım vardı. Bir yandan tuvalin etrafını mavi-yeşil renklerle sararken, içimde fısıldayan bir ses Pes Etme. diyordu. Belki de Deniz haklıydı, belki büyük projeler için erkendi ama ben başlamalıydım.

 

Tuvaldeki ada yeşil ağaçlarla büyürken, ben de içimde büyüyen umudu hissediyordum.

 

Bir kez daha fırçayı tuvale sürdüm, bu sefer daha cesur ve daha kararlıydım. Renkler canlanıyor, resim hareketleniyordu. İçimde sıkışan o kırgınlık, biraz olsun yerini umuda bırakmıştı.

 

"Yapabilirim." dedim. "Neden yapamayacakmışım ki? Hem kendi demiyor muydu hep bana, İnandığın bir şeyi savunmaktan asla vazgeçme. diye? Vazgeçmeyeceğim işte.''

 

Kapının çalmasıyla fırçayı elimden düşürdüm çünkü yine dalgın anıma denk gelmişti. "Girebilir miyim?" dedi kapı sesiyle aynı anda kulağımı bulan ses.

 

Fırçayı almak için yere eğilirken "Gel Uygar." dedim.

 

Uygar yavaşça yanıma geldi ve resmime uzun uzun baktı. "Bu baya iyi olmuş, tamam eskisi de çok iyiydi ama buna bayıldım."

 

"Teşekkür ederim." dedim, zar zor gülümsedim. "Beğenmene sevindim."

 

"Yine aynı yere mi asacaksın bunu?" dedi hala resmi incelerken. "Salona?"

 

"Bilmem ki. Düşünmedim." dedim. Tuvali boyamaya devam ettim. "Olabilir. Eğer Deniz de isterse."

 

"Neden istemesin? Bayılır o buna."

 

Omuz kıstım. "Neyi isteyip neyi istemediğini pek kestiremiyorum."

 

"Kızgın mısın ona?" dedi pürüzlü bir sesle. Çekinir gibi bir hali vardı. "Büyük bir proje için sana onay vermedi diye?"

 

"Yoo." dedim ama sesimin beni ele verdiğine emindim. "Şirket onun şirketi Uygar. Hangi projede kimin çalışacağına o karar verir yani doğrusu bu değil mi?" dedim ve yeni bir fırça alıp karıştırdığım renklere batırdım.

 

"Deniz iş konusunda çok gaddar." dedi başını iki yana sallaya sallaya.

 

"Biliyorum, daha önce de söylemiştin." dedim. "Ona karşı gelecek değilim."

 

Uygar kısa bir süre sustu. İçli bir nefes alıp devam etti. "İstersen senin için onunla konuşabilirim. İkna ederim belki."

 

Uygar'a kısa bir bakış atıp tekrar resme döndüm. "Bu, birilerinin onu ikna etmesiyle gerçekleşmesini istediğim bir şey değil ki Uygar. Ben Deniz'in bana güvendiği için büyük bir projeyi bana emanet etmesini istiyorum."

 

"Haklısın." dedi ama sonra devam etti. "Ama ben seni böyle üzgün görmek istemiyorum."

 

"Ben iyiyim." dedim, tekrardan gülümsedim. "Gerçekten."

 

"İş hayatındaki Deniz gerçekten hiç çekilmiyor." dedi. "O benim en yakın arkadaşım. Kardeşim. Onun için canımı veririm ama iş konusunda çok fazla kuralcı. Her şey mükemmel olsun istiyor."

 

"Yani ben bir işi mükemmel yapacak bir seviyede değilim? Böyle mi anlamalıyım?" dedim dudağımı aşağı sarkıtarak.

 

"Aa, hayır Ada! Öyle demek istemedim." dedi Uygar telaşla, bir adım bana yaklaştı. "Senin yeteneğin konusunda en küçük bir şüphem yok. Sadece... Deniz'in kafasında her zaman bir plan vardır ya, bazen ona uymayan en iyi fikirler bile gözünden kaçabiliyor. Bunu seninle ilgili bir yetersizlik gibi algılaman çok haksızlık olur sana."

 

Sustum. Fırçamın ucundaki boyayı tuvale sürerken gözüm renklerden çok bulanıklaşmış kenarlarda dolaşıyordu. Uygar'ın sesi yumuşaktı ama kelimeleri içimdeki kırılgan yerlere çarpıyordu.

 

"O sadece riski sevmiyor. Ama bu sana güvenmediği anlamına gelmez. Bence o da bunun farkında değil henüz."

 

Başımı hafifçe eğdim. Gözlerimi kıstım, bir şey demek istemedim. Çünkü konuşursam içimde tuttuğum o burukluk ağzımdan dökülecekti.

 

"Çoktan pişman olmuştur da söylemeye gururu izin vermiyordur. Eminim senin hazır olduğunu anlayacak hem de çok kısa bir süre içinde."

 

Kafamı kaldırdım, Uygar'a baktım. Gözlerinde samimi bir ışık vardı. Ne Deniz'e yaranmaya çalışıyor gibiydi ne de bana teselli veriyor gibiydi. Sadece gerçeği söylüyordu.

 

"Teşekkür ederim." dedim sessizce. "Bunu duymaya ihtiyacım vardı galiba."

 

Uygar gülümsedi. "Her zaman buradayım, unutmuyorsun değil mi?"

 

"Asla." dedim büyüyen bir gülümsemeyle. ''Sen ne için gelmiştin? Bir şey mi oldu?''

 

''Deniz Çalışma odasına geç, birazdan geleceğim. dedi.''

 

''O zaman benim çıkmam lazım, doğru mu anladım?'' dedim kaşlarımı kaldırarak.

 

''Yoo.'' dedi. ''Kalabilirsin Ada. Deniz'in senden gizlisi mi var?''

 

''Yoktur da şu an hiç işle ilgili bir şeyler konuşasım yok ya. Bugün off günümdeyim. Kapattım kendimi. Hiç dış dünyayla ilgilenmek istemiyorum.'' dedim fırçamı su doldurduğum kabın içine atarak.

 

''Yoruldun değil mi?'' dedi yorgun bir sesle.

 

''Yoruldum.'' dedim. ''Ve ben bugünü sadece kendime ayıracağım.''

 

Uygar yüzüme neşeyle baktı. ''Ne yapacaksın? Geleneksel kız rutinleri mi?''

 

''Geleneksel kız rutinleri nasıl oluyormuş?'' dedim kaşlarımı çatıp.

 

''Yani ne bileyim?'' dedi omuz kısarak. ''Miray boş zamanlarında saçlarına, yüzüne falan maske yapıyor. Sonra o halde bütün gün sosyal medyada takılıyor.''

 

''Hmm.'' dedim. ''Hiç fena bir fikre benzemiyor. Ama ben salondaki koltuğa yayılıp, beynimi kullanmamı gerektirmeyen televizyon programları izlemeyi düşünüyordum.''

 

''Bak o da çok iyi bir fikir.'' dedi minik bir kahkahayla.

 

Ben sadece gülümsemekle yetinirken konuyu da değiştirdim. ''Ben artık gidiyorum Uygarcım. Sıkıcı iş toplantısından bunalırsan ben aşağıdayım. Birlikte çiçek yetiştirme belgeseli falan izleriz. Malum, pek anlamıyorsun ya.''

 

''Ha ha çok komik.'' dedi. Güldüm ve tuvalin yanındaki sepetten bir örtü alıp yapmakta olduğum resmi kapattım. ''Neden kapattın üstünü?''

 

''Deniz'e sürpriz yapmak istiyorum.'' dedim, kısa bir nefes verdim. ''Öteki resmi yırttım ya ben, Deniz'e yenisini yapmak istediğimi söyledim. O da bana Yeni bizi çiz. demişti. Öteki resme baktığında bir mutsuzluk seziyordu insan ister istemez. Çünkü ben o resmi Deniz'i tanımıyorken ve yalnızken yapmıştım.''

 

''Ama bu öyle değil.'' dedi Uygar. ''Cıvıl cıvıl, içinde büyük bir sevgi olduğu çok belli. Tıpkı şimdiki siz gibi.''

 

''Öyle.'' dedim.

 

''Seni çok seviyor.'' dedi.

 

''Hayatta hiçbir şeyden emin değilim ama bana olan sevgisinden eminim Uygar. Aynası olduk biz birbirimizin. Beni, benim duygularımdan korumak için yapıyor ne yapıyorsa.''

 

''Biliyor musun Ada?'' dedi gözlerini kısıp. ''Deniz'i en iyi tanıyan kişinin hep ben olduğumu düşünüyordum. İlk kez biri beni solladı.''

 

Sağ gözümü kırptım ve kocaman gülümsedim. ''Aramızda minik de olsa bir fark olsun Uygarcım.'' dedim, dostça sol koluna dokundum ve kapıya doğru ilerledim. ''Hadi bana müsaade.''

 

''Görüşürüz.'' dedi Uygar, çalışma odasından çıktım, odamıza girdim, giyinme odasına geçtim ve sanki üzerimdeki kıyafetler zaten rahat değilmiş gibi daha rahat kıyafetlerden aramaya başladım. En sonunda siyah diz altı tayt ve Deniz'in t-shirtlerinden birini giydim, saçımı topuz yaptım ve aşağı inip mutfağa girdim. Masa toplanmış, bulaşıkları bile dizilmişti. Kimin yaptığını bilmiyordum ve açıkçası bugün ilgilenmek de istemiyordum.

 

Kiler dolabından iki paket cips çıkardım, büyük bir kâseye doldurdum. Buzdolabından iki bira aldım, salona geçtim, televizyonun tam karşısındaki koltuğa oturdum. Deniz ortalarda görünmüyordu, aldırmadan başımı geriye yasladım. Tokanın olduğu yer başıma baskı uyguladığı için tokayı çözdüm, bağdaş kurdum, kumandayı aldım, ücretli film uygulamalarından birini açtım, Fransızcayı unutmamak için orijinal dili Fransızca olan bir film buldum. Daha önce izlenmiş görünüyordu. Deniz'in izlediğini tahmin etmek zor değildi, filmi oynattım. Arkama yaslandım ve kâseyi bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerine koydum. Bir yandan cips yerken bir yandan da filmi izliyordum.

Film aşk ve dram filmiydi. Aşka da drama da bayılıyordum, bu filmi de seveceğime emindim. Zaten Deniz'in sonuna kadar izlediği bir filmdi, kötü olduğunu düşünmüyordum. Kocam zevkli biriydi. Zevkli olmasa benimle evlenmezdi.

 

Sen neden böyle şeyler düşünüyorsun Ada? Bilmiyordum. Sanırım beynim kendini tamamen kapatmıştı. Daha dakikalar evvel Uygar'a beynimi kullanmayı gerektirmeyecek programlar izleyeceğimi söylerken şimdi beni drama boğacak ve kafa yoracak bir film izliyordum. Eski bir filmdi, filmin başkahramanı görme yetisini yavaş yavaş kaybeden ve sokakta yaşayan ressam bir kadındı. Bir de onu çok seven ve yine sokakta yaşayan bir adam vardı. Tanıtımında yazılana göre birbirlerini çok seviyorlardı ama bir noktada hayatları başka yönlere gidiyordu. Tekrar bir araya gelip gelmeyeceklerini bilmiyordum.

 

Büyük bir yudum bira aldım. Sabahın on buçuğunda neden bira içtiğimi bilmiyordum ama iyi gidiyordu.

 

Filmin birinci saatinde iki tane birayı bitirmiş, yenisini almak için mutfağa gidip dolabı açmıştım. İki bira daha alıp salona döndüm, az evvel durdurduğum filmi yeniden oynattım. Gözyaşlarım asla durmuyordu. Zaten hayatın kendisi dram doluyken neden böyle dramatik filmler yapıyorlardı? Roma neden yanıma gelmeyi reddetmişti? Deniz neden bana güvenmeyerek beni üzmüştü? Ben neden hala abuk sabuk şeyler düşünüyordum?

 

Bu soruların cevabını düşünmek istemiyordum. Tek istediğim şey filmi kapatıp bahçeye çıkarak bahçe salıncağına uzanmaktı. Ama kumandadaki kapatma düğmesini bulamıyordum. Filmi kapatmaktan vazgeçip bira şişelerini aldım, Fransız camdan yapılmış olan ve bahçeye açılan kapıya yürüdüm, kapıyı açtım, panduflarımı çıkarttım ve çıplak ayakla toprağa basarak bahçe salıncağına ilerledim. Etraftaki adamlar bana anlamsız bakışlarla bakarken hiçbirini umursamadım. Bir şişeyi yere bıraktım, bahçe salıncağına uzandım, üçüncü şişe biramdan büyük bir yudum aldım. Filmde geçen repliklerden biri aklımdan çıkmıyordu. Rüyana giren insanları sabah uyanınca aramalısın.

 

Deniz'den ayrıyken onu her gece rüyamda görmüş, her uykumdan ağlayarak uyanmış ve onu asla arayamamıştım Bu replik bana o günleri hatırlatmıştı. Şimdi Deniz hemen metrelerce uzağımda duruyor olsa bile o günlerin acısı hep içimde bir yerlerde sancılanıyordu. Yanımda olduğu için çok mutluydum ama yine de ruhumda genel bir mutsuzluk ve huzursuzluk hâkimdi.

 

Bir yudum bira daha aldım. Gökyüzü bembeyazdı ama bulutlar kapkaraydı. Yağmur mu yağacaktı bilmiyordum. Deniz'e döndüğümden beri çok şey yaşamıştık ama sanırım hiçbiri Deniz'in başaracağıma olan güvensizliği kadar beni üzmemişti. Bu yüzden mi bu kadar dağılmıştım? Bu sorunun cevabını bilmiyordum. Cevabı olmayan sorulardan nefret ediyordum.

 

Üçüncü şişe biranın da sonuna geldiğimde üzerimdeki ağaç yapraklarını inceledim. Hepsi aynı gövdeye aitti ama hepsinin başka hayatları vardı. Mesela bazıları yere yakındı, bazıları göğü görüyordu, bazıları minicik rüzgârda bile dalından kopuyor, kökünün ait olduğu yere, toprağa düşüyordu. Bazıları kuşlara yuva oluyordu. Bazıları güneşe doyuyor, bazıları da gölgeye mahkûm oluyordu. Yaprak olmak gerçekten çok zordu.

 

Gözlerimi kapattım, geçmişte yaşadığım bazı anılar göz kapaklarımın önüne serilmişti. Selay'la sokakta oynuyorduk. Selay bana Bir gün oğlum olsa keşke. diyordu. Ben de ona Hayır senin kızın olsun, benim oğlum olsun. diyordum. Bir türlü anlaşamıyorduk. Selay sonra bana kıyamayıp benim istediğimi kabul ediyordu. Sonra da Düşünsene Ada aynı anda hamile kalsak ne güzel olur, arkadaş olur çocuklarımız. diyordu.

 

Gülümsedim, gözlerimi açtığımda gözyaşlarım şakaklarıma doğru akmıştı. Selay hayalini yaşıyordu ama bensiz yaşıyordu. ''Allah'ım lütfen.'' dedim ama gerisini getiremeden hıçkırıklara boğuldum.

 

''Yenge iyi misin?'' dedi bir ses. Çok tanıdıktı ama anımsayamıyordum. Başımı kaldırıp gözyaşlarımı sildim. Gelen Hakan'dı.

 

''İyiyim Hakan, yalnız bırakır mısın beni?'' dedim. Sesim planladığımdan daha sert çıkmıştı. Ona böyle bir tavırla yaklaşmak istemezdim ama neden sadece işini yapıp orada öylece dikilmiyor ve beni rahat bırakmıyordu?

 

''Pek iyi görünmüyorsunuz.'' dedi, sesi yaptığına pişman olmuş gibi çıksa da işin işten geçtiğini pek tabii o da anlamıştı.

 

Kolumu zar zor kaldırıp elimdeki boş şişeyi ona uzattım. ''Bunu alıp atar mısın? Bak şurada da.'' dedim, diğer elimle yere koyduğum şişeyi gösterdim. ''Şurada bir şişe daha var. Onu açar mısın bana? Eğer yaparsan eminim ki daha iyi görünürüm.''

 

Hakan ne yapacağını bilemez bir halde bana bakarken elimdeki boş şişeyi aldı. Yerdeki şişeyi de aldı, dolu şişeyi bana uzatacağını umarak elimi ona uzattım ama o dolu şişeyle yanımdan uzaklaşmaya başladı. Elim havada kalmıştı. ''Hakan nereye gidiyorsun sen?'' dedim doğrulmaya çalışarak. Başım o kadar dönmüştü ki elimi yüzüme götürüp şakaklarımı bastırdım. ''Ah.'' dedim, tüm dünya dönüyordu. ''Bak zaten başım dönüyor, getir o şişeyi bana.'' Hakan telefonunu çıkarttı, kulağına götürdü. ''Hayır bak sakın Deniz'i arama.'' dedim. ''Ya sana ne benim alkolümden, biramdan? Ben de senin patronun değil miyim? Sözümü dinle yoksa kovarım seni.''

 

Salıncaktan kalktım, zincirine tutundum ama adım atamıyordum, başım daha da dönmüştü, olduğum yerde sendeledim. ''Deniz Bey, bahçeye gelir misiniz?... Ada Hanım iyi görünmüyor... Biraz sarhoş gibi.''

 

''Sarhoş falan değilim!'' dedim bağırarak. Deniz'in de sesimi duyması gerekiyordu.

 

''Elimde dolu bir şişe var, onu almak istiyor... Ayakta zor duruyor... Anlamadım... Ama... Peki.'' dedi Hakan. Telefonu kapattı, yanıma geldi, bira şişesini açıp bana verdi ve beni salıncağa oturttu.

 

‘’Ben de sana birayı vermeni söyledim. Aksini mi söyledim? Söylemedim. Ne oldu? Deniz söyleyince veriyorsun da ben söyleyince niye vermiyorsun şişeyi? Tabii Deniz deyince akan sular duruyor.'' dedim. Hakan endişeli gözlerle bir yandan bana bir yandan da kapıya bakıyordu. Salıncağa tekrar uzanıp nefes bile almadan beş yudum birayı mideme gönderdim, gözlerimi kapattım. ''Yalnız bırak beni.'' dedim. Ama kulaklarım uzaklaşan adım sesi falan duymamıştı. ''Hakan gider misin artık?'' dedim, gözlerim hala kapalıydı. Hakan gitmiyordu. "İyi gitmezsen gitme." dedim. Boş olan elimi havaya kaldırıp gökyüzüne hayali şekiller yapmaya başladım ve bir şarkı mırıldandım.

 

Güneş doğdu avuçlarımda,

Bahar yüzümde

Hayat okşar ruhumu, derinlerde

Bilen var mı aklım nerde?

Alıp götürdün

Sormak gelir içimden,

Rüzgâr mısın, aşk mısın?

 

Bir uzun yoldan geldim,

Ardım bomboş

Aşk yolundan dönmem,

Derdim kimler sarhoş?

 

"Tamam Hakan git sen." dedi bir ses. Gökyüzüne şekiller çizdiğim elimi indirmem ve gözlerimi açmam aynı saniyeye denk gelmişti. Gözlerimi açar açmaz Deniz'in gözlerini görmüştüm.

 

Bakışları önce çıplak olan ayaklarıma, sonra kısa taytıma, oradan da ince t-shirtüme kaymıştı. "Ooo Deniz Beyler de teşrif etmişler." dedim. Tam bir yudum daha bira içecektim ki Deniz şişeyi elimden hızla aldı. Biranın neredeyse yarısı üzerime dökülmüştü. "Dikkat etsene Deniz! Üzerime döktün!" diye bağırdım. "Ver biramı." diyerek şişeye uzandım. Deniz şişeyi yere fırlattı. Doğruldum. Kalkmaya çalıştım. Kalkamadım. "Ya sen neden yere atıyorsun benim biramı?" Deniz kızgınlık ve kırgınlıkla karışık bir ifadeyle başını iki yana salladı. Bana doğru eğildi ve bir kolunu bacaklarımın altına bir kolunu da sırtıma koydu, birkaç saniye sonra kollarının arasında kalmıştım. "İndir beni, hava alıyorum ben. Bahçede kalacağım."

 

"Hava 12 derece Ada. Bu halde bahçeye mi çıkılır? Üzerine niye bir şey almadın? Amacın ne senin? Zatürre mi olmak istiyorsun?"

 

Eklemlerim kollarında çırpınamayacak kadar eylemsizlik gösteriyordu. Uzuvlarımı hareket ettirmemi sağlayacak olan bilinci kaybetmek üzere olduğumu fark ettim. "Bırak beni Deniz." dedim. Deniz beni bırakmadı, döktüğüm dillere rağmen beni odamıza çıkardı, banyoya soktu, üzerimdekileri çıkardı. "Başım dönüyor."

 

"Döner." dedi kısaca.

 

"Midem de bulanıyor." dedim.

 

Yine kısaca yanıtladı. "Bulanır." dedi, yüzümü yıkadı. "Kusacak mısın?"

 

"Bilmiyorum." dedim, beni dikkatle inceledi. Sanki kusup kusmayacağımı tartıyordu.

 

Kusmayacağıma ikna olmuş olmalı ki "Tamam gel." dedi, beni tekrardan kucakladı, odaya götürdü, yatağa narince bıraktı. "Bekle burada." dedi.

 

"Gitme." dedim. Neredeyse ağlayacaktım.

 

"Gitmiyorum, hemen geleceğim." dedi, giyinme odasına girdi, sadece bir dakika sonra elinde kıyafetlerle geri döndü. Üzerime sweatshirt, altıma da eşofman giydirdi. Ayaklarıma dokundu. "Ayakların buz gibi olmuş. Pandufların nerede senin?"

 

"Salonda." dedim kısık bir sesle. "Çıplak ayakla toprağa basınca negatif enerjimiz düşüyor ya, ben o yüzden çıkardım." Sesim bir çocuk kadar masum ve af dileyen bir tondaydı.

 

"Üzerine neden bir şey almadın?" dedi, ayaklarıma çoraplarımı geçirdi.

 

"Üşümüyorum ki." dedim. Deniz içine derin bir nefes çekti, sabırla gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. Sonra usulca beni yatağa yatırdı, üzerimi örttü. Elini yorganın kenarına bastırırken yüzünde yorgun ama sevecen bir ifade vardı. "Ama uykum yok ki benim."

 

"Uyuma o zaman." dedi omuz silkip. Sesi yorgundu ama alttan alta bastırdığı gülümsemesini de hissedebiliyordum.

 

"Niye yatırdın beni?" diye sordum sitemli bir sesle.

 

"Çünkü benim uykum var." Başını hafifçe yana eğdi, gözlerini kıstı.

 

"Ama sen erken uyudun, çok da uyuduk biz. Sadece sabaha karşı uyanmışsın sen, Uygar'a mesaj atıp tekrar uyumuşsun. Yani bu da büyük bir kayıp sayılmaz ki." Deniz bana cevap vermek yerine yanıma uzandı, kendi üzerine de yorganı çekti, başımı göğsüne koydu ve beni iki koluyla da sarıp saçlarımı öptü. "Uygar nerede? Yalnız bıraktın onu."

 

"Gitti Uygar." dedi alçak bir sesle.

 

"İş mi konuştunuz?"

 

"Evet." dedi geçiştirir gibi.

 

"Ben yeni bir resim yapıyorum biliyor musun?"

 

"Biliyorum. Tuvalin üzerini kapatmışsın."

 

"Bakmadın değil mi? Bakmadım de."

 

"Bakmadım." dedi başını hafifçe sallayarak.

 

"Sence Selay'ın bebeği erkek mi olacak kız mı olacak?" diye sordum aniden. Parmaklarımı göğsünde gezdiriyor, kalp atışlarını dinliyordum.

 

"Bilmem, erkek olur herhalde. Sen öyle hissediyormuşsun ya."

 

"Erkek, kesin erkek." dedim. Boğazımdaki düğüm konuşmamı zorlaştırmaya başlıyordu, o yüzden çabucak konuyu değiştirdim. "Salondaki duvar saati durmuş bu sabah. Tik tak etmiyordu hiç."

 

Deniz bir şey demedi. Elini saçlarıma götürüp başımı okşamaya devam etti. Yorganın altında parmak uçlarım titriyordu. "Bence pillerini değiştirmeyi unuttuk. Ya da belki de zamanı durdu. Hani bazı filmlerde olur ya, bir şey olur ve saat birden çalışmaz. O an önemli bir andır ya..." diye mırıldandım, sonra sustum. Düşüncelerim hızla akarken ağlamamı engellemek için çenemi sıkıyordum.

 

Deniz başımı göğsüne biraz daha bastırdı. "Değiştiririz." dedi yumuşak bir tonla. "Pilleri."

 

Başımı salladım. Bir süre tavanı izledim. Göz kapaklarım ağırlaşıyor gibi oldu ama uyanık kalmak için direndim. "Bir rüya gördüm dün gece." dedim fısıltıyla. "Annem vardı. Mutfağa girmişti. Elinde çaydanlık vardı ama çaydanlık boştu. Yüzü görünmüyordu. Ama o olduğunu biliyordum. Rüyanın ortasında birden çocuk halime döndüm, ona sarılmaya çalıştım ama birden yok oldu annem."

 

Deniz'in kalp atışları hızlanmış gibiydi. Başımı kaldırıp gözlerine baktım, sonra hemen geri göğsüne yaslandım. "Bir keresinde... Lise birdeydim sanırım, okulun koridorunda herkes çok gürültü yapıyordu, ben de sessizce camdan dışarıya bakıyordum. Sonra birden ne oldu biliyor musun?"

 

"Ne oldu sevgilim?"

 

Kıkırdadım. "Müdür arabasını park ederken önündeki arabaya çarptı." Daha da güldüm. "O kadar geniş bir alandı ki ama park edemedi Deniz. Uçak bile dönerdi oradan."

 

"Sonra ne oldu?" dedi Deniz biraz gülerek.

 

"Bilmiyorum." dedim gülerek. "Ben de hatırlamıyorum. Ama çok üzgün hissediyorum şu an. Kafam güzel diye olabilir mi?"

 

Deniz kısık bir sesle güldü. "Olabilir." dedi. Yorganın altından elimi tuttu.

 

"Bir de şey var." dedim, sesimi iyice yumuşattım. "Sana hiç söylemedim ama çocukken yatağın altına saklanırdım, beni kimse bulmasın diye. Ne tuhaf, değil mi? Yalnız kalmak için saklanırdım ama biri gelip bulsun diye de içim içimi yerdi."

 

Sustuğumda oda sessizliğe gömüldü. Kulağımda sadece Deniz'in nefesi ve kalbi çarpıyordu. Sessizlik dayanılmaz hale gelmeden tekrar konuyu değiştirdim.

 

"Yarın kahvaltıda menemen yapalım mı?" dedim, sesimi aniden neşelendirmeye çalışarak. "Ama biberli olsun ve soğansız. Soğansız yapalım olur mu?"

 

Deniz sadece "Olur." dedi. Ama öyle bir tonda söyledi ki her şeyi anladığını hissettim. Sessiz bir anlama haliydi bu. Bana Ağlayabilirsin, buradayım. demeyen ama İstersen hiç ağlama, ben seni böyle de anlıyorum. diyen bir hali vardı.

 

Gözlerimi kapattım. Gözyaşlarım onun göğsüne doğru akarken fark ettirmemeye çalıştım. "Ben küçükken dayımın evinde bir çay bardağı vardı, biliyor musun? Şöyle biraz yamuktu. İşte onu kimse sevmezdi ama ben onu hep seçerdim. Neden bilmiyorum."

 

Deniz başını hafifçe salladı, bir eliyle saçlarımı karıştırırken diğer eliyle yorganı düzeltti. Beni bölmüyordu. Bu laf kalabalığımın aslında ağlamaktan kaçmanın başka bir yolu olduğunu biliyordu.

 

"Bir keresinde o bardaktan su içiyordum, salonda. Sonra televizyon patladı. Gerçekten! Işıklar gitti, içinden duman çıktı. O an yani o an bardağı elimde tutuyordum ya, birden suçlu hissettim. Sanki ben yaptım. Ne alaka?" dedim, gülmeye çalışarak. Ama sesimdeki kırılganlık bastırılamayacak gibiydi.

 

"Sen kendini neden hep suçlu hissediyorsun?" dedi Deniz yavaşça.

 

"Hayır ya, ne alakası var?" dedim çabuk konuşarak. "Ben sadece yani, bazı şeyler olurken hep oradaydım. Olmasa mıydım acaba? diyorum bazen. Sanki ben oradaysam kötü bir şey oluyor gibi. Saçma biliyorum."

 

Gözlerimi tavana diktim, sonra başımı yeniden Deniz'in göğsüne gömdüm.

 

"Bir şey daha var. Çocukken yengemin çantalarını karıştırırdım. O zamanlar çantalar dev gibiydi. İçinde koca bir dünya olurdu. Ruj, minik ayna, bozuk para, sakız. Yengem fark etmesin diye her şeyi aynı yere koyardım geri. Ama bir defasında sakızın üstündeki kâğıdı yırtmışım. Fark etti o da. Hiçbir şey demedi ama biliyordum. Yani yargılamadı ama sessizce kırıldı gibi. O an sanki küçüldüm. Minicik oldum." dedim. Gözlerim akmak için direnen yaşlarla dolmuştu. "Ben büyüyememişim gibi hissediyorum bazen. Sence büyüdüm mü?"

 

"Büyümüşsün." dedi Deniz.

 

"Hayır, gerçekten soruyorum. Mesela bazı insanlar kendi alanlarında çalışarak çok başarılı oluyorlar. Büyük oldukları için mi başarılı oluyorlar? Sen küçük olduğum için mi başaramayacağımı düşünüyorsun? Hani büyüktüm?"

 

Deniz saçlarımın üstüne sıcak bir nefes bıraktı. "Başaramayacağını düşünmüyorum Ada." dedi kısaca. "Başaramayacağını düşünen aslında sensin. Başarısız olup sonunda üzülmekten çok korkuyorsun ama bunun farkında bile değilsin. Ben bununla yüzleşmeni istemiyorum. Ayıldığında bu konuyu detaylıca konuşacağız. Böyle sarhoşken olmaz."

 

"Ben sarhoş değilim." dedim. Kısa bir duraksamadan sonra fısıltıyla ekledim. "Bir gün gider misin?"

 

Deniz başımı göğsüne bastırdı. "Hayır."

 

"Yani belki de gitmelisin. Çünkü ben bazen kendi içimden bile kaçıyorum. Sen nasıl dayanıyorsun bana?" Cevap vermedi. Elini başımın arkasına koydu, ensemi sevmeye başladı. Gözlerim kapanmaya başladı ama son bir çabayla tekrar konuşmaya çalıştım. "Birkaç saat sonra sen benden nefret eder misin acaba? Böyle konuştum ya, ağladım da sayılır, ağlamamış gibi yapıyorum ama biliyorsun işte."

 

"Hayır Ada." dedi.

 

"Ne hayır?"

 

"Senden nefret etmem."

 

Sonunda susmuştum. Belki sonunda ağlamaya bile gerek kalmamıştı. Gözlerim kapandı ve dünya sessizleşti.

 

Gözlerimi yarı açtığımda burnum Deniz'in göğsüne dayalıydı. Önce burnum sonra ciğerlerim onun kokusuyla dolarken kolumu ona sardım. Onun yanı dünyanın en güzel yeriydi.

 

''Uyandın mı sonunda?'' dedi Deniz dinç bir sesle. Kaç saattir burada böylece yattığımızı bilmiyordum.

 

Deniz'in kollarının arasından ayrıldım ve doğrulup saçlarımı geriye attım. ''Başaramamaktan korktuğum falan yok.'' dedim pürüzlü bir sesle. ''Başaramayacağımı düşünmüyorum. Bunu düşünen sensin. Yapamayacağımı düşünüyorsun ama başaramayacağımı düşündüğümü iddia ederek beni manipüle ediyorsun Deniz.''

 

Deniz derin bir nefes aldı ve başını yastığa atıp gözlerini kapattı. ''Harika, karım beni hiç tanımamış.'' dedi, büyük bir hızla yataktan kalktı, yorganı yatağa savurdu ve banyoya doğru yürüdü.

 

''Başaramayacağıma inanmamı istiyorsun çünkü bana güvenmiyorsun. İzin vermeyen taraf olmamak için de benim vazgeçmemi istiyorsun. Ama merak etme Deniz, seni uğraştırmayacağım. Çünkü vazgeçtim. Zaten benim neyime büyük otel, hastane mimarlığını yapmak?'' dedim, yataktan kalktım odadan çıktım ve aşağı indim. Banyoya girdim, yüzümü yıkadım, dağılmış görünüyordum. Saçlarımı toplamak istedim ama bu banyoda benim hiçbir şeyim yoktu, tokam da yoktu. Banyodan çıktım, mutfağa girdim. Kahve makinesine kahve koydum, demlenmesini beklerken camdan dışarıyı izledim. Yağmur yağıyordu, fısıltıya benzer sesler duyduğumda mutfağın bahçeye açılan kapısını açtım, verandada birileri konuşuyordu.

 

''Abi valla bıktım. Biz burada korumalık mı yapıyoruz, özel güvenlik mi sağlıyoruz yoksa evin hizmetini mi görüyoruz? Ne yapıyoruz? Bak zamanında Ülkü abla vardı. Evin işini yapıyordu. Şimdi onun yaptığı işi biz yapıyoruz. Neden çağırmıyorlar onu hala?'' dedi bir ses, Mert'in sesi olmalıydı.

 

''Sana ne oğlum?'' dedi Hakan. ''Bize mi kaldı bunu düşünmek? İster çağırır ister çağırmaz.''

 

''Tamam da abi ben bu işe girerken kahvaltı masası toplamak ve bulaşık makinesini yerleştirmek diye bir madde yoktu.''

 

''Sen işinden şikâyet mi ediyorsun?'' dedi Hakan ayıplar gibi. ''Deniz Bey bize kaç para maaş veriyor, oturup şükretmiyorsun da yaptığın işten şikâyet ediyorsun.''

 

''Canımız burnumuzda yaşıyoruz.''

 

''Bunu bile bile girmiyor musunuz zaten işe? Beğenmeyen çeker gider.'' dedim, ne ara mutfaktan çıktığımı ve neden konuşmalarına müdahale ettiğimi bilmiyordum. İkisi de şaşkın gözlerle beni izliyordu. ''İşin yok mu senin Mert? Burada oturmuş patronunu iş arkadaşına şikâyet ediyorsun.''

 

''Ada Hanım.'' dedi kekeleyerek. ''Ben öyle demek istemedim.''

 

Başımı iki yana salladım. ''Yazık. Deniz hepinizle ayrı ayrı ilgileniyor, yetmiyor ailelerinizle ilgileniyor. Böyle mi vefa gösteriyorsun sen?''

 

''Yenge, Mert öyle demek istemedi.'' dedi Hakan.

 

''Sen karışma Hakan. Ben gayet iyi anladım Mert'in ne demek istediğini.'' dedim, gözlerimi Mert'ten bir saniye bile ayırmamıştım. ''Eğer bir kez daha böyle bir konuşmaya denk gelirsem kovarım seni Mert.''

 

''Özür dilerim Ada Hanım.'' dedi Mert. Onu birkaç saniye izledim ve mutfağa dönüp kapıyı kapattım. Kahvenin piştiğini ısrarlı bir sesle bana bildiren makineyi kapattım. Kahveyi fincana koydum, sandalyelerden birine oturdum. Kahvaltıdan beri masada duran cep telefonumu aldım. Bir yudum kahve içtim. Sarp Instagram'dan üç tane komik video göndermişti. Savaş ve Güneş ortak WhatsApp grubumuza yüzlerce mesaj atmıştı. Selay ultrason görüntüsünü atmıştı.

 

Önce Selay'ın mesajına cevap verdim. O doğduğunda en çok seveceğim.

 

Sonra Savaş ve Güneş'in mesajlarını okudum. Her zamanki abi kardeş tartışmalarını yapıyorlardı. Müdahale etmeden sohbetten çıktım. Bir yudum daha kahve içtim. Başım çatlıyordu.

 

Sarp'ın attığı komik videoları izledim. Sonra ona Neredesin? yazdım. O cevap verene kadar rehberime girdim ve Ülkü ablayı aradım.

 

''Ülkü abla merhaba, Ada ben.'' dedim sevimli tutmaya çalıştığım bir sesle.

 

''Kuzum nasılsın?'' dedi, sanki karşısında olsam kemiklerimi kırana kadar bana sarılacakmış gibi bir sesi vardı.

 

''İyiyim Ülkü abla. Ben şey diyecektim. Deniz bahsetti mi bilmiyorum ama sen artık bizimle çalışmaya dönsen ya?''

 

''Bahsetti kızım. Ada'yla konuşup haber vereceğim ben sana dedi ama dönmedi daha sonra.''

 

''Hmm.'' dedim konuya vakıfmışım gibi. ''Evet. Konuştuk biz. Gelebilir misin artık buraya?''

 

''Gelirim kuzum, gelmem mi? Ne zaman geleyim?''

 

''Yarın olur mu?'' dedim, sonra hemen ekledim. ''Ama şey, biz artık yatılı çalışmana gerek olmadığını düşündük.''

 

''Ondan da haberim var kızım. Deniz söyledi bana. Akşam yemeğinizi hazırlayıp doğruca evime gideceğim.''

 

Gülümsedim. ''O zaman yarın görüşmek üzere.''

 

''Görüşürüz pamuk kızım.'' dedi. Telefonu kapattım, Sarp'ın mesajını açtım. Beykoz'dayım. Ne oldu? yazmıştı.

 

''Hiç, canım sıkılıyor. Dışarı çıkalım mı?'' yazdım. Sarp saniyeler içinde çevrimiçi oldu.

 

''Sen bana böyle bir mesajı en son Fransa'da yaşıyorken attın. Bir sorun mu var? Deniz'le çıksana dışarı.''

 

''Yok, onunla bozuğuz. Birkaç saat onu görmesem daha iyi.''

 

''Ne oldu kızım, düzgün söylesene.''

 

''Konum at.'' yazdım. Ayağa kalktım. ''Geldiğimde anlatırım.''

 

Merdivenlerden çıkıp odamıza girdim. Deniz belinde havluyla banyodan çıkıyordu, dikkatimi dağıtmasına izin vermeden giyinme odasına doğru yürüdüm. Bana giydirdiği sweatshirtü çıkartıp yere attım, eşofmanı da çıkartıp bir yere savurdum. Dolabı açtım, kısa kollu, lila rengi, belimi ve göbeğimi açıkta bırakan, ince bir kazak giydim. Altına koyu renk, mini kot etek giydim. Etekle aynı renk bir kot ceket aldım ve odaya döndüm. Deniz sorgulayan bir ifadeyle bana bakıyordu.

 

''Dışarı çıkacağım, Sarp'la buluşacağız.'' dedim, Deniz cevap vermek yerine kaşlarını havaya kaldırmıştı. ''Beykoz'a gidiyorum.'' dedim, yine cevap vermedi. Tepkisizliğine aldırmadan odadan çıktım, aşağı indim, beyaz Jeep'in anahtarını aldım. Sözde benim olan arabayı beş kez bile kullanamamıştım.

 

Evden çıktım, yağmur durmuştu, garaja ilerledim. ''Garajın kapısını açın.'' dedim Hakan, Mert ve adını bilmediğim diğer çocuğa. Üçü de bana aklımı kaybetmişim gibi bakıyordu. ''Garajın kapısını açar mısınız?'' dedim bu sefer. Üslubum olumlu bir etki yaratmamıştı. Deniz'i aradım. ''Adamların garaj kapısını açmıyor.'' dedim.

 

Deniz sesli bir nefes verdi. ''Bekle.'' dedi, telefonu kapattı. Birkaç saniye sonra Hakan'ın telefonu çaldı. ''Buyurun Deniz Bey... Tamamdır.'' dedi Hakan. Garajın kapısını uzaktan kumandayla açtı, hızlı adımlarla ilerledim. Arabamın kilidini açtım, motoru çalıştırdım. Bahçe kapısına geldiğimde kapının açılmasını bekledim ama kimse kapıyı açmamıştı. Camı indirdim. ''Kapıyı açar mısınız?'' dedim sakin tutmaya çalıştığım bir sesle. Sabrım tükenmek üzereydi. ''Ben bu arabaya bahçede dolaşmak için binmedim. Açın şunu, dışarı çıkacağım.''

 

''Deniz Bey bizden birinin götürmesini istedi Ada Hanım.'' dedi Hakan.

 

Önce Hakan'a, sonra Mert'e, sonra da adını bilmediğim çocuğa baktım. Hakan'a söylediklerimi yapmadığı için çok kızgındım. Mert'e de bizim dedikodumuzu yaptığı için çok kızgındım. O yüzden ikisinin de benimle gelmesini istemiyordum. ''Adın ne senin?'' dedim adını bilmediğim çocuğa.

 

'Samet.'' dedi çocuk çekingen bir sesle.

 

''İyi, sen gel benimle.'' dedim.

 

İzin alır gibi Hakan'a baktı. Hakan başıyla onaylayınca Samet ön kapıyı açtı ve yanıma oturdu.

 

Yolculuğumuzun yirminci dakikasında Bluetooth'a bağlanıp bir şarkı açıp sesi de sonuna kadar açtım. Samet bu durumdan hoşlanmış gibi durmuyordu. Umursamadım.

 

Telefonu çaldığında şarkının sesini kıstı. "Buyurun efendim." dedi. Deniz'le konuşuyor Ada! "Bilmiyorum efendim." dedi Samet. Acaba Deniz ne soruyordu da Samet bilmiyordu. "Sarp'a sorun isterseniz."

 

Sarp'a sorun dediğine göre benim nereye gittiğimi öğrenmeye çalışıyordu. Nereye gittiğimi bana sormak yerine Samet'e sorması sinirlerimi oldukça bozmuştu. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. Samet bir anda irkilse de aldırmadım ve dokunmak için elini uzattığı ses düğmesinin üzerini elimle kapatıp şarkıya bağıra bağıra eşlik ettim. Samet o sırada bağıra çağıra Deniz'le iletişim kurmaya çalışıyordu.

 

Senin de hiç sevmediğin gibi
Bıçaklar, silahlar
Kanlar ve yaralar (yaralar)
Havalarda uçuşurken


"Ada Hanım'a sormamı ister misiniz efendim?" dedi Samet son sesiyle. Sonra yine son sesiyle ekledi. "Ada Hanım ses düğmesinin üzerini kapattı Deniz Bey. Kısamıyorum sesi." Güldüm ve şarkıya devam ettim.

 

En sevdiğin gibi

Şaraplar, yataklar

Öpüşler ve düşler (ve düşler)

Havalarda uçuşurken

"Tamam Deniz Bey." Samet telefonu kapattığında ben de sesi kıstım.

Ben gökyüzünü tutamam
Yıldızları çalanlar var
Bu karanlığın
Sebebi onlar

Sözlerimi tutamam
Hayalleri çalanlar var
Bu vazgeçişimin
Suçlusu onlar

 

"Ne güzel şarkı değil mi?" dedim sanki az önce Samet'in konuşmasını sabote etmemişim gibi sevimli bir sesle. Samet benimle aynı fikirde olmadığını açıkça belli eden bir ifadeyle duruyordu. Bana cevap vermemişti ve yol boyunca ağzını hiç açmamıştı.

 

Yolculuk bittiğinde arabadan indim ve anahtarı Samet'e bıraktım. Sarp bir kafede oturuyordu. Bilgisayarının ekranına o kadar dalmıştı ki geldiğimi bile fark etmemişti. ''Geldim.'' dedim. ''Yine ne işler peşindesin sen?''

 

Sarp sesimle biraz da olsa irkildi ve başını kaldırıp bana baktı. ''Hoş geldin.'' dedi. Kollarını uzatıp dizüstü bilgisayarının iki yanından masaya koydu, ben oturana kadar beni izledi.

 

''Hoş buldum.'' dedim. ''N'aber?''

 

''Haberler sende Ada.'' dedi kaşlarını kaldırdıktan hemen sonra. ''Ne oldu, anlat?''

 

Derin bir nefes alıp yanımıza gelen garsona baktım. ''Hoş geldiniz. Bir şey alır mıydınız hanımefendi?''

 

''Hoş buldum. Menü alabilir miyim?'' dedim. ''Çok açım da.''

 

''Tabii.'' dedi garson. Sonra da hızlı adımlarla uzaklaştı.

 

''Ee.'' dedi Sarp.

 

''Eesi.'' dedim. ''Diploma hediyesi olarak Deniz'den bir otelin ya da hastanenin mimarlığını üstlenmeyi istedim. Ama kabul etmedi. Savunması da ne biliyor musun?'' dedim alaylı bir sesle. ''Ben başaracağıma inanmıyormuşum. Sonunda hayal kırıklığına uğramamam için de böyle bir sorumluluk yüklemek istemiyormuş bana. Asıl başaracağıma inanmayan kendisi.''

 

''Daha önce hiç büyük bir iş yapmadın Ada. Sen hırslı birisin evet ama istediğin şey olmazsa Deniz'in dediği gibi hayal kırıklığı yaşarsın.''

 

''Ne yani sen de mi Deniz gibi düşünüyorsun? Pes! Dostum biliyordum bir de ben seni.''

 

''Dostunum zaten. Ve üzülmeni istemem. Ama sen baya üzgün görünüyorsun.''

 

''İyi değilim Sarp. Yani bilmiyorum. Bunaldım.''

 

''Fransa'dan döndüğümüzden beri bir gün bile durmadın Ada. Orada herkesten uzaktın evet, acı çekiyordun evet. Ama orada en azından güvendeydin. Başımıza sürekli bir iş gelmiyordu. Yorulman çok normal değil mi? Şu son dört-beş günde yaşadıklarımızın yorgunluğunu ben bile atamadım üstümden. Senin toparlanman biraz daha uzun sürebilir. Karaciğerin iflas edebilirdi Ada. Bu kolay atlatılabilir bir şey değil ki.''

 

''Hayattayım sonuçta.'' dedim.

 

''Buyurun.'' dedi garson menüyü uzatırken.

 

''Teşekkür ederim.'' dedim, menüyü aldım ve sayfaları çevirdim. ''Hmm.'' dedim gözlerim sayfalarda gezerken. ''Ben bir Schnitzel alayım. Yanında da patlıcan salatası ve içecek olarak da ayran.'' Menüyü kapattım ve garsona uzattım.

 

''Tabii efendim.'' dedi garson ve koşar adımlarla yanımızdan uzaklaştı.

 

''Sen ilaçlarını içiyor musun?'' dedi Sarp tek kaşını kaldırıp. ''Solgun görünüyorsun.''

 

''İlaç mı?'' dedim şaşkınlıkla. ''İçiyorum ama solgun görünmemin sebebi ilaçlar değil bence. Bugün fena sarhoş oldum.''

 

Sarp gözlerini birkaç kez kırpıştırıp dudaklarını diliyle ıslattı. ''Bir saniye Ada. Ben sana yetişemiyorum. Sarhoş oldum derken?''

 

''Üç tane bira içtim de.'' dedim, arkama yaslandım. ''Deniz buna da sinirlendi tabii.''

 

''Sana inanamıyorum Ada. Doktor sana üç dört hafta alkolden uzak dur demedi mi? Ne birasından bahsediyorsun sen? Deniz sinirlendi diyorsun bir de. Adam yüzde yüz haklı!''

 

''Sen onun tarafında mısın yani?'' dedim hayretle.

 

''Canına kastın mı var Ada senin? Adam seni kaybetmekten korktukça sen tehlikeli işler yapıyorsun. Onun yerinde olsam tüm alkolleri evden kaldırırdım.''

 

''Abartma Sarp.''

 

''Ne abartma? Mantıklı mı sence bu yaptığın?'' Sarp'ın yüzü bir anda ciddileşti. "Bak Ada, bunu söylemek zorundayım. Ne yaptığının farkında mısın gerçekten? Şaka yapıyormuş gibi anlatıyorsun ama ben korkuyorum. Cidden korkuyorum senin için."

 

Şaşırmıştım. Böyle bir tepki beklemiyordum. "Sarp."

 

"Hayır. Bırak şimdi savunmaya geçmeyi. Seni bir daha hastanede görmeye tahammülümüz yok. Anlıyor musun? O geceyi unuttun mu sen? Seni o halde görmek Deniz için ne kadar kötüydü. Ada Deniz orada yıkıldı. Gerçekten yıkıldı." Gözlerimi kaçırdım. Sarp'ın sesi titriyordu. "Sen böyle davranınca bize ne mesaj veriyorsun biliyor musun? Umurumda değil. diyorsun. Yaşasam da olur, yaşamasam da. diyorsun. Ve bu çok ağır Ada. Çünkü seni seven insanlar var. En başta Deniz var. Hepimiz seni ayakta görmek istiyoruz. Ama sen kendine sahip çıkmıyorsun şu an."

 

"Ben sadece." dedim boğazım düğümlenirken.

 

"Sadece ne? Üç bira içmek seni rahatlatacak mıydı? Üç tane lanet bira seni geçmişinden, travmalarından, başarısızlık korkundan kurtaracak mıydı? Bunların cevabını biliyorsun. Neden kendine bunu yapıyorsun?" Boğazım yanmaya başladı. Gözlerim dolmuştu ama ağlamamak için dudaklarımı bastırdım. Sarp biraz daha yumuşamıştı. "Ada. Lütfen. Kendine zarar verme. Lütfen."

 

Kaçacak yer arıyordum. Oysa Sarp haklıydı. Bunu ne kadar dile getiremeyecek olsam da haklıydı. Bu duygusal yoğunluğu kaldıramıyordum.

 

Bir süre sessiz kaldım. Boğazımda yanan o acıyı bastırmaya çalışarak gözlerimi yere diktim. Sonra dudaklarımı hafifçe büktüm, başımı kaldırmadan konuştum. "Yani patlıcan salatası söylemem doğru bir tercih miydi sence?" dedim sessizce.

 

Sarp bir an ne dediğimi anlayamadı. Sonra kaşlarını çattı, dudakları istemsizce kıpırdadı. "Ne?"

 

Başımı kaldırdım, hafifçe gülümsedim. "Ne bileyim, bu kadar dramatik bir konuşmadan sonra, salatayı iptal edip bol

çikolatalı sufle mi söyleseydim acaba diye düşündüm. Moral tatlısı sonuçta."

 

Sarp gözlerini devirdi, sonra başını iki yana sallayarak gülümsedi. "Ada, seninle cidden başa çıkılmıyor."

 

"İşte bu yüzden beni seviyorsun." dedim göz kırpar gibi bir ifadeyle.

 

"Hayır, bu yüzden erken yaşlanıyorum ben." dedi ama gözlerinde sevgi vardı. "Patlıcan salatası iyidir. En azından bira kadar zararlı değil."

 

"Tamam tamam, sustum. Ama sen de bakma öyle, insanın sinirini bozuyorsun. Biraz normal bak. Hani şu dünyanın en haklı dostu bakışını azıcık indir, rahatsız edici çünkü."

 

Sarp başını hafifçe eğip iç çekti. "Moral tatlısı ha?" dedi gülümseyerek. "Tam senlik yaklaşım. Ciddi ciddi patlıcan salatasından sonra sufle söylemeye karar verecek kadar karışık birisin."

 

"Hayatımın özeti bu zaten." dedim omuz silkip. "Patlıcan salatasıyla başlayıp çikolataya bağlamak."

 

"Fransa'da olsa sana kesin şefin sürprizi adını verirlerdi. Bir bakmışsın salatanın üstüne erimiş bitter çikolata dökmüşler." İkimiz de aynı anda güldük. "Fransa demişken." dedi gözlerini kısarak. "Orada da acayip zevklerin vardı. Sabah depresyonla uyanıp akşam beş kadeh şarapla dramatik kapanış yapan tek insandın."

 

"Abartma." dedim gülerek. "O şaraplar lokal üretimdi, kültürel deneyimdi yani."

"Tabii canım. Kültürel deneyim diye diye bizi o köy festivaline sürükledin, sonra da sahnede seni zorla Fransızca şiir okumaya çıkardılar. Ne okuduğunu sen bile bilmiyordun."

 

"Gerçekten neydi o ya?" dedim gözlerimi kısarak. "Sanırım Baudelaire'in bir şeyiydi. Ama benim Cacher yerine Le chat dememle millet alkışlamaya başlamıştı. Ben de gaza gelip dramatik mimiklerle devam ettim."

 

"Yalnız o yaşlı amca sana ayakta alkış tutuyordu. Kesin senin Fransızca bilmediğini anlamıştı ama performansa saygıdan sustu."

 

"O zamanlar Fransızcayı daha yeni öğreniyordum." dedim göz devirerek. "Ayrıca sanat evrenseldir Sarp. O gün bana bunu öğrettiler." dedim gözlerimi kısıp başımı sallayarak.

 

"Evrensel sanat mı?" dedi gülerek. "Ada sen orada Baudelaire yerine kahvaltı menüsü okusan bile alkışlarlardı. Çünkü özgüvenin, Fransız aksanından daha kuvvetliydi."

 

"Ama en komiği, o festivalden sonra seni takip eden köpekti. Arabaya kadar peşini bırakmamıştı."

 

"Ya evet! Hayatımda ilk kez bir köpekle flört ettim. Bana göz kırptı resmen. Benden hoşlandı. Başka açıklaması olamaz."

 

"Sen o gün gömlek giymiştin, belki ona karizma gelmişsindir." dedim gülerek.

 

"Gülmekten gözlerinden yaş gelmişti." dedi Sarp. Sanki o günü tekrar yaşıyormuşuz gibi gülümsüyordu.

 

Başımı yana eğdim. "Lütfen, gözyaşıyla ilgili tek şey senin o festivalde burnunun akmasıydı."

 

Sarp kahkaha attı. "Beni rezil etmenin yirmi birinci yöntemi. Burnumu festival anısıyla bağdaştırman."

 

"Hizmette sınır tanımam." dedim keyifle.

 

"Acı biber yemiştim ve burnum akmıştı. Ne var bunda?" dedi Sarp gülerek.

 

Bir an sustuk. Sessizliği masaya gelen yemeğim ve garsonun "Afiyet olsun." deyişi böldü.

 

"Ayran mı?" dedi Sarp kaşlarını kaldırarak. "Yani ciddi ciddi içtiğin üç biradan utanmadan şimdi ayran içiyorsun?"

 

"Vücut neye ihtiyaç duyuyorsa onu söylüyorum." dedim göz kırparak.

 

"Bence senin vücudun bazen absürtlükle besleniyor. Cidden. Normal insanların savunma sistemi antikor üretir, seninkisi kaos üretip ortamı sabote ediyor."

 

"Sabotaj mükemmeliyettir." dedim gururla.

 

Sarp güldü. "Evet, evet. Sabotajın mimari versiyonu sensin zaten."

 

Garson birer birer tabakları masaya yerleştirirken Sarp yemeğe bakıp başını salladı. "Patlıcan salatası tam istediğin gibi gözüküyor. Schnitzel de fena değilmiş."

 

"Açım ya, şu an Louis'in o meşhur nohutlu ve kuru pancarlı vegan tabağını bile yerim." dedim.

 

"O nereden geldi aklına ya?" dedi Sarp gülerek.

 

"Bilmem. Yediği daha doğrusu yemediği yemekler yüzünden onu hep aç zannederdim. Şimdi kendim de aç olduğum için o geldi aklıma."

 

"Adamın belli bir yemek skalası varsa ne yapsın kızım?" dedi Sarp ve geldiğimden beri masada duran kahvesinden bir yudum aldı.

 

"Bir keresinde seninle tartışmıştı, hatırlıyor musun? Enerjini çok agresif buluyorum. demişti sana." dedim.

 

"Ya evet! Çünkü çayımı yanlışlıkla onun lavanta tentürünün yanına koymuştum. Tüm çakraları karıştı çocukcağızın."

 

"Yine de iyi kalpliydi Louis."

 

"Sürekli güneş gözlüğü takıyordu. Ya gözündeydi ya saçında. Uyuz oluyordum." dedi Sarp. "Kendine yatırımcı diyordu ama sanki James Bond gibi takılıyordu. Her hafta başka bir şehirde, başka bir projede. Sonra hop geri dönüp Çocuklar bence bu ara Paris gayrimenkul piyasası çok hareketli. falan diye akıl verirdi."

 

"Adam yatırımcı Sarp. Gayrimenkul takip etmesinden daha doğal ne var?" dedim. Yemeğimden bir çatal aldım. "Sıkıcı bir yatırımcı değildi. Hep eğlenceliydi. Mesela beni bir gün rastgele bir sanat galerisinin açılışına götürdü, ben oraya mimari bakışla yaklaşırken o duvarlardaki tabloların arkasındaki metrekareyi hesaplıyordu."

 

Sarp güldü. "Yani tam bir rakam adamıymış. Sana sanat eserini bile metrekare fiyatıyla yorumlamıştır."

 

"Kesinlikle!" dedim gülerek. "Hatta bir keresinde, Bu tablo güzel ama keşke bu duvarda bir Starbucks olsaydı. demişti. Hayatı tamamen kira getirisi üzerinden okuyor."

 

"Çok kendine has bir karakterdi." dedi Sarp başını sallayarak.

 

"Aa bak ne hatırladım." dedim gülerek. "Sen, Louis, bir de o komik fırıncı kadın... Neydi isimdi onun?" dedim kaşlarımı çatarak.

 

"Claire!" dedi Sarp kahkaha atarak. "Sana sürekli kek verip Çok zayıfsın, senin canın yok mu? diye söylenen kadın!"

 

"Evet evet, o! Louis onu pek sevmezdi. Bu mahallede kar marjı Claire'in tariflerinden düşük. demişti bir gün." dedim gülerek.

 

"Sen de ona Kek karın doyurur, portföy değil. demiştin." dedi Sarp, gözlerini kısıp bana bakarak. "O an Louis'in suratını hiç unutmam."

 

İkimiz de bir süre gülmeye devam ettik. Sonra ben hafifçe iç çektim. "Bazen çok özlüyorum orayı."

 

Sarp başını salladı. "Ben de. Ama burası da geçecek Ada. Bu karmaşa, bu kaos. Zamanla yerini daha güzel şeyler alacak." Derin bir nefes vererek başımı salladım. Salatamdan bir çatal aldım. "Hiç konuştun mu onunla Türkiye'ye geldikten sonra?"

 

"Evet." dedim ve bir yudum ayran içtim. "Geçen yazmıştı. Marsilya'daymış. Bir marinayı satın alacağından bahsetti. Yaz başında İstanbul'a gelecekmiş. Sarp'ı da al görüşelim. demişti ama o kadar şey olmuştu ki ben mesajına cevap bile vermemişim."

 

"Kesin bir şeyler satın almaya geliyordur. Bir Türkiye kaldı zaten girmediği." dedi Sarp ve ekranına gömüldü.

 

"Sen ne yapıyorsun öyle dikkatli dikkatli?" dedim. "Şundan bir çatal alsana, mükemmel bir salata bu."

 

"Sen gelmeden yedim ben." dedi Sarp. "Yazılım geliştiriyorum. Kod yazmam lazım. Deniz istedi."

 

Kaşlarımı çattım. "Deniz mi istedi? O niye?"

 

"Telefonlarımız için bir güvenlik duvarı oluşturmaya çalışıyorum. Melis'in başına gelen olay bir daha başka kimsenin başına gelmesin diye."

 

"Anladım." dedim başımı sallaya sallaya. "Sen ne zaman ayrılacaksın Savaş'ın yanından? Eser de orada."

 

"Ben yarın başlıyorum kendi işime. Deniz söylemedi mi?"

 

"Yoo." dedim. ''Yani yarın tüm gün bizimlesin öyle mi?"

 

"Ee patronum ne derse o." dedi Sarp, artık buz gibi olduğuna emin olduğum kahvesinden alarak. ''Yarın ne yapacaksınız ki de tüm gün sizinle olacağım?''

 

''Yaniii.'' dedim. ''Okula gidip diplomamı almak için başvuru yapmak istiyordum. Sonra kütüphaneye gidip son hazırlıklara bakacağım. Sonra da Selay'ın bebeği için hediye alacağım. Gerçi bugün olanlar yarınki planları nasıl etkiler bilmiyorum. Deniz belki gelmez ve biz seninle ikimiz hallederiz.''

 

Sarp göz kırpıp bilgisayarına döndü. ''Hallederiz.''

 

Kısa bir nefes alıp konuyu değiştirdim. "Eser için endişeliyim." dedim. "Artık işler iyice yolundan çıktı."

 

"Zaten yolunda değildi." dedi Sarp hafif bir gülümsemeyle.

 

Kısa bir sessizlikten sonra hemen yanımızda duyulan "Afiyet olsun." sesini hemen tanımıştım.

 

Deniz'di. Başımı kaldırıp bizi izleyen gözlerine baktım. "Selam." dedi sessizce. Üzerinde açık keten bir gömlek, yüzünde de huzursuz ama dikkatli bir ifade vardı.

 

"Gelsene." dedi Sarp kısaca. Sandalyeyi eliyle gösterdi.

 

Deniz oturdu. Masada kısa bir sessizlik oldu. Ben tabağıma baktım. Çatalı elimde tutuyordum ama devam edecek hâlim yoktu. "Tesadüf mü bu?" diye sordum. Gözlerimi ona çevirmemiştim.

 

"Hayır." dedi Deniz. "Sarp'tan öğrendim burada olduğunuzu."

 

Boğazımdan yutkunarak geçen o küçük düğümle başımı hafifçe salladım. İçimde bir şey sızladı. "Anladım."

 

Deniz bana döndü. "Konuşmamız gerekiyor."

 

"Ne konuşacağız?" Sesim sakin ama soğuktu.

 

"Sence ne konuşacağız?" dedi Deniz sabırsız bir sesle.

 

Sarp, sandalyesinde biraz geriye yaslandı. Sonra yavaşça ayağa kalktı. "Ben kalkayım." dedi.

 

"Elbette." dedi Deniz hemen.

 

"Kalabilirsin, benim için bir sakıncası yok" dedim uyarır gibi.

 

Sarp başını iki yana salladı, sandalyesinin arkasına astığı ceketini aldı ve hızlı adımlarla masadan uzaklaştı.

 

Deniz bana uzun uzun baktı. "Bunu ne kadar sürdüreceğiz?" diye sordu.

 

"Neyi ne kadar sürdüreceğiz?" dedim anlamamış gibi.

 

"Doydun mu?" dedi sakin bir sesle.

"Evet. Bunu sormak için mi geldin buraya kadar?" dedim kaşlarımı kaldırıp.

 

"Güzel." dedi. Cebinden cüzdanını çıkarttı, hesaptan çok daha fazla olduğunu düşündüğüm parayı masaya bıraktı. Sandalyemin arkalığını tuttu, sandalyeyi geriye çekti ve kelimenin tam anlamıyla beni omzuna attı. Çantamı aldı ve dış kapıya doğru yürümeye başladı.

 

"Ne yapıyorsun sen Deniz?!" diye ufak bir çığlık attım. "İndir beni aşağıya! Ne yapıyorsun sen?"

 

"Karımı eve götürüyorum." dedi çok normal bir sesle.

 

"Ben evde olmak istesem evden çıkmazdım Deniz. İndirir misin beni?"

 

"İndirmeyeceğim." dedi inatla.

 

"Deniz! Sana indir beni dedim." Bacaklarımı sallayarak çırpınıyordum ama bir etkisi olmamıştı. Deniz tüm insanların meraklı bakışları önünde beni arabaya kadar getirmişti.

 

"Tamam indiriyorum." dedi. Beni yavaşça indirdi ve arabasının kapısını açıp binmem için beni yönlendirdi.

 

"Binmeyeceğim bırak." dedim.

 

"Ada senin derdin ne? Karşıdan bakıldığında nasıl göründüğümün farkında mısın sen? Zorbanın teki gibi görünüyorum. Eğer arabaya binmezsen-"

 

"Ne olur arabaya binmezse?" dedi bir ses. "Kız binmek istemiyor. Eşkıya mısın sen? Bırak onu."

"Karışma sen." dedi Deniz bize müdahale eden genç bir adama. Sanırım Deniz'in beni kaçırdığını düşünüyordu. "Karım o benim."

 

"Karınsa karın gibi davran o zaman. Kızı un çuvalı gibi zorla omuzunda buraya getirdin, şimdi de istemediği halde arabaya bindirmeye çalışıyorsun." dedi sinirle. Sonra bana döndü. "Bacım bu adam kocan mı senin?"

 

"Evet." dedim beklemeden.

 

"Zorla mı götürüyor bu adam seni? Şiddet mi uyguluyor yoksa?"

 

"Hayır hayır. Öyle bir şey değil. Duyarlılığınız için çok teşekkür ederim ama sandığınız gibi değil gerçekten."

 

Deniz yumruklarını sıktı ve derin bir nefes aldı.

 

"Bak eğer korktuğun için söyleyemiyorsan-" dedi adam.

 

"Gerçekten öyle değil." diyerek sözünü kestim. "Her şey yolunda." dedim. "İyi akşamlar."

 

Adam inanmasa da inanmış gibi bakarken arabaya bindim, kapımı kapattım. Deniz saniyeler içinde kendi koltuğuna geçip motoru çalıştırdı. Nefes alışverişinden bile sinirli olduğunu anlayabiliyordum.

 

Ama unuttuğu bir şey vardı. O ne kadar sinirliyse ben de o kadar sinirliydim. Bana her şeyden uzaklaşıp biraz nefes alma alanı bile tanımamıştı. Neden beni biraz olsun yalnız bırakmıyordu?

 

"Ne konuşacağız?" dedim sakin tutmaya çalıştığım bir sesle.

 

"Hangisinden başlayacağımı düşünüyorum şu anda." dedi.

 

"Ha. Birden fazla var yani öyle mi?" dedim.

 

''Evet!'' dedi Deniz, ayağını frenden çekti ve hareket ettik. ''Birden fazla var ve biz çözmedikçe dallanıp budaklanacak. Ve ben senin neden böyle davrandığını bile anlayamıyorum.''

 

''Anlayamayacak ne var Deniz? Sen bana hep Kendi doğrundan şaşma. demiyor musun? İnandığın bir şeyi savun. demiyor musun?''

 

''Diyorum.''

 

''İşte ben de yapabileceğime inandığım bir şey istedim senden. Otel, alışveriş merkezi, hastane. Artık ne haltsa. Mimarlığını ben üstleneyim. dedim. Ama karşı çıktın. Madem bana güvenmiyorsun neden şirkette bana ait bir oda var Deniz? Bu adam mimarına güvenmiyor, üstelik o mimar onun karısı. demeyecek mi insanlar? Ya insanları boş ver. Nasıl kırıldım biliyor musun? Yapabileceğime inanmıyorsun. Ya tamam oldu ki gerçekten başaramadım. Başaramadığımı kendim deneyimlemek istiyordum. Bana göre değilmiş demek ki. der bir daha da boyumdan büyük işlere kalkışmazdım. Yani başaramasam ne olacak? Şirket mi batacak? Ne yani?''

 

''O ofisi açtığımdan beri senin dönmeni, projeler üstünde çalışmanı, masanın cetvellerle, maketlerle dolmasını, odanın mürekkep kokmasını, çizimlerle dolmasını, insanların gelip senden onay almasını hayal ediyorum.''

 

''Şimdi de beni eve kapatmayı mı hayal ediyorsun?'' dedim alayla gülerken. Kafamı çevirip ona baktım. Gözleri hala yoldaydı.

 

''Bu işin seni yormasından korktum. Zaten tonlarca şey yaşadık, yaşıyoruz. Stres altında kalıp yapamamandan korktum. Daha hiçbir şeyi halledememişken seni o ofise koyarak sana büyük bir yük bindirmekten korktum.''

 

Minik bir kahkaha attım. Ama bu kahkaha neşeden uzak, öfke dolu bir kahkahaydı. ''Beni korumaya çalışırken yine beni itiyorsun Deniz. Madem ofis bana yük bindirecek, o halde ben de şirkete gelmeyeceğim. Manav mı olsam? Evet evet manav dükkânı açayım ben. Diplomamı da almadım zaten. Ne gerek var, okulda kalsın.''

 

Deniz sabır dilenerek derin bir nefes aldı, sinyal verdi ve sağa çekip durdu. "Diplomanı alacaksın Ada. Bak çok kolay halledilebilir bir şeyi boşu boşuna büyütüyoruz. Evet sen haklıydın ama dediğim gibi ben korktum. Hayal kırıklığı yaşamanı istemedim. Ben sana kimseye güvenmediğim kadar güveniyorum. Çünkü seni seviyorum."

 

Başımı iki yana salladığımda gözümden de bir yaş düşmüştü. "Ne zaman beni korumak için bir şey yapsan beni incitiyorsun Deniz."

 

"Tamam." dedi. "Bak, özür dilerim. İstediğin gibi olsun. Aldığımız ilk büyük işin başına sen geçeceksin. Anlaştık mı?"

 

Başımı iki yana salladım. "İstemiyorum." dedim pürüzlü bir sesle. "İstemiyorum Deniz."

 

"Ada." dedi Deniz uyarır gibi. "Bizim aramızda gurur olmaz, olmamalı. İnat etme."

 

"Gururdan değil." dedim. "Gerçekten istemiyorum. Sen benim yapabileceğime inanmadın. Şimdi ben de inanmıyorum. O güç yok bende."

 

Deniz burnundan öfkeli bir nefes verip bir eliyle direksiyona vurdu. "Bu konu bu kadar yanlış anlaşılmayı hak etmiyordu. Evet, hata ettim. Evet, seni korumaya çalışırken seni kısıtladım. Ama inan bana, niyetim bu değildi. Şimdi bu konuyu kapatalım. Daha sonra tekrar konuşacağız."

 

"Peki." dedim fısıltı gibi bir sesle.

 

"O üç birayı da bu yüzden içtin değil mi? Sana güvenmediğimi düşündüğün için?"

 

"Hayır canım istedi ve içtim! Ne var bunda?"

 

"Ada sen birkaç gün önce neredeyse ölümden döndün. Doktor bizi uyarmadı mı birkaç hafta alkol yok diye? Sen kendine bile bile nasıl zarar verirsin? Bu kadar mı düşünmüyorsun sen kendini, beni? Ne düşünüyordun mesela? O biraların seni iyileştireceğini falan mı?"

 

"Hiçbir şey düşünmedim. İçerken aklımda bir şey yoktu Deniz. Sadece bir kerelik bir şeydi."

 

"Bir kerelik şeyler insanın hayatına mal olabiliyor Ada! Bu nasıl bir savunma? Ben şimdi sırf bir kereye mahsus diye kafama kurşun sıksam yaşayacak mıyım? Nasıl olsa bir kere olacak, ölmem. diye mi düşüneceğim yani nedir bunun açıklaması?"

 

"Aynı şey değil." dedim.

 

"Aynı şey ya da değil. İçmeyeceksin bundan sonra hiçbir şey."

 

"Deniz saçmalama!" diye çıkıştım. "Yine aynı şeyi yapıyorsun."

 

"Evet. Ve bu sefer yaptığımın son derece arkasındayım." dedi, ayağını frenden çekti ve tekrar hareket ettik.

 

Ona cevap vermemiştim. O da başka bir şey söyleme gereği duymamıştı. Eve kadar susmuştuk. Hatta ben yatağa yatana kadar hiçbir şey konuşmamıştık.

 

Deniz günlük kıyafetlerini giyerek odadan çıkmıştı. Sanırım benimle uyumak istemiyordu. O istemiyorsa ben de istemeyecektim. Gece lambasını kapattım, yorganı üstüme çektim ve yatağın içinde sağa sola döne döne uykumun gelmesini bekledim. Uykum gelmiyordu ve sanırım gelmeyecekti.

 

Yataktan kalktım, panduflarımı giydim, aşağı indim. Deniz saatler önce benim yarım bıraktığım filmi, tam da benim oturduğum yerde izliyordu.

 

Onu izlediğimi fark etmiş miydi bilmiyordum, geldiğimi görmemiş olmalıydı çünkü ışıklar kapalıydı. "Orada durup beni mi izleyeceksin yoksa yanıma gelip filmi mi izleyeceksin?" dedi bakışlarını ekrandan hiç ayırmadan. Varlığını fark etmiş Ada!

 

"Nasıl fark ettin ki geldiğimi? Çok sessiz geldim ben. Işıklar da kapalı."

 

Bana döndü, gülümsedi. "Fark ederim ben." dedi. Kolunu bana doğru uzattı, eliyle iki kez Gel. işareti yaptı. Hareket etmeden duruyordum. "Gel." dedi bu kez.

 

Ağır adımlarla ilerledim. Yanına oturdum ama aramızda neredeyse bir metrelik bir mesafe vardı. Başım ekrana dönük olsa da yan gözle Deniz'i izliyordum. Aramızdaki mesafeden hoşlanmamış olacak ki huzursuz sesler çıkartarak beni kendine kaydırdı, koltuğa yaslandı ve ben de bacaklarının üzerine yan bir şekilde oturmuş bulundum. Sırtımı kolçağa yaslayıp, kollarımı boynuna sardığımda "Bizim aramızda olması gereken mesafe bu kadar olmalı." dedi. Sesinde az da olsa bir neşe olduğunu hissedebiliyordum. "Ama sen gidiyorsun benden bir metre uzağa oturuyorsun."

 

Gülümsedim. "Deniz." dedim kısık bir sesle. "Madem alkol içmem seni bu kadar kızdırdı. O zaman neden bu sabah, ben bahçe salıncağından kalktığımda Hakan'ın bira şişesini bana vermesini söyledin?"

 

"Çünkü." dedi, kısa bir nefes verdi. "Alana kadar bırakmayacağını biliyordum. Bu da seni yoracaktı. Çünkü Hakan ayakta çok zor durduğunu söylemişti. Ben de bu yüzden Hakan'a şişeyi sana vermesini ve salıncağa oturtmasını istedim. O sırada çoktan yanınıza geliyordum. Yani o zaman içinde en fazla beş yudum falan içerdin. Bilmiyorum yani ayakta olup direnmen ve salıncakta olup birkaç yudum bira içmen arasında kararsız kaldım ve nihayetinde öyle bir karar verdim."

 

"Anladım." dedim. "Peki neden o an kızmadın bana? Yani beni salıncakta bulduğunda?"

 

"Sarhoştun. Söylediklerimi anlamayacaktın." dedi sağ omzunu hafifçe kısarak.

 

"Sarhoş değildim." diyerek inkâr ettim.

 

"Küçükken yengenin çantasını karıştırdığına dair anılarını anlattın." dedi gülerek. "Şu duvardaki saatin pilinin bittiğini söyledin." Saate baktım, çalışıyordu. Sanırım pili hiç bitmemişti. "Lisede müdürünüzün park ederken önündeki arabaya çarptığını anlattın. Çocukken yatağın altına saklandığından bahsettin. Yarın sabah kahvaltıda menemen yapalım dedin. Emin misin sarhoş olmadığına?"

 

"Eminim." dedim kendimden emin bir sesle. "Bunları anlatmam için sarhoş olmam gerekmiyor ki. Bilinçli anlattım hepsini." dedim.

 

Deniz ikna olmuş muydu bilmiyordum. Zaten ben de söylediklerimden emin değildim. "Yani." dedi. "O kadar şey oldu, dağılmadın da benim sana inanmadığımı düşündüğün için mi dağıldın ve o kadar alkol içtin?"

 

"Her şeyle mücadele edebilirim. Ama dünya üzerinde en çok sevdiğim insanın bana inanmamasıyla mücadele edemem Deniz. Bana inanmayan, güvenmeyen biriyle yaşayamam. Kimse yaşayamaz."

 

Deniz saçlarımı sevdi. "Sana inanıyorum ve kimseye güvenmediğim kadar güveniyorum ben Ada. Bunu aklından hiç çıkartma. Ben ne olursa olsun sana inanacağım. Sen de bana inan."

 

"İnanıyorum." dedim, parmaklarımı göğsünde gezdirdim.

 

"Daha iyi misin?" dedi kollarını bana daha sıkı sararken. "Ağrımıyor değil mi karaciğerin?"

 

Dilimle Çıks. sesi çıkardım. "Ağrımıyor." dedim. "Bir daha yapmayacağım. Yani sağlığımı riske atacak bir şey yapmayacağım."

 

"Güzel." dedi. "Madem iyisin, yarınki yoğunluğa hazırsın demektir."

 

"Ne olacak ki yarın?" dedim bir çocuk merakıyla.

 

"Okuluna gidip diplomanı soracağız. Kütüphaneye gidip tadilat ne durumda diye bakacağız. Sonra Selay'ın bebeği için hediye bakacağız. Bence mavi ve tatlı bir şeyler bakabiliriz."

 

"Mavi mi?" dedim gülerek. "Sen de mi erkek olduğunu düşünüyorsun?"

 

Deniz küçük bir kahkaha attı. "Ada." dedi hala gülerken. "Sarhoş olmadığını iddia ettiğin zaman diliminde konuştuk ya bunu." dedi. "Sen erkek hissediyorsun diye ben de erkek olacağına inanıyorum. dedim hani."

 

Alt dudağımı ısırdım. "Öyle bir şey konuşmadık!" dedim. "Hatırlamıyorum ben.’’

 

Deniz benimle inatlaşmaktan vazgeçmemiş olmalı ki "Doğru diyorsun aşkım. Ben kafamdan uydurdum şimdi bunu." dedi.

 

"Ya Deniz!" dedim.

 

"Senin çok güzel kelimelerin vardı." dedi yarı üzgün bir sesle. "Sevgilim, aşkım, bak hatta en güzeli vardı. Neydi o? Hah, kocacım. Ne oldu o kelimelerine? Böyle hep Deniz, hep Deniz olmaz ki." dedi sitemle.

 

Güldüm. "Küsüm hala ben sana. Demeyeceğim kocacım falan."

 

"Anlamadım bi'tanem. Ne demeyeceksin?"

 

"Kocacım demeyeceğim." dedim, gülüşüm neredeyse kahkahaya dönecekti.

 

"Hay Allah ya. Benim kulaklarımda bir sorun var sanırım. Duyamıyorum. Bir daha söyler misin bana? Bana ne demeyeceksin?" dedi, gülmemek için zor durdurduğuna emindim.

 

"Kocacım." dedim

 

"Efendim sevgilim." dedi.

 

''Çok gıcıksın.'' dedim. Yüzünü boynuma getirdiğinde kıkırdamaya başladım çünkü sakalları boynumu çok gıdıklamıştı. Kahkahalarım hoşuna gitmiş olacak ki Deniz asla durmuyor, yüzünü boynuma daha çok bastırıyordu.

 

''Sen de çok tatlısın.'' dedi. Boynuma altı tane öpücük bıraktı, sonra boynumu kokladı, bir öpücük daha kondurdu.

 

''Yapma dur, gıdıklanıyorum.'' dedim.

 

''Eğlendiğini inkâr etmeyeceksin değil mi?'' dedi şaşkın bir sesle. Başını oynattıkça gülüşlerim de çoğalıyordu.

 

''Hay-.'' dedim, güldüm. ''-ır. Hayır. İnkâr. Hahaha. Hayır, inkâr etmi...yorum.'' Nefes almaya çalıştım. ''Ama boğulacağım Deniz, bırak artık.''

 

''Deniz mi?'' dedi sahte bir ciddiyetle, yüzünü çekti ve kaşlarını çatarak yüzümü inceledi. ''Görürsün sen şimdi Deniz'i.'' dedi, ellerini karnıma getirdi ve bu sefer de karnımı gıdıklamaya başladı.

 

''Ya.'' diye bağırdım. ''Sen çok kötüsün.''

 

''Hayır, sadece aşığım.'' dedi, beni kucakladığı gibi ayağa kalktı ve merdivenlere doğru yürüdü.

 

''Nereye gidiyoruz?'' dedim kaşlarımı kaldırıp merakla yüzüne bakarken.

 

''Odamıza gidiyoruz sevgilim.'' dedi, alnımı öptü.

 

''Uykum yok ki. Bütün gün uyudum ben!'' diyerek odaya gitmeyi reddettim. ''Filmin devamını izlemek istiyordum. Yarım kaldı, izleyemedim. Çok mera-'' dedim ama beni öperek susturdu.

 

Ardından devam etti. ''Uyumayacağız karıcım.''

 

Ne demek istediğini anladığımda başımı boynuna sakladım ve gülmeye başladım. Neden güldüğümü bilmiyordum ama bir önemi yoktu. ''Filmi izleyemeyeceğim yani?'' dedim dudaklarımı büzerek.

 

Deniz omuz silkti. ''Ben sana daha güzel bir film yaşatacağım.''

 

''Senin filmlerin genelde +18 oluyor ama.'' dedim kahkaha atarak.

 

''Şikâyetin varsa aşağı bırakabilirim.'' dedi, ayaklarının dibine kadar eğilip sanki gerçekten beni bırakacakmış gibi yaptı.

 

''Tamam tamam, sustum. Ama daha sonra izleyeceğiz, söz ver.'' dediğimde Deniz ayağa kalktı ve merdivenlerden çıkmaya başladık.

 

''Söz. Ama önce başka bir sahneye geçiyoruz.'' Odamıza girdiğimizde Deniz beni yavaşça yatağa bıraktı, yanıma uzandı. Yüzündeki o muzip gülümseme hala yerindeydi. Üzerime eğilip saçlarımı yüzümden çekti, gözlerimin içine baktı. ''Hazır mısınız oyuncu hanım? Sahne ışıkları üzerimizde.'' dedi.

 

''Hazır değilim.'' dedim. ''Nasıl sahne bu? Kıyafet yok, makyaj yok.'' Bir süre düşünür gibi yaptım ve kocaman sırıttım. ''Ama partnerim çok karizmatik, bu yüzden diğer eksikleri idare edebilirim.''

 

''Elbiseye ihtiyacımız olmayacak birazdan.'' diyerek fısıldadı. ''Hem boş ver sen elbiseyi, doğallık Oscar getirir.'' dedi. Sonra bir anda ciddileşti. ''Ama sahne başlamadan önce.'' Çenesini avucuma yasladı. ''Seni ne kadar sevdiğimi söylemem gerekiyor.''

 

''Hmm, ne kadar seviyorsun peki?'' dedim, çenesinin altındaki sakalları severken.

 

Gülümsedi, gözleri parlıyordu. ''Her gün yeniden seviyorum seni. Daha dün gibi hatırlıyorum seni gördüğümde ne hissettiğimi. Ama her sabah uyanınca o hissin üzerine on kat daha ekleniyor. Yeni bir ton, yeni bir renk. Seninle her gün daha başka bir kadına aşık oluyorum.''

 

Kalbim göğüs kafesimin içinde kıpır kıpırdı. Elim onun eline gitti, parmaklarımız birbirine dolandı. ''Ben de seni ilk seferki gibi ama bir o kadar da yeni bir şekilde seviyorum. Kırıklarımın arasında yürüyorsun bazen. Ama hiç basmadan, ezmeden.''

 

Deniz alnını şakağıma yasladı, burnu yanağıma dokunuyordu. ''İyi ki geldin Ada. İyi ki tekrardan bana geldin.''

 

''Toprak her zaman suyuna gelir.'' dedim, ona doğru döndüm.

 

Deniz usulca dudaklarıma dokundu. Bu dokunuş öyle narindi ki gözlerimi kapattım. ''Hazırsan.'' dedi dudakları burnuma dokunurken. ''Sahne başlıyor.''

 

 

30 Mart, Çarşamba

 

Gözlerimi yavaşça araladım ve yatakta gerindim. Deniz yoktu. Pencereden süzülen solgun ışık, odanın içini sabahın erken saatleriyle doldurmuştu. Yatak dağınıktı. Çarşaf buruş buruştu, yastıklardan biri yere düşmüş, yorgan ayakucuma toplanmıştı. Tenimde geceden kalma bir sıcaklık vardı. Omzumda Deniz'in parmak izini andıran bir sıcaklık hissediyordum.

 

Yorganın altına biraz daha gömüldüm. Parmaklarımı çarşafın buruşuk yüzeyinde gezdirdim. Gülümsedim ve yataktan kalkıp duşa girdim.

 

Duşun sıcaklığı vücudumu yumuşacık sarmıştı. Aynaya baktığımda gözlerimin hala biraz uykulu olduğunu gördüm ama içimde hafif bir yenilenme hissi vardı. Saçlarımı taradım, banyodan çıktım, üzerimi giyindim ve aşağıya indim.

 

Mutfaktan gelen çay kokusu ve hafif muhabbet sesleriyle birlikte adımlarımı hızlandırdım. Kapıyı araladığımda önümde Ülkü Abla ile Deniz'in kahvaltı hazırladığı sıcak bir tablo vardı.

 

"Soğan koymadın değil mi Ülkü abla menemene?"

 

"Koymadım evladım. Söyledin ya Ada öyle istiyor diye." dedi Ülkü abla Deniz'in bu şaşkın haline gülerken.

 

"Off nasıl özledim senin yemeklerini." dedi Deniz, tezgâh üstündeki taze ekmeğin kenarından kırdı, hala tavada duran menemene ekmeği bandı ve sadece bir kere üfleyerek ağzına attı. "Mmmhh. Enfes enfes."

 

"Abartma oğlum." dedi Ülkü abla gülerek. "Hadi niye uyanmadı bizim kız hala? Kalk da uyandır pamuk kızımı."

 

"Uyanır birazdan. Dün yoruldu, dinlensin biraz." dedi Deniz, küçük bir parça ekmeği daha menemene bandırdı ve onu da ağzına attı.

 

"Yemesene oğlum. Açlığını niye bozuyorsun?"

 

"Bir şey olmaz. Hala açım merak etme."

 

Ülkü abla güldü. "Sen götürdün mü her şeyi kış bahçesine?"

 

"Götürdüm götürdüm. Menemen, ekmekler ve çay kaldı."

 

"Tamam sen çayı götür, ben ekmek ve menemeni getiririm."

 

Deniz başını salladı, çaydanlığı aldı, kapıya doğru döndü ve beni gördü. "Sevgilim!" dedi büyük bir heyecanla. "Ne zamandan beri buradasın sen?"

 

"Bilmem, saymadım saniyeleri." dedim sıcacık bir gülümsemeyle.

 

Ülkü abla özlemle bana doğru geliyordu. "Günaydın güzel kızım."

 

"Günaydın Ülkü abla." dedim ve bana açtığı kollarına karşılık vererek ona sıkıca sarıldım.

 

"Oyy kuzum çok özledim seni."

 

"Ben de seni özledim. Geldiğin için teşekkür ederim." dedim.

 

"Ne demek evladım. Ne teşekkürü?" dedi Ülkü abla. Sarılmamızı sonlandırıp ocağa doğru yürüdü. "Hadi siz kış bahçesine gidin bakalım. Geliyorum ben de."

 

Deniz bana doğru ilerledi, çaydanlıkla beni yakmamaya dikkat ederek kolunu omzuma attı. Şakağımı öptü, saçlarımı kokladı. "Günaydın güzeller güzelim." dedi Deniz. Kocaman sırıttım.

 

"Yürü bakalım çay taşıyıcısı." dedim gülümseyerek.

 

Beraber kış bahçesine doğru ilerledik. Vardığımızda Deniz çaydanlığı masaya bıraktı. Sonra başını kaldırıp bana baktı. Sandalyemi çekti, ben oturduktan sonra sandalyeyi itti, kendi yerine geçti.

 

Masada peynir, zeytin, domates, salatalık, gül reçeli, patates kızartması vardı. Ülkü abla elinde bir tepsiyle geldi, tepsiyi masaya bıraktı. Tepside menemen, közlenmiş kapya biber ve taze ekmek vardı. "Eveeet. Közlenmiş biber getirdim. Ada sen seversin bunu kızım. Peynirle çok güzel oluyor. Hadi afiyet olsun size çocuklar. Ben mutfağa geçiyorum. İstediğiniz bir şey varsa seslenirsiniz."

 

"Teşekkür ederiz Ülkü abla." dedik aynı anda. Ülkü abla gülümseyerek yanımızdan ayrılırken Deniz'i izledim. "Kahvaltını yap sevgilim. Beni mi izliyorsun?"

 

"Yok, seni ezberliyorum." dedim.

 

"Ezberler bozulur ama." dedi.

 

Gülümsedim. "Benimki bozulmaz. Hele bu ezber hiç bozulmaz."

 

"Bak sen." dedi Deniz kaşlarını kaldırıp. O sırada benim tabağımı dolduruyordu. ''Bu sabah karnını güzelce doyuruyorsun.''

 

''Neden, akşam yemeği için cezalı mıyım yani bugünü tek öğünle mi geçireceğim?'' dedim sırıtarak.

 

''Sen beni akşamları aç bırakıp dışarıda yemeğe çıkıyorsun ama ben aynı şeyi sana yapmayacağım.'' dedi kocaman sırıtırken. Akşam yemeğini Sarp'la yediğin için sana laf sokuyor Ada! "Başka ceza vereceğim sana."

 

Alt dudağımı ısırıp üste çıkmak için bir şeyler aradım ama bulamadım. "Hiçbir golü de kaçırmıyorsun." dedim önüme dönerek. Çaydanlığı alıp çaylarımızı koymaya başladım.

 

"İyi topçuydum eskiden." dedi, kaşlarını kaldırıp bana yan yan baktı. "Kaçırmam, imkânı yok."

 

"Eskiden, ne kadar eskiden? Şimdi eski çok genel bir kavram." dedim, çatalımla tabağımdaki salatalık dilimlerini yan yana dizerek. Başımı hafif yana eğdim, gözlerimi kısarak onu süzdüm. "İlkokulda mı, lisede mi, üniversitede mi yoksa daha sonra mı? Ne zaman?"

"Lise." dedi, çayından bir yudum alırken. Bardağını bardak altlığına bıraktıktan sonra bir an sustu, gözlerini bahçeye çevirdi. "Baya eskide kalmış." dedi, sesi biraz dalgınlaşmıştı. Parmaklarını masanın kenarına ritmik bir şekilde vuruyordu. "Halı saha mı ayarlasak acaba?"

 

"İstersen tezahürat için gelirim." dedim kahkahayla, sandalyemde arkama iyice yasladım, başımı geriye doğru attım.

 

"Olur." dedi yüzüme bakarak. Gülümsedi, sonra gözlerini kısıp parmağıyla beni işaret etti. "Gollerimi sana hediye ederim."

 

Gözlerimi kocaman açtım, kollarımı masaya dayayıp ona doğru biraz eğildim. "Ama nasıl goller? Kaleciyi çalımlayıp ağlarla buluşanlardan mı, yoksa şansa çarpıp girenlerden mi?" dedim. "Kornerden direkten dönen topu tamamlayanlardan mı mesela? Bunlar önemli detaylar."

 

Deniz kahkahayla güldü. "Sen maç özetlerine falan mı dadandın gizli gizli?"

 

"Hayır ama Sarp Fransa'dayken Türkiye ligindeki maçları çok sıkı takip ederdi. Onun yanında ben de izlerdim. Oradan biliyorum yani bunları." dedim, bu sefer daha da ciddileşerek. Çatalımı elime alıp tabaktaki bir zeytine batırdım. "Peki orta saha mıydın, forvet mi? Hangi pozisyonda oynuyordun? Hangi formayı giyiyordun? Hızlı mıydın, yoksa sadece teknik miydin?" Gözlerim ışıl ışıldı, sanki çocukken dayıma Ay'a gitmek ne demek? diye soruyormuşum gibi bir heyecan vardı içimde. "Deniz, lütfen anlat."

 

Deniz başını yana eğdi, yüzüme uzun uzun baktı. Sonra hafifçe gülümsedi, gözlerindeki yumuşaklık sesine sızdı. "Seni yerim ben." dedi, ardından elini uzatıp parmaklarıyla yanağıma dokundu. "Bu güzel kafanın içindeki o sorularla beni bitiriyorsun."

 

"Yeme ama." dedim kıkırdayarak. "Daha kahvaltım bitmedi."

 

"Yiyeceğim." Gülümsedi, bana eğildi. Aramızdaki mesafe iyice azalmıştı. "Yemezsem olur mu? Bu hâlini... Böyle heyecanlı heyecanlı soru soruşunu, gözlerinin içinin gülüşünü... Hepsini ayrı ayrı sarıp saklamak istiyorum."

 

"Hani demiştin ya." dedim. Ne demiştim? der gibi baktı. "Hadi gel seni de Fenerbahçeli yapalım. diye."

 

"Evet?" dedi Deniz kaşlarını kaldırarak.

 

"Tamam kabul." dedim. "Seni mutlu edecekse kabul ediyorum."

 

Deniz şaşkınlıkla gülümsedi. "Gerçekten mi? Şaka yapmıyorsun değil mi?"

 

"Şaka yapsam bu suratla yapar mıyım?" dedim mahcup bir gururla. Omuzlarımı silktim, dudağımı büzdüm. "Zaten seninle birlikteyken her şey senin tarafına geçiyor gibi. İtiraz etmenin anlamı kalmıyor."

 

Deniz kıkırdadı. "Yani kabul ediyorsun ki benim karizmam, takım seçimi konusunda bile etkili."

 

"Hayır." dedim çatalımı sallayarak. "Ben sadece seni çok seviyorum."

 

"Afiyet olsun." diye neşeli bir ses konuşmamızı böldüğünde bakışlarımızı kapıya çevirdik.

 

"Aaa hoş geldin Sarp." dedim sanki gelişi bana sürpriz olmuş gibi.

 

"Hoş buldum." dedi Sarp ve kış bahçesinin diğer köşesindeki spor aletlerinden birinin üzerine oturdu.

 

"Gelsene." dedi Deniz masayı ona göstererek. "Bir şeyler ye."

 

"Eyvallah." dedi Sarp başını eğerken. "Yaptık biz kahvaltı. Sizi bekliyoruz."

 

"Eser geldi mi?" diye sordu Deniz.

 

Ben bir yandan kahvaltımı yapıyor, bir yandan da konuşmalarını dinliyordum.

 

"Geldi, dışarıda bahçede o. Hakan'la, Mert'le bir şeyler konuşuyor."

 

Deniz anladım dercesine başını salladı. "Savaş şirkete mi gitti?" dedim çayımdan bir yudum almadan hemen önce.

 

"Ya, evet." dedi Sarp. "O şirkete geçince biz de buraya geldik."

 

Deniz'e döndüm. "Diplomamı ne zaman kutlayacağız? Hep beraber yemek yesek ne güzel olur. Olmaz mı? Çok güzel olur. Biz, Uygar, Miray, Selay, Can, Savaş, babam, Eren. Hatta Ece de gelir. Tamam Güneş ve Melis yok ama işte burada olanlarla böyle hep beraber yemeğe çıksak?"

 

"Çıkarız." dedi Deniz kısaca. "Ayarlarız en yakın zamanda. Çok güzel olur herkes için."

 

"Harika." dedim alkışlarken.

 

"Sen niye neşeliydin?" dedi Deniz Sarp'a dikkatle bakarken. "Halledebildiniz mi söylediğim şeyi?"

 

"Hallettik hallettik, o iş bende, merak etme." dedi Sarp. Neyden bahsettiklerini anlayamıyordum. "Şansımıza hava da güzel."

 

"Evet, çok iyi denk geldi." dedi Deniz.

 

"Neyden bahsediyorsunuz siz?" dedim bakışlarımı ikisi arasında gezdirirken.

 

"Sen öyle her şeyi merak etme." dedi Sarp. "Kocanla benim aramda."

 

"Kocamın benden gizlisi saklısı olmaz." dedim, Deniz'e döndüm. "Değil mi kocacım?"

 

"Bazen olur ya." dedi Deniz umursamaz bir tavırla.

 

"Nasıl ya? Söylemeyecek misiniz?" dedim hayretle. İkisi de susmuş beni izliyordu. "Aa-a basbayağı söylemiyorlar. Aman iyi ya, nasıl olsa öğreneceğim." dedim. "Öğreneceğim değil mi?"

 

İkisi de kahkaha atarken başımı iki yana salladım. "Sevgilim." dedi Deniz. "Hadi bugün çok işimiz var. Sen hazırlan. Diploman için okula gideceğiz, bebek için hediye bakacağız, sonra bir ara benim şirkete uğramam gerekiyor, ondan sonra kütüphaneye gideceğiz. Hadi çık yukarıya da hazırlan."

 

Sanki bu komutu bekliyormuşum gibi çatalımı ve bıçağımı bıraktığım gibi ayağa kalktım. “Giyinme dolabının ilk bölmesinde bir paket var. O paketteki elbiseyi giyer misin?” dedi Deniz, sesi rica doluydu.

 

“Bana elbise mi aldın?” dedim heyecanla.

 

“Evet sevgilim.” dedi gülerek.

 

Omuz kıstım. “Tamam, sen öyle istiyorsan.” dedim, eğildim, Sarp’a aldırmadan dudağını öptüm ve koşarak yukarıya çıktım. Saçlarımı dalgalandırdım, hafif bir makyaj yaptım, soyundum ve giyinme odasına geçip Deniz’in bahsettiği paketi açtım. Sarı bir elbiseydi, miniydi ve belimi sarıyordu. Kare yakası vardı, kolları uzun tülden oluşuyordu. Bilek kısmı ise bileklerimi kelepçe gibi sarıyordu. Normal bir güne göre fazla şıktı. Deniz’in neden bugün için böyle bir elbise giymemi istediğini anlamasam da elbiseyi giydim ve salona indim. Deniz tekli koltuğa oturmuş, telefonunda bir şeylere bakıyordu. Sarp ve Eser ise bahçedeydi. "Nasılım?" dedim heyecanla kendi etrafımda dönerken.

 

Deniz başını telefonundan kaldırdı, beni baştan aşağı süzdü ve ıslık çaldı. Ayağa kalktı, elimi tutup beni kendi eksenimde çevirdi. "Çok." dedi neşeli bir sesle. "Tatlı görünüyorsun."

 

Dönüşüm bittiğinde ve yüz yüze geldiğimizde ayakucumda yükselip kollarımı boynuna sardım. "Sadece tatlı mı?"

 

"Hmm." dedi. "Güzel, etkileyici, büyüleyici ve sarsıcı." diye devam etti. Kıkırdayarak dudaklarını yakaladım ve minik bir buse kondurdum. "Ben de gidip hazırlansam iyi olur." dedi, dudakları alnıma değiyordu.

 

Kollarımı çektim. "Tamam. Ben bahçeye çıkıyorum o zaman."

 

Deniz yanağımı öptü, ben salonun bahçeye açılan kapısına ilerledim, bahçeye çıktım. Sarp Roma'yla oynuyor, Eser de Mert'le konuşuyordu. Ülkü abla mutfağın verandasından Sarp'a seslendi. "Oğlum, bırak yavrucağı. Mama koydum ona, bırak da gelsin karnını doyursun."

 

Sarp güldü, Roma'yı bıraktı. Roma koşa koşa Ülkü ablaya doğru gitti. Mert'le göz göze geldik. Bir şey dememiştim. Mahcup olduğunu anlayabiliyordum. Ülkü ablanın gelişiyle o şikâyet ettiği durumlardan kurtulmuştu.

 

Ülkü ablayı çağırmıştım çünkü artık gelmesi gerekiyordu, Mert'in şikâyet edip etmemesiyle ilgilenmiyordum. Ama bu yaptığım Mert'e karşı bir had bildirisi gibi görünüyordu. Açıkçası bununla da ilgilenmiyordum. "Ada Hanım." dedi Mert. "Ben tekrardan özür dilerim."

 

Sadece başımı salladım, Mert bir şey daha söyleyecek gibi oldu ama ben başımı çevirince Mert'in cümlesi de söylenmeden kalmıştı.

 

Gözlerim önce mamasını kıtır kıtır yiyen Roma'ya, sonra da Sarp ve Eser'e kaydı. "Hoş geldin Eser." dedim, gülümseyerek yanlarına ilerledim.

 

"Hoş buldum yenge hanım." dedi Eser. Sanırım onun en çok ağır abi hallerini seviyordum.

 

"Deniz nerede?" dedi göz kırpıp başını hafifçe sallayarak.

 

"Hazırlanıyor, gelir birazdan." dedim. "Ayy güneş vuruyor, şuraya geçsek ya." Çardağı gösterdim, Sarp ve Eser oraya yöneldi, arkalarından ilerledim.

 

Eser ahşap banka oturdu, oturur oturmaz bir sigara yaktı ve Sarp'a uzattı. Sarp da paketten bir sigara aldığında ikisi de bana bakıyordu.

 

"Siz de mi bizimle geliyorsunuz?" dedim ikisine de bakarken.

 

"Yok, başka işlerimiz var bizim. Deniz evden çıkmadan konuşmam gerekenler var onunla." dedi Eser.

 

"Neyle ilgili?" dedim kaşlarımı hem çatıp hem kaldırarak. "Bir gelişme mi var?"

 

"Keşke olsa." dedi, kısa bir nefes verdi. "Başka bir şey konuşacağız ya, ufak bir mesele."

 

Sarp'a baktım. "Sen de mi biliyorsun bu ufak meseleyi?"

 

"Yaniii." dedi Sarp sondaki i harfini uzatarak. "Evet."

 

"Ne işler karıştırdığınızı gerçekten çok merak ediyorum." dedim.

 

"Size kahve getirdim." dedi Ülkü abla elinde tepsiyle gelirken.

 

"Aman abla, ver bana sen onu." dedi Sarp ve ayağa kalkıp hızlıca Ülkü ablayı karşıladı, elindeki tepsiyi aldı. "Zahmet etmişsin, ellerine sağlık."

 

"Teşekkür ederiz Ülkü ablacım." dedim.

 

"Afiyet olsun." dedi Ülkü abla, yanımızdan uzaklaştı. Sarp önce benim kahvemi önüme koydu, sonra sırayla Eser'in kahvesini koydu, en son da kendi kahvesini aldı.

 

"Siz ne yapacaksınız bugün?" dedi Eser.

 

"Sıralamayı bilmiyorum ama okuluma gideceğiz, Selay ve Can'ın bebeği için hediye almaya gideceğiz, bir ara şirkete de uğramamız gerekiyormuş, bir de kütüphaneye uğrarız belki. Son hazırlıklara bakmak istiyorum artık." dedim. Kahvemi yudumladım.

 

"Diplomanı ne zaman alabileceksin biliyor musun?" dedi Sarp.

 

"Hayır." dedim. "Bugün onu konuşacağız işte."

 

"Bir çerçeve yaptırmak lazım." dedi Eser. "Şirketteki odana yakışır."

 

Başımı sallayarak onu onayladım. Sonra "Eser." dedim kısık bir sesle.

 

Eser bir sigara dumanını dışarıya üflerken gözlerini kıstı. "Efendim yenge."

 

"Ben sana teşekkür ederim." dedim öksürerek sesimi düzelttikten hemen sonra. Ne için? dercesine baktı. "Yani sen eğer o kurşunu Güney'e sıkmasaydın."

 

"İhtimalleri ve hiç olmayan şeyleri konuşup canımızı hiç sıkmayalım bence." dedi Eser. "O an olması gereken tek şeyi yaptım ben. O şerefsizin sana dokunmasına izin veremezdik hiçbirimiz."

 

Minnetle gülümsedim. "Yine de yaptığın büyük bir cesaretti. Sana minnettarım."

 

"Ne demek yenge, işim bu." dedi Eser. O sırada Deniz geliyordu. "Hah, Deniz de geldi işte."

 

"Eveeet." dedi yanımıza gelip benim yanıma oturarak. "Karımı sıkıcı iş sohbetleriniz ile sıkmıyorsunuz değil mi?"

 

Sarp hemen savunmaya geçti. “Valla ben sıkmıyorum.”

 

“Sarp şahidim, ben de sıkmıyorum.” dedi Eser.

 

“Keyfim yerinde.” dedim.

 

Deniz kolunu omzuma atıp beni kendine yaklaştırdı, alnımı öptü. “Sen ne diyecektin bana Eser?”

 

“Ben şeyi halledemedim ya.” dedi Eser mahcup bir sesle.

 

“Neyi halledemedin?”

 

“Ya hani dün akşam bir şey istedin ya, onu.”

 

“Nasıl halledemedin Eser?” diye hiddetle sordu Deniz. Konu önemli olmalıydı.

 

“Ya ben hallettim.” dedi Eser açıklamaya çalışırken. “Vallahi benim bir suçum yok aslında. Hepsi o şeylerin suçu. Yanlış anlaşılma olmuş. Gerçi nasıl yanlış anlamışlar onu da anlamıyorum anasını satayım.”

 

“Tam olarak problem ne?” dedi Deniz sabırsız bir sesle.

 

“Renkle ilgili bir sorun var.” dedi Eser gözlerini kaçırarak. “Senin söylediğin renk olmamış. Başka bir renk olmuş.”

 

Deniz yorgun ama öfkeli bir nefes verdi. “Hangi renk olmuş peki?”

 

“Kahverengi.” dedi Eser son derece üzgün bir sesle. Deniz ona ölümcül bir bakış attığında Eser acelece devam etti. “Vallahi ben de kızdım ama olan olmuş artık.”

 

Deniz göz pınarlarını bastırdı ve başını yavaşça yana eğdi. “Tamam Eser. Bunu daha sonra konuşuruz.” Ayağa kalktı, elimi tuttu ve beni de kaldırdı. “Biz gidelim Ada.” dedi, Sarp ve Eser’e döndü. “Siz bana yazarsınız aksi bir durum olursa.”

 

Sarp ve Eser başını sallarken biz de çardaktan çıktık ve Hakan’ın garajdan çıkardığı arabaya doğru ilerledik. “İlk nereye gidiyoruz?” dedim merakla.

 

Deniz kapımı açtı. “Okuluna gidiyoruz sevgilim.” dedi. “Sonra hediye bakarız bebek için. E benim şirkete de gitmem gerekiyor.”

 

“Kütüphane?” dedim merakla. “Gitmiyor muyuz?”

 

“O en son hayatım.” dedi, oturmam için koltuğu gösterdi.

 

“Ama merak ediyorum.” dedim.

 

“Sen.” dedi başını sağa sola sallayıp. “Sen gerçekten çok sabırsızsın sevgilim.”

 

“Ve sen de bu sabırsız kadına çok aşıksın.” dedim, yanağını öptüm ve koltuğuma geçtim.

 

Deniz motoru çalıştırdığında merakla ona döndüm. “Eser neyden bahsetti? Yani yanlış olan şey ne?”

 

“Sevgilim.” dedi gülerek. “Sen bu kadar meraklı mıydın?”

 

“Ya ne yapayım? Bir şeyler çeviriyorsunuz. Sarp da bu işin içinde ve bana anlatmıyor.”

 

“Anlatmaması gerekiyor zaten.” dedi Deniz. Sinir bozucu bir ifadeyle gülüyordu.

 

“Tamam, öyle olsun. Ne de olsa öğreneceğim.”

 

Deniz beni başını sallaya sallaya yanıtlarken bahçeden çıkmıştık. Bir radyo kanalı açıp sesi bizi rahatsız etmeyecek şekilde kıstım. “Bugünün ne özelliği var?”

 

“Bir özelliği yok sevgilim. Neden sordun?” dedi Deniz, gözlerini kısmış, yolu izliyordu.

 

“Neden bu elbiseyi giymemi istedin? Yani normal bir güne göre biraz şey bir elbise.” dedim, biraz düşündüm. “Yani biraz fazla özenli.”

 

“Şirkete de gideceğiz ya güzelim.” dedi ciddi bir tınıyla. “Odanı da göreceksin haliyle. E böylesine önemli bir anda üzerindeki elbisenin de o ana yakışır olmasını istedim. Tamam sen zaten nerede nasıl giyineceğini biliyorsun ama yine de bunu giymen daha tatlı olur diye düşündüm.”

 

“Hmmm.” dedim. Hala mantıklı gelmiyordu.

 

“Çalışanlar üzerinde vereceğin izlenim de çok önemli artık. Sonuçta benim karım olarak değil, mimarlık departmanı müdürü olarak görecekler seni. Yani bugün bir nevi bir müdürleriyle tanışacaklar. Seni böyle görmelerini istedim.”

 

“Anladım kocacım.” dedi, elime uzandı, parmaklarını benimkilerin arasına geçirdi ve dudaklarına götürüp avuç içimi öptü.

 

Yol boyunca Selay’ın bebeği için alacağım hediyeyi ve kütüphaneyi düşünmüştüm. Diploma meselesi biraz daha benim kontrolüm dışında olduğu için ve prosedür içerdiği için o meseleyi pek düşünmeyi tercih etmemiştim. Zaten hemen olmayacağına emin olduğum için hiç umudum yoktu.

 

Okula geldiğimizde Deniz otoparka girdi, yaklaşık üç yüz metre sonra da boş bir yere park etti. Arabadan indim, Deniz’i bekledim. Deniz kapısını kapattı, yanıma geldi, elimi tuttu ve öğrenci işlerine doğru ilerledik.

 

“Düşünsene.” dedim. “Yaşlarımız yakın olsaydı mesela, burada okulda tanışsaydık. Yine de birbirimize aşık olur muyduk?”

 

“Ben seni kimseye bırakmazdım.” dedi. “Yani seni bilmem ama ben sana kesin aşık olurdum.”

 

“Neden peki?” dedim merakla.

 

“Çünkü ilgimi çekerdi, güzelliğin, aklın, zekân, masumluğun, sabırsızlığın, merakın. Bir de o sürekli başına buyruk fikirlerin ve davranışların yok mu… Kesin aşık olurdum. Sonra da neye bulaştığımı düşünürdüm tabii.”

 

Gülümsedim. İçime anlatamayacağım bir sıcaklık yayıldı. “Ben de.” dedim sessizce. “Ben de sana aşık olurdum. Hem de ilk görüşte!” dedim heyecanla ona bakarak.

 

“Neyime aşık olurdun peki?” dedi bir anda.

 

“Gözlerine.” dedim. “Evet evet, gözlerin. Sen bana her baktığında öyle çekiliyorum ki sana, ruhum seninkine sızıyor sanki. Sonra merhametine, bana hiç kıyamayışına, ince ruhlu olmana aşık olurdum.”

 

“Ben de az değilmişim.” dedi gülerek. Öğrenci işlerine geldiğimizde bizi koridorda dekanımız Sezer Bey karşılamıştı. Öğrenci işlerinde ne işi olduğunu anlayamamıştım.

 

“Hoş geldiniz.” dedi samimi bir sesle.

 

Deniz kolunu ona uzatarak ilerledi ve mesafe azaldığında dekanımızla tokalaştı. “Hoş bulduk.” dedi Deniz aynı samimiyetle. ‘’Sizden ricam için çok teşekkür ederim. Çok mahcubum. Normalde hiç yaptığım bir şey değildir.” Yani dekan bizim geleceğimizi biliyor muymuş Ada?

 

“Hiç sorun değil.” dedi Sezer Bey. Elini bana uzattı. “Hoş geldin Ada.”

 

“Hoş buldum, teşekkür ederim.” dedim. “Nasılsınız?”

 

“İyiyim, teşekkürler.” dedi, arkasındaki odayı gösterdi. “Şöyle geçelim. Vaktimiz olsaydı sizi dekanlıkta ağırlamak isterdim fakat uçağa yetişmem gerekiyor.”

 

“Hiç sorun değil.” dedi Deniz.

 

Sezer Bey’in gösterdiği odaya doğru ilerledik. Birkaç saniye sonra kapıyı açtı. Arkasından meraklı adımlarla gidiyordum. Ben buraya öğrenci işleriyle görüşüp diplomamı sormaya gelmiştim ama konu çok farklı gibi görünüyordu.

 

Sezer Bey ortadaki uzun toplantı masasından büyük bir zarf aldı ve bana uzattı. “Al bakalım.” dedi gülerek.

 

“Bu?” dedim şaşkın bir sesle. “Bu nedir?” Zarfı aldım, üzerinde Ada Dinçer Aladağ yazıyordu.

 

“Mezun olunca öğrenciler ne almaya hak kazanıyor?” dedi Sezer Bey şaka yollu bir sesle.

 

“Nasıl yani?” dedim. “Diplomam mı bu?”

 

“Ee aç bak evladım.” dedi Sezer Bey.

 

Beklemeden zarfın kenarını dikkatlice açtım, içindeki belgeyi çıkarttım. Üzerinde kocaman yazılarla

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

MİMARLIK FAKÜLTESİ LİSANS DİPLOMASI

 

yazıyordu. Bulunduğum konuma aldırmadan çığlık atmak istiyordum. Bu benim diplomamdı.

 

Okumaya devam ettim. “Marmara Üniversitesi Mimarlık Fakültesi bölümünü ilgili yasa ve yükümlülüklere uygun bir şekilde başarıyla tamamlayan Ada Dinçer Aladağ bu diplomayı almaya hak kazanmıştır.” Okur okumaz büyük bir mutlulukla Deniz’e döndüm. “Sevgilim bu benim diplomam.”

 

“Evet sevgilim. Diploman.” dedi, güldü.

 

Dekana döndüm. “Ama Sezer Bey, bu nasıl oldu? Ben daha finali yeni verdim sayılır. Süreç nasıl bu kadar hızlı işledi? Ben diplomamın ne durumda olduğunu sormaya geldim hâlbuki buraya.”

 

Dekan Deniz’e baktı, sonra bakışlarını bana çevirdi. “Seni daha fazla bekletmek istemedik diyelim.” dedi ama bence bu işin arkasında da Deniz vardı. Bakışlarımı Deniz’e çevirdim ama asla renk vermiyordu. “Neyse, benim artık çıkmam gerekiyor. Tekrardan seni tebrik ediyorum Ada. Adını çok önemli yerlerde göreceğimize eminim.”

 

“Çok teşekkür ederim.” dedim hafifçe dizlerimi kırarak.

 

Sezer Bey başını salladı. “Kendinle ne kadar gurur duysan az. Bu belge sadece bir sonuç ama onun ardındaki yolculuk çok kıymetli.”

 

Diplomayı dikkatlice zarfına yerleştirdim, sonra Sezer Bey’e döndüm. “Teşekkür ederim hocam. Bugün burada olduğunuz için… Ve her şey için.”

 

“Rica ederim evladım. Sizi mezun etmiş olmaktan büyük mutluluk duyuyoruz.” dedi, sonra Deniz’e dönerek elini uzattı. “Sizi de tekrar görmek çok güzeldi. Ada’ya destek olduğunuz her şey için ayrıca teşekkür ederim.”

 

“Benim için bir onurdu.” dedi Deniz, gülümsedi. “Ve artık onun başarısı, hepimizin başarısı.”

 

Sezer Bey masadan çantasını aldı. “Ben artık geç kalmadan gitsem iyi olacak.” dedi. “Görüşmek üzere.” diyerek aceleyle odadan çıkarken biz de diplomamla birlikte birkaç saniyeliğine sessiz kaldık.

Ayakucumda yükseldim, diplomamı masaya bıraktım ve kollarımı Deniz’in boynuna sardım. “Seni çooook seviyorum. Çok seviyorum.”

 

“Ben de seni seviyorum.” dedi, ellerini bel boşluğumda birleştirdi, saçlarıma nefesini bırakıp başımı öptü. “Çok seviyorum.” Gözlerim dolmuştu. Sanki o kâğıt parçasının içine yıllarım, uykusuz gecelerim, geçmeyen sabahlarım, kaygılarım, pes etmemeye dair o inatçılığım sığmış gibiydi. “Gurur duyuyorum seninle.” dedi Deniz. Sesi yumuşacıktı.

 

“Ben de kendimle gurur duymayı unuttuğum günleri hatırlıyorum şu an.” dedim, hafifçe gülerek. “Ama Uygar sayesinde oldu. Onun yazdığı makale sayesinde. Ona büyük bir teşekkür borcum var.”

 

Deniz sarılmamızı sonlandırıp kollarını çekti, iç cebinden kadife bir kutu çıkardı. “Sana layık değil ama.” dedi, gerisini getirmeden kutuyu açtı. Kutuda pırlanta taşlarla bezeli oldukça şık bir bileklik vardı. Gözlerimi alamamıştım.

 

“Deniz bu çok güzel.” dedim, kutudan bilekliği çıkardı, bileğimi uzattım, saniyeler içinde bileğim bileklikle süslenmişti. “Ama ben senden böyle bir şey istememiştim ki. Yani ben senden.” dedim sustum. Çünkü ben Deniz’den bir hastane ya da otelin mimarlığını üstlenmeyi istemiştim.

 

“Bu benim içimden gelen bir şey sevgilim. Senin istediğin konuya daha sonra bakacağız.” dedi, alnımı öptü. “Hadi artık gidelim.”

 

“Gidelim sevgilim.” dedim ve diplomamı alıp Deniz’in elini tutarak odadan çıktım.

 

***

 

Alışveriş merkezinin geniş koridorlarında yürürken içimde tarifsiz bir heyecan vardı. Selay’ın küçük bebeği için en özel hediyeyi bulmaya odaklanmıştım. “Biliyor musun?” dedim içimden gelen samimiyetle. “Bir bebek için hediye seçmek, sanki ona gelecekteki mutluluğunu armağan etmek gibi bir şey. Ona sevgiyle dokunan her şey, büyüdüğünde bir hatıra olacak.”

 

Deniz gülümsedi. “Doğru söylüyorsun sevgilim. En güzeli de hediyemizi her gördüğünde bizi hatırlayacak olması.”

 

Adım adım vitrinlere bakıyor, yumuşacık oyuncaklar, renkli bebek giysileri, minik ayakkabılar arasında dolaşıyorduk. “Ne alsak acaba?” dedim bir mağazaya girdiğimizde. Deniz’le birlikte yeni bir hayatın küçük ama çok değerli başlangıcına merhaba diyecektik ve mağaza reyonlarındaki her şey yeni bir umut gibi parlıyordu.

 

“Bilmem.” dedi Deniz. “Ayakkabı nasıl?”

 

“Çok klişe.” dedim. Tekstil ürünlerinin yanında geziyorduk. Elime yüzde yüz pamuktan yapılmış ve elde örülmüş, beyaz bir battaniye aldım. “Şuna bak Deniz. Yumuşacık.”

 

Deniz battaniyeye dokundu. “Gerçekten yumuşakmış.” dedi. “E hiç o zaman vakit kaybetmeden alalım bunu ve çıkalım.”

 

Battaniyeyi nazikçe katlayıp kasaya doğru yürüdük. Deniz hesabı öderken ben alışverişin keyfini çıkarıyordum. Dışarıya adım atar atmaz bizi büyük bir basın ordusu sarmıştı.

 

“Offf.” dedim.

 

“Nereden çıktı bunlar ya?” dedi Deniz.

 

Bir anda soru yağmuruna tutulmuştuk ve bulunduğum durumdan hiç memnun değildim.

 

“Ada Hanım, hamile misiniz?”

 

“Deniz Bey bebek mi bekliyorsunuz?”

 

“Ada Hanım, tebrik ederiz. Yeni mi öğrendiniz?”

 

“Bebeğiniz için alışverişe mi çıktınız?”

 

“Yanlış anlıyorsunuz.” dedim zoraki bir gülümsemeyle ama kalbim yerinden çıkacak gibi hızlı atıyordu. İçimde tuhaf bir sızı belirdi. Hep umut ettiğim ama olmayacağını bildiğim şeyin herkes tarafından varsayılması, acı bir yara gibi açılıyordu.

 

Deniz yanımda dimdik duruyordu ama ben kaçamak bakışlarla yere bakmaya başladım. “Yanlış anlaşıldı.” dedi o sakin ve güçlü sesiyle. “Ada hamile değil, sadece bir arkadaşımız için küçük bir hediye aldık.”

 

Basının ısrarcı soruları ve flaşların altında ben kendimi görünmez olmak ister gibi hissettim. Buradan bir an önce gitmek istiyordum.

 

“Peki bir gün siz de çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?” dedi bir tanesi.

 

“Düşünüyoruz.” dedim. Neden böyle dediğimi bilmiyordum. Sanırım ülke gündemine çocuk sahibi olamayacağımın bilgisinin düşmesini istemiyordum. “Henüz çok erken, biliyorsunuz ki Türkiye’ye yeni döndüm.”

 

“Peki basınla paylaşır mısınız bu haberi?”

 

“Arkadaşlar, lütfen.” dedi Deniz, beni yönlendirdi ve kalabalığın arasından hızlı adımlarla çıkıp arabaya doğru yürüdük.

 

“Sevgilim.” dedi Deniz. “İyi misin?”

 

“İyiyim.” dedim ama içten içte buruk bir acı yaşıyordum. “Magazin işte. Yani hep böyleydiler.”

 

Deniz kolunu bana sardı ve beni iyice kendine çekip şakağımı öptü. “Pekâlâ.” dedi inanmış gibi yaparken. “O zaman şirkete gidelim mi? Hem odanı görürsün, hem de diplomanı hangi duvara asacağına karar verirsin.”

 

“Olur.” dedim. Gülümsedim, arabaya bindik. Deniz motoru çalıştırdı ve şirkete doğru yola çıktık.

 

***

 

Sessiz bir yolculuktan sonra şirkete gelmiştik. Asansöre bindiğimizde Deniz düğmeye bastı ve yukarıya doğru çıkmaya başladık. “Heyecanlı mısın?” dedi Deniz gülümserken.

 

“Sanırım.” dedim. Elimi sıktı. Asansör durduğunda cam duvarlı, ferah, rafine tasarımlarla döşenmiş olan katımıza gelmiştik. Adımın yazdığı odaya doğru baktım. Nedenini bilmiyordum ama çok heyecanlıydım.

 

Deniz birkaç adım önden yürürken onu takip ettim. Gözlerimi kapattım, odaya girdiğimizi anladığımda gözlerimi açtım. Geniş bir masa, duvara gömülü kitaplıklar, bir köşede oturma alanı, camın önünde İstanbul siluetine bakan bir koltuk vardı. Masanın üzerinde ise bir vazo dolusu rengârenk çiçek.

 

Bu oda hayallerimden bile daha güzeldi. “Deniz.” dedim neredeyse çığlık atarak. “Bu oda harika. Ben çok, çok teşekkür ederim.” Deniz bana doğru döndü ve ben ona sıkıca sarıldım. Elleri sırtımda gezerken gözlerim hala odayı dolaşıyordu.

 

“Teşekkür edeceğin bir şey yapmadım.” dedi.

 

Sarılmamızı sonlandırıp vazoya yaklaşıp çiçeklere baktım. Hepsi çok güzeldi. Çiçeklere dokundum. “Deniz burası gerçekten benim mi?”

 

“Senin.” dedi. “Diplomanı nereye asalım? Dilersen birlikte asarız. Ya da sen nasıl istersen.”

 

Koltuklardan birine çöktüm. Dizlerimin üstüne zarfı koyup açtım ve diplomamı çıkardım. Odaya gün ışığı dolmuştu, belge ışığın altında parlıyordu.

 

“Ben bu anın geleceğini hayal bile edemezdim.” dedim.

 

“Ben ettim.” dedi Deniz. Sonra sessizce yanıma geldi. “Hayal ettim. Çünkü senin bu kadar güçlü olduğunu hep bildim. Ada Dinçer Aladağ, sen hayalini bile kurmaya cesaret edemediğin şeyleri de gerçekleştirecek bir kadınsın.”

 

Uzanıp yanağını öptüm. Sonra gülümseyerek kalktım. Masanın arkasındaki duvara doğru yürüdüm. “Bunu buraya asmak istiyorum.” dedim.

 

“Pekâlâ.” dedi Deniz. “Ben de çekiç getiriyorum o zaman. Yani daha doğrusu, getirtiyorum.” Gülümsedi. Telefonunu kulağına götürdü. “Gülşah, çivi ve çekiç getirtir misin Ada’nın odasına?… Tamam, bekliyoruz.”

 

Masaya doğru ilerledim, diplomamı koyacağım çerçeve masanın üzerinde duruyordu. Diplomamı dikkatlice çerçeveye yerleştirdim, kollarımı uzaklaştırıp diplomama biraz da uzaktan baktım. “Deniz bu çok güzel.”

 

Deniz başını sallayarak yanıma geldi, bana arkamdan sarılıp boynuma büyük bir öpücük bıraktı, çenesini omzuma koydu. “Evet sevgilim.” dedi. “Çok başarılı olacaksın ve ben her anında yanında olacağım.”

 

Diplomamı masaya bırakıp karnımın üzerinde olan ellerinin üzerine ellerimi koydum. Başımı ona doğru eğdim. “Seni her şeyden çok seviyorum Deniz.” dedim. Kollarından ayrılmadan ona doğru döndüm. Yüzünü ellerimin arasına aldım, saniyeler içinde dudaklarım dudaklarını bulmuştu. Her şeye doyabilirdim ama onu öpmeye asla doyamazdım.

 

Yüzlerimizi ayırmamıza sebep olan kapı sesiyle birlikte birbirimizden biraz olsun uzaklaştık. “Gel Gülşah.” dedi Deniz.

 

Gülşah kapıyı açtı, heyecanlı adımlarla içeriye girdi. “Getirdiler Deniz Bey çivi ve çekiç.” dedi, sonra hemen bana döndü. “Ada Hanım hoş geldiniz.”

 

“Hoş buldum Gülşah, teşekkür ederim.” dedim aynı onun gibi büyük bir sevecenlikle.

 

“Nasılsınız?” dediğinde Deniz çivileri ve çekici Gülşah’tan aldı, duvara döndü.

 

“İyiyim, teşekkür ederim.” dedim. “Sen nasılsın?”

 

“Ben de iyiyim. Sizi burada görmek o kadar güzel ki.”

 

“Bundan sonra daha sık göreceksin.” dediğimde Gülşah neredeyse sevinçten ağlayacak gibi duruyordu.

 

“Çok sevindim Ada Hanım. Çok iyi işler yapacağınıza eminim.”

 

“Beraber yapacağız Gülşah.” dedim.

 

Deniz o sırada çekice vurmaya başlamıştı. Gülşah gülümsedi. “Daha burada mısınız? Kahve ya da çay ister misiniz?”

 

“Çok kalmayacağız.” dedi Deniz. “Ama beş dakika sonra benim odama üç sade kahve gönderirsin.”

 

“Tamam Deniz Bey.” dedi Gülşah ve odadan çıktı.

 

“Üç?” dedim soru ifadesiyle.

 

“Uygar’ı da çağıracağım.” dedi.

 

“Aa Uygar burada mı?” dedim şaşkınlıkla.

 

“Ee sevgilim, ben şirketin yolunu unuttum falan ama birinin burada olup idare etmesi gerekiyor ya hani.”

 

Dudaklarımı bastırdım. “Haklısın.” dedim.

 

“Kütüphaneye beraber gideceğiz zaten.”

 

“Neden ki?” diye sordum.

 

“Uygar ilgilendi ya sen Aydın’dayken. Gelsin anlatsın bakalım, neler yapmış, ne kadar yol almış.” dedi. Çiviyi çaktığında gözleriyle masanın üzerindeki çerçeveyi işaret etti. “Hadi bakalım mimar hanım. As diplomanı.”

 

Gülümseyerek diplomamı aldım ve Deniz’in çaktığı çivinin üzerine çerçeveyi dikkatlice yerleştirdim. Daha iyi görebilmek adına bir iki adım geri çekildim. Gözlerim dolmuştu. “Gel bakalım.” dedi Deniz. Beni belimden tutup kapıya doğru çevirdi, böylece diplomam arkamızda kalmıştı.

 

“Ama ben daha bakacaktım diplomama.” dedim.

 

“Bakarsın karıcım.” dedi. Çenesini omzuma koydu, cebinden telefonunu çıkardı ve ön kamerayı açıp kolunu kaldırdı. “Diplomanla bir fotoğrafın olmasın mı?”

 

“Olsuuuun.” dedim neşeyle. Ekranda hem biz vardık hem de diplomam vardı. Deniz beklemeden bir fotoğraf çekti, sonra bir tane daha ve bir tane daha. Ve böylelikle on beş tane selfie fotoğrafımız olmuştu.

 

“Seçsene.” dedi.

 

Neden seçecektim bilmiyordum ama dediğini yapıp içlerinden en beğendiğimi seçtim. Deniz Instagram’a girip benim beğendiğim fotoğrafı seçti. Açıklama kısmına geldi. Ekranı kendine çevirdi, bir şeyler mırıldandı. “Ne yazıyorsun?” dedim, hafif eğilerek telefonu görmeye çalıştım ama o hemen ekranı uzaklaştırdı.

 

“Bir saniye. Bittiğinde göstereceğim sana.” Parmakları hızla klavyede dolaştı. Sonra gülümseyerek ekranı bana uzattı.

 

“Hayallerini gerçekleştiren kadının yanında olmak, hayatımın en büyük gururu. Bugün bir diploma asıldı duvara ama biliyorum, onun kuracağı dünyalar çok daha büyük olacak. Seni seviyorum Ada. Sonsuz. 💛

 

Sanki kalbim göğsümde büyümüştü. Telefonu elinden aldım, bir daha okudum. Sonra gözlerim Deniz’e çevrildi. “Bunu gerçekten paylaşacak mısın?”

 

“Evet. İster misin başka bir şey mi yazayım?”

 

Başımı iki yana salladım. “Hayır. Çok güzel. Çok ben. Çok biz.”

 

Deniz beni etiketledi, hemen sonra parmağı ekranın alt kısmına gitti. Paylaş. butonuna bastı. “Deniz seni çok seviyorum.” dedim. Deniz cevap veremeden telefonum çalmaya başladı. Ekranda Uygar’ın adı yazıyordu. “Ah.” dedim kahkaha atarak. “Uygar görmüş bile.”

 

“Kesin birazdan fotoğrafın altına da yazacak.” dedi Deniz. Telefonu açtım.

 

“Hanımefendiii… Lütfen diplomayla poz verirken biraz daha dik durun, profesyonel durun! Ayrıca Deniz’in kaşı biraz yamuk çıkmış, haberiniz olsun.”

 

“Uygar lütfen.” dedim. “Yeni astım daha. Duygusal anımdan profesyonel selfie’ye geçemedim henüz.”

 

Uygar minik bir kahkaha attı. “Ben Deniz’in odasındayım haberiniz olsun. Sizi bekliyorum.“

 

“Geliyoruz.” dedi Deniz. Telefonu kapattım, odamdan çıktık, Deniz’in odasına girdik. Uygar tekli koltukta oturuyordu. Geldiğimizi duyduğunda bakışlarını ekrandan kaldırdı, ayağa kalktı ve önce bana sonra Deniz’e sarıldı.

 

“Şirketimizin yeni Mimarlık Bölümü Müdürü. Hoş geldiniz, şeref verdiniz.” dedi gülerek.

 

“Teşekkür ederim.” dedim bir solukta. “Senin sayende oldu Uygar. Çok teşekkür ederim.”

 

Uygar sinek kovuşturur gibi elini salladı. “Önemi yok Adacım. Tebrik ederim.” dedi. “Hediyeni henüz almadık. Miray’la ortak bir şeyler düşünüyoruz.”

 

“Hiç gerek yok.” dedim. “Gerçekten. Zahmet etmeyin.”

 

“İçimizden geliyor minik civciv.” dedi. Koltuğa oturdu. Ben de karşısındaki koltuğa oturdum, Deniz de yerine geçip koltuğuna oturdu. O sırada kahvelerimiz de gelmişti.

 

Telefonuma gelen bildirimle bakışlarımı ekrana kaydırdım. Uygar fotoğrafın altına yorum yapmıştı. Diploma duvarda, mimar hanım odasında. Her şey yerli yerinde olduğuna göre başlayalım mı @adadinceraladag ? yazmıştı.

 

Başlamak için daha iyi bir zaman olamazdı, kaptan! 🛠️✨ Desteğin için teşekkürler, sen olmasan bu yol biraz daha zor olurdu. @uygaruysal. yazdım ve telefonu sehpaya bırakıp kahvemden bir yudum aldım.

 

“Ee ne zaman gidiyoruz kütüphaneye?” dedi Uygar.

 

“Kahvelerimiz bitsin de çıkarız.” dedi Deniz.

 

“Sarp ve Eser ne yapmış? Hallolmuş mu her şey?”

 

“Aynen. Ufak bir aksilik olmuş ama ona da artık yapacak bir şey yok ne yapalım. Olan olmuş.”

 

“O da nazar boncuğu olur ya. Can sıkmaya gerek yok.”

 

“Neden ben hariç herkes her şeyi biliyor?” dedim kaşlarımı çatarak. “Gerçekten ne işler karıştırıyorsunuz anlamıyorum.”

 

Uygar teslim ol denildiğinde ellerini kaldıran suçlular gibi ellerini havaya kaldırdı. “Valla ben masumum. Hiçbir şey de bilmiyorum.”

 

Kaşlarımı daha da çatıp şüpheyle baktım. “Hiç öyle olduğunu zannetmiyorum ama olsun.”

 

“Bir şey yok hayatım.” dedi Deniz. Hemen ardından şirket telsizini alıp birkaç tuşa bastı. “Ece.” dedi hemen sonra. “Ya biz Ada’yla alışverişe çıktık bugün. Selay ve Can’ın bebeği için hediye baktık yani bebek eşyaları mağazasına girdik. Basın da oradaydı ve görüntülerimizi alıp abuk sabuk sorular sordular. Muhtemelen yayınlayacaklardır. Sen ona göre bir açıklama yayınlar mısın? Ada’nın hamile olduğunu zannediyorlar yani gidip de böyle bir haber yazdılarsa bunu net bir dille yalanla. Ki zaten gerçekten öyle bir şey yok.” dedi Deniz. Bunları söylerken gözlerini benden kaçırmıştı. “Tamam Ece sağ ol.” dedi, telefonu kapattı.

 

“Şu magazinden kurtulmak mümkün değil mi ya?” dedi Uygar. “İnsanın canını sıkmaktan başka ne işe yararlar ki?” Kısa bir süre sustu, ardından sordu. “Ne hediye aldınız?”

 

“Beyaz bir battaniye aldık.” dedim. “Görsen Uygar, yumuşacık.”

 

Uygar başını salladı, ardından konuşmanın gidişatının beni üzeceğini anlamış olacak ki kahvesini fondip yaptı. “Ne güzel.” dedi. “Kalkalım mı artık geç olmadan?”

 

“Kalkalım.” dedi Deniz eş zamanlı olarak ayağa kalkarken. Ben de onunla birlikte kalktım. Önce odadan sonra da şirketten çıktık, otoparka indik, arabalara dağıldık. Uygar’ın önde, bizim arkada yaptığımız yolculuk yaklaşık on beş dakika sonra bitmişti. Kütüphanenin alt sokağına geldiğimizde Deniz arabayı sağa çekti ve durdu.

 

“Neden durdun sevgilim? Daha yolumuz var.”

 

“Şimdi park yeri yoktur orada ya, hazır bulmuşken buraya girdim.” dedi Deniz. “Hadi inelim.”

 

Asla anlam veremesem de dediğini yapıp arabadan indim, Deniz’in yanına gittim, elini tuttum ve yan yana üst sokağa doğru ilerledik.

 

“Kütüphaneyi boş bırakırsan diye tamamen teslim edebileceğin bir çalışan aramaya mı başlasak?” dedi.

 

“Yok.” dedim. “Boş bırakmam, neden bırakayım?”

 

“Sevgilim, otelin var ve orayla da pek ilgilendiğin söylenemez.”

 

“Oranın en azından bir yöneticisi var sevgilim. Ve bir düzeni de var. Hem sen bütün otellerle birebir ilgileniyor musun? İlgilenmiyorsun. Çünkü bu işi senin yerine yapan otel müdürleri var. Ee benim otelimin de müdürü var. Neydi adı? Hah, Kaan. İşte o ilgileniyordur herhalde.”

 

“Senin de müdürü denetlemen lazım arada sırada sevgilim. Bütçe kontrolüne falan bakman lazım. Gelirler giderler iyi hesaplanıyor mu? Bir sürü detay var.”

 

Sıkıntılı bir nefes verdim. “Bakarım.” dedim. Köşeyi dönüp sola gideceğimiz sırada Deniz bir anda gözlerimi eliyle kapattı. “Deniz ne yapıyorsun?” dedim telaşla.

 

“Sabret güzelim.” dedi. “Korkma hadi devam et. Kaldırım düz, hiçbir şey yok önünde.”

 

Deniz’in yönlendirmesiyle adımlarımı devam ettirdim. Bana bir sürprizi vardı ve bu sürprizin kütüphaneyle ilgili olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi.

 

Belli sayıda adımlardan sonra Deniz durdu. “Şimdi ellerimi çekeceğim ama ben aç diyene kadar açma tamam mı gözlerini?”

 

“Tamam.” dedi, ellerini yavaşça çekti. Birkaç saniye bekledi. “Evet şimdi açabilirsin.”

 

Gözlerimi açtığımda önce neye baktığımı tam anlayamadım. Kütüphane sokağın ortasındaki eski taş binanın en alt katındaydı ve o bina baştan aşağı kahverengi balonlarla ve çiçeklerle süslenmişti. Tüm tanıdıklarım ve sevdiklerim kapının önünde durmuş bana bakıyordu.

 

Kapının birkaç metre üstünde balonlarla yapılmış bir pankart asılıydı.

 

“ADA DİNÇER ALADAĞ KÜTÜPHANESİ’NE HOŞ GELDİNİZ.”

 

Herkes Sürpriz. diye bağırırken mutluluktan ağlamaya başlamıştım. Burası Deniz’le tanışmamı sağlayan yerdi ve yeniden hayat bulmuştu. Kapının üstündeki tabelada Ada Dinçer Aladağ Kütüphanesi yazıyordu.

 

“Bu.” dedim kekeleyerek. “Deniz bu gerçek mi?”

 

Deniz kolunu bana sarıp şakağımı öptü. “Gerçek güzelim.” dedi. Sesinde benim mutluluğumdan doğan bir mutluluk vardı.

 

Önce Deniz’e minnet dolu bir ifadeyle bakıp, hemen ardından kalabalığa döndüm. Babam, Savaş, Selay, Can, Miray, Sarp ve Uygar bana mutlulukla bakarken onlara doğru ilerledim. Onların haricinde daha bir sürü insan vardı. Bu mahallenin esnafı olduklarını tahmin edebiliyordum.

 

Önce babama, sonra Savaş’a sarıldım. Sırasıyla da diğerlerini kucakladım. “Siz, nasıl, ne ara yaptınız? Bu kadar çabuk nasıl halloldu?” dedim merakla.

 

Deniz, Eser ve Sarp birbirine muzip bir şekilde bakarken Uygar da bana aynı ifadeyle bakıyordu. “Renk kahverengi olmuş. demiştin.” dedim Eser’e bakarken. “Bu balonlardan mı bahsediyordun sen?”

 

“Evet yenge.” dedi. “Yani kusura bakma, tamamen organizasyon şirketinin hatası. O kadar sarı olsun dedim ama sabah geldiğimde şok oldum gerçekten.”

 

“Olsun.” dedim, hiç önemi yoktu. “Ben en çok sarıyı seviyorum ama diğer renkleri sevmiyor değilim ki. Diğer renkleri de seviyorum ama sadece en çok sarıyı seviyorum. Ve şu an o kadar mutluyum ki inan renklerin hiç önemi yok.” dedim.

 

Eser yüzüme gülümseyerek baktı. Deniz kolunu boynuma sardı. “Hadi içeriyi gezmeyelim mi?” dedi.

 

Uygar DJ bölümüne geçti ve tüm sokağın yankılanmasına sebep olacak yükseklikte bir şarkı açtı. Şarkı iki binli yılların başında popüler olmuş Summer Jam isimli yabancı bir şarkıydı.

 

Hep birlikte içeriye girdik. Her şey beklediğimden o kadar güzeldi ki tekrardan ağlamaya başladım. Burası gerçekten çok güzel olmuştu. Raflar, masalar, sandalyeler, koltuklar, aydınlatmalar. Buradan çıkmak istemeyecek kadar çok sevmiştim.

 

“Kızım burası çok güzel olmuş.” dedi Savaş. “Sen gerçekten mimar olmak için doğmuşsun.”

 

“Kızım diye demiyorum çok yetenekli.” dedi babam. Ona gülümseyerek bakarak bir öpücük gönderdim.

 

“Ada, senin aklından çıkma bir yer olduğu o kadar belli ki.” dedi Sarp. Fransa’daki projelerimi bildiği için buranın gerçekten de benim zihnimden çıktığını anlamıştı.

 

“Hepinize çok ama çok teşekkür ederim.” dedim. “Burası hayallerimin ötesinde bir yer olmuş.”

 

“Nice öğrencilere ev sahipliği yapacak burası.” dedi Selay. “Şimdi öğrenci olmak vardı. Ne güzel ders çalışılırdı burada.”

 

Herkes minik bir kahkaha attığında ben de gülümsemiştim. Kim bilir belki bizim aşkımız gibi başka aşklar da başlardı burada. “Sen bu yüzden mi bu elbiseyi giymemi istedin?” dedim Deniz’e bakarak. “Açılış için?”

 

“Tam olarak öyle sayılmaz.” diye yanıtladı. “Diplomanı kutlamak için yemeğe gideceğiz. O yüzden bu elbiseyi giymeni istedim.”

 

“Deniz.” dedim inanamayarak. “Sana gerçekten inanamıyorum. Sen nasıl bir adamsın?”

 

“Aşık bir adamım.” dedi gülümsedi.

 

“Hadi herkes toplaşsın.” dedi Sarp. Ön kamerasını açıp herkesi arkasına dizdi. “Selfie alıyorum. Evet herkes ekrana sığdı. Çekiyorum. Üç iki bir, çektim.” dedi, düğmeye bastı ve neşe dolu anımızı kayıtlamış oldu.

 

İçeride ve dışarıda çekildiğimiz bir sürü fotoğraftan sonra organizasyon firmasının getirdiği yüksek sehpaların başına geçmiş, bir şeyler atıştırıyorduk. ‘’Adı neden Ada Dinçer Aladağ Kütüphanesi oldu?’’ dedim bir fıstığı ağzıma atarken.

 

‘’Çünkü burayı yeniden var eden sensin sevgilim. İsim hakkı senin olmalıydı. Ve.’’ dedi, kısa bir nefes aldı. ‘’Buranın senin olmasını istiyorum.’’

 

‘’Zaten benim.’’ dedim.

 

‘’Resmi olarak da senin olmasını istiyorum.’’ dediğinde gözlerimi kocaman açtım.

 

‘’Deniz, buna hiç gerek yok. Eğer diploma hediyesi için diyeceksen.’’ dedim, kolumu havaya kaldırıp bileğimi salladım. ‘’Bileklik almışsın ya zaten.’’

 

‘’O ayrı.’’ dedi. ‘’Bileklik diploman için, kütüphaneyi ise burayı çok sevdiğin için ve yeniden var etmek adına ilk adımı attığın için sana vermek istiyorum.’’ Ağzımı açmamla işaret parmağını dudaklarıma kapatması bir olmuştu. ‘’Hiç itiraz etme karıcım. Bir ara notere gidip senin üstüne bildireceğim.’’ dedi, işaret parmağıyla burnumun ucuna hafifçe vurdu. ‘’Anlaştık mı?’’

 

‘’Anlaşmadık.’’ diye direttim.

 

‘’Anlaştık anlaştık.’’ dedi, kolunu belime sarıp beni kendine iyice yapıştırdı ve alnımın kenarını öptü.

 

Tam o sırada Sarp ellerinde iki minik kekle yanımıza geldi. ‘’Romantizminizi bölüyorum ama biraz da enerji alın, yoksa bayılacaksınız.” dedi, ikimizin kekinden de birer ısırık alacak gibi kekleri bize uzatarak.

 

“Şeker komasına girmeyelim Sarp.” dedim gülerek.

 

Uygar da yanımıza yaklaşmıştı. “Ben geldim, partiyi bir üst seviyeye taşımamı ister misiniz? Müzik seçkimiz bir sonraki evrede Nostaljik Türkçe Pop olacak. Kimse kaçamaz.”

 

Deniz güldü. “Uygar sen prodüktör değil, DJ’sin.”

 

“Ne fark eder kanka, önemli olan niyet.” dedi, sonra bana döndü. “Ama şu var Ada, bir mekân ilk gününde ağlatıyorsa, o mekân olmuş demektir. Senin kütüphane mekân olmuş kızım!”

 

Güldüm. “Çok teşekkür ederim çocuklar. Gerçekten, hepinizin emeği var. Bu anı hep hatırlayacağım.”

 

Sarp bir anda ellerini çırptı. “Tamam tamam, herkes duygulandı. Ama benim midem de duygusal ve şu an dikkat istiyor.”

 

Deniz bana göz kırptı. “Gidelim mi o zaman? Şu bahsettiğim kutlama yemeğine?”

 

“Gidelim.” dedim gülümseyerek. “Ama önce bu iki tatlı adamla bir fotoğraf daha istiyorum.”

 

Sarp ve Uygar’ı iki yanıma aldım. Deniz de telefonun başına geçti. Güneş binaya asılı kahverengi balonların üstüne vuruyordu. O an içimde tarifsiz bir huzur vardı. Hayat bazen gerçekten güzeldi.

 

***

 

Restoran, Kadıköy ile Çengelköy arasında bir koyun kıyısına kurulmuştu. Geniş cam duvarları, loş ışıkları ve deniz üstüne uzanan ahşap terasıyla şık ama sıcak bir havası vardı. Uzakta ışıkları yanıp sönen motorlar, yakında çatal-kaşık sesine karışan martı çığlıkları, yazın habercisi olan bu ilkbahar gecesini daha da özel kılıyordu.

 

Uzun ahşap masa, denize bakan bölümde ayrılmıştı. Masada şık beyaz örtüler, kristal kadehler, narin çiçek aranjmanları vardı. Boğaz’dan esen rüzgâr, incecik dalgaları kıyıya vuruyor, bu sese fonda hafif caz müziği eşlik ediyordu.

 

Gün boyunca yaşadığım o yoğun duygular, diplomamı alışım, kütüphanemin açılışı, babamın gözyaşları, Savaş’ın sarılışı… Şimdi yerini biraz daha dingin, keyifli bir mutluluğa bırakmıştı. Deniz’in elini tutmuş, ahşap iskeleye uzanan cam kaplı salona doğru yürürken içimde hafif bir serinlik, biraz da tuzlu havanın ferahlığı vardı.

 

Masaya geldiğimizde Deniz benim için sandalyeyi çekti, oturmama yardım etti. “Hanımefendi, lütfen buyurun.” dedi gülümseyerek.

 

Gülümsedim. “Teşekkür ederim beyefendi.”

 

Masada Miray’la Selay menüyü inceliyorlardı. Uygar ile Sarp çoktan yerlerine kurulmuş, menüyü bile bırakmışlardı. Babamla Savaş sessizce denize bakıyordu. Kıyıya vuran dalgaların sesi fonda çalan cazla birleşip tuhaf bir huzur yayıyordu.

 

Sarp, oturduğu yerden hafifçe dönüp konuştu. “Burası tam senlik Ada. Hem sofistike hem duygulu.”

 

“Doğru.” dedi Uygar. “Romantik ama aynı zamanda tasarım odaklı. Minimal lüks.”

 

“Minimal lüks ne ya?” dedi Eser. “Ya lükssündür ya değilsindir. Ortası mı olur?”

 

“Yok abi, tasarımcılar böyle diyor.” dedi Can, yarı ciddiyetle. “Bir şey hem sade hem pahalıysa adı minimal lüks oluyormuş.”

 

Miray güldü. “Bence siz artık mimarlık terimlerine girmeyin. Ada’dan yersiniz fırçayı.”

 

Gülümsedim. “Yok, ben alışığım. Onlar konuşsun, ben onların yerine mezeyi seçerim.”

 

Garson tam o sırada masaya deniz mahsulleriyle dolu tabaklar getirdi. Tabağın üstündeki zeytinyağlı kalamarlar, karides salatası ve limon kokusu midemi değil, ruhumu doyurdu sanki. Hafif limon kokusu, zeytinyağıyla birleşip havaya karışmıştı.

 

‘’Biz geldiiiik.’’ dedi Ece neşeyle masaya yaklaşırken. ‘’Geciktik mi?’’ Ece, siyah ince askılı çok şık bir elbise giymişti. Şirketten ne ara çıkmıştı, ne ara böyle özenli hazırlanmıştı bilmiyordum. Bakışlarımı ondan ayırıp Eren’e çevirdim. Deniz gibi o da takım elbise giymişti.

 

‘’Ooo, hoş geldin kuzen.’’ dedi Uygar ayağa kalkıp Ece’yi sıkıca kucaklayarak. Sanki şirkette birbirlerini görmüyorlarmış gibi bir tepki vermesi gülümsememe sebep olmuştu.

 

Deniz ayağa kalkıp Eren’e sarıldı. ‘’Hoş geldin yakışıklı.’’ dedi Deniz Eren’i baştan aşağı süzerken. ‘’Sen ne yakışıklı olmuşsun böyle ya.’’

 

‘’Sizin olduğunuz yerde adımız bile geçmez Deniz Bey.’’ dedi Eren. Deniz Eren’in saçlarını karıştırdı.

 

Garson Ece ve Eren için de servis açarken hepimiz Ece ve Eren’e sarılıp yerlerimize geçmiştik. Güneş, dayım, yengem ve Melis hariç en sevdiğim insanların bu masada toplanması beni çok mutlu etmişti.

 

‘’Hadi bir selfie daha.’’ dedi Sarp. Eren ve Ece yerlerine otururken Sarp ayağa kalktı, masadan biraz uzaklaşıp kamerasını açtı. “Hadi yaklaşın biraz birbirinize, herkes sığmıyor kadraja!”

 

Başımı Deniz’in omzuna yaslarken gözlerim masada gezindi. Ece Savaş’ın yanına denk gelmişti ve Sarp’ın Yaklaşın. demesiyle saçları birbirine değmişti. Gülümsedim. Arkamızda Boğaz, üstümüzde yıldızlar, içimizde hafif çarpıntılarla dolu bir huzur vardı.

 

Garson ana yemekleri getirmişti. Deniz ve ben levreği tercih etmiştik, Eser’in tabağındaki bonfileye Sarp göz dikmişti. Selay ile Miray birbirlerine tabaklarından tattırıyordu. Selay hamile olduğu için herkes ona kendi tabağından bir parça vermişti. Selay her ne kadar reddetse de bir süre sonra tabağı farklı yemeklerle dolmuştu.

 

Herkes neşeyle yemeğini yerken Deniz bir anda ayağa kalktı. Rakı kadehini eline aldı. Gözleri yalnızca bana bakıyordu. O an sanki masada ondan ve benden başka kimse yoktu.

 

“Bir şey söylemek istiyorum.” dedi. Sesi denizin üstünden esen rüzgâr gibi yumuşaktı. “Biliyorum, kalabalıktayız ama bu gece birkaç cümle söylemeden oturamayacağım.” Gözlerimin dolduğunu hissettim.

 

“Hayat, insanın kendi hikâyesini yeniden yazma cesaretiyle başlıyor. Ada benim hayatıma girdiğinde ben her şeyi bilen ve her şeyi yaşayan bir adam sanıyordum kendimi. Ama zamanla anladım ki onun gözlerinin içindeki o ışık benim bütün bildiklerimi sorgulattı. Meğer ben hiçbir şey bilmiyormuşum.’’ Bana döndü, gözlerimin içine baktı, beni ayağa kaldırdı. ‘’Ada hayatımda en çok seninle gurur duyuyorum. En çok seni seviyorum. Ve en çok senin yanında yaşlanmak istiyorum.”

 

Boğazım düğümlendi. Masada çıt çıkmıyordu. Miray bir mendil uzattı ama ben sadece gülümsedim.

 

Deniz devam etti. ‘’Bu kadeh sadece bir kutlama değil, bu kadeh, bizim hayatta yeniden bulduklarımıza. Birbirimizi affedişimize. Ve her şeyin sonunda hâlâ el ele oluşumuza. Sekiz yüz yedi gün sonra yanımda oluşuna. ” Kadehini bana doğru uzattı. “Sana, Ada.”

 

Zar zor konuşabildim. “Ve sana, Deniz.” dedim, içi meyve suyu dolu bardağımı ona uzattım, birbirimizin gözlerine bakarak kadehlerimizi tokuşturduk. Camların tınısı bir anlığına yıldızların çarpışmasına benzedi. Herkes ardından alkışladı, masada tatlı bir uğultu yükseldi. Ama benim dünyam sadece onun sesiyle doluydu.

 

‘’Vaov.’’ dedi Uygar. ‘’Şair misin adamım sen?’’

 

Deniz gülümsedi, yüzüme yaklaştı ve dudaklarıma güçlü ama bir o kadar romantik, kısa bir öpücük bıraktı. Bıraksam devam edebilecek gibi bir hali vardı ancak babamın da burada olduğunu hatırlamış olacak ki yüzünü geri çekti, benimle birlikte masaya döndü.

 

‘’Bir daha ayrılık yazmasın Rabbim size.’’ dedi babam.

 

‘’Amin amin.’’ dedi Sarp bağırarak. Onun ardından diğer herkes de Amin. dediğinde yerimize oturduk.

 

‘’Aa.’’ dedim Selay’a dönerek. ‘’Selay.’’

 

Selay gömüldüğü tabaktan başını kaldırıp ağzını sildi. ‘’Efendim Adacım.’’

 

‘’Hatırlıyor musun, küçükken sana Bebeğine ilk hediyeyi ben alacağım. demiştim.’’

 

‘’Evet.’’ dedi Selay merak ve heyecanla.

 

‘’Sözümü tuttum.’’ dedim. ‘’Deniz’le birlikte bebeğiniz için minik bir hediye aldık.’’

 

‘’Nasıl yani? Ciddi misin?’’

 

‘’Evet.’’ dedim. ‘’Geç kalmadım değil mi? Kimse almadı bizden önce bir şey?’’

 

‘’Yok yok, almadı.’’ dedi Selay ve arkasına yaslandı. ‘’Sen nasıl hatırlıyorsun bunu ya?’’

 

‘’Ben hatırlarım.’’ dedim, gülümsedim.

 

Sarp Selay’a çaktırmadan restorana soktuğu paketi bana verdi. Deniz’le birlikte paketi Selay’a ve Can’a uzattık. ‘’En en en güzel günlerde kullanın.’’ dedim gülümseyerek. ‘’Kullandıkça da bizi hatırlayın.’’

 

‘’Ya inanamıyorum size. Çok teşekkür ederiz çocuklar, hiç gerek yoktu.’’

 

‘’Gereklilikten değil ki Selay, içimizden geldiği için aldık.’’ dedim. Selay paketi açtı. Yumuşacık, beyaz battaniyeyi görür görmez elini yüzeyinde gezdirdi ve gözyaşlarıyla gülümsedi.

 

‘’Çok güzel bu.’’ dedi duygu yüklü bir sesle. ‘’Can şuna bak.’’

 

Can başıyla Selay’ı onaylarken masanın yarısı muhabbetten kopmuştu. Sarp, Eser’le birlikte tatlı menüsünü inceliyor, babam Savaş’la günlük sohbetini ediyor, Uygar da Ece’ye sataşıyordu. Başımı Deniz’e yasladım.

 

‘’Biz bu gecelerin sayısını arttıralım ya, baksanıza herkes nasıl neşeli.’’ dedi Ece.

 

‘’Ya bırak. Plan yapıyoruz ilk sen ekiyorsun. Ayrıca ne zaman bunu desen çakırkeyif oluyorsun, ciddiye almıyorum o yüzden seni.’’ dedi Uygar.

 

Ece sırıttı ve farkında olmadan başını Savaş’ın omzuna yasladı. Savaş ne yapacağını bilemez bir halde etrafa bakarken Ece elini havaya kaldırıp işaret parmağıyla Uygar’ı gösterdi. ‘’Gözünden hiçbir şey kaçmıyor Uygar Uysal.’’ dedi, minik bir kahkaha attı. ‘’Şimdi de çakırkeyifim.’’

 

‘’Yandık desene.’’ dedi Uygar. ‘’Ah be kızım, her şeyin iyi güzel de tek kadehle nasıl kafan gidiyor bu kadar?’’

 

Ece dudaklarını aşağı sarkıttı. ‘’Bilmem ki.’’ dedi, sonra hemen konuyu değiştirdi. ‘’Tatlılar nerede kaldı?’’

 

‘’Gelir şimdi.’’ dedi Uygar.

 

Eser’in Deniz’e kaş göz yaparak bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark ettiğimde başımı kaldırdım ve işaret parmağımla Deniz’in kolunu hafifçe dürttüm. Deniz meraklı gözlerle bana bakarken ‘’Telefonuna mesaj geldi.’’ dedim.

 

Deniz masadaki telefonunun ekranına dokundu, ekran ışığı yandı. Deniz bir bildirim olmadığını görünce bana döndü. ‘’Gelmemiş bir şey güzelim, yanlış mı gördün?’’

 

‘’Yok yok, yanlış görmedim. Ver sen bana.’’ dedim ve Deniz’in telefonunu alıp boş bir not sayfası açtım. Eser sana bir şey söyleyecek sanırım, sana işaret ediyor ama sen görmedin. yazıp telefonu Deniz’e uzattım. ‘’Bak işte sevgilim, burada.’’

 

Eser’in gizli bir şeyler söyleyeceğini ve bunu masadakilerden gizlemek istediğini anladığım için böyle bir yola başvurmuştum. Yoksa pekâlâ Deniz’in kulağına eğilip de söyleyebilirdim fakat bu ilgi çekerdi.

 

Deniz yazdığım yazıyı okuyup WhatsApp’a girdi, Eser’in sohbetini açıp ona hızlıca bir şeyler yazdı ve masadan kalktı. ‘’İzninizle ben bir ellerimi yıkayacağım.’’

 

Deniz ağır adımlarla bizden uzaklaşırken masada kalmak ve Deniz’in peşinden gitmek arasında kalmıştım. ‘’Biz de bir sigara mı içsek Sarp?’’ dedi Eser.

 

‘’Olur ya, iyi gider şimdi.’’ dedi Sarp ve Eser’le birlikte eş zamanlı olarak masadan kalktı. Uygar Ne oluyor? dercesine bana göz kırptığında bir şeyler olduğunu anlayan tek kişinin o olduğunu fark ettim.

 

‘’Tatlı istiyorum ben.’’ dedi Ece. ‘’Nerede kaldı tatlılar?’’

 

‘’Tamam tamam, ben gidip soruyorum. Tatlı yemese ölecek bu kız gerçekten.’’ dedi Uygar ve Sarp’la Eser’in ardından o da masadan ayrıldı.

 

Ben de gitmek istiyordum ama masadan kalkmak için hiç bahanem yoktu. Ayrıca gidişim ilgi çekerdi. Denizler dönene kadar meraktan öleceğimi bilsem de masada kalmaya karar verdim. ‘’Ee Ada.’’ dedi Savaş. ‘’Sana ne hediye alalım?’’

 

‘’Ne hediyesi Savaş?’’ dedim. ‘’Mezun olmak ve diploma almak zaten benim sorumluluğumda olan bir şeydi. Yani yapmam gereken bir şeyi zaten yaptım diye, lütfen hediye almak gibi bir zahmete girmeyin.’’

 

‘’Saçmalama Ada.’’ dedi herkes bir anda. ‘’Sen kolay mı mezun oldun?’’ dedi Selay.

 

‘’Mezun olana kadar neler yaşadın. Diplomanı fazlasıyla hak ettin. Ee çam sakızı çoban armağanımız da olur bizim de.’’

 

‘’Uygar’ın yazdığı final makalesi sayesinde mezun oldum ben Miray. Asıl benim ona hediye almam lazım.’’ diyerek kıkırdadım.

 

‘’Senin için yazmayacak da kim için yazacak?’’ dedi Miray. ‘’Seve seve yazdı her satırını.’’

 

‘’Ama yine de ona bir borcum var.’’ dedim, o sırada garson tatlıları servis etmek için gelmişti.

 

Balık yiyenler şerbetli tatlı sipariş etmişken, kırmızı et yiyenler sütlü tatlı sipariş etmişti. ‘’Nihayet.’’ dedi Ece. ‘’Günün en güzel anı. Tatlı zamanıı.’’ dedi heyecanla ve fırın sütlacını önüne çekip tarçını kokladı. ‘’Mmmh çok lezzetli görünüyor.’’ Sanırım Ece sarhoş olmuştu. Bir kaşık aldı ve Savaş’a uzattı. ‘’Sen de ister misin?’’

 

Savaş başını iki yana salladı. ‘’Ben balık yedim Ece.’’ dedi gülerek. ‘’Sütlü bir şeyler yersem zehirlenebilirim.’’

 

‘’Aaa, sahi.’’ dedi. ‘’Yeme o zaman.’’ Kısa bir süre sustu. ‘’Ben balık sevmiyorum. Ankaralı olduğum için sanırım.’’

 

‘’Olabilir.’’ dedi Savaş. Sanırım Ece’yi sadece ben ve Savaş dinliyorduk.

 

Ece tatlısına dönüp iştahla yemeye başladığında gözlerim sürekli kapıya kayıyordu. ‘’Ama Ankara’da da deniz yok. Şöyle bir manzarası yok mesela Ankara’nın.’’ dedi Ece. ‘’Sen hiç Ankara’ya gittin mi?’’ Savaş’a soruyordu.

 

‘’Gitmedim, bir gün giderim belki, kim bilir.’’ dedi Savaş. Tatlıyla beraber gelen çayını yudumladı.

 

‘’Aa ben Güneş’i arayayım.’’ dedim bir anda. Masadaki herkes başını sallayarak beni onaylayınca telefonumu aldım ve koşar adımlarla dışarıya, Denizlerin yanına koştum.

 

Deniz beni uyarıcı bir bakışla süzerken ona aldırmadan yanlarına yürüdüm. ‘’Ne oldu?’’ dedim meraklı gözlerle hepsine bakarken. Hiçbiri bana cevap vermediğinde bu sefer daha ciddi bir tonla sorumu tekrarladım. ‘’Söylesenize bana da. Ne oldu?’’

 

Eser kısa bir nefes alıp ağzını araladı. ‘’Yenge.’’ dedi ciddi bir ifadeyle. ‘’Evren bana mesaj attı.’’

 

Bir an bildiğim tüm kelimeleri unutmuş gibi irkildim. ‘’Nasıl yani?’’ dedim korkuyla. ‘’Ne diyor?’’

 

‘’Deniz bir sonraki silah sevkiyatımı yönetirse, senin canını bağışlarım diyor.’’

 

‘’Yanii Evren’in silah sevkiyatını sen mi yöneteceksin?’’ dedim Deniz’e dönerek.

 

Deniz gülümsedi. ‘’Evet.’’ dedi sessizce. El koymayı düşündüğü silahların sevkiyatını yürütmeyi neden kabul ettiğini bilmiyordum. Eser’in hayatını korumak için farklı önlemler alabilirdi. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama ne olursa olsun bu kaçakçılık işine asla bulaşmayacağını adım gibi biliyordum.

Bölüm : 04.06.2025 22:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kubra Akyol / Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR) / 75. Bölüm - Kırılgan Cesaret
Kubra Akyol
Geçmişin Tutsakları (KİTAP OLUYOR)

25.95k Okunma

10.91k Oy

0 Takip
87
Bölümlü Kitap
1. Bölüm - Eksik Parçalar2. Bölüm - Sessiz Ayrılık3. Bölüm - Karanlık Miras4. Bölüm - Bal Gözlerin İlhamı5. Bölüm - Yaralı Hafızalar6. Bölüm - Deniz Kabuğunun İzinde7. Bölüm - Tehditlerin Gölgesinde8. Bölüm - Kor Ateş ve Buz Dokunuşu9. Bölüm - Bilinmez Çekim10. Bölüm - Tehlikeli Sığınak11. Bölüm - Korunurken Kaybolmak12. Bölüm - Birbirinden Farklı, Birbirine Mahkum13. Bölüm - Kaderin Kara Günü14. Bölüm - Ölümle Dans15. Bölüm - İntikamın Sınırında16. Bölüm - Bittiğinde Unut17. Bölüm - Var Olmayan Veda18. Bölüm - Yaralı Ruhların Teslimiyeti19. Bölüm - İtirafların Sessizliği20. Bölüm - İkiye Bölünmüş Ruhlar21. Bölüm - Kaçınılmaz Teslimiyet22. Bölüm - Kanla Yazılmış Kader23. Bölüm - Aşkın Günahı24. Bölüm - Korkunun Kollarında25. Bölüm - Suçlulukla Sevmek26. Bölüm - Kırık Kaderler27. Bölüm - Kan Bağının Fısıltısı28. Bölüm - Kalbin Benim29. Bölüm - İki Yarım Tek Bütün30. Bölüm - Yılların Ötesinden Bir Ses31. Bölüm - Yaralı Kardeşlik32. Bölüm - Sessiz Kavuşma, Gürültülü Ayrılık33. Bölüm - Mutluluğa Sığınmak34. Bölüm - Yaralı Yüzleşme35. Bölüm - Aynı Kandan Yabancılar36. Bölüm - Beklenmedik Mucize37. Bölüm - Kırık Hayatlardan Doğan Umut38. Bölüm - Kayıp Yılların Telafisi39. Bölüm - Kapanmamış Defterler40. Bölüm - Kalpte Saklı Affediş41. Bölüm - Gecikmiş Mutluluk42. Bölüm - Ölümün Gölgesinden Gelen43. Bölüm - Karanlığın İlk Günü44. Bölüm - Sessiz İhanet45. Bölüm - Küllerinden Doğan İhanet46. Bölüm - Kanla Yazılan Oyun47. Bölüm - Aşkın En Güzel Hediyesi48. Bölüm - Aşkın Mucizesi49. Bölüm - Birlikte Yeniden Doğmak50. Bölüm - Umuda Açılan Kapı51. Bölüm - Mutluluğun Tatlı Hazırlıkları52. Bölüm -Geleceğe Atılan İlk Adımlar53. Bölüm - Hayat Yeniden Başlıyor54. Bölüm - Fedakarlığın Sessiz Çığlığı55. Bölüm - Kalp ile Akıl Arasında56. Bölüm - Ayrılığın Sessiz Adımları57. Bölüm - Vedanın Kıyısında58. Bölüm - Sevdanın Sınavı59. Bölüm / 1.Kısım - Kanla Yazılan Veda59. Bölüm / 2.Kısım - Kanla Yazılan Veda60. Bölüm - Bir Yokluğun Ardından61. Bölüm - Hasretin 807 Günü62. Bölüm - Gizli Kimlik, Tutkulu Aşk63. Bölüm / 1.Kısım - Geç Kalan Kavuşma63. Bölüm / 2. Kısım - Geç Kalan Kavuşma64. Bölüm - Yeniden Doğuş65. Bölüm - Geçmişin Gölgesinden Geleceğe66. Bölüm / 1. Kısım - Su ve Toprak Arasında66. Bölüm / 2. Kısım - Su ve Toprak Arasında67. Bölüm - Kırılma Noktası68. Bölüm - Karanlıktan Çıkış Planı69. Bölüm - Gökyüzüne Yakın, Yeryüzüne Uzak70. Bölüm - Savaşın Eşiği71. Bölüm - Karanlığın Haritası72. Bölüm - İçimizdeki Boşluklar73. Bölüm - Karanlıktan Işığa74. Bölüm - Şafağın Karanlığı75. Bölüm - Kırılgan Cesaret76. Bölüm - Gizli Oyun77. Bölüm - Yalanlar ve Yaralar78. Bölüm - Çifte Mutluluk79.Bölüm - Ege'ye Kaçış80. Bölüm - Saklı Gerçekler81. Bölüm - Tehlikeli Oyun82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...