
15 Haziran, Çarşamba
Aladağ Otel, Centre Culturel d'A & L Lansmanı
Aladağ Oteller zincirinin bana ait şubesinin bir odasında Selay ve Miray'la birlikte yarım saat sonra başlayacak lansman için hazırlanıyorduk.
Oda genişti, krem ve altın tonlarında dekore edilmişti. Tavandan sarkan büyük kristal avize, duvarlardaki zarif apliklerle yarışıyordu. Her şey fazla kusursuzdu.
Odanın büyük penceresinden güneş, ince sarı çizgilerle içeri sızıyordu. Dışarısı boğucu bir yaz akşamına hazırlanıyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı ama hava öyle ağırdı ki sanki nefes almak bile fazladan bir efor istiyordu. Camın arkasındaki orman bile kıpırtısız ve sanki nefesini tutmuş gibiydi.
Aynanın tam karşısında, ışığın altında duruyordum. Üzerimde bordonun şarap kırmızısı tonunda bir elbise vardı. Kumaşı tok ve hafif mat bir dokudaydı. Çok hafif satensi bir ışıltısı vardı ama asla parlak değildi, ışığa göre sıcak ve derin bir yansıma veriyordu.
Straplez yakası hafif kalp formundaydı ve boynumla omuzlarımı gözler önüne seriyordu. Yakanın üst kısmında kemer şeklinde uzun ve zarif bir işleme vardı. Elbisenin genel sadeliğine çok şık ve göz alıcı bir zenginlik katıyordu. Işığa göre yer yer gümüş, yer yer de şampanya rengine dönüyordu.
Göğüs kısmı korseydi ve vücuduma oturan, tüm hatlarımı mükemmel gösteren bir kesimi vardı. Bel kısmı belime tam oturuyor ve vücudumu sıkıca sarıyordu. Bir kum saati gibi görünüyordum.
Kumaş kalçalarıma doğru hiçbir potluk ve bollaşma olmadan akıcı bir şekilde iniyordu. Bu elbise resmen fit ve hatları belirginleştiren bir elbiseydi.
Dizden aşağıya doğru hafifçe açılan balık formuna, sol bacağımı tamamen açıkta bırakan derin yırtmacına ve etek ucumdan arkaya uzanan kuyruğuna bakmadan edemiyordum.
Saçlarımı ortadan ikiye ayırtıp ensemde dağınık topuz yaptırmıştım. Kelebek kesim kâküllerim alnımın iki yanına dökülüyordu. Makyajımda ise sadece ten rengini dengeleyen, gözlerimi vurgulayan toprak tonları vardı. Dudaklarım açık şeftali tonundaydı.
Sade ama çarpıcı, zarif ama iddialı görünüyordum. Yani tam da bu akşama yakışır şekildeydim.
Zincir küpelerimi takarken arkadan Selay'ın sesi geldi. "Canım Ada, bakmaya doyamıyorum. Kraliçe gibisin."
Aynadan göz göze geldiğimizde ona kocaman gülümsedim ve bir öpücük attım. Yavaşça karnını okşadı, minicik karnı yuvarlanmaya başlamıştı artık. Parmak uçlarıyla minik dairesel hareketler çiziyordu. İnce, dantel bir elbise giymişti. Pudra tonlarında, uçuşan kolları olan şık bir elbise giymişti. Anne ışıltısıyla parlıyordu. "Daha büyümeden kıpır kıpır oldu benim oğlum."
Miray tam o anda saç spreyiyle yanıma geldi. "Biraz daha sabitleyelim şu ön perçemleri." dedi. Miray'ın elbisesi uçuk mint yeşiliydi. İpek kumaşı yürüdükçe su gibi akıyordu. Saçlarını açık bırakmış, yüzüne ince ışıltılar serpiştirmişti. "Bak sevgili mimar kraliçem, akşama bomba gibi iniyorsun." Göz kırptı. "Ve lütfen ben içeri girerken önce seni çekeceğim, story atacaksın. İtiraz istemiyorum."
Gözlerimi devirdim. Derin bir nefes aldım. İçimde öyle büyük, öyle karmaşık bir yumru vardı ki. Her şey tam da olması gerektiği gibi görünüyor ama içeride bir yerde o uğultu hiç susmuyordu. İçimden geçirdiğim onca şey arasında en çok kalbimde taşıdığım sıkışmayı bastırmaya çalışıyordum. Kimse anlamıyordu, belki de anlamasınlar diye uğraşıyordum.
"Sarp nerede kaldı?" dedim neredeyse homurdanarak. "Yani alt tarafı dut istedim, çok mu zor dut bulmak? Hayır mevsimi değil desem o da değil. Her yer dut ağacı dolu."
Miray kıkırdadı. "Gelir birazdan."
"Biliyor musun?" dedi Selay iç geçirerek. "Aşağısı kaynıyor resmen. Daha az önce asansörde iki kişi kendi arasında Bu gece İstanbul'un kalbi burada atıyor. dedi."
Miray gözlerini devirdi. "Böyle cümleler kuran tiplerden çok tırsıyorum." dedi. Sonra bana döndü. "Senin etrafında dönüyor bu kalabalık biliyorsun değil mi? Basın, iş dünyası, politikacılar. Herkes Louis'le olan bu projeni konuşuyor."
Başımı hafifçe salladım. "Öyleymiş." dedim. Sesim sakin çıkmıştı ama içimde taş gibi bir ağırlık vardı. Nefes aldıkça boğazıma yükseliyordu.
Miray devam etti, yüzünde tatlı bir heyecan vardı. "Bak, Louis aşağıda dört dönüyor. Konuklarıyla konuşuyor, röportaj veriyor. Adam seni anlatıp duruyor." Kıkırdadı. "Gerçi Louis anlatmasın da kim anlatsın?"
Selay kaşlarını kaldırdı. "Baksana." Miray'a elindeki küçük tabletin ekranını gösterdi. "Basında şimdiden başlıklar atılmış. İstanbul'un Yeni Kültür Mabedi; Ada Dinçer'in İmzasıyla."
İkisi heyecanla güldüğünde ben de güldüm. "İnsan kendiyle ilgili böyle cümleler okuyunca tuhaf oluyor."
"Bu kadar mütevazılık yapma artık Ada." dedi Miray hafif hiddetle. "Sen kendini bu projeye gömdün. Şimdi keyfini çıkar. Bugün senin gecen."
Derin bir nefes aldım. O an aynadaki gözlerimle göz göze geldim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Olması gerektiği gibi görünüyordu.
Selay iç çekti. "Of hava da bunaltıcı değil mi ya?" dedi elbisesini eteklerini iki parmağının ucuna aldı ve yelpaze gibi kullanarak bacaklarını serinletmeye çalıştı. "Bu nem bir İstanbul klasiği. Klimayı bile zorluyor."
Miray aynanın önündeki su şişesini aldı. "Aşağıda herkes sanki lansman değil, gala havasında. Erkekler bile smokin içinde buhar oldular. Ama işte ünlü olmak kolay değil." Şakacı bir sesle devam etti. "Aşağıdaki VIP misafir listesi Oscar töreni gibi."
Selay başını çevirdi. "Belediye başkanından tut, kültür
bakanına kadar herkes burada. Ve hepsi senin eserini konuşmaya geldi Ada."
"Duyunca başım dönüyor." dedim gülerek. Sahiden dönüyordu da.
Bir anda karnımda kısa bir kramp hissettim. Nefesimi tutup hafifçe elimle bastırdım. Günlerdir arada böyle oluyordu. Midem bulanıyor, başım dönüyordu. Sıcağa bağlamıştım. Stres, yorgunluk ve tabii ki lansman telaşı. Hepsi üst üste binmişti.
"Ada, gerçekten biraz solgunsun sanki. İyisin değil mi?"
Gülümsemeye çalıştım. "İyiyim, sadece hava biraz ağır geldi. Sabah da çok bir şey yemedim."
Selay da yanıma sokuldu. Karnını sıvazlayarak gülümsedi. "Ben de yemeğe dikkat ediyorum ama oğlum sağ olsun, her şeyi bana yediriyor." dedi şefkatle. Elini karnının üstünde gezdirirken gözleri ışıldıyordu. "Canım oğlum." diye fısıldadı.
Miray da ona katıldı. "Baksana ne kadar uslu oturuyor karnında. Benim olsaydı kesin yerinde durmazdı."
Gülüştüler. Ben de eşlik ettim ama içten içe midemdeki hafif yanmayı bastırmaya çalışıyordum. Telefonum çaldı, bekletmeden yanıtladım. "Efendim babacım."
"Kızım nasılsın?" dedi yumuşacık sesiyle.
"İyiyim baba. Birazdan lansman başlayacak. Savaş'la ilgili bir şey mi oldu?" dedim titreyen bir sesle. "Bir gelişme mi var?"
"Yok kızım." dedi babam. "Aynı hala. Ben seni merak ettiğim için aradım."
İçli bir of çektim. "Anladım. Uyanırsa mutlaka haber ver olur mu?"
"Veririm kızım." dedi, kısa bir süre sustu. "Bu gece yanında olmayı çok isterdim. Savaş da öyle."
"Varlığınız yeter baba." dedim şakaya vurarak. Aslında içim acıyordu. "Siz olmasanız bile dedem, babaannem, halam burada. Onlara sarılırım artık siz diye. Ne yapayım."
Babam güldü. "Seni seviyorum kızım, attığın her adımdan gurur duyuyorum. Daha nice başarılarla göğsümü kabartacaksın biliyorum."
"Baba." dedim. "Makyajım akacak. Ağlatma beni."
"Tamam tamam." dedi. "Hadi ben kapatıyorum. Öpüyorum pamuk yanaklarından."
"Ben de öpüyorum babacım. Ben de seni seviyorum." dedim, telefonu kapattım. Selay ve Miray meraklı gözlerle bana bakarken kapı çaldı, ardından hemen açıldı. Sarp elinde bir poşetle ve yüzünde ciddi bir sinirle odaya girdi. Poşeti aynanın önündeki makyaj masasına bıraktı ve yatağın kenarındaki tekli koltuğa oturdu. Omuzları gergindi, elleri dizlerinde kenetlenmişti. Gözleri cam gibi keskindi, sanki içeriye girdiğinden beri sadece bir soruya odaklanmıştı.
"Biri bana Deniz'in burada ne işi olduğunu açıklayacak mı?" dedi aniden, sesi sabırlı ama buz gibi bir öfkeyle yoğrulmuştu. "Kim çağırdı onu buraya? Bu gece neden geldi?"
Bir an anlamadım. Gözlerimi kısıp ona baktım. "Deniz mi?" dedim. "Burada mı o?"
Sarp başını hızla salladı. "Evet. Lobide biriyle konuşuyordu. Onu görünce açıkçası inanamadım. Bu gece bu lansmanda onun ne işi var Ada?"
Boğazımda bir şey düğümlendi. İçim burkuldu ama bunu belli etmemeye çalıştım. "Ben çağırmadım." dedim sessizce.
Sarp gözlerini devirdi. "O zaman neden burada? Anlamıyorum. Buraya gelmeye hakkı yok. Bu gece sana ait. Bu başarı, bu proje senin. O adamın burayı kirletmeye hakkı yok."
Miray'la Selay birbirine baktı ama ses çıkarmadılar. Odanın içindeki sıcaklık Sarp'ın sesiyle daha da boğucu hale gelmişti. Klimadan gelen serinlik bile bu gerilimi dağıtamıyordu.
"Belki davetli listesindedir." dedim mümkün olduğunca mantıklı kalmaya çalışarak. "Tamam ben bireysel çalıştım ama bana Aladağ Holding sponsor oldu. Louis, sponsor davetli listesine Aladağ Holding temsilcilerini de eklemiş olabilir."
Sarp alaycı bir kahkahayla başını iki yana salladı. "Temsilciymiş. O adamın burada hiçbir şeyi temsil etmeye hakkı yok Ada. O sadece geçmişin bir parçası. Ve ben geçmişinin seni bu kadar rahatsız etmesini istemiyorum artık."
Sarp'ın beni korumaya çalıştığını biliyordum ama bu cümle beni olduğum yerden hafifçe sarsmıştı. "Ben rahatsız değilim." dedim yavaşça. "Sadece beklemiyordum. Geldiyse vardır bir nedeni."
"Ne nedeni olacak Ada?" dedi Sarp daha da öne eğilerek. "Her şeyini mahvetti. Seni, hayatını. O burada olmamalı. Senin yanında olmamalı."
Yutkundum. "Bak." dedim sakince. "Belki bir açıklaması vardır. Belki sadece tebrik etmek için uğradı. Bilmiyoruz. Bilmeden yargılamayalım." Gözlerimi yere indirdim. Kalbim gürültülü atıyordu ama yüzümdeki ifadeyi kontrol altında tutmaya çalıştım. Sarp'ın gözlerinden taşan öfke beni yorsa da içinde gizli bir kırgınlık da vardı. Sadece beni korumaya çalışıyordu, bunu biliyordum. Ama bilmediği şey, belki de hiçbirimizin tam olarak bilemediği şey, bu hikâyede hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü kadar net olmadığıydı.
"Ya ben anlamıyorum Ada. O kadar şey yaşandı, sen hala nasıl müsaade ediyorsun sana yaklaşmasına? Senin gururun nerede? Sen bir aydır nasıl onun ailesinin hediye ettiği otelde yaşayabiliyorsun? Nasıl kütüphaneyi senin üzerine yapmasına izin veriyorsun? Onun aldığı arabayı nasıl kullanıyorsun? Ben anlamıyorum."
"Deniz benim için sıradan biri değil Sarp! Oturup bunu mu konuşacağız şimdi? Ben ona aşıktım, o bana aşıktı. Şimdi yanımda olmak istemiş olabilir. Ayrıca ona git diyemem çünkü o Savaş'a böbreğini verdi! Sırf bu yüzden bile varlığına katlanabilirim."
"Yaptıklarının kefareti olsun o da." dedi Sarp sinirle.
"Neyse ne." dedim. "Geldiyse geldi, bana ne. Bu gece en son düşüneceğim kişi bile değil o." Aynaya döndüm, dişimde ruj lekesi var mı diye bakmak için gülümsedim. Serçe parmağımla dişime bulaşan ruju sildim ve Sarp'ın getirdiği poşeti açıp son derece lezzetli görünen dutları yemeye başladım. "Kızlar siz de alır mısınız?" dedim poşeti onlara uzatıp.
"Ya yıkamadan yemesene Ada." dedi Miray. "Mikrop kapacaksın."
"Kapmam ya. Küçükken de ağaçtan yiyorduk böyle yıkamadan. Hatırlıyor musunuz?" dedim. Konuyu dağıtmaya çalışıyordum ama Sarp konudan inatla uzaklaşmıyordu.
"Aşağı iner inmez ona gitmesini söyleyeceğim." dedi ağzının ucuyla.
"Keyfin bilir." dedim. "Burada olup olmamasıyla ilgilenmiyorum."
Sarp gözlerini kısarak bana döndü. "Ada, sen böyle konuşuyorsun ama ben senin canının nasıl yandığını biliyorum. O herife bu sahte güçlü duruşu göstermene gerek yok."
Gülümsemeye çalıştım. Dudaklarım titredi. "Benim canım zaten çok uzun süredir yanıyor Sarp." dedim yavaşça. "O yüzden artık nasıl davranacağımı öğrendim."
"Artık aşağı inelim mi?" dedi Miray pencereden aşağı bakarken. Anlaşılan o da daha fazla gerilmemizi istemediği için konuyu dağıtmaya çalışıyordu. "Çok kalabalık olmuş, herkes seni bekliyor."
"İnelim." dedim. Kapıya doğru yürüdüm. Elbisemin uzun etekleri zeminde süzülerek ilerliyordu. Tam kapının önünde durduğum anda kısa bir baş dönmesi yaşadım. Elimi alnıma koydum ve kararan gözlerimin düzelmesini bekledim.
"Dur, iyi misin Ada?" dedi Miray hemen.
"Güzelim, tansiyonun mu düştü?" diye sordu Selay endişeyle.
"Yok bir şeyim." dedim yavaşça. "Hava biraz ağır sadece." Gülümsemeye çalıştım. "Benim heyecanıma verin siz onu."
"Emin misin?" dedi Selay. "Hiç heyecandan gibi durmuyor ama?"
"Endişelenme canım." dedim, birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. "Gerçekten iyiyim."
"Tamam o zaman inelim." dedi Miray.
Bahçeye adımımı attığım anda sıcak hava yüzüme tokat gibi çarptı. Yaz akşamlarının o kendine has boğuculuğu vardı havada. Hem ağır, hem de tedirgin edici biçimde durgundu. Havanın içi lavanta, yasemin ve gül notalarıyla doluydu. Etraf otelin çiçekli peyzajından gelen kokularla sarılmıştı.
Bahçenin ortasına kurulmuş dev bir platformun etrafında insanlar kümelenmişti. Elbise kuyrukları çimlerin üzerine yayılmış, ayakkabı topukları yumuşak zemine hafifçe gömülüyordu. Kadınlar pastel tonlarda ama gösterişliydi. Erkekler koyu renk takımlarıyla gecenin resmi ağırlığını taşıyorlardı. Müzik çok hafif çalıyordu. Klasik müzikle caz arasında gidip gelen, havayla birlikte kıvrılarak dolaşan zarif bir tını.
Bahçenin dört bir yanına yerleştirilen maketler. Centre Culturel d'A & L'in küçük prototipleri. Her biri özenle aydınlatılmış, farklı bir açıdan merkezin detaylarını gösteriyordu. Minimalist cam cephesi, dalga formundaki çatısı, iç avlusundaki nar ağacı bile makette birebir düşünülmüştü. İnsanlar ellerindeki şarap kadehleriyle maketlerin etrafında dolaşıyor, Louis'in rehberliğinde kültür merkezinin vizyonunu dinliyorlardı.
Bahçenin en dikkat çeken alanı ise otelin güney duvarına yansıtılan o dev ekrandı. Ekranda Centre Culturel d'A & L'in bitmiş hali vardı. Tüm detaylarıyla bilgisayarda modellenmiş, render edilmiş bir sahne dönüp duruyordu. Ekranın sol alt köşesinde ise yalnızca iki kelime yazıyordu. Ada Dinçer.
Sonunda Aladağ olmayan adımı görmek boğazıma bir yumru gibi oturdu ama kendi adımı, kendi eserimin üstünde görmek çok güzeldi. Dışarıdan bakıldığında bir başarı hikâyesiydi ama içimde hâlâ anlatılmamış onlarca yara vardı.
Herkes o ekrana bakıyordu. Basın, iş insanları, sanatçılar, belediye yetkilileri, yurt dışından gelen misafirler. Fotoğraf makineleri patlıyor, biri çaktırmadan beni işaret ediyor, Louis uzaktan göz göze gelince başıyla beni selamlıyordu. Kalabalığın içinden geçen bir fısıltı kulağıma geldi. Ada Dinçer, mimarinin yıldızı olabilir.
Ama ben yıldız falan değildim. O an yalnızca nefes almaya çalışan, kalbinde bir sır taşıyan, gözlerinin önünde geçmişi duran bir kadındım. Her şeyin üstüne giydirilmiş bir başarı peleriniydi bu gece. Ama p pelerinin altında hâlâ korkular, sorular vardı.
Açılış konuşmalarına daha vardı. Basın hâlâ ön alanı tutuyordu. Şaraplı tepsiler dolanıyor, garsonlar beyaz eldivenleriyle servis yapıyordu. Konuklar kültür, sanat, mimari ve diplomasi konuşuyordu ama benim kulağımda yalnızca kalbimin sesi vardı.
Bu gecenin adı Centre Culturel d'A & L idi.
A ve L.
Ama içimde hep bir "D" yankılanıyordu.
"Merhaba." diyerek yanıma yanaştı konuklardan biri. Selamlaşmak için elini uzattı. "Tayfun Gümüşçü."
Gülümsedim, elimi uzattım. "Ada Dinçer Ala-" dedim, acıyla yutkundum. "Ada Dinçer." Yaklaşık bir aydır Aladağ soyadını taşımıyor olmama rağmen buna alışamamış, tıpkı şimdi olduğu gibi kendimi Ada Dinçer Aladağ diye tanıtmaya kalkmıştım ve bu yanılgıdan acilen vazgeçmem gerekiyordu.
"Memnun oldum Ada Hanım. Sizinle tanışmak bir onur."
"Estağfurullah." dedim gülümserken. Bu adamın kim olduğunu ve benimle tanıştığı için neden onur duyduğunu ve bu gece bitene kadar daha kaç kişiyle tanışacağımı bilmiyordum.
Louis beni hafifçe kolumdan çekiştirerek daha sessiz bir köşeye doğru götürdü. "Ada tanışmanı istediğim biri var." dedi Fransız aksanıyla, gözleri parlıyordu.
"Kim?" dedim hafif baş dönmemi bastırmaya çalışarak.
Louis kıkırdadı. "Önemli biri."
Köşedeki masalardan birine yöneldik. O anda karşımda duran adamı görünce kısa bir duraksama yaşadım. Yaklaşık 1.80 boylarında, hafif tombul ama yüzünde Ben Avrupa'yım. yazan ciddi bir adamdı. Gömleğinin yakası ütüden bile daha gergin, kravatı neredeyse boğazını kesmek üzereydi. Ama nedense ellerinde şarap değil, ayran bardağı vardı. Evet bildiğimiz ayran. Elinde ayran tutan bir Avrupalı. Etrafa lansmanı en kültürel davetlisi kendisiymiş gibi bakıyordu.
Louis gururla bana döndü. "Ada, bu beyefendi Avrupa Kültür Merkezi Başkanlarından Jean-Paul Dumont."
Adam ciddi bir selam verdi. "Memnun oldum." dedi hafif öne eğilerek. Sonra devam etti. "Projeniz, modern mimariyle kültürel hafızanın muazzam bir birleşimi olmuş."
"Çok naziksiniz." dedim gülümseyerek. "Ama elinizde ayran olması beni söylediklerinizden daha çok etkiledi galiba."
Jean-Paul kaşlarını kaldırıp şişeyi kaldırdı. "Ayran içimi çok ferahlatıyor." Evet aynen, bayağı ferahlattı ortamı gerçekten.
Louis ikimizden de daha heyecanlıydı. "Ada, Jean-Paul projeye Avrupa'dan fon desteği düşünebileceğini söyledi. Ama önce biraz daha detay duymak istiyor."
Jean-Paul gözlüklerini düzeltti. "Evet. Bina hangi yöne bakıyor? Mesela sabah güneşi mi alıyor? Ben sabah insanıyım."
Ben sabah yastıkla boğulmak isteyen bir insanım Jean-Paul. Çok zıtız. "Evet, doğu cephesi oldukça açık." dedim diplomatik bir tavırla. "Sabah saatlerinde iç mekân doğal ışıkla doluyor."
Jean-Paul başını salladı. "Très bien, çok iyi. Ve lütfen söyleyin, bina içinde ses yankısı var mı? Çünkü geçen yıl Roma'daki bir kültür merkezinde o kadar yankı vardı ki herkes bağırarak konuşuyordu. Sanat değil, megafon gibiydi."
"Yankı yok. Akustik için özel paneller yerleştirdik. Ayrıca ihtiyaç duyarsanız mekânda ayran da var." dedim gülümseyerek. Jean-Paul güldü. "Ha ha! Espritüel. I like her."
Louis bana dönüp fısıldadı. "Bayıldı sana."
Tam o sırada Jean-Paul bardağını kaldırıp bir şeyler söyledi. "Vive la culture! Yaşasın kültür ve ayran!"
Ben de bardağımı kaldırdım. Ne yapabilirdim ki? "Yaşasın." dedim gülümseyerek. "Her şeye rağmen."
O kadar çok insanla el sıkışmıştım ki avuç içlerim ıslanmıştı. Her tokalaşmanın ardından sanki içimde bir parça daha eksiliyordu. Başta yalnızca nazik tebessümlerle geçiştirmiştim ama sonra her gelenin adını, unvanını, nereden geldiğini, neden burada olduğunu hatırlamam gerektiği bir diplomasi labirentine dönüşmüştü bu gece.
Adımı herkes söylüyordu. Ama ben bu adın altında kim olduğumu hatırlamakta zorlanıyordum.
Sıcak hava hiç dinmemişti. Konukların arasından geçerken yüzümdeki makyajın ağırlaştığını, saçlarımın enseme yapışmaya başladığını hissediyordum. Topuklarım çimde hafifçe batıyor, yürürken kumaşın kuyruğu otlara sürtünüyordu.
Arkamdan bir melodi yükseldi. Kemanla başlayan, ardından flütle genişleyen bir müzik. Tınısı önce göğüs kafesime sonra da boğazıma doldu. Başımı hafifçe yukarı kaldırdım. Spot ışıkları yavaşça platformu aydınlatıyordu.
Bir görevli yaklaştı. "Ada Hanım, hazır mısınız?"
Hazır mıydım?
Louis uzaktan bana doğru yaklaşıyordu. Üzerindeki lacivert takım elbise, Fransız zarafetini çığlık çığlığa haykırıyordu. Yanıma geldi, kolunu bana uzattı. "Hazır mısın?" dedi hafif bir gülümsemeyle.
Koluna girdim. Nefesimi tuttum. Kalbim bir mezura gibi göğsümde ölçüm yapıyor gibiydi. Güçlü müyüm, sarsıldım mı, düşer miyim?
Sahneye adım attığımızda ışıklar iyice yükseldi. Spotlar göz kamaştırıyordu ama ben onların arasından kalabalığı seçebiliyordum. Birkaç tanıdık yüz. Sarp, Miray, Selay, dedemin yanında oturan babaannem ve bir gölge. Geri planda, çok uzağımda ama kalbime en yakın noktada. Deniz. Oradaydı. Beni izliyordu.
Alkışlar yükseldi. Kimi gerçekti, kimi sadece protokolden alkışlıyordu. Ama hepsi kulaklarımda uğuldayan bir dalga gibi üzerime doğru geldi. Yavaşça gülümsedim. Elimi kaldırdım. Louis'le göz göze geldik.
"Ladies and gentlemen." dedi Louis, mikrofonun başında, ses sistemi bahçenin dört bir yanına yankılanırken. "Hoş geldiniz. Bienvenue. Welcome."
Alkışlar yine yükseldi.
Louis konuşmaya devam ederken ben kalabalığı izledim. Işıkların gölgeyle dans ettiği yüzleri. Kimi başını bana doğru çevirmişti, kimi telefonunun kamerasına odaklanmıştı.
Gözlerimi kalabalığın üzerinde gezdirdim. Işıklar gözlerime vuruyordu. Deniz'le göz göze gelmemek için çaba harcadım. Fakat bakışlarım hep aynı yere döndü. Aynı gözlere, aynı karanlığa. Nefes aldım. Yapacağım konuşmayı düşünmem gerekirken ben arkamızda bıraktığımız iki ayı düşünüyordum. Louis'in teklifini kabul ettiğim geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.
Victor'un boş konteynerleri alıp kandırıldığını fark etmesini, o öfkeyle Evren'i öldürmesini, Evrim'le Güney'in yurtdışına kaçmasını, sonra benim Richard'ın yerini öğrenmek için Adelia kılığında Koral ve Victor'la buluşmamı, sonrasında Deniz'le aramızda açılan uçurumu, ardından Richard'ın çocuğumun olmayacağı bilgisini medyaya vermesini ve araziyi hâlâ vermemekte direnen Deniz'i, sonra bir gece Savaş'la karşıdan karşıya geçerken üzerimize sürülen o gri aracı, Savaş'ın beni kurtarırken kendi bedenini feda edişini, bir aydır komada oluşunu düşünüyordum.
Tüm bu olanlardan sonra Deniz'le bir çıkış yolu bulamamış, anlaşmalı olarak tek celsede boşanmıştık. Bu kimsenin beklemediği bir şeydi fakat tüm yakınlarım bu boşanmanın yerinde bir karar olduğunu düşünüyordu. Çünkü söylemelerine göre Deniz beni çok yıpratmıştı ve daha fazla yıpratmaya hakkı yoktu.
Sürekli herkesin gözü önünde tartışıyor, sürekli kavga ediyor, birbirimize telafisi zor cümleler kuruyorduk. Deniz beni kendi başıma buyruk olmamla suçluyordu, kendi ayaklarım üzerinde durmama engel oluyordu ve yakınlarım için bu kabul edilebilir bir şey değildi. Benim için de değildi. Bu yüzden boşanmamız da kaçınılmaz olmuştu.
Basın ve medya bu olanların hiçbirini bilmediği için çocuğumuz olmuyor diye boşandığımızı iddia ediyordu. Bu iddiaları yalanlamamıştım, Deniz de yalanlamamıştı. Bu bahane insanların çenesini kapatmaya yetiyordu. Bu da işimize gelmişti.
Her şey, sadece iki ay içinde olmuştu. İki ay. Şimdi buradaydım. Yalnızca adımla. Ve içimdeki sırla. Henüz kimsenin bilmediği, kimsenin tahmin bile edemediği o gerçekle birlikte. Sahne ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu. Ama ben içimde, karanlıkta kalanı biliyordum.
Louis konuşmasını yaptıktan sonra mikrofonu bana uzattı. Kalabalık bir anda sessizleşti. Spot ışıkları yüzüme vururken gülümsedim. Derin bir nefes alıp sakin, net ve kararlı bir sesle konuşmaya başladım.
"Sayın bakanım, değerli belediye başkanım, kıymetli misafirler ve canım ailem. Bu akşam burada, bu güzel gecede sizlerle bir araya gelmekten büyük onur duyuyorum. Hepiniz hoş geldiniz." dedim, bir alkış seli duyuldu. Gözlerim Deniz'i bulduğunda bakışlarındaki gururlu ifadeyi görmüştüm. Başarımla gurur duyuyordu ama alkışlayamıyordu. Çünkü biz boşanmıştık.
"Bugün burada sadece bir merkezin tanıtımını yapmıyoruz. Bir fikri, bir kimliği, bir kültürel belleği de sahneliyoruz. Bu merkezin çatısı sadece sanatın değil; bir neslin, bir belleğin, bir ülkenin hayal gücünün çatısıdır. Bu proje, bireysel bir mimari başarıdan fazlasıdır. Birlikte üretmenin, ortak ideallerin ve kolektif emeğin bir yansımasıdır. Kültür, sadece geçmişi yansıtmaz. Geleceğe de yön verir. Ve bu merkez, tam da bu sorumluluğun bilinciyle planlanmıştır.’’
Uzun bir nefes aldım, devam ettim. "Centre Culturel d'A & L benim için sadece bir mimari proje değil. Bu merkez, hayallere alan açmak için var olacak. Sanata, düşünceye, paylaşıma, birlikte üretmeye alan açmak için var olacak. İnsanların yalnızca izlemekle yetinmediği, aynı zamanda katıldığı bir alan olsun istiyoruz. Çünkü kültür, sadece bir miras değil, aynı zamanda bir buluşmadır."
Ellerimi kavuşturup konuşmama devam ettim. "Bu kültür merkezinin adında iki harf var. Benim baş harfim ve sevgili patronumun baş harfi. A & L. Bu sadece iki isim değil. Aynı zamanda iki farklı dünyanın, iki farklı kültürün bir araya gelişinin simgesi. Birbirini anlayan, birbirine kulak veren iki insanın imzası. Tıpkı sanatın yaptığı gibi."
Kalabalık tekrardan alkışlamaya başladığında gülümsedim. "Bu projenin gerçekleşmesine katkı sağlayan herkese teşekkür ederim. Başta Louis D'Aragon olmak üzere tüm teknik ve finansal ekibe, sanat danışmanlarına ve sponsor kurumlara sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Bugün burada olmaktan onur duyuyorum. Sanatla, kültürle ve insanlıkla kalın. Teşekkür ederim. İyi eğlenceler."
Sahneden indiğimde alkışlar hâlâ devam ediyordu. Işıklar gözlerimi biraz kamaştırsa da kalabalığın içindeki kameraları ve muhabirleri hemen fark ettim. Bahçenin güney köşesine kurulmuş, beyaz brandalarla çevrili basın bölgesi mercek gibi bana dönmüştü. Mikrofonlar, kameralar, flaşlar ve gözlerini benden ayırmayan onlarca meraklı çift göz. Elimdeki mikrofonu görevliye teslim ettim, platformdan aşağı indim. Görevlilerden biri yanıma yaklaştı.
"Ada Hanım, basın sizi bekliyor."
Kibarca başımı salladım. Elbisemin kuyruğunu hafifçe toparlayarak ilerledim. Topuklarım taş zeminde tıkırdarken kalabalık hafifçe aralandı. Kameraların flaşları birer yıldız gibi patlıyordu.
"Bir iki soru alabiliriz değil mi?" dedi genç bir kadın muhabir. Elinde mikrofonu vardı, saçları sıkı bir atkuyruğuyla toplanmıştı ve gözlerinde tanıdık bir hırs vardı.
"Elbette." dedim, gülümsemeye çalışarak. Yüzüme nazik bir tebessüm yerleştirdim. Elbisemin kuyruğunu hafifçe düzelterek basın alanına adım attım.
Bir anda dört beş mikrofon önümde belirdi. Her biri ayrı bir
kanalın, ayrı bir mecranın temsilcisiydi. Kalabalık sessizleşti. Işıklar yüzüme döndü. Yüzümde bir tebessüm tuttum. Ne kadar sürerdi ki bu?
"Ada Hanım, geceniz çok başarılı geçiyor. Centre Culturel d'A & L şimdiden yılın projesi olarak gösteriliyor. Bu kadar büyük bir projeyi bu kadar genç yaşta gerçekleştirmiş olmak size ne hissettiriyor?"
"Çok gururluyum. Bu proje sadece mimari bir eser değil, aynı zamanda bir hayal. Ortak belleğe, kültürel birikime bir alan açmak istedik. Bu projeyi böyle genç yaşta ilerletmek ise bana oldukça gururlu hissettiriyor.'' dedim.
"Peki Louis D'Aragon'la olan iş birliğiniz nasıl başladı? Bu ortaklık ileride başka projelere de kapı aralayacak mı?" diye sordu başka bir muhabir.
Gülümsedim. "Louis Fransa'dan dostum. Mimari anlayışlarımızın ortak bir dil konuştuğunu fark ettiğimiz anda birlikte üretmeye karar verdik. Gelecek ne getirir bilemem ama üretmenin bir sınırı yok."
''Mimari anlayışlarınızın ortak bir dile sahip olması ortaklığınızı kalıcı bir ortaklığa dönüştürür mü?"
''İlerisi için şu an bir şey söyleyemem. Henüz yolun çok başındayım.''
"Bu kadar ağır bir lansman, ardından başarılar ve dedikodular... Sizi güçlü kılan şey nedir? Bu kadar sakin kalmayı nasıl başarıyorsunuz?" dedi başka bir tanesi.
Bir an gözlerimi yerde gezdirdim. Sonra başımı kaldırdım, gülümsedim. "Sanırım içimdeki kız çocuğu. Beş yaşında başladım güçlü olmaya. O gün bugündür içimde bir yer hep direnir. Kimi zaman mimarlıkla, kimi zaman resimle. Ama en çok kalbimle."
"Ada Hanım. Özel hayatınıza dair merak edilen bir konu var. Kısa süre önce iş insanı Deniz Aladağ'la olan evliliğiniz sona erdi. Basında yer alan iddialara göre çocuk sahibi olamayacak olmanız bu boşanmanın nedeni olarak gösteriliyor. Bu konuda bir açıklamanız olur mu?"
Bir an duraksadım. Flaşlar üst üste patlıyordu. Kalbim usulca ama güçlü atıyordu. "Boşanma, iki kişi arasında alınan bir karardır. Sebeplerini herkesin bilmesine gerek yoktur. Ama şunu söyleyebilirim. Bir kadının sadece anne olup olamaması üzerinden tanımlanması çağ dışı bir bakış açısıdır. Lütfen artık bundan vazgeçelim."
Kalabalık bir an sessizliğe gömüldü. Sonra birkaç kafa onaylarcasına sallandı. Ama sorular bitmemişti. "Eski eşiniz Deniz Aladağ da bu gece burada. Bu rastlantı mıydı yoksa kendisi de davetli miydi?"
Yanaklarımda belli belirsiz bir sıcaklık hissettim ama gülümsememi bozmadım. "Ben kişisel olarak davet etmedim. Ama Aladağ Holding bu projenin sponsorları arasında yer aldı. Davetli listeleri iş ortaklıkları üzerinden şekillendi. Özel bir anlam yüklemeye gerek yok."
"Yani kendisiyle aranızda herhangi bir temas ya da görüşme yok? Proje sonrası tekrar bir araya gelme ihtimali var mı? Sizi tekrardan bir arada görebilir miyiz?''
Bir an gözlerimi başka bir noktaya kaçırdım. Gecenin kokusu, çiçekler ve arka plandaki hafif müzik. Sonra tekrar objektiflere döndüm. "Ben bu akşam burada, geçmişi değil geleceği konuşmak için varım. Kişisel hayatımdaki yol ayrımları özel kalmalı. Ama şunu net söyleyebilirim. Bu proje tek başıma yürüttüğüm bir başarıdır. Kimsenin gölgesinde değilim."
Flaşlar yeniden patladı. Bu kez daha kontrollü bir tebessümle başımı eğdim. Tam o sırada bir görevli yaklaştı. "Ada Hanım, dans vakti geldi. Bay Louis sizi sahnede bekliyor."
Kibarca eğildim, kameraların önünde son bir kez başımı salladım.
"Çok teşekkür ederim. Sorularınız için sağ olun." dedim, kameraların önünden çekildim. Adım adım uzaklaşırken arkamdan hâlâ sorular yankılanıyordu ama ben artık gecenin bir sonraki sahnesine geçmeye hazırdım. Kalabalığı yarıp müzik sesine doğru yürürken içimden sadece bir cümle geçiyordu.
Her şey olması gerektiği gibi görünüyor... Ama hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Dans pisti, bahçedeki ışıkların en zarif şekilde toplandığı yerdi. Hafif loşluk, ortama zarif bir romantizm katıyordu. Bahçenin ortasındaki platformun çevresinde insanlar toplanmış, orkestradan yükselen vals benzeri klasik bir ezgiyle kıpırdanmaya başlamıştı. Işıklar nazikçe dans pistine odaklandığında Louis yanıma yaklaştı, elini uzattı.
"Canım." dedi teatral bir Fransız aksanıyla. "Şimdi bu gecenin kraliçesiyle dans etmezsem sabaha kadar vicdan azabından uyuyamam."
İçimden bir off geçirdim ama dışarıdan nazikçe gülümsedim. "O zaman uyuyabilmen için bir dans yeterli olsun."
Elimi tuttu, zarifçe öne eğilip bir öpücük kondurdu. Ardından beni dans pistine götürdü. Etrafımızdaki bakışlar üzerimizdeydi. Müzik yavaş yavaş yükselirken Louis kollarını bana uzattı. Vals adımlarına uygun biçimde bir elim belinde, diğer elim havada dansa başladık. "Bu müzik." dedi büyük bir ciddiyetle. "Tam olarak gözlerinin rengine göre bestelenmiş olmalı."
Gülümseyip başımı hafifçe eğdim. "Louis, göz rengim siyah yani çok sıradan."
"Aksine." dedi kendinden emin bir sesle. "Derin, karanlık ama içinde sıcak bir yer var. Tıpkı bu müzik gibi. Ve biraz da espresso gibi." Gözlerimi devirmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bir sırrımı söyleyeyim mi Ada?" dedi Louis, kulağıma doğru eğilerek. "Fransa'da vals derslerinde hep en arkadaydım çünkü dikkatimi öğretmene değil onun ayakkabılarına veriyordum. Ayakkabıları parlak mordu, sence bu normal mi?"
Kıkırdamamak için kendimi zor tuttum. "Louis, bir gün ciddi bir cümle kurarsan ödül vereceğim sana."
"Gerek yok, ödülüm zaten karşımda dans ediyor." dedi, başını gururla kaldırarak. Sonra fısıldar gibi ekledi. "Ama yine de ödülün çikolatalıysa, kabul ederim."
Gülümsedim ama gözlerim kalabalığın arasında bir noktayı arıyordu. Oradaydı. Deniz. Bahçenin en uzak köşesinde, elinde içki bardağıyla bizi izliyordu. Yüzü gölgede kalmıştı ama bakışlarının üzerimizde olduğunu hissedebiliyordum. Kalbimde ince bir sızı vardı. Louis bir şeyler anlatmaya devam ediyordu ama artık duymuyordum. Müzik ağırlaşmış, hareketlerimiz yavaşlamıştı.
Louis'in sesi yankı gibi geliyordu kulağıma. "Eğer şu an Paris'te olsaydık, bu dansın sonunda Eiffel'in ışıkları yanardı. Ama burada sadece yıldızlar var. Yine de bence fena sayılmaz, değil mi?"
"Fena değil." dedim kısık bir sesle. Gözlerimi bir anlık Louis'in yüzüne çevirdim ama sonra tekrar bakışlarım Deniz'e, hiç kıpırdamadan duran adamın içine kaydı.
Louis'in dudaklarını kulağımın yanında hissedince irkildim. "Şimdi ciddi bir soru soracağım."
"Bu dansın sonunda evlenme teklifi mi edeceksin?" dedim hafif alayla.
"Hayır." dedi kaşlarını kaldırarak. "Daha kötü bir şey. Dans sonunda seni annemle tanıştıracağım."
"Louis!" dedim kahkaha atarak. Ama o anda, kahkahamın içinde bile bir yorgunluk vardı.
O an bir el omzuna dokundu. "Müsaadenle Louis." dedi Sarp, sesinde sahte bir nezaketle. Takım elbisesinin ceketi biraz gevşemişti, saçları rüzgârdan hafif dağılmıştı ama yüzü oldukça ciddiydi. "Ama artık bu dansın ikinci kısmını devralmak istiyorum." Sesinde Fransızcayla alay eder gibi bir ton vardı.
Louis gözlerini kısıp hafifçe gülümsedi. "Yani beni sahneden indiriyorsun?"
"Evet, indiriyorum. Alkışlarla." dedi Sarp. Sonra bana döndü. "İzninle."
Elimi uzatırken Louis "Ama üçüncü dans benim." dedi şakayla. "Söz veriyorum bu kez ciddi olacağım."
"Umarım o zamana kadar müzik bitmiş olur." dedi Sarp yarı gülümseyerek.
Louis zarifçe çekildi. Sarp kolumdan tuttu, yavaşça kendine doğru çevirdi. Sarp'ın elini belimde hissettiğim anda, içimde uzun süredir ilk kez bir sığınak duygusu belirdi. Güvende değildim belki ama tanıdıktı. Ve tanıdık olmak bile şu an için yeterliydi.
"Yoruldun." dedi Sarp fısıltıyla. Müzik aynı yavaşlıkla sürüyordu ama kalbim sanki ritmin çok üzerinde çarpıyordu. "Yine her şeyi tek başına taşımaya çalışıyorsun."
"Yorulmadım." dedim.
Sarp'ın elleri nazikti ama sıkıydı. Beni ayakta tutmaya çalışır gibiydi. Müzik sürüyordu. İnsanlar hâlâ etrafımızdaydı. Ama ben yalnızca bir çift gözün hâlâ üzerimde olup olmadığını düşünüyordum.
"Beni Louis'in elinden kurtardığın için minnettarım." dedim gülerek. "Yoksa tüm gece ayakta tutacaktı."
Sarp bir kahkaha attı. "Benim görevim seni yorucu adamlardan korumak. Tüzüğümde yazıyor." dedi Sarp göz kırparak.
Bir süre daha sessizce dans ettik. Gülümsemem yavaş yavaş sönmüştü. Sarp'ın yüzündeki neşeli ifade de yerini ciddiyete bıraktı.
"Sarp.'' dedim yumuşak bir sesle. "Gerçekten, Louis'le bir derdin mi var? Yani artık ona karşı daha mesafelisin sanki. Önceden daha samimiydiniz."
Sarp gözlerini kaçırdı. Omuzlarını hafifçe silkti. "Yok bir şey."
Başını yana eğdim. "Gerçekten mi?"
"Evet."
"Sarp."
"Yok dedim ya."
Başımı hafifçe geriye çekip yüzüne baktım. "Ama bir şey var. Neden bahsetmiyorsun?"
Sarp derin bir nefes aldı, bakışlarını kaçırarak etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Sonra pes edercesine gözlerini kapatıp dudaklarını birbirine bastırdı. "Çünkü Louis senden hoşlanıyor, Ada."
"Ne?" dedim sessizce.
Sarp gözlerini bana dikti. "Görmüyor musun gerçekten? Adamın sana bakışlarını? Cümlelerini? Her fırsatta yanında olma çabasını?"
Başımı iki yana salladım. "Hayır. Hayır. Louis sadece öyle biri. Herkese karşı kibar. Her zaman biraz teatral davranır. Onun tarzı bu."
Sarp kaşlarını kaldırdı. "Evet ama herkese böyle bakmıyor. Herkese böyle yaklaşmıyor. Oyun oynama Ada. Fark etmemiş olamazsın."
Gözlerimi kaçırdım. İçimden geçenleri toparlamaya çalışıyordum. "Hayır Louis böyle biri değil. Biz arkadaşız. Sarp, o bizim arkadaşımız. O benim-"
"Senin yanında olmak isteyen biri." diye araya girdi Sarp. "Ve bu sadece iş için değil, hiçbir zaman da öyle olmadı."
Boğazıma bir şey düğümlenmiş gibi sustum. Nefesim düzensizleşti. Gözlerim yavaşça yere kaydı. "Ben böyle bir şey düşünmedim." dedim. Sarp sessiz kaldı. Müzik arkada hâlâ çalıyordu, tekrar devam ettim. "Sen bunu uzun zamandır mı düşünüyorsun?"
Sarp sessizce başını salladı. "Evet."
Derin bir nefes aldım. Müzik bitti, Sarp elimden tutup beni platformdan indirdi ve babaannemin, dedemin ve halamın olduğu masaya doğru yürüttü.
Etrafımdaki her şey yavaşlamış gibiydi. Işıklar flu, sesler uğultu, gülümsemeler sanki vitrindeki balmumu yüzler gibiydi. Elimi Sarp'ın koluna dayamış yürüyordum ama aslında ayakta kalmamı sağlayan şey sadece onun desteği değildi. O an içimde bir başka şey daha vardı. Köklerim vardı. Beni bu hayata bağlayan derin, güçlü köklerim.
Aile.
Ne kadar karmaşık, ne kadar kırılgan görünürse görünsün bir yerde hep seni tutan, seni taşıyan, seni unutmayan ellerdi. Ben o ellere tutundum. Düşmemek için değil. Düşsem bile parçalanmamak için.
Savaş'ın kazasından iki hafta önce Bursa'ya gitmiş ve o iki hafta boyunca babaannemlerle yaşamıştım. Babaannem o küçücük elleriyle, kalbimdeki en büyük boşlukları sardı. Her sabah başucumda sessizce oturuyordu. Konuşmuyordu, sormuyordu, zorlamıyordu. Ama oradaydı. Beni hayatta tutan en derin dua gibiydi. Bazen başımı dizine koyduğumda saçlarımı tarıyordu, bazen sadece elimden tutuyordu. Ama hiçbir gün, hiçbir sabah yalnız bırakmadı beni. Yüzümdeki her çizgiyi biliyordu. Ve ben ağlamayı bıraktığımda bile, gözlerim yaşla doluymuş gibi davranmaya devam etti. Çünkü gerçek sevgi, gözyaşı bittikten sonra da yanında kalandı.
Dedem. Her sabah yürüyüşe çıktı benimle. Söyleyecek çok sözü yoktu belki ama bakışlarında her şey vardı. Çay içerken sustuğumuz dakikalarda, konuştuğumuz anlardan daha fazla şey geçti aramızda. Onun varlığı, öfkemin dağılmasına izin veriyordu. Torunum. dediği her seferde içimdeki bir şey yerine oturuyordu.
Halam benim yaralarımı sarmak için elinden geleni yapıyordu. Bazen bana getirdiği kurabiyelerle, bazen anlamsız magazin haberlerini anlatıp güldürmeye çalışarak, bazen de sessizce yanıma uzanarak. Birlikte battaniyenin altına girip saatlerce film izlediğimiz akşamlarda hiçbirimiz filmde ne olduğunu hatırlamazdık ama o sessizliğin sıcaklığını unutamazdık. Çünkü o akşamlarda geçmişten değil, şimdiden sarılıyorduk birbirimize. Belki de en çok buna ihtiyacım vardı.
O iki hafta boyunca basın her gün hamile kalamayacağımın haberini yaparken, Deniz'le aramızda kilometrelerce suskunluk büyürken, ben ailemin nefesini sırtımda hissettim. Onlar beni hayatta tuttular.
Ve şimdi onlara doğru yürürken, bütün maskeleri takmışken, her şey yolundaymış gibi davranırken sadece bir bakışlarıyla içimdeki fırtınayı görebileceklerini biliyordum. Çünkü onlar gözümden yaş akmasa bile ağladığımı anlayan insanlardı.
Ailem, sadece kan bağıyla değil ruh bağıyla da yanımda olanlardı. Her acımı benimle birlikte taşıyan, her kararımda arkamda duracaklarını bildiğim, bana beni unutturmayacak kadar seven insanlardı. Onlara baktıkça içim ısınıyordu.
Ama sonra düşüncelerim Deniz'in ailesine kaydı. O an kalbimdeki sıcaklık birden sert bir soğuğa çarptı.
Deniz'in ailesi.
Ne tuhaftı değil mi? Bazen bir soyadı, bir akrabalık bağı, hiçbir şey ifade etmez. Evren. Deniz'in üvey dayısı. Ama aslında ne bir dayı ne de bir aileydi. O adam sadece bir gölgeydi Deniz'in hayatında. Soğuk, karanlık, bencil bir gölge. Ve ne zaman Deniz'in adı geçse birilerini susturacak kadar güçlü bir nefret barındıran bir adam. Aile miydi? Değildi. Akrabalık gibi görünen şey aslında koyu bir yalnızlıktı Deniz için. Akrabalık kelimesinin bende uyandırdığı hiçbir his Deniz'de yoktu. Özellikle Evren söz konusu olduğunda.
Babaannemlerin olduğu masaya giderken aklım bambaşka bir yerdeydi. O iki ayın karanlık dehlizlerinden bir sahne daha zihnime usulca sızıyordu. Gördüğüm bir şey değildi bu. Ama duyduklarım, fısıltılar, kırık dökük bilgiler ve birkaç kesik cümleyle zihnimde şekillenen o yaşananlar o kadar netti ki. Sanki oradaymışım gibi hatırlıyordum.
Victor, konteynerleri açtığında kandırıldığını anlamıştı. Boşlukla dolu o çelik duvarlara baktığında gözlerinin karardığını söylemişlerdi. O an öfkesini tarif edecek kelime bulamamıştı kimse. Ne kadar zarar ettiğini değil, ne kadar küçük düştüğünü düşünmüştü. Çünkü Victor için mesele para değil, gururdu. Ve kandırılmış olmak, aşağılanmaktan da beterdi onun gibiler için.
Romanya'dan kalkıp İstanbul'a geldiği gün ne bir arama yapmış, ne de haber vermişti. Doğrudan Evren'in evine gitmişti. Yanında adamları vardı.
Evren, Victor'un suratını kapısında gördüğünde neye uğradığını şaşırmıştı. Önce afallamış, sonra saçma sapan bir şeyler söylemeye başlamıştı. Sakinleşmeye çalışmış, her şeyi açıklayabileceğini söylemişti. Ama işte bazı şeylerin açıklaması olmazdı. Victor dinlememişti. Yüzüne bile bakmadan adamlarıyla birlikte içeri girmişti.
Evren'in "Bir yanlış anlaşılma var." dediğini söylemişti birileri. Belki de son cümlesiydi. Çünkü Victor, arkasını bile dönmeden, başıyla işaret etmişti. Adamları sessizce silahlarını çekmiş, Evren'i oracıkta vurmuşlardı.
Kurşunlar sessiz ama netti. Tıpkı verilen mesaj gibi.
Evren o gece orada ölmüştü. Deniz'le yüzleşememiş, planın asıl sahibine ulaşamadan silinip gitmişti. Belki bir sigarasını bile içememişti o akşam. Ölüm, bazen böyle ansızın çıkardı karşına. Hatta hazırlanmana bile fırsat vermezdi.
Victor ise hiçbir şey olmamış gibi evden çıkıp gitmişti. Polis kayıtlarına bile geçmemişti olay. Konu, sadece bilenlerin arasında kalmıştı. Gölge gibi gelmiş, gölge gibi kaybolmuştu.
Ben bunları günler sonra, Sarp'tan öğrenmiştim. Herkes sessiz kalmayı tercih etmişti ama sessizlik bazen en yüksek bağırıştı. Ve ben o sessizlikte Evren'in nasıl öldüğünü gözümde bin kez canlandırmıştım.
Evren'in ölümünden saatler sonra Evrim hastaneden yeni taburcu olan oğlu Güney’le ortadan kaybolmuştu. Apar topar havaalanına gitmişlerdi. Son dakikada alınmış tek yön Kanada biletiyle yola çıkmışlardı. Evrim'in ablasının kocası Kanada'da bir çatı katı ayarlamış, ilk gece orada kalmışlardı. Sonrasıysa zaten belirsizlikti. Kimine göre Belçika'ya geçmişlerdi, kimine göre Lüksemburg'da bir otelde izlerini kaybettirmişlerdi. Ama bir daha kimse onları görmemişti. Hiç kimseyle temasa geçmemişler, hiçbir açıklama yapmamışlardı.
Bazıları Evrim oğlunu korumak için kaçtı. diyordu. Bazılarıysa Evren öldü diye korkup kaçtılar. diye fısıldıyordu. Ama gerçek neydi, kimse bilmiyordu. Zaten bu hikâyede kimse gerçeği tam olarak bilmiyordu. Herkes sadece kendince bir parçayı görüyordu. Ve ben o parçaların hiçbirini tamamlayamıyordum. Sadece olanları duyuyor, anlamaya çalışıyordum. Ama tek bildiğim, Evren'in cesedi henüz soğumadan karısı ve oğlunun çoktan başka bir ülkenin sabahına uyandığıydı.
''İşte geliyor benim dünyalar güzeli torunum.'' dedi babaannem ayağa kalkarak. ''Güzelim benim, pamuğum.'' Yanına vardığımda önce elini öptüm, sonra ona kocaman sarıldım.
''Hoş geldiniz.'' dedim. Her ne kadar onları gördüğüm için mutlu olsam da bir yanım çok buruktu.
''Hoş bulduk.'' dedi babaannem. Hüngür hüngür ağlamaya başladığında ben de ağlamaya başlamıştım.
Dedem beni kendine çekip başımı gövdesine bastırdı. ''Güzel yavrum benim. Gurur duyuyoruz seninle.''
''Ah Adacım, prenses gibisin.'' dedi halam.
''Savaş'ım da burada olsaydı.'' dedi babaannem. Daha çok ağlamaya başlamıştı.
''Anne yapma lütfen.'' dedi halam.
Ben halama sarılırken babaannem ve dedem yerlerine oturdular. ''Burada olsaydı gurur duyardı kardeşiyle. Sen hepimizin göğsünü kabarttın kızım.'' dedi babaannem.
''Ölmüş gibi konuşmasana Nuray.'' dedi dedem. ''Uyanacak Savaş. Deniz sayesinde uyanacak.''
Acıyla karışık ağır bir duyguyla iç çektim. Keşke bazı acıları rafa kaldırma şansımız olsaydı.
''Oğlum yanında en azından.'' dedi babaannem.
''Merak etmeyin babam bir dakika bile ayrılmıyor onun yanından.'' dedim.
''Otursana.'' dedi halam yanındaki sandalyeyi gösterip. Yavaşça ilerledim ve sandalyeye oturdum. Sarp da masanın diğer ucuna geçmiş, etrafı kontrol ediyordu.
''Deniz de burada.'' diye devam etti halam. ''Kızım niye böyle oldunuz siz? Halbuki ne kadar güzeldiniz. Neleri atlattınız, küçücük suda mı boğuldunuz?''
''Küçük su dediğiniz koca bir okyanusla eşdeğer.'' dedi Sarp. ''Ada ne hale geldi hatırlamıyor musunuz? Boğuyor o Ada'yı. Fazla su nasıl toprağı öldürüyorsa Deniz de Ada'yı öldürüyor.''
Kimse Sarp'ın söylediklerini umursamamıştı. ''Belki barışırsınız.'' dedi halam buruk bir sesle.
Sarp minik bir kahkaha attı, Deniz'den gerçekten nefret ediyordu.
Saçıma taktığım bakır rengi kısa peruğum, gözlerime iliştirdiğim açık kahverengi lenslerim ve üzerime giydiğim trençkotla birlikte evin kapısını sessizce açıyorum. Üstümdeki yabancılık, evin sıcaklığını büsbütün yok ediyor. Salona giden hol loş, salondan hafif bir ışık sızıyor. İçerisi sessiz. Arkamdan kapı kapanıyor, Sarp beni izleyerek salona doğru yürüyor. Topuklu ayakkabılarım sanki cehennem azabı. Ama içim dışımdan daha beter durumda.
Salona girdiğim anda içimdeki korku duvarlara çarpıp yankılanıyor, birazdan yapacağımız tartışmayı düşünüyorum. Işıklar kapalı. İçeriye doğru ilerliyorum. Loş led ışık masanın üstünde titriyor. Masanın üzerinde açık kalmış bilgisayar, yanına atılmış bir ceket, yere düşmüş bir dosya var. Masanın kenarında bir bardak devrilmiş. Halının üstünde kırmızı şarap lekesi var. Hava gergin. Havadaki oksijen bile çekinerek dolaşıyor sanki.
Deniz camın önünde ayakta durmuş, dışarıyı izliyor. Gömleğinin kolları dirseklerine kadar sıvanmış, saçları dağınık. Topuk seslerimi duyunca bana doğru dönüyor.
Buz gibi bakışlarıyla çarpışıyorum. Her ne kadar buna hazırlıklı olsam da bu bakış içimi yakıyor. Kolları iki yandan sarkmış, nefesi göğsünden taşar gibi. Gömleğinin yakası açık, alnındaki damar belirgin. Duvar lambasının loş ışığında yüzü sertleşmiş, dudaklarının kenarı gerilmiş. Kravatı gevşek, gözleri tanımadığım kadar karanlık. Elindeki viski bardağını yavaşça masaya bırakıyor. Camın masaya değdiği an çıkan tok ses kulaklarımı çınlatıyor.
Göz göze geliyoruz. Gözlerindeki karanlık neredeyse dokunulacak kadar yoğun. Bir süre sadece beni süzüyor. Karanlığın içinden bakıyor bana.
Konuşmuyor. Sadece bakıyor. Gözleri ayak bileğimden boynuma kadar çıkıyor. Elim çantama kayıyor, peruktan gelen kaşıntıyı bastırmaya çalışıyorum ama sinirim vücudumda titreşim gibi. En sonunda konuşuyor.
"Güzel miydi?" diyor. Sesi boğuk. "Keyifli miydi Victor'la buluşman?"
Boğazıma bir şey düğümleniyor. "Beni takip mi ettin?"
Cevap vermiyor. "Ne yaptın sen Ada?" diyor. Sesi yükseliyor. "Ne yaptığını zannediyorsun?!"
"Richard'ın yerini öğrenmek için başka çarem yoktu!" diye patlıyorum.
"O herif KATİL!" diye haykırıyor. Yumruğu sehpanın kenarına iniyor. "Sen o adamla masaya oturacak kadar mı umutsuzsun?! Sana bunu mu öğrettim ben?!"
"Sen bana hiçbir şey öğretmedin Deniz!" diyorum. "Neden bir kez olsun bana güvenmiyorsun?!''
"Güvenmiyorum EVET!" diyor. Gözleri alev gibi oluyor. "Çünkü sen ne zaman kendi kafana göre bir şey yapsan ya ölümden dönüyorsun ya da bizi mahvediyorsun!"
"Ben bir şey yapmam gerektiğini düşündüm. Senin için, bizim için!"
"Benim için mi?" diyor, küçümser bir kahkahayla. "Yoksa kendini ispat etmek için mi? Senin her hareketin bir ispat savaşı Ada! Bir çocuk gibi, biri sana dur dediğinde inadına koşuyorsun!"
Kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor. "Sen bana çocuk mu diyorsun?!"
"Hayır." diyor. Sesi buz gibi. "Ben sana sorumsuz diyorum. Düşünmeden davranan, başımıza ne bela açacağını umursamayan biri!"
"Sen bana hep böyle baktın zaten, değil mi? Yetersiz. Küçük. Korunmaya muhtaç bir yük gibi."
"Hayır Ada, seni hayatımın anlamı sandım. Ama sen her adımınla bunu yalanladın." diyor. "Sen hayatıma umut değil, felaket getirdin!"
Bu kelime içimi yarıyor. "Felaket mi?"
"Evet!" diye bağırıyor. "Seninle tanıştığım günden beri savaş bitmedi Ada! Gözünün önünde parça parça dağıldım ben. Ama sen her gün biraz daha uzağa gittin. Bugün de Victor ve Koral'la görüştün. Adelia Dienes'mişsin gibi. Harika!"
"Ben dağılmadım mı? Ben parçalanmadım mı?" diyorum.
"Ben seni korumaya çalışırken sen her defasında düşmanın kucağına gidiyorsun. Şimdi de Victor. Sonra sıra Richard'da mı?!"
Yüzüne yaklaşıyorum. "Richard'ın kim olduğunu öğrenmemizin tek yolu buydu! Anlamıyor musun sen?!''
"Yine... yine kendi başına." diyor. "Yine arkamdan."
Sarp araya giriyor. "Ben yanındaydım. Her şey kontrollüydü. Bir şey olmasına izin vermedim."
"Senin kontrolüne mi kaldı bu iş, Sarp?" diyor Deniz. Gözlerini dikiyor ona. "Ben karımı mafyanın kucağında görüyorsam senin hiçbir kontrolün yok demektir."
"Yeter Deniz." diyorum. "Ben o görüşmeye mecburdum. Bekleyemezdim."
Deniz'in sesi yükseliyor ama hala soğuk. "Ne zamandan beri mecbur olmak seni ölümüne götürmek demek Ada? Kaçıncı kez?! Kaçıncı kez arkamdan iş çeviriyorsun? Kaçıncı kez kendi başına karar verip, beni hiçbir şeye dahil etmeden hayatını tehlikeye atıyorsun?!"
"Yerini öğrenmem gerekiyordu." diyorum tekrardan. Sözlerim dudaklarımda buz gibi eriyor. "Richard'ın izini."
Adım atıyor, yüzüme iyice yaklaşıyor. Nefesini hissediyorum. Burnunun kenarında öfkeyle atıp kalkan damarlar var. "Kes!" diye bağırıyor Deniz. Bağırışı, kalbimi bir çivi gibi deliyor. "Sen kendini ne sanıyorsun Ada?
"Ben sadece çözüm bulmaya çalıştım." diyorum, boğazıma takılan bir düğümle.
"Tek başına mı karar verdin buna?" diyor alaycı bir sesle. "Ne zaman kendi başına buyruk hareket etmek senin için başarı oldu? Ne zaman bir plan yaptın da sonuçlarıyla baş edebildin?"
Yutkunuyorum. "Ben sadece seni düşündüm!"
"Beni düşünme!" diye bağırıyor. Parmaklarını havaya kaldırıyor, sonra kendi saçlarının arasına daldırıyor. "Beni siktir et! Ama kendini düşün! Kendini düşündün mü hiç? O adam seni oracıkta öldürebilirdi!"
"Ama öldürmedi!" diyorum ama sesim titreyen, zayıf bir yankı gibi çıkıyor ağzımdan.
"Ben sabah akşam senin güvenliğini planlarken, sen arkamdan dolanıp Victor'la buluşuyorsun! Ne yapmayı planladın? Sana bir şey olsaydı? Cesedini Adelie Dienes olarak mı gömecektik?"
"Beni tanımadı bile!" diyorum. "Çünkü dikkat ettim. Çünkü zekiydim. Çünkü korkak değildim!"
Sarp bir adım ileri çıkıyor. "Tamam, bağırmayın artık. Konuştuk bunu, kimse zarar görmedi. En azından şimdilik..."
Deniz bir anda sertçe ona dönüyor. "Sen sus Sarp!" diyor Deniz. Sesi şimdi neredeyse çatlayacak gibi. Gözlerinde öfke değil artık, delirme sınırı var. "Beni bu evde deli etmeye mi karar verdiniz siz?"
"Sarp'ın suçu yok, gitmeyi ben istedim." diyorum.
O an sessizlik çöküyor. Salonun içindeki lambaların ışığı gözümü yakıyor. Başımın içi zonkluyor. Sarp gözlerini yere indiriyor. Ağzı kıpırdıyor ama susuyor. Belki ne diyeceğini bilmiyor, belki de diyecek hiçbir şey kalmadığını hissediyor.
"Sen mi harekete geçtin?" diyor Deniz, sesi yükseliyor. "Sen kim olduğunu unuttun galiba Ada! Bu bir tiyatro değil, bu hayat! Sen öyle Paris kafelerinde flört ettiğin adamlarla latte içer gibi çıkamazsın katil Victor'un karşısına!"
"Kes!" diyorum. "O adamlar flört değildi. Ve ben çocuk değilim, Deniz. Beni aptal yerine koymayı bırak artık!"
Deniz'in gözleri kısılıyor. Sözleri kıymık gibi geliyor. "Sen çocuk bile olamazsın. Çünkü bir çocuk bile bu kadar kontrolsüz olamaz! Bir çocuk bu kadar aptal olamaz."
"Beni aşağılamandan bıktım!"
"Ben de seni korumaya çalışmaktan, her sabah acaba nerede ölecek diye uyanmaktan bıktım!"
Sarp "Yeter artık." diyor. Bir adım ileri çıkıyor. "Siz birbirinizi öldüreceksiniz böyle giderse! Ada senin yaptığın da kolay değil. Ama Deniz sen... sen çok kırıcı oluyorsun. Bu sözler geri alınmaz!"
Ama Deniz durmuyor. Gözlerimle göz göze geliyor ve o anda bir yabancı gibi konuşuyor. "Keşke seni hiç tanımasaydım."
"Ne?" diyorum fısıltıyla. "Ne dedin sen?"
"Seni kütüphanenin önünde baygın gördüğümde keşke yanından öylece geçip gitseydim. Keşke seni alıp hastaneye götürmeseydim! Keşke sabaha kadar başında beklemeseydim." Gözlerim doluyor. Dizlerimden bir an tereddütle güç alıyorum. "Orada seni bırakmalıydım. O zaman hayatım bu kadar paramparça olmazdı."
Yüzüğümü çıkarıp yüzüne fırlatıyorum. "Senden nefret ediyorum." cümlesi çıkıyor dudaklarımın arasından. "Madem hayatında olduğum için paramparça oldun, madem hayatında olmam senin felaketin oldu, bundan sonra yokum. Parçalanmış hayatını toparlarsın böylece." diyorum. Kalbim yerinden sökülüyor gibi. Ayakta duramıyorum.
"O zaman git." diyor. "Çiz yolunu. Ama benden uzakta çiz." O cümle her şeyden daha çok acıtıyor. Gözlerine bakıyorum. Gözleri dolu.
Konsola yumruğunu vurduğunda bir biblo yere düşüyor. Kırılıyor. Cam sesi... sessizliğe çarpıp bin parçaya ayrılıyor.
Arkamı dönüp merdivenlere yürüyorum. Çıkmadan evvel son kez arkamı dönüp bakıyorum. Deniz bana bakmıyor.
Yatak odasına giderek eşyalarımı toplayıp tekrar aşağı iniyorum ve Sarp'la birlikte evden ayrılıyorum.
Tatlı tabağına çarpan çatal sesiyle birlikte düşüncelerimden sıyrılıp ana döndüm. Kelimeler boğazımda düğüm olmuştu. Masada kalmak ağırdı. İçimdeki dalga kabarıyordu, artık kendimi tutamıyordum. Sessizce yerimden kalktım.
Herkes konuşmaya devam ediyordu, ben sandalyeden kalkarken kimse fark etmemişti. Elbisemin etekleri usulca arkamdan süzülürken otelin kapısından içeri adım attım. Bahçedeki kalabalık geride kalmış, yerini serin ve sessiz bir koridora bırakmıştı.
Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.
Ama arkamdan adım sesleri geldi. Döndüğümde Sarp oradaydı. Dudaklarında yorgun ama endişeli bir çizgi vardı. "İyi misin?" diye sordu fısıltıyla.
"Bilmiyorum." dedim başımı eğerek. "Sadece birkaç dakika kendimle kalmak istedim."
Tam o sırada, otelin diğer kapısından bir gölge belirip hızla yaklaştı. Sarp başını kaldırdı. Deniz'i gördüğünde gözlerine yerleşen öfkeyi nasıl bastıracağını düşündüm.
"Ne işin var senin burada?" dedi Sarp sinirle.
Deniz ceketini çıkarmış, kollarını sıvamış, gömleğinin ilk iki düğmesini açmış, kravatını gevşetmişti. Göz göze geldiğimizde zaman durdu.
Deniz'in sesi neredeyse bir fısıltıydı ama o kadar soğuktu ki içim ürperdi. "Başlama Sarp yine."
"Aksine." dedi Sarp, bir adım daha yaklaşıp bana döndü. "Tam da şimdi başlayalım."
"Beni Ada'yla yalnız bırak Sarp."
Sarp kollarını iki yana açtı, yüzünde hem öfke hem hayal kırıklığı vardı. "Gerçekten anlamıyorum seni Deniz. Ne istediğini bilmiyorsun. Madem sürekli peşinde dolanacaktın, neden onu bu kadar kırdın?!"
Deniz'in gözleri kısıldı. "Ben Ada'nın peşinde falan değilim."
Sarp acı bir kahkaha attı. "Hayır? Bahçede onu izlerken gözlerin ne yapıyordu peki? Kıyafetini mi inceliyordun? Yoksa Louis'e ne zaman tokat atsam diye mi düşünüyordun?!"
"Bilmediğin şeyler var. Söylediklerin için çok pişman olacaksın." dedi Deniz.
Daha fazla konuşmaması için ağzımı açmıştım ki Sarp araya girdi. "Neymiş bu bilmediğim şeyler? Konuşsana. Neyi bilemeyebilirim ben? Ada benden hiçbir şeyi saklamazken ben neyi bilemeyebilirim?!" dedi sinirle. "Sen bu kızın hayatını darmadağın ettin. Boşandınız bitti. Sende neden bitmiyor? Neden buradasın? Neden onun olduğu her yerden çıkıyorsun?"
Deniz sessizliğe büründü. Yüzündeki ifade karışıktı. Suçlulukla öfke arasında gidip geliyordu. "Sadece onun iyi olduğundan emin olmak istiyorum."
Sarp dişlerini sıktı. "İyi olduğunu görmek için ona sürekli kendini hatırlatmana gerek yok. Varlığın acı veriyor artık ona! Gitmeyi bilmiyorsun! Ada toparlanmaya çalışıyor, sen her seferinde geçmişi yüzüne çarpıyorsun. Ayrıca ben düşünüyorum onun iyiliğini. Sana kalmadı yani onu düşünmek."
Ben artık dayanamıyordum. "Sarp tamam, lütfen." dediğimde sesim titriyordu.
"Ne tamamı ya? Ada sen nasıl katlanıyorsun onu görmeye? O seni istemedi!"
"Evet." dedi Deniz Sarp'ı onaylayarak. "Evet boşandık, evet ben istedim boşanmayı. Evet ama-"
"İyi o zaman!" dedi Sarp öfkeyle. Elini hızla kaldırıp aşağı indirdi. "O zaman neyin peşindesin?! Ne diye buradasın?! Bu kadar kolay mı senin için? Önce kalbini kır, sonra kırıklarını izle!"
Deniz kaşlarını çattı, sesi sertleşti. "Ben izlemiyorum."
"Hayır, izliyorsun!" dedi Sarp, öfkeyle bir adım daha attı. "Adım adım. Her adımında, her nefesinde onu izliyorsun. Nefes almasına bile izin vermiyorsun! Gölge gibisin Deniz, geçmişin karanlığı gibi. Ada'nın üzerinden düşmeyen bir lanet gibi!"
"Sarp yeter." dedim. "Yeter artık."
"Hayır Ada!" dedi Sarp. "Sen yeter diyemiyorsun. Diyemediğin için böyle oldu zaten. Sana neler yaptığını gördüm! O sözlerini söylerken ben de oradaydım. Seni paramparça etti bu adam!"
Deniz, Sarp'ın bu çıkışını sessizce dinledi. Bir anlık duraksama oldu, sanki her şey donmuştu.
"Ben de parçalandım." dedi Deniz, boğuk bir sesle. "Siz sadece onun yaralarını sayıyorsunuz. Ama ben o her gece uykusuz kaldığında, her sabah kapısını çalamadığımda, onu koruyamayacağımı bildiğimde-"
"Koruyamadın da zaten!" diye bağırdı Sarp. "Sen koruyamadın, yetemedin. Ada ve Savaş'ın üzerine araba sürmelerini engelleyebildin mi? Bu kızın başına ne geldiyse senin yüzünden geldi. Savaş'ın başına ne geldiyse senin yüzünden geldi! Her şey senin düşmanların yüzünden oluyor. Her şey senin ve ailenin o sikik geçmişi yüzünden oluyor!"
"Sarp kendine gel." dedim. Bunlar ne kadar da ağır sözlerdi.
"Gelmiyorum kendime tamam mı? Düşün Ada. Senin yaşadığın şeylerin sebebi hep Deniz'le bağlantılı değil mi? Ulan bir de utanmadan Sen benim hayatıma felaket getirdin. dedi bu adam sana. Asıl felaket kendisi, ailesi, geçmişi."
Deniz'in gözleri karardı. "Ben Ada'yı korumak için seni görevlendirmedim mi? Sen neden izlenmesine engel olamadın Sarp?! Neden engel olamadın? Tek suçlu ben miyim? Savaş'ın yoğun bakımda olmasının sebebi ben değilim!"
"Richard senin yüzünden girdi bizim hayatımıza!" dedi Sarp, yumruğunu hafifçe duvara vurdu. "Sen Ada'yı sevmedin bile. Sen sadece onun varlığını sevdin. Sana hayran olmasını, sana tutunmasını! Ama o kendini bulunca, sen dağıldın! Çünkü sen sadece Ada'nın sana ihtiyacı olduğu hâlini sevdin!"
"Sarp, lütfen." dedim sonunda. "Yapma."
"Yapıyorum Ada." dedi Sarp, sesi hâlâ titrekti. "Ya sırf Louis'in teklifini kabul ettin diye ne imalar yaptı unuttun mu sen?" Unutmamıştım. "Seni Louis'in yatağına-"
"Kes." dedi Deniz. "Kes, yeter."
"Yetmez yetmez. Bu kız büyük bir iş yapmak istedi, ona karşı çıktın. Sonra Louis'in teklifini kabul etti, cehenneme çevirdin ortalığı ama Ada yine de seninle kaldı. Sonra Koral ve Victor'u bulduk. Onlardan laf almanın tek yolu tanımadıkları birini araya sokmaktı. Ada'nın Adelia olması tek mantıklı yoldu ama anlamadın, kıyameti kopardın. O gece ben de sizdeydim unutma. Ada yüzüğünü attı lan senin suratına. Bitmişti her şey. Dört gün Savaş’ın evinde kaldı Ada. Sen niye sonra gidip kültür merkezine sponsor oldun?"
"Çözeceğimize inandım çünkü!"
"Ya neyi çözeceksin? Kıza Savaş'la görüşemezsin kuralı koydun! Senin yüzünden gizli saklı buluştu. Benim bile haberim yoktu. Sen yasak koymasaydın gizlice buluşmayacaktı ve ben o kazayı engelleyecektim belki de."
"Kaderi değiştiremezsin, olacak olanı engelleyemezsin." dedi Deniz. "Sen de engelleyemezdin. Kimse engelleyemezdi."
"Kadercilik mi oynayacağız ya?" dedi Sarp öfkeyle. "Bu kız daha ne kadar ölümden dönecek ya senin yüzünden? Uzak dur artık."
"Buna sen mi karar vereceksin?" dedi Deniz Sarp'ın üzerine yürürken. "Ada'yla benim aramda olan bir mesele bu!"
"Boşandınız Deniz. Sen istedin, ilk senden çıkmadı mı bu fikir? Daha ne diye zorluyorsun? Düş artık yakasından Ada'nın!"
"SANA NE!" diye gürledi Deniz. "SANA NE SARP! YETTİN ARTIK!"
"İkiniz de susun." diye araya girdim. İkisinin birbirine girmesi en son istediğim şey bile değildi.
Sarp'la Deniz bir anda sustular. Koridorun o soğuk sessizliği yeniden üzerimize çöktü. Sanki o anda konuşulmamış her cümle, boğazlarımıza oturmuştu. Kalbimin ritmini duyuyordum. Hızlı, huzursuz ve yorgundu.
Gözlerimi ikisinin arasında gezdirdim. Sarp'ın elleri yumruk, dişleri sıkılıydı. Deniz'in gözlerinde ise artık öfke değil, tükenmişlik vardı. Ama o tükenmişlik bile beni iyileştirmiyordu. Aksine içimi daha da daraltıyordu.
"Yeter artık." dedim tekrar. Sözlerimin ucunda bir yalvarış vardı. O kadar yorgundum ki kimin haklı olduğunun, kimin kalbinin daha çok kırıldığının bir önemi kalmamıştı. Sadece susmalarını istiyordum.
Derin bir nefes aldım ve konuşmaya devam ettim. "Artık bu tartışmanın bana bir faydası yok. İkinizi de anlıyorum ama şu an hiçbirinizi taşıyacak gücüm yok." Gözlerim dolmuştu ama kendimi tuttum. Gözyaşlarımın bu konuşmayı dağıtmasına izin vermeyecektim.
"Ben zaten her gün bir savaşın içinde yaşıyorum. İçimde bir tarafım seni unutmaya çalışıyor Deniz, diğer yanım Savaş'ın o ameliyat masasındaki haliyle boğuşuyor. Sarp, sen de haklısın ama haklı olmanın hiçbir şeyi değiştirmediği bir hayattayız şu anda. Ve ben sizin bu haklılık savaşınızda orta yerden parçalanıyorum."
"Daha fazla parçalanma diye uğraşıyorum." dedi Deniz.
Sertleşmeden ama sınır çizen bir sesle son sözümü söyledim. "Şu an ne bağırmanız, ne anlatmanız, ne de kendinizi savunmanız beni iyileştirmiyor. Bu gece, sadece kendimi korumak istiyorum. Lütfen buna izin verin."
İkisi de sessizce beni izlerken merdivenlere doğru döndüm. "Ben odamdayım." dedim boğazımdaki düğümü bastırarak. Sesimin çatallaşmasına izin vermemeye çalıştım ama gözlerim çoktan dolmuştu.
Adımlarım hızlı değildi. Ağır, ölçülüydü. Sanki her adımda içimde bir şey daha eksiliyordu. Merdivenleri çıkarken duvarlara tutunmak zorunda kaldım. Ayak bileklerimden başlayıp göğsüme kadar uzanan bir ağrı vardı. Kalbim sıkışıyor gibiydi. Gözüm kararıyordu. Ama ağlamadım. Çünkü ağlamaya başlarsam, duramayacağımı biliyordum.
Odamın kapısını kapatırken sırtımı kapıya yasladım. Odadaki sessizlik boğucuydu. Işıkları açmadım. Ay ışığı, pencerenin tül perdesinden içeriye sızıyordu. Derin bir nefes aldım. Nefesim ciğerlerimi acıttı. Üzerimdeki elbiseyi, takıları, her şeyi bir yük gibi hissediyordum. Sanki bu gece giydiğim her parça sadece rolümün bir parçasıydı. Güçlü görünmem gerekiyordu. Ama artık oynayacak gücüm yoktu.
Yavaşça yatağa çöktüm. Ellerimle yüzümü kapattım. Başım zonkluyordu. Ruhum ise çırılçıplak kalmış gibiydi. Her şey çok fazlaydı. Sesler, bakışlar, geçmiş, gelecek, umut, korku. Ve hepsi aynı anda üzerime abanıyordu. Gözlerim yandı ama hâlâ ağlamıyordum. Bu ağlamamak hâli, gözyaşının bile cesaret edemediği bir sessizlikti.
Yorulmuştum. Kalbimle kavga etmekten, herkesi idare etmeye çalışmaktan, doğru olanı yapmaya çalışırken hep yanlış yerlerde durmaktan, sevdiklerimin acı çektiğini görmekten, kendimi anlatamamaktan ve anlaşılamamaktan.
Çaresizdim. Bu hikâyede her şeyin başı ve sonu benmişim gibiydi. Ama bir o kadar da hiçbir şeye yön veremiyormuşum gibiydi. Ne kadar çok şey yaparsam yapayım, hiçbir şey değişmiyordu.
Kapı çaldığında yavaşça kalktım ve yine yavaş adımlarla kapıya gittim, dürbünden gelene baktım, kolu indirdim, kapıyı araladım.
"Hah, geldin mi Eser?" dedim elindeki eczane poşetine bakarken. "Aldın mı istediğim şeyi?"
"Aldım yenge." dedi Eser poşeti bana uzatırken. Ardından içeri girdi, kapıyı kapattım. Eser'in yüz ifadesi değişmemişti. Her zamanki gibi sakin, kontrollüydü ama gözlerinde hafif bir sabırsızlık vardı. Sanki bir an önce bu poşeti teslim edip kapıdan uzaklaşmak istiyordu. "Görev tamamlandı." dedi tek kaşını kaldırarak. "Ama bu milleti hiç anlamıyorum yenge."
Poşeti aldım, bakışlarımı ona çevirdim. "Ne oldu?"
Eser duvara yaslandı, kollarını kavuşturdu. "Eczaneye girdim. Kasaya yöneldim. Dedim ki Bir gebelik testi alabilir miyim? Adam kasanın arkasında gözlüğünü düzeltti. Bir bana baktı, bir raftaki kutulara."
"Sonra?" dedim, sesim biraz kısılmıştı ama meraklıydım.
"Sonra bana şöyle dedi; Hayırlı olsun kardeşim. Sağlıkla gelir inşallah."
"Ee?"
Eser'in sesi düz, yüzü donuktu. Ciddi ciddi söylüyordu bunları. "Ben de başımı salladım. Amin. dedim. Cevap verdim yani, ayıp olmasın."
Gülmek istedim ama boğazıma düğümlendi. Dudaklarımı birbirine bastırarak gülüşümü saklamaya çalıştım.
Eser devam etti. "Sonra adam kutuyu uzatırken dedi ki, İlk çocuğun mu? Bak sakın karını yalnız bırakma, ona destek ol, her zaman yanında ol. Çocuğunu annesinin kucağına bırakıp elini ayağını çekme."
"Hadi yine iyisin hiç yoktan bir çocuk sahibi oldun." dedim gülerek.
"Öyle oldu. Bir dakika ya. dedim ben sonra. Benim çocuğum değil ki. Yengemin çocuğu olacak. Yengem için alıyorum."
Başımı eğdim, içimden gülerken yüzümde yorgun bir tebessüm belirdi. Eser hâlâ ciddiydi.
"Eczacı inanmadı tabii. Utandığım için saklıyorum sandı. İnsan çocuğu olacak diye utanır mı? Dünyanın en güzel şeyi bu. Ha anne almış şu testi ha baba almış. Ne fark eder?" O an ona baktım. Gözleri hâlâ ciddiydi ama yüzünün bir kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Yani o da biliyordu, bu an biraz saçmaydı. Ama aynı zamanda gerçekti. Gerçek olduğu için komikti. Komik olduğu için hafifleticiydi.
En sonunda dayanamayıp minik bir kahkaha attım. "Değil mi değil mi?" dedim ve koluna dostça dokundum. "Çok sağ ol Eser her şey için. Hem test için hem de şu an beni güldürdüğün için."
"Eyvallah." dedi Eser. Sonra meraklı gözlerle baktı. "Babası çok mutlu olacak. Eğer.." dedi, sonra sustu. Devamında ne diyeceğini merak etsem de Eser devam etmemişti ve ben de devam etmesi için herhangi bir çabada bulunmamıştım. Sessizliğin ardından başını eğdi, ayaklarını sürüyerek kapıya yöneldi. "Ben aşağıdayım. Bir şeye ihtiyacın olursa..."
Başımı salladım, kapıyı kapattım. Testi poşetten çıkartır çıkartmaz banyoya koştum. Testi yaptım, klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdum ve negatif çıkmasını umarak beklemeye başladım.
Negatif çıkacağını bile bile neden bu testi yaptığımı bilmiyordum. Nihayetinde regl gecikmeleri çok sık yaşadığım bir şeydi ve bunu hamilelik belirtisi olarak algılamam çok ama çok saçmaydı.
Tamam son bir haftadır başım dönüyor, midem bulanıyordu ama bunlar da ağır sıcakların getirdiği semptomlardı.
Hem ben hamile kalamazdım çünkü beni muayene eden üç doktor da hep aynı cümleleri kurmuştu.
Bana ne dediklerini hâlâ hatırlıyordum. O soğuk doktor odalarını, floresan lambaların keskin ışığını, masanın köşesine sinmiş metal kokularını. Hepsi zihnime kazınmıştı.
"Çocuk sahibi olmanız düşük ihtimal."
"Düşük derken?"
"Yüzde beş. Belki yedi. Mucize gerekir."
Yumurtalık rezervin düşük. Doğal yollarla hamile kalman zor.
Genç yaşta yaptığınız düşük rahminizi yaralamış, hamile kalamazsanız.
Bu cümleleri duyduktan sonra umut etmeyi bırakmıştım. Bir çiçeğin hiç açmayacağını bilerek toprağa bakmak gibiydi umut etmek ve insan umut etmeyi bırakınca zamanla unutuyordu da. Bir eksiklik hissetmiyordu sonrasında. Alışıyordu. Kendine başka anlamlar buluyordu. Hayat başka yerden akıyor sanıyordu.
Ben hamile kalamazdım ve kalmamalıydım. Olmamalıydı. Çünkü ben artık o fikre elveda demiştim. Ve şimdi bir ihtimal, içimde bir yerden bana göz kırpıyordu. Ama bu ihtimalin adı sevinç değil korkuydu.
Lütfen negatif çıksın. diye içimden kaç kez saydığımı bilmiyordum.
Bu zamanda olmamalıydı. Çünkü çok yanlış bir zamandaydık. Ben bu durumdayken hiç olmamalıydı. Ben zaten darmadağınık bir yerdeydim. Kendimi bile toparlayamazken, içimde başka bir canın varlığını nasıl taşıyacaktım?
Bu karışıklığın içinde yeni bir başlangıcı sırtlanmak... Hayır. Kaldıramazdım. Ben zaten çökmüşken, tek başıma bir hayatı taşıyamazdım.
Gözlerimi kapattım, gözyaşlarım iki yanağıma da süzüldü, derin bir nefes aldım, gözlerimi açtım. Teste bakmaya cesaret edemediğim için önce uzun süre tavanı izledim.
Küçük, saçma bir plastik parça. Ama ellerimi terletiyordu, sanki atom bombası tutuyormuşum gibi hissettiriyordu. Beni değiştirecek, beni ele verecek, içimde saklamaya çalıştığım her şeyi açığa çıkaracak bir şey gibiydi.
Bakışlarımı indirdim. Lütfen tek çizgi olsun.
Çubuğun üzerinde beliren ikinci çizgi, hayal meyal bir hayal kırıklığı gibi önce silikti, sonra belirginleşti. Baktıkça keskinleşti.
Sanki biri kalbime bir jilet çekmişti. Düzgün nefes alamıyordum. Dizlerim titriyordu. Ama en çok da beynim susmuyordu. Yanlıştır. dedim. Olmaz. Çünkü olamaz.
Bir süre nefes almayı unuttum. Birileri ciğerlerime taş basmıştı sanki. Ellerim titriyordu. Banyodaki o soğuk fayanslara bakarken aklım bir yerlere çarptı, paramparça oldu. Saç diplerimden başlayan terleme alnıma indi.
Ben mucizelere inanmıyordum. Bu yüzden de şu an, bu çubuğun üstündeki ikinci çizgi bir mucize değil, bir yanlışlıktı. Belki bir hataydı. Belki de eczacı bozuk bir test vermişti. Hayatın bana kötü bir şakasıydı bu.
Bilmiyordum.
Tek bildiğim saatin kaç olduğunu bilmeden, zaman durmuş gibi bu banyoda, elimde testle ve ne yapacağımı bilmeden oturuyor oluşumdu.
Kalbim çoktan dağılmıştı. Ve içimde hâlâ bir ses bağırıyordu. Olmamalı.
Ama olmuş.
Telefonum çaldığında hâlâ klozet kapağının üstünde oturuyordum. Çalan zilin melodisi kulağıma çarptı ama beynim anlamakta gecikti. Birkaç saniye sonra ekranı kaldırabildim. Babam arıyordu.
Parmaklarım tuşlara basarken titriyordu. Açmadan önce gözümü testten ayırmamaya yemin etmiş gibiydim. Sanki ne kadar uzun bakarsam, bu olanlar o kadar gerçek olmayacaktı. Ama hayat gözünü kaçırdığında değil, doğrudan baktığında daha çok acıtıyordu.
"Baba." dedim sesim titreye titreye. Bana kötü bir haber verecek olmasından çok korkuyordum. Savaş'ın ölmesini kaldıramazdım. Her şey altüst olmuşken onun beni terk edecek olmasını kaldıramazdım. "Baba kötü bir şey mi oldu?"
"Ada!" dedi babam. Sesi heyecanlıydı, nefes nefeseydi. "Ada Savaş, doktora tepki verdi. Parmağını oynattı."
"Ne?" dedim ayağa kalkarak. "Baba sen ne diyorsun?"
"Az önce doktor geldi. Savaş parmağını oynattı, göz kapakları titredi. dedi. Kızım duyuyor bizi artık. Uyanıyor belki de. İkizin geri dönüyor kızım."
"Gerçekten mi?" dedim, üzerinde hala iki çizgi bulunan testi lavabonun kenarına bıraktım, odaya girdim. Kalbim çılgın gibi atmaya başladı. Az önce nefes alamazken şimdi göğsümde patlayan bir sevinç vardı. Test bile umurumda değildi. Ne sonucu, ne anlamını, hiçbir şeyi düşünemedim. İçimde sadece babamın cümlesi yankılanıyordu. Savaş tepki verdi.
"Gerçekten kızım. Biliyorum bugün senin için çok önemli ama gelemez misin hastaneye? Belki senin varlığını hissedince daha iyi olur oğlum."
Gülümsedim. "Geliyorum baba." dedim. Telefonu kapattım. Elbisemi çıkardım, rahat bir şort ve t-shirt giydim. Odanın anahtarını, beyaz Jeep'imin anahtarını ve telefonumu çantama attım, koşar adımlarla odadan çıktım.
Bahçeden çıkarsam dikkat çekerdim, bu yüzden otel çalışanlarının kullandığı arka servis kapısına doğru koştum. Merdivenlerden koşarak indim. Otelin kapalı otoparkına koştum. Arabaya atladım ve beklemeden motoru çalıştırıp otelden ayrıldım.
Yokluğumu ne zaman fark edeceklerini ve fark ettiklerinde ne tepki vereceklerini düşündüm. Umurumda değildi çünkü bir aydır minicik bir tepki vermeyen ikizim bugün parmağını oynatmıştı. Ve ben onun yanında olmak istiyordum.
Gökyüzü mavisi gözlerini düşündüm. Bir aydır onu hatırlatıyor diye gökyüzüne bile bakamıyordum. Ondan on yedi yıl uzak kalmıştım ve dahasına dayanacak bir sabrım yoktu.
Bir aydır nefes alıyordum ama yaşamıyordum. Savaş o hastane odasında sessizliğe gömüldüğünden beri ben içimde kocaman bir sessizlikle dolaşıyordum. Sesini duyamadığım her gün, kendi iç sesim biraz daha kısılmıştı. O uyanmadıkça ben de uyanamıyordum.
Her sabah uyanmak, gözümü açmak, diş fırçalamak, bir şeyler yemek. Hepsi sadece zaman geçirmek içindi. İçimden hiçbir şey gelmiyordu. Gözlerimden yaş akmıyordu çünkü ağlamak bile bir lükstü artık. Biri gidebilir diye ağlarsın ama gidememiş, orada, ulaşılmaz bir yerde duruyorsa neye ağlayacaksın?
Odaya her girdiğimde ellerine bakıyordum. Çocukken saçımı çeken, sokakta yürürken elimden tutan, koşarken düşersem beni kaldıran o eller şimdi hareketsizdi. Onlara dokunmaya bile korkuyordum. Sanki dokunsam daha da sessizleşecekti her şey.
Savaş hep bendim. Ben de hep oyum sandım. Şimdi içimde bir parça donmuş gibi duruyordu. Hayat dışarıda devam ederken, ben onunla duruyordum. Herkes bana güçlü olduğumu söylüyordu ama neye göre güçlüydüm? Savaş'ın elini tuttuğumda içimden geçen feryatları kimse duymuyordu. Onun nefes alıp vermesi bile artık makinelerle ölçülüyordu ve ben her gün o makinelerin ışıklarına umut bağlıyordum.
Dünyanın en korkunç sesi, sevdiklerinin sessizliğidir. Birini kaybetmekten daha ağırdır, çünkü hâlâ yanınızdadır ama ulaşamazsınız. Göz kapaklarının ardında hangi rüyada olduğunu bilemezsiniz. Geri dönecek mi, dönmeyecek mi, bilemezsiniz. Beklemek, yalnızca beklemek, insana delilik öğretir.
Bir aydır bu deliliği yaşıyordum. Bir aydır ikizimi toprağa gömmemek için dua ediyordum. Bir aydır yaşar gibi yaparken, içten içe çürüyordum.
Ve şimdi bir parmak hareketi.
Tanrı şahidim olmalıydı, ben belki hiçbir mucizeyi hak etmedim belki ama bu parmak hareketi, bu minicik tepki, içimde kocaman bir fırtına koparmıştı. Biri göğsümün ortasına güneşi bırakmış gibiydi. Kalbim bir ay sonra ilk kez ısındı. İçimdeki karanlık dağılmaya başladı.
Gaza biraz daha bastım. Gecenin sıcak rüzgârı camdan içeri doluyor, saçlarımı dalgalandırıyordu ama ben hissetmiyordum. Ellerim direksiyonda, gözlerim yolda ama zihnim bambaşka bir güne dönmüştü. Savaş'la son kez yürüdüğümüz o güne.
O gün serin bir akşamdı.
Savaş yanı başımda yürüyordu ama adımlarında öfke vardı. Dudaklarının kenarı kasılmıştı. O tok, net sesi titriyordu. "İkizinle görüşmene yasak koyan bir adamla nasıl hâlâ evli kalabilirsin Ada? Gerçekten anlamıyorum seni."
Yutkundum. "Deniz'in amacı bizi korumak."
"Korumak mı?" dedi alayla. "Seni herkesin içinde küçük düşürdü. Başkasının yatağına girmekle suçladı. Unuttun mu bunu?"
"Unutmadım." dedim sessizce. "Ana anlamıyorsun Savaş, o da korkuyordu. Louis onun için bir yabancı ve ona güvenmiyor. Şu an çevresinde yabancı olan herkes onun için tehlikeli." dedim, karşıdan karşıya geçiyorduk ve yayalar için yeşil ışık yanıyordu.
"Hayır Ada, korkmaktan çok daha fazlasıydı bu. Kontrol etmeye çalışıyor seni. Seni kimlerle görebileceğine karar vermek istiyor. Beni bile, ikizini bile hayatından çıkarmaya çalışıyor! Ne hakla, ne cüretle?" dedi öfkesinin en koyu haliyle.
Dudaklarım titredi. Bir şey söyleyecektim ama söyleyemedim. O an sözlerimizi bir çığlık kesti. Bir araba motorunun bize yaklaşan ve yaklaştıkça yükselen sesi kulaklarımın uğuldamasına sebep olmuştu.
Savaş'la olduğumuz yerde donup kalmıştık. Ne bir adım geri gidebiliyor ne de bir adım ileri atabiliyorduk. Ne yöne gidersek gidelim kurtulamazdık çünkü araba çok hızlıydı.
Arabanın farları gözümü almıştı, içime yayılan korkuyu dizginlemeye çalışıyordum. Çünkü bu araba trafik ihlali yaparak kırmızıda geçen öylesine bir sürücü değildi. Bu sürücünün hedefi bendim ve beni öldürmek istiyordu.
Her şey saniyeler içinde olmuştu. Önce çığlıklarımız sokakta yankılandı.
"SAVAŞ!" dedim korkuyla.
"ADA!" dedi benden de büyük bir çığlıkla.
Sonra ellerini sırtımda hissettim. Beni kaldırıma doğru itmişti. Birkaç saniye sonra yüzüstü düştüm. Vücudum yere savruldu. Dirseğim taşa çarptı, dizim yandı ama hayattaydım.
Başımı çevirdim, Savaş'ın da yanıma gelmesini bekledim. Ama Savaş gelememişti. Araba hızını hiç kesmeden Savaş'ın üzerine sürdü ve Savaş belki de on metre uzağa savruldu. Ciğerlerimi yırtacak kadar büyük bir çığlık attım. "SAVAŞ! HAYIR!"
Beni hedefleyen ama bana değil de Savaş'a çarpan gri araba saniyeler içinde gözden kayboldu.
O an hiçbir şey duymuyordum. Sokaktaki uğultu, insanların, uzaklardan gelen korna sesleri. Hepsi birer uğultuya dönüşmüştü. Sadece kendi kalp atışımı duyuyordum. Göğsümde deli gibi çarpan, her vuruşunda kaburgalarımı parçalayacakmış gibi olan kalp atışımı.
Ellerimle yere tutundum. Avuç içlerim betonla kavga etti. Dirseğimdeki acı sızlıyordu ama farkında değildim. Dizimin derisi sıyrılmış, kan akıyordu belki ama acı hissetmiyordum. O anda tek hissettiğim şey panikti.
Savaş.
SAVAŞ!
Ayağa kalkmak istedim ama dizlerim beni taşımıyordu. Gücüm yoktu. Bacaklarım sanki yerle bütünleşmişti. Zihnim koş diyordu ama vücudum hâlâ dehşetin içinde taş kesilmişti.
Ama kardeşim o asfaltta yatıyordu. Yalnızdı. Hareketsizdi.
Tüm bedenim zangır zangır titrerken kendimi kaldırdım. Yere düşerken çarpan omzumu hissettim, sol tarafım uyuşmuş gibiydi. Ama ağrılarımı umursayacak hâlim yoktu. Ayakta bile doğru düzgün duramazken sendeleyerek o yöne koştum.
Koşamadım bile. Yürür gibi, düşer gibi, emekler gibi.
Her adımda ayaklarımın altı boşalıyordu. Nefesim kesiliyordu. Boğazımdan çıkan hıçkırıklar kontrolsüzdü. Sokaktaki insanlar bulanıktı, yüzlerini seçemiyordum. Ama birini, bir tek kişiyi net görüyordum. Savaş.
Sanki biri onun üzerine beyaz bir çarşaf germişti. Öyle hareketsizdi. Ayakları iki yana açılmış, bir kolu vücudunun altına sıkışmıştı. Alnının kenarından akan kan boynuna doğru iniyordu.
Yanına diz çökmeden önce son bir çığlık attım. "SAVAŞ!"
Ama cevap gelmedi.
Dizlerimin üzerine kapaklandım. Tüm vücudum titriyordu. Ellerimi yüzüne götürmekten korkuyordum. Ya buz gibi olmuşsa... ya gözlerini sonsuza dek kapattıysa?
Ama dokundum. Yanağına değdim. Ilıktı. Nefesini kontrol etmeye çalıştım. Çaresizlikle, ellerimle göğsüne bastım. "Buradasın değil mi? Lütfen... lütfen buradasın..."
"Ambulans!" diye bağırdım. "YARDIM EDİN! AMBULANS!"
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmüyordu. Onlar akmıyordu, boşalıyordu. Gözbebeklerimden düşmekle kalmıyor, yüreğimle birlikte akıyorlardı.
"Savaş lütfen." dedim fısıltıyla. "Lütfen ölme ben sensiz kalamam."
Başımı onun göğsüne yasladım. Kulak kesildim. Bir şey duyabilmek için. Bir küçük nefes, küçücük bir inleme.
Ama tek duyduğum şey, kendi kalp atışımdı. Ve o kalp, kardeşimin sessizliğine çarpıp parçalanıyordu.
"SAVAŞ! Lütfen! Lütfen uyan!" Ellerim titreyerek yüzüne dokundum. Parmak uçlarım kanla karışık terine bulandı. Solgun yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı, kirpikleri bile kıpırdamıyordu. Dudakları hafif aralıktı ama hiçbir nefes sesi duyamıyordum.
"Bana bak! Lütfen bana bak! Gözlerini aç!" Sesim boğazımda parçalandı. Nefesim kısaldı. Göğsümdeki basınç öyle büyüktü ki bir çığlık kopacaktı içimden ama ben çığlık atmak yerine yalvardım.
"Ben sensiz yaşayamam, beni duyuyor musun? Sen benim her şeyimsin, Savaş. Uyan ne olur, bir şey söyle. Bir nefes al. Bir tepki ver. Lütfen."
Ellerini avuçlarımın içine aldım. Sıcaklık kayboluyordu. Bunu hissettim. O an öyle bir korku saplandı ki içime, bağırmaya başladım. "AMBULANS! YARDIM EDİN NE OLUR! AMBULANS!"
Etrafımda insanlar toplanmıştı ama sesleri yoktu. Hepsi figür gibiydi. Kimse Savaş'ın gözlerini açamıyordu, kimse nefesini geri getiremiyordu. Kalabalığın arasında birileri bağırıyor, biri polisi arıyordu ama ben duymuyordum.
Ben yalnızca onu duyuyordum.
Ya da duyumsayamıyordum.
Burnum onun saçlarına değdi. Başımı yanağına yasladım. Kokusunu içime çektim. O kokuda yıllar vardı. Mahallede oynadığımız sokaklar, birlikte çözdüğümüz bilmeceler, gizlice açtığımız kutular, çocukluğumuzun çığlıkları.
Ama şimdi onun çığlığı yoktu. Sadece ben vardım. Ve ben tek başıma çığlık atıyordum.
"Ne olur..." dedim, titrek dudaklarımla. "Savaş uyan, ne olur uyan."
Kalbim duracak gibi hissediyordum. Çok büyük bir acıyla yalvardım. Allah'ım onu benden alma.
Arkamda çalan korna sesiyle birlikte düşüncelerimden sıyrıldım ve gaza basıp yoluma devam ettim. O kazanın yaşandığı gece yaşadığım en acı ve en kötü gecelerden biriydi. Ambulansın gelişini, apar topar hastaneye gitmemizi, Savaş'ın ameliyata alınmasını, iç organlarının çok zarar gördüğünü unutamıyordum. Kemiklerinin akciğerlerine battığını, geçirdiği iç kanamanın ağırlığını, ameliyatın hiç iyi geçmediğini ve ameliyattan sadece iki gün sonra böbreklerinin ikisinin de iflas ettiğini, Deniz'in ona bir böbreğini vermesini unutamıyordum. Çoklu organ yetmezliğiyle karşı karşıya kaldığını unutamıyordum. Her şey korkunç bir kabus gibi ilerliyordu.
Savaş'ın kazasından sonra Deniz'le aramızda açılan boşluk kocaman bir uçuruma dönmüştü ve onun önerisiyle boşanmıştık. Bana kalsa boşanmak hiçbir şeyi düzeltmeyecekti ama o bunun ikimizin için de en doğru karar olduğuna karar vermişti. Nihayetinde ben de bunu kabul etmiştim ve hakim bizi tek celsede boşamıştı.
Savaş Deniz'le evli kalmamın bir saçmalık olduğuna inanıyordu ve şimdi tam da onun istediği gibi evli değildik ama o bundan habersizdi.
"Baba." dedim koridorda babama koşarken. "Baba."
Babam beni görür görmez ayağa kalktı ve ben yanına varınca bana sıkıca sarıldı. "Kızım." dedi ağlarken.
"Baba Savaş uyanacak." dedim umut dolu bir sesle. "Uyanacak değil mi?"
"Uyanacak kızım. Bırakmaz o seni. Biliyorum ben." dedi babam, kollarını etrafımdan çekip gözyaşlarımı sildi.
"Ada Hanım, hoş geldiniz." dedi Beyza.
Ona doğru döndüm. "Beyza ben Savaş'ın yanına girmek istiyorum. Parmağını oynatmış. Ben onunla konuşursam o duyar. Ben biliyorum duyar o."
Beyza kısa bir süre düşündü. "Önce önlük giymeniz ve maske takmanız gerekecek."
"Olur. Tabii elbette." dedim. Beyza beni bir odaya soktu. Saçlarıma bir bone taktım. Üzerime önlük giydim. Ağzımı ve burnumu kapatan bir maske taktım. Eldiven giydim ve Beyza'nın peşinden ilerledim.
Odanın loş ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu, yatağa doğru ilerledim. Hâlâ aynı şekilde yatıyordu. Bedenine bağlı kablolar, monitörlerin çıkardığı düzenli bip sesleri, serum şişeleri. Hepsi aynıydı. Ama yüzünde bir şey farklıydı. Göz kapakları. Evet, titriyordu.
Bir adım attım. Sonra bir adım daha. Yanına vardım. Yatağın kenarına oturdum.
"Savaş?" dedim fısıltıyla. "Ben geldim."
Duyup duymadığını bilmiyordum. Bilinci var mıydı bilmiyordum. Ama ben yine de konuştum. "Bugün bir mucize oldu. Sen, doktora tepki vermişsin. Bugüne kadar karanlıktı ama şimdi bir ışık var içimde. Lütfen geri dön. Savaş, sensiz bu dünya çok sessiz."
Elini tuttum. Avuç içleri sıcaktı. Eskisi gibi sımsıcak. "Sen belki istemeyeceksin ama Deniz sana böbreğini verdi biliyor musun? Yaşaman için elinden geleni yaptı. İnanır mısın boşandık biz. Tabii bunu sana birçok kez söyledim ama şimdi duyacağından emin olarak ilk kez söylüyorum." dedim, gözümün yaşını sildim. "Sana söylemek istediğim bir şey daha var Savaş." Derin bir nefes aldım ve kalp ritmimin düzene girmesi için bekledim. "Ben hamileyim. Nasıl olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok ama hamileyim işte. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum. Tek istediğim uyanman. Uyanır uyanmaz sana her şeyi anlatacağım. Bilmediğin o kadar çok şey oldu ki. En kötüsü de ne biliyor musun? Sadece sen değil, kimse hiçbir şey bilmiyor." Kısa bir an düşündüm. "Eser biliyor sadece. Ama onun da beni çok da iyi anladığını düşünmüyorum."
Gülümsediğim anda Savaş'ın başparmağı hafifçe kıpırdadı. Zar zor fark edilecek kadar hafifti ama ben gördüm. Gördüm ve gözyaşlarım bir kez daha sel oldu. Gözlerimi kapattım, alnımı eline yasladım.
"Beni duyuyorsun." dedim kendimden emin bir sesle. "Duyuyorsun Savaş." Savaş bir kere daha parmağını oynattı. "Savaş uyan artık sana yalvarıyorum uyan. Çok özledim seni. Burada bu halde olmana dayanamıyorum artık. Aç gözlerini, ne olur."
Ben Savaş'a uyanması için yalvarırken Savaş'ın duyup duymadığını bile bilmiyordum. Ama yine de konuşmaktan kendimi alamıyordum. İçimden bir ses duyduğunu söylüyordu.
"Ada Hanım." dedi Beyza. İçeri girmemişti ama ben yoğun bakım ünitesindeki hoparlörden onun sesini duymuştum. "Artık çıkmanız gerekiyor. İki dakikanız doldu."
Beyza'nın beni görüp görmediğini bilmeden başımı salladım. Maskenin üzerinden Savaş'ın elini öptüm, yüzünü sevdim. "Yine geleceğim gökyüzü gözlü ikizim. En kısa zamanda yine geleceğim."
Yataktan kalktım, yoğun bakım ünitesinden çıktım. Üzerimdekilerden kurtuldum, koridora döndüm. "Baba." dedim sevinçle. "Baba ben Savaş'la konuştum. Duydu mu bilmiyorum ama parmağını oynattı. Bana da tepki verdi."
Babam bana sıkıca sarıldı. "Allah'ım sana şükürler olsun."
"Az kaldı baba, uyanacak." dedim. Uyanacaktı ve ben bir aydır bakmaktan kaçındığım gökyüzüne artık bakabilecektim.
"Güneş'e de haber vereyim ben." dedi babam. Başımı salladım, elimi çantama atıp kendi telefonumu çıkarttım. Louis'ten on altı, Sarp'tan yedi, Selay'dan iki cevapsız çağrı vardı. Louis aramalarına cevap alamayınca altı tane de mesaj atmıştı.
Ada, nereye kayboldun?
Herkes seni soruyor.
Otelde misin hala?
Yoksa Deniz'le misin?
Çünkü o da ortalıkta görünmüyor.
Bana hemen geri dön lütfen.
Şu an Louis'le ilgilenmek istemiyordum. Sarp'ın söylediklerinden sonra Louis'e karşı olan düşüncelerim değişmemişti. Sarp'ın aksine ben Louis'in benden hoşlandığına inanmıyordum. Louis flörtöz biriydi ama asla yavşak değildi ve bütün kadınlara bana yaklaştığı gibi yaklaşıyordu. Sarp yanılıyordu. Ama ben yine de şimdi onunla uğraşmak istemiyordum.
"Beni aramışsın." dedim Sarp aramamı yanıtlayınca.
"Neredesin Ada sen?" dedi Sarp endişeyle. "Herkes seni soruyor, nereye kayboldun?"
"Babam aradı Sarp." dedim heyecanla. "Savaş parmağını oynatmış. Ben de yanına girdim, konuştum onunla. Tepki verdi, parmağını oynattı."
"Ciddi misin?" dedi Sarp. Sesindeki kaygılı merak dağılmıştı. Yerine heyecanlı bir bekleyiş yerleşmişti.
"Evet. Bu ilk kez oluyor. Bir aydır ilk kez."
"Evet." dedi Sarp düşünceli bir sesle. "Ee doktor bir şey diyor mu?"
"Hayır, doktoru şu an burada değil. Yarın sabah gelip kontrol eder."
"Savaş uyandığında Aladağ Hastanesi'nde olduğunu öğrenince ne yapacak acaba?" dedi Sarp alayla.
"Yapma Sarp. Kaza olduğunda biz boşanmamıştık. Başka hastaneye götürecek halimiz yoktu değil mi?"
"Neyse." dedi Sarp. "Ben seni soranlara ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Bu gecenin en önemli iki kişiden biri ortalarda yok. Ne diyeceğiz millete?"
"Doğruyu söyle Sarp." dedim. "İkizim için oteli terk ettim ve bu oldukça makul bir sebep."
"Aslında haklısın." dedi. "Peki gelecek misin otele?"
"Evet döneceğim." dedim. "Görüşürüz."
"Dikkat et Ada. Görüşürüz." dedi Sarp, babamla vedalaştım, hastaneden ayrıldım ve arabama atlayıp tekrardan otele doğru yola çıktım.
***
Otele döndüğümde saat gece yarısını geçmişti. Lobide kimse yoktu. Koridorlar sessizdi, halıların üzerinde ayak sesim yankılanıyordu. Asansöre binmeden önce aynada kendime şöyle bir baktım. Gözlerim şişmişti, yüzüm solgundu ama içimde bir şey kıpırdamaya başlamıştı. Savaş'tan gelen o küçük tepki, karanlık gecenin içinde yanan bir mum gibiydi.
Odamın kapısını açıp içeri girdim. Ayakkabılarımı çıkardım, saçımı açtım, çantamı yere bıraktım, banyoya geçip yüzümü yıkadım. Soğuk suyun tenime değmesiyle biraz daha kendime geldim. Aynada yüzüme bir kez daha baktım. Bir gariplik vardı. Gözlerim dolu doluydu ama bu sefer başka bir sebeptendi. Gözyaşları acıdan değil, umutla dolup taşmaya çalışıyordu.
Gözlerim lavabonun üzerine bıraktığım teste iliştiğinde bütün kaygılarım tekrardan kendini göstermişti ama bu konuyu şimdilik rafa kaldırdım.
İçeriye geçtim. Kendime bir bardak su doldurdum. Cam kenarına geçtim. Perdeleri araladım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
Tam o sırada kapı çaldı. Ses öyle yavaş, öyle kararsızdı ki önce emin olamadım. Yanlış mı duydum diye düşündüm. Bekledim. İkinci kez çaldı. Bu kez daha netti. Beni ürkütmek istemeyen birisinin sesi gibiydi bu. Kapıya doğru yürürken içimden bir ses, kalbimi hızlandırmaya başladı.
Kapının deliğinden baktım. Elim kapı kolu üzerindeyken bir an tereddüt ettim. Ama daha fazla koridorda durmasının tehlikeli olduğunu düşünüp saniyeler içinde kapıyı açtım. "Sevgilim." dedim. Elini tutup onu odaya soktum ve kapıyı kapatıp kilitledim.
Ellerini belimin iki yanına yerleştirip beni duvara yasladı ve böylece bedeniyle duvar arasında sıkışıp kaldım. "Seni çok özledim." diyerek dudaklarımı kendi dudaklarının arasına aldı. Daha üç gün önce yine bu odada sevişmiştik ama o buna rağmen beni özlemişti.
O ilk anda zamanın durmuş gibi hissettirdiği o tanıdık sıcaklık tüm bedenime yayıldı. Dudaklarımız birbirine kenetlenmişti ama bu yalnızca bir öpücük değildi. Bu, bastırdığımız tüm acıların, kayıpların, suskunlukların, özlemlerin birbirine karıştığı bir fırtınaydı. Nefesimiz birbirine karışırken, elleri belimden sıyrılıp sırtıma kaydı. Parmak uçları omurgamın çizgilerini ezberler gibi dolaşıyordu.
Ben de ona sarıldım. Tırnaklarım sırtına saplanacak kadar sert değil ama vazgeçemeyecek kadar kararlıydı. Boynumdan geçen nefesini, göğsüme değen kalp atışı gibi hissettim. Bedeni bana sığınmak istermiş gibi daha da yaklaştı. Aramızdaki mesafe yok olmuştu. Tenimiz, kumaşların altından birbirine sesleniyordu.
Boynuma dudaklarını götürdü. Cildime bıraktığı her öpücük, içimde bastırdığım duyguların kilidini bir bir kırıyordu. Parmakları saçlarımın arasına karıştı, başımı geriye eğdi. Gözlerim kapalıydı ama onun bakışlarını tenimde hissedebiliyordum.
"Seni çok özledim." dedi tekrar. Yanağını yanağıma yasladı. "Sen olmadan hiçbir şey tamam değil."
Parmaklarım gömleğinin düğmelerine uzandı. Her düğmeyi bir yükü bırakır gibi, geçmişin ağırlığını çözer gibi açtım. Göğsüme değen teni sıcaktı, kalbi hızlıydı. Avuçlarımı sırtına götürdüm. Omuzlarındaki gerginliği hissettim. Parmak uçlarımla dokundum, yavaşça, sanki sadece bedenine değil, kalbine de ulaşmak ister gibi dokundum.
Odanın içindeki sessizlik, yalnızca aramızdaki solukların yankısıyla doluydu. Perdeler hafifçe rüzgârla dalgalanıyor, ışıklar duvara yumuşak bir parıltı gibi vuruyordu. Dudaklarımız tekrar buluştuğunda zaman durmuştu sanki. Onun kokusu, dokunuşu, nefesi, her şey geçmişin gölgesini siler gibiydi.
Dudaklarımızın arasında geçen her saniye biraz daha derine çekiyordu bizi. Bedenim ona doğru eğilmişti ve çoktan bana daha fazla yaklaşmıştı bile. Ellerim göğsüne yaslandığında kalbinin deli gibi attığını hissettim. Nefesimiz birbirine dolanmıştı. Onu düşünmek, yaktığı yerden yeniden yakıyordu.
Parmakları sırtıma kaydı, sonra belime. Bana doğru bir adım daha attı. Duvara çarpan sırtımın ardından gelen o yakınlıkla birlikte, onun bedeni de benimkine tamamen yaslandı. Aramızda hiçbir boşluk kalmamıştı.
Bacaklarımın arasına uyguladığı baskıyı bana fark ettirmemek için herhangi bir çaba harcamıyordu. Nefes alışverişi hızlanmış, dudaklarımdaki hareketleri yavaşlamıştı. Sanki kendini kontrol etmeye çalışıyordu.
Yanağı boynuma değdiğinde gözlerimi sımsıkı kapattım. Onun teniyle temas hâlindeydim ama sanki içimi de okşuyordu. O yakınlıkla birlikte vücudumun her parçası canlı gibiydi artık. Sıcaklık göğsümden aşağıya iniyor, zihnim bulanıklaşıyordu. Her temasında bacaklarım istemsizce titriyordu.
İçimde bir kıpırtı değil adını koyamadığım bir dalgalanma vardı. Dudaklarını boynuma, omzuma, sonra tekrar çeneme taşıdı. Öyle bir açlıkla öpüyordu ki karşı koyamıyordum.
Gözlerinde beni yutacak bir karanlık ve aynı zamanda yakacak kadar sıcak bir şey vardı. Bakışları yüzümde gezindi, sonra boynumda, sonra dudaklarımda. Ellerini belimin iki yanına tekrar yerleştirdi. Dudaklarımız yeniden buluştuğunda bu sefer öpüşmemiz hem daha yavaş hem daha yoğundu. Sanki zaman durmuştu. Sanki o an sadece biz vardık. Nefes alışverişimiz birbiriyle karışıyor, kalp atışlarımız aynı ritimde hızlanıyordu.
Ellerini kalçamın altına uzattı, sonra aniden ama yumuşak bir hareketle beni kucağına aldı. Aniden yükseldim. Bacaklarımı refleksle onun beline doladım. Kollarımı boynuna sardım. Gözlerim kapalıydı ama dudaklarını boynuma, omzuma, göğsüme taşıyan nefeslerini hissedebiliyordum. Her öpücüğü bir kıvılcım gibi tenime değiyordu.
Adımlarını duydum. Yatağa doğru yürüyordu. Her adımda bedenlerimiz biraz daha birbirine yaklaşıyordu. Ve ben her adımda aramızdaki sıcak ve sert baskıyı hissediyordum.
Bedenim onun kucağında hafifti ama içimdeki dalgalanma öylesine ağırdı ki... Utanmadım. Çünkü ben de istiyordum.
Parmakları belimde dolaşırken nefesini yanağımda hissediyordum. "Sana dokunmadan geçirdiğim her gece için özür dilerim."
***
"Hastaneye gideceğini zannediyordum." dedim fısıltı gibi bir sesle.
"Seninle sevişmek daha cazip geldi." dedi sesinin en çekici tonuyla. "Hem sen de koşa koşa oraya gitmişsin. İkimizi aynı anda orada görsünler istemedim."
"Louis senin de ortadan kaybolduğunu söyleyince-" dedim, anında lafımı kesti.
"İki aydır katlanamadığım tek şey ne biliyor musun?" dedi saçlarımı okşarken. "Her şeye katlanıyorum ama onu senin etrafında görmeye katlanamıyorum." Bir an nefesim durdu. Yüzümü hafifçe boynundan kaldırıp gözlerine baktım. "O adam sana bakarken gözlerini kaçırmıyor. Sanki seni gözleriyle soyuyor. Sanki seninle geçireceği bir akşamı adım adım hayal ediyor. Ve sen hiçbir şey fark etmiyormuşsun gibi davranıyorsun."
Kaşlarımı çattım, yatakta hafifçe doğruldum. "O sadece arkadaşım. Sarp da biliyor. Aramızda hiçbir şey yok."
"Hayır, Ada. Senin tarafında bir şey olmadığını biliyorum." dedi hemen, sesi yumuşadı. "Ama onun tarafında öyle değil. Ve bu beni delirtiyor."
Yüzümde yorgun ama hafif bir gülümseme belirdi. Elimi onun çenesine uzatıp başparmağımla sakalını okşadım. "Louis beni sevmez, Deniz. Gerçekten."
Gözlerini kaçırdı. Kıskançlığını yutmaya çalışır gibiydi. Sonra usulca ama inatla konuştu. "Senin yanında olabilmek için İstanbul'a geldi. Sana iş teklif etti. Seninle iş yürütüyor. Herkesin önünde seninle dans etti. Sana o bakışlarla bakan bir adamı nasıl sevmez sayabilirsin?"
Yutkundum. "Ben o dansa çıkarken seni izliyordum. O bakışları görmedim bile. Üstelik benim kalbim, iki buçuk yılı aşkın bir süredir sana ait. Sen bunu hâlâ bilmiyor musun?"
Bakışları gözlerime kilitlendi. "Biliyorum. Ve belki de bu yüzden bu kadar kıskanıyorum. Çünkü senin kalbinde olan yere kimse yaklaşamaz ama yine de yaklaşmaya çalışanlar var. Onları gördükçe..." Sözünü bitiremedi. Elini başımın arkasına götürdü, parmakları saçlarımın arasından geçti. "Kıskanıyorum Ada. Ne yapayım? Ben seni her istediğimde göremezken Sarp gibi, Louis denen herif gibi şanslı olamadığım için canım yanıyor."
"Oynadığımız oyun." dedim. "Zaman geçtikçe daha zor bir hal alıyor ve işin içinden çıkamıyoruz Deniz. Sanki geri dönülemez bir yola girmişiz gibi hissediyorum. Herkes senden nefret ediyor. Her şey açığa çıktığında seni affetmeleri büyük bir mucize olur."
"Umurumda değil." dedi gerçekten de umurunda olmadığını anlatan bir sesle. "Umurumda olan tek şey sensin. Umurumda olan tek şey beni karanlıkta bile bulan gözlerin. Bak yanımdasın, hayattasın. Geri kalan hiçbir şeyle ilgilenmiyorum. Herkes bana düşman oldu ama umurumda değil. İki ayı geçti ne annemle ne babamla konuşuyorum ama umurumda değil. Boşandığımızdan beri Melis telefonlarıma çıkmıyor ama umurumda değil. Boşandık diye en yakın arkadaşım beni hayatından çıkardı, istifa etti, bir aydır nerede bilmiyorum ama umurumda değil. Sen böyle koynumda olduktan sonra hiçbir şeyin önemi yok. Ne de olsa düzelecek biliyorum."
"İçimden bir ses kolay olmayacağını söylüyor." dedim. "Daha kaç tümsekli yoldan geçeceğiz? Daha neleri atlatacağız biz? Daha kaç sınav var önümüzde?"
"Az kaldı sevgilim." dedi. "Savaş'ın durumu iyiye gidiyor. Hadi boş ver ciddi konuları da bunu konuşalım."
Gülümsedim. "O kadar mutluyum ki Deniz. O iyileşecek ve uyanacak biliyorum."
"İyileşecek evet." dedi yorgun bir sesle.
Elimi böbreğinin olduğu yere götürdüm. "Yeterince su içtin değil mi bugün? Amcan ilk altı ayın senin için çok önemli olduğunu söyledi, unutma çok dikkat etmen ve sağlıklı yaşaman gerek."
"İçtim sevgilim." dedi, sonra bir an sustu. "Sana karıcım diyemediğim her saniye kendime küfrediyorum. Boşanalım. diyen aklımı sikeyim.’’
Kıkırdadım. "Teknik ve resmi olarak şu an sevgili olduğumuz için şu an bana sadece sevgilim diyebilirsin sevgilim."
Deniz gözlerini devirdi ama gülümsememek için dudaklarını ısırdı. "Teknik ve resmi olarak sevgiliyiz ha?" dedi. "İyi o zaman. Sevgilim, az önce teknik olarak beni çıldırtıyordun, haberin var mı?"
Kahkahayı bastım. "O zaman demek ki teknik olarak hâlâ etkileyiciyim?"
"Sen teknik olarak felaketsin Ada. Benim kalbim, hormonlarım, sabrım, sinir sistemim hepsi şu anda senin yüzünden iflas etti."
Çarşafı yüzüme çekip kahkaha attım. "İflas eden sinir sisteminle pek iyi seviştin ama?"
"Zaten." dedi kendinden emin bir sesle. Çarşafı yüzümden çekti, gözlerini kısmış gibi yaptı. "Bir şey soracağım ama dürüst cevap ver. O dansta Louis'e mi gülümsüyordun yoksa bana mı?"
"Hmm..." dedim sahte bir düşünme edasıyla. "Ona değil tabii ki. Ama sırf o gülümsemeyi sen gör diye biraz da ona gülümsedim diyelim."
Kaşlarını çattı. "Yani gözümün önünde başka bir adamla flört mü ettin?"
"Oyundu canım!" dedim savunmaya geçerek. "Hem senin kıskanman da gerekiyordu biraz. Hani biraz Benimsin! havasına gir diye."
"Zaten benimsin. Ben sana Benimsin. derim ama sonra Louis ortadan kaybolursa nedenini açıklayamam." dedi tehditkâr ama uykulu bir sesle.
"Dramatik mafya romantizmi." dedim göz devirmeye çalışarak. "Ah, evet, bir kadın daha ne ister ki? Çiçek yollayan ve kıskandığı için adam kaçıran mafya sevgili. IMDb 7!"
"Sana çiçek almayı özledim." dedi, yanağımı öperek. "Ama önce seni her gün görebileceğim o eski hayatımıza geçmek istiyorum. Çiçek ne ki?" Başımı kaldırdım. Deniz anlatmaya devam ediyordu. "Sabahları birlikte kahvaltı, akşamları aynı haberlere sinirlenme, hafta sonu temizlik kavgası, ortada kaybolmuş çoraplar, paylaşılmayan son dilim kek, hepsi."
"Ve çiçek?" diye sordum, hafifçe gülerek.
"Ve çiçek. Her ayın on sekizinde. İlk kez seni öptüğüm gün diye." dedi.
"Çiçek demişken, bahçemiz nasıl? Çiçeklerim duruyor değil mi?" dedim merakla. "Roma nasıl? Son üç gündür fotoğrafını atmıyorsun."
"Roma kocaman oldu." dedi. "Ama seni unutmuş olabilir. Bana çok alıştı. Senin yerine onunla uyuyorum ben de ne yapayım?" dedi mutsuz bir ifadeyle.
Deniz'e iyice sokuldum ve parmaklarımı göğsünde gezdirmeye başladım. Hamile olduğumu ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Bu sefer ondan saklamayacaktım, sürpriz yapacağım diye tek başıma içimde saklamayacaktım. Söylemem gerekiyordu, sonrasını düşünmeden söylemem gerekiyordu.
Hamileliğim bütün planımızı bozacaktı. Belki de her şey en başa dönecekti ve yine hayatlarımız tehlikeye girecekti.
"Neyse." dedi Deniz saçlarımı öperek. "Uyuyalım mı sevgilim?"
"Uyuyalım." dedim. "İyi geceler teknik olarak sevgilim olan ama manevi olarak kocam olan adam."
Deniz minik bir kahkaha attı. "İyi geceler teknik olarak hayatım olan ama manevi olarak karım olan kadın." Elimi tuttu, kalbinin üzerine koydu. "Bu atışı her gün senin adınla başlatıyorum. Bu atış ne zaman son bulursa işte ancak o gün silinirsin sen benim kalbimden."
"Öyle şeyler söyleme." dedim. Sonra anlık bir kararla yatakta doğruldum.
"Ne oldu?" dedi.
"Hemen geliyorum." dedim, koltuğa attığım sabahlığımı üzerime geçirdim ve banyoya koştum. Gebelik testini aldım. Arkamda saklayarak Deniz'in yanına döndüm.
Deniz meraklı gözlerle beni izliyordu. "Ne oldu sevgilim?" dedi kaşlarını kaldırarak.
"Sana bir şey söyleyeceğim. İyi mi kötü mü bilmiyorum." dedim titreyen bir sesle.
Deniz'in karşısında gözlerim onun sıcaklığına gömülmüşken, arkama sakladığım testin varlığı avuç içimi yakıyordu. Ona söylemeliydim. Birazdan, gözlerinin içine bakıp, hayatımızı değiştirecek o sırrı söylemeliydim. Sabahlığımın kenarını düzelttim. Gözleri hâlâ üzerimdeydi, hafifçe tebessüm ediyordu. Ona doğru bir adım attım. Tam o anda koridordan gürültülü koşuşturma sesleri geliyordu. "Ne oluyor ya?" dedi Deniz. Yatakta doğruldu.
Birkaç saniye sonra kapım şiddetle çalınmaya başladı. "DENİZ ALADAĞ! AÇIN KAPIYI! POLİS!"
Gecenin o sessizliğini yırtan bu ani ses, kalbimizi bıçak gibi kesmişti.
"Ne?" dedi Deniz tam olarak ne olduğunu anlayamadan. Yataktan kalkarken yüzüne düşen şaşkınlık ifadesi, yerini birkaç saniye içinde o tanıdık soğukkanlı ciddiyete bıraktı.
"DENİZ ALADAĞ!" diye bağırdı dışarıdaki başka bir ses. Bu sefer daha net, daha emir verir gibiydi. "İSTANBUL CUMHURİYET SAVCILIĞI EMRİYLE GELDİK! DERHÂL KAPIYI AÇIN!"
Deniz ayağa kalktı, önce pantolonunu giydi, sonra üzerine gömleğini geçirdi, düğmelerini ilikleme gereği duymadan yanıma geldi. Ellerini iki koluma yerleştirdi. "Korkma. Tamam mı? Korkma."
"Deniz ne oluyor?" dedim titreyen sesimle.
"İÇERİDE OLDUĞUNUZU BİLİYORUZ. DERHAL AÇIN KAPIYI!"
"Bilmiyorum." dedi Deniz. "Ama korkma tamam mı? Eğer ters bir şey olursa Eser'i bul. O ne yapması gerektiğini bilir. Sarp'a söyle sakın senin yanından ayrılmasın. Tamam mı?" dedi. Ben bir tepki vermeyince tekrar sordu. "Tamam mı sevgilim?"
Ben yine bir tepki verememiştim ama Deniz bu sefer sormamış, eğilip dudaklarımı öpmüştü.
Arkasına döndü, kapıya ilerledi ve kolu indirip kapıyı açtı.
Koridorda siyah yelekli iki polis, arkalarında sivil kıyafetli bir adam ve bir kadın memur daha vardı. Hepsinin yüzünde aynı ciddiyet, aynı ağırlık vardı. İçeri bir adım attılar. O an salonun ışığı Deniz'in yüzüne çarptı.
"Siz Deniz Aladağ mısınız?" dedi öndeki memur. Bu soru çok saçmaydı çünkü Deniz medya yüzü olan biriydi ve polisin onu tanımamasına imkan yoktu.
Deniz başını hafifçe eğdi. "Evet."
"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkınızda başlatılan soruşturma kapsamında; resmî belgede sahtecilik, suç delillerini gizleme, kaçak silah ticaretine yardım ve yataklık suçlamalarıyla gözaltına alınacaksınız. Lütfen bizimle gelin."
Kelimeler odanın ortasında yankılandı. Sanki odanın içindeki hava bir anda çekilmiş, yerçekimi iki katına çıkmıştı. Dizlerimin bağı çözüldü ama hâlâ ayakta duruyordum. Hareket edemedim. Ne bir adım atabildim ne bir kelime söyleyebildim. Sadece baktım. Duyduklarım beynimde yankılanıyordu ama gerçekliği daha kabullenememiştim.
Polislerden biri elini cebine attı, kelepçeyi çıkardı. "Ellerinizi öne uzatın lütfen."
Deniz önce bir anlığına bana baktı. Gözleriyle sadece bana ait bir veda yazdı. Ardından gözlerini kaçırmadan yavaşça ellerini öne uzattı. Metalin çıtırtısı o kadar yüksek geldi ki kulaklarımda çınladı. Sanki kalbimin içinden geçmişti. Kelepçenin soğuk sesiyle birlikte içimde bir şey kırıldı.
O sırada arkamdaki test yere düştü. Plastik küçük bir ses çıkardı ama benim için gökyüzünden düşen bir taş gibiydi.
Kadın memur Deniz'in arkasına geçti, onu kapıya doğru yönlendirdiler. Tam çıkacakları anda Deniz bir kez daha başını çevirdi. Göz göze geldik. Gözlerinde korku yoktu. Panik yoktu. Sadece bir şey vardı. Güçlü ol. diyordu. Her şey bitecek ve ben döneceğim.
Ama ben orada olduğum yerde donmuş haldeydim. Gözyaşlarım yavaş yavaş yanaklarıma süzülmeye başladı. Ne çığlık atabildim, ne hayır diyebildim. Sadece ağlıyordum çünkü içimden gelen tek tepki buydu.
Deniz kapıdan çıkarken bir an için arkasını döndü. Son kez, bir adım daha atmadan önce bana baktı. Sanki her şeyi o bakışla söylemek istemişti. Seni seviyorum. dedi o sessiz bakışla.
Ben hâlâ olduğum yerdeydim. Avuçlarım, hâlâ söyleyemediğim sırrı saklıyordu. İçimde bir can, dışımda bir yıkım vardı.
Bir anda bir ses, içeride bastırılmış bir çığlık gibi içimde yükseldi. Harekete geç Ada. Şimdi ağlama zamanı değil.
Gözyaşlarımı bile silmeden sabahlığımı çıkartıp hızlıca yere attım. Üzerime siyah bir pantolon ve beyaz gömlek geçirdim. Saçlarımı geriye doğru taradım. Ellerim titriyordu ama bunu bastırmak zorundaydım. Kalbim hâlâ Deniz'in son bakışıyla sıkışıyordu ama düşünmeliydim. Plan yapmalıydım. Yalnız değildim.
Telefonumu elime aldım. İlk Eser'i aradım. Saniyesinde açtı. "Yenge?" dedi uykulu bir sesle.
"Eser... Deniz'i götürdüler." Sesim hâlâ titriyordu ama kelimelerim netti.
"Ne?" dedi, sesi bir anda yükseldi. "Kim? Ne zaman? Nerede?"
"Benim odamdaydı Deniz. Birkaç dakika önce polisler geldi. Ellerinde tutuklama emri vardı. Belgede sahtecilik, delil karartma, kaçak silah ticareti gibi şeyler söylediler. Gözümün önünde kelepçelediler Eser. Richard belgeleri polise vermiş!"
"Tamam, tamam. Sakin ol." dedi hemen. Sesi komut verir gibi kararlıydı. "Ben hemen harekete geçiyorum. Avukatlara ulaşacağım. Sen Sarp'ı da ara. Seni yalnız bırakmasın. Ben birazdan yanına geliyorum."
"Tamam." dedim. "Tamam Eser bekliyorum."
Telefonu kapattım, Sarp'ı aradım. Daha ilk çalışında açmıştı, anlaşılan uyumuyordu. "Ada?" dedi merakla. "Ne oldu?"
"Sarp." dedim. Sesim titriyordu. "Sarp Deniz'i tutukladılar."
"Ne demek tutukladılar? Sen nereden biliyorsun bunu?"
"Deniz benim odamdaydı. Polis geldi. Resmî belgede sahtecilik, delil karartma, silah kaçakçılığına yataklık. Ellerinde emir vardı, gözümün önünde kelepçelediler."
"Ne işi vardı Ada onun senin odanda?"
"Sarp şimdi bunları konuşmanın sırası değil. Her şeyi anlatacağım. Ama sana ihtiyacım var. Odama gel Sarp. Lütfen."
Sarp sabırsız bir nefes verdi. "Tamam, geliyorum." dedi, telefonu kapattı.
Gözlerim kapıya, aklım Deniz'in kelepçelenmiş ellerine takılı kalmıştı. Sabahlığım yerdeydi. Kaldırıp aldım. Zaman, birkaç dakika önceye göre bambaşka bir anlam kazanmıştı. O an her şey yavaşlamıştı, şimdi ise her şey üzerime çöküyordu.
Deniz yoktu.
Karnımın altındaki o minicik hayatla baş başa kalmıştım. Testi yerden aldım, ortadaki sehpaya bıraktım.
Sarp'ı beklerken odada sağa sola yürüdüm. Pencereyi açtım, nefes almaya çalıştım, alamadım. Boğuluyordum.
"Ada." dedi Sarp, ayak sesleriyle birlikte kendi sesi de yaklaşıyordu. "Ada neler oluyor?"
Sarp'a doğru döndüm ve koşarak ona doğru ilerledim. "Sarp." dedim. "Sarp."
"Tamam, yanındayım. Sakin ol." dedi, kollarımı ona o kadar sıkı sarmıştım ki bunu beklemediğini anlayabiliyordum. Çünkü biraz da olsa dengesini kaybetmişti.
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda konuşamayacağımı sandım. Ama iki kelime zor da olsa dudaklarımdan dökülmüştü. "Sarp, hamileyim."
"Ne?" dedi şaşkın bir sesle.
"Hamileyim ama Deniz'e söyleyemedim bile. Alıp götürdüler onu Sarp."
Sarp bir elini sırtımda gezdiriyor, bir eliyle de saçlarımı okşuyordu. "Sshh, tamam. Ağlama."
"Sarp Richard tüm belgeleri vermiş! Bütün her şeyi! Ne yapacağız biz şimdi? Nasıl aklayacağız biz Deniz'i? Sahte imar izni, belediye rüşvetleri, sakladığımız silahlar! Sarp ne yapacağız?" dedim hıçkıra hıçkıra.
"Bulacağız bir yolunu." dedi Sarp beni sakinleştirmek ister gibi. "Bulacağız tamam mı? Sakin ol."
Başımı iki yana salladım. O sırada bir ayak sesi daha duyuldu. "Yenge." dedi Eser. Sarp'ın kollarından ayrıldım ve Eser'in odaya girişini izledim. "Avukatları aradım. Karakola gidecekler hemen."
"Ben de gitmek istiyorum." dedim. "Biz de gidelim. Ben Deniz'i yalnız bırakamam. Bırakamam onu."
"Gidelim." dedi Eser. Sarp'a baktı. Gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Bakışları sonra sehpadaki gebelik testine kaydı, bir an bakışlarının parladığını hissettim. Hamile olduğum için mutlu olan ve bunu belli eden ilk insandı.
Sarp'a baktım. Beni kapıya doğru yönlendirdi. "Gidelim." dedi kısa bir nefes verdikten sonra. "Hadi gel."
Karanlık koridordan hızla geçtik. Otelin girişinde bekleyen Deniz'in siyah Range Rover'ına üçümüz birlikte bindik. Eser direksiyondaydı. Sarp arkaya, benim yanıma oturdu.
Motor çalıştı, Eser hızla yola koyuldu. Gözlerim camdaydı, ellerim hâlâ titriyordu. Sarp bana döndü. "Şimdi anlat. Baştan sona. Ne oluyor? Ne yapıyordunuz? Deniz neden senin odandaydı?"
Yutkundum. İçimi çeken bir boşluk vardı. Ama anlatmalıydım. Artık gizlenebilecek hiçbir şey kalmamıştı. "Biz." dedim titreyen bir sesle. "Biz Deniz'le size oyun oynuyorduk."
Sarp'ın yüz ifadesi değişti, büyük bir şaşkınlık yaşadığını anlayabiliyordum. "Ne oyunu?"
"Her şey Evren'in silahlarını kaçırdığımız gece Richard'ın bize mesajı yollamasıyla başladı." dedim.
Sarp'ın yüzündeki ifade daha da derinleşti. "Richard size mesaj mı attı?"
"Evet." dedim. "Deniz'den araziyi istediğini söyledi. Eğer vermezse hamile kalamadığımı medyaya yayacağını, beni öldüreceğini, elindeki tüm belgeleri hem savcıya hem yerli medyaya hem de dış medyaya vereceğini söyledi."
"Ada siz böyle bir şeyi bize nasıl anlatmazsınız? Niye gizlediniz?"
"Çünkü ne kadar az şey bilirseniz o kadar iyiydi. Richard bana dair her şeyi biliyordu Sarp, her şeyi. Yıllarca beni izlemiş. Fransa'da kaldığım evin adresini bile biliyordu. Sandığımızdan daha tehlikeliydi bu adam. Eğer herkes her şeyi bilseydi biri illa açık verirdi ve hayatı tehlikeye girerdi, bunu istemedik."
"Ada en azından bana nasıl söylemezsiniz böyle bir şeyi?" dedi.
"Söyleyemezdik. Richard mesajında benim ölümümden bahsederken çok ciddiydi. Yani benim Deniz'in zaafı olduğumu biliyordu, ben Deniz'in kırmızı çizgisiydim ve Richard bunun farkındaydı. Ona bunun aksini ispat etmek zorundaydık. Yani benim Deniz'in zaafı olmadığıma ikna olmalıydı, böylelikle benim canımı almak için uğraşmayacaktı. Yani kısacası benim Deniz için vazgeçilmez olmadığımı inandırmaya çalıştık. Böylece Richard beni hedef almanın Deniz'i yıkmayacağını düşünecek ve Deniz'i beni kullanarak tehdit edemeyecekti."
"Nasıl yani? Daha açık anlat."
"Birbirimizi sevmediğimizi zannettiğiniz bir oyun oynamaya karar verdik. Eğer buna siz inanmazsanız kimse inanmazdı. Richard da inanmazdı. İlk işimiz tartışmak için sebepler yaratmak olmuştu. Biz neyden tartışırız ve siz buna nasıl inanırsınız diye düşündük. Aklıma Louis'in teklifini kabul etmek geldi."
‘’Nasıl bu kadar iyi oynayabildiniz?’’ dedi, sonra başını Eser'e çevirdi. "Sen niye şaşırmıyorsun amına koyayım?"
"Eser biliyordu Sarp." dedim. "Ama biz anlatmadık. Deniz'i ve beni konuşurken duymuş. O yüzden anlatmak zorunda kaldık."
Sarp hayal kırıklığıyla yüzüme baktı. "Ne olursa olsun bana söylemen gerekirdi Ada." dedi kırık bir sesle. "Ulan ben de diyorum ki Ada ve Deniz boşandı, bu herif neden Ada'ya hala yenge diyor?! Meğer her şeyi biliyormuş."
"Söyleyemedim Sarp." dedim. "Söyleyemedim işte."
"Ada benim bir kere yengem oldu. Gerçekten boşanmış olsalardı bile yengem olarak kalmaya devam ederdi. İnsanların hayatımdaki sıfatlarını kolay kolay değiştirmem ben. Yengemse ömür boyu yengemdir. Arkadaşımsan ömür boyu arkadaşımsındır."
"Adamdaki racona bak." dedi Sarp ve içli bir nefes verdi. ‘’Devam et Ada. O gece, senin Louis'in teklifini kabul ettiğini söylediğin gece, hani Deniz'in seni başka adamların yatağına girmekle suçladığı gece." dedi, kısa bir süre sustu. "Yani o tartışma sahte miydi?"
"Sahteydi." dedim. "Önceden konuştuk Deniz'le. Bir metin yazıp ezberledik. Birbirimize söylediğimiz cümleleri zaten önceden biliyorduk." dedim. Aslında her şeyi bilmiyordum. Doğum kontrol ilacı konuşmak gibi bir planımız yoktu. Deniz o cümleyi söylediği an donup kalmıştım çünkü gerçekten hiç beklemiyordum. Oyun oynadığımızı bilsem de o an çok kırılmıştım. Deniz de söylediği için çok pişman olmuş, herkes gittiğinde benden binlerce kez özür dilemişti. Kimseyle bir şey yaşamadığımı biliyordu ama yaşamış olsam bile o imaları hak etmediğimi de biliyordu. Aslında onu affetmiştim ama o kendini affedemiyordu.
O gece o konu hakkında çok fazla şey konuşmamıştık çünkü Deniz'in tek yoğunlaştığı konu benim Fransa'da dört kez intihar edişim olmuştu. Çok merak ettiğini anlayabiliyordum ama beni tekrar o günlere döndürmemek için soramadığını da fark ediyordum. Bu konu hakkında tek yapabildiği şey bana sıkı sıkı sarılmak ve kendimi öldürmemem için yalvarmak olmuştu. Zor olmuştu ama ikna olmuştu. İntihar etmeyecektim. Ölüm kolay olandı ve ben Deniz'le zoru başaracaktım.
"Biz herkesin yanında Deniz'le tartışıyorduk ama biz bize kaldığımızda oyunu bitiriyorduk Sarp." dedim, gözümden akan yaşı sildim. "Siz bizi ayrı sanırken biz hep buluştuk benim otelimde. Gizli saklı."
"Anladım." dedi Sarp başını sallaya sallaya. "Peki ya Koral ve Victor'la buluştuğun için sana söylediği sözler?"
"O da oyundu. O buluşmayı Deniz istedi. Her ne kadar korksa da senin yanımda oluşuma güvendi ve beni buluşmaya gönderdi. Bunun bizim aramızda başkaları tarafından büyük bir sorun olarak görüleceğini biliyordu. Yani tartışmamız sizin gözünüzde mantıklı bir zemine oturmuştu. Çünkü Deniz'in arkasından iş çevirmem Deniz tarafından affedilir bir şey değildi."
"Peki Bursa'ya gidişin? O da mı planlıydı?"
"Evet." dedim. "Richard'ın Bursa'yı bildiğini düşünmüyorduk. Deniz orasının benim için güvenli olduğunu düşündü ve oraya gitmemin doğru olduğuna karar verdik. O yüzden Bursa'ya gittim. Hayatım tehlikede olmadığı sürece Deniz diğer her şeyle baş edeceğini söyledi. O yüzden araziyi vermemekte kararlıydı. Araziyi alamamak Richard'ı sinirlendirmişti. O yüzden hamile kalamadığımı medyaya verdi."
"Anladım. Güzel ama sonra neden Bursa'ya gidip seni aldı?"
"Çünkü Richard bana babaannemle uzaktan çekilmiş bir fotoğrafımı attı. Ailemin hayatını tehlikeye atmamak için Deniz'e söyledim ve o da gelip beni aldı. Bu kötü olmuştu çünkü kocamın yanına dönmüştüm ve Richard Deniz için bir zaaf olduğumu düşünmeye devam etti."
"Bu yüzden de seni öldürmeye karar verdi ve üzerinize araba sürdü." dedi boğuk bir sesle.
Başımı salladım. "Hala şansımızı denemek istiyorduk. Deniz boşanmamızın Richard'ı ikna edeceğini düşünüyordu. Başta kabul etmesem de sonunda ikna oldum ve anlaşmalı olarak tek celsede boşandık. Sizin için de mantıklıydı çünkü kardeşimin yaralanmasına sebep olan adamdan boşanmam gayet olağandı. Kimse yargılamayacaktı ve arkasını düşünmeyecekti."
Sarp’ın gözleri bir anlığına boşluğa düştü. Sonra tekrar bana odaklandı. "Araziyi verseydi bunlar olmazdı. Neden vermiyor?"
"Ben vermesini istemedim Sarp. Eğer o araziyi alırsa ülkede at koşturacak Richard. İstediği kadar uyuşturucuyu sokacak sokaklara. Çocuklar ölecek. Bunu kabullenemem ben."
"Ama şimdi de neler yaşıyorsun Ada! Değdi mi yani? Savaş komada."
"Savaş iyileşecek." dedim. Bir yanım buna tüm kalbimle inanıyordu. Bir yanımsa buruk bir ifadeyle gülümsüyordu.
"Kültür merkezi mimarlığın için neden sponsor oldu peki Deniz? Uzak durması gerekmiyor mu planınıza göre? Boşandınız ya hani?"
"Şirket için iyi reklam olacağını düşündü. Bir de Louis'i kıskanıyor Deniz. Sponsor olunca işin içinde olacaktı ve Louis'i kontrol edebilecekti. Bu yüzden de sponsor oldu işte. Hem daha ben Bursa’ya gitmeden önce sponsor oldu hatırlatırım. Karısı için sponsor olması normal değil mi?’’
"Al işte!" dedi Sarp kısa bir süre düşündükten sonra. "Sadece ben değilmişim bunu düşünen. Dedim sana bu Louis senden hoşlanıyor. Deniz de işkillenmese kıskanmazdı."
"Sevdiği için kıskanıyor. Louis yerine başkası olsaydı-"
"Hayır Ada Louis yerine başkası olsaydı kıskanmazdı. Beni, Eser'i niye kıskanmıyor o zaman?"
"Siz dostumsunuz çünkü."
"E tamam Louis de dostun değil mi yenge?" diye söze girdi Eser ilk kez. "O zaman onu da kıskanmasın."
"Abartıyorsunuz." dedim. "Ne demek istediğimi anladınız. Deniz sizi tanıyor, o yüzden kıskanmıyor. Louis'i tanımıyor, tanımadığı için de. Ayy off biz ne konuşuyoruz burada ya? Deniz tutuklandı farkında mısınız? Bu muhabbeti boş verin de bir şeyler düşünün. Benim sevgilim nasıl kurtulacak bu işten?"
"Onu artık avukatlar ve savcılar düşünecek yenge." dedi Eser.
Ona sinirli bir bakış attım. "Eser! Saçma sapan konuşma. Deniz'i aklayacak bir şeyler bulmamız lazım. Tanık bulmamız lazım. Belge bulmamız lazım."
"Her şeyi sadece Evren ve Güney biliyordu. Onlar tanık olabilirdi ama Evren malum, cehennemi boyladı. Güney de kayıplara karıştı." dedi Eser.
"Başka tanıklar bulmamız gerekiyor o zaman. Henüz hayatta olan ve kayıplara karışmayan tanıklar."
"Benim anlamadığım şey şu." dedi Sarp. "Bu adam ikna olmadı mı sizin ayrıldığınıza? Neden belgeleri verdi savcıya?"
"Çünkü Richard benim artık bir zaaf olmadığımı biliyor. Artık bir koz değilim. O yüzden araziyi alamadığı için elindeki son kozu kullandı, intikam almak için tüm belgeleri savcıya verdi." dedim. "Şu adamı bulmak zorundayız. Her şey onda bitiyor."
Sarp homurdandı. "Richard'ı bulmak mı? Ada, adam hayalet gibi! Aylardır peşindeyiz, hiçbir iz bırakmıyor. Elimizde ne var ki?"
Eser aynadan Sarp'a bir bakış attı, sonra bana döndü. "Yenge haklısın, Richard kilit nokta. Ama Sarp da doğru. Adamın izini sürmek için neyimiz var? Mesajları, tehditleri. Hepsi şifreli, hepsi karanlık."
Derin bir nefes aldım. Zihnim bulanık ama kararlıydı. "Mesajlar." dedim. "Richard'ın attığı mesajlar. Sarp, sen hackersın! O mesajlardan birinin izini sürebilirsin. Bir IP adresi, bir konum, herhangi bir şey?"
Sarp bir an durdu, sonra öne eğildi, ellerini koltuğa dayadı. "En başında aklınıza gelmesi gereken şey şimdi mi aklına geldi Ada? Daha en başında bana söyleseydiniz daha o zaman iz sürebilirdim ve belki de Savaş şimdi yanımızda olurdu." dedi, sesinde hafif bir alay ama gözlerinde bir kıvılcım vardı. "Ama şimdi şöyle bir şey var. Mesajlar şifrelidir Ada. Tor ağı, VPN'ler... Richard aptal değil. Ama... belki bir açık bulabilirim. Eski bir mesajda, mesela babaannenle fotoğrafı attığında, bir hata yapmış olabilir. Server loglarını tararım ama bu zaman alır. Ve garanti değil."
"Zamanımız yok." dedim, sesim titriyordu. "Deniz karakolda, Sarp. Her dakika aleyhine işliyor. Lütfen, dene."
Sarp iç çekti, sonra başını salladı. "Tamam, denerim. Ama bu iş riskli. Eğer Richard'ın sistemine girersem ve fark edilirsem, hepimizi yakarız. Deniz bunu duyarsa beni boğar, biliyorsun."
Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarım sadece hafifçe kıvrıldı. "Deniz bu plana zaten karşı çıkar. Tehlikeye atlamamızı istemez. Ama başka çaremiz yok, değil mi?"
Eser direksiyonu çevirirken mırıldandı. "Yenge, Deniz bu planı duysa, Ada'yı bu işe bulaştırmayın! diye bağırır. Ama sen haklısın, başka yol yok. Ama Richard'ı bulsak bile, ne yapacağız? Adam konuşmaz ki."
"Adelia." dedim yavaşça. "Adelia kılığında Richard'ın adamlarına sızabilirim."
Sarp şokla öne fırladı. "Ne dedin sen? Delirdin mi Ada?"
Eser aynadan öyle hızlı baktı ki araba hafifçe sendeledi. "Yenge, ciddi misin? Adelia'yı tekrar mı oynayacaksın?"
"Yapabilirim." dedim, sesim daha kararlıydı. "Victor'la buluşmuştum. Adelia olarak. Beni kimse tanımadı. Eğer Sarp mesajlardan bir iz bulursa, Richard'ın adamlarına ulaşırım. Onlara... Türkiye'ye silah sokmak istediğimi söylerim. Richard'ın yardımına ihtiyacım olduğunu. Bu onu ortaya çıkarabilir."
Sarp ellerini saçlarına götürdü, sinirle başını salladı. "Ada, bu intihar! Richard seni bir kaşık suda boğar! Deniz bunu duysa hapisten kaçar, seni durdurmak için."
"Deniz burada değil." dedim, sesim kırıldı. "Ve onu kurtarmazsak, yıllarca hapiste kalacak. Sahte imar izinleri, silah sevkiyatları... Bunları Richard düzenledi. Onu tuzağa düşürmeliyiz."
Eser derin bir nefes aldı. "Yenge plan fena değil ama Deniz bunu asla kabul etmez. Seni Adelia olarak o dünyaya sokmaz. Hem hamile olduğunu bilse-"
"Eser!" dedim, sesim yükseldi. "Bunu konuşmuyoruz, tamam mı?" Karnıma elimi koydum, içimdeki o minik hayatı hissetmeye çalıştım. "Deniz için yapmalıyım. Başka çare yok."
Sarp huzursuzca kıpırdandı. "Ada bu çok riskli. Richard'ın adamları seni tanıyabilir. Victor Evren'i öldürdü, unuttun mu? Richard da seni öldürebilir."
"Unutmadım." dedim, gözlerim doldu. "Ama Richard'ı bulmazsak, Deniz hapiste çürüyecek. Ve o belgeler... sadece Richard'ı değil, başka isimleri de işaret ediyor. Mesela... Aydın'daki belediye başkanı. Serkan Erden."
Eser kaşlarını kaldırdı. "Hangi belediye başkanı? Şu imar izni işine bulaşan mı?"
"Evet." dedim. "Sonart Holding’i anlatır belki. Deniz'i aklar."
Sarp alaycı bir şekilde güldü. "Ada o adam korkak! Niye tanıklık yapsın? Kendi koltuğunu riske atar mı sence?"
"Zorlarız." dedim, sesim sertleşti. "Elimizde bir şey olmalı. Mesela... Feyyaz Korkmaz."
Eser direksiyonu tutarken başını çevirdi. "Feyyaz mı? Şu rüşvet alıp yurtdışına kaçan herif mi?"
"Evet." dedim. "Feyyaz, rüşvetleri o topluyordu. Herkes onun yurtdışına kaçtığını söylemişti ama nerede olduğunu bilmiyoruz. Eğer Sarp, Feyyaz'ın izini de sürerse onu buluruz. Tanıklık yapmasını sağlarız."
Sarp başını koltuğa yasladı, iç çekti. "Ada, sen benden mucize mi bekliyorsun? Richard'ın mesajlarını taramak yetmezmiş gibi bir de yurtdışına kaçmış bir rüşvetçiyi mi bulayım? Hackerım, sihirbaz değil."
"Deniz için." dedim, sesim yalvarır gibiydi. "Sarp, lütfen. Feyyaz'ı bulsak, belediye başkanını da sıkıştırırız. İkisi de Richard'ı biliyor. Onları konuşturursak, Deniz kurtulur."
Eser, aynadan bana baktı. "Yenge Deniz bizi doğrar."
Gülümsemem buruktu. "Biliyorum. Deniz beni korumak için her şeyi yapar. Ama şimdi onu koruma sırası bende."
Sarp öne doğru hafifçe eğildi. "Tamam, Ada. Mesajları tarayacağım. Richard'ın bir açığını bulursam ona göre hareket ederiz. Ama Adelia işi... bunu bir daha düşün. Seni o dünyaya sokamayız."
"Ben kararımı verdim." dedim, gözlerim cama kaydı. "Ve ben duramam. Richard'ı bulacağım. Onu konuşturacağım."
İkisi de yenilgiyle başını sallamış, bir süre susmuşlardı. Kısa süreli sessizliği ise Eser bozmuştu. "Hamile olduğunu söyleyecek misin yenge?"
"Bilmiyorum." dedim. "Bir yandan Richard'ın kulağına gider diye çok korkuyorum. Karakoldan medyaya sızabilir hamile oluşum. Yani saklamalıyım o yüzden. Ama bir yandan da söylemek istiyorum. Bir bebeğimizin olacağını bilmek ona güç verebilir. Tutunmak için bir sebebe ihtiyaç duyarsa ve ben ona yetmezsem bebeği için güçlü kalmak isteyebilir." dedim ve içli bir nefes verdim. "Bu haberi kimseye söylemeyin. Eğer Richard duyarsa her şey altüst olur. Boşanma oyunumuz açığa çıkar. Richard bulunana kadar saklamak zorundayız.
"Ben kimseye söylemem." dedi Sarp.
"Ben zaten söylemem." dedi Eser.
Başımı salladım, bakışlarımı cama çevirdim. Hava aydınlanmaya başlamıştı.
***
Karakolun neon ışıkları, sabahın gri gökyüzünde soğuk bir yara gibi parlıyordu. Range Rover yavaşladı, Eser motoru durdurdu. Kapıyı açtığımda yüzüme çarpan ılık hava, içimdeki yangını söndürmedi. Deniz buradaydı, bu beton yığınının içinde, kelepçeli, suçlu gibi.
Elim karnıma gitti, bebeğimi hissetmeye çalıştım ama içimde sadece korku vardı. Onu görmeliydim, ona güç vermeliydim ama ya hamileliğimi söylersem ve Richard duyarsa? Ya bu boşanma oyunumuzu bozarsa? Kafamın içi bir fırtınaydı, düşüncelerim birbirine çarpıyor, dağılıyordu.
Sarp arka kapıyı çarpıp yanıma geldi, omzuma elini koydu. "Ada, sakin ol."
Başımı salladım ama boğazıma bir yumru oturmuştu. "Deniz'i görmem lazım Sarp. Onu yalnız bırakamam."
Eser arabadan inip bize katıldı, aynadan alıştığım o endişeli bakışını şimdi yüz yüze atıyordu. "Yenge, Deniz ifade veriyor muhtemelen. Avukatlarla konuşalım, belki bilgi alırız. Sen fazla öne çıkma, olur mu?"
"Öne çıkmam." dedim ama sesim kendi kulağıma bile yalan gibi geliyordu. Deniz'i görmeden duramazdım. Onun sesini duymalı, elini tutmalıydım.
Karakolun kapısına doğru yürüdük. İçeri girdiğimizde lobi floresanların soğuk ışığıyla doluydu. Plastik sandalyelerde birkaç kişi bekliyordu. Bir kadın ağlıyor, bir adam dışarı çıkıyordu. Polis memurları masalarında evraklarla uğraşıyor, telsizlerden cızırtılı sesler geliyordu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki göğsümde bir davul vardı sanki. Deniz neredeydi? İfade odasında mıydı? Hücrede miydi? Onu suçlu gibi mi tutuyorlardı? Zihnim karanlık senaryolarla doluyor, nefes almak zorlaşıyordu.
Sarp bir memurla konuşmaya başladı. Eser de yanına gitti, avukatların nerede olduğunu soruyorlardı. Gözlerim lobiyi taradı, sanki Deniz her an bir kapıdan çıkıverecekti. Ama çıkmadı. Sadece yabancı yüzler, soğuk duvarlar ve o iğrenç floresan ışığı vardı. İçimde bir boşluk büyüdü, sanki ruhum bedenimden çekiliyordu. Oturdum, başımı ellerimin arasına aldım. Deniz... Sensiz ne yaparım?
Sarp ve Eser geri döndü, yüzlerinde aynı kasvetli ifade vardı. Sarp yanıma çömeldi, sesini alçalttı. "Ada, Deniz ifade veriyormuş. Avukatlar yanında ama görüşme izni almak zor. Belki birkaç saat sürer. Sabırlı ol, tamam mı?"
"Sabırlı mı?" dedim, sesim titriyordu. "Sarp, Deniz suçlu gibi tutuluyor! Onu görmem lazım."
Eser diğer yanıma oturdu, elini omzuma koydu. "Yenge biliyorum, zor. Ama Deniz güçlü. İfade verdikten sonra belki görüşme izni alırız. Avukatlar, delillerin çoğunun sahte olduğunu söylüyor, beklemekten başka çaremiz yok."
"Zamanımız yok." dedim, sesim çatallaştı. "Richard her an yeni bir hamle yapabilir. Ya Deniz'i daha fazla suçlarlarsa?" Gözlerim Eser'e kaydı, yalvarır gibi bakıyordum. "Onu görmem lazım Eser. Hamile olduğumu bilse, tutunur. Bebeğimiz için savaşır. Ama...ya Richard duyarsa?" Başımı ellerime gömdüm, nefesim hızlandı. "Bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum."
Sarp derin bir nefes aldı, dizlerimin önünde çömelmiş halde bana baktı. "Ada, sakin ol. Panik yapma ve sessiz ol. Hedef haline geliyorsun."
"Zaten hedefteyim." dedim, sesim buruktu. "Deniz'i kurtarmak zorundayız Sarp."
Eser omzumu sıktı. "Yenge Deniz kurtulacak. Sarp mesajları tarayacak, Adelia planın riskli ama deneyeceğiz. Serkan Erden'i, Feyyaz'ı bulacağız. Richard'ı tuzağa düşüreceğiz. Ama şimdi sakin ol, tamam mı?"
Başımı salladım ama içimdeki fırtına dinmiyordu. Sarp bir iz bulmalıydı. Adelia kılığında Richard'la buluşmalıydım, Serkan Erden'i sıkıştırmalı, Feyyaz'ı bulmalıydık.
Bir polis memuru lobiye girdi, elinde bir dosya, telsizinde cızırtılar vardı. "Deniz Aladağ için görüşme izni yok." dedi bir meslektaşına. Kalbim sıkıştı. Görüşme izni yok mu? Onu göremeyecek miydim? Nefesim daraldı, başım döndü. Sarp kolumu tuttu. "Ada, nefes al. Panik yapma."
"Onu görmem lazım." dedim, sesim bir fısıltıydı. "Sarp, lütfen bir şeyler yap."
Sarp ayağa kalktı, Eser'e bir bakış attı. "Eser avukatlarla tekrar konuşalım. Belki bir yol buluruz. Ada sen burada kal, tamam mı? Hemen dönüyoruz."
Başımı salladım ama içimde bir çığlık büyüyordu.
Aradan belki yarım saat belki bir saat geçmişti ve ben ne Deniz'i ne de Sarp'la Eser'i görmüştüm. Deniz'i göreceğime olan inancımı yitirmeye başlamıştım ki bir kapı açıldı, gıcırtısı içimi deldi. Bir avukat, lacivert takım elbisesiyle lobiye çıktı, Sarp ve Eser de arkasından geliyordu. Ayağa fırladım. "Ne oldu?" dedim, sesim titriyordu. "Görüşme izni çıktı mı?"
Avukat yorgun bir ifadeyle başını salladı. "Kısa bir görüşme izni aldık ama sadece bir kişi için. Beş dakika. Savcı daha fazla izin vermedi."
"Tamam." dedim. "Beş dakika bana yeter."
İçimde bir savaş vardı. Koridorda avukatı takip ederken Deniz'in olduğu odaya yaklaştıkça kalbim göğsümden fırlayacak gibi hissediyordum. Kapının önünde durdum, camdan içeri baktım. Deniz oradaydı. Elleri kelepçeliydi ama gözleri hala güçlüydü, hâlâ benim Deniz'imdi.
"Sadece beş dakika." dedi savcı, kapıyı açtı, içeri girdim. Deniz'le gözlerimiz buluştu.
"Deniz." dedim, sesim titriyordu. Ona sarılmak istiyordum.
"Ada." dedi Deniz yerinden kalkarken. Ne tepki vereceğini bilmiyordum. "Ada burada ne işin var?"
"Seni görmek istedim." dedim. Ağır adımlarla yanına ilerledim. "Seni yalnız bırakamazdım."
"Ada." dedi başını sallaya sallaya. Tam önünde durduğumda kollarını kaldırıp başımın arkasına attı ve belime geldiğinde durdu. Elleri kelepçeli olduğu için sadece böyle sarılabiliyordu ve ben buna bile razıydım.
Kollarımı kaldırıp boynuna sarıldım. Kokusunu içime çektim. "Kurtulacaksın buradan. Buradan çıkman için elimizden geleni yapacağız. Seni çok seviyorum, bunu sakın unutma tamam mı?" dedim, gözyaşlarım önce yanaklarıma sonra Deniz'in omzuna süzülmüştü.
Deniz başını hafifçe geri çekti, gözlerime baktı. Bal rengi gözleri her zaman güç, umut, aşk doluydu ama şimdi kırılmış, yorgun, neredeyse kaybolmuş gibiydi. "Ada." dedi, sanki konuşmak için kendini zorluyordu. ‘’Ben artık dayanamıyorum. Seni koruyamadım. Savaş'ı koruyamadım. Kimseyi koruyamadım."
"Deniz, hayır." dedim, ellerimi yüzüne koydum, çenesini kaldırdım, gözlerine baktım. "Böyle konuşma. Sen pes etmezsin. Sen benim Deniz'imsin. Her zaman dayandın, şimdi de dayanacaksın."
Başını salladı. "Ada, anlamıyorsun. Sen hâlâ tehlikedesin. Seni kaybedersem ben biterim."
Kollarını tekrar kaldırıp sarılmamızı sonlandırdı, elini tuttum, kelepçenin soğuk metaline rağmen sımsıkı sıktım. Hamileliğimi söylemeliydim. Ona güç verebilirdi, tutunmasını sağlayabilirdi.
"Deniz." dedim. Gözlerime bakmasını sağladım. Bana sanki dünyada sadece ikimiz varmışız gibi baktı. "Sana bir şey söylemem lazım." Yutkundum, kalbim göğsümde deli gibi atıyordu. "Bebeğimiz olacak." dedim bir anda. Sesim titriyordu. "Hamileyim, Deniz. Seninle bir bebeğimiz olacak."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |