
Sarp, alnındaki kırışıkları belirginleştiren sert bir ifadeyle Deniz'e döndü. Kaşlarını çatmıştı, sesi öfkeyle doluydu. "İyi de Deniz." dedi ellerini iki yana açarak. "Ya bu adamın işi bu değil mi? Kaçakçının önde gideni herif. Yıllardır bu işi yapıyor. Artık üstadı olmuş. Niye senin yönetmeni istiyor? Sen ne anlarsın amına koyayım kaçakçılıktan? Ne çıkarı var?"
Deniz'in dudak kenarı kıpırdasa da bir şey söylemedi. Onun yerine Eser atıldı. "Suç üstüne kalmasın diyedir." dedi, sesi alçak ama öfke yüklüydü. "Bu onun yapacağı en büyük iş olacak. Yakalanma ihtimalinden korkuyor. İşler yolunda gitmezse Deniz'in başı yansın istiyor işte. Göt herif." Eser bir an söylediğine pişman olmuş gibi dudaklarını birbirine bastırdı, yüzüme mahcup bir ifadeyle baktı. "Yenge kusura bakma."
Minik bir kahkaha atıp koluna hafifçe vurdum. "Sorun yok Eser. Duygularımıza tercüman oluyorsun." dedim kendini rahat hissetmesi için.
Ama Eser hâlâ pişmandı. Gözleri yere kaymıştı. Deniz'e dönerek iç çekti. "Yani Deniz, sırf benim için bu işe bulaşacaksan hiç bulaşma. Biz ne anlarız silah kaçırmaktan? Büyük saçmalık."
Deniz'in bakışları sertleşti. Omuzlarını hafifçe geriye attı. "Kaçırmayacağız zaten Eser. El koyacağım silahlara. Zaten planladığımız şey buydu." dedi. Sonra gözlerini bir noktaya sabitleyip konuştu, sanki kendi kafasındaki şemayı izliyordu. "Ama Evren kaçıracağımı zannedecek. Bu sayede hem senin hayatını garantiye alacağız hem de-"
"Hem de?" dedi Uygar kollarını göğsünde birleştirerek.
"Belgeleri isteyeceğim. Sahte imar izniyle yapılan otelimin belgelerini."
"Verir mi ki?" dedi Sarp şüpheyle kaşlarını kaldırarak. Elini kaldırıp çenesini ovuşturdu. "Hem verse ne olacak? Richard gerçeği biliyor. Yani kim bilir kaç kopyası vardır herifte."
"Toplayabildiklerimizi toplayalım." dedi Deniz. "Toplayabildiğim bütün kozları ve sahte ne varsa hepsini toplamak istiyorum."
"Peki." dedim. "Ne zamanmış bu sevkiyat?"
"Bilmiyoruz hala." dedi Eser.
"Arayalım şu herifi." dedi Deniz, gözlerini devirdi. Telefonunu çıkardı, ekranda bir şeylere bastı, sonra hoparlöre aldı. Birkaç çalıştan sonra Evren telefonu açtı. "Derdin ne senin?" diye sordu Deniz hesap sorar gibi bir tonda.
"Benim derdim belli." dedi Evren sıkıntıyla.
"Ama dermanın ben değilim." dedi Deniz. Sanırım Evren'e istediğini hemen vermeyecekti.
"İyi düşün. Yoksa Eser'i gebertir leşini evinin önüne atarım."
"Hiçbir şey yapamazsın." dedi Deniz, kaşlarını çattı, gözlerini kıstı. "Sen artık ne bana ne çevreme ne de karıma yaklaşamazsın.
"Yoksa ne yaparsın?" Evren'in ses tonunda küstah bir sırıtış vardı. Yalvarır gibi değildi, tehdit ederken bile egosunu parlatıyordu.
Deniz biraz düşündü. "Güney Azrail'le savaşıyordu en son." dedi sonra. "O savaşı Azrail kazansın istemiyorsan uzak duracaksın Evren. Anladın mı?"
Evren Güney'i Eser'in vurduğunu yeni hatırlamış olacak ki öfkeyle bağırdı. "O Eser'i geberteceğim. Hain orospu çocuğu."
Deniz başını iki yana salladı. "Terbiyeni takın." dedi sinirle. Sesi keskin ve emir doluydu. "O ağzını dağıttırma bana."
"Oğlum ölürse sadece senin değil hepinizin hayatını cehenneme çeviririm!" dedi Evren sinirle.
"SENİN OĞLUN BENİM KIZ KARDEŞİMİ KAÇIRDI. SENİN OĞLUN BENİM KARIMI ZEHİRLETTİ." diye kükredi Deniz. "Eser az bile yaptı. Ve eğer sen benimle uğraşmaya devam edersen Eser'in yarım bıraktığını ben tamamlayacağım. Duydun mu beni?"
"Seninle uğraşmamı istemiyorsan silah sevkiyatını sen yürüteceksin." dedi Evren çabucak. Sesi bir anda yavaşladı. Sözlerinin arasındaki kibir hâlâ hissediliyordu ama artık altında bir titreklik vardı.
"Sadece bunu mu vaat ediyorsun?" dedi Deniz alayla. "Başka şartlarım da var."
"Sen bana şart sunacak bir konumda değilsin."
"Konumlar arası farkı tartışmayalım şimdi." dedi Deniz. "Eser'e dokunmayacaksın. Kimseye zarar vermeyeceksin. Elinde bana ait ne kadar belge varsa bana vereceksin. Bir de bana Richard'ın yerini söyleyeceksin."
"Ve karşılığında silah sevkiyatını mı yöneteceksin?" dedi Evren merakla.
"Belki o zaman düşünürüm." dedi Deniz, yüzüne küçümseyici bir ifade yayılmıştı. "Sahi sen, neden yıllardır yaptığın ve bildiğin işi benim yapmamı istiyorsun?"
"Çünkü yapacağım sevkiyatı Richard'la yapmayacağım. Eğer kulağına giderse beni harcar."
Deniz minik bir kahkaha attı. "Sen benim elime mi düştün yoksa ben yanlış mı anlıyorum?"
"Eline falan düşmedim." diye kendini savundu Evren ama bana kalsa basbayağı Deniz'den yardım dileniyordu.
"Sen Richard'a ihanet edip başkasına çalışacaksın öyle mi?" Deniz artık karşı tarafın tüm kartlarını masaya dökmek istiyordu. "Senin adın karışmasın diye de benim yönetmemi istiyorsun. Doğru mu anladım?"
"Oğlum canıyla cebelleşirken sevkiyat falan ayarlayamam. Ve oğlumu da bu duruma siz düşürdüğünüz için siz yöneteceksiniz. Bu kadar basit."
Deniz minik bir kahkaha daha attı. "Anladım." dedi, küçük bir es verdi. "Ne zamanmış bu sevkiyat?"
"14 Nisan'ı 15'e bağlayan gece." dedi Evren kısık bir sesle. "İki hafta kadar bir zaman var işte."
Uygar, Eser ve Sarp birbirine iki haftanın silahlara el koymak için çok kısa olduğunu anlatan bakışlarla baktığında ben de başparmağımın tırnağını yiyordum. "İyi." dedi Deniz. "Şartlarımı kabul ediyor musun?"
"Düşünmem lazım." dedi Evren. Deniz'e muhtaç olduğu halde hala neyi düşündüğünü anlamıyordum.
"Daha neyi düşünüyorsun Evren?!" diye bağırdı Deniz. "Benden, ailemden, çevremden uzak duracaksın. Elinde bana ait ne varsa hepsini vereceksin, Eser'e dokunmayacaksın ve Richard'ın yerini söyleyeceksin. Ben de sevkiyatı yapacağım. Bu kadar mı zor anlaması?"
"Kabul etmiyorum." dedi Evren.
"Ha zora koşacaksın yani?" dedi Deniz sabırsız bir sesle. "Ulan bana gelen sensin. Bir şeyler talep eden sensin. Ama her ne haltsa şartlara uymayan da sensin Evren! Kararını ver. Ya söylediklerimi yaparsın ya da kendine sevkiyatı yürütecek başka birini bulursun!"
"Bu cümleleri söyleyecek cesareti kazanman takdire şayan gerçekten. Gözlerim yaşardı açıkçası."
"Laf kalabalığı yapma. Madem ikimizin de birbirinden istekleri var, bunlara saygı duyup bu istekleri gerçekleştireceğiz. Yapmam diyorsan Richard'ı ben kendim de bulurum."
Telefonun ucunda birkaç saniyelik sessizlik oldu. Sonrasında Evren, o meşhur küstah tonunu geri getirmeye çalışarak konuştu. "Sen bilirsin." dedi. "Bu iyiliğini unutmamak için dua edeceğim. Eğer unutursam senin açından hiç iyi olmaz."
Deniz gözlerini devirdi. "Dua etmeni değil, belgelerimi istiyorum." dedi soğukça.
Evren kahkaha attı. "Ne zaman bu kadar büyüdün sen be çocuk?" dedi küçümser bir tonla. "Yarın sana her şeyi yollarım. Ama unutma, bu oyun daha bitmedi."
Telefon bir klik sesiyle kapanınca, ortamda yankılanan sessizlik hepimizin yüzüne tokat gibi indi. Deniz bir süre elindeki telefona baktı. Başparmağı ekranda gezindi ama hiçbir şeye basmadı.
Uygar bir adım attı. "Sence ciddiye alacak mı söylediklerini?" Deniz cevap vermedi. Sadece başını hafifçe iki yana salladı.
Sarp boğazını temizledi. "İki hafta... Bu kadar kısa sürede silahları ele geçirecek bir plan yapabileceğimize emin misiniz?"
"Hayır." dedi Deniz. Sesi yumuşaktı. "Ama yapacağız."
Başparmağımın tırnağını kemirmeye başladım. Dudaklarımı birbirine bastırarak Deniz'e baktım. Omuzları düşüktü. Gözleri hâlâ telefondaydı. "İyisin, değil mi?" dedim.
Kısa bir bakış attı. "Benim iyi olup olmam önemli değil artık." dedi. "Artık kimsenin başına bir şey gelmemesi önemli."
"Senin başına bir şey gelirse hepimizin başı gider, farkındasın değil mi?" dedi Eser.
Deniz gülümsedi. Ama bu gülümseme içten gelen bir huzur değil, daha çok huzursuz bir tepki gibiydi. "Benim başıma zaten çoktan gelen geldi." dedi. "Şimdi sıra size gelmeden Evren'i durdurmakta."
Kısa bir sessizlik oldu. "Belgeleri verdi diyelim." dedi Uygar. "Richard'ın yerini geberse söylemez bence bu Evren."
"Orası belli olmaz." dedi Eser. "Baksana başkasıyla çalışacakmış Evren. Demek ki Richard ile arasında bir şeyler çatırdıyor. Hem Güney, Richard istediğimiz parayı vermedi. demişti." diye devam etti. "Eğer tahminim doğruysa yani aralarında gerçekten bir husumet oluştuysa, intikam için Richard'ın yerini bize öter Evren."
"Mantıklı." diye Eser'i destekledi Sarp. "Niye başkasına çalışıyor mesela? Demek ki aralarında gerçekten de bir husumet oluşmuş. Biraz üstüne gidersek Richard'ın yerini öğreniriz diyorum ben."
"Umalım ki öyle olsun." dedi Deniz. Cümlesi havada asılı kalmıştı. Kafamızda dönen ihtimaller, Evren'in her zamanki gibi sözünde durmama ihtimali ve yaklaşan iki haftalık sürenin baskısı hepimizin üzerine çökmüştü.
Deniz'in her şeyi kontrol edebiliyor gibi görünen hali aslında içten içe dağılmaya çok yakın bir dengede duruyordu. Onu orada tutan tek şey hepimizi kurtarma arzusuydu.
"Hadi içeriye geçelim artık. Bayadır yokuz, dikkat çekmeyelim." dedi Uygar. Hepimiz başımızı sallaya sallaya restorana doğru yürüdük.
Masamızdan yükselen kahkahalar ve çatal, bıçak sesleri yeniden kulaklarımıza karıştı. Ortamda hâlâ tatlı bir neşe, hafif bir sarhoşluk hâkimdi. Ama biz biraz önce dışarıda geçen o konuşmalarla başka bir zamana, başka bir gerçekliğe temas etmiş gibiydik. Geri dönmek biraz zor oldu.
Ece çatalını havada sallarken gözlerini kısıp gülümsedi. "Aaa, işte geldiler. Nerede kaldınız siz ya? Tatlıyı kaçıracaksınız diye korktum."
"Tatlıyı kaçırırsak hayatın ne anlamı kalır?" dedi Uygar, eski tonlamasına dönmeye çalışarak. Masaya oturdu, hemen ardından Deniz, Sarp ve Eser de yerine geçti.
Deniz'in yanına oturduğumda elimi masanın altından onun eline uzattım. Parmaklarımız kenetlendi.
Tam o anda Sarp çatalını tabağa bıraktı. "Arkadaşlar." dedi. "Müsaadenizle bir şey söylemek istiyorum." Başlarımız ona döndü. "Ben böyle toplandığımız her ana kıymet veriyorum. Gerçekten. Hayat bir şekilde bizi sağa sola savuruyor ama yine de burada, aynı masada olabiliyor olmamız büyük şey. Ve bugün sadece Ada için değil, hepimiz için çok özel bir gündü. Ve eğer Ada'nın mezuniyetini kutladığımız bu gece bir şey dileme hakkım varsa, o da hepimizin başına ne gelirse gelsin, her seferinde yine aynı masada toplanabilecek kadar sağlam kalabilmemizdir."
"Ada ve Deniz’e!" dedi Eser, kadehini kaldırarak.
"Ada ve Deniz’e." dediler hep bir ağızdan. Ve bardaklarımızı birbirine çarptırdık.
Deniz tatlısına baktı, sonra bana döndü. "Bizim geleceğimiz biraz acılı olacak gibi ama tatlıyla halledeceğiz artık, ne dersin?"
"Acıyı bal eylemek bizim işimiz." dedim. Dudaklarımıza aynı anda yayılan gülümseme yalnızca geçmişimizi değil, geleceğimizi de taşıyordu.
Masada birkaç kişi artık sandalyesine yaslanmış, tatlılar da bitmişti. Garsonlar boş tabakları toplamaya başlamıştı bile. Gecenin sonuna yaklaşırken üzerimize serinlik çöküyor, Boğaz'dan gelen hafif esinti saçlarımızı dalgalandırıyordu.
"Ee, şimdi söyle bakalım." dedi Selay. "Mezun oldun, kütüphaneni de açtın. Sırada ne var?"
"Aslında sırada ne olduğunu bilmiyorum." dedim dürüstçe. "Ama her ne olacaksa, geleceğe yürümek istiyorum artık. Ne başkasının gölgesinde, ne de geçmişin içinde. Sadece sevdiklerimle birlikte yoluma bakmak istiyorum." Bakışlarımı masadakilerin üzerinde gezdirip en son Deniz'de durdum. Yüzüme sıcacık bir bakışla baktı, alnımı öptü.
Sarp iç çekti. "Siz böyle olunca insan ister istemez aşka özeniyor be."
"Kimse yok mu hayatında?" dedi Ece merakla.
Sarp gülümsedi ama cevap vermedi. Bakışlarını uzaklara çevirdi. Benim bildiğim kadarıyla kimse yoktu. Olsa bilirdim. Çünkü Sarp Fransa'da yaşadığı bir günlük platonik aşkları bile bana anlatırdı. Belki de biri vardır ama sana söyleyemeyeceği biridir Ada!
"Gençler." dedi Savaş. "Havalar baya iyi gidiyor. Diyorum ki hafta sonu şöyle hep beraber bir piknik mi yapsak?"
Masada bir iki saniyelik sessizlik oldu. Sonra Ece ellerini heyecanla çırptı. "Aaaa evet! Müthiş fikir. Piknik candır!"
"Ben meyve sepetini hazırlayabilirim." dedi Miray hemen. "Bence kahvaltılık da götürelim, sonra gün batımına kadar kalırız."
Sarp kolunu Eser'in omzuna attı. "Mangal senden kardeşim."
"Tamam ya, olur." dedi Eser sırıtarak. "Ben mangal işini hallederim."
"Ben de geleceğim!" dedi Eren.
Deniz ve Uygar birbirlerine düşünceli bir ifadeyle bakıyordu. Bu piknik işine sıcak bakmadıklarına emindim çünkü Evren'den bekledikleri belgeler vardı ve silah sevkiyatına el koymak için plan yapmaları gerekiyordu.
"Top da oynayalım. Voleybol harika olur. Evet evet harika olur." dedi Ece. "Şöyle gölgeli, sakin bir yere gideriz."
Selay karnını sevdi, sonra masadakilere baktı. "Ben top oynayamam ama sizler için salata yaparım."
Can göz kırptı. "Sana şezlong getiririz karıcım, kraliçe gibi yatarsın." dedi, Selay minik bir kahkaha atmıştı.
"Ee siz bir şey demediniz abi?" dedi Eren.
Deniz sıkıntıyla iç geçirdi. "Şirketin yolunu unuttuk." dedi başını iki yana sallayarak. "Hem bir sürü işimiz var."
Ece gözlerini devirdi. "Ya bir salın şu işleri. Hiçbir şey, doğada yayılmaktan daha önemli olamaz."
"Bir ton işimiz var Ece." dedi Uygar.
"Şirket batacak." dedi Deniz.
İkisi de şirketin yolunu unutmamıştı, Deniz bir gün gitmedi diye şirket batmazdı. İkisi de Evren'e yoğunlaşmak istiyordu.
"Hafta sonu işe mi gideceksiniz yani?" dedi Savaş. Hiçbir şeyden haberi olmadığı için böyle konuşması normaldi. Tuhaf olan Sarp ve Eser'in bu piknik fikrine hemen kapılmasıydı.
"Birkaç işimiz var." dedi Deniz göz kırparak.
"Ama aşkım." dedi Miray Uygar'a dönerek. "Biz uzun zamandır hiç kendimize vakit ayıramıyoruz. Ne zaman her şeyden uzaklaşıp keyfimize baktık ki?" Dudaklarını aşağı sarkıttı. "Selay ve Can'ın düğünü oldu, bir o zaman eğlendik. Bir de işte bu akşam. Onun dışında ne yapıyoruz? Hiç."
Uygar üzgün bir ifadeyle sesli bir nefes verdi, Deniz'e döndü. Deniz kısa bir süre bakışlarını masadakiler üzerinde gezdirdi. Herkes o kadar hevesliydi ki hayır diyemeyeceğine emindim.
"Pekâlâ." dedi sonunda. "Gidelim."
Eser mangalı üstlenmiş, Miray çilekleri dizeceği kâseleri planlıyordu. Masada kahkahalar art arda patlıyor, herkes coşkuyla görev dağılımı yapıyordu.
O sırada Uygar hafifçe yana dönüp Deniz'e yaklaştı. Masanın gürültüsü arasında kimsenin dikkatini çekmeden konuşabilecekleri bir açı yakaladılar. "Deniz biz bu işin altından kalkamayız." dedi usulca. "Yani düşünüyorum da nasıl mümkün olacak? Yüz konteynırdan bahsediyoruz."
Deniz masadaki seslerin içinde Uygar'a doğru eğildi. Gözlerini kısa bir anlığına piknik sohbetinden ayırdı. "Bir yolunu bulmak zorundayız Uygar." dedi, çenesini hafifçe kaldırarak. "Öncelikle bu sevkiyatı kime yapacağını öğrenmemiz lazım." Sonra gözlerini ona çevirdi, ses tonu biraz daha kararlıydı. "Evren'e kazandıracağımız bu yeni düşmanı tanımamız gerek."
Uygar kollarını göğsünde kavuşturdu. Başını yavaşça salladı. Ardından dudak kenarında buruk bir gülümseme belirdi. "Düşününce çok zekice." dedi, sesinde hafif bir hayranlık vardı. "Yani adam silah bekleyecek ama biz el koyduğumuz için silahlar ona ulaşmayacak." Başparmağıyla havada bir daire çizer gibi yaptı. "Alıcı da Evren'e soracak hesabını. Teminatçısı Evren çünkü."
Deniz başını yavaşça eğip kaldırdı, sonra gözlerini kısa bir süre kapatıp derin bir nefes verdi. "Aynen öyle Uygar." dedi. Parmaklarını masanın kenarına hafifçe vurdu, sanki zihninde bir şeyleri çakıştırıyordu.
Tam o sırada Ece'nin sesi aralarına girdi. Neşeyle ama alttan alttan bir merakla seslendi. "Siz ne fısıldıyorsunuz öyle?" dedi gözlerini kısmış şekilde. "Yoksa hâlâ sıkıcı şirket programını mı konuşuyorsunuz?"
Uygar hafifçe gülümsedi, sonra Ece'ye döndü. "Maalesef kuzen." dedi omuzlarını düşürerek. Ardından kollarını dirseklerinden kaldırıp avuç içlerini göğe çevirdi, omuzlarını yukarı kaldırıp aşağı indirdi. "Piknik organize etmekten daha önemli işler de var ne yazık ki. Bu seferlik idare edin."
"Tamam sıkıntı yok." dedi Savaş gülümseyerek. Avuç içiyle masaya hafifçe vurdu. "Görev dağılımını biz yaparız."
Yavaş yavaş gecenin rehaveti masanın üzerine çökmeye başladığında kahkahaların yerini esnemeler, coşkulu konuşmaların yerini ise göz kaçırmalar almaya başlamıştı. Garsonlar son kahve fincanlarını da toplarken hava iyice serinlemişti.
Ece kollarını gövdesine doladı. "Buz kestim yemin ederim." dedi hafifçe titreyerek. "Artık gitsek iyi olacak." Güldü. "Ama ben biraz sarhoş oldum. O nasıl olacak?"
Savaş hemen ayağa kalktı. "Ben bırakırım seni." Ece ona biraz da sarhoşluğun verdiği serbestlikle yan yan baktı. Savaş güldü. "Babamın eviyle aynı güzergâhtasınız."
"Olur!" dedi Ece heyecanlı bir kahkahayla. Kahkahası, yorgun gecenin son neşesi gibi yankılandı.
Uygar Miray'a döndü. "Eren'i de biz bırakalım, olur mu?"
Miray başını salladı. "Tabii. Zaten onunki de bizim yol üstü."
Eren ağzı doluyken konuştu. "Ama beni bırakmadan önce çilekli dondurma alalım. Söz verdiniz."
Uygar gözlerini devirdi. "Ben bir söz verdiğimi hatırlamıyorum."
"Ben hatırlıyorum." dedi Miray gülerek. "Siz dışarıda konuşurken burada muhabbeti oldu. Çilekli dondurma almamız lazım ona."
"Çilekli! Ama gerçek çilekli." dedi Eren ciddiyetle. Üçü birlikte masadan kalktı.
Can, Selay'ın çantasını alırken ona karnındaki şişliği işaret etti. "Yoruldun artık. Hadi biz de çıkalım."
Selay başını sallayıp gülümsedi. "Eve gidince ayaklarımı duvara dayayıp uzanacağım. Sadece bunu düşünüyorum şu an."
Sarp son yudumunu aldıktan sonra fincanı masaya bıraktı. Gözleri hâlâ düşünceliydi. Ayağa kalktı, Eser'e baktı. "Ben kaçıyorum kardeşim. Görüşürüz."
Eser de sandalyesini geriye itti, ayağa kalktı. "Ben de çıkayım artık. Yarın deli gibi yoğun olacağız nasılsa."
Herkesin zihninde bir şeyler vardı ve kelimelere dökülemeyen yorgunluklar geceye karışıyordu. "Biz de kalkalım mı?" dedim Deniz’e usulca.
Bir süre cevap vermedi. Sonra başını bana çevirdi, yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade vardı. "Kalkalım sevgilim."
31 Mart, Perşembe
Güneş ışığı odamın cam cephelerinden içeri süzülürken gölgeler yavaşça hareket ediyordu. Koridorlarda sadece klavye sesleri ve zaman zaman çalan telefonlar yankılanıyordu.
Masamda oturuyordum. Bilgisayarımın ekranına gözümü dikmiştim. Ekranın sol köşesinde mimari çizim programı, sağ köşesinde ise bir veri tablosu açıktı. Kaşlarımı çatmış, alt dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırmıştım. Odadaki sessizlik ekrandaki piksellerin bile sesi varmış gibi hissettiriyordu. Fareye uzandım, bir dosyayı açtım. Bir binanın iç tasarımıyla ilgili bir detaydı. Ama aklım çizimlerde değil, dün akşam Deniz'in Evren'le yaptığı konuşmadaydı.
"Eveeet." dedi Gülşah kapımı çaldıktan hemen sonra. "İstediklerinizi getirdim Ada Hanım. Nereye bırakmamı istersiniz?"
"Teşekkür ederim Gülşahçım." dedim, çenemin ucuyla odanın ortasına konumlanmış sekiz kişilik toplantı masasını gösterdim. "Masaya bırakabilirsin."
Gülşah ondan istediğim cetvelleri, maketten yapılmış küçük evleri, tutkalları, renkli fosforlu kalemleri, siyah keçeli kalemleri masaya bıraktı. "Başka bir şey istiyor musunuz?" dedi sevecen bir sesle. Gülşah Deniz'in asistanı olmasına rağmen benim çevremde pervane gibiydi ve bir dediğimi ikiletmemek için canla başla çalışıyordu. Sanki bu şirkette çalışmaya başladığından beri ben de varmışım gibi beni sahipleniyordu. "Yok, istemiyorum." dedim, kısa bir süre sustum. "Gülşah."
"Efendim Ada Hanım."
"Sen ne zamandan beri çalışıyorsun burada?"
"Üniversitedeki ilk yılımdan beri. Yani derslerden sonra buraya part time çalışmaya geliyordum. Mezun olduktan sonra da burada kaldım. Fatih Bey'in asistanıydım önceleri. Daha sonra Deniz Bey mezun olup Türkiye'ye döndü ve onun asistanı oldum. Toplamda on yıl oluyor." dedi. Buruk bir gülümsemeyle güldüm. Gülşah muhtemelen bu soruları neden sorduğumu merak ediyordu. Ben de merak ediyorum Ada.
Aslında Deniz'le çoktan hallettiğim ama içten içe hala üzüldüğüm bir nokta vardı. Gülşah mezun olur olmaz asistan oluvermişti ama ben mezun olduğum halde Deniz bana büyük bir işi bırakmak istememişti. Kendince haklı sebepleri vardı, hatta ben de ona hak vermiştim ama başkalarının hiç çaba harcamadan edindiği şeylere ben neden her zaman çabalayarak ulaşmak zorunda kalıyordum?
Sen nankör müsün Ada? Kocaman bir eviniz var. Lüks bir aracın var. Geliri aylık beş yüz bin lira olan bir otelin var. Daha dün bir kütüphanen oldu ve sen bunlara çabalayarak ulaşmadın! Bunların hepsi senin resmen kucağına bırakıldı ve yerinde olmak isteyen belki de milyonlarca insan var!
Evet bunlara sahiptim ama bunlar benim isteğim dışında benim hayatıma dâhil edilmişti. Otel, araba, kütüphane hediyeydi. Yani benim isteyip de ulaştığım şeyler değildi. Ben çok başarılı bir mimar olmak istiyordum. Hatta yılın mimarı ödülünü alacak kadar başarılı bir mimar olmak istiyordum. Tamam bunun için önümde belki de yıllar vardı ama bir yerden başlamazsam nasıl başarılı olabilirdim ki?
Deniz hayatımızdaki diğer sorunlara odaklanmaktan mimarlığa odaklanamayacağımı, sonunda başarısız olursam bunun beni çok üzeceğini düşünüyordu. Ama bilmediği bir şey vardı. Ben sorunlarımdan çalışarak kaçmayı çok iyi bilen biriydim. Öyle ki iki buçuk yıl evvel bile içinde bulunduğum durum yüzünden sürekli kütüphaneye gidiyor, ders çalışarak geri kalan her şeyi zihnimin arka planına atıyordum. Şimdi de bunu yapabileceğime adım gibi emindim. Deniz'e sorsam şimdi o da emindi ama yine de o cümleleri duymak beni tahmin ettiğimden de çok kırmıştı.
Düşünceler zihnimde üst üste yayılmıştı ki Gülşah'ın sesi bulunduğum yerden beni çekip aldı. "Kahve ister misiniz Ada Hanım?"
"Yok, teşekkür ederim. Birazdan yemek yiyeceğim." dedim gülümseyerek. Gülşah başını salladı, hızlı adımlarla odamdan çıktı.
Yemek yedikten sonra terasa çıkıp Sarp'la birlikte karşılıklı oturdum. Bir sigara yaktığında paketi bana doğru uzattı, bir tane aldım ve yakıp dumanı içime çektim. "Off." dedi Sarp ciddiyetle. Ne oldu? dercesine göz kırptım. "Canım sıkılıyor." dedi bıkkın bir sesle.
"Aksiyon istiyorsun diye yorumladım." dedim sırıtarak. Sonra ifademi ciddileştirdim. "Şirkette olmak sana göre değil mi yoksa?"
"Ben saha adamıyım." dedi geriye yaslanarak. Sigarasını dudağına götürdü, boşta kalan eliyle de ensesini ovuşturdu. "Böyle burada tüm gün bilgisayar başında olmak sıkıcı."
"Sen kod yazmaya bayılırsın!" dedim hayretle. "Ne demek bilgisayar başında olmak sıkıcı?"
"Ya öyle de." dedi, sonra kısa bir nefes verip devam etti. "Ne bileyim ben alışmışım koşturmaya. Böyle oturmak garip geliyor." Başıyla aşağısını işaret etti ve gözlerini kıstı, kısa bir süre aşağıya bakıp bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Bak Eser'e, adam aşağıda diğerleriyle planlar yapıyor."
Başımı uzatıp yirmi kat aşağıya baktım. Başım dönmüştü çünkü çok yüksekti. "Ya sen nasıl görüyorsun da tanıyorsun oradaki adamı ben anlamıyorum." dedim, dumanı gökyüzüne üfledim.
Sarp güldü, telefonunun ekranını gösterdi. Ekranda şirketin giriş kapısındaki güvenlik kameralarının görüntüsü vardı. Eser, Mert ve Hakan'la konuşuyordu. Yani Sarp Eser'i aşağıya baktığı için değil, ekrandan onları gördüğü için tanımıştı.
"Sızmadığın bir yer kaldı mı senin?" dedim kaşlarımı havaya kaldırarak.
"Deniz tüm bilişimi bana bıraktı kızım. Sızmayacağım da ne yapacağım?" dedi özgüvenli bir sesle. Gülümsedim. "Yeni koruma ekibi kurmak istediğini söyledi bu sabah. Yani bir sonraki görevim, güvenilir, çevik, stratejik düşünen adamlar yetiştirip Deniz'in sahasına sürmek." Güldü ve kahvesinden bir yudum aldı. "İşte bu benim için çok daha heyecan verici."
"Silahlara el koymak için mi yeni adamlara ihtiyaç duyuyor?" diye sordum. Sarp Bilmem. dercesine dudaklarını aşağıya sarkıttı.
Gözlerimi kısıp bakışlarımı etrafımızdaki manzarada gezdirdim. Yüksek binalar başımı döndürmüştü. Tamam buraya ilk kez çıkmıyordum, yan taraftaki helikopter pistinde helikoptere binip Kapadokya'ya uçmuştuk ama böyle olduğumuz yerden bakınca bana ürkütücü geliyordu.
"Şu işi detaylıca konuşmak lazım." dedi Sarp. "Tamam el koyacağız diyor Deniz ama nasıl koyacağız? O kadar silah ne olacak mesela? Evren fark ederse ne yapacak? Muhtemelen hayatımızı siker ama neyse."
Dudaklarımı aralayıp bir şeyler söyleyeceğim sırada telefonum çaldı. Ekranda yazan ismi görünce şaşkınlıktan gözlerim kocaman açılmıştı ve Sarp'ın da benden hiçbir farkı yoktu. "Louis!" dedim telefonu açar açmaz. Louis yarı Fransız yarı İngiliz'di ve her iki dili de çok severek kullanıyordu. Bazen sohbete İngilizce başlıyor, canı sıkılınca Fransızcaya dönüyordu ve şimdi konuşmayı tercih ettiği dil ise İngilizce olmuştu.
"Ada." dedi heyecanla. Sarp'a baktım. Daha iki gün evvel onunla Louis'i konuşmuşken şimdi beni araması nasıl bir tesadüftü? "Nasılsın?"
"İyiyim Louis. Sen nasılsın?" dedim aynı onun gibi samimi bir sesle.
"Ben çok iyiyim. Ve bil bakalım neredeyim?" dedi.
Bir insan durduk yere böyle bir soru sormazdı. Böyle bir soru ancak cevap beklenilen kişiyle aynı şehirde olanların soracağı türden bir soruydu. "Yok artık! Sakın bana İstanbul deme Louis." dedim minik bir kahkahayla. Hemen ardından Sarp'ın da dâhil olması için hoparlöre aldım.
"Tam olarak öyle, İstanbul'dayım." dedi, sesi resmen parlıyordu. "Gerçekten buradayım. Ve sizi görmeden de dönmeye hiç niyetim yok."
"İnanamıyorum." dedim hala şaşkın olan bir sesle. "Ne zaman geldin peki?"
"Dün geldim. Ee birer kahve içmez miyiz gerçekten?" dedi Louis.
"Deli misin? İçeriz tabii." dedim.
Sarp gözlerini kıstı, başını yana eğdi. "Ne kahvesi ya?" diye fısıldadı. "Dün gelmiş ama bize bugün söylüyor." Sesi sitemkâr olsa da yüzü sırıtıyordu.
"Tamam tamam." dedim. "Biz şirketteyiz ama birkaç saatliğine kaçabiliriz bence."
Louis devam etti. "O zaman Ada, hadi Sarp'ı da al, çıkın şirketten. Üçümüz buluşalım. Eski günlerdeki gibi. Ama bu sefer Paris değil, İstanbul."
"Bak şimdiden söylüyorum, kahve yerine bize şarap falan ısmarlamaya kalkma sakın." dedi Sarp.
"Ne şarabı, öğlen öğlen?" dedi kahkahayla. "Sadece kahve."
Sarp başını iki yana salladı. "İyi, sana güveniyorum." dedi sonra. "Ama filtre kahve değil Türk Kahvesi içeceksin ona göre."
"Harika. Beş dakika içinde konum atıyorum." dedi Louis. "Gerçekten ikinizi görmek harika olacak. Yolda dikkat edin, Tanrı aşkına bu İstanbul trafiği neden bu kadar delirtici?"
Sarp başını salladı. "Adam İstanbul'a geleli bir gün olmuş, trafik problemini fark etmiş ya. Louis, bravo. Hâlâ sinir bozucusun."
Louis kahkaha attıktan sonra kapattı. Sarp’la birbirimize baktık. "Yani..." dedim.
"Yani kahve iyi fikirdi." dedi Sarp. "Hem biraz hava almış oluruz."
"Deniz'e haber vereyim, sonra çıkarız." dedim.
"Benim hiçbir arkadaşım bana sürpriz yapmaz. Hep senin peşinden geliyorlar. Louis de öyle."
"Louis ikimizin de arkadaşıydı." dedim.
"Tabii ki." dedi Sarp, gözlerini kaçırarak. "Ama seninle olan arkadaşlığı hep biraz." dedi ama cümlesini yarıda bırakmıştı.
"Ne demek o?" diye merakla sordum.
"Hiç." dedi. "Yani seninle arası daha iyiydi. Bana her zaman gıcık oluyordu unuttun mu?"
Kahkaha attım. "Fransızcayı ondan daha iyi konuşuyorsun, o da kıskanıyor haliyle." dedim ve Sarp'a baktım. "Gıcık falan olmuyor sonuç olarak."
"Evet, doğru diyorsun." dedi Sarp, sigarasını söndürdü ve ayağa kalktı. Onunla eş zamanlı olarak ben de kalktım. "Ben aşağı iniyorum, sen de gelirsin."
Başımı salladım, asansöre bindik. Ben odalarımızın olduğu katta indim ama Sarp inmeye devam etmişti. Önce odama girip son işlediğim dosyayı kaydettim, bilgisayarı kapattım, çantamı aldım, Deniz'in odasına girdim. Uygar'la birlikte derin bir iş muhabbetine dalmışlardı. "Kocacım ve canım abicim." dedim kocaman bir gülümsemeyle.
Deniz'in gözleri ışıldadı, Uygar şirin bir ifadeyle gülümsedi. Ne zaman ona abi desem memnun ve mahcup bir şekilde gülümsüyordu. "Ne yapıyorsunuz bakalım burada?"
"Projeler, inşaatlar, çizimler ve dosyalar ile kocanı darlıyorum Adacım. Yani aslında darlamıyorum. Bu kocanın fikri. Bunlar her zaman yaptığım şeyler fakat kocan bana daraldığını söylüyor." dedi Uygar.
"Kocamı rahat bırak." dedim. Yanlarına ilerledim, Deniz'in yanağını öptüm ve Uygar'ın karşısındaki tekli koltuğa yerleştim.
"Ya." dedi Uygar. "Bu haksızlık."
"Neymiş haksızlık olan?" diye sordu Deniz kaşlarını kaldırarak.
"Bana ne abi, ben de sevdiğim kadınla aynı yerde çalışmak istiyorum. Onu her istediğimde görmek istiyorum. İstediği zaman gelsin beni öpsün istiyorum." Deniz'le aynı anda büyük bir kahkaha attık. "Acaba üniversite sınavına girip, psikoloji okuyup sizin hastanede işe mi girsem? Ne yapsam?"
"Yıllarını alır." dedim, realist bir şekilde.
"Haklısın." dedi Uygar. "Sınava gir, altı sene oku falan, uzun iş. O sürede bakarsın buradan emekli olurum."
"Daha otuz bir yaşındayız." dedi Deniz gülerek. "Ne emekliliğinden bahsediyorsun sen?"
Uygar kısa bir süre düşündü. "Keşke kimlik yaşımıza göre değil de ruhsal yaşımıza göre emekli olsak." dedi, sustu. "Yok oğlum o da olmaz. Ben ruh olarak 20'den bile küçük hissediyorum. Öyle olursa hiç emekli olamam."
Deniz başını sağa sola sallayarak güldü. "Seni emekli etmeyeceğim Uygar. Sen doksan yaşında bile burada çizim yapıyor olacaksın."
Uygar hayal kırıklığıyla bana döndü. "Bu kocanın bana büyük bir garezi var. Farkında mısın?"
"Aksine." dedim. "Kocam doksan yaşında bile yan yana olmak isteyecek kadar seni çok seviyor." dedim, göz kırptım.
Uygar kahkaha attı. "Bozacının şahidi şıracı." dedi işaret parmağıyla beni işaret ederken. "Siz ikiniz beni öldürecekseniz en sonunda."
Kısa bir süre üçümüz de güldük. Deniz bakışlarını üzerimde gezdirip çantama baktı. "Sevgilim, daha gitmemize dört saat var."
"Biliyorum." dedim. Ardından hemen ekledim. "Biliyorum canım patronum Sayın Deniz Aladağ."
"O zaman bir yere gidiyorsun?" dedi Deniz kaşlarını kaldırarak.
"Sarp'la birlikte kahve içmeye gideceğiz."
"Şirketin kahvesi bitti mi?" dedi Deniz, başını hafif yana eğerek. Bakışları üstümdeydi, tonu belli belirsiz sorgulayıcıydı.
"Dışarıda içmek istedim." dedim, çantamı omzuma daha rahat yerleştirip gülümsedim.
"Sarpla birlikte?"
"Evet, birlikte." dedim. Cümlemi biraz uzattım. "Bir arkadaşımızla buluşacağız."
Deniz kaşlarını kaldırdı. "Ne arkadaşı?"
"Ortak bir arkadaşımız." dedim. "Fransa'dan."
Deniz'in yüzündeki ifade pek yumuşamamıştı. Gözlerini kısmıştı. "Nasıl bir arkadaş?"
Bir an duraksadım. "Louis. Yarı Fransız, yarı İngiliz. İstanbul'a gelmiş. Dün gelmiş, az önce aradı. Sizi görmeden dönmem dedi."
Deniz'in dudak kenarı kıpırdadı ama gülümsemeye yeltenmemişti. "Baya ısrarcıymış."
"Yani uzun zaman görmeyince normal bence." dedim. "Sadece kahve içip biraz sohbet edeceğiz. O kadar."
"Peki Louis kim yani?" dedi Deniz, biraz daha sertleşen bir tonla. "Sarp'la senin tanıdığın biri ama ben neden daha önce duymadım?"
Ayağa kalktım. Bir adım atıp masasına yaklaştım, yüzüne yumuşak bir ifadeyle baktım. "Çünkü bahsetmeme gerek yoktu. Zaten Fransa'da kaldı. Arkadaşız sadece. Ve gerçekten sadece kahve."
Deniz kısa bir sessizlikle başını salladı. "Tamam." dedi. "Ama yine de tuhaf."
"Ne tuhaf?" dedim.
"Senin hayatında belli ki yer edinmiş yani bu kadar yeri olan birini hiç duymamış olmam tuhaf." dedi, dürüstçe. "Neden ben bu ismi ilk kez duyuyorum?"
Omzumu hafifçe silktim. "Çünkü bir yeri yok." dedim net bir sesle. "Olmadı da zaten. Louis sadece Louis. Ve senin yanındayken, başka bir şeyin anlamı olur mu?"
Deniz gözlerini kaçırmadı ama kaşlarının arasındaki çizgi hafif gevşemişti. "Umarım öyledir."
"Kahve içip hemen döneceğiz." dedim. Sonra Deniz'in yanına eğildim, yanağına kısa bir öpücük kondurdum. "Merak etme, şirketten eve beraber döneceğiz."
Deniz belli belirsiz başını salladı. Neye bu kadar takıldığını anlayamasam da yüzüne gülümseyerek baktım, odadan çıktım ve aşağı inip beni dışarıda bekleyen Sarp'ın yanına gittim. "Hadi bakalım tarihin en iyi hayalet korsanı, gidelim." dedim gülerek. Kapımı açtım, yerime geçtim, Sarp da yerine oturduğunda motoru çalıştırdım.
Louis'in verdiği konuma geldiğimizde şehrin kalabalığından biraz sıyrılmış, ara sokaktaki o küçük ama iddialı kafeyi görmüştüm. Louis'in tarzıydı bu. Büyük düşünür, küçük yerlerde büyük şovlar yapardı.
Kapıya doğru ilerlediğimizde içeriden gelen kahkahayı tanımam beş saniyemi almadı. Tam o anda kapı açıldı.
Ve sahne başladı.
"Adaaa!" diye bağırdı Louis, sanki yirmi yıldır görmemiş gibi. Kollarını iki yana açmış, olduğu yerde duruyordu. "Ah mon dieu, bu İstanbul ışığı mı seni böyle parlatıyor yoksa hâlâ sen mi kendi ışığını taşıyorsun?!"
Kahkaha atarak elimi uzattım. "Louis, lütfen. İnsanlar bakıyor."
"Baksınlar canım, baksınlar." dedi dramatik bir şekilde. Sonra bana doğru eğilip ellerimi tuttu. "Görmeyeli kaç ay oldu? Üç? Dört? Hayır hayır, zamansızlıkta sıkıştık biz."
Sarp yanımda hafifçe kıpırdadı, boğazını temizledi. "Ben de buradayım Louis, haberin olsun."
Louis hemen döndü, Sarp'ı görünce yüzüne teatral bir şok ifadesi yerleştirdi. "Olamaz! Bu da kim?! Son zamanların en keskin zekâsı, monsieur Sarp!" dedi. Sonra kucaklamaya yeltendi ama Sarp geri adım attı.
"Yavaş ol. Türk erkeğiyim ben, mesafe isterim." dedi Sarp, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle. Sonra onunla el sıkışıp mesafeli bir şekilde sarıldı.
Louis gülümsedi, başını iki yana salladı. "Hiç değişmemişsin."
Ben dayanamayarak güldüm. "Çocuklar, siz ikiniz bu replik savaşına başlarsanız biz bu kahveyi içemeyiz."
Louis bizi içeri davet etti. "Haydi, haydi... Şov dışarda biter, sohbet içeride başlar. Size en iyi masayı ayırttım."
Kafenin arka köşesindeki masa gerçekten de Louis'likti. Üç kişilikti, sanki Paris'teki bir avangart galeriden fırlamış gibiydi. Her bir sandalyenin deseni farklıydı. Louis detay severdi.
Otururken "Menüye bile bakmadan sipariş veriyorum, çünkü gerçek dostlar ne içeceğini bilerek gelir." dedi ve garsona dönüp emir verir gibi konuştu. "Üç Türk Kahvesi. İki sade, bir orta."
Sarp kaşlarını kaldırdı. "Benim sade kahve içtiğimi ne zaman öğrendin?"
Louis gülümsedi. "Fransa'da kim ne içerse içsin, her şey not edilir. Notlarıma baktım."
"Stajyer misin? Not almak falan?" dedi Sarp burnunun ucuyla.
Ben lafa girdim. "Tamam, tamam çocuklar. Louis bize biraz kendinden bahsetsin. Ne yapıyorsun İstanbul'da?"
Louis derin bir nefes aldı. Gözleri pencereden dışarı kaydı. "Hayat... Bir şehirden diğerine sürüklerken beni, işimi de peşimden getirdi. Yatırım için geldim. Ama esas yatırım kalbe yapılır Adacığım, biliyorsun."
Sarp sandalyesinde geriye yaslandı. "Of... Başladık yine." Kahkaha attım.
"Bir kültür merkezi satın aldım burada." dedi Louis, bana döndü. "Ve seninle çalışmak istiyorum." Louis ciddileşti, teatral ses tonunu değiştirdi. "Yıllardır hayalimdi. Açık alanları bol ama yine de insanı içine alan bir yer... Yalnızca dükkânlar değil. Sergi alanları, dinlenme bahçeleri, hatta açık hava tiyatrosu bile olacak. Burası sadece tüketim değil, yaşam alanı olacak. Ve bunu ancak senin gibi biriyle yapabilirim." Kelimelerinden çok bakışları konuşuyordu.
Sarp'ın dudakları arasından sessizce bir Hmm. sesi çıktı. Kolunu masanın kenarına yasladı.
"Yani mimari kısmı mı istiyorsun?" dedim.
Louis başını eğdi. "Mimari, estetik ama dahası da var. Tasarım değil sadece. Bu fikrin bir ruhu olmalı. O ruh da sende var, Ada. Senin ellerin çiziyor ama kalbin inşa ediyor."
Sarp kahvesini yavaşça masaya bıraktı. "Çok derin. Ruhla alışveriş merkezi yapmak ha? Şirket adı da Ruhlar Pazarı mı olsun Louis?"
Louis güldü. "Sarp, seni özlemişim." dedi ama gözleri hâlâ bendeydi. "Beni yanlış anlama. Bu profesyonel bir teklif. Ama içten bir teklif."
Bir anlığına sustum. Gözlerimi masadaki desenlere kaydırdım. O kadar dağılmıştı ki kafam, bu kadarını beklemiyordum. "Ne zaman başlamayı düşünüyorsun?" diye sordum.
Louis göz kırptı. "Sen ne zaman hazırsan."
Sarp yavaşça bana döndü ve Türkçe konuştu. "Deniz'e söyleyecek misin?" dedi tereddütle. Deniz bana büyük bir iş yüklemeyi ilk etapta istememişti ama şimdi o Deniz'den gelmesini istediğim büyük teklif Louis'ten gelmişti ve ben ne diyeceğimi bilmiyordum. Sarp da yaşadığım durumun farkına varmıştı ve bana tuhaf bakışlarla bakıyordu.
"Deniz?" dedi Louis soran gözlerle. Louis benim neden Fransa'da olduğumu, aslında Deniz'le evli olduğumu ve bir gün onunla kavuşacağıma inanmadığımı biliyordu. Aslında bana kalsa söylemezdim çünkü hiçbir zaman hayat hikâyemi herkese anlatan biri olmamıştım. Bunları Louis'e anlatan Sarp olmuştu ama bunu neden yaptığını hiçbir zaman öğrenememiştim. Ada evli, Deniz'le. deyivermişti cümle içinde.
"Biz Deniz'le tekrar beraberiz." dedim büyük bir heyecanla. Louis'in yüzünde anlam veremediğim bir ifade belirmişti ama şimdi jest ve mimiklerin anlamları üzerine kafa patlatacak gibi hissetmiyordum. "Şirketteyiz. dedim ya sana telefonla konuşurken. Deniz'in şirketindeydik. Ah Louis o kadar çok şey oldu ki sana anlatamam. Ama sonunda ona kavuştum. İnanabiliyor musun?"
Louis ifadesi bir anlığına değişse de sonra hemen tekrardan eski haline döndü. "Ne mutlu Ada sana." dedi yutkunarak. "O kadar zorlu yollardan sonra tekrar bir arada olmanız harika."
"Öyle." dedim. "Bence hiçbir aşık ayrı kalmamalı."
"Neyse." diye konuya atladı Sarp. "Teklif diyordun sen." dedi. Louis'e döndü.
"Yani, madem böyle bir şey var. O zaman Deniz'in şirketi adına çalış benimle. İstanbul'un kalbine doğru bir ruh üfleyelim beraber."
Bilmem. dercesine başımı salladım. Sarp Türkçe bir şeyler mırıldandı ve başını diğer masalara doğru çevirdi. "Hala ruh diyor ya."
Kaşlarımı çatıp Sarp'a baktım ama Louis'in adımı seslenmesiyle tekrar Louis'e döndüm. "Ne dersin Ada?"
"Deniz'le konuşmam gerek." dedim. "Bu benim tek başıma karar vereceğim bir şey değil. Çünkü kültür merkezi gibi bir iş kolumuz yok."
"O zaman bireysel çalışalım."
"Sanırım buna evet diyemem." dedim ama içten içe kabul etmek de istiyordum.
"Yapma Ada." dedi Louis. "Sen Fransa'da harikalar yarattın. Tek başınaydın. Kimseye sormadın. Şimdi birine mi soracaksın yani?" dedi sitemle karışık.
"Biri?" dedi Sarp benden önce. "Biri dediğin adam Ada'nın kocası."
"Ada tek başına bir birey. Kendi kararını kendisi verebilir." diyerek savunmaya geçti Louis. Ellerini hafifçe kaldırıp nefes aldı. "Evet, haklısın Sarp." dedi. "Kocası. Saygı duyuyorum. Ama burada mesele bu değil. Ada'nın yeteneği, sezgisi, yaratıcı bakışı. Bu projeye yön verecek olan şey o." Bakışlarını bana çevirdi. "Sen yine de kendi kararını verebilirsin Ada." diye ekledi. "Ama bence artık birilerinden onay beklemeden hareket edebilecek kadar güçlüsün. Bu şehir senin gibi kadınlara ihtiyaç duyuyor."
Sarp'ın yüzünde belirgin bir dikkat et ifadesi vardı. Louis ise gözlerini kaçırmıyordu, kararlıydı. Masaya biraz daha yaklaşıp sesimi alçaltarak konuştum. "Bu projeyi çok isterdim. Gerçekten. Ama şu anda her şey çok hassas. Şirketin içindeyim, Deniz'in yanındayım. O istemediği sürece hiçbir projeye giremem."
Louis zarifçe başını salladı. "Anlıyorum." dedi. "Ama bu teklif burada duruyor. Sadece bugüne ait değil. Yarın da var. Belki haftaya. Belki bir ay sonra. Proje beni bekler, seni bekler."
Sarp yine dayanamadı. "Umarım proje ruhsal çöküntü yaşamaz o kadar beklerken."
Gülümsememi bastıramadım. Louis iç çekip arkasına yaslandı. "Neyse... En azından kahvemizi içtik, değil mi?" dedim.
"Öyle." dedi Louis.
"Ee ne zaman dönüyorsun Fransa'ya? Buralarda mısın daha?" diye konuşmanın yönünü değiştirdi Sarp.
"Bu kültür merkezi beni epey oyalayacak. Yani o bitmeden dönmeyi düşünmüyorum." dedi Louis, kahvesinden içti ve arkasına yaslandı.
"O zaman sık sık görüşeceğiz öyle mi?" dedim gülümserken. "Eski günlerdeki gibi."
Louis başını keyifle salladı. "Eski günlerdeki gibi."
Sarp tekrardan sohbetin odağını değiştirdi. "Ee Marsilya nasıldı anlatsana."
Louis Sarp'a döndüğünde çalan telefonumu çantamdan çıkarmakla meşguldüm. "Efendim sevgilim." dedim açar açmaz.
"Sevgilim." dedi Deniz. "Bizim şirketteki işimiz bitti. Uygar ve Eser'le birlikte eve gideceğiz. Sen de Sarp'la direkt eve gel. Savaş da gelecek."
"Bir sorun mu var?" diye sordum. Sarp göz ucuyla bana baktı. Louis Sarp'a Marsilya'da yediği istiridyenin tadını anlatıyordu ama ben artık o masada değil, bambaşka bir yerdeydim.
"Hayır güzelim. Silah sevkiyatı için plan yapacağız. Ve bunun için Sarp'a da ihtiyacım var."
İçli bir nefes verdim. "Tamam." dedim çantama uzanırken. "Kalkıyoruz şimdi." Uzun bir nefes aldım. "İstersen şirkete geleyim, oradan geçeriz."
"Direkt eve geçin Ada. Bir daha şirkete neden geliyorsunuz?" dedi anlam veremediği bir sesle.
"Yani, eve beraber gideceğimize dair söz verdim ya sana, o yüzden."
Deniz minik bir kahkaha attı. "Eve gidin sevgilim. Biz de çıkacağız birazdan."
"Tamam o zaman, seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum." dedi ve telefonu kapattı.
"Biz artık kalkalım." dedim mahcup bir ifadeyle Louis'e bakarken. "Eve gitmemiz gerekiyor."
Louis başını salladı. "Sizi gördüğüm için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam."
"Biz de öyle." dedim. "Şimdilik görüşürüz Louis. Daha sonra görüşmek üzere." Louis'e sıkı sıkı sarıldım. Sonra Sarp da Louis'le vedalaştı ve arabaya binip eve doğru yola çıktık.
"Ne iyi oldu ya Louis'i görmek." dedim bir arabayı sollarken. "Resmen Fransa'ya gittim geldim bir an."
"Öyle." dedi Sarp. "İyi oldu."
Başımı kısa süreliğine Sarp'a çevirdim ve tekrar yola baktım. "Ne oldu senin bir keyfin mi bozuldu? Bir şey oldu sana."
"Bir şey olmadı Ada." dedi. "Ne olabilir?"
"Ne bileyim? Louis'le buluştuğumuz andan beri bir garipsin."
"Ne alakası var canım. Bu olanlara sıkılıyorum işte. Evren'i ayrı, silahı ayrı, sevkiyatı ayrı. Ve biz daha Richard'a ulaşamadık bile."
"Belki Evren gerçekten söyler Richard'ın yerini." dedim, umutsuzdum ama bir yanım buna inanmak da istiyordu.
"Kim bilir." dedi Sarp. Arka koltuktaki çantasına uzandı, tabletini çıkardı. "Ben şu yeni kurulacak ekip için başvuran adaylara bir göz gezdireyim."
Başımı salladım. "Yani şimdi bu yenilere yakın dövüşü falan sen mi öğreteceksin gerçekten?"
Sarp bana yan gözle baktı. "Sana da öğretmedim mi Ada?" dedi gülerek. "Kendini nasıl savunabileceğini öğrettim, şüpheli birine karşı nasıl davranman gerektiğini öğrettim." Gerçekten de öğretmişti. İlk kez bana bir bıçağı nasıl ters çevireceğimi gösterdiğinde elim titremişti. Ama gözleri öyle sakindi beni bile cesaretlendirmişti.
Bundan yedi yüz seksen gün öncesini hatırladım. Fransa'da Sarp'ın evinin spor salonundaydık.
"Savunmasızsın." dedi Sarp, gözlerini kısmıştı. "Yani biri senin arkandan gelse, ne yaparsın?"
"Kaçarım?" dedim omuzlarımı silkerek.
Sarp başını iki yana salladı. "Ayağında topuklu ayakkabı var. Dizini burktun, düştün. Sonra ne olur? Haber bültenlerine konu olursun. Genç kadın kaçarken yere kapaklandı diye."
"Bir şey diyeyim mi?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Senin içindeki magazin editörünü cidden merak ediyorum."
"Çok konuşma. Hadi ayağa kalk."
Ayağa kalktım. Üzerimde tayt üstü salaş bir sweatshirt vardı. Saçlarımı ensemde toplamıştım. Sarp'ın üstünde siyah tişört ve eşofman altı vardı. O kadar rahattı ki sinir oluyordum.
"Şimdi, diyelim ki biri arkandan geldi, boğazına sarıldı." dedi. Arkama geçti ve bir anda kollarını boynuma doladı. Ben anında çığlığı bastım.
"Ayy! Sarp! Yavaş! Bu gerçek değil ki!" dedim.
"İşte ben de diyorum ki gerçekmiş gibi davran." dedi ciddiyetle. "Bak şimdi, dirseğini geriye savuracaksın. Ama kolunu gevşek bırakma, sağlam vur ki etkili olsun."
"Sen bana dirsek attıracaksın ha?" dedim.
"Evet." dedi.
Dirseğimi geriye savurdum, yanlışlıkla Sarp'ın göğsüne denk geldi. "Ayy pardon!" dedim kahkahaya boğularak.
"İyiyim, iyiyim." dedi Sarp boğazını temizleyerek. "Ama bu sefer ciddi ol. Mesela şöyle." Bir daha arkama geçti, bu kez bana elini uzatmadan önce "Hazır mısın?" diye sordu. "Tamam." dedim, pozisyonumu aldım.
"Ve şimdi." dediği anda aniden bacağımdan yakaladı ve kendine çekti.
"AAAAAHHH!" diye bağırıp yere düştüm. "Delirdin mi sen?!"
"Bu bir testti." dedi gururlu bir ifadeyle. "Ve kaldın."
"O kadar kaldım ki yere yapıştım!" dedim. "Ben savunma öğrenmeye gelmiştim, Survivor'a değil!"
Sarp kahkaha attı. "Bu iyiymiş. Survivor Ada Dinçer versiyonu."
"Adelia Dienes!" dedim. Ayağa kalkarken sinirli sinirli saçımı düzelttim. "Bak, bir daha beni böyle yere yatırırsan sana da eğitimi ben veririm. Topuklu ayakkabımla."
"Ohoo, sen de silahları erken çıkardın." dedi Sarp, ellerini havaya kaldırarak. "Bak topuklu ayakkabı diyorsan, tamam. O çizgiyi geçmem."
O gün yere iki defa daha düştüm. Ama her seferinde daha az bağırdım. Sarp'ın hayatımda çok önemli bir yeri olacağını daha o gün anlamıştım.
"Niye gülüyorsun sen?" dedi Sarp gülerek.
"Bana yakın dövüş öğretmeye çalıştığın ilk gün geldi aklıma." dedim kahkaha atarak. "Birbirimizi iyi tanımıyorduk. Hayatımın en zor günlerini yaşıyordum ama senin sayende gülebiliyordum Sarp. Sen iyi ki varsın. Savaş iyi ki göndermiş seni yanıma."
"İyi ki." dedi Sarp. "İyi ki yakın dost olmuşuz." Sonra bir an gözleri perdelendi. "Çoğu zaman sana çok kızıyordum ama hak veriyordum da."
"Ne zaman kızıyordun?" dedim kaşlarımı çatarak.
"Deniz'i unutamayacağını bildiğin halde onu unutmak için tanımadığın heriflerle buluşmandan bahsediyorum."
Gözlerimi yola diktim ama zihnim darmadağınıktı. Sarp'ın söyledikleri canımı acıtmıştı çünkü doğruydu. Ama yine de eksikti. "Ben." dedim. "O adamların hiçbirine kendimi tanıtmak bile istemedim. Ama belki de o günlerde biriyle vakit geçirmek, sadece kendimden kaçmak için bir bahaneydi." Sarp bana dönüp dikkatle bakmadı ama dinlediğini biliyordum. "Birileriyle yemek yerken bile Deniz'i düşünüyordum. Sanki biri bana onu unutturacakmış gibi değil, onunla aramdaki boşluğu biraz olsun sessizlikle dolduracakmış gibi hissediyordum. Bazen konuşmasınlar bile istiyordum. Ama konuşuyorlardı. Hep yanlış şeyler konuşuyorlardı."
Kısa bir kahkaha attım ama içimde acı vardı. "Bir keresinde biri bana Gözlerin siyah ama deniz gibi sonsuz. dedi. O kadar canım yandı ki. Çünkü Deniz'in adını bile duyduğumda boğazım düğümleniyordu. Ama ben gülümsedim. Çünkü başka ne yapabilirdim?"
Sarp göz ucuyla bana baktı. "Seni yargılamıyorum Ada." dedi. "Yargılayamam da. Hayatının en kötü günlerini geçiriyordun. Ayakta kalman, güçlü olman çok zordu. Ne halde olduğunun bile farkında değildin."
Başımı eğdim. "Sen ve Savaş farkındaydınız." dedim.
"Farkındaydık ama elimizden bir şey mi geliyordu?" dedi. "Kendi adıma konuşayım. Benim elimden gelenin en fazlası yakın dövüş öğretmekti. Savunmayı öğretiyordum ama ayakta durmayı öğretemiyordum."
"Eğer sen olmasaydın ya da Savaş." dedim. Kısa bir süre sustum. "Belki de şimdi yaşamıyordum."
"Eğer bir kedi olsaydın beş canın kalmıştı." dedi buruk bir sesle. Biraz düşündü. "Deniz'e hala söylemedin değil mi?" dedi söylemekten kaçar gibi bir sesle. "Dört kez intihar ettiğini."
Yutkundum. "Söyleyemedim." dedim. "Çünkü canını acıtmak istemiyorum. Nasıl söylerim Sarp böyle bir şeyi?" Sarp hiçbir şey demedi. Sessizliği motorun uğultusuna karışıyordu. "Dayanamıyordum." dedim. Sol gözümden bir yaş aktı. "Zaten kim olsa dayanamazdı. İçimdeki hiçbir şey susmuyordu. Kimse sesimi duymuyordu." Sesim kırılmaya başlamıştı ama kendimi susturamıyordum. "Tekrar o günlere dönmekten çok korkuyorum. O günlere dönmekten, kendi içime inmekten çok korkuyorum. İnemem çünkü orası çok karanlık."
"İyi misin Ada?" dedi Sarp.
İyi değildim. "O kadar seviyorum ki onu. Onsuz kalmaya dayanamayacak kadar seviyorum."
"Onsuz kalmayacaksın Ada. Niye bunları düşünüyorsun sen?" dedi Sarp omzuma dokunarak.
Bilmem dercesine omzumu kıstım. Aklıma yine anılar düşmüştü. Fransa'da yaralı, çok yaralı bir kadın vardı.
Telefon ekranı karanlıktı. Sarp, salonun köşesindeki tekli koltukta yarı uykulu bir şekilde uzanıyordu. Ayakucunda Ada'nın battaniyesi katlanmıştı. O gün Ada yemek yememişti. Konuşmamıştı. Üç gündür neredeyse tek kelime etmemişti. Deniz'le ayrılığının ardından sanki dili de onu terk edip gitmişti.
Ada uzun süre sessiz kalınca Sarp yerinden kalktı. "Ada?" diye seslendi. Cevap gelmedi. Koridora yöneldi, Ada'nın odasının kapısı aralıktı. İçeriye adım attığında kalbine saplanan görüntü, gözünün önünden gitmeyecekti.
Ada yerdeydi. Bembeyazdı. Dudakları morarmıştı. Yanında içi boş ilaç kutuları vardı. Sarp nefesini tutup diz çöktü. Ada ne zamandır burada böyle yatıyordu?
"Ada!" dedi sarsarak. "Ada! Beni duyuyor musun?!"
Gözleri yarı açıktı. Cümle kuracak gibi oldu, ama sadece bir fısıltı çıktı dudaklarından. "Deniz." diyebilmişti sadece Ada.
O tek kelimeyle Sarp'ın boğazına bir şey düğümlendi. Dakikaları değil, saniyeleri sayıyordu artık. Telefonuna uzanıp acil servisi aradı ama diğer eliyle hâlâ Ada'nın alnını tutuyor, nabzını kontrol ediyor, gözlerini açık tutmaya çalışıyordu.
"Sakın kapatma gözlerini!" dedi telaşlı sesiyle. "Sakın! Lanet olsun Ada, böyle şeyler yapamazsın!"
Ambulansa bindirmişlerdi Ada'yı. "Onu sevdiğini biliyorum." dedi Sarp fısıltıyla. "Ama seni de sevenler var Ada. Ben buradayım. Savaş orada. Deniz, seni sevmekten hiç vazgeçmedi. Yeter ki uyan. Ne olur uyan."
Hastanedeydi bu sefer Ada. Soğuk bir hastaneydi. Beyaz ışıklar vardı. Kalp atışı sesi monitörlerden yankılanıyordu. Sarp, hastane penceresinden dışarıya bakıyor ama gözleri hiçbir yeri görmüyordu. İçeride doktorlar uğraşıyor, içeride hayatla ölüm arasında bir kadının kalbi atmaya çalışıyordu.
Ada ilk intiharına karşı 1-0 gerideydi. Gözlerini ilk kez araladığında, loş bir ışık gördü. Başucunda oturan bir siluet. Sarp'tı. Uykusuz. Yüzü çökmüş.
"Ben neredeyim?" diye fısıldadı Ada.
Sarp'ın gözleri doldu. Gülümsedi ama yutkundu. "Hayattasın."
Ada'nın gözlerinden yaşlar aktı. "Gitmek istemiştim. Sadece yok olmak istemiştim. Onsuz çok kalabalık benim içim. Herkes var ama o yok."
Sarp başını eğdi. "Lütfen bir daha bunu yapma."
Ada başını yavaşça ona çevirdi. "Söz veremem." dedi boğuk bir sesle. Ve ilk denemesi başarısız sonuçlanınca Ada üç kez daha canına kıydı. Ama Sarp o gün olduğu gibi kalan üç denemesinde de Ada'nın ölmesine izin vermemişti.
***
Eve vardığımızda hava çoktan kararmıştı. Bahçe ışıkları loş bir sarı tonla yanıyordu. Arabayı park ettim, kontağı kapattım.
Arabadan indik, arabayı garaja sokması için anahtarı Samet'e verdim. Sonra Sarp'la birlikte salonun bahçeye açılan kapısına doğru ilerledim. Çünkü kapı açıktı ve sesler bahçeye kadar geliyordu.
"Biz geldik." dedim içeriye girer girmez.
"Hoş geldiniz." dedi hepsi bir ağızdan. Deniz doğrudan ayağa kalktı, hızlı adımlarla yanıma geldi ve gözlerime yumuşacık bakarak kollarını belime sardı, alnımı öptü. "Hoş geldin karıcım." diye fısıldadı kulağıma.
Birkaç saat ayrı kalsak da onu çok özlediğimi fark ettim. Onun teni, onun kokusu, onun sesi, onun nefesi. Hepsi benim yaşama sebebimdi.
Kollarından ayrıldım, salonda göz gezdirdim. Savaş salondaki tekli koltukta oturmuş sessizce olanları izliyordu. Sarp doğrudan onun yanına geçti.
"Ee." dedim hepsinin üzerinde bakışlarımı gezdirerek. "Ne konuşuyordunuz?"
"Sevkiyatı yenge." dedi Eser. İçimde bir şey sıkışmıştı. Sanki ne yaparsak yapalım bu evde hiç huzurlu hissetmeyecekmişim gibi hissediyordum.
"Hangi noktadayız?" dedi Sarp.
"Evren aradı." dedi Eser. "Victor'a taşıyacakmış silahları. Mersin'den İzmir'e ben getireceğim, İzmir limandan Romanya'ya da siz taşıyacaksınız. dedi."
Güney, Koral ve Victor ile birlik olup Richard'a taşınan silah sevkiyatını baltalamıştı ve bunun sonu Tolga'nın suçsuz yere hapse girmesine kadar gelmişti. Richard sevkiyatın Güney, Koral ve Victor yüzünden aksadığını bilmiyordu ve öğrenirse belki de yeri yerinden oynatırdı. Çünkü anlatılanlara göre Richard çok karanlık biriydi.
Şimdi işler bu sefer biraz daha karışmıştı. Çünkü bu kez Victor'un sevkiyatı sekteye uğrayacaktı. Ve bu sekteyi Deniz yaratacaktı. Hakkımızda hayırlısıydı çünkü an geçtikçe benim kafam daha da karışıyordu.
"Bu bizim işimize gelecek." dedi Uygar. "Victor'a ulaşırsak Richard'a da ulaşırız."
"Evren söylemedi yani Richard'ın yerini. Öyle mi?" diye sordu Sarp. "Victor'a mı kaldık Richard'ın yerini öğrenmek için?"
"Öyle." diye keyifsiz bir ifadeyle arkasındaki koltuğa oturdu Deniz. "Söylemedi şerefsiz." Yanına oturup bacak bacak üstüne attım.
"Ben bir kahve yapsam?" dedi Eser. "İzin var mı yenge?"
Gülümsedim çünkü Eser Deniz'le baya yakındı, her ne kadar böyle bir soruyu Deniz'e de sorma hakkı olsa da bana sormuştu. "Var var." dedim keyifle. "Hepimize yapar mısın peki?"
"Olur olur. Yapmaz mıyım?" diyerek gülümsedi, mutfağa ilerledi.
Eser gittiği için konu da dağılmıştı. Sarp ve Savaş kendi arasında muhabbet ediyordu. Uygar telefonunda birilerine mesaj yazıyordu ve kuvvetle muhtemel Miray'dı. Deniz başını bana çevirdi ve saçımı kulağımın arkasına attı. "Ee." dedi sıcacık bir sesle. "Nasılmış arkadaşın Lucas?"
Minik bir kahkaha attım. "Lucas değil, Louis."
"Cinsiyeti erkek olunca ismi beni pek ilgilendirmiyor." dedi burnumdan makas alarak. "Ha Lucas ha Louis. Fark etmez yani."
"Yapma Deniz." dedim. "Louis bizim arkadaşımız. Sarp'a sor. Al bak, yüzü burada."
"Tamam tamam." dedi Deniz gülerek. "Bunu yalnızken konuşalım."
"Gerçekten konuşacak bir tarafı yok ki. Dediğim gibi yarı İngiliz, yarı Fransız olan, kendi halinde bir yatırımcı. Karabatak kuşu gibi. Bir görünüp bir kayboluyor. Ülke ülke geziyor. Bulabilene aşk olsun."
"Peki bakalım, öyle olsun." dedi.
"Bak istersen seni de tanıştırırım. Zaten bir süre İstanbul'da kalacakmış."
"Gerekirse bakarız." dedi Deniz ama Gerekmese çok iyi olur. der gibi bir hali vardı.
"Yenge." diye seslendi Eser. "Bu makine çalışmıyor."
Başımı iki yana sallayıp koltuktan kalktım ve mutfağa ilerledim. "Geliyorum Eser." diye bağırdım.
Mutfağa girdiğimde Eser kollarını iki yana açmış, kahve makinesine sanki onunla kavga etmiş gibi bakıyordu.
"Bu makine bana husumet besliyor yenge. Gerçekten." dedi. "Bak, fişe taktım. Işık yanıyor ama tuşa basınca kahve gelmiyor. Hani kahve makinesi olmasına rağmen kahve yapmıyor."
"Nasıl yani?" dedim gülerek, tezgâha yanaştım.
"Aynen öyle!" dedi gözlerini kocaman açarak. "Bak şimdi!" Tuşa bastı. Tısss. Bir şeyler inledi ama kahve hâlâ yoktu.
"Bu ses nedir ya? Savaşta yaralanmış gibi bağırıyor." dedim.
"Yenge bu makineler duygusal bence. Yani kendini dışlanmış hissediyor olabilir. Az önce tost makinesine Güzel çalışıyorsun. dedim, belki kahve makinesi kıskanmıştır."
"Sen tost makinesiyle mi konuşuyorsun Eser?" dedim kahkahamı tutamayarak.
"Konuşmaz mıyım? Tost makinesiyle iyi geçinmek önemli. O sabahları benim moral danışmanım gibi." dedi ciddi ciddi.
Güldüm, haznenin kapağını açtım, haznenin içine baktım. "Ay Eser... Kahve koymamışsın ki içine!" diyerek kocaman bir kahkaha attım.
"Nasıl ya?!" dedi hızlıca yanıma gelip baktı. Sonra sustu. Sonra benimkinden de büyük bir kahkaha attı. "O zaman bu makine değil benmişim bozuk olan."
"Kahve makinesine düşmanlık ilan eden adam meğer kahveyi unutmuş." dedim gülerek.
"Hay anasını ya. Akıl mı kaldı sanki yenge? Hiç düşünmedim bile ben onu."
"O zaman ben yapıyorum, sen kenarda kendine gel." dedim, Eser sandalyeye oturdu. Hâlâ ciddi ciddi düşünüyordu.
"Bak, düşününce makineye boş boş bakmak aslında hayata karşı metafor olabilir. İçini doldurmazsan çalışmaz. Çok derin bir felsefe bu."
"Eser, kahve koymayı unuttun. Felsefe üretme burada." dedim.
"Yenge." dedi başını eğerek. "Kabul ediyorum. Bugün kahvede başarısızım. Ama yemin ediyorum tost makinesine moral konuşması yaparken çok iyiydim."
Hazneye altı kişilik kahve koydum, yeterli miktarda su ekledim, kapağı kapattım ve çalıştırma düğmesine bastım. Makine çalışırken dolaptan fincanları çıkartıp servis tepsisine dizdim. Eser dikkatle beni izliyordu.
"Senin kafan niye dağınık anlat bakalım." dedim göz kırparak. "Senin aklın öyle kolay uçmaz, biliyorum."
"Bir şey yok." dedi gözlerini kaçırarak ama vardı, hissetmiştim.
"Aramızda gizli saklı mı var?" diye sordum. "Yenge dediğin insandan saklayacak mısın yani?"
Eser içli bir nefes alıp yüzüme baktı. "Bazı şeyler anlatılmıyor." dedi kısaca. Sanırım ağır bir meseleydi.
Eser karanlık bir adam olduğunu düşünüyordu. Bana kalırsa da öyleydi ama kesinlikle kötü biri değildi. Sadece bazı şeyleri yapmaya mecbur kalmış biriydi ve bu da onu yaralı bir adam yapıyordu.
Çocukluğunun pek de iyi geçmediğini tahmin edebiliyordum. Nihayetinde babası Şahin, benim babaanneme sarkıntılık eden aşağılık herifin tekiydi ve dedem sonunda dayanamayıp Şahin'i öldürmüştü. Bu konu onunla oturup da konuştuğum bir konu olmamıştı ve olacağını da düşünmüyordum çünkü Şahin'in nasıl öldüğü Eser'in umurunda bile değildi.
Babasının aşağılık bir şerefsiz olması yetmiyormuş gibi annesi de ölmüştü ve Eser dayısı Salih Karahan'ın yardımları ve destekleriyle hayata tutunmuştu. Salih abinin onu çok iyi yetiştirmek için çabaladığına emindim çünkü Salih abi benim bu hayatta tanıdığım en hakikatli adamlardan biriydi. Ne yazık ki Eser onu da kaybetmişti ama ne olursa olsun içindeki iyi adamı kaybetmediğini görebiliyordum.
"Dayın." dedim içli bir sesle. "Salih abi yani." diye devam ettim. "Onu çok özlüyorum bazen. Çünkü benim dedem gibiydi ve beni torunu gibi seviyordu."
"O olmasaydı şimdi Evren gibi orospu evladının teki olurdum. Eğer azıcık beyaz varsa içimde bir yerlerde, o da dayım sayesindedir."
"Neden bu kadar karamsarsın?" dedim merakla. "Hayatta her şeye rağmen güzel şeyler olabiliyor. Neden bu kadar umudun yok?"
"Bazı insanların kaderi uzaktan bile belli oluyor yenge." dedi. "Bir insanın geleceğini görmek istiyorsan geçmişine bak. derler. Benim hayatım hep böyleydi. Böyle de devam edecek."
Kahve makinesi kahvenin piştiğini anlatan bir sesle öttüğünde düğmeye basıp makineyi kapattım. "Hala Beyza'dan hoşlanıyor musun?" dedim tek kaşımı kaldırıp.
"Nedir hoşlanmak?" dediğinde bir an sustum. İlk başta sanki bana Senin hoşlanmaktan anladığın nedir? diye soruyormuş gibiydi. Hani karşılıklı bir sohbetin parçasıymış gibi. Ama değildi. Öyle değildi. Daha çok, kelimenin anlamına dair genel bir açıklama bekliyordu sanki. Hoşlanmak ne demek? Sözlükte ne yazar? Hissiyatı nedir? Nasıl yaşanır?
Eser kendi kalbinin dışında yaşıyordu. Birine bağlanmanın, birini özlemenin, birini görünce içinin titremesinin ne demek olduğunu bilmiyordu belki de. Belki hiç öğrenmemişti. Belki o duygu hiç içini ısıtmamıştı. Bu yüzden sorduğu soru çok acıydı.
Çünkü o an bana değil, hayata sesleniyor gibiydi. Hoşlanmak nedir? Gerçekten bilmiyor muydu? Yoksa hatırlamaktan mı korkuyordu?
Dünyada kalbi hiç kırılmamış insanlar nadir de olsa vardı.
Dünyada kalbi hiç tamir edilmemiş milyonlarca insan da vardı ve Eser bu gruba giriyordu.
Ve ben Eser'i ilk defa, gerçekten ilk defa, içimde çok derin bir yerden sevdim. Çünkü Eser belki de hiç sevilmediği için ya da sevildiğini hissetmediği için bu kadar karamsardı. Keşke biri onu, onun hiç anlayamadığı bir sevgide iyileştirse. diye içimden geçirdim ve kahve makinesinden çıkan son buharla birlikte fincanlara kahve dökmeye başladım. Eser hâlâ aynı sandalyede, aynı düşünceli yüzle oturuyordu. Cevap vermemiştim ama sessizliği de sonsuza dek uzatmak istememiştim. Bu yüzden yumuşak ama biraz da şaka dolu bir tonda konuştum.
"Yani... Hoşlanmak fiili, Türk Dil Kurumu'na göre, bir şeyi beğenmek, sevmek, onunla vakit geçirmekten keyif almak demek." dedim ciddi ciddi, sonra ona göz kırptım. "Ama bence asıl anlamı birini görünce gözbebeklerinin büyümesi, sesini duyunca içinin garip bir şekilde ısınması. Mesela saçma bir şey söylediğinde bile gülümsemek istemen. Ya da onun olduğu odaya girmeden önce nefesini ayarlaman. Böyle şeyler."
Eser başını hafifçe yana eğdi, gözlerini kısmış bana bakıyordu. Bir şey demedi ama bir gülümseme dudağının kenarına usulca oturdu.
"Kısaca hoşlanmak, tost makinesiyle konuşmaktan biraz farklı Eser'cim." dedim gülerek. "Ama ortak yönleri var. İkisi de sıcak hissettiriyor."
"Peki." dedi sessizce. "Bu anlattıklarını unutmayacağım."
Eser'e göz kırptım, tepsiyi aldım ve içeriye döndük. Deniz, Uygar, Sarp ve Savaş yemek masasının etrafına dizilmiş, bir şeyler konuşuyorlardı. "Eveeet kahveler de geldi." dedim. Tek tek herkese kahvesini ikram ettim.
"Tamam, şimdi asıl meseleye gelelim." dedi Uygar. "Bu plan nasıl işleyecek? Biz o gece ne yapacağız?"
"Güzel soru." dedi Savaş. "Silahlara el koyacağız, tamam. Sonra ne olacak? Evren bunu bilecek mi yoksa sürpriz mi olacak?"
"Evren." dedi Deniz sonunda, bakışlarını yavaşça kaldırarak. "Silahların gerçekten Romanya'ya taşındığını zannedecek ama biz tabii ki bunu yapmayacağız."
Sarp başını kaldırdı, bakışları dikkatle Deniz'e yöneldi. "Peki yani." dedi düşünceli bir sesle. "O bunu sanmaya devam edecek ama silahlar aslında hiç gitmeyecek. Buraya kadar güzel. Fakat dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var. Evren Mersin'den İzmir'e kadar ben taşıyacağım, gerisi sizde. demiş ya hani. Ve biliyorsunuz ki her konteynırın mühür numarası oluyor. Evren takip etmeyecek mi bunu? Gemiye yüklendi mi yüklenmedi mi, bunları mutlaka takip edecektir."
Hepsi düşünceli bir şekilde başını salladığında Sarp'ın çok doğru bir noktaya değindiğini fark etmiştim.
"Konteynırlar zaten gemiye yüklenecek." dedi Deniz. Aklında ne vardı hiç bilmiyor ve zekâsına yetişemiyordum.
"Beynimi yakma Deniz." dedi Eser. "Az önce Romanya'ya taşınmayacak. dedin ya."
Deniz derin bir nefes aldı ve hepimize tek tek bakıp konuşmaya devam etti. "Gemiye bizim önceden ayarladığımız, Evren'in mühür numaralarını kopyaladığımız boş konteynırlar yüklenecek Eser." dedi kendinden emin bir sesle. "Boş konteynırlar gemiye yüklenirken Evren'in içi silah dolu konteynırlarını da güvenli bir depoya çekeceğiz."
Masada duran herkes kaşlarını çatmış Deniz'e bakıyordu. Sanırım herkesin aklına yatmıştı ama soru işaretleri oldukları yerde durmaya devam ediyordu. "Güzel." dedi Uygar. "Tamam bunu nasıl yapacağız peki? Daha detaylı anlat, kafam artık karman çorman oldu."
Deniz sandalyesinde geriye yaslanıp kollarını masaya uzattı ve avuç içleri masaya gelecek şekilde kollarını masaya koydu. "İlk işimiz Evren'in konteynırlarının numaralarını öğrenmek olacak."
"Bende var hepsi." dedi Eser. "Onun evinden ayrılırken işimize yarayacağını düşündüğüm çoğu şeyi aldım."
"Güzel." dedi Deniz memnuniyetle başını sallarken. "Yüz tane konteynır bulmamız lazım. Eser o iş sende."
"Oldu bil." dedi Eser.
Deniz Sarp'a döndü. "Sarp bu sefer iş sana düşüyor. O numaraları, bizim konteynırlara Evren'inkilerle birebir aynı olacak şekilde çizdirmen lazım."
"Buna gerek var mı?" dedi Savaş. "Yani direkt kendi boş konteynırlarımızı yükleyemiyor muyuz gemiye?"
Eser başını salladı. "Gerek var, evet. Çünkü Evren hangi konteynırı gemiye bindirecekse, o numaraları önceden bildiriyor, hem gemi sorumlusuna hem de alıcıya. Yani üstünde farklı numaralar olan konteynırları limana sokarsak gemiye almazlar bizim boş konteynırları."
"Anladım." dedi Savaş düşünceli bir sesle.
"Ee sonra?" dedim merakla Deniz'e bakarken. Deniz meraklı halime minicik de olsa gülümsedi ve anlatmaya devam etti.
"Konteynırlar hazır olduğunda limana sokacağız. Burada iş sana düşüyor Savaş. Mutlaka girmesi lazım o konteynırların limana." Savaş başını salladı. "Bizimkilerden sonra Evren'in konteynırları geldiğinde onun tır şoförlerinin limandan ayrılmasını bekleyeceğiz. Sonra da gemiye boş konteynırları aldıracağız."
"O zaman bize de yüz tane tır ve şoför lazım." dedi Uygar. "Evren'in konteynırlarını limandan kaçırıp depoya götürmek için."
"Evet, o iş de sende." dedi Deniz Uygar'a bakarak.
"Yani böylece." dedi Sarp. "Evren yüklemeyi izlese bile anlamayacak konteynırların ona ait olmadığını. Çünkü biz çoktan numaraları kopyalamış olacağız.’’
Deniz kollarını kaldırıp ellerini göz hizasında birleştirdi. Birkaç kez burnuna vurdu. "Evren'in adamları gelir." dedi net bir sesle. "Mutlaka. Kameradan falan izlemez. Bizzat gelip yüklemeyi gözleriyle görmek isteyecekler."
Sarp alnını kaşıdı. "Ne göstereceğiz? Boş konteynırları mı? Adamlar kapağı açtırırlarsa biteriz."
"İşte açtırmalarına fırsat vermemek lazım." dedi Eser. "Öyle bir düzen kurmalıyız ki sadece sayıya, numaraya ve mühürlere baksınlar. İçini açma fikri akıllarına bile gelmesin."
Deniz dudağını ısırdı. "Orası biraz şansa kalıyor. Ama ben Evren'i baskılayacağım. Adamını yolla istersen ama benim işime fazla karışmasın. diyeceğim. Çünkü benim yönettiğim sevkiyat rolü var artık elimde. Kontrol bende olmalı görüntüsünü vereceğim."
''Bu hala ikna edici değil.'' dedi Uygar. ''Evren garantiye almak ister mutlaka. Az çok tanıdık herifi.''
''Gözünü korkutmaya çalışacağım.'' dedi Deniz.
Sarp gözlerini kıstı. "Dinliyoruz."
"Yasal bir yükleme yapıyormuşuz gibi davranacağız." Deniz eliyle havaya küçük bir daire çizdi. "Evren'in adamları yüklemeyi izlesin diye limana gelecekler ama yükleme yapılacak bölüm, özel güvenlik protokolüne tabi olacak. O bölgeye giriş yapmadan önce Uluslararası Transit Bölge Güvenliği bahanesini öne süreceğiz."
"Transit bölge mi?" dedi Eser, anlamaya çalışarak.
"Evet." dedi Deniz. "Bu uluslararası sevkiyatlarda sık kullanılır. Yükleme limanda yapılırken gümrük anlaşmaları, ithalat-ihracat denetimleri gereği, yükleme alanına sadece gemi şirketinin sorumlu ekibi, gümrük kontrolörü ve bizim adamlarımız girecek. Evren'in adamları sadece uzaktan, güvenlik hattının dışından bakabilecekler."
Uygar başını salladı. "Yani bariyer kuracağız onlara."
"Bariyer ve protokol." dedi Deniz. "Buna Gizli İhracat Sözleşmesi diye sahte bir belge düzenleyeceğiz. Sahte gümrük personelleri de işin içinde olacak. Yükün içeriği stratejik kategoride, detayına kimse karışamaz. diyeceğiz. Adamlar itiraz edemeyecek çünkü her şeyi resmi zannedecekler."
Sarp elini çenesine koydu. "Ve mühürler, numaralar birebir olduğu için dışarıdan bakınca konteynırlar zaten eksiksiz görünecek."
"Aynen öyle." dedi Deniz. "Mühürleri açtırmak isterlerse -ki isteyemezler- sahte gümrük memurları anında devreye girecek. Uluslararası protokole aykırı hareket. denilecek."
Eser alaycı bir kahkahayla başını salladı. "Baya devleti karıştırıyorsun oyuna."
"İşte zaten Evren'in adamları bu noktada sıkışacak." dedi Deniz. "Çünkü kendi adlarına değil, Evren adına oradalar. Evren de kendisini riske atmak istemediği için adamlarına Fazla bulaşmayın, iş bitsin. talimatı verecek. Çünkü işin görünürdeki sorumlusu artık benim."
Eser derin bir nefes aldı. "Vallahi Deniz, ya delisin ya dahi."
Deniz dudaklarının kenarından belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. "Bu ikisi birbirinden çok da uzak değil."
Kısa bir sessizlikten sonra Savaş meraklı bakışlarını hepimizin üzerinde gezdirdi. ''Yalnız.'' dedi sıkıntılı bir sesle. ''Bu Richard denen adam hayalet gibi. İnternette bakmadığım sayfa kalmadı. Adam sanki hiç yokmuş gibi. Ne bir haber, ne bir fotoğraf. Eğer bir yatırımcıysa illa küçük de olsa bir haberi düşmez mi?”
“Belki de adamın magazin yüzü yoktur. Tanınmak istemiyordur.'' dedi Uygar.
''Tamam da medya bir markanın büyümesinde büyük bir etken değil mi? Medyaya verdiğin reklamla adını duyurursun. Ama bu adam özellikle kaçıyor gibi.'' dedi Sarp.
''Belki de gerçek ismi Richard bile değildir.'' dedi Deniz. ''Beni ne bekliyor gerçekten bilmiyorum artık.''
''Biz şimdi bunları düşünmeyelim.'' dedi Eser. ''İlk adımımız Victor'u Evren'e düşman edip onun yerini bulmak. Ben inanıyorum ki Victor sayesinde ulaşacağız Richard'a. Ya da artık adı her neyse.''
Deniz başını salladı. Sarp kendini geriye atıp sandalyesinden kalktı. ''Ben artık gidiyorum. Var mı diyeceğin başka bir şey Deniz?''
Deniz başını sağa sola salladı. Sarp'ın ardından Savaş ve Eser de kalktı. Savaş benim sandalyemin arkasına geldiğinde eğildi ve yanağıma kocaman bir öpücük bıraktı. ''İyi geceler canımın içi.'' dedi sıcacık bir sesle.
''İyi geceler gökyüzü gözlü ikizim.'' dedim. ''Kendine iyi bak.''
***
Herkes gittiğinde ve odaya çıktığımızda saat epey geç olmuştu. Üzerimi değiştirip yatağın kenarına oturdum, Deniz ise gömleğinin son düğmesini çözerken bana göz ucuyla bakıyordu.
Deniz yatağın diğer yanına uzandı. Başını yastığa yasladı, kolunu açtı. Usulca yanına kıvrıldım, başımı omzuna yasladım.
"Senin şu aklın." dedim usulca. "Bazen bakıyorum da gerçekten ürkütücü seviyede çalışıyor." Sesimde hem hayranlık hem hafif bir şaşkınlık vardı.
Kaşlarını kaldırdı, yüzüme döndü. "Korkutuyor mu seni?"
Gülümsedim. "Hayır. Korkutmuyor. Büyülüyor."
Parmakları saçlarımda gezmeye devam ederken biraz sustu. "İnsan sevdiği herkesi korumak zorunda kalınca, başka bir akıl geliştiriyor."
"Biliyorum." dedim. "Ama yine de nasıl böyle kurgulayabildiğine inanamıyorum. Her detayı düşünüyorsun. Güvenlik bariyeri, sahte protokol, sahte memurlar... Mühürler... Hepsi ayrı bir katman. Ve sonunda Evren'in haberi olmadan onun malını ondan çalacaksın."
Deniz derin bir nefes aldı. "Mecburum. Bu planlar, bu yollar. Hepsi sizi korumak için."
Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Gözlerim dolmuştu. "Ben seni." dedim. "Düşündüğünden bile çok seviyorum Deniz."
Deniz gülümsedi ve dudaklarımı altı saniyeden çok, yedi saniyeden az bir süreyle öptü. ''Sana bir şey söylemem lazım.'' dedim, kedi gibi bir sesle.
''Ne söyleyeceksin bakalım?'' dedi, sesinde tasvip etmeyeceği bir şeyi ona söyleyecek olmamın farkındalığı vardı.
''Louis.'' dedim ve kısa bir nefes verdim. Gözlerini devirdi. ''Ya dur, öyle hemen asma suratını.'' dedim. Çenesinin altındaki sakalları sevdim. ''Bana bir şey teklif etti.''
''Nedir?'' dedi umursamaz bir sesle.
"Bir kültür merkezi satın almış.'' dedim, Deniz Ee. der gibi baktı. Gözlerimi kıstım. ''Benimle çalışmak istiyor.'' dedim alt dudağımı ısırırken.
Deniz'in kaşları havalandı. ''Anlamadım. Benimle derken? Bireysel mi yani?''
''Değil aslında ama siz yani Aladağ Holding kültür merkezi işi yapmadı daha önce ve alanınızın dışında. Yapmış olsaydınız direkt şirkete sunulan bir teklif olurdu.''
''Yani sen de farkındasın bunun sana özel yapılmış, bireysel bir teklif olduğunun.'' Sesli bir nefes verdim ve parmaklarımdan geçirdim. Deniz başını hafifçe kaldırıp tavana baktı. Birkaç saniye düşündü. Sonra tekrar bana döndü. ''Bak Ada.'' dedi yavaşça. ''Senin kendini göstermek istemeni, büyük projelerde yer almak istemeni anlıyorum ve en başından beri buna karşı da değilim. Bunu konuşmuştuk. Ama böyle olmaz.''
''Nasıl olmaz?'' dedim hafif kısık bir sesle. Biliyordum, yine o çizgiye geliyorduk.
''Şirketteki mesele farklı.'' dedi. ''Orada senin adım adım büyümen, doğru zamanda en büyük projeleri alman için elimden geleni yapacağım. Ama bu adam bir anda çıkıp kendi yatırımına seni çekiyor. Ve seni şirket dışında bir şeyin içine sokuyor. Bunun arkasında ne var bilmiyoruz.''
''Deniz.'' dedim hafif kırgın bir ifadeyle. ''Louis kötü biri değil. Zaten uzun süredir arkadaşız. Bir iş teklifi yaptı sadece. Başka bir niyeti yok.''
Deniz başını hafifçe iki yana salladı. ''Niyeti olup olmaması önemli değil. Mesele kontrol. Şu an içinde bulunduğumuz tablo zaten yeterince karışık. Evren, Victor, Richard, sevkiyat, şantajlar. Şirketin iç dengeleri bile hala hassas. Senin şirketten bağımsız böyle bir iş içine girmene razı gelemem.''
Sesimi alçalttım. ''Ama ben kendimi ispat etmek istiyorum Deniz.''
Deniz gözlerime baktı. Bir an kalbimi kırmak istemediğini yüzünden okudum ama yine de duruşunu bozmadı. ''Buna karşı değilim.'' dedi. ''Ama bu yolla değil Ada. Kendini bizim içimizde, şirketin içinde ispat edersin. Dışarıdan gelen ilk büyük teklif cazip gelir, biliyorum. Ama o teklif her zaman temiz değildir.''
Başımı biraz olsun eğdim. ''Beni mi yoksa şirketini mi korumaya çalışıyorsun?''
Gülümsedi, parmaklarını yanağımda gezdirdi. ''Her zaman seni korumaya çalışıyorum. Ama şirketini değil şirketimizi demeni tercih ederim.'' dedi. Hayatının her alanını ve sahip olduğu her şeyi seninle paylaşıyor Ada.
Usulca başımı göğsüne yasladım. ''Peki. Bu işi kabul etmeyeceğim. Ama bana söz ver.''
''Ne sözü?''
Başımı kaldırıp gözlerine baktım. ''Şirkette bana alan aç. Ben yapabileceğimi göstermek istiyorum.''
Deniz gözlerimi uzun uzun izledi. Sonra kendine has, biraz gururlu, biraz korumacı ifadesiyle gülümsedi. ''Sana alan açmak değil mesele. O alan zaten senin.'' Gülümsedim, uzanıp çenesinin kenarını öptüm. ''Ama sen mimar olduğun halde boş alanları bazen gözden kaçırıyorsun.''
Kaşlarımı çatıp yanağımı ısırdım. ''Nasıl yani?''
Deniz elini yüzüme koyup başparmağıyla yanağımı okşadı. Gözlerinde derin, içten bir bakış vardı. Konuşurken sesi iyice yumuşamıştı, sanki kalbinin en içinden geliyordu. "Bu ev." dedi yavaş bir sesle. "Sen bu evin hanımısın ama bu evi tam anlamıyla kullanmıyorsun farkında mısın? Hep aynı üç alanda sıkışıp kalıyorsun. Mutfak, salon, yatak odamız dışında neredeyse hiçbir yere dokunmuyorsun. Çalışma odası, diğer odalar, teras, kış bahçesi. Seni oralarda hiç görmüyorum."
Hafif bir sesle boğazımı temizledim. "Oralara girmek hiç aklıma gelmiyor ki." dedim biraz kısık sesle.
"İşte tam da bunu söylüyorum." dedi Deniz, elini saçlarımın arasından geçirirken. "Sen bu evi sadece kullanıyorsun, sen bu evde yaşamıyorsun."
Kaşlarımı çatıp itiraz ettim. "Evimizi çok seviyorum. Sandığının aksine bu evde yaşamıyor değilim ben. Gayet güzel yaşıyorum."
"Eğer dediğin gibiyse neden sanki hala misafir gibi davranıyorsun? Neden evimizin bazı köşelerinde senden eksik parçalar var? Ben evimizin seninle dolup taşmasını istiyorum. Nefesinle, varlığınla, dağınıklığınla."
Kıkırdadım. "Onu nasıl yapacağım?"
Deniz bakışlarını yavaşça odanın içinde dolaştırdı. Sonra yine gözlerime döndü, sesi daha yumuşak, daha derinden geliyordu. ''Evin her yerinde senin kokun, senin bir izin olsun istiyorum. Çalışma odasındaki masamda senin çizim cetvellerini bulayım mesela. Benim kitaplarımın arasına senin kitapların karışsın. Terasta unuttuğun su bardağın çıksın karşıma. Kış bahçesindeki koltukta bıraktığın hırkayı görünce gülümseyeyim. Koşu bandında senin kulaklığına rastlayayım. Yastıkların arkasından tokaların çıksın mesela.'' Biraz sustu. Sonra sesi daha da yumuşadı, içindeki arzuyu saklamadan devam etti. ''Banyoda aynanın önünde yüzüklerini çıkarıp bırakmış ol, ben onları toplarken yine gülümseyeyim.''
Sesim titreyerek sordum. "Bütün bunları gerçekten istiyor musun?"
Başını hafifçe eğdi, parmaklarını yanağımdan saçlarıma doğru gezdirdi. "İstiyorum." dedi fısıltıyla. "Çünkü seni yalnızca yanımda değil, hayatımın her anında hissetmek istiyorum. Bu ev senin nefesinle yaşasın Ada. Burası bizim evimiz. Sadece ayak bastığın değil, ruhunu yaydığın bir ev olsun.'' Başını iki yana salladı. ''Senin gülüşünle, nefesinle, her bıraktığın izle tamamlanıyor burası.''
"Sen beni bu kadar çok mu seviyorsun?''
Bir an durdu. ''Ben seni bu kadar çok seviyorum.'' dedi. Gözleri boşluğa daldı ve devam etti. ''Komodinin üstünde bıraktığın yüzüğün, küpen; salonda sehpanın üzerinde açık kalmış defterin; banyo aynasının önüne bıraktığın makyaj pamukların, rujların; alelacele giyinirken yatağımızın üzerine attığın kolyen; giyinme odasındaki askılığa attığın hırkan; birbirine karışmış saç fırçalarımız; takım elbisemin üzerine attığın pijamaların; yastığıma düşmüş saç telin; ortalarda dolaşan telefon şarj kablon, spor matının üzerine bıraktığın havlun bile bana Ada burada. desin istiyorum.''
Deniz'in konuşmaları içime ince bir bıçak gibi saplanmıştı. Onun sevgisi öyle saf, öyle berrak, öyle tertemizdi ki ben bu saflığın içinde bir tek leke gibi hissediyordum kendimi. "Deniz." dedim fısıltıyla. Sesim çatallandı.
Deniz saçlarımı okşadı, başımı öptü. "Ne oldu benim gece gözlü sevgilim?"
İçim yanıyordu. Ama sustukça daha çok yanacaktı. "Sana bir şey söylemek zorundayım. Vicdanım rahat etmiyor. İçimde taşıdıkça büyüyor."
"Ada, korkutuyorsun beni. Neymiş bu?" Parmakları saçlarımdan çekildi ve yanağıma ulaştı.
Yutkundum. Boğazım kurumuştu. "Fransa'dayken." dedim yavaşça. "Senden ayrı kaldığım o günlerde, ben kendimden kaçmak için birkaç kişiyle görüştüm. Birçok kez."
Başımı kaldırıp Deniz'e baktım. Hafifçe yutkunmuştu. "Ne demek bu Ada?" dedi. Sesi yumuşaktı ama altındaki kırıklığı hemen hissetmiştim. "Görüşmek derken? Ne demek istiyorsun?"
İçim paramparça olmuştu. "İlişki değildi Deniz. Yemin ederim. Kimseye kalbimi açmadım. Kimseye dokunmadım. Kimsenin bana dokunmasına izin vermedim. Ben sadece." dedim, yutkundum. "Sadece yemeğe ya da kahve içmeye gidiyordum."
Deniz elini yüzümden çekti ama hâlâ bana bakıyordu. Sonra yavaşça doğruldu. Yüzüme bakarken çenesini sıktı. "Kaç kişiydi Ada?"
Boğazım kurumuştu. "Saymadım." dedim titrek sesle. "Bilmiyorum."
Deniz başını hafifçe eğdi, gözlerini kısarak baktı. "Ne kadar sürdü bunlar?"
"Çok uzun sürmedi." dedim. "Her biri birkaç buluşmayla bitti. Devam edemedim zaten."
Çenesini sıktı. Nefes alamıyor gibi olduğunu fark ettim.
"Ben... ben seni hep beni bekledin sanıyordum Ada."
Gözlerimden yaşlar akıyordu. "Bekledim Deniz. Hep seni bekledim. Ama o beklemek öyle bir şeydi ki nefes almak zorlaşıyordu."
Deniz derin bir nefes aldı. Gözlerinde keskin bir kırılma vardı. "Peki neden?" dedi fısıltıyla. "Niye yaptın bunu Ada?"
Artık hıçkırarak ağlıyordum. "Çünkü kendimden kaçıyordum." dedim. "Sana ulaşamıyordum, senden vazgeçemiyordum ama sensiz yaşayamayacağımı da biliyordum. İçimdeki boşluk o kadar büyüktü ki sadece susturmak istedim. Belki başka biri konuşursa o sessizlik kapanır sandım. Ama kapanmadı."
Deniz bir elini alnına götürdü. Gözlerini yumdu. Dudaklarının kenarı titriyordu. "Onları tanıdın mı? Hissettin mi? Biriyle olmak istedin mi Ada?"
Başımı şiddetle iki yana salladım. "Hayır!" dedim. "İnan bana Deniz, hiçbirinde senin kokunu, sesini, gözlerini aramadım. Hatta daha da kötü oldum. Her defasında seni daha çok özledim. Çünkü kimse sen değildi. Ben seni aldatmadım." Deniz başını eğdi. Kalbinde büyük bir kırılma yankılandığını hissedebiliyordum. Sonunda gözlerini tekrar bana çevirdi. "Ben seni değil içimdeki Ada'yı öldürmeye çalışıyordum. Adelia'yı yaşatmak için Ada'yı öldürmeye çalışıyordum. Kendimi yok etmek istedim çünkü artık kendimden nefret ediyordum."
Deniz gözlerini kısmış bana bakıyordu. Gözleri parlamıyordu artık. "Ve şimdi burada bana bunları anlatıyorsun." dedi boğuk sesle. "Beni delicesine severken, o boşluğu başka seslerle nasıl susturmaya çalıştın?" Yutkundum. "Buna gerçekten hazırlıksız yakalandım."
Deniz birkaç saniye gözlerimi inceledi. Sonra başını öne eğdi. Elimi uzatıp parmak uçlarımla yanağına dokundum.
"Ben seni çok seviyorum Deniz." dedim. "O zaman da seviyordum."
Deniz gözlerini kapattı. Yavaş yavaş başını iki yana salladı. "Keşke tüm bunları hiç öğrenmeseydim."
2 Nisan, Cumartesi
Öğle güneşi ince ince salonun büyük camlarından süzülüyordu. Perdeler yarıya kadar açıktı. Evde hummalı bir hazırlık vardı. Ece mutfakta heyecanla meyve sepetini düzenliyor, Miray tabakları ve plastik bardakları büyük bir piknik çantasına yerleştiriyordu. Uygar malzemeleri arabaların bagajlarına yüklemek için bahçe ve salon arasında mekik dokuyordu. Eren bir çocuğun coşkusuyla bahçede voleybol topunu sektirip duruyordu. Selay ve Can masalara dizeceğimiz örtüleri katlıyordu. Savaş ve babam bir koltukta muhabbet ediyordu. Sarp verandadaki bahçe sandalyelerini arabalara taşıyordu.
Herkes telaşlıydı. Herkes neşeliydi. Herkes hayatın keyifli bir anını yaşıyordu. Ben hariç.
Salondaki tekli koltuklardan birinde sessizce oturuyordum. Elimdeki boş kahve fincanının kenarında parmağımı gezdirirken gözlerim sadece tek bir noktada kalmıştı. Eser'le hararetli bir şekilde konuşan Deniz'i izliyordum.
Keşke tüm bunları hiç öğrenmeseydim. cümlesi içimde yankılanıp duruyordu. İçimde ince bir sızı vardı. Kendime hak veriyordum çünkü o zamanlar boğuluyordum, dayanacak gücüm yoktu, kendimi susturmak için türlü yollar arıyordum. Deniz'e de hak veriyordum çünkü bu benden asla beklemeyeceği bir şeydi ve ben onu hayal kırıklığına uğratmıştım.
Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Herkesle konuşuyor, herkesle şakalaşıyor, gözlerini benden bilhassa kaçırmamaya özen gösteriyordu. Ama benden kaçırdığı bakışlarını bir tek ben fark ediyordum.
"Ada. Güzelim üstüne bir şey al, ne olur ne olmaz." dedi Savaş.
İrkildim ve kendime gelip gülümsedim. "Alacağım."
"Baharatları aldınız mı?" dedi Uygar.
"Eti unutmayalım da baharatlar halledilir ya." dedi Eser.
"Bir sürü sandalye yerleştirdim bagajlara, yeter herhalde." dedi Sarp.
Gözlerim Deniz'i bulduğunda onun da bana baktığını gördüm. Ne o bana kızabiliyordu, ne de ben ona kızabiliyordum ama kırgınlık öyle kolay geçmiyordu.
"Hadi gidelim artık." dedi Eren.
Kimse Deniz'le aramızdaki kırgınlığı görmüyordu. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi, sanki içimde bir yangın yokmuş gibi davranıyorlardı. Zannettikleri gibi davranacaktım çünkü bugünü bozmak istemiyordum.
Arabalar peş peşe sahil yolundan aşağı inip piknik alanına park ettiğinde saat 15.00'a geliyordu. Hava çok güzeldi. Güneş hepimizin saçlarında dalgalanıyordu. Bir tarafta deniz masmavi parlıyordu. Arkamızdaki orman dallarını uzatmış, sanki üstümüze gölgeli bir tavan kurmuştu.
Herkes arabadan inip hummalı şekilde işe koyulmuştu. Erkekler sandalyeleri ve masaları kurmak için kolları sıvadılar. Uygar ise sandalyelerle savaşmaya başlamıştı bile. Savaşıyordu çünkü sandalye ayakları inatla içe kıvrılıyor, o her açmaya çalıştığında tekrar kapanıyordu.
Sandalye yeniden devrilince "Lan!" dedi Uygar sinirle. "Yemin ediyorum bu sandalye bana kin güdüyor. Beni sabote ediyor. Şaka yapıyor bana resmen."
Ece kahkahasını bastıramadı. "Ay Uygar, sandalye bile seninle anlaşamıyor artık. Duygusal ilişkilerinde bile sorun var."
Miray, çantasından plastik tabakları çıkarırken başını yana eğdi. "Aşkım, o sandalyeye fazla baskı uyguluyorsun. Belki de ona biraz alan tanımalısın."
"Hah, bak psikolog sevgilin sandalyeyle bile empati kurmaya başladı. Allah yardımcın olsun kuzencim." dedi Ece kahkaha atarken.
"Sevgilime bulaşma Ece." dedi Uygar sahte bir sinirle. "O ne derse doğru der." Miray gülümsediğinde Uygar söylenmeye devam ediyordu. "Hay senin sandalye gibi gelmişine geçmişine."
"Öhö öhö." dedi Ece uyarıcı bir sesle. "O sandalyenin terapiye ihtiyacı var bence."
Uygar sandalye ile konuşmaya devam ediyordu. "Bak oğlum, açılacaksın. Açılacaksın ki insanlar üstüne oturabilsin. Hayat böyle."
"O sandalyenin ayakta durabilmesi için bastona ihtiyacı var bence." dedi Miray.
Uygar sandalyeyi ayağıyla dürttü, sandalye tekrar devrildi. "Bastona bile ihtiyacı yok bunun. Ruhu gitmiş ruhu!"
Ece kollarını kavuşturup başını yana eğdi. "Kuzen bence, istersen önce sandalyenin çocukluk travmalarını çözelim. Belki de daha küçücükken sahibi tarafından terk edildi."
"Eşyaya yüklediğin anlama bak. Pes doğrusu!" dedi Uygar gülerek.
Miray gülmeden edememişti. "Ece yapma, adam sandalyeye küfür edecek şimdi."
Uygar göz devirdi, sandalye nihayet açılmıştı fakat bu sefer de kol dayama yeri açılmıyordu. "Yemin ediyorum, mobilya sektörüne lanet ettim. Sandalyenin ruh hali bozuk. Bu kadar olur mu ya?"
Ece cep telefonuyla Uygar’ın fotoğrafını çekti. "Bak bu fotoğrafı evde duvara asarsınız."
Uygar gözlerini devirdi. "Bir gün bunların hepsini bana karşı kullanacaksınız biliyorum."
Ece kahkaha attı. "Kullanacağım tabii."
Bakışlarımı diğerlerine çevirdim. Eser mangalın başında kollarını sıvamış, özenle kömürleri yerleştiriyordu. Güneş alnının tam ortasında küçük ter damlacıkları biriktirmişti. "Can, biraz daha kömür verir misin? Bu kor tam tutmuyor." dedi.
Can, bagajdan çıkardığı küçük kömür torbasını getirip Eser'in yanına bıraktı. "İşte bunlar tam olur. Yellesek mi biraz?"
Eser gülümsedi. "Dumanı suratıma göndereceksen hiç zahmet etme Can."
Can kıkırdadı. "Kanka sanat bu sanat, ateşle konuşmak lazım."
Mangal ateşi nihayet düzgün bir kor almaya başladığında Eser ellerini ovuşturdu. "Tamamdır. Birazdan ilk etleri atarız."
Biraz ötede, masanın üzerine serdikleri örtünün etrafında Selay ve Miray, piknik çantalarının ağzını açmış, çeşit çeşit yiyecekleri çıkarmaya başlamışlardı. Selay büyükçe bir kaba meyve dilimlerini yerleştirirken karnını sıvazladı. "Bu bebek midemi büyütecek." dedi. Gülümsedim. Hamileyken benim de iştahım çok açılmıştı.
Miray gülerek kollarını sıvadı. "Merak etme, miden değilse bile gözün bayram edecek Selay. Şu peynir tabağına bak, tam sanat eseri gibi."
"Ben zeytinleri diziyorum, sen domatesleri kes." dedi Selay. "İş paylaşımı yapalım."
Miray küçük bıçağı eline alıp nar gibi domatesleri dilimlemeye başladı. "Sadece yemek değil, hayat da öyle zaten Selaycım. Paylaşınca güzelleşiyor."
İkisinin şakalaşmaları arasında birkaç metre ötede Eren enerjisini başka bir şeye kanalize etmişti. Gözleri ışıl ışıl, çevik hareketlerle bir ağaca tırmanmış, yanına getirdiği kalın ipi dallardan birine geçirmeye çalışıyordu.
"Salıncağı buraya kurarsam bütün gün sallanırım ben!" diye bağırdı yukarıdan.
Uygar başını kaldırıp Eren'e baktı. "Düşersen mangalın üstüne düşme yeter. Yoksa köfte yerine seni pişirmek zorunda kalırız."
"Uygar abi!" dedi Eren kahkahayla. "Çok komiksin gerçekten!" Sonra ipin düğümünü kontrol etti. "Bak bak, nasıl sağlam bağladım."
Salıncağın ucuna küçük minder bile bağlamıştı. Küçük bir zafer edasıyla dalın üzerinde birkaç zıplama yaptı ve ipin sağlamlığını test etti.
O esnada çimenlerin diğer ucunda Savaş ve babam bir futbol topunu birbirlerine paslıyorlardı. Babam ayakkabısının ucuyla topu Savaş'a doğru yolladı. "Sert vurma, dizimden daha geçen ay MR aldılar." dedi gülerek.
Savaş topu yumuşak bir hareketle kontrol etti. "Tamam baba. Ameliyata gitmeyelim buradan, aman dikkat."
Babam kısa bir kahkaha attı. "Eskiden olsa topu bu mesafeden kaleye gönderirdim ama yaş aldık işte."
"Yaş değil, tecrübe diyelim." dedi Savaş gülümseyerek.
Babam kafasını iki yana salladı. "Sen gene de babanı fazla pohpohlama. Az sonra seni çalımlarsam ağlama."
Savaş da aynı ciddiyetle karşılık verdi. "Hadi bakalım deneyelim o zaman."
İkisi yavaş yavaş tempoyu yükseltirken, futbol topunun tıkırtısı piknik alanının genel neşesine karışıyordu.
Sarp ise biraz daha ileriye masaları kurmakla meşguldü. Sandalyelerin ayaklarını yere sabitleyip örtüleri düzgünce seriyordu. Göz ucuyla Eser ve Can'a bakıp gülümsedi. "Ulan sizin mangal kurmanız bittiği gün ben inşaat bitiririm he."
Can karşılık verdi. "İnşaat dedin de bu masaları kurarken baya mimar ruhu kattın kardeşim."
Sarp kaşlarını kaldırıp göz kırptı. "Ada'dan kaptım ne kaptıysam. Bu da artistik şantiye kurulumum."
"Bak bak bak." dedi Eser gülerek. "Her şeyi de cool gösterme çabası var adamda."
Masalar yavaş yavaş tam şekline geliyordu. Tabaklar, çatal bıçaklar, içecekler diziliyor; her şey renkli, cıvıl cıvıl bir tablo gibi tamamlanıyordu. İzlemeyi bırakıp sahile doğru ilerledim.
Burası Deniz'in evine ilk geldiğimde beni getirdiği sahildi. Köy pazarına gittikten sonra beni buraya getirmişti ve ben o gün ona geçmişimi açmış, kayıp ikizimi aradığımdan bahsetmiştim. Aradan haftalar geçtikten sonra bir kez daha gelmiştik.
Ne olursa olsun yanında olmaktan ve seni sevmekten vazgeçmeyeceğim. Bak söz veriyorum çok güzel günlerimiz olacak.
Şuraya bak.
Burası bizim gizli cennetimiz olacak. Sen, ben, çocuklarımız. Burada o kadar güzel günlerimiz olacak ki, hayallerinden bile daha güzel.
Mmm mesela burada piknik yaparız. Ya da mesela ben çocuklarımıza yüzme öğretirken sen gülümseyerek bizi izliyorsun. Onlar kumdan kaleler yaparken biz burada güneşin tadını çıkarıyoruz.
Denizin kıyıya vuran sesleri bana anılarımızdan küçük bir sahneyi sunmuştu. Gözlerim dalgaların küçük köpüklerine takıldı. Bazen yalnız kalmak istiyordum. Ama şu an tam anlamıyla yalnız kalmak da istemiyordum.
Arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Bakmadan kim olduğunu anlamıştım. Deniz yanımda durdu. Birkaç saniye sadece benimle birlikte denizi izledi. Sonra ağır hareketlerle yanıma oturdu.
Bir süre konuşmadık. "Ne düşünüyorsun?" dedi merakla.
"Hatırlıyor musun?" dedim. "Beni buraya ilk getirdiğinde sana Savaş'ı anlatmıştım." Başımı Deniz'e çevirdim, sessizce başını sallıyordu. "Sonra bir kez daha geldik. Babamın mahkemesine gitmeden önce."
"Hatırlıyorum." dedi kırgın bir sesle. "Burayla ilgili güzel hayallerimden bahsetmiştim."
"Birkaç tanesi gerçekleşmeyebilir." dedim sağ gözümden bir yaş akarken. "Çocuklarımızla gelmek istiyordun. Onlara yüzme öğretmek, onlarla kumdan kaleler yapmak."
"En azından bir tanesi gerçek oluyor şu an, bak." dedi buruk bir gülümseme ile. Ne? der gibi baktım. "Piknik." dedi gülerek. Parmak uçlarıyla kuma minik çizgiler çizmeye başladı. Ses tonu yumuşaktı. "Güzel bir gün oluyor." dedi.
Başımı hafifçe ona çevirdim, gülümsedim. "Evet, herkes çok keyifli."
Gözlerini denize dikmişti ama sesi kırılgandı. "Peki ya sen?"
"Şimdilik iyiyim."
Deniz birkaç saniye sustu. Sonra o yavaş ve içten sesiyle fısıldadı. "Ada. Ben seni üzmek istemedim. Kırmak da istemedim."
Gözlerimi sildim. Başımı yavaşça ona döndürdüm.
"Ben de seni asla üzmek istemedim Deniz. Sadece o karanlık zamanlarda kendimi kaybettim. Senin yokluğun içimde boşluk oldu. Ama o boşluğun tek sahibi sendin zaten."
Deniz gözlerini bana çevirdi. Yavaşça elimi tuttu. Avuç içi sıcacıktı. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?" dedi.
"Ne?" dedim gözlerinin içine bakarak.
"Sen ne yaparsan yap, seni sevmekten hiç vazgeçemedim." dedi. "Kırıldım, evet. Canım yandı, evet. Ama içimdeki sevgi hiç eksilmedi." Elimi sıktı. Gözyaşlarım sessizce yanaklarımdan süzüldü.
"Beni affettin mi Deniz?" dedim, neredeyse fısıltıyla.
Başını iki yana salladı, yüzüme yumuşacık baktı. "Seni affetmek diye bir şey yok Ada." dedi. "Sana küs kalamam ki. Çünkü seni affetmeyi gerektirecek kadar bile senden kopamam. Sen benim her şeyimsin."
İçimde ince bir düğüm çözüldü. Boğazımdaki yumruyu yutkundum. Başımı onun omzuna yasladım.
Deniz saçlarımı öptü. "Geçecek Ada. Geçireceğiz." dedi. "Sana hak vermiyorum ama seni anlıyorum."
"İkimiz de böyle olmasını istemedik." dedim. "Bu sahile ilk kez gelen halimizi düşünsene." Gülümsedim. "Sence onlar işlerin buraya geleceğini bilirler miydi?"
Deniz gülümsedi ve bakışlarını adını aldığı sonsuz maviliğe çevirdi, bacaklarını kendine çekti, kollarını dizlerine sardı. "Bilmezlerdi." dedi. "Bunu kimse bilmezdi Ada. Ne sen, ne ben. Ama..." Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı, sesi biraz yumuşadı. "Belki de aşk böyle bir şeydir. Herkes yolun kolayını, düzünü hayal eder. Ama gerçek aşk, yol bozulduğunda el ele tutunmayı öğrenmektir."
"Geçmişin karanlığında boğuldum sanki. Yutuyor beni." dedim. "Kayboldum geçmişin içinde."
"Hayır." dedi Deniz anında. "Sen o karanlığın içinden çıkıp bana geldin. İşte ben seni tam da o yüzden seviyorum. Kırık olsan da geldin. Korkmuş olsan da geldin. Ve ben seni her halinde sevdim. Seviyorum."
"Seni çok seviyorum Deniz. Seni sevmeyi de çok seviyorum."
Deniz kollarını dizlerinin etrafından çekti. Bir kolunu bana sardı ve saçlarımı öptü. "Hadi gel çocukların yanına gidelim artık." dedi, ayağa kalktı ve beni de kaldırdı.
Deniz'in uzattığı elini tuttum. Birlikte yürümeye başladık. Baharın taze esintisi saçlarımızın arasından geçerken, içimdeki ağırlığın biraz olsun hafiflediğini hissediyordum. Yalnız kalmakla yüzleşmek arasındaki çizgiyi beraber yürüyorduk sanki.
Diğerlerinin yanına ulaştığımızda artık tam anlamıyla şenlik havasına geçmiştik. Salıncağa ilk Eren binmiş, kahkahalarla sallanıyordu. Selay, Miray ve Ece sofrayı iyice donatmıştı. Uygar ise sandalyeyle uğraşmayı bırakmış, örtünün kenarını düzeltiyordu.
Savaş topu alıp Eser'le paslaşmaya başlamıştı. Can, köşede mangal başında duruyordu.
Deniz elimi bırakmadan masaya yöneldi. "Her şey hazır mı?" dedi yumuşak sesiyle.
"Hazır patron." dedi Eser, mangal maşasını havaya kaldırıp sırıtarak. "Mükemmel pişti hepsi. Burada yediğiniz en iyi köfteler olabilir."
"İddialısın." dedi Sarp, hafifçe kıkırdayarak. "Ama bence her şeyi mideye indirecek kadar açız, kimse şikâyet etmeyecek."
Masaya hep beraber oturduk. Tabaklar, içecekler, mezeler, mangaldan yükselen et kokusu, konuşmalar, şakalar, kahkahalar havaya karışıyordu.
Yemekten sonra herkes biraz miskinleşmişti. Masanın etrafındaki sohbet yavaş yavaş gevşemiş, çimlere yayılan bir rehavete dönüşmüştü. Ama Eren elindeki voleybol topunu sürekli sektirerek bu rehavete izin vermiyordu.
"Hadi." dedi sonunda sabırsızlıkla. "Karnımız tok, enerjimiz yerinde. Sporsuz piknik olmaz. Top sektirmekle spor yapmış sayılmayız."
Uygar başını hafifçe yana eğip gülümsedi. "Eren, en son sporda menüsküsüm bana el sallamıştı. Yine de madem toplandık, bu organizasyona saygı duymak lazım."
Ece yerinden fırladı. "Ay tamam, hadi kalkın! Story atmam lazım zaten. Hem sonra Hiçbir şey yapmadınız mı? derler."
Can etrafı süzdü. "İpi nereye çekeceğiz?"
Deniz iki büyük ağacın arasını işaret etti. "Bak, şu ikisi tam uygun mesafede. Halatı gergin bağlarsak file gibi olur."
"Profesyonel ayar." dedi Can ciddi ciddi.
Miray ellerini çırptı. "Ben ipleri getirdim!" Bir çantanın içinden yan yana sardığı uzun halatları çıkardı. Eser hemen atıldı, Can'la birlikte ipleri iki ağaca gerip sıkıca bağladılar. File misali ip gerilince, herkesin gözünde bir heyecan kıvılcımı parladı.
"Tamamdır." dedi Eser gururla. "Saha hazır."
Çimlerin üstüne belirli bir sınır çizmekle uğraşmadılar, zaten sınırlar birazdan topun peşinde koştururken unutulacaktı.
Savaş iki eliyle topu havaya attı. "Takımları ayıralım mı?"
"Kadınlar erkeklere karşı yapalım mı?" dedi Ece şaka yollu.
"Benim zafer ihtiyacım var, öyle yapmayalım." dedim gülerek.
En sonunda karışık takımlar kurulmuştu. Ben, Deniz, Uygar, Miray ve Can'la aynı takımdaydım. Eren, Eser, Sarp, Savaş ve Ece diğer takımdaydı. Selay hamile olduğu için oynamaktan çekinmiş, saha kenarından bizi videoya alma görevini üstlenmişti. Babamsa bir sandalyeye oturmuş bir yandan gazete okuyor, bir yandan da bizi izliyordu.
Herkes yerleştiğinde Eren topu havaya sektirip ciddiyetle servisi attı. İlk top Miray'a geldi. Miray gözlerini kocaman açtı, panikleyerek kollarını uzattı. Tam vuracakken gözlerini kapadı, top koluna çarpıp geri sekerek Uygar'ın omzuna isabet etti. Uygar tökezleyerek geri çekildi.
"Aşkım.'' dedi gülerek. "Gözlerini açık tutma seçeneğini değerlendir istersen."
Miray dudak büktü. "Çok hızlı geliyor! Korkunç bir şey bu!"
Sarp karşı sahadan seslendi. "İlk sayıyı aldık. Teşekkür ederiz."
Top tekrar havaya atıldı. Bu kez Ece'nin servisi bana geldi. Seri bir hareketle topu yükselttim. Deniz tam zamanında sıçrayarak güzel bir smaç vurdu. Top tam sınırda yere çakıldı. Ece hemen parmağını kaldırdı. "Dışarıda!"
"İçeride!" dedi Deniz gülerek.
"O kadar içerideydi ki." diye destek verdi Can.
Ece hemen Selay'a döndü. "Selay videoyu izler misin? İçeride mi dışarıda mı?"
Savaş araya girdi. "VAR sistemi devrede." dedi gülerek.
Oyun böylece hızla devam etti. Bir top Can'ın koluna çarpıp havaya fırladı, Can başını tutarak sızlandı. Bir sonraki pozisyonda Sarp topu kurtarmaya çalışırken dengesini kaybedip Eser'e çarptı, Eser toprağın üstüne yan düştü. Uygar ise bir pozisyonda yüzüne sert bir top yiyince dengesini kaybedip geriye doğru sendeledi. Burnunu tutarak iç çekti. "Burnum hâlâ yerinde mi?"
Miray hızla yanına koştu. "Yerinde yerinde. Bakayım." dedi ve Uygar'ın yüzünü dikkatlice inceledi.
Oyun giderek kaosa döndü. Herkes bağırıyor, düşüyor, çarpışıyor, kahkahalar havada yankılanıyordu. En sonunda skor 10-10'a geldi. Son sayıya çıkılmıştı. Herkes nefesini tutmuştu. Eser servisi kullandı, top fileye doğru hızla ilerledi. Tam geçecekken rüzgâr bir anda yön değiştirdi ve top fileye takılıp kendi sahalarına düştü.
Kazanan biz olmuştuk. Deniz bana, Uygar Miray'a, Can da Selay'a sarılmıştı.
Miray kollarını iki yana açtı. "En azından kimse hastanelik olmadı." dedi gülerek.
Uygar burnunu yoklayıp güldü. "Az kalsın oluyorduk ama."
***
Voleybolun ardından etrafa huzurlu bir yorgunluk çökmüştü. Kahkahaların yerini yumuşak fısıltılar ve gevşemiş bedenlerin miskinliği almıştı. Güneş, ağaç dallarının arasında kaybolmaya başlamıştı.
Deniz sessizce yanıma yaklaştı. Gözlerinde yalnızca bana ait olduğunu bildiğim o sıcak bakış vardı. Parmakları avucumun içine dokundu.
"Gel benimle." dedi fısıltıyla.
Küçük bir çocuk gibi başımı salladım. Birlikte ağır adımlarla salıncağa yürüdük. Ağaç dallarından sarkan kalın iplerin ucunda yumuşacık minderli salıncak beni bekliyordu. Hafifçe eğilip, koluyla nazikçe belimi kavradı ve beni salıncağa oturttu. Saçlarımı yüzümden çekip kulağıma eğildi. "Sana rüzgârı sevdireceğim." dedi.
İlk itişini yavaşça yapmıştı. Salıncağın hareketiyle ayaklarım hafifçe yerden koptuğunda, gökyüzünün kızıllığı üzerime dökülüyordu. Gözlerimi kapattım. Salıncağın ritmiyle birlikte içimdeki tüm kırgınlıklar sanki dalga dalga uzaklara savruluyordu.
Deniz ipleri tutarak yavaşça hızlandırdı. "Bak nasıl uçuyorsun..." dedi yumuşacık. Gülümsedim.
Az ileride Selay ve Can uçurtma uçuruyor, Sarp, Eser ve Uygar derin bir sohbeti ilerletiyor, Ece, Miray, Savaş ve Eren sosyal medyada takılıyor, babam ise aynı gazeteyi ikinci kez okuyordu.
Hava artık iyice kararmaya başladığında tekrar masaya geçtik. Eser yan tarafta büyük bir ateş yakmıştı, bizi ısıtmaya çok da yetmiyordu ama kimse halinden şikâyetçi değildi. "Ne güzel oldu böyle ya." dedi Eren. "Çok güzel bir gündü."
"Valla haklısın." dedi Ece. "Çok iyi geldi."
"Evet herkes çay içiyor mu?" dedi Sarp kâğıt bardakları havada sallayarak bize gösterirken.
Herkesin aynı anda evet demesiyle Sarp bardakları dağıttı ve termoslardaki çayları bardaklara doldurmaya başladı. Uygar bir anda kalktı ve Miray'ın elini tutup onu da kaldırdı. "Ne oldu sevgilim? Çay içecektim ben.”
"İçeriz ya acelesi yok." dedi Uygar. Miray ne yapacaklarını merakla beklerken bizim de Miray'dan bir farkımız yoktu. Uygar bir elini Miray'ın beline yerleştirip bir eliyle de Miray'ın elini tuttu. Gök gürledi, birkaç saniye içinde dans etmeye başladılar.
Uygar eski ama çok da romantik olan bir şarkıyı mırıldanırken Miray onun adımlarına uyum sağlıyor, etrafa aşk dolu kahkahalarını saçıyordu.
Biz aşkı, meleklerden çaldık,
Birbirimize sımsıkı bağlandık.
"Çok güzeller ağlayacağım." dedi Ece.
"Deli bu çocuk." dedi Selay.
Bak yıldızlar altında gözlerimin içine,
Duy, rüzgârların bize anlattığı bir şeyler var.
Hafif hafif yağmur yağmaya başlamıştı ama bu bile Uygar'ı durdurmaya yetmemişti, fena halde aşka geldiğini görebiliyordum.
Bir fısıltı gibi bazen, o en büyük çığlıklar,
Bilmezler mi, gelir geçer, en büyük fırtınalar.
Uygar bir yandan şarkıyı bir yandan da dansı devam ettiriyordu. Yağmur üzerlerine yağarken ikisinin de bu durumdan şikâyetçi olmadığını anlayabiliyorduk.
Biz aşkı, meleklerden çaldık,
Birbirimize sımsıkı bağlandık...
Dakikalar geçmişti. Uygar dansı bitirdi, Miray'ın alnını öptü ve masaya doğru döndüler. Nedendir bilmem hepimiz alkışlamıştık ve ikisine de hayranlıkla bakıyorduk.
Biz ağaçların altında olduğumuz için ıslanmamıştık ama onlar açıklık alanda dans ettiği için ıslanmışlardı. Uygar Miray'ı yerine oturttu. Arkasında durup bir kolunu Miray'a sardı. "Ece." dedi sonra. "Bir fotoğraf çeksene bizi."
Ece heyecanla kamerasını açtı, Uygar ve Miray'ın karşısına geçti. "Tamam çekiyorum." dedi ama fotoğraf değil video çekiyordu.
Uygar çenesini Miray'ın omzuna koydu, Miray başını Uygar'a doğru yaslayıp gözlerini kapattı. Uygar boşta olan kolunu kaldırıp elini Miray'ın gözlerinin hizasına getirdi. Elinde bir yüzük kutusu olduğunu gördüğümüzde şaşkınlıktan ne diyeceğimizi bilememiştik.
Sarp'ın "Yuh."
Deniz'in "Ha siktir."
Selay'ın "Ayyy."
Ece'nin "İşte bu." demesi ve Miray'ın gözlerini açıp "Ne oluyor?" demesi aynı iki saniyeye denk gelmişti ve biz merakla Miray'ın tepkisini bekliyorduk.
Miray önündeki yüzüğü görür görmez dudaklarının arasından Uygar'ın adını fısıldamıştı. "Uygar."
"Miray." dedi Uygar, sesi titriyordu. Onu ilk kez böyle heyecanlı, meraklı ve aynı zamanda mutlu görüyordum. "Evlensene benimle." dedi, sesi daha da titremişti. "Ama yok böyle değildi. Evlenir misin? diye sormam lazımdı. Evet evet." dedi, kısa süre sustu. "Sevgilim, benimle evlenir misin?" Miray cevap veremeyecek kadar şoka girmiş olmalıydı ki hala susuyordu. "Evlen'cen mi?" dedi Uygar.
Miray güldü. "Şapşal." dedi, gözlerinin içi bile gülüyordu. Ayağa kalktı, Uygar'a belki de hiç sarılmadığı kadar sıkı sarıldı. "Evlenirim." dedi yüksek bir sesle. "Evlenirim Uygar. Seninle evlenirim."
Uygar Miray'ın belini sıkıca kavrayıp onu havaya kaldırdı ve kendi eksenlerinde dönmeye başladılar. İkisi de mutluluk çığlıkları atıyordu. Miray'ın yüzünde hem kocaman bir mutluluk hem de o mutluluğun getirdiği gözyaşları vardı.
''Seni seviyorum.'' diye bağırdı Uygar. ''Çok seviyorum.''
Miray da aynı Uygar gibi tutkulu bir sesle ''Seni seviyorum.'' diye bağırdığında hepimiz tekrardan alkışlamaya başlamıştık.
Sarılmaları sona erdiğinde Uygar hala elinde tuttuğu kutudan yüzüğü çıkardı ve Miray'ın parmağına taktı, dudaklarına uzun, aynı zamanda romantik bir öpücük bıraktı, sonrasında ilk koştuğu kişi Deniz olmuştu ve neredeyse sarılırken Deniz'in kemiklerini kıracaktı. ''Oğlum çok heyecanlıyım. Hiç bu kadar olacağını düşünmemiştim.''
Deniz uzun ve keyifli bir kahkaha attı. ''Ya Uygarcım böyle oluyor işte bu işler.'' dedi, ellerini Uygar'ın sırtına hafifçe vurdu. ''Çok sevindim, beni bile şaşırttın. Neden hiç bahsetmedin?''
Uygar bedenini geri çekip sırıttı. ''Herkese sürpriz olsun istedim.''
''Büyük sürpriz oldu gerçekten.'' dedi Ece. ''Şovcu bu adam ya. İşi gücü şovmenlik.''
Herkes bir yandan gülüyor, bir yandan da Uygar ve Miray'a sarılıyordu. Her ne olursa olsun hayatta güzel şeyler de oluyordu ve bu güzel şeylere tutunmak bizi biraz da olsa hayata bağlıyordu.
''Eveet.'' dedi Uygar, bir sepetin içinden şampanya şişesi çıkarttı, uzun süre salladı ve sonunda şampanya havai fişek gibi patladı.
''Şampanyayı bile düşünmüş, helal olsun adama.'' dedi Can.
Uygar küçük bir kahkaha attı. ''Şampanyasız olmaz bacanak.''
***
Yağmur durmuştu ama hava ciddi derecede serinlemişti. Uygar'ın evlilik teklifi sonrası yarım saat daha oturmuş, bu güzel olayı coşkuyla kutlayıp evlerimize gitmek için arabalarımıza binmiştik.
Arabanın camına ara sıra düşen son damlaları izliyordum. Sokak lambaları su damlacıklarının üzerinde yansıyarak küçücük birer yıldız gibi parlıyordu. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir gece yolculuğu gibi görünebilirdi. Ama içimde koca bir sessizlik yankılanıyordu. Bir yanda tatlı bir huzur, bir yanda içimi kemiren kırılgan bir sızı vardı.
Deniz ara sıra bana göz ucuyla bakıyordu. Gözlerimiz her karşılaştığında içinde hep o bildiğim sıcaklığı hissediyordum ama aynı zamanda çözülememiş o ince gerilim de kendi sürekli hissettiriyordu. Beni affetmeye çalışıyordu. Ya da affetme dediğim şey, zamanla kabullenmeye dönüşecekti. Çünkü bazı kırılmalar vardı, tamir edilse bile iz bırakırdı. Deniz o izlerin üzerinde yürüyordu.
Elinin vitesi kavrayışını izledim. Güçlüydü. Hep güçlü olmuştu. Oysa ben kırıldığım yerlerden yeniden şekil almayı öğrenmeye çalışıyordum. Onun varlığı bana hem güven veriyor, hem de bazen içimdeki o korkuyu büyütüyordu. Kaybetme korkusuydu bu.
İnsan birini gerçekten sevince içinde büyük bir kırılganlık taşıyordu ve bu benim için şaşırtıcıydı. Sevmek aslında kendini açıkta bırakmak gibiydi. Çünkü o insanı kaybetme ihtimali, en derin korkularından biri oluyordu. Deniz'e baktıkça işte tam da bu yüzden içimde hem tarifsiz bir huzur hem de kıpırtılı bir huzursuzluk taşıyordum.
Kütüphane önünde bayıldığımı görüp beni hastaneye götürüşü ve on üç saat boyunca başımda beklemesi aklıma geldiğinde gülümsedim.
''Ne düşünüyorsun?'' dedi ciddi bir merakla.
''O gün, yani tanıştığımız gün, eğer ben kütüphaneye gelirken bayılmasaydım benimle tanışmak için bir adım atar mıydın?'' dedim, kaşlarımı kaldırıp aynı onun gibi meraklı bir ifadeyle baktım.
Deniz gülümsedi. ''Bu da nereden geldi şimdi aklına?''
''Bilmem, geldi işte.'' dedim omuz silkerek. ''Atar mıydın atmaz mıydın?''
''Aşk sence nedir?'' diye sordu. Cevapsız bıraktım çünkü onun devam etmesini istiyordum. ''Aşk tesadüf sandığın şeyin, aslında kaderin planlı oyunudur.'' dedi yavaşça. ''Sen orada bayılmasaydın belki seni görürdüm, belki görmezdim. Ama içimde bir yerde biliyorum ki yolumuz yine kesişirdi. Çünkü bazı karşılaşmaların zamanı değil, ruhu vardır. Seninle bir şekilde tanışacaktım. Belki kütüphanede aynı raftan aynı kitaba uzanırken, belki bir kafede sipariş verirken, belki başka bir anda... ama olurdu.''
Gülümsedim. Sözleri içime ince bir sıcaklık gibi yayıldı. ''Ben bazen hâlâ inanmakta zorlanıyorum.'' dedim. ''Seninle bu kadar derin bir bağ kurmuş olmama.''
Deniz gözlerini yoldan ayırmadan devam etti. ''Ben de şaşırıyorum bazen. Çünkü seni sevdikçe, daha çok tanıyorum ve daha çok seviyorum. Her katmanın altında başka bir Ada var. Kırgın, güçlü, savunmasız, cesur. Ve her halini ayrı ayrı seviyorum.''
İçimde hafif bir titreme hissettim. Onun beni böylesine anlaması, bazen kendimden bile sakladığım duyguları böylesine bilmesi garip bir şekilde rahatlatıcıydı.
Arabanın içinde kısa bir sessizlik oluştu. ''Sen olmasaydın.'' dedim fısıltıyla. ''Ben kim bilir nerede kaybolurdum.''
Deniz bir anlık tereddütle nefes aldı. ''Hayır.'' dedi. ''Sen kaybolmazdın. Belki yolun daha uzun olurdu, belki daha az yara alırdın. Ama sen yine beni bulurdun. Sen bulamasan bile ben seni bulurdum. Çünkü bizim kaderimiz birbirimizle yazılmış. Er ya da geç yollarımız kesişirdi.''
Bana böyle konuştuğunda gözlerim doluyordu. Çünkü içimde yıllardır biriktirdiğim tüm o yalnızlık duvarlarını, tek bir cümlesiyle sarsıyordu. ''Ama hala sorumun cevabını alamadım.'' dedim gülerek.
Deniz bana döndü, sıcacık bir gülümsemeyle gülümsedi. ''Evet.'' dedi kendinden emin bir sesle. ''Atardım. Yani eğer ben seni baygın görmeseydim başka bir gün sana kalbimi açardım.''
''Biliyor musun?''' dedim yavaşça. ''Bazen kendimi hâlâ hak etmemiş gibi hissediyorum. Yani seni hak etmemiş gibi.''
Deniz sağ elini direksiyondan çekip elimi tuttu. ''Ada.'' dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. ''Hiç hesapta yokken girdin sen benim hayatıma. Sonra da hayatımın merkezi oldun. Bunun için ekstra bir çaba da harcamadın üstelik. Ben senin sen oluşuna, yaratılışının güzelliğine aşık oldum. İyi ki de oldum. Yani bir daha böyle şeyler söyleme. Ben seni seçtim. Kalbim seni seçti. Senin kırgınlıklarını, geçmişini, korkularını hepsiyle birlikte seçtim. Aşkta hak ediş yoktur. Aşk aşktır. Plansız, kaygısız, paldır küldür seversin.''
Deniz'in sözleri kalbime işliyordu. İçimde bastıramadığım bir şey kıpırdadı. Avuç içinin sıcaklığı, kırıldığım yerleri onaran bir merhem gibiydi. ''Ben seni ilk sevmeye başladığımda.'' dedim yavaşça. ''Kendime hep şunu sordum. Böyle biri beni neden sevsin? Beni bu kadar içi dolu, bu kadar derin, bu kadar güzel biri neden seçsin? Senin sevgini taşıyabilmekten korktum hep.'' Deniz bir şey söylemedi. Ama susması bile anlam doluydu. Dinliyordu. Gerçekten dinliyordu. ''Seninle her şey çok başka Deniz.'' dedim. ''Korkularımı susturabildiğim tek yer sensin. Ama aynı zamanda en çok korktuğum yer de sensin. Çünkü kalbim sende. Kalbimi teslim ettiğim tek yer, tek kişi. Ve ben senden başka hiç kimseye bu kadar çok ait hissetmemiştim.''
Deniz bir şey demedi, ağır ağır açılan bahçe kapsının ardından arabayı bahçeye sürdü ve eve yaklaştığımızda motoru susturdu. Arabadan indiğimizde anahtarı Samet'e verdi, yanına gitmemi bekledikten sonra beni kucakladı ve eve doğru yürüdü. ''Ah benim güzel sevgilim.'' dedi fısıltı gibi bir sesle. ''Benim kaderim baştan aşağı seninle dolu, seni sevmeyeyim de ne yapayım ben?''
Gülümsedim, uzanıp yanağını öptüm. Sonra mahcup ve pişman bir sesle devam ettim. ''Sana bir daha hiç kavuşamayacağımı zannediyordum. Seni sonsuza kadar kaybettim zannediyordum. Ben o yüzden o adamlarla-'' dedim ama Deniz beni susturdu.
''Sevgilim, bu konuyu hallettik.'' dedi. Gerçekten halletmiş miydik bilmiyordum. Belki de konuşup daha fazla kırılmak istemiyordu. ''Düşünme şimdi.''
Düşünüyordum çünkü düşünmeyi durduracak bir yöntem yoktu.
14 Nisan, Perşembe
İzmir Liman, 23.17
Liman gecenin karanlığında devasa bir metal orkestrası gibiydi. Vinçlerin uğultusu, konteynerlerin demir sürtünmesi, denizden gelen tuzlu rüzgâr ve uzaktan yankılanan motor sesleri. Bütün bunların arasında, midemdeki sancının uğultusu da vardı.
Ekrana kilitlenmiş halde Savaş ve Eser'le birlikte, limana yerleştirdiğimiz yüksek çözünürlüklü kameraların görüntülerini izliyorduk. Sarp'ın sistemi sayesinde sadece görüntü değil, tüm ses de bizimleydi. ''Şu gece bir bitse.'' dedi Eser gergin bir sesle.
Deniz'i izledim. Ellerini cebine sokmuş, birkaç metre uzağında olan Sarp ve Uygar'a bir şeyler söylüyordu. ''Sen neden bu kadar gerginsin Uygar? Sakinleş artık.''
''Her gün silah mı kaçırıyoruz Deniz? Gerginim işte. Victor bu boş konteynırları görünce savaş çıkacak biliyorsun değil mi sen?'' dedi Uygar sıkıntıyla.
''Victor bunu bizim yaptığımızı bilmiyor.'' diye müdahale etti Eser, Uygar ve Deniz'in konuşmasına. ''Evren'i suçlayacak.''
''Evren de bizim gelmişimizi geçmişimizi sikmez inşallah.'' dedi Sarp ceketine iliştirdiği mikrofona eğilerek.
''Evren'in tüm tırları girdi mi içeriye?'' dedi Deniz. Bize soruyordu.
''Evet.'' dedi Savaş. ''Evet, hatta otuz tanesi konteynırları bırakıp limandan çıktı bile.''
''Güzel.'' dedi Deniz.
''Al işte, Evren'in adamları değil mi bunlar?'' dedi Uygar yaklaşık yüz metre uzağındaki iki adamı başıyla işaret ederek.
Eser sıkıntılı bir nefes verdi. ''Evet, onun adamı ikisi de.''
''Bunu zaten tahmin ediyorduk.'' dedi Deniz. Kamerada limanın içinde dev vinçlerin gölgeleri, titrek ışıkların altında hayalet gibi salınıyordu. Evren'in adamları da kapının hemen yanında durmuş, gelen tırları sayıyor, konteynır numaralarını kontrol ediyorlardı.
Hepimiz gerginlikten çatlayacak raddeye gelmiştik ama yine de en ufak bir dikkat dağınıklığına yer vermiyorduk. Çünkü küçücük bir hata çok kötü şeylere sebep olabilirdi.
''Allah'tan bizim boş konteynırları yerleştirdik gemiye.'' dedi Sarp.
''Bak Sarp eminsin değil mi, gemiye yüklenenlerle Evren'in konteyner numaraları aynı?''
''Birebir aynı Deniz. Gemi personeline onay verdiğimiz an konteynır listesini gönderecek Evren'e. Evren kendi numaralarını gördüğü için kendi konteynırları yüklendi zannedecek.''
''Bu adamları da atlatsak çok iyi olacak da işte.'' dedi Uygar. Evren'in iki adamı da Deniz, Uygar ve Sarp'a yaklaşmıştı. Sarp elini beline attı. Görünürde normal bir duruştu ama ben Sarp'ın silahını kavradığını anlayabiliyordum.
''Evren mi gönderdi sizi?'' dedi Deniz.
''Öyle.'' dedi bir tanesi. ''Yüklemeyi izleyeceğiz.''
''Her şey yolunda, sizlik bir şey yok. Tırların hepsi limana girdiğinde gemiye alacaklar zaten.'' dedi Sarp.
''Gecikme ya da aksilik olsun istemiyor Evren Bey.''
Uygar araya girdi, sesi çatallıydı. "Liman prosedürlerini hızlandırmak için buradayız zaten. Gecikmeyi kimse istemiyor."
Adamlardan biri bir adım daha yaklaştı. Gözleri bir an için Uygar'ın gözlerinin içine saplandı. Deniz araya girip adamın önünü kesti. "Sorununuz varsa patronunuzla konuşabilirsiniz. Biz buradayız, her şeyi kayıt altında yürütüyoruz."
''Bu sevkiyat Evren Bey için çok önemli.''
''Bunu idrak edecek akla sahibim.'' dedi Deniz. ''Ama bu sevkiyat benim kontrolüm altında ve ayağımın altında gereksiz insan istemiyorum. Limanı terk edin yoksa Evren'i arayacağım.''
Adamlar birbirine baktığında diğer ekrana baktım. Yirmi tır daha konteynırını bırakmış, limandan ayrılmıştı.
''Ararsan ara.'' dedi adam. Sarp onu birazdan vuracakmış gibi bakıyordu.
Deniz telefonunu çıkartıp ekranda bir şeylere bastı, sanırım herkesin duyması için hoparlöre almıştı. ''Ne var Deniz?'' dedi Evren sinirle.
''Senin iki gerzek adamınla uğraşıyorum!'' dedi Deniz sinirle. ''Niye gönderdin onları buraya?''
''Kontrolsüz iş yapmıyorum çünkü.'' dedi Evren. ''Sana güveneceğimi mi sandın?''
Deniz derin bir nefes aldı ve konuşmaya devam etti. ''Bak Evren, sen bu sevkiyatı bana bıraktın ve Nasıl halledersen hallet. dedin değil mi?'' dedi, kısa bir süre sustu. ''İşime senin adamlarını bulaştırmayacağım. Madem kontrol bende, adamlarını istemiyorum. Söyle onlara çekilsinler ayağımın altından. Zaten tırlarının hepsi girdi limana. Birazdan başlarlar gemiye yüklemeye.''
''Adamlarım izleyecek.'' dedi Evren kararlı bir sesle.
''İzlemeyecek.'' dedi Deniz. ''Ben bu yüklemeyi yasal yollarla yapacağım.'' Deniz Evren'i kandırmak için yalan söylüyordu çünkü Evren'in devletin de işin içinde olduğunu zannetmesini istiyordu. Belki böylece Evren çekinirdi ve adamlarını da başımızdan alırdı.
''Ne demek yasal yollarla yapacaksın?'' dedi Evren şaşkın bir sesle.
''Öyle işte. İhracat yapıyorum deniz yoluyla. Ve şu an özel güvenlik protokolü var. Uluslararası Transit Bölge Güvenliği'ni sağlamak zorundayım.'' dedi Deniz.
''Ne saçmalıyorsun sen Deniz? Onca silahı yasal yolla mı göndereceksin yani Victor'a?'' diye şaşkın bir sesle sordu Evren.
''Aynen öyle.'' diye devam etti Deniz. ''Gümrük anlaşmalarına, ihracat denetimlerinin gereklerine uymak zorundasınız. Ve senin adamların şu an yasadışı iş yapıp, benim yüküme müdahale ediyorlar. Riske atmak mı istiyorsun sen bu işi?''
''Riske atmak falan istemiyorum Deniz. O silahları Romanya'ya göndereceksin, Victor'a ulaşmazsa işte o zaman olacaklardan ben sorumlu değilim.''
''Boş lafları bırak artık. Adamlarına söyle limandan ayrılsınlar. İşime engel oluyorlar. Onlarla uğraşacak bir enerjim yok, hiç kusura bakma.''
Evren kısa bir süre sustu. Sonra adamlarına limandan ayrılın talimatı verdi ve Deniz telefonu kapattı. Adamlar limandan ayrılırken Deniz, Uygar ve Sarp birbirine zafer edasıyla bakıyordu. Biz de onları izlediğimiz karavanda rahat bir nefes almıştık.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Evren'in bütün konteynırları limana teslim edilmişti. Savaş'ın ayarladığı tır şoförleri o konteynırları aldılar ve Deniz'in ayarladığı depoya götürmek için yola çıktılar. Böylece Deniz'in boş konteynırları gemiye yüklenmiş, Evren'in silah dolu konteynırları ise sadece bizim bildiğimiz depoya götürülmüştü. Gemi personelinin Evren'i arayıp Yükleriniz gemiye yüklendi. bilgisini vermesiyle biz de İstanbul'a doğru yola çıkmıştık.
İzmir'i geride bırakmıştık. Otoyolun iki yanından geceye karışan ormanlar, sis bulutları gibi ağır ağır kayıyordu. Farların aydınlattığı çizgiler dışında dünya neredeyse görünmezdi. Deniz'in gözleri yola kilitlenmişti ama düşünceleri başka yerdeydi. Ben de öyleydim.
Deniz'in telefonuna bilinmeyen numaradan bir mesaj gelene kadar bir süre sessizlikle devam ettik. Arabada sadece motorun ve dışarıdaki rüzgârın uğultusu vardı. ''Okusana.'' dedi Deniz göz ucuyla telefonu işaret ederken. “Bu saatte kim bu?''
Deniz'in telefonunu elime aldım, Deniz sağa çekti ve motoru susturdu. Ekranı kaydırdım, mesajı açtım. Mesaj İngilizceydi.
Merhaba Sayın Aladağ,
Sanırım artık gizlenmeyi bırakmanın vakti geldi. İşleri daha eğlenceli bir noktaya getirelim istiyorum çünkü bu monotonluk canımı sıkmaya başladı.
İzmir Limanı'ndaki küçük hilenizi, konteynır oyununu, mühür numaralarınızı, sahte memurlarınızı ve boş yükleme planınızı anbean izledim. Bu oyuna kimlerin dâhil olduğunu bildiğimi de söylemek isterim. Eser, Sarp, Uygar, Savaş. Hangi araçla, hangi rotadan geçtiniz hepsini izliyorum.
Ve en önemlisi sevgili karın Ada. Onun güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez ve ben onun hayatına dair neler bildiğimi seninle paylaşmak istiyorum.
Beş yaşında kardeşinden ayrılmak zorunda kaldığını ve senelerce şehir şehir onu aradığını, düğün gününde bebeğini kaybettiğini ve bir daha çocuk sahibi olamayacağını, Fransa'daki Rue des Martyrs, No:38 adresinde geçirdiği ayları, oradaki küçük ama gereksiz adamlarla yaptığı boş görüşmeleri, kendinden bile sakladığı yalnızlığını, şarap içerek senin yokluğunu unutmaya çalıştığını, Fransa sokaklarında incir istiyorum diye dolaştığı günleri, henüz yeni mezun olan bir mimar olduğunu ama senin büyük projeler için ona güvenmediğini, en sevdiği rengin sarı olduğunu biliyorum. Mesela geçen hafta arkadaşı Selay'la bir kafeye gidip sütlü latte içtiğini ve o kafede tam üç saat oturduğunu, seni kaybetmekten korktuğu için tam 34 dakika boyunca ağladığını da belirtmek isterim.
Şimdi bana, bunları nereden bildiğimi soracaksan anlatayım.
2019 yılında arazimi elimden aldığın günden beri seni ve karını izliyorum. 807 gün boyunca onu beklerken çektiğin acıları tahmin etmek zor. Bir daha aynı şeyleri yaşamamak için elinden ne gelirse yapacağına tüm kalbimle inanıyorum.
Ben arazimi istiyorum Sayın Aladağ. İşlerime fena halde çomak soktun ve senin yüzünden tüm sevkiyatlarım zarara uğradı. Ve ben zarara uğrarsam zarara uğratmaktan çekinmem.
Senin de oyun oynamayı sevdiğini varsayıyorum ve seni kontrolün bende olduğu bir oyuna davet ediyorum. Arazimi bana geri ver. Yoksa,
Yaptığın sevkiyatın tüm belgelerini ve video kayıtlarını uluslararası basına servis ederim. Türkiye, Avrupa ve Amerikan basınında silah kaçakçılığıyla anılır, gazetelerde manşet olursun. Aladağ Holding Silah Kaçakçılığı. Nasıl? Bomba gibi haber değil mi?
Sahte imar izinleriyle Aydın'da inşa ettirdiğin Aladağ Otel projesinin tüm usulsüzlük dosyalarını, rüşvetle alınan tapu kayıtlarını ve iç yazışmaları yayınlarım. Holdingin batar. Zaten hastanelerinizin adı da usulsüzlüğe karışmıştı değil mi? Gökalp Karahan için çok üzgünüm.
Tabii sadece bunlarla sınırlı kalacağımı düşünmeni istemem. Ada'nın bir daha çocuk sahibi olamayacağı ve Fransa'daki kişisel arayış günleri tüm Türkiye'nin magazin çöplüğüne düşer.
O arazi benim kırmızı çizgimdi ve ben o araziyi senin yüzünden kaybettim. Ada da senin kırmızın çizgin, en değerlin, en kıymetlin, uğruna her şeyi yapabileceğin tek zaafın. Ve şunu bilmeni isterim. Eğer bu mesajı ciddiye almaz, bana arazimi iade etmez ve oyunu uzatmaya kalkarsan, senin kırmızı çizgine dokunurum.
Belki bir gün arkasından biri yaklaşır ve o güzel boynunu soğuk bir bıçakla deler geçer, belki bir gün siyah saçlarının arasına kurşun yer, belki bir gün kütüphanesi bombalanır. Belki bir gün arabasının frenleri tutmaz ve kazaya karışır. Belki bir gün karşıdan karşıya geçerken bir otomobilin altında kalır. Nasıl olacağı önemli değil, bunu izlemeni sağlarım. Sana son kez söylüyorum, seçim senin. Ya arazimi ya da karının hayatını alırım. Seçim senin.
R.
Telefonun ekranına uzun süre sessizce baktık. Harfler, kelimeler, cümleler. Sanki her biri kocaman çiviler gibi içime saplanıyordu. Boğazım düğümlendi. Nefes alamıyordum.
Deniz elimi tuttu. Avuç içi terlemişti, parmakları titriyordu. Derin bir nefes aldı ama nefes bile boğazında düğümlendi. Gözleri karardı, gözbebekleri büyüdü. Dudaklarının kenarı hafifçe titredi.
"Bu nasıl mümkün olabilir?" dedim fısıltıyla. Sesim çıkmıyordu sanki. "Bunları nereden biliyor?"
Deniz'in gözleri hâlâ ekrandaydı. Göz kapakları seğirdi. Dudağını ısırdı. İçindeki öfkeyi ve korkuyu bastırmaya çalışıyordu ama başarısızdı. Birkaç saniye konuşamadı. ''İzlemiş, bizi yıllarca izlemiş Ada. Adım adım, nefes nefes. Ben senin nerede olduğunu ararken o biliyormuş. Her şeyi biliyor. Her şeyimizi."
Kalbim deli gibi atıyordu. Ellerimi karnımın üzerine bastırdım, sanki içimdeki o sancıyı böyle durdurabilecektim. Midem bulandı, gözlerim yanmaya başladı. ''Benim çocuk sahibi olamayacağımı bile biliyor. Fransa'daki günlerimi, yalnızlığımı, incir almak için dolaştığım sokakları bile." Sesim titredi. "Sütlü latteyi bile biliyor Deniz. Üç saat oturduğum kafeyi bile."
Deniz başını iki yana salladı. Dudakları ince bir çizgiye dönüştü. ''Sadece seni değil Ada.” dedi, sesi kısık ve karanlıktı. "Savaş'ı, Eser'i, Uygar'ı, Sarp'ı, limanı, konteynırları, bütün planımızı da biliyor."
Boğazım kurudu. Başımı salladım. Gözyaşlarım istemsizce akmaya başladı. ''Deniz çocuk sahibi olamayışımı nasıl bilebilir? Bunu sadece en yakınlarımız biliyordu. Bunu bile nasıl öğrendi?" Sesim bir çığlık gibi yükseldi.
Deniz göz pınarlarını bastırdı. Birkaç saniye boyunca sadece nefeslerimizin boğuk sesi vardı. Sonra kafasını kaldırdı, gözleri kızıla çalmıştı. ''Bilmiyorum.'' dedi kısık bir sesle. ''Ada ben hiçbir şey bilmiyorum artık.''
''Deniz.'' dedim. ''Ne yapacağız?''
Deniz başını hafifçe salladı. ''Dediğini yapacağım.'' dedi bir an bile düşünmeden. ''Arazi umurumda bile değil. Ben seni kaybedemem.''
''Deniz o araziye çocuk hastanesi yaptırmışsın sen. Araziyi verirsen hastaneyi de kaybedersiniz.'' dedim endişeyle.
''Ya umurumda mı Ada? Adam seni öldürmekle tehdit ediyor ve sen hastane mi düşünüyorsun gerçekten? Sikeyim, çok mu önemli?'' dedi parmaklarını saçlarından geçirirken.
''O araziyi geri alırsa ülkeye kaçak yollarla silah ve uyuşturucu sokmaya devam edecek. Bunu istiyor musun gerçekten?'' dedim. ''Uyuşturucu ya, zehir. Gerçekten buna göz yumabilir misin?''
''Zaten yapmıyor mu Ada?'' diye bağırdı. ''Ha o arazi ha başka bir arazi. Ne fark eder?''
''Fark eder!'' dedim ben de bağırarak. Sesim çatallaştı, gözyaşlarım kontrolsüzce akıyordu. ''Bir yerde birinin buna dur demesi gerekiyor. Biri artık hayır demek zorunda. Biri sen olmalısın Deniz!''
Deniz ellerini direksiyona vurdu. ''Ben seni korumaya çalışıyorum Ada!'' diye bağırdı. Sesindeki acı ve çaresizlik içimi parçalamıştı. ''Ben sensiz nefes alamam! Sen ölürsen, ben zaten yok olurum. Benim için bütün mesele bu.''
Ellerimi yüzüme kapattım, avuçlarım gözyaşıyla ıslandı. ''Ama ben yaşarken bile yaşamayacağım o zaman!'' dedim hıçkırarak. ''Her gece vicdan azabıyla yaşayacağız. Her gece o arazi aracılığıyla ülkeye sokulan uyuşturucular yüzünden ölen çocukları, bağımlı olan gençleri düşüneceğim. Böyle bir hayatı istemiyorum Deniz. Kendi canımı kurtarmak için başkalarının canını yakamam.''
''Sana zarar gelsin istemiyorum.'' diye fısıldadı. ''Benim bütün kavgam, bütün bu pisliğe bulaşmış olmam, her şeyi senin için yaptım. Seni koruyayım diye yaptım.''
Elimi uzattım. Yüzüne dokundum. ''Ben de seni kaybetmekten korkuyorum. Ama bu şekilde yaşayamayız Deniz. Richard bizden vazgeçmeyecek. Araziyi alsa da bir gün yine karşımıza çıkacak. Ona bir kez boyun eğersek, hep peşimizde olacak. Anlamıyor musun?''
''Ada!'' diye bağırdı. ''Anlamayan sensin! Ben senin hayatından başka hiçbir şeyi umursamıyorum!''
Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu ama kendimi tutmuyordum. Artık içimde tutacak yer kalmamıştı. ''Ama ben umursuyorum Deniz!'' dedim titreyen bir sesle. ''Ben umursuyorum! O arazide o adam neler yapacak biliyor musun? Çocukları zehirleyecek, gençleri mahvedecek! İnsanlar ölecek!''
Deniz kafasını iki yana salladı. ''Umurumda değil.''
''Başkalarının hayatları üstüne inşa edilmiş bir hayatı istemiyorum! Vicdanımı susturamam!''
Deniz ellerini saçlarının arasına geçirdi. Delirmek üzere gibiydi. ''Benim vicdanım sensin! Ben seni kaybedersem zaten bitmişim demektir! O yüzden gerekirse o arazinin tapusunu bugün yollarım Richard'a!''
''Bir caniyi güçlendirmeyi göze alacaksın yani öyle mi?''
Deniz gözlerimin içine baktı. Nefesi hızlanmış, sesi kısılmıştı. ''Beni mi suçluyorsun yani şimdi? Seni yaşatmaya çalıştığım için beni mi suçluyorsun?''
''Ben seni suçlamıyorum. Hemen pes etmeni kabullenemiyorum.'' dedim. ''Vicdanımla yaşayabilmem lazım! İnsanlara ihanet ederek, çocukların ölümüne göz yumarak yaşamayacağım!''
Deniz derin derin nefes alıyordu. Gözlerinin kenarındaki damarlar gerilmişti. ''İstediğini düşün, istediğini söyle, umurumda değil. O araziyi vereceğim.''
Başımı iki yana salladım. ''Deniz, anlamıyorsun! O adam durmaz! Araziyi alsa bile durmaz. Yetinmeyecek! Richard'ın iştahı sonsuz! Bir kere ipleri eline aldı mı, senin her kararına hükmeder! Bahsettiği bilgileri medyaya sızdırır. Tüm hayatın, kariyerin biter. Seni, beni, ailelerimizi, herkesi süründürür!''
Deniz başını eğdi, sonra bir anda başını kaldırdı, gözleri kıpkırmızı kesilmişti. ''İsterse yapsın! Umurumda mı sanıyorsun?! Herkes öğrensin! Herkes duysun! Herkes Aladağ Holding'in battığını görsün, adımı manşetlere taşısın, elimde hiçbir şey kalmasın! Umurumda değil Ada! Hiçbir şey kalmasın ama sen kal.''
''Deniz!'' dedim neredeyse haykırarak. ''Ben böyle bir hayatta nasıl kalayım? Nasıl göz yumayım? Sen böyle yaptıkça ona güç veriyorsun! Bir kere boyun eğersek, ömrümüzün sonuna kadar o masada olacak! Bize her adımda yeni bir şey dayatacak! Ben bu adamın masum insanları, gençleri, çocukları zehirlemesine göz yumarak yaşayamam. Eğer şimdi teslim olursak, o sadece iş yapmayacak! Sokaklara eroin akıtacak! Daha kaç kişi ölecek biliyor musun?''
Deniz yumruğunu sertçe cama vurdu. Cam titredi. ''BİLİYORUM!'' diye bağırdı. ''Ama ne yapayım?! Seni mezara mı koyayım?! Ölmeni mi izleyeyim Ada?! Seçenek bırakmıyor ki!''
''O zaman savaşırız Deniz!'' diye haykırdım. ''Teslim olmayız! Bizi tehdit etmesine izin vermeyiz.''
Deniz acı acı güldü, telefonu çaldı, beklemeden açtı. ''Neden durdunuz Deniz?'' dedi Uygar'ın sesi. ''Bir sorun mu var?''
Deniz uzun bir nefes aldı. ''Bir şey olmadı Uygar, devam edin. Geliyoruz.'' dedi usulca. Sanırım onları tedirgin etmek istemediği için Richard'ın attığı mesajdan bahsetmemişti.
''Ben de Evren aradı falan sandım.''
''Aramadı.'' dedi Deniz. “Victor boş konteynırlar yüzünden ona hesap sormak için onu aramadan Evren bizi aramaz.'' dedi sıkıntılı bir sesle. ''Sorsana Sarp'a, gemi ne zaman ulaşırmış Romanya'ya?''
''Beş gün.'' dedi Sarp arkadan. ''Beş gün rahatız yani.''
''Güzel.'' dedi Deniz. ''Neyse, İstanbul'a varınca konuşuruz detayları. Kapatıyorum şimdi.''
''Tamamdır.'' dedi Uygar. ''Görüşürüz.''
Deniz telefonu kapattı, elini yanağıma koydu, başparmağını dudağımda gezdirdi, sonra yanağıma yumuşacık bir öpücük bıraktı. Bedeninin yanı sıra ruhunun da çok yorulduğunu anlayabiliyordum.
15 Nisan, Cuma
İstanbul
Güneşli bir akşamüstüydü. Louis'in önerdiği o meşhur Fransız restoranının önünde arabadan indim. Deniz’le yaşadığımız o karanlık konuşmanın ardından kafamı dağıtmak için küçük bir nefes alma bahanesi gibiydi bu yemek. Ya da kendimi buna inandırıyordum.
Kapıdan içeri girdiğimde Louis çoktan gelmişti. İngiliz centilmenliğiyle, Fransız rahatlığı arasında sıkışmış klasik Louis gülümsemesiyle ayağa kalktı. ''Ah, Ada! Güneş tekrardan doğdu nihayet." dedi, kollarını iki yana açarak. "Hoş geldin!"
Gülümsedim. "Sen hâlâ bu abartılı karşılama cümlelerinden vazgeçmedin demek."
''Sanatımı öldüremem Ada." dedi göz kırparak. "Çünkü sanatsız kalbim çürür."
Garson sandalyemi çekti, yerleştim. Menü bile almadan şarap getirdiler. "Biliyorsun ki, sana ne içeceğini sormak ayıp olur." dedi Louis, beyaz şarabı doldururken. "Bordeaux. 2008. Fransa'nın benim kadar iyi yıllarından biri."
"Sen kendini şarapla mı kıyaslıyorsun?" dedim gözlerimi kısarak.
"Kıskanıyor muyuz?" dedi yaramaz bir ifadeyle.
"Hayır." dedim gülümseyerek. "Sadece şarabın tadı yıllandıkça güzelleşiyor. Sen hâlâ çocuksun."
Louis elini kalbine koydu. "Bu kalbime hançer gibi saplandı Ada Dinçer."
''Ada Dinçer Aladağ.'' diye düzelttim.
Bir anlığına sustu. Gözlerinde kısa bir kırıklık gördüysem de pek üstünde durmadım. Siparişlerimizi verdik. Louis genelde olduğu gibi sohbeti hafif ve neşeli tutmaya çalışıyordu. "Biliyor musun?" dedi, çatalla tabağına dokunarak. "İstanbul'a gün geçtikçe âşık oluyorum. Ama bazen de diyorum ki eğer Ada İstanbul olmasaydı ben burayı bu kadar sever miydim acaba?"
Kısa bir kahkaha attım. Bu klasik Louis'ti. İltifat etmeyi ve kibar flört etmeyi asla bırakmıyordu. Ama artık bu laflar eskisi kadar üzerimde gerginlik yaratmıyordu. Çünkü her kadına karşı böyleydi. "Bu arada." dedim konuyu değiştirip asıl noktaya geçmek için. "Projeyi konuşmaya geldim."
Gözleri parladı. Hemen ciddileşti. "Evet! Ada. O kültür merkezi için senden başkasını düşünemedim zaten. Mimari açıdan çok özel bir şey yapmak istiyorum. Hem çağdaş, hem tarihi dokuyu taşıyan. Galeriler, tiyatro salonları, konferans alanları. İstanbul'un simgesi olacak bir proje. Yoksa kabul edecek misin?''
"Louis... Bu çok büyük bir iş."
"Biliyorum. Ve tam da o yüzden seni istiyorum."
"Başka mimar mı yok?" dedim alaycı bir sesle.
Kaşlarını kaldırdı. "Var. Dünyada binlercesi var. Ama ben Ada Dinçer dokunuşu istiyorum." dedi.
Bu sefer Ada Dinçer Aladağ diye düzeltmedim. Derin bir nefes aldım. Kalbim hafifçe hızlanıyordu. Çünkü cevabım hazırdı. ''Tamam." dedim.
Bir an için yüzündeki ifade dondu. ''Tamam mı?!"
"Tamam Louis. Teklifini kabul ediyorum. Kültür merkezinin mimarı ben olacağım."
Bir iki saniye susup gözlerimi süzdü. "Bir saniye. Teklifimi kabul ettiğin anı hayal etmiştim ama bu kadar kolay olacağını hayal etmemiştim. Bir oyun, bir naz, bir Fransız dramı bekliyordum."
"Onları fazlasıyla yaşadım." dedim gülümseyerek. "Artık sadece iş yapmak istiyorum."
Louis heyecanla kadehini tokuşturduktan sonra gözlerini bana dikti. Ses tonu hafifçe alçaldı. "Yalnız Ada." dedi yavaşça, dudaklarını büzerek. "En son konuştuğumuzda hani bana eşinle, Deniz'le bu tarz dış projeler konusunda sorun yaşayacağını söylemiştin. Şimdi nasıl oluyor da böyle net karar verdin?"
Bir an için gözlerimi kısarak Louis'in yüzüne baktım. Sanki o merakı içten bir endişe barındırıyordu. Ama aslında ben de bu soruya hazırlanmış gibiydim. Çünkü cevabım son derece netti. "Çünkü Louis." dedim, parmak uçlarımla kadehin sapını döndürürken. "Artık kendi kararlarımı kendim vermek istiyorum. Hep birilerinin onayını bekleyerek, birilerinin tepkisini düşünerek yaşamaktan yoruldum." Gözlerimi kaçırmadan devam ettim. "Deniz'in ne istediği, neyi uygun bulup bulmadığı artık benim çizgimi belirlemeyecek."
Louis gözlerini hafifçe açtı, dudaklarının kenarında küçücük bir tebessüm belirdi. "Bunu duymak açıkçası hoşuma gitti." dedi samimiyetle. "Çünkü her zaman senin böyle güçlü ve bağımsız bir çizgide olman gerektiğini düşünüyordum."
Derin bir nefes aldım. Ses tonum kararlıydı. "Ben bu işi yapacağım Louis. Bu benim seçimim. Kimin hoşuna gider, kim rahatsız olur, artık ilgilenmiyorum. Eğer Deniz buna kızıyorsa bu onun problemi olur. Benim değil." Kaşlarımı kaldırarak gözlerinin içine baktım. "Ben mimarım. Ben üretmek istiyorum. Kendi işimi, kendi başarılarımı istiyorum.''
Louis başını salladı. Hafif bir iç çekişle gülümsedi. "Bravo Ada." dedi kadehini biraz daha kaldırarak. "İşte seni her zaman bu yüzden hayranlıkla izledim."
Gülümsemeye çalıştım. Ama Deniz'le yaşadığımız o tartışmanın yankısı hâlâ kulaklarımdaydı.
***
Restorandan ayrıldıktan sonra eve döndüm, salonun bahçeye açılan kapısına doğru yürüdüm. İçeriden kahkahalar ve sohbet sesleri yükseliyordu. Salondaki ışıklar loş ama sıcaktı. "Ben geldiiim!" dedim neşeyle seslenerek.
Salonda Uygar koltuğun kenarına oturmuştu, Eser kahve bardağını elinde tutuyordu. Savaş Sarp'a bir şeyler anlatıyordu, Sarp kahkaha atıyordu. Deniz ise ayakta durmuş, beni izliyordu. Kaşlarını hafif çattı. "Geç kaldın Ada. Nerelerdeydin?"
Çantamı koltuğun kenarına bıraktım ve kendimi rahatça kanepeye attım. "Kütüphaneden sonra Louis'le yemeğe gittim."
Sarp bir anda doğruldu, sesi şaşkın ve alaycıydı. "Bensiz mi buluştun?"
Gülümseyerek ellerimi havaya kaldırdım. "Tamamen spontane gelişti. Louis aradı, Akşam müsait misin? dedi. Ben de olur dedim."
Sarp kıkırdadı. "Louis hep kendini araya sıkıştırmayı bilir zaten." Esprili ama hafif sitemkâr bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. "Yine de çok fena ayıp oldu bana."
"Telafi ederiz canım benim." dedim gülerek. Sonra neşemi kaybetmeden bombayı patlattım. "Bu arada Louis'in teklifini kabul ettim."
Salon bir anda sessizleşti. Herkes bir an birbirine baktı. İlk konuşan Uygar olmuştu. ''Kültür merkezi teklifini mi?"
Başımı salladım. "Aynen. Mimari projeyi ben üstleneceğim."
Sarp önce ağzını açtı kapadı, sonra kolunu bana uzatıp “Sen ciddi misin?" dedi.
"Evet. Çok ciddiyim." dedim. "Kendimi ifade edebileceğim, kendi projeme imza atabileceğim harika bir iş olacak."
Eser hemen pozitif havaya girdi. "Bence mükemmel bir karar. Böylece kendini gösterebilirsin Ada."
Savaş da gülümsedi. "Ben de heyecanlandım. Kendi başına bir işte Ada imzası görmek güzel olur."
Deniz hâlâ tek kelime etmemişti. Bakışlarını üzerimde sabit tutuyordu. Sonunda dudaklarını araladı, sesi sakindi ama gözlerinin derinliği bambaşka şeyler söylüyordu. ''Kabul etmeyeceğim. demiştin.''
Omuzlarımı silktim, ses tonumu yumuşak ama net tuttum. "Artık kendi kararlarımı kendim almak istiyorum Deniz. Her şeyi senin onayından geçirmek zorunda değilim. Bu benim işim. Ben bir mimarım. Ve bu projeyi yapmak istiyorum."
Deniz gözlerini biraz kısarak "Yani bana söylemek bile istemedin?" diye devam etti.
Derin bir nefes aldım. ''Evet istemedim çünkü bunu yapmam için senin iznine ihtiyacım yok. Seninle evliyiz diye kendi seçimlerimden vazgeçmek zorunda değilim. Eğer bunu istemiyorsan bu senin problemin."
Uygar ortamın gerildiğini fark edip gülümsemeye çalıştı. "Hadi ama çocuklar, bunda büyütülecek bir şey yok.''
Deniz'in gözleri sertleşmişti. Dudaklarının kenarındaki kas hafifçe seğirdi. "Bunda büyütülecek bir şey yok mu?" dedi alayla. "Karım bana sormadan, benim hiçbir fikrim olmadan gidip başka bir şirketle çalışmaya karar veriyor ve bunda büyütülecek bir şey yok öyle mi?"
Sarp araya girdi. "Deniz, kardeşim bak Ada da sonuçta mesleğini icra ediyor. Bu kadar büyütme."
Deniz, Sarp'a dönmeden devam etti. "Burada mesele proje falan değil. Burada mesele ilke. Ada benden gizli karar alıyor."
"Hayır!" dedim, sesim sertleşti. "Ben senden gizli karar almıyorum. Sadece artık kendi hayatımın kararlarını kendim veriyorum."
Uygar iki elini kaldırdı. "Çocuklar lütfen sakin. Zaten yeterince gergin günler geçiriyoruz.''
Deniz Uygar'ı umursamadı. "Senin hayatın? Senin hayatın dediğin şeyin içinde ben yok muyum Ada? Evliyiz biz. Evli insanlar ortak karar alır. Her şeye kendi başına karar veremezsin."
Başımı iki yana salladım, öfkem kabarıyordu. "İşte tam da bu yüzden kararlarımı kendim almak zorundayım. Sürekli kontrol etmeye çalışıyorsun. Hep senin çizdiğin sınırların içinde yaşamamı bekliyorsun."
Eser araya girdi. "Bak Ada kötü bir şey yapmadı Deniz. Mesleğiyle ilgili bir şey bu."
Deniz ona dönüp sertçe cevap verdi. "Eser, konu bu değil! Konu Ada'nın kendi başına, beni yok saydığı bir hayat kurmaya çalışması."
Ayağa kalktım, sesim titreyerek yükseldi. "Ben seni yok saymıyorum Deniz! Ama sen sürekli beni gölgene çekmeye çalışıyorsun. Sanki ben kendi ayaklarım üzerinde duramazmışım gibi davranıyorsun!"
Deniz gözlerini kısarak yaklaştı. Sesi düşüktü ama tehditkâr bir kararlılıkla devam etti. "Sen Louis'le mi iş yapacaksın? Ha? Onun projelerinde mi var olacaksın artık? O mu verdi sana cesaretini?"
Sarp hemen elini kaldırdı. "Deniz yapma. Böyle konuşma!"
"Hayır, kimse bana cesaret vermedi. Ben kendime güveniyorum. Louis teklif etti, ben kabul ettim. Bu kadar basit."
Deniz alayla güldü. "Basit mi? Tabii. Karım herifin tekiyle proje yapacak, sonra da basit diyecek. Ne güzel dünya!"
Savaş kalktı, eliyle Deniz'in koluna dokundu. "Deniz ileri gidiyorsun.''
Deniz kolunu Savaş'ın elinden kurtardı. "Bizi yalnız bırakın.'' dedi sinirle.
''Çok sinirlisin, seni kardeşimle yalnız bırakamam.'' dedi Savaş.
Deniz neredeyse son sesiyle bağırdı. ''Bizi yalnız bırakın, bahçeye mi çıkıyorsunuz ne yapıyorsanız yapın, siktirin gidin şu salondan. Ada'yla yalnız konuşacağım.''
''Gitmiyorum.'' dedi Savaş.
''Çıkın hadi.'' diye bağırdı Deniz. Kimse yerinden kıpırdamayınca Deniz bu sefer daha da bağırmak zorunda kalmıştı. ''Size çıkın dedim! Ada'yla yalnız konuşacağım ben.''
''Çıkmıyorum.'' dedi Uygar ve Sarp aynı anda.
''Ulan burası benim evim. Kovuyorum sizi, gidin diyorum! Hiç mi utanmanız yok?'' diye bağırdı Deniz. ''Gidin dedim size.''
''Kendine gel Deniz. Ne saçmalıyorsun sen?'' dedi Uygar. ''Ne bu tepki? Neye sinirleniyorsun sen bu kadar?''
Deniz'in gözlerinde öfkenin karanlığı büyüyordu. "Neye sinirleniyorum mu?" dedi alaycı bir kahkahayla. "Karımın başka bir adamla gizli gizli yemekler yemesine, iş anlaşmaları yapmasına ve bana hiçbir şey söylemeden adımlar atmasına sinirleniyorum Uygar!"
"Bu kadar mı güveniyorsun bana yani?" dedim. "Senin karın olmam, benim kendi kararlarımı veremeyeceğim anlamına mı geliyor? Bir proje kabul ettim diye beni sorguluyorsun."
Deniz başını iki yana salladı. "Bu bir proje değil Ada. Bu bağımsızlık ilanı. Benden kopuyorsun. Ben varken başka adamlara ihtiyacın yok!"
"İhtiyacım olan şey ne biliyor musun?" diye bağırdım. "Saygı! Kendi ayaklarım üzerinde durabileceğime inanmana ihtiyacım var. Hep koruyorsun, hep kontrol ediyorsun. Ama ben korunmaya muhtaç değilim Deniz! Kendi yolumu çizebilirim!"
''Kendi yolunu Louis'le mi çizeceksin?! Kim bu Louis ya? Kim? Bir anda gökten düşer gibi hayatımıza niye düştü bu adam?''
''O senin aksine benim büyük işler başaracağıma inan biri!'' diye bağırdım.
Deniz bana doğru bir adım attı. ''Niye değerli bu herif senin için bu kadar?'' dedi ateş gibi gözlerle. Sesine hem kıskançlık hem kırılganlık hem öfke karışmıştı.
''Çünkü o benim arkadaşım.'' dedim. ''Sarp'la arkadaşımız.'' İçimdeki alev büyüyordu. “Çünkü bana senin vermediğin şansı veriyor!” dedim. Sesim çok zor çıkıyordu artık. “Çünkü sen beni hep koruman gereken biri olarak görüyorsun. Louis ise bana inanıyor. Yeteneğime, zekâma, vizyonuma inanıyor!”
Deniz dişlerini sıktı. Gözlerinin altı gerilmişti. “Fransa’daki adamlardan biri mi bu da? Ha? Söyle! O gün bana anlatmıştın. Fransa’da beni unutmak için, kendinden kaçmak için bazı adamlarla randevulara çıktığını söylemiştin. Louis de onlardan biri miydi yoksa?”
Bir an kalbim ağzıma geldi. Gözlerimi kocaman açtım. “Ne?!” dedim neredeyse fısıltıyla.
“Yanıt ver!” diye bağırdı Deniz. “Onlardan biri miydi Louis?! O yüzden mi bu kadar değerli bu adam senin için?”
“Neden bunu yapıyorsun?” dedim gözlerimden yaşlar akarken. “Neden her şeyi en kötü yerinden okumaya çalışıyorsun?”
“Çünkü verdiğin izlenim tam olarak böyle!”
“Ben sana böyle bir izlenim vermiyorum!” diye bağırdım.
“Sana inanmıyorum!” diye benden daha çok bağırdı Deniz. Yerimden sıçramıştım. “O adamlarla sadece yemek yediğine inanmıyorum!”
“Ağır ol.” dedi Sarp araya girerek. “Ada’yı neyle suçladığının farkında mısın sen?”
“Kendine gel.” dedi Savaş. “Ne saçmalıyorsun Deniz?”
“Arkadaşlar gerçekten sakin olun.” dedi Eser.
“Eğer biraz daha ileri gidersen seni fena benzeteceğim.” dedi Uygar.
Deniz söylenilenlere aldırmadan bana yaklaştı ve kolumu tutup gözlerini gözlerime sabitledi. “Madem kimseyle bir şey yaşamadın.” dedi, sustu. Yutkundu, devam etti. Sanki bunu yaptığı için özür diler gibi bir hali vardı. “Fransa’dan ilk geldiğin günlerde neden doğum kontrol hapı kullanıyordun?”
Pekâlâ, işte bunu hiç ama hiç beklemiyordum. İki gözümden birden akan yaşların varlığını yanaklarımda hissettiğimde Savaş öyle büyük bir sinirle Deniz’in kolunu tutup kendine çevirmişti ki ben bile olduğum yerde sendelemiştim.
“Ağzından çıkanı kulağın duysun.” dedi Savaş ve Deniz’in yüzünün ortasına bir yumruk geçirdi. “Belanı siktirme bana! Ne saçmalıyorsun lan sen? Ne saçmalıyorsun amına koyayım?”
Deniz Savaş’a müdahale edecekken Sarp ve Eser de bu tartışmaya girdi ve ikisini birbirinden uzaklaştırdılar. Savaş Deniz’e küfür etmeye devam ederken Uygar Deniz’i olduğu yere sabitlemeye çalışıyordu. “Bırak ağzını yüzünü dağıtacağım.” dedi Savaş. “Ulan insan karısının mahremini ortalık yerde konuşur mu? Haysiyetin yok mu senin?”
Doğum kontrol hapı kullanıyordum çünkü bebeğimi kaybettikten sonra tüm hormonlarım birbirine girmiş, bütün vücut sistemim ve işleyişim bozulmuştu. Adet düzensizliği de bunlardan biriydi. Fransa’daki jinekoloğum bunu düzeltmek için doğum kontrol hapı içmemi önermişti ve o günden beri o hapları kullanıyordum. Türkiye’ye döndüğümde içmeyi bırakmıştım çünkü Deniz’e kavuşmuştum. Belki çocuğumuz olur umuduyla hapları da hayatımdan çıkarmıştım.
Arkamdaki koltuğa çöküp ellerimi yüzüme kapattım. “Sen bunun imasını nasıl yapabilirsin ya?” dedi Savaş. “Nasıl yapabilirsin?! Benim kardeşime öyle bir imayı nasıl yapabilirsin sen?”
“Sen karışma Savaş! Çek git evimden.”
Savaş’ın gözleri daha önce hiç görmediğim kadar kararmıştı. Elleri titriyordu, nefesi kısa kısa çıkıyordu. Yumruk yaptığı ellerini sıkarak Deniz’e doğru bir adım atmaya çalıştı. Nefes nefese kalsa da bağırmaya devam etti. “Sen kimsin ha?! Sana hayatını emanet etmiş bir kadını böyle köşeye sıkıştırmaya utanmıyor musun?!” dedi, derin bir nefes aldı. “Kendi karını, BENİM KARDEŞİMİ başka adamların yatağına girmekle mi suçluyorsun?”
Deniz dişlerini sıkarak gözünü Savaş’a dikti. “Bana yalan söylüyor!” diye haykırdı. “Bana kavuşmak için mücadele ettiğini söyledi ama aynı zamanda bana Fransa’da bazı adamlarla görüştüğünü de itiraf etti. Şimdi kalkıp bana hiçbir şey olmadığını mı söylüyorsunuz? Buna nasıl inanayım?!”
Savaş daha da delirdi, Eser ve Sarp onu zor tutuyordu. “Allah belanı versin senin! Rezil herif.”
Deniz avaz avaz bağırıyordu. “Ben sadece gerçeği bilmek istiyorum! Doğum kontrol hapını açıklasın! Eğer kimseyle hiçbir şey yaşamadıysa neden kullanıyordu?! Bana hiç inandırıcı gelmiyor!”
Savaş kükredi. “Ne gerçeği lan?! Ne gerçeği?! Kendi kafanda kurduğun senaryoları mı anlatalım? Senin kuruntuların yüzünden şu an kardeşimin özel hayatını konuşuyoruz burada. Sana soruyorum Deniz. Kimin haddine onun özelini burada konuşmak? Kimin haddine lan?!”
Deniz bir anlık sessizlikten sonra hırsla bağırdı. “Her şeyi dürüst anlattıysa neden doğum kontrol hapı kullandı o zaman?!”
Savaş yumruğunu havaya kaldırdı. “Hala hap diyor ya! Sikeceğim şimdi. Sen nasıl bu kadar küçülürsün ya? Ha?! Nasıl? Doğum kontrol ilacını bile kafanda nasıl bu kadar iğrenç bir yere çekebiliyorsun?! Kız hormon bozukluğundan tedavi görüyordu, bunu bile çarpıttın be adam!”
Hıçkırıklarım yükseldiğinde Eser Savaş’ı bıraktı ve hemen arkasındaki sehpadaki sürahiden bardağa su koyup bana verdi. “Yenge iyi misin? Al su iç.” dedi. Titreyen ellerimle bardağa uzanıp zor da olsa bir yudum su içebildim.
Savaş Sarp’ın ellerinden kurtulup yanıma geldi ve kollarımdan tutup bir bez bebekmişim gibi beni ayağa kaldırdı. “Gel Ada, gidiyoruz buradan.” dedi, sesi titriyordu. Bense utançtan yerin dibine girmek istiyordum.
Başımı iki yana salladım. “Savaş.” diyebildim kısaca. Daha fazla konuşmaya hıçkırıklarım izin vermemişti.
“Hadi gel güzelim. Tamam, bak yanındayım. Götüreceğim seni buradan.”
“Götüremezsin hiçbir yere.” dedi Deniz. “Bu konuşma daha bitmedi.”
Savaş Deniz’e döndü. “Hastasın sen. Duydun mu hastasın.” dedi. Sonra tekrar bana döndü. “Hadi Ada gel, gidiyoruz. Elimden bir kaza çıkacak yoksa.”
Başımı tekrar iki yana salladım. Deniz Uygar’ın kollarından kurtulup yanımıza geldi ve Savaş’ı yanımdan uzaklaştırdı. “Sana Ada’yı hiçbir yere götüremezsin dedim.”
“Lan sen bu kadına nasıl aşıksın ha?! Onu nasıl seviyorsun?! Sevmek böyle mi? Ona böyle mi sahip çıkıyorsun?! Onu böyle mi koruyorsun?!”
Deniz titreyen sesiyle yanıtladı. “Ben sadece gerçeği bilmek istedim! Bana yalan söylenmediğine emin olmak istedim.”
Savaş elini yumruk yapıp Deniz’e doğru bir adım attı ama Deniz bir adım geri çekilerek o yumruktan kurtuldu. “Sen hastasın Deniz! Gerçekten hastasın artık! İnsanın sevdiği kadına güvenmemesi nedir lan?! Şu anda burada kardeşimi bir fahişeyle mi özdeşleştiriyorsun sen?!”
“Ağzını topla.” dedi Deniz bağırarak. En sonunda dayanamadı ve o da Savaş’ın yüzünün ortasına bir tane yumruk geçirdi.
“Yeter artık.” dedi Uygar. Tekrardan Deniz’e yaklaştı ve onu yanımızdan uzaklaştırdı. “Ne oluyor ya? Kendinize gelin.”
“Ben kendimdeyim Uygar.” dedi Savaş elinin tersiyle burnunu silerken. “Ama senin bu arkadaşın aklını kaybetmiş. Ne dediğini bilmiyor! Benim kardeşime bunu yapamaz. Ona bunu yaşatamaz. Ada ne yaşadı, ne çekti bilmiyorsunuz! Deniz burada kuruntularıyla, paranoyalarıyla onu bitiriyor. Kendi kıskançlığıyla zehirliyor her şeyi! Sevdiği kadını zehirliyor. O Fransa’da Deniz için her gece can çekişti. Onsuz kaldığı için nefes alamadı. Ama Deniz Beyler bugün burada, onun geçmişini karıştırıyor. Azıcık utanması varsa utansın.”
“Savaş.” dedim pürüzlü bir sesle. “Tamam, yeterince büyüdü her şey. Biz Deniz’le hallederiz. Siz artık evinize dönün.”
“Seni almadan gitmem bir yere!” dedi Savaş bağırarak. “Gerçekten bu adamla kalmana izin veremem.”
“Ada benim karım.” dedi Deniz. Şu an bunun Savaş için hiç geçerli bir sebep olmadığını düşünmekle beraber az önce kalktığım koltuğa tekrar oturdum.
“Başkalarıyla aynı yatağı paylaştığını düşündüğün karın.” dedi Sarp tiksinerek.
“Sen karışma.” dedi Deniz ona dönerek. “Bu, onunla aramda olan bir şey.”
“Karışırım. Ada benim dostum. Ona resmen hakaret ediyorsun. Ben buna müsaade edemem.”
“Yalnızca gerçeği bilmek istedim!”
“Gerçeği bilmek istedin öyle mi? Bil öyleyse. Ada senden başka hiç kimseye dokunmadı. Anlıyor musun? Hiç kimseye. O, seni unutmak için her gün ölüyordu. Öyle çok seviyordu ki tam dört kez-”
“Hayır Sarp! Sakın.” diye araya girdim.
“Dört kez?” dedi Deniz sorgulayan bakışlarla. “Dört kez ne? Konuşsana Sarp!”
“Dört kez intihar etti.” dedi Sarp bakışlarını yüzümde gezdirirken. Bunu söylediğine pişman olmuş gibi bir hali vardı.
‘’Ne?’’ dedi Deniz afallayarak, başını çevirdi ve yüzüme baktı. Yüzü anında bembeyaz olmuş, gözbebekleri kocaman olmuştu. Ayakta zor duruyor gibi bir hali vardı. Kısa bir süre sanki gerçekten ölmüşüm gibi, intiharlarım olumlu sonuçlanmış gibi salonda ölüm sessizliği oldu.
Kalbim sıkışıyor, nefesim ciğerimi baskılıyordu.
‘’Sen daha ne kadar mahvedeceksin ya benim kardeşimin hayatını? Ne kadar, söylesene!’’ dedi Savaş.
Deniz o kadar büyük bir güçlükle yutkunmuştu ki söylemek isteyip söyleyemediği her şeyi yüz ifadesinden okumuştum. Yanıma oturmak istediğini, bana sarılmak istediğini, o günlerin geçtiğini ve beni çok sevdiğini söylemek istediğini anlayabiliyordum.
‘’Daha hangi acıları yaşatacaksın ona?’’ Savaş yanıma geldi, kolumu tuttu ve beni yeniden ayağa kaldırdı. ‘’Hadi güzelim, hadi bir tanem. Bana gidelim. İstersen babamın evine de götürebilirim seni.’’
Gözyaşlarımı silip Savaş’a baktım. ‘’Gelmeyeceğim.’’ dedim burnumu çekerek. ‘’Benim evim burası Savaş.’’
‘’Ya Ada. Ne saçmalıyorsun sen? Sana neler dedi duymadın mı?’’
Acıyla gülümsedim. ‘’Duydum Savaş. Duydum. Ama bilmiyordu ki Deniz. O ilaçları neden aldığımı bilmiyordu. Öyle düşünmesi normal değil mi? Kim olsa öyle düşünmez mi?’’
‘’Düşünmez.’’ dedi Sarp. ‘’Senin gururun var. Burada kalacak mısın gerçekten onca duyduklarından sonra?’’ Sözleri salonda yine bir ölüm sessizliği yarattı.
Gözlerimi yere indirdim. Dudaklarımı araladım ama kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Sonunda fısıltıya yakın bir sesle konuştum. “Evet. Kalacağım.”
Herkes bana bakıyordu. Ellerim hâlâ titriyordu. Dudaklarımı ısırıyordum. Nefes alırken göğsüm daralıyordu. Gözyaşlarım gözlerimin ucunda asılıydı.
Derin bir nefes aldım. Savaş tam önüme geldi, neredeyse yalvarır gibi bir sesle “Ada ne olur saçmalama. Hadi, gidiyoruz buradan.” dedi.
Sarp öfkeyle ileri atıldı. “Ada yapma! Ne diyorsun sen? Ne demek burada kalacaksın?!”
Başımı yavaşça kaldırıp ona baktım. “Burası benim evim.”
Savaş iki elini saçlarına daldırdı, sinirle birkaç adım atıp durdu. “Ada, o seni biraz önce başka erkeklerle beraber olmakla suçladı! Sen buna rağmen mi kalıyorsun burada?”
“Bilmiyordu.” dedim yine aynı kelimeye sığınıp. “Sadece bilmiyordu.”
Sarp kısık bir sesle, hayal kırıklığıyla mırıldandı. “Ada kendini bu kadar mı harcayacaksın?”
Gözlerim yanıyordu. Dudaklarım titredi ama kendimi zor tuttum. “Beni anlamıyorsunuz.”
Savaş elini havaya kaldırıp yüzünü ovuşturdu. Gözleri kıpkırmızıydı artık. “Anlamıyoruz, evet!” diye patladı. “Çünkü mantığı yok! Gururun nerede Ada?! Onca lafı duyduktan sonra nasıl kalabiliyorsun?!”
‘’Seviyorum!’’ dedim net bir sesle. ‘’Seviyorum tamam mı? Çok seviyorum. Bu yeterince açıklayıcı mı?’’
‘’Değil! Değil amına koyayım, değil. Hala aşk diyorsun, pes.’’
‘’Savaş.’’ dedim, kısa bir nefes aldım.
‘’Ne Savaş? Ne?’’ Savaş bir an elini başına götürdü, neredeyse çıldıracak gibiydi. “Seviyorsun diye her şeyi affedecek misin yani? Her hakareti, her imayı?”
“Bu yaşadığımız aşamayacağımız bir şey değil. Deniz korkuyor.” dedim. “Sevdiği için korkuyor. Deniz böyle biri, bazen korkuları öfkesine karışıyor.”
Sarp başını eğdi, gözleri dolmuştu. “Ama bu yapılanları hak etmiyorsun Ada. Ne kadar seviyor olursa olsun, kimse sevdiği insana böyle davranmamalı.”
“Biliyorum.” dedim kısık bir sesle. “Ama ben onu anlıyorum. Bu bizim çözebileceğimiz bir şey. Hepimiz hata yapıyoruz. Onun da hata yapma hakkı var.’’
‘’Hata mı?’’ dedi Savaş kahkaha atarak. ‘’Senin hayatını sikti lan bu herif.’’
‘’Yeter!’’ dedim yüksek bir sesle. ‘’Yeter, karışmayın artık. Siz burada olduğunuz için bu kadar büyüdü bu olay.’’
Savaş sertçe nefes aldı. ‘’Sana hep böyle mi davranıyor Ada bu adam?’’
Başımı iki yana salladım. ‘’Savaş, lütfen gidin artık. Gerçekten büyütülecek bir şey değil. Hadi herkes evine gitsin.’’
“Bu işin sonunda mahvolursan Ada, dönüp bana Niye beni götürmedin? deme sakın!”
Sesim kısıldı. “Savaş, lütfen.”
Savaş yanımdan bir adım bile ayrılmak istemiyordu ama sonunda Sarp onun koluna girip çekiştirdi. “Hadi kardeşim.” dedi kısık sesle. “Hadi Savaş yapacak bir şey yok. Kararını vermiş.”
Savaş, Deniz’in gözlerine son bir nefret dolu bakış fırlattıktan sonra bana döndü. “Bunu kendine nasıl yapıyorsun, bilmiyorum.” dedi boğuk bir sesle. “Ama ben Deniz’i asla affetmeyeceğim.’’
‘’Ben de 804 gün boyunca Ada’yı benden saklamanı affetmiyorum Savaş.’’ dedi Deniz. ‘’Ödeşmiş olduk böylece!’’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |