
Merhaba arkadaşlar. Yavaş yavaş Ada ve Deniz'in yolculuğunun sonlarına yaklaşıyoruz. Yaklaşık 4 bölüm sonra finali yayınlayacağım. Bölümlerin uzunluğuna ve kısalığına göre bu sayı 3'ü ya da 4'ü bulabilir. Fazla uzatmayayım. Ben Ada'yı da Deniz'i de ve tabii diğer karakterlerimi her zaman çok sevdim. Umarım sizler de sevmişsinizdir. Benimle buraya kadar gelen herkese çok teşekkür ediyorum ve sizlere 82'yi sunuyorum.
1 Eylül, Perşembe
Yaşadığım en tuhaf yaz, arkamızda bıraktığımız yazdı. Çok mutlu olmuş, çok üzülmüş, çok ağlamış, çok gülmüş, çok eğlenmiş, geçmez sandığım acıları yaşamış, bir mucizeyi yaşayarak ikiz çocuklara hamile olduğumu öğrenmiştim.
Bugün sonbahara girmiştik. Bazı insanlar Eylül ayına çok farklı anlamlar yüklüyordu. Kimisi aşk, kimisi para, kimisi sağlık, kimisi de büyük bir mucize bekliyordu. Ben ise bu aya girmeyi reddediyor, Ağustos’ta kalmak istiyordum. Çünkü yine boyumuzdan büyük işlere kalkışmıştık ve ben çok gergindim.
‘’Anladın değil mi?’’ dedi Sarp bana. Yeni alınan yatın güvertesinde son kez planın üzerinden geçiyorduk. ‘’Güvertede biraz oyalanıp marinadaki kameralara görüntü vereceksiniz. Deniz sana inmen gereken zamanı söyleyecek. Marinaya ineceksin.’’
Başımı salladım ama içimdeki tedirginliğin dudaklarımı ısırışımdan bile belli olduğunu anlayabiliyordum. ‘’Hayatımız tehlikeye girmeyecek değil mi?’’ diye sordum, ellerimi önümde tuttuğum çantama kenetlemiştim.
Sarp başını iki yana salladı, yüzüne sakinleştirici bir gülümseme yerleştirdi. ‘’Hayır. Şimdi ben Eser’le Yıldız ablanın büfesine gideceğim. Sen marinadan indikten sonra Eser seni almaya gelecek ve oraya geleceksiniz.’’
Deniz’e baktım. ‘’Bir süre açıldıktan sonra Mert’le bota atlayacağım ve buradan uzaklaşacağım. Siz yatı patlattıktan sonra da sizin yanınıza geleceğim. Korkmanı gerektirecek bir şey olmayacak. Zaten etraf polisle dolu. Sivil olarak halkın arasına sızdılar. Savcı da bir kafede olacak.’’ Tekrar başımı salladım, Deniz ellerini birbirine çarptı. ‘’O zaman hazırsak başlayalım.’’
‘’Başlayalım.’’ dedi Eser. Gözlerini kısarak ufka baktı. Sanki denizin maviliğinde bir tehlike arıyordu. Deniz’e baktım, o da benim gibi huzursuz görünüyordu. Kolunu bana sardı, şakağımı öptü. Bir şey söylemek istemiyordum, içimde büyük bir sıkıntı vardı.
Sarp ve Eser yattan indikten sonra Deniz’le birlikte güvertede bir süre oyalandık. Mert de yanımızda duruyordu. Gitme zamanım geldiğinde yattan indim, Eser beni Yıldız ablanın büfesine bıraktıktan sonra savcının yanına gitti. Sarp telefonundan bir kanalın canlı yayınını açtı. Birazdan savcı basın açıklaması yapacak ve Deniz’in serbest bırakıldığını söyleyecekti.
Bütün bedenim uyuşuyordu, tenimde bir ürperti vardı ve bunun sebebi kesinlikle mevsim değildi. Çünkü Aydın’a soğuk geç gelirdi ve hava hala yaz gibiydi. Ellerim titriyordu, parmaklarımı yumruk yapıp açarak kontrol etmeye çalışıyordum.
‘’Çok korkuyorum Sarp.’’ dedim. Bana korkacak bir şey yok der gibi baksa da çok korkuyordum. Marina polis kaynıyor olsa da çok korkuyordum. Gözlerimi denize diktim, dalgaların ritmik çarpıntısı yatı hafifçe sallıyordu ama bu ritim kalbimin düzensiz atışıyla çelişiyordu.
‘’Korkma.’’ dedi Sarp. ‘’Bak, Deniz uzaklaşmaya başladı marinadan.’’
Sıkıntıyla iç geçirdim. Sarp’ın telefonundan savcının sesi yayıldı. ‘’Sayın basın mensupları, değerli vatandaşlar.’’ dedi savcı, sesi net ve otoriterdi ama altında bir gerginlik seziliyordu. Kameranın flaşları yüzüne yansıyor, gözlerini hafifçe kısıyordu. ‘’Bugün, kamuoyunun yakından takip ettiği Deniz Aladağ davasıyla ilgili önemli bir gelişmeyi paylaşmak için buradayız. Yapılan soruşturmalar ve toplanan deliller ışığında, Deniz Aladağ’ın tutukluluk hali sona ermiş, kendisi bugün itibarıyla serbest bırakılmıştır. Ancak, dava süreci devam etmekte olup, adaletin tecelli etmesi için tüm taraflarla iş birliği içinde çalışmaya devam edeceğiz. Soruşturmanın hassasiyeti nedeniyle, daha fazla detay paylaşamayacağımızı belirtmek isterim. Anlayışınız için teşekkür ederim.’’
Savcının sesi kesildiğinde, kalabalığın uğultusu ekranda yükseldi, muhabirlerin soruları bir sel gibi yağıyordu ama savcı elini kaldırarak soruları reddetti ve kafeden uzaklaştı. Sarp da telefonun ekranını kapatıp Deniz’in içinde bulunduğu yatı izlemeye başladı. Elini gözlerine siper etti. Yat epey uzaklaşmıştı.
Büfede sağa sola yürümeye başladım, beş dakika geçti, on dakika geçti, onun üzerinden on beş dakika daha geçti. Yat durdu, on beş dakika daha bekledik. Deniz hala Sarp’a bottan indiğindi söylememişti. ‘’Niye yazmadı hala Sarp?’’ dedim, zaman geçtikçe geriliyordum.
Sarp telefonunun ekranına bakıyordu. ‘’Bilmiyorum.’’ dedi, bakışlarını Deniz’in kullandığı yata çevirdi. ‘’Bot da görünmüyor, diğer taraftan indiler herhalde.’’
‘’Off.’’ dedim. ‘’Bir şeyler ters gidiyor Sarp.’’
‘’Kötü düşünme.’’ demesiyle ekranına Deniz’in mesajı düşmüştü. Biz Mert’le indik, düğmeye basabilirsin.
Sarp tereddütle yüzüme baktı. Yata yerleştirilmiş bombanın uzaktan kumandasını cebinden çıkarttı. Parmakları kumandanın üzerinde dolanıyordu. Kaşlarını çattı, dudaklarını hafifçe ısırarak bana baktı. Eli hafifçe titriyordu, kumandayı avucunda sıkıca kavradı ama parmağı tuşa dokunmakla dokunmamak arasında gidip geliyordu. “Evet, başlıyoruz.”
Gözlerimi ondan ayırmadan başımı salladım ama içimdeki fırtına hiç dinmiyordu. Kalbim göğsümde bir davul gibi vuruyordu, her atışıyla mideme bir yumruk indiriyordu. “Bas Sarp.” dedim, sesim titrek çıkmıştı. Ellerimi yumruk yaptım, parmaklarım buz gibiydi. Deniz’in mesajı ekranda yanıp sönüyordu ama neden bilmiyorum, o kelimeler bana güven vermek yerine içime bir kurşun gibi saplanıyordu.
Sarp derin bir nefes aldı, omuzlarını dikleştirdi ve parmağını tuşa bastı. Zaman durmuş gibi gelmişti, hiçbir ses yoktu, sadece denizin hafif esintisi ve kalbimin deli gibi atışı vardı. Sonra uzaktan bir gürültü yükseldi. Boş yat bir an için sakin sakin süzülürken, birdenbire alev topuna döndü. Patlama çok şiddetliydi, sesi kulaklarımızı sağır edecek gibiydi. Alevler gökyüzüne yükseldi, turuncu ve kırmızı ateşler denizin maviliğini yararak dans ediyordu. Sanki cehennemin kapıları açılmıştı. Duman siyah bir bulut gibi yayıldı, rüzgarla birlikte marina tarafına doğru savruldu.
Gözlerimi kocaman açtım, ellerimi ağzıma götürdüm. Marinadaki insanlar telaş içinde koşuşturuyordu, bazıları yere çökmüş, bazıları ise çığlık atarak uzaklaşıyordu. Sivil polisler Sarp’ın dediği gibi halkın arasına karışmışlar, kalabalığı yönlendirmeye çalışıyorlardı ama kaos her şeyi yutmuştu. Bir kadın çocuğunu kucağına almış kaçıyordu, bir adam elini alnına siper edip patlamaya bakıyordu. Dumanın kokusu buraya kadar gelmişti, yanık metal ve deniz tuzunun karışımı burnumu sızlatıyordu.
Gözlerim başka bir şeye takıldı. Ufukta Mert’in kullandığı bot köpüklü izler bırakarak bize doğru yaklaşıyordu. Ellerimi bir sandalyeye yasladım, parmaklarım demiri öyle sıkı kavramıştı ki beyazlaşmıştı. İşaret parmağımla botu işaret ettim. “Sarp, geliyorlar.”
Bot yaklaştıkça daha net görüyordum. Mert botu hızla bize sürüyordu, telaşlıydı. Ama Deniz… Deniz yoktu. Botun arkasında, yan tarafında, hiçbir yerde yoktu. Gözlerimi kırpıştırdım, belki görmüyorumdur diye düşündüm ama hayır, Mert tek başınaydı. Ellerini kaldırıp bir şeyler işaret etti.
“Sarp!” diye haykırdım. “Deniz yok?’’ Korkuyla Sarp’a döndüm. ‘’Sarp yok, Deniz yok. Mert yalnız geliyor! Deniz nerede?” Bacaklarım titremeye başladı. ‘’Sarp, nerede Deniz? Deniz nerede? Yok.’’
‘’Sakin ol, anlarız şimdi.’’ dedi Sarp ama onun yüzünde de telaş ve korku vardı. Mert botu marinaya yaklaştırdı. Yüzü kireç gibi bembeyazdı.
Telaşlı ve korku dolu yüzü benim de korkmama, hatta gözlerimden yaşlar akmasına sebep olmuştu. ‘’Deniz nerede?’’ dedim yanımıza gelir gelmez. ‘’Mert, nerede Deniz?’’ Alev alev yanan yata baktım. Kalbim duracak gibiydi.
‘’Ada Hanım.’’ dedi, harfler dudaklarından zorla çıkıyor gibiydi. ‘’Ben bilmiyorum.’’
Sarp sinirle Mert’in üzerine yürüdü. ‘’Ne demek bilmiyorum?’’ Mert’in kolunu sıktı. ‘’Ne demek bilmiyorum Mert?! Niye tek başınasın sen? Nerede Deniz?’’
Mert’in tüm bedeni titriyordu. Gözleri yere kilitlenmişti. ‘’Abi ben bota indim, sonra Deniz Bey’i bekledim, yattan inmedi. Çok bekledim. Sonra bana mesaj attı, Sen git. yazmış.’’
Başımı şiddetle iki yana salladım. ‘’Yoo, yok hayır.’’ Yan taraftaki kafede çalan şarkı sanki yaşadıklarımdan haberdarmış gibi canımı daha çok yakıyordu.
Geldim, gördüm
Dünya büyük yalanmış
Ah, yalanmış
Ellerimde çaresizlik var imiş, var imiş
‘’Saçmalama Mert, Deniz bana Biz Mert’le indik, düğmeye basabilirsin. yazdı.’’ dedi Sarp, Mert’in kolunu daha da sıktı.
‘’Sarp, bilmiyorum. Ben bekledim, Deniz Bey de bana öyle yazınca beklemeye devam etmedim ve sizin yanınıza gelmeye karar verdim.’’
Sarp dişlerini sıktı, bense bayılacak gibiydim. Dizlerim titriyordu. ‘’Mert, sen Deniz’i almadan nasıl gelebilirsin? Hadi Deniz sana öyle bir mesaj attı, bana nasıl söylemezsin? Ayrıca öyle bir şey olsa Deniz bana da haber verirdi!’’
Kimse gülmez gerçek yüzüyle sana
Ah, sana
İstesem de saramam yâr ben seni
Ah, seni
‘’Sarp, yat.’’ dedim, sesim acıyla titriyordu. Her nefesim bıçak gibi ciğerlerime saplanıyordu. ‘’Sarp yat yanıyor.’’ Sarp bakışlarını bana çevirdi. ‘’Sarp, Deniz yattaydı. Sarp, biz yatı patlattık. Sarp.’’ İçimde tüm şehri yıkacak güce sahip bir kasırga vardı. Bacaklarım tutmuyordu, aşağı doğru devrilir gibi olduysam da Sarp Mert’in kolunu bıraktı ve kolunu bana sarıp düşmeme engel oldu. ‘’Sarp, Deniz yattaydı.’’
Ellerin uzansa
Olduğum yere
Ellerin uzansa
Bittiğim yere
Ellerin uzansa
Olduğum yere
Ellerin uzansa
Bittiğim yere
Sarp beni sandalyeye oturttu ve telefonunu çıkarttı. ‘’Dur şimdi arayacağım. Sakin ol.’’ Telefonunu kulağına götürdü, hoparlöre almamıştı ama ben telesekreterdeki kadının sesini duyabiliyordum. Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.
‘’Deniz.’’ dedim, simsiyah bir boşluk beni yutuyordu. ‘’Sarp, Deniz nerede?’’ Mert’e döndüm. ‘’Deniz nerede Mert?’’
Mert başını sağa sola salladı. Sarp bu sefer başka bir numarayı çevirdi. Hoparlöre aldı. ‘’Alo.’’ dedi karşıdaki ses.
‘’Savcım, Deniz’e ulaşamıyoruz, bilginiz var mı?’’ dedi Sarp.
Savcı şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyor olacak ki sessiz kalmıştı. ‘’Ne demek ulaşamıyoruz? Sen Deniz’den mesaj alacaktın ve yatı öyle patlatacaktın ya?’’ diye sordu sinirle.
‘’Aldım zaten.’’ dedi Sarp telaşla. ‘’Bana düğmeye bas dediği an ben yatı patlattım, sonra Mert geldi ama yalnız geldi. Deniz ona Sen git. yazmış, Mert de bizim yanımıza geldi.’’
Savcı korku dolu bir şeyler mırıldandı. ‘’Nereye gitti o zaman bu adam?’’ Kelimeleri cümlenin sonuna doğru fısıltıya dönmüştü.
‘’Deniz.’’ dedim. ‘’Sarp, Deniz.’’ Hıçkırarak ağlıyordum. Farkında olmadan bedenimi öne ve arkaya sallamaya başladım. Aklımı kaybetmiş gibiydim, Deniz o yattaydı ve biz o yatı patlatan düğmeye basmıştık. Ayağa kalktım, ellerimi başımın iki yanına koydum, parmaklarımı saçlarıma geçirdim. ‘’DENİZ!’’ diye bir çığlık attım. Yetmemişti, devam ettim. ‘’DENİZ, DENİZ.’’
Kuytularda solan birisi ışık olmuş
Güneş olmuş
Derde düşmüş, derde yanmış
Kahrolmuş, kahraman olmuş
Sarp ‘’Sssh.’’ diyerek iki kolunu da bana sardı. ‘’Ada, sakin ol. Otur şuraya. Bak inan bana Deniz orada değildi, tamam mı? Yatta olsa neden düğmeye basın desin? Bile bile neden kendi canını tehlikeye atsın? Bulacağız onu, o bir plan yapmıştır. Deniz’den bahsediyoruz, kocandan.’’
Yaşlı ve korku dolu bakışlarla Sarp’a baktım. ‘’Sarp kocam nerede? Sarp Deniz yok, yat yanıyor!’’
Ellerin uzansa
Olduğum yere
Ellerin uzansa
Bittiğim yere
‘’Ada, Ada, Ada.’’ dedi Sarp, hafifçe beni sarsıyordu ama ben ne konuşulanları anlıyor ne de olan biteni algılayabiliyordum. Biri şu lanet şarkıyı kapatmalıydı. ‘’Bak bana, hadi canım bana bak.’’
Bakışlarımı Sarp’a çevirdim. ‘’Deniz bana söylerdi.’’ dedim, yutkundum. ‘’Sen.’’ Hıçkırdım. ‘’Sen dedin ya hani.’’ Ne dedim? der gibi baktı. ‘’Bir plan yapmıştır. dedin ya.’’ İç çektim. ‘’Plan yapsaydı bana söylerdi. Çünkü şimdi korkacağımı bilirdi, bana söylerdi, anlatırdı Sarp. Anlatmaz mıydı?’’
Sarp ne diyeceğini bilemez bir halde bana baktı. Bense alev alev yanan yata baktım. Deniz itfaiyesi yanmakta olan yata su tutuyordu, yat devasa bir suyun içindeydi ama alev alev yanıyordu. Suyun içinde olan bir şey yanamazdı, bu çok mantıksızdı ama yanıyordu. İtfaiye bile engel olamıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Marinaya baktım, insanlar telaşla oradan oraya koşmaya devam ediyordu.
Hala açık olan telefondan savcının sesini duydum. ‘’Derhal, derhal arama kurtarma ekibi istiyorum, acil. Çok acil. Herkesi buraya istiyorum.’’ Etrafındakilere direktifler veriyordu. Sonra Sarp’a seslendi. ‘’Sarp, sakın gitmeyin yata. Güvenliğiniz için çok önemli, bak sakın. Ben oraya sağlık ekibi göndereceğim. Ada iyi mi?’’
Duyduğum son sesler bunlardı, sonrası karanlıktı.
Gözlerimi araladığımda ilk fark ettiğim şey boğazımdaki o yakıcı yumru oldu. Karanlık bir perde gibiydi her şey. Önce bulanık, sonra yavaş yavaş netleşen bir görüntü. Yat alev alev yanıyordu.
Gözyaşlarım daha tam olarak kendime gelmeden, daha nefesimi düzene sokamadan akmaya başladı. Sessizce değil, hıçkırıklarla, boğulur gibi ağlıyordum. Yaşlar yanaklarımdan süzülüyor, boynuma damlıyor, yastığı ıslatıyorlardı. Ellerimi karnıma koydum. "Deniz." diye fısıldadım, sesim çatallaşmış, boğazım düğümlenmiş gibiydi. "Deniz." Adı dudaklarımdan dökülür dökülmez, göğsümdeki ağırlık artmıştı. Nefes alamıyordum, sanki ciğerlerim alevlerin arasında kalmıştı.
Bir ihtimal, o lanet olası ihtimal aklıma geldikçe bedenim titriyordu. Deniz yattaydı. Biz o düğmeye basmıştık. Patlama sesi kulaklarımda yankılanıyordu. O gürültü, o alev topu. Ya Deniz inmediyse? Ya mesaj sahteyse? Ya Richard bir şekilde planımızı bozmuşsa? Ya Deniz o alevlerin arasında kaldıysa? Ölme ihtimali… Ölüm. Deniz'in ölümü. Hayır, hayır, hayır! Başımı iki yana salladım ama o görüntü gitmiyordu. Yatın gövdesi parçalanıyor, alevler her yanı sarıyor, duman gökyüzünü yutuyordu. Tüm bunlar olurken Deniz neredeydi?
Gülüşü, gözleri, saçlarımı öperken ki hali, karnıma dokunurken ki hali, sesi. Hepsi bir anda yok mu olacaktı? Hayır, hayır, kabul edemiyordum. Bu bir kabus olmalıydı, uyanmalıydım. Ama gerçekti. O yat yanıyordu, itfaiye bile söndüremiyordu. Su yanamazdı, değil mi? Ama yanıyordu, her şey yanıyordu. Benim dünyam yanıyordu.
Titriyordum, ellerim buz gibiydi ama içim yanıyordu. Ya bir yerlerde yaralı halde beni bekliyorsa? Ayağa kalkmak istedim, koşmak, marinaya gitmek, alevlerin arasına dalmak istedim. "Deniz!" diye bağırmak istedim ama sesim çıkmıyordu.
‘’Ada.’’ dedi Sarp’ın sesi, Yıldız abla bileklerime kolonya sürüyordu. ‘’İyi misin?’’
Her nefesimde içimden bir parça kopuyordu. Yalvardım. ‘’Lütfen, Deniz’i bulun. Deniz’i geri getirin. Yalvarırım.’’ Sesim titriyordu.
‘’Tamam, geçecek.’’ dedi Sarp ve beni doğrulttu. Sanırım Yıldız ablanın evindeydik. Televizyona baktım. Haberlerde Deniz’in serbest kaldığını, serbest kalır kalmaz yatına gittiğini, yatın patladığını ve Deniz’in öldüğünü söylüyorlardı.
Tüm bunların bir kabus olduğunu söylemesi için, yalanlaması için yalvarırcasına Sarp’a baktım. Yüzümü avuçlarının arasına aldı. ‘’Hayır, düşündüğün gibi değil. Plan yapmıştık hatırlıyor musun?’’ Şuurumu o kadar yitirmiştim ki ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Haberlerde kocasının öldüğü söylenen bir kadın nasıl tepki verirdi? ‘’Deniz’in öldüğünü zannedeceklerdi. Öyle demiştik. Savcı da biliyor bunu. Richard seninle iletişime geçer belki.’’ Biz bir plan yapmıştık. Herkes Deniz’in öldüğünü zannedecekti. Biz böyle bir plan yaparken hayat bize bunu gerçekten yaşatıyor muydu yani? Hayır bu saçmalıktı.
Sarp’a nasıl bakıyordum bilmiyordum ama çok kötü görünüyor olmalıydım çünkü Sarp bana acıyarak bakıyordu. ‘’Deniz nerede?’’ diye sordum. ‘’Bizim gidip onu aramamız lazım. Sarp, onun gelmiş olması gerekiyordu. Deniz nerede?’’
Sarp başımı tutup kendi göğsüne bastırdı, tshirtü saniyeler içinde gözyaşlarım yüzünden ıslanmıştı. Gözlerimi ekrana diktim. Görüntülerde ben yattan inip uzaklaşıyordum. ‘’Evet sayın izleyenler, Deniz Aladağ’ın serbest kaldığını söylemiştik. Deniz Aladağ’ın serbest kalır kalmaz yatına gittiği söyleniyor. Eski eşi Ada Dinçer’in de yatta olduğunu ama patlamadan önce yattan ayrıldığını görüyoruz. Edindiğimiz bilgilere göre Deniz Aladağ patlama anında yatta yalnızmış. Patlamanın neden kaynakladığına dair elimizde net bir bilgi yok. Arama çalışmaları dakikalar önce sona erdi ve Deniz Aladağ’ın cansız bedenine-’’ Kumandayı alıp televizyonu kapattım. Sahte bile olsa bu haberi görmek, duymak istemiyordum. Bu benim kaldırabileceğim bir şey değildi. Midem bulanıyordu.
Sarp saçlarımı okşarken bir yandan da beni sakinleştirmeye çalışıyordu, parmaklarımla tshirtünü sıktığımı fark ettim. ‘’Arama çalışmaları devam ediyor Ada. Bulacaklar onu. Tamam mı? Deniz yatta değildi, inan bana değildi.’’
‘’Sarp yattaydı, biz o düğmeye bastık.’’ dedim, delirecek gibiydim. Deniz’in içinde bulunduğu yatın patlamasına ben sebep olmuştum, göğsüm sıkışıyordu.
‘’Bak, neler oldu bilmiyorum ama Deniz’i bulacağız. Onu canlı bulacağız. Sana söz veriyorum onu bulacağım. Ada, canım kardeşim benim. Ne olur kendini bırakma, sen hamilesin.’’
Elimi karnıma yasladığım sırada Eser odaya geldi. Bana endişeyle karışık bir tereddütle bakıyordu. ‘’Yenge.’’ dedi, konuşup konuşmamakta kararsızdı. Sarp’a döndü. ‘’Daha iyi mi?’’
Sarp başını salladığında etrafa baktım. Güneş batmak üzereydi, saatler geçmişti, Deniz neredeydi? ‘’Telefonu hala kapalı mı?’’ diye sordum.
Sarp tek eliyle gözlerini ovuştururken sıkıntıyla iç çekmişti. ‘’Kapalı.’’
Ayağa kalktım. ‘’Neden buradayız? Deniz’i arayalım. Gidelim ve Deniz’i arayalım. ’’ Parmaklarımı saçlarımdan geçirdim. ‘’Savcı aramadı mı? Arayalım, onu arayalım. Arama ekipleri? Onlardan haber yok mu?’’
Sarp başını iki yana sallarken Yıldız abla elinde tepsiyle geldi. Ne zaman yanımızdan ayrıldığını bile fark etmemiştim. ‘’Kızım, gel bir şeyler ye.’’ Reddedercesine başımı iki yana salladım. ‘’Kızım, hamilesin, otur Allah aşkına. Çocukların için yemen lazım.’’ Tepsiyi sehpaya bıraktı, kolumdan tutup beni oturttu. ‘’Hadi, ne olur iki lokma bir şey girsin midene.’’ Başımı salladım, zar zor bir şeyler yedim. Eser’in telefonu çaldığında olduğum yerde doğruldum.
‘’Hoparlöre al Eser.’’ dedim, Eser telefonu açar açmaz hoparlöre aldı. Su bardağını elime aldım, bir yudum su içtim. Tek elimle şakaklarımı bastırdım.
‘’Eser.’’ dedi savcı tatsız bir sesle. ‘’Neredesin?’’
‘’Beni bıraktığınız adresteyim savcım. Bir şey mi buldunuz?’’
‘’Ada orada mı?’’ dedi, sesi daha kötü çıkmıştı. Sanki kelimeler ağzından zorla çıkıyordu.
‘’Evet savcım.’’
‘’Eğer ona yakınsan uzaklaşır mısın? Bir şey söyleyeceğim.’’ dedi savcı. Kötü bir şey olmuştu, başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi hissediyordum.
‘’Savcım ben duyuyorum.’’ dedim. Tırnaklarımı avuç içlerime batırdım. ‘’Söyleyin, ne buldunuz?’’ Nabzım kontrol edemediğim kadar hızlı atıyordu.
Savcı uzun bir süre sustuğunda çığlık atmak istedim, oksijen beynime ulaşmıyordu. ‘’Arama ekipleri.’’ Kulaklarım çınlıyordu. ‘’Patlamanın olduğu noktaya yakın bir yerde ağır yaralı bir bedene ulaştılar.’’
‘’Hayır.’’ dedim.
‘’Yüzü yara almış ama buna rağmen ben Deniz olmadığını düşünüyorum. Çünkü benzetemedim. Ama tabii bunu yakınlarının teyit etmesi lazım. Ameliyatta şu an ve ameliyattan sonra teşhis edilmesi gerekiyor.’’
Tekrar ‘’Hayır.’’ dedim.
‘’Buradaki görevliler yarım saat sonra ameliyatın sona ereceğini söylüyor. Bir kişi gelip teşhis edebilir mi Eser? Sen ya da Sarp?’’
Yaralı beden. Bu iki kelime beynime çivi gibi çakılmıştı. Sanki bir el kalbimi söküp atıyordu. Nefes alamıyordum, oda dönmeye başladı, duvarlar üzerime geliyordu. “Hayır.” diye fısıldadım, sesim boğazımdan zar zor çıkıyordu. Ellerim titriyordu, parmaklarım karnımdaki yumruyu sıkıca kavradı, bebeklerime dokundum. İçimde bir boşluk açıldı, karanlık bir çukur, oraya düşüyordum, sonsuza kadar düşecek gibiydim.
Gözyaşlarım yine akmaya başladı ama bu sefer farklıydı. Sessiz, derin bir acı gibi yanaklarımdan süzülüyor, boynuma damlıyordu. Titriyordum, tüm bedenim buz gibiydi ama içim yanıyordu, sanki o patlamanın alevleri beni de sarmıştı. “Deniz. Hayır, o olamaz.” diye mırıldandım, başımı iki yana salladım. Umudum bir ip gibiydi, ona tutunuyordum ama o ip inceliyordu, kopmak üzereydi. Aklım parçalara ayrılmıştı. Korku, öfke, inkar, hepsi birbirine karışmıştı. Nefesim hızlandı, sanki boğuluyordum. ‘’Savcım.’’ dedim, aklımın son kırıntısıyla bir şeyler düşündüm. ‘’Sol dirseği.’’ Nefes aldım. ‘’Sol dirseğinin üzerinde dövme var Deniz’in. Roma rakamlarıyla 23 Ekim 2019 yazıyor. Bulduğunuz kişide var mı? Bakabilir misiniz? Eğer o kısmı tahrip olmadıysa.’’ Gözlerim tekrar kararıyordu. Bahsettiğimiz kişinin Deniz olması beni binlerce yerimden bıçaklıyordu.
Savcı beni şaşırtarak sorumu hemen yanıtlamıştı. Şu an tam da duymak istediğim kelimeler dudaklarından döküldüğünde dünyalar benim olmuş gibiydi. ‘’Yani hayır, beden raporunda öyle bir bilgi yok. Boyu 1 metre 82 santim olarak söylendi.’’
Acı dolu gözyaşlarım mutluluk gözyaşlarına dönmüştü. ‘’1 metre 91 santim.’’ dedim elimin tersiyle gözyaşımı silerken. ‘’Deniz’in boyu 1 metre 91 santim.’’
‘’Tamam, o zaman şöyle yapalım. Yüzde seksen Deniz değil gibi görünüyor. Ama yine de biri gelip teşhis etsin. Ada, lütfen sen gelme. Şu an güvenli alandasın. Etrafınız polis dolu, lütfen ama lütfen o alandan çıkma. Biz Deniz’i aramaya devam edeceğiz.’’
‘’Savcım, yalvarırım eşimi bulun.’’
‘’Elimizden geleni yapacağız.’’ dedi savcı. ‘’Şimdi kapatmak zorundayım.’’
Savcı telefonu kapattıktan sonra Yıldız abla başımı göğsüne bastırdı, saçlarımı öptü, okşadı. Eser ameliyatta olan kişiyi teşhis etmek için evden ayrılmıştı. Şimdi bir de onun için üzülüyordum. Bizim yarattığımız patlama yüzünden canıyla cebelleşiyordu. Ameliyatın çok iyi geçmesini, hiçbir iz kalmamasını diledim. Tüm masrafları karşılamam gerektiğini aklımın hala biraz da olsa çalışan kısmına kazıdım.
Düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Deniz neden Sarp’a Biz Mert’le indik, düğmeye basabilirsin. yazdığı halde Mert’e Sen git. demişti? Yattan inmiş miydi? İndiyse nereye gitmişti ve Mert nasıl görmemişti? İnmediyse yaralı veya canlı olarak neden bulunamıyordu?
Yarım saat geçtiğinde Eser bizi aramış, ameliyat olan kişinin Deniz olmadığını teşhis ettiğini ve durumunun iyi olduğunu anlatmıştı. Haberlerde hala savcının sahte haberi dönüyordu. Sürekli Deniz’in görüntülerini verip öldüğünü söylüyorlardı. Sosyal medya ve iş dünyası şoka girmişti. Herkes Deniz’in ölümünü konuşuyordu.
Eser eve geldiğinde savcı tekrar aradı ve bir ihbar geldiğinden bahsetti. Demesine göre yaşlı bir balıkçı denizde birini bulmuş ve apar topar evine götürmüştü. Bulduğu kişinin haberlerde fotoğrafı gösterilen adam olduğundan emin olarak konuştuğu için polislere haber vermişti. Savcı o adrese gideceğini söyleyerek bizi de çağırmıştı, hiç beklemeden Yıldız ablanın evinden ayrıldık. Adrese yaklaştıkça içim içime sığmıyordu. Çünkü yaşlı balıkçı bulduğu kişinin durumunun iyi olduğunu, sadece baygın olduğunu söylemişti. Biliyordum, emindim. O kişi Deniz’di. Nasıl olmuştu, neden olmuştu bilmiyordum ama o kişi Deniz’di.
***
Sonunda balıkçının verdiği adrese gelmiştik. Kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Hızlı adımlarla kapıya ulaştık, kapıya alacaklı gibi vuruyordum çünkü Deniz’e bir an önce ulaşmak istiyordum.
Balıkçı kapıyı açtı. Korkmuş görünüyordu. ‘’Merhaba.’’ dedi savcı. ‘’Bir ihbarda bulunmuşsunuz sanırım.’’
‘’Evet.’’ dedi balıkçı korkarak. ‘’Evet, buyurun. İçeriye geçin.’’
Balıkçı bizi içeri buyur ettiğinde kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu. Kısa ve dar koridorda hızlı adımlarla ilerliyordum. Ev denizin tuzlu kokusuyla doluydu. Duvarlar sararmış badanayla kaplıydı, yerlerde eskimiş kilimler seriliydi. Köşelerde asılı balık ağları ve oltalar vardı. ‘’Hemen sağdaki oda.’’ dedi balıkçı. Kapıya varır varmaz ittirdim. Pencereden sızan akşam güneşi, odanın loşluğunu hafifçe aydınlatıyordu. Gözlerim doğrudan köşedeki kanepenin üzerinde baygın bir halde yatan bedene takıldı. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu çünkü orada yatan kişi Deniz’di.
Koşarak ona doğru ilerledim. Yanına vardığımda dizlerimin üzerine çöktüm, kanepenin kenarına yaslandım. Yüzü solgun ama canlıydı, saçları ıslak ve dağınıktı, tshirtü yırtılmıştı, kollarında hafif sıyrıklar vardı ama nefes alıyordu. Göğsümdeki karanlık çukurun ışıkla dolduğunu hissettim. Mutluluk bir sel gibi içime doğmuştu. Elimi yanağına doğru uzattım, parmaklarım titriyordu. ‘’Deniz.’’ dedim, yanağını okşadım, saçlarını geriye doğru ittirdim, onu bu hale kim getirmişti? ‘’Sevgilim ben geldim. Aç gözlerini.’’ Elini ellerimin arasına alıp defalarca öptüm.
‘’Ambulansı çağırdınız mı?’’ dedi savcı balıkçıya.
‘’Çağırmamamı söyledi, istemedi. Neden istemedi bilmiyorum.’’ dedi balıkçı. Deniz ambulans istememişti çünkü yaşıyor olduğu bilgisinin Richard’ın kulağına gitmesinden korkmuştu. ‘’Ben haberlerde bu beyefendinin öldüğünü gördüm. Sonra balığa çıktım. Biri sanki yukarıdan atılmış gibi denizde yüzüyordu, yaralıydı. Onu güç bela tekneme çıkardım. Yüzünü kendime çevirince bir de ne göreyim, haberlerde öldüğü söylenen adam. Ne yapacağımı bilemedim. Neden ambulansı aramamam gerektiğini sordum. Savcıyı ara. dedi. Bir şeyler daha soracaktım ki bayıldı. Hemen evime getirdim ve sizi aradım. Yaralarına pansuman yaptım. Ara sıra Ada diye sayıkladı durdu. Ama bir türlü kendine gelemedi. Ambulans çağıralım mı?’’
Savcı onu başıyla yanıtlamış olacak ki birkaç saniye sonra odada Eser’in sesi yankılandı. Bir ambulans istemişti.
‘’Sevgilim, aç gözünü yalvarırım.’’ dedim, şakağını öptüm.
‘’Peki başka bir şey söylemedi mi? Neden yüzüyormuş mesela? Kıyafetleri üzerinde çünkü. Başına ne geldiğini anlattı mı?’’ Ben Deniz’i uyandırmaya çalışırken savcı balıkçıya sorular sormaya devam ediyordu.
‘’Dediğim gibi savcım, o kadar vaktimiz olmadı. Hemen bayıldı. Ben onu bulmasaydım daha ne kadar dayanırdı bilemiyorum. Çok güçsüz kalmış, su yutmuş.’’
Gözyaşlarım iki yanağımdan da süzülürken Deniz kirpiklerini oynattı. Heyecanla onu izledim. ‘’Deniz, sevgilim.’’ dedim, sesimi duyunca uyanırdı.
Deniz acıyla inlerken doğrulmaya çalıştı, ardından hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir öksürük krizine tutuldu. Balıkçı bu anı bekliyormuş gibi bir bardak su verdiğinde Deniz’in dudaklarına dayadım ve ona yavaş yavaş su içirdim.
Deniz'in öksürük krizi yavaş yavaş dinmişti ama göğsü çok ağır inip kalkıyordu. Yavaşça göz kapaklarını araladı. Bal gözleri önce bulanık, sonra netleşerek bana odaklandı. Yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Kaşları hafifçe çatılmış, dudakları aralanmış. "Ada." diye mırıldandı, sesi çatallı ve zayıftı, boğazı kurumuştu. Eli istemsizce kalktı, parmakları yanağıma dokundu, sanki gerçek olup olmadığımı kontrol ediyordu. Gözlerim yaşla doldu, yanağıma dokunan parmaklarını öptüm. "Buradayım, sevgilim. Benim, Ada. Seni bulduk."
Deniz doğrulmaya çalıştı ama gücü yetmedi. Sırtını kanepenin arkasına yasladı, derin bir nefes aldı. Kollarımı boynuna sardım, başımı göğsüne gömdüm. O da beni sıkıca sardı, eli saçlarımı okşadı, şakağıma bir öpücük kondurdu. "Ada... Sen... İyi misin?" diye sordu, eli karnıma indi, yumuşakça dokundu.
Gözyaşlarım tshirtüne damlıyordu, başımı salladım. "İyiyim." dedim, yüzümü kaldırıp gözlerine baktım. Çok endişeli görünüyordu. Ona bir daha sarıldım. ‘’Deniz ben çok korktum, çok korktum. Sana bir şey oldu diye çok korktum. O yatta alevlerin içinde kaldın zannettik biz. Aklımı kaybedecektim.’’ dedim içimi çekerken.
‘’Sssh, sevgilim. Bak iyiyim. Ben seni bensiz bırakmayacağım. Bunu aklından çıkartma tamam mı?’’ Kollarımı Deniz’den çektim.
Balıkçı dumanı tüten bir kase çorbayı bana uzattığında hiç beklemeden aldım. ‘’Çorba iyi gelir. Çabucak toparlanır.’’ dedi balıkçı.
Teşekkür ettim, bir kaşık alıp üfleyerek Deniz’e içirdim. Deniz her yudumda güç topluyor gibiydi, rengi biraz yerine geldi. Çorba bittiğinde "Teşekkürler." diye mırıldandı balıkçıya başını eğerek.
Savcı oturduğu koltukta öne doğru eğildi. "Deniz, neler oldu? Anlatabilir misin?’’
Deniz derin bir nefes aldı, gözlerini kısarak hatırlamaya çalıştı, yüzünde bir acı ifadesi belirdi, kaşları çatıldı. Sonra konuşmaya başladı. ‘’Mert’le birlikte plana uygun olarak yattan inerek bota binecektik. Ben sırtımı dönmüş botu kontrol ederken, Mert arkamdan yaklaştı. Elinde bir şey vardı, sanırım bir şok tabancası veya iğne, tam anlayamadım ama sırtımda bir acı hissettim, vücudum aniden uyuştu. Afalladım, dönmeye çalıştım ama kollarım ağırlaşmıştı. Ne yapıyorsun lan? diye bağırdım. Boğuşmaya başladık. Güçlüydüm evet ama o hazırlıklıydı, avantajı vardı. Telefonumu kaptı, bir yumruk attı, başım döndü. Direndim, yumruklaştık ama o beni yere düşürmeyi başardı. Yattan inip bota bindi ve uzaklaşmaya başladı. Yaptığının o kadarla kalmayacağının farkındaydım. Zor bela yattan suya atladım. Yüzdüm, yüzdüm, uzaklaştım. Sonra yat patladı, uzaktan gümbürtüyü duydum, alevleri gördüm.’’
Gözlerim kocaman açıldı. ‘’Yani senin yatta olduğunu bile bile yatı patlatmamıza göz mü yumdu? Gerçekten senin ölmeni mi istedi yani? Planladığımız sahte ölümün gerçek olması için mi uğraştı?’’
Deniz başını salladı. ‘’Patlamadan dakikalar sonra Kemal abi beni buldu. Sonrasını hatırlamıyorum, herhalde bayılmışım.’’
‘’Yok artık.’’ dedi Eser. ‘’Deniz sen ne diyorsun? Mert senin kaç yıllık adamın. Sana neden böyle bir şey yapsın?’’
‘’Neden yapmasın?’’ dedi Deniz. ‘’Belli ki Richard bunu satın almış. Kim bilir kaç paraya sattı kendini. Şerefsiz.’’
Savcı telefonunu çıkarttı, kulağına götürdü. ‘’Deniz’in adamlarından Mert’i bulun. O adamı bu gece karşımda istiyorum.’’
‘’Ben Mert’i İstanbul’a gönderdim ama o zaman o kesin kaçmıştır anasını satayım.’’ dedi Sarp. ‘’Orospu çocuğu nasıl belli etmedi, nasıl açık vermedi? Ben adım adım izlerken o nasıl hainlik yapabildi?’’
Savcı telefonla konuşmaya devam ediyordu. ‘’İstanbul’a giden tüm yolları tutun. Dediğim gibi o adamı bu gece istiyorum. Richard’a bizi o götürecek belki de.’’
Deniz ellerini yüzüne kapattı. ‘’Bunca zaman nasıl oluyor da Richard yaptığımız her şeyden haberdar oluyor diye düşünüyordum. Meğer içeride adamı varmış!’’
Elimi omzuna koydum. ‘’Tamam, tamam sevgilim. Sen sakin ol.’’ dedim ama ben de hala inanamıyordum.
‘’O halde şu an senin gerçekten öldüğünü düşünüyorlar.’’ dedi Sarp. Ambulans nihayet gelmişti. Deniz’i sağlık taramasından geçiren sağlık görevlileri her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek evden ayrılmışlardı. Tabii savcı bunun gizli kalması yönünde görevlileri sıkıca tembihlemişti. Biz Deniz’in dinlenebilmesi için o gece ve diğer üç gece de balıkçının evinde kalmış, Richard’la yüzleşmek için günleri saymıştık. Richard bizimle iletişime geçmemişti, yani yatı patlatmak gibi bir oyuna boşuna girişmiştik. Belki de burayı çoktan terk etmişti. Ya da fırtına öncesi bir sessizlik yaratmıştı.
5 Eylül, Pazartesi
Aydın’ın şehir merkezi sonbaharın ilk günlerinde bile yazın bunaltıcı sıcağını taşıyordu. Saat akşamüstü beşi geçtiğinde güneş turuncu bir leke gibi ufukta eriyor, taş binaların gölgelerini caddelere uzatıyordu. Buluşma mekânı eski bir ticaret hanının üst katındaki bir ofisti. Dışarıdan bakıldığında sıradan, gri taşlı bir binaydı. Camları kirden puslanmıştı. Havanın nemi tenimde yapışkan bir his bırakıyordu, sanki nefes almak bile bir çaba gerektiriyordu. Çok gergindim çünkü o gün gelmişti ve biz birazdan o ofisin içine girecek, Richard’la tanışacaktık.
Balıkçının mütevazı evinde geçen üç gün, bir ömür gibi gelmişti. Deniz, o ilk gecenin ardından hızla toparlanmıştı. Öksürükleri azalmış, rengi yerine gelmiş, gözlerindeki o bal rengi ışıltı geri dönmüştü. Kemal abinin ev yapımı çorbaları, taze balıkları ve denizin iyotlu havası onu ayağa kaldırmıştı. Ama içindeki öfke, Mert'in ihanetinin yarası hala tazeydi. Ben ise hamileliğimin getirdiği yorgunlukla boğuşuyordum. Midemdeki kelebekler, bebeklerimin heyecanı mıydı yoksa bu lanet olası planın stresi miydi ayırt edemiyordum.
‘’Sakin ol.’’ dedi savcı kulağıma taktığı kulaklıktan. Bizi güvenceye almak için her şeyi düşünmüştü. Göğsümüze gizlenmiş minik dinleme cihazları ve mikrofonlar vardı, keskin nişancıları etraftaki binalara yerleştirmişti. Hatta, her ihtimale karşı can yelekleri bile vermişti. Sivil polisler caddelerde sahte turist ya da esnaf kılığında dolanıyordu. Ama bu güvenlik ağı, benim içimdeki fırtınayı dindiremiyordu.
Kapıda bizi karşılayan kimse yoktu. Richard yalnız geldiğimi düşünüyor olmalıydı. Belki de burada bile değildi. Zaman geçmek bilmiyordu. Dakikalar, saat gibi uzuyordu. Can yeleğim göğsümü sıkıyordu. İçimde bir yumru büyüyordu.
Ofise girdiğimizde oda bizi boş bir sessizlikle karşıladı. Geniş bir mekan, eski mobilyalarla döşenmişti. Ahşap bir masa, iki deri koltuk, duvarlarda sararmış haritalar ve tozlu raflar vardı. Pencereden Aydın'ın çatıları görünüyordu ama perdeler yarı kapalı, oda loş ve boğucuydu. Havada hafif bir küf kokusu vardı, sanki burası yıllardır kullanılmıyormuş gibiydi. Deniz kapıyı kapatırken etrafı taradı, eli belindeki gizli silaha gitti. Savcı vermişti ama kullanmamayı umuyorduk. Masanın yanındaki koltuğa oturdum, ellerimi karnımın üzerine koydum, bekleyiş işkenceye dönüşüyordu.
Deniz pencereye yaklaştı, dışarıyı gözetledi. "Etraf dolu." diye mırıldandı, keskin nişancıların konumlarını işaret ederek. "Ama Richard nerede?’’
"Belki de vazgeçti." dedim ama sesim inandırıcı çıkmamıştı.
Kalbim yerinden çıkacak gibi hissettiğimde ayak sesleri duyduk. Ağır, kararlı adımlardı. Kapının gıcırtısı sessizliğimizi bıçak gibi kesti. Omuzlarım istemsizce kasılmıştı. Deniz koruyucu bir hareketle kolunu benim önüme hafifçe uzattı. Kapı yavaşça açıldı. İşte şimdi başlıyorduk. Richard gelmişti.
Gözlerimi kapattım, yavaşça araladım. Gözlerim önce ayakkabılarını buldu. Sonra bakışlarım yukarıya kaydı.
Donakalmıştım, sanki bir hayalet görüyormuşum gibi ellerimi istemsizce kaldırdım. Gözlerime inanamıyordum. Patronum, dostum, mimarlık hayallerimi destekleyen, bana Centre Culturel d'A & L’yi gözü kapalı emanet eden ama tüm bunları hayatıma sızmak için yaptığını şimdi anladığım Louis D’Aragon.
Beynim anıları tararken dengemi kaybettim, birkaç adım sendeledim. Deniz de benim yaşadığım şoku yaşıyordu ama benden daha çabuk toparlanabilmiş, düşmemi engellemiş, beni arkadaki koltuğa oturtmuştu.
Fransa’da geçirdiğimiz günlerimiz, projeler üzerine tartışmalarımız, Ozan’ın ofisinde gece geç saatlere kadar oturuşumuz, bana sürekli Deniz’i sorması, bana Sarp’tan bile yakın olmak istemesi… Hepsi oyun muydu?
Richard o muydu? İçimde bir fırtına koptu. İhanet, şaşkınlık, öfke. Yüzüm solmuştu, kaşlarım çatılmıştı, dudaklarım titriyordu. Yüzümdeki ifade saf bir şok karışımıydı.
"Louis... Sen... Nasıl?" diyebildim sadece, sesim boğuk çıkmıştı. Gözlerim yaşla dolmuştu ama ağlamayacaktım. Kelimeler boğazıma takılmış, Louis’in ihaneti de mideme düğümlenmişti.
Takım elbisesi her zamanki gibi kusursuzdu. Kolalı beyaz gömleği, altın kol düğmeleriyle parlıyordu. Ellerini cebine sokmuştu, bizim aksimize rahattı. Biraz daha yaklaştı. Yüzünde o tanıdık havalı Fransız gülümsemesi vardı ama gözlerinde soğuk, hesapçı bir ışıltı parlıyordu. "Sürpriz, değil mi Ada? Ve Deniz... Hayatta olduğunu görmek ne kadar... Şaşırtıcı. Ölmediğine sevindim. Ya da... sevinmeli miyim?" dedi. Aksanı her kelimeyi bir şarkı gibi yumuşatıyordu ama bu yumuşaklıkta tehditkâr bir ton gizliydi.
Sanki sıradan bir iş toplantısındaymışız gibi rahat bir tavırla tam karşımdaki koltuğa oturdu.
‘’Bunca zaman.’’ dedim sesim titreye titreye. ‘’Bunca zaman bana yalan söyledin.’’ Başımı iki yana salladım. ‘’Richard sen misin? Sen misin?’’
Louis ya da her ne kadar kabullenemesem de az evvel aslında Richard olduğunu öğrendiğim adam bacak bacak üstüne attı, güldü. ‘’İtiraf etmeliyim ki siz de epey güzel oynadınız. Biliyor musunuz size gerçekten inandım. Birbirinizi sevmediğinize inandım, boşandığınıza inandım. Deniz’in hapse girdiğine inandım. Ama bir şüphe, küçücük bir şüphe beni harekete geçirdi. Adamlarından en zayıf halkayı buldum. Biraz para karşılığında seni sattı. Yeniden evleneceğinizi söyledi. Duyar duymaz Türkiye’ye geri döndüm, sizi izledim. Hapiste zannedilen Deniz Aladağ meğer iki aydır eski karısıyla gizli tatildeymiş. Güzel oyun, bravo.’’
‘’Seni öldüreceğim.’’ dedim dişlerimin arasından.
‘’Şaşırmış görünüyorsun.’’ dedi Louis. ‘’Aslında bir sürü ipucu vardı, çok da zekisin ama ipuçlarını nasıl oldu da birleştiremedin?’’ Bir kahkaha attı. ‘’Richard benim çevremden biri mi? diye düşünemedin. Bu adam her şeyi biliyorsa beni tanıyor. diyemedin. Nasıl oldu da şüphelenmedin? Mesela Louis uluslararası yatırımcıydı, bir görünüp bir kayboluyordu. Richard da uluslararası karanlık güç, bir görünüp bir kayboluyor. Bunlar çok basit bağlantılar. Louis Fransa’da sana hastane randevuları aldı, doktora gittin, çocuğunun olmayacağını öğrendin. Louis bunu biliyordu. Richard nasıl bilebiliyor diye düşündün ama Louis’in Richard olduğunu düşünemedin.’’
‘’Orospu çocuğu.’’ dedim. Deniz’in silahına sarılıp onu vurmamak için kendimi zor tutuyordum. ‘’Sen yaptın değil mi? Çocuğumun olmayacağını düşünmemi istedin.’’
‘’Biraz para karşılığında Hipokrat Yeminleri’ni bozdularsa ben ne yapabilirim ki?’’ dedi, daha da güldü. ‘’Palyaçolardan da korkuyordun değil mi?’’
‘’O da sendin değil mi?’’ dedim şaşkınlıkla. ‘’Sen, sen. Seni gerçekten öldüreceğim. Sen aylarca bizi tehdit ettin. Sen Deniz’in üstüne bir sürü suç yığdın. Sen Savaş’ı neredeyse öldürüyordun!’’ Başımı iki yana salladım. Hala şoktaydım, dostum sandığım adam bizim can düşmanımızdı.
‘’Ne istiyorsun?’’ dedi Deniz. ‘’Neden kimliğini deşifre ettin? Bu zamana kadar kimse tanımamış Richard’ı. Neden bize gösterdin yüzünü? Ne istiyorsun bizden hala?’’
‘’Deniz Aladağ. Düşündüğümden daha inatçı çıktın. Mert’in seni suya gömmesi gerekiyordu ama işte buradasın. Ama itiraf etmeliyim ki seninle oynamak çok keyifliydi.” Gülümsemesi genişledi ama gözleri buz gibiydi.
‘’Sana ne istediğini sordum.’’ dedi Deniz.
‘’Arsayı ver.’’ dedi Louis. ‘’Buradan çıkamazsın yoksa.’’
Deniz kahkaha attı. “Oyun bitti, Louis.” dedi, sesi keskin ve öfkeliydi. “Ya da Richard, her neysen. Asıl sen buradan çıkamayacaksın.’’
‘’Ben bir kişiye yüzümü gösterdiysem o kişinin sonu toprağın altı oluyor genelde. O yüzden çıktım karşınıza. Açıkçası ben senin gerçekten öldüğünü düşünüyordum. Ada senin vasin olduğu için ondan bir imza alacaktım.’’
Güldüm. ‘’İmza alacaktın. Sonra da beni öldürecek miydin yani? Ben senin kim olduğunu görecektim ve sonunda ölecek miydim?’’
‘’Deniz’i öldüreceğim ama seni öldürmeyeceğim Ada, çünkü çok saçma bir şey oldu. Asla ama asla olmaması gereken bir şey oldu. Ben sana aşık oldum.’’
Deniz kahkaha atmaya başladı. Sinirlerini kontrol edememesinden çok korkuyordum. ‘’Aşık olduğun kadını öldürmeye kalktın. Ama şans bu ya, araba ikiz kardeşine çarptı. Ulan sen kimi kandırıyorsun?’’
‘’O, şoförün hatasıydı. Çarpmayacaksın kimseye dedim. Çarptı. Sonra da o geri zekalının cezasını kestim. Ada, Savaş için çok üzgünüm.’’
‘’Sen iğrenç bir adamsın.’’ dedim. ‘’Sen hayatımda gördüğüm en korkunç insansın. İnsanları zehirliyorsun, insan ticareti yapıyorsun, katilsin. Cezanı çekeceksin.’’
‘’Seni alıp buradan gideceğim.’’ dedi Louis. ‘’Biraz sonra son nefesini verecek olan kocan bana arsayı verecek, biz de buradan gideceğiz.’’
‘’Çok merak ediyorum.’’ dedi Deniz. ‘’Son nefesimi nasıl vereceğim acaba?’’
‘’Kışkırtmayın onu.’’ dedi savcı. Birden irkilmiştim. Sanırım bu vakte kadar iyi idare ettiğimiz için müdahale etmemişti.
Louis’in anlamaması için Türkçe konuştum. ‘’Deniz, savcı onu kışkırtmamamızı söylüyor.’’
‘’İngilizce lütfen.’’ dedi Louis. ‘’Hah, ne diyorduk? Son nefesini nasıl vereceğinden bahsediyorduk.’’ Cebinden bir kumanda çıkarttı. Bir klik sesi duymuştuk. ‘’Birazdan kimyasal silaha boğulacağız.’’
Deniz panikle pencereye koştu, açmaya çalıştı ama açılmıyordu. Etrafa baktı, camı kıracak bir şey arıyordu. Bir sandalyeyi eline aldı, cama savurdu ama cam kırılmıyordu. ‘’Aç şu camı.’’ diye Louis’e bağırdım. Ardından üzerimdeki küçük mikrofona doğru konuştum. ‘’Savcım, bir kimyasal silah kullandı, zehirleneceğiz. Kapıları kilitledi. Acil gelin lütfen.’’
Zeminden yükselen sis bulutu ofisin loş havasını daha da ağırlaştırıyordu. Önce hafif, beyaz bir duman gibiydi. Sanki bir sigara izmariti yere düşmüş de tütüyordu. Ama saniyeler içinde yoğunlaşıp yayıldı. Odayı dolduran nemli küf kokusu, şimdi keskin bir kimyasal acıyla karışmıştı. Metalik, boğucu bir tat genzimi yakıyordu. Oda bir sis ormanına dönüşmüştü. Mobilyalar siluetlere, duvarlar gölgelere karışıyordu. Havanın sıcaklığı artmış gibiydi ama bu sıcaklık içten dışa yanıyordu. Kimyasalın ilk belirtisiydi.
Deniz'in panik dolu hareketleri, odayı daha da kaotik hale getiriyordu. Sandalyeyi cama savurmasıyla başlayan çaresiz çaba, şimdi öfke dolu bir savaşa dönüşmüştü. Sandalye camın yüzeyinde çatlaklar oluşturuyordu ama cam kırılmıyordu. "Açıl lanet olası!" diye kükredi, sesi boğuklaşmaya başlamıştı.
Ben ise tam bir panik içindeydim. Kalbim göğsüme bir çekiç gibi vuruyor, her atışıyla mideme bir yumruk indiriyordu. Kapıya koştum, parmaklarım kapı kolunu kavramaya çalıştı ama kol hareket etmiyordu. "Açıl, lütfen açıl!" diye fısıldadım. Dudaklarım kurumuş, gözlerim yaşla dolmuştu. Şaşkınlık yerini saf bir korkuya bırakmıştı. Bebeklerim, içimde atan iki minik kalp, bu zehirli dumanı solumamı engellemek istercesine midemi bulandırıyordu. Sis soğuk bir dokunuş gibi bacaklarımı sarmaya başladı. Gözlerim sulanmaya başladı, görüşüm bulanıklaşıyordu, sanki bir asit damlası gözlerime sıçramış gibiydi. Cildim karıncalanmaya başladı, tenimde iğne batmaları gibi bir his vardı. Korku, öyle bir korkuydu ki bedenimi felç ediyordu. Titriyordum, dizlerim bükülüyordu ama kapıyı tekmelemeye çalıştım.
Louis ise tüm bu kaosun ortasında, koltuğunda rahatça oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı. Ağzına oksijen maskesi takmıştı. Cildim kaşınıyor, karıncalanıyordu. Sinir uçlarım alev almış gibiydi. "Deniz… Çıkamıyoruz…" diye inledim, sesim boğuklaşmıştı. Deniz, son bir çabayla cama yumruk attı ama kimyasalın etkisi onu da yavaşlatıyordu. Korku, öfke, çaresizlik, hepsi yüzüne yansıyordu.
Louis ayağa kalktı, maskesini indirdi. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi yanıma geldi. "Hadi, Ada. Gel benimle." dedi elini uzatarak. Ama o anda, dışarıdan bir gürültü duyuldu. Kapı kırılıyordu. Savcının sesi kulaklıktan yükseldi. "Dayanın, açıyoruz şimdi!"
Kapı sarsıldı, metal bir çatırtı yankılandı. Sis, odayı tamamen sarmıştı, göz gözü görmüyordu. Louis’in gülümsemesi dondu, ilk kez panikledi, kaşları çatıldı, elleri koltuğun kollarına sıkıca yapıştı. Kapı bir patlamayla açıldı ve polisler ellerinde silahlarla içeri daldı. “Eller yukarı!” diye bağırdılar. Louis, maskesini tekrar taktı, iki polis onu saniyeler içinde yere yatırdı, kelepçeler bileklerine takıldı. Herkes krize girmiş gibi öksürüyordu.
Deniz beni kucağına aldı ve koşarak ofisten çıkardı. Merdivenleri indi. Nefesim daralıyordu. “Ada sevgilim, iyisin değil mi?” diye fısıldadı. Temiz hava ciğerlerime doluyordu ama öksürük krizim hala geçmemişti. Umursamadım çünkü nihayet her şey bitmişti.
***
Aydın’ın sokakları kırmızı ve mavi siren ışıklarının kaosuyla doluydu. Ticaret hanının önü polis arabaları ve ambulanslarla çevriliydi. Bağırışlar, telsiz cızırtıları, koşuşturan gölgeler. Hava hâlâ sıcak, nemliydi ama kimyasal gazın metalik kokusu burnumda kalmıştı, genzimi yakıyordu. Ambulansın içine alındığımızda Deniz’le yan yana sedyeye oturduk. Sağlık görevlisi genç bir kadın kaşlarını çatarak bana baktı. "Hamile misiniz?" diye sordu.
Başımı salladım. ‘’İkizler." dedim, sesim maskenin altında boğuk çıkmıştı.
Kadın önce beni daha sonra Deniz’i muayene etti, ikimiz de iyi görünüyorduk ama daha sonra detaylı kontrol için hastaneye gidecektik. Bebeklerimizin kalp atışların duymuştuk ama onların da sağlık durumuna bakmamız gerekiyordu.
Biz ambulansta muayene edilirken Louis karakola götürülmüştü, daha sonra Fransa’ya gönderilecekti.
Louis’in gerçek adı gerçekten de Louis D’Aragon’du. Sicili tertemizdi ve bir tane bile sabıkası yoktu. Tüm kötü işlerini Richard kimliğinin arkasına gizlenerek yapıyordu ve bu zamana kadar o yüzden hiç açık vermemişti. Bir tarafı tertemiz ve aydınlıkken bir tarafı karanlıktı. O karanlık taraf çok korkunçtu çünkü içinde bir sürü kötülük vardı. İnanmakta hala zorlanıyordum. Tüm bu olanlar kabus gibiydi. Bu zamana kadar burnumuzun dibinde olan adamı nasıl olmuştu da fark etmemiştik?
Düşünmek istemiyordum, düşünceler artık boğmaya başlamıştı.
***
Muayeneden sonra Sarp ve Eser’le birlikte dayımların evine gittik. Onlar İstanbul’dan buraya iki gün önce gelmişlerdi ve olanlardan haberdar oldukları için bizi sevinçle karşılamışlardı. En çok mutlu oldukları konu ise yeniden evlenmiş olmamızdı. Dayım da yengem de Güneş de Melis de sevinçten deliye dönmüştü. Melis’in Deniz’le arasındaki buzların erimesine çok sevinmiştim. Eskisi gibi olduklarını görmek beni çok mutlu ediyordu.
‘’Ben de bu gece burada kalabilir miyim Meral abla?’’ dedi Melis. ‘’Tamam benim evim var ama abim ve Ada’yla vakit geçirmek istiyorum.’’
Yengem Melis’in saçlarını okşadı. ‘’O nasıl soru güzel kızım benim? Burası senin de evin. Duymamış olayım.’’
Melis yüzüne yerleştirdiği kocaman gülümsemeyle başını Deniz’in göğsüne yasladı ve kollarını ona sardı. ‘’Sizi böyle görmeyi çok özledim. Hiç kızgın değilim biliyor musunuz? İyi ki bize oyun oynamışsınız, iyi ki bizden gizli beraber olmaya devam etmişsiniz.’’
Deniz Melis’in saçlarını öptü ve sesine şakacı bir ton ekledi. ‘’Ya bırak, az çektirmedin sen bana Ada’dan boşanmak istedim diye. Şimdi bir de tatlı tatlı konuşuyorsun burada. Küçük cadı.’’
‘’Ne yapayım abi, Ada’yı çok seviyorum. Onu gerçekten üzüyorsun sandım. Hepimiz öyle sandık.’’ dedi Melis.
‘’Ablamı üzüyorsun diye ben de senden nefret ettim Deniz, haberin olsun.’’ dedi Güneş. O da benim göğsüme başını yaslamış, kolunu bana sarmıştı. Ara sıra elini karnıma götürüyor, yeğenlerini seviyordu.
‘’Neyse ki her şey geride kaldı.’’ dedi Sarp, elinde kahve fincanlarının olduğu tepsiyle salona gelmişti. ‘’Herkes sade içiyordu değil mi?’’
Herkes Sarp’ı aynı anda ‘’Evet.’’ diye yanıtlarken Eser de dayımla birlikte verandadan içeriye geldi. Sonrasında Efsun abla, Çağla ve Feyza’nın da gelmesiyle ev çoktan şenlik alanına dönmüştü bile.
Her şeyin bittiğine, artık peşimizde karanlık bir gölgenin olmadığına, güvende olduğumuza ve hiçbir tehlikenin kalmadığına inanamıyordum. Her şey gerçekten bitmişti. Bu uğurda çok acı çekmiştik, kayıplarımız olmuştu ama hepsi geride kalmıştı. Kaçmak, saklanmak, korkmak yoktu. Yapmamız gereken tek şey yaralarımızı sarmak ve birbirimize sıkı sıkı bağlanmaktı.
Arkadaşlıklarımızla, kardeşliklerimizle, dostluklarımızla ve aramıza birkaç ay sonra katılacak minik bebeklerimizle kocaman bir aile olmuştuk. Ve ben bu aileyi çok seviyordum.
‘’Bakııııın.’’ dedi Çağla heyecanla elindeki hediye paketini bana uzatırken. ‘’Toprak ve Su için hediye getirdik.’’
Gülümserken paketi elime aldım ve heyecanla açtım. İçinden el işlemeli iki tane bebek mendili çıkmıştı. Biri mavi biri pembeydi, birine Toprak, birine Su işlenmişti. ‘’Anneannem yaptı bunları. Meral abla cinsiyetleri öğrenir öğrenmez bize haber verdi, anneannem de durur mu? Hemen bunları işledi mendillere.’’
‘’Ya.’’ dedim olabilecek en duygusal sesimle. ‘’Seher teyze neden gelmedi? Ben onu da çok özledim.’’
‘’Ona da biz gideriz sevgilim.’’ dedi Deniz, yanıma geldi ve kızımızın mendilini alıp gülümseyerek inceledi. ‘’Gerçekten çok güzelmiş.’’
Kulağım televizyonda, bakışlarım Deniz’deydi. Haberlerde Deniz’in hakkındaki tüm suçlardan aklandığını, Louis’in karakola götürüldüğünü, Fatih Bey’in de sahte anestezi davasından aklandığını söylüyorlardı. Fatih Bey’in adını duyduğumda içim sızlamıştı.
Bir zamanlar ikizini arayan, babasından nefret eden bir kız vardı ve bal gözlü bir adam o kızı kendi ailesinin evine götürmüştü. Kız evine gittiği ailenin bağlarını gördükçe çok üzülmüş, çok kıskanmış, bir gün öyle olmak için dualar etmişti. Kardeşini bulmak ve karşısında gördüğü üç kardeşin bağı gibi bir bağ kurmak istiyordu. Bir gün duaları karşılık bulmuş, ikizini ve hatta babasını bulmuş, mutlu aile bağlarına sahip olmuştu. Ama şimdi işler tersine dönmüş, evine gittiği ailenin bağları kopmuş, kendi aile bağları sımsıkı bağlanmıştı. Kocaman bir ailesi vardı o kızın. Babaannesi, dedesi, halası, kuzenleri, dayısı, yengesi, kardeşleri, dayısının kuzeni, o kuzenin kızları, arkadaşları. Ama bal gözlü adamın kimsesi kalmamıştı. Sadece kız kardeşi kalmıştı yanında ve bu durum o kızı çok üzüyordu, bir şeyler yapmalıydı çünkü bunu o adama borçluydu. Çünkü o adam, o kızın dünya üzerinde en sevdiği kişiydi ve onun mutlu olmasını istiyordu.
‘’Selay’ın da hamile olması ne kadar güzel.’’ dedi Efsun abla. ‘’Hatırlıyor musun Ada, küçükken hep aynı zamanda çocuk doğurmanın hayalini kurardınız. Ben de size Bırakın çocuk doğurmayı, ilk hayaliniz okumak olsun. derdim.’’
‘’Hatırlamaz olur muyum?’’ dedim. ‘’Ama nihayetinde hepimizin istediği oldu. Hem çocuklarımız aynı zamanlarda doğacak hem de okuyup meslek sahibi olduk.’’ Bir yandan gülümsüyor bir yandan da karnımı seviyordum.
‘’Ne zaman doğacaklar?’’ dedi Feyza. ‘’Bebek sevmek istiyorum. Böyle mis kokulu, minicik elleri olan bebek sevmek istiyorum.’’
‘’Ocak ayının sonlarına doğru diyor doktor.’’ dedim, kahvemi yudumladım.
‘’Ayy desene bebekler de oğlak olabilir. İnatlarından geçilmez şimdi onların. Anası kılıklı olur onların ikisi de. Haberin olsun Deniz oğlum.’’ dedi yengem kahkaha atarak.
Deniz halinden memnun bir gülümsemeyle arkasına yaslandı. ‘’Benim bir şikayetim yok, karımın inadı hoşuma gidiyor.’’
‘’Ay ay ay.’’ dedi Melis tahtaya vurarak. ‘’Canım abim diye demiyorum, çok hanımcı kendisi.’’
‘’Ne de güzel yakışıyorsunuz, maşallah.’’ dedi Efsun abla.
Sarp ve Eser anlam veremedikleri bakışlarla bizi izlerken Feyza bir soru daha sordu. ‘’Ee Selay abla ne zaman doğuracak?’’
‘’Aralık ayının başlarında onunki de.’’ dedim, bir yudum daha kahve içtim. ‘’Çınar koyacaklar adını.’’
‘’Selay çocukluğundan beri Çınar istiyordu zaten.’’ dedi yengem. ‘’Çok güçlüymüş, kökleri çok sağlammış. Daha küçücükken nereden öğrendiyse.’’
‘’Yarın hep beraber bizde şöyle güzel bir kahvaltı yapalım.’’ dedi dayım. Güneş’e döndü. ‘’Kızım sen kliniğe geç gidersin.’’ Sonra Efsun ablaya ve kızlara döndü. ‘’Siz de gelin Efsun, sakın ha gelmemezlik yok.’’
‘’Geliriz geliriz.’’ dedi Çağla kararı annesine bırakmadan. ‘’Ada’yı her zaman görme şansımız olmuyor, fırsatı kaçırmamak lazım.’’
Gülümsedim, başımı Deniz’in omzuna yasladım. ‘’Kahvaltıdan sonra Seher teyzeye gideriz.’’ dedi Deniz. ‘’Sonra yattan eşyaları alır, havaalanına gideriz.’’
‘’Aa yarın dönüyor musunuz?’’ dedi yengem. ‘’Oğlum kalsaydınız.’’
‘’Artık gizlenecek bir şey kalmadı, her şey sona erdi. Evimize gitmemizde bir sakınca yok.’’ dedi Deniz ikna etmek ister gibi bir sesle. Herkesin ona hak vermesini bekler gibi bir hali vardı.
‘’Bırak hanım, gitsinler.’’ dedi dayım. ‘’Bundan sonra hayat sadece onların. Başkalarını düşünmeden, evliliklerinin ve bebeklerinin mutluluğunu yaşasınlar doya doya.’’
‘’Zaten yine geliriz.’’ dedi Deniz. ‘’Ki geleceğiz de zaten. Bakarsınız bir dahaki gelişimizde daha kalabalık oluruz.’’ diye ekledi karnımı severken.
‘’Ay inşallah.’’ dedi Melis ellerini birbirine çarparken.
‘’Tabii yengecim.’’ dedim. ‘’Yine geleceğiz. Hem ben de evimi çok özledim.’’
‘’Peki bakalım, öyle olsun.’’ dedi yengem. Bizi gönderdiği için mutsuzdu ama Deniz’le bir arada olduğumuz için çok mutluydu.
‘’O zaman biz otele kaçalım.’’ dedi Eser. ‘’Eşyalarımızı toparlayalım, madem yarın gideceğiz.’’
‘’Yarın kahvaltıya gelin ama mutlaka.’’ dedi Melis, bir Sarp’a bir Eser’e bakıyordu. Sonra yengeme döndü. ‘’Yani, şey gelebilirler mi Meral abla?’’
Yengem güldü, Melis’i başını sallayarak onayladı. ‘’Gelsinler tabii kızım, gelsinler.’’
‘’Tamam o zaman.’’ dedi Sarp. ‘’Yarın sabah görüşürüz.’’
Eser de hemen onun ardından ‘’Görüşürüz.’’ diye ekledi.
Hep beraber onları yolcu ettikten sonra kahvelerimizi içmeye ve sohbete devam etmiştik. Dakikalar, saatler geçmişti. İnsan sevdikleriyle olduğunda hayat gerçekten yaşanılabilir oluyordu.
6 Eylül, Salı
Yengemin hazırladığı o mükemmel kahvaltıdan sonra Deniz’le birlikte Seher teyzeye ziyarete gitmiş, sonrasında yattaki eşyalarımızı toplayarak havaalanına gelmiştik. Deniz yatı burada bırakacaktı çünkü Melis Güneş’le birlikte denize açılmak, son sıcak günlerin tadını çıkarmak istiyordu. Deniz hemen ikna olmuştu, çünkü artık hayatımızda bizim canımızı tehdit eden bir şey kalmamıştı, biz artık geçmişe tutsak insanlar değildik. Biz artık sadece geleceği düşünen insanlar olmuştuk.
Sarp ve Eser’le birlikte İstanbul uçağına bindik, çok kısa süren bir yolculuktan sonra İstanbul’a indik. Bu şehir bize hiç hak etmediğimiz acıları yaşatsa da çok seviyordum. Çünkü ben bu şehirde Deniz’i tanımış, bu şehirde ona aşık olmuştum. Benim yuvam burasıydı ve insan nerede olursa olsun yuvasını çok seviyordu.
‘’Hoş geldiniz.’’ dedi Savaş bizi karşıladığında. ‘’Şükür, çok şükür bitti her şey.’’ Bana sımsıkı sarılmıştı.
‘’Bitti ya.’’ dedim, ben de ona sımsıkı sarılmıştım. Bu arkamızda bıraktığımız zaman diliminde en çok fiziksel acı çeken o olmuştu ama şükürler olsun ki atlatmıştı, geride bırakmıştı. ‘’Artık her şey çok ama çok güzel olacak Savaş.’’
‘’Çok güzel olacak.’’ diye beni tekrarladı Savaş.
‘’Tek mi geldin?’’ diye sordum. Gözlerim tıpkı Deniz gibi Uygar’ı arıyordu.
‘’Hayır, Yiğit’le geldim. İki araba geldik sığmayız diye.’’
‘’Hmm anladım.’’ dedim. Deniz’in koluna girdim. ‘’O zaman hadi, beni kocamla evime bırakın o zaman.’’
‘’Hay hay.’’ dedi Savaş. Valizimi aldı. ‘’Ver bana. Yorgunsundur sen.’’ Her zaman beni düşünüyordu ve ben onun ikiz kardeşi olmayı çok seviyordum.
‘’Toprak Su’ya senin bana davrandığın gibi davranmazsa inanılmaz üzülürüm.’’ dedim, karnıma eğildim. ‘’Canım oğlum, bak dayın bana nasıl davranıyor. Sen de Su’ya aynı böyle davranacaksın. Anlaştık mı?’’
‘’Toprak’ın seni henüz anladığını düşünmüyorum.’’ dedi Sarp.
‘’Anlar anlar. Bu konuda bir sürü araştırma var.’’ dedim. ‘’Mesela anne karnındaki bebeğe müzik dinletmek bebeğin zihinsel gelişimine katkı sağlıyormuş. Bebeğin sakinleşmesini ve yatışmasını sağlıyormuş.’’
‘’Tamam, ben hemen AC/DC açıp telefonu senin karnına yaklaştırayım.’’ dedi Sarp.
Kahkaha attım. ‘’Ya öyle müzikler değil Sarp, saçmalama. Müzik derken klasik müzikten bahsediliyor.’’
‘’Klasik derken Ferdi Baba, Müslüm baba gibi mi yenge?’’ diye sordu Eser.
Sarp Eser’in kafasının arkasına bir şaplak attı. ‘’Lan oğlum ne Ferdi’si ne Müslüm’ü? Beethoven’dan, Mozart’tan, Chopin’den bahsediyor Ada.’’
‘’He.’’ dedi Eser. ‘’Ne bileyim oğlum ben?’’
Deniz güldü. ‘’Hadi oğlum, bırakın zevzekliği de yürüyün, eve gitmek istiyorum artık.’’
Hep birlikte gülerek, eğlenerek arabalara binmiştik. Bizi evimize Yiğit bırakacaktı. Sarp ve Eser de Savaş’a gidecekti. Bir an önce kendilerine kalacak bir ev bulmaları gerekiyordu çünkü benim bildiğim Savaş uzun süre ikisiyle de yaşayamazdı.
***
Nihayet eve geldiğimizde saat akşam 21.15 olmuştu. Gelir gelmez artık beni hiç tanımayan ve kocaman olan Roma’yı kucağıma almış, biraz sevdikten sonra da salondaki L koltuğa uzanmıştım. Deniz ayak bileklerime masaj yaparken ben de telefonumdaki mesajları kontrol ediyordum. Uygar, Miray’la birlikte birazdan geleceğini yazmıştı.
‘’Böyle daha iyi mi?’’ dedi Deniz bileklerimi hafif hafif sıkarken.
‘’Evet sevgilim, çok iyi geliyor. Çok teşekkür ederim.’’ dedim. Karnımı hafifçe açıp çatlak kremi sürmeye çalıştım ama Roma üstüme atlamış, karnımın tam üzerine kıvrılmıştı. Kahkaha attım. ‘’Aa, şuna bak Deniz. Anladı mı acaba hamile olduğumu?’’
‘’Bilmem, olabilir.’’ dedi Deniz, telefonunu çıkartıp bir elini karnımın üzerine koydu ve fotoğrafımı çekti.
‘’Ben de bakacağım, ben de bakacağım.’’ dedim, telefona uzandım. Deniz telefonu verdiğinde fotoğrafı inceledim. Artık iyice belirginleşen karnım, üzerinde Roma, karnımı seven Deniz’in eli ve arkada flu da olsa gülümseyen yüzüm. Bu fotoğrafa bayılmıştım. ‘’Harika bu, Roma’nın bebeklerimizle ilk fotoğrafı.’’
‘’Bebeklerimizin bir sürü ilki oldu farkında mısın?’’ dedi Deniz. ‘’İlk pusetleri, ilk pijama takımları, ilk zıbınları, ilk battaniyeleri, ilk mendilleri, Roma’yla ilk fotoğrafları ve cinsiyetlerine dair ilk simgeleri.’’
‘’Hiçbir ilkte biz yokuz farkında mısın?’’ dedim, neredeyse çocuk gibi nazlanacaktım. ‘’Saydığın şeylerin çoğunu Savaş aldı.’’
‘’Olsun.’’ dedi muzip bir gülüşle. ‘’İlklerine dair birçok şeyi kaçırdık ama… Sonuçta onları biz yaptık. İlk bizimle hayat buldular, bence bu hepsinden daha iyi.’’
Ona inanamayarak baktım. ‘’Sana inanamıyorum Deniz.’’
‘’Ne? Bence gayet mantıklı bir şey söylüyorum.’’ dedi.
Biraz daha doğrulup gözlerimi kıstım. ‘’Hadi çocuklarımızın odasını seçelim.’’
Kaşlarını kaldırıp şaşkınlıkla baktı. ‘’Şimdi mi?’’
‘’Evet, şimdi.’’ Ayaklarımı kucağından çektim ve doğrulup Roma’yı yan tarafıma koydum. ‘’Hadi gel.’’ Elinden tutup onu ayağa kaldırdım.
Dakikalar içinde üst kata çıkmıştık. Merdivenlerden çıkıldığında soldaki ilk kapı bizim odamızdı. Bu evdeki en büyük odaydı. Çünkü içerisinde ekstra olarak giyinme odası da vardı. Bizim odamızın yanındaki oda bu eve ilk geldiğim zamanlar kullandığım tek kişilik misafir odasıydı, bizim odamız kadar büyük değildi ama bizim odamızdan sonra içinde banyosu olan tek odaydı ve bebeklerimiz için en ideal oda kesinlikle bu odaydı. Hem bize yakındı hem de tıpkı bizim odamız gibi manzarası ormana ve denize bakıyordu. Merdivenlerin tam karşısındaki üçüncü oda çift kişilik yatak odalarından biriydi, büyüklüğü bebeklerimiz için düşündüğüm oda kadardı. Sağdaki üçüncü kapının ardında misafir banyosu ve tuvaleti vardı, sağdaki ikinci kapı dördüncü odaya açılıyordu ve evin en küçük odasıydı. Sağdaki ilk kapı ise çalışma odasıydı. Üçüncü ve dördüncü odalar benim hiç girmediğim, sadece kapıları açıkken şöyle bir dışarıdan gördüğüm odalardı.
‘’Sence hangisi?’’ dedi Deniz. Hiç düşünmeden onu soldaki ikinci odaya soktum. Odada neredeyse sekerek ilerledim, perdeleri açtım.
‘’Kesinlikle bu oda. Hem büyük, hem hemen bizim odamızın yanında, hem de manzarası çok güzel. Camdan baktıklarında onları karşılayacak manzaraya bak. Su ve toprak iç içe.’’ dedim heyecanla. ‘’Banyosu da var. Çocuklarımızı yıkadıktan sonra hemen odalarında giydirebiliriz.’’ Deniz’e döndüm, yerimde duramıyordum. ‘’Olmaz mı?’’ Duvarları gösterdim. ‘’Su ve toprak temalı renklere boyarız, tablolar alırız. Tavana fosforlu yıldızlar yapıştırırız. Duvarlara hayvan figürlerinin olduğu stickerlardan yapıştırırız.’’
Deniz aynı benim gibi heyecanla bakıyordu, gülümseyerek yanıma geldi, ellerini yanaklarıma yasladı. ‘’Olur sevgilim. Beraber boyarız, mobilyaları seçeriz, beraber yerleştiririz, eşyalarını dolaplarına koyarız.’’
Güldüm, ona arkama dönüp elimle duvar kenarlarını gösterdim. ‘’Şuraya bir beşiği koyarız.’’ Arkamdan sarılıp boynumu öptü. ‘’Şuraya da bir beşiği koyarız. Üzerinde isimlerinin yazdığı yastıklardan da alırız.’’
‘’Alırız sevgilim.’’ dedi, boynumu bir daha öptü.
Zemini gösterdim. ‘’Ortaya peluş bir halı.’’ Boş kalan alanı gösterdim. ‘’Şuraya da oyun alanı yaparız. Savaş oyuncak da almış biliyor musun? Biz de yarın gidip alışveriş yapalım mı? Hı yapalım mı? Bir sürü tulumlar, elbiseler almak istiyorum.’’
Deniz bana daha da sıkı sarılıp nefesini boynuma verdi, burnuyla boynumu sevdi. ‘’Yerinde duramıyorsun.’’ dedi gülümserken.
Karnıma sardığı kollarına ellerimi koydum ve başımı ona doğru yasladım. ‘’Çünkü çok mutluyum Deniz, içim içime sığmıyor. Her şey bitti. İnanabiliyor musun? Her şey bitti. Biz artık hiçbir şeyden korkmadan yaşayacağız. Tıpkı diğer insanlar gibi.’’
‘’Sonunda hak ettiğin huzurlu hayata kavuştuğun için o kadar mutluyum ki Ada. Artık hiç eksik hissetmiyorum. Biz tamamlandık, üstelik çoğalarak tamamlandık.’’
Ona doğru döndüm, dudaklarına küçücük bir öpücük kondurduktan sonra karşımdaki duvarı işaret ettim. ‘’Şu duvara da pembe ve maviye bulanan elbisemin olduğu çerçeveyi asarız.’’
Deniz aklına bir şey gelmiş olmanın heyecanıyla yüzümü izledi. ‘’Çocuklarımıza ait olan ilklerden biri geldi aklıma.’’
‘’Ne?’’ dedim merakla?
‘’Formaları.’’ dedi gülerek. ‘’Çocuklarımızın ilk formaları annelerinden.’’
Omuzlarımı geriye atıp gururla saçlarımı savurdum. ‘’Gel bir anlaşma yapalım.’’
‘’Hmm, beni zorlayacak mı?’’
‘’Yoo bence çok seveceksin.’’ dedim sırıtırken.
‘’Nedir peki bu güzel aklına gelen şey?’’
‘’Çocuklarımızın gideceği ilk maçın biletleri senden olsun. Beni maça götür. Tamam, bebeklerimiz anne karnında olduğu için bunu bilmeyecekler ama sonuçta maça gitmiş olacaklar. Atmosferi illa hissederler bence.’’ dediğimde Deniz resmen dudaklarıma yapıştı ve ben soluksuz kalana kadar beni öptü.
‘’Seni yiyeceğim ben.’’ dedi çenemi tutup başımı sağa sola sallarken. ‘’Ben, seni, yiyeceğim.’’ Her kelimeyi vurgulayarak söylemesi içimi sıcacık yapmıştı. ‘’Tamam, seni ve çocuklarımızı maça götüreceğim. Ama önce bilet alabilmek için sana kart çıkartmamız gerek. O gelir gelmez ilk maç kimleyse bilet alırız ve gideriz.’’
Omuz kıstım. ‘’Pekala, yarın alışverişe gidiyor muyuz?’’
‘’Gidiyoruz sevgilim.’’ dedi. ‘’Ben yarın çocuklara bu odayı boşalttırırım.’’
Ellerimi defalarca birbirine çarptım. ‘’Harika olacak, harika.’’ dedim, sonra bir an sustum. ‘’Aaaa.’’
‘’Ne oldu sevgilim?’’
‘’Sevgilim böyle oyun oynuyormuşuz gibi olacak ama şey, Ülkü abla da yarın başlasın artık diyorum ben. Olur mu?’’
Deniz başını sallaya sallaya güldü. ‘’Tamam sevgilim, ben konuşurum.’’
İki elimle yüzünü tutup yanağını kocaman öptüm. ‘’Oh.’’ Bir daha öptüm. ‘’Oh. Sen bir tanesin. Kocam benim.’’
Deniz belime sarılıp beni kendine çekeceği sırada kapı çaldı. ‘’Kim ki bu saatte?’’ dedi huysuz bir sesle.
Koşa koşa kapıya doğru ilerledim. ‘’Ben biliyorum.’’ dedim neşeyle.
‘’Sen nereye koşuyorsun Ada?’’ dedi Deniz endişeyle. ‘’Bir sakin olsan mı acaba? Bak hala koşuyor.’’
Merdivenlerden de koşarak indim, kapıyı açtım. ‘’Selaaam.’’ dedi Uygar elindeki tatlı poşetini havaya kaldırarak. ‘’Misafir kabul ediyor musunuz?’’
‘’Uygar.’’ diye büyük bir çığlık attım. Boynuna atladım. ‘’Hoş geldiniz.’’
‘’Misafir mi?’’ dedi Deniz huysuz bir sesle. ‘’Sen bu evde misafir misin Uygar?’’
Uygar’la sarılmamı sonlandırıp Miray’a sarıldım. ‘’Hoş geldin Miray.’’
‘’Hoş buldum.’’ dedi Miray, sanırım ve şükürler olsun ki Uygar ve Miray’ın arasındaki buzlar erimiş gibi görünüyordu.
Uygar çekingen bir ifadeyle Deniz’ bakarken elindeki paketi aldım. ‘’Ne bileyim abi, biliyorsun işte, Melis kaçırıldığından beri aramız çok da iyi değil.’’
‘’O günler geride kaldı ama.’’ dedim, Deniz’i hafifçe Uygar’a doğru ittim.
‘’Biz kardeşiz.’’ dedi Deniz. ‘’Kardeşler ara sıra bozuşur, sonra barışır ve kaldıkları yerden devam ederler.’’
‘’Evet.’’ diye Deniz’i onayladı Miray. ‘’Biz Selay’la küserdik, haftalarca konuşmazdık ama sonra barışırdık. Birbirimize çok kızarız ama birimizden birinin canı yansın, ilk biz koşarız.’’
‘’Sizin gibi yani.’’ dedim.
Deniz kollarını açtığında Uygar üç yaşındaki bir çocuk gibi Deniz’e ilerledi ve Deniz’e sımsıkı sarıldı. ‘’Kardeşim.’’ dedi sıcacık bir sesle.
‘’Ulan Uygar. Ulan haylaz herif.’’
‘’Sus be abicim, iki dakika duygusal bir an yaşayalım şurada.’’ dedi Uygar. Biz Miray’la kahkaha atarak salona ilerlerken Uygar ve Deniz kış bahçesine ilerlemişti. Sanırım erkek erkeğe yalnız kalmak istemişlerdi ki bu yaralarının sarılması için zaten gerekli olan bir şeydi.
‘’Çay koyayım mı?’’ dedim Miray koltuğa geçerken. ‘’Yoksa kahve mi istersin?’’
‘’Hiç zahmet etme.’’ dedi Miray. ‘’Hamilesin, yorulma hiç.’’
‘’Ne zahmeti Miray, hamileyim, hasta değilim.’’ dedim, mutfağa gidip çay koydum ve salona döndüm.
‘’Gözümüz aydın.’’ dedi Miray ben otururken. ‘’Sonunda her şey bitti.’’
Koltuğa oturdum, Roma hemen kucağıma atlamıştı. Sanırım Roma beni değil hamile oluşumu sevmişti, çünkü yine karnımın üzerine yatmayı tercih etmişti. ‘’Şükür bitti Miray. Artık hepimiz için hayatımıza bakma vakti. Hiçbirimizin önünde bir engel yok. Tehlikeli olan hiçbir şey kalmadı.’’
‘’Sen nasıl hissediyorsun peki? Gerçekten iyi misin?’’
‘’Bu soruyu arkadaşım olarak mı yoksa psikolog olarak mı soruyorsun?’’ dedim gülerek.
Miray da güldü ve uzanıp Roma’nın başını sevdi. ‘’Arkadaşın olarak soruyorum.’’
‘’Ben iyiyim Miray. Çok iyiyim. Üzerimden kalkan ağırlığı anlatamam. Artık kaygı yok, korku yok, tehlikeli planlar ve oyunlar yok.’’
‘’Sizin adınıza çok mutluyum Ada. Hak ettiğiniz gibi yaşayacaksınız bundan sonra.’’
‘’Bizi boş ver şimdi.’’ dedim gözlerimle salonun girişini kontrol ederek. ‘’Uygar’la işler nasıl? Düzeldiniz değil mi? Bak biliyorum bizim başımıza gelenler yüzünden siz de hayatınızı erteliyorsunuz ama inan bana-’’
‘’Ada.’’ dedi Miray gülerek. ‘’Ben bilmiyordum. İşlerin bu kadar korkunç ve tehlikeli olduğunu bilmiyordum. Bilmediğim için de Uygar’ı suçluyordum. Ama bana anlattı, her şeyi baştan sonra anlattı. Ben onu anlayamamışım, o nelerle uğraşırken ben onu beni sevmemekle suçlamışım. Ama şimdi çok iyiyiz.’’
Elimi göğsüme koydum. ‘’Oh, oh çok şükür.’’ Başımı yukarı kaldırdım. ‘’Gerçekten çok şükür.’’
Miray güldü. ‘’Ne oldu, neden bu kadar şükrediyorsun sen?’’
‘’Ayrılacaksınız zannediyorduk çünkü. Nasıl korktuk bilsen.’’
‘’Ay yok.’’ dedi Miray. ‘’Tamam, büyük kavgalar ediyorduk ama ayrılmazdık Ada. Uygar beni bırakmaz ki bırakamaz yani. Bebeğiymişim gibi seviyor.’’ Roma’ya baktı, gülümsedi. ‘’Hatta ne yaptı biliyor musun?’’
‘’Ne?’’ dedim.
‘’Biliyorsun, Uygar’ın hayvan tüyüne alerjisi vardı. Ama bunun için alerji testleri yaptırdı ve alerjiyi yenmek için ilaç kullanıyor. Bunların hepsini ben eve bir köpek almak istediğim için yapıyor üstelik.’’
‘’İnanmıyorum. Bu çok tatlı.’’
‘’Evet. Aydın’daki barınaktan sahipleneceğiz. O kadar tatlı köpekler var ki görsen.’’ dedi, Roma’nın çenesini öptü.
‘’Aydın’daki barınak?’’ dedim kaşlarımı çatarak.
‘’Canım, Selay ve Can’ın düğününde bizimkiler barınakla uğraşıyordu ya, orası işte.’’
‘’Aa.’’ dedim. ‘’O barınak Selay ve Can’ı kandırmak için kullandığımız sahte bir proje değil miydi?’’
‘’Hayır Adacım, gerçekten bir barınak yapıldı oraya. Deniz de sponsor oldu. İki tane veteriner çalışıyor hatta. Deniz söylemedi mi?’’
‘’Yoo.’’ dedim, gülümsedim. ‘’Yani Deniz söylemeyi unutmuş olmalı.’’
‘’Belki de.’’ dedi Miray. ‘’Hamilelik nasıl gidiyor?’’
‘’Biraz yorucu.’’ dedim. ‘’Yani aslında çok güzel ama hiçbir şey yiyemiyorum. Midem hemen ağzıma çıkıyor. Sanırım hamileliğime dair özlemeyeceğim tek şey reflü olacak.’’
‘’İkizler ya bir de. Daha da zorluyordur seni.’’ dedi Miray. ‘’Selay’ın reflü problemi olmadı ama o da kas ağrısı yaşıyor. Yürümekte zorlanmaya başladı.’’
‘’Herkeste farklı oluyordur belki.’’ dedim.
‘’Doğsunlar bir an önce sağlıkla. Resmen günleri sayıyorum.’’ Sonra bir aydınlanma yaşadı. ‘’İnanamıyorum Ada, ikizlerin olacak.’’
‘’Ben de inanamıyorum.’’ dedim. ‘’Bu hem ürkütücü hem de çok güzel bir his. Bir yandan çok korkuyorum. İnsanlar tek çocuğa bakarken bile zorlanıyor. Bizim iki tane bebeğimiz olacak. Ağlasa susturabilecek miyim? Derdini anlayabilecek miyim? Kafamın içi bu sorularla dolu.’’
‘’Siz halledersiniz. Hem biz varız. Çok kalabalığız kızım.’’
‘’Çocuklarımın bir sürü manevi teyzesi ve dayısı var, haklısın.’’ dedim. ‘’Ağladıkça kucağınıza vereceğim haberin olsun. Uzaktan sevmek yok. Tüm becerilerinizi kullanarak ilgileneceksiniz çocuklarımla.’’
Miray kahkaha attığında Uygar içeriye girmişti. ‘’Hop, ne kaynatıyorsunuz siz?’’ dedi yanımıza doğru ilerlerken. Deniz gelmemişti, kocam neredeydi?
‘’Bebeklerden bahsediyoruz.’’ dedi Miray. ‘’Bundan birkaç ay sonra hayatımıza üç tane hayat daha gelecek. Çınar, Toprak ve Su.’’
‘’Toprak ve Su’nun amcası olacağım, peki Çınar’ın nesi olacağım?’’ dedi Uygar düşünceli bir sesle.
‘’Eniştesi.’’ dedi Deniz. Yavaş yavaş ilerledi ve yanıma gelip kolunu boynuma sararak şakağımı öptü.
‘’Aşk olsun Uygar.’’ dedim hayıflanarak. ‘’Biz kardeş değil miydik? Neden çocuklarımın sadece amcası oluyorsun?’’
‘’Hayda.’’ dedi Uygar. ‘’Ben onu hiç düşünmedim.’’ Elini çenesine koydu, kısa bir süre düşündü. ‘’O zaman şöyle yapalım Adacım. Toprak’ın amcası, Su’nun da dayısı olayım. Nasıl fikir?’’
Hepimiz aynı anda kahkaha atarken ayağa kalkmaya çalıştım. ‘’Güzel bunu sevdim.’’
‘’Nereye gidiyorsun sevgilim?’’ dedi Deniz beni olduğum yere tekrar oturturken.
‘’Çayı demleyeceğim sevgilim.’’
‘’Demledim ben, otur sen.’’ dedi, demek o yüzden Uygar’dan biraz daha geç gelmişti. Uygar’a döndü. ‘’Ee Uygar, senin bu istifa saçmalığını unutalım mı artık? Şu işinin başına dön doğru düzgün bir şekilde.’’
Uygar burnundan kıl aldırmazmış gibi bir ifadeyle işaret parmaklarını birbirine sürttü. ‘’Yani, bilmiyorum. Eğer bir daha benden bir şey saklarsan.’’
Deniz güldü ve Uygar’ın sözünü kesti. ‘’Off oğlum, senin dilinden kurtulmanın bir yolu yok mu?’’ Miray’a döndü. ‘’Miray, bu adam sana da böyle mi davranıyor? Çekeyim mi kenara? İfadesini almam iki dakikamı almaz.’’
Uygar kahkaha attı. ‘’Hadi oradan.’’
Miray da Uygar gibi kahkaha atarken başını iki yana salladı. ‘’Yok, bir tek sana nazlanıyor.’’
Deniz Çıks Çıks Çıks sesini çıkardı ve gülmeye devam etti. ‘’Koskoca adam oldun. Büyü be oğlum artık.’’
‘’Acelesi yok ya büyürüz.’’ dedi Uygar. ‘’Neyse sen ne diyorsun şimdi, onu söyle. Bir daha benden bir şey saklayacak mısın?’’
‘’Saklamayacağım Uygarcım. Tamam mı, kabul mü? İstifanı yırtıp atacağım çünkü.’’
‘’Sen onu işleme almadın mı Deniz?’’ dedi Uygar şaşkınlıkla.
‘’Yok artık Uygar. İstifanı kabul edeceğimi düşünmedin herhalde. Sadece biraz kafa izni yapman gerekiyordu. Ben de seni izne göndermiş oldum.’’
‘’Adama bak ya, Siz beni kovamazsınız, ben istifa ederim. raconunu da kestirmez insana.’’
‘’Ee tabi oğlum, seni kaybeder miyim ben?’’
‘’En azından değerimi biliyorsun, bu da bir şey.’’ dedi Uygar. ‘’Ee birer tatlı gömmeyelim mi bunun şerefine?’’
‘’Gömelim.’’ dedi Miray, ayağa kalktı ve bana döndü. ‘’Sen otur, ben çaylarla birlikte servis edip geleceğim hemen.’’
Kocaman gülümsedim ve başımı Deniz’e yasladım. Yavaş yavaş yaralarımızı sarıyorduk. Geriye hallolması gereken birkaç kırgınlık kalmıştı. Deniz’in ailesiyle arasını düzeltmem gerekiyordu ama şu an için bunun acelesi yoktu. Onların arası düzeldikten sonra yapmayı planladığım başka şeyler de vardı. Mesela kütüphanemle daha yakından ilgilenmek istiyordum. Bir türlü sevgili olamayan Eser ve Beyza’yı hizaya çekmek istiyordum. Bir türlü Ece’ye açılamayan Savaş’ı cesaretlendirmek istiyordum. Sanırım çöpçatanlık yapmak en sevdiğim huylarımdan biriydi. Hem ben kötü bir şey yapmıyordum, bir yuvanın kurulmasına vesile olmak çok güzel hissettiriyordu.
***
7 Eylül, Çarşamba
Sabah uyanır uyanmaz yaptığım ilk şey Aydın’daki hastaneyi arayarak yatımızın patlaması yüzünden yaralanan kişi hakkında bilgi almak olmuştu. Adamın durumu iyiydi ve daha da iyiye gidiyordu. Hastane masraflarının tamamını ben ödeyecektim ve patlamadan hiçbir iz kalmadan onu hastaneden çıkarttırmayacaktım. Bunun için estetik operasyonlar geçirmek zorunda kalsa da tüm masraflar benim cebimden çıkacaktı çünkü o patlama bizim yüzümüzden olmuştu.
‘’Sevgilim.’’ dedi Deniz, arkama döndüm. Kapının kirişine yaslanmış, kollarını birbirine bağlamıştı. ‘’Saat 07.30 bile değil. Sen neden uyandın?’’
Tezgaha döndüm ve peynirleri servis tabaklarına koydum. ‘’Çünkü sevgilim, bugün çok ama çok işimiz var. Ee hem ne demişler, erken kalkan erken yol alır.’’
Deniz meraklı bakışlarla yanıma ilerledi, tezgaha yürümemi engelledi ve iki kolunu etrafıma sarıp deyim yerindeyse beni esir aldı. ‘’Ne işimiz varmış?’’ dedi, saçlarımı kokladı, başıma üç minik öpücük bıraktı.
‘’Önce hastaneye gideceğiz. Aydın’daki doktorlar detaylı muayene olmamız gerektiğini söylemişlerdi, bilmem hatırlıyor musun?’’ dedim, Deniz sağa sola hafifçe sallanıyordu ama beni asla bırakmıyordu. ‘’Bebeklerimize de bakarız. Durumları iyi mi, içeride ne yapıyorlar falan.’’
Deniz güldü ve yanağımı öptü. ‘’Peki başka ne yapacağız bugün?’’
‘’Alışverişe gideceğiz. Bebeklerimiz için mobilyalar bakmamız lazım, dün öyle konuşmuştuk. Sakın bak sakın, hiç hiç olmaz deme, ben kendimi ona göre ayarladım. Şu an o psikolojiden çıkamam.’’ dedim, hala mutfağın ortasında sağa sola salınıyorduk ve Deniz kollarını biraz olsun bile gevşetmemişti.
‘’Gideceğiz güzelim, başka ne işimiz var?’’ Boynuma minik bir öpücük bıraktıktan sonra çenesini başımın üzerine koydu.
‘’Hmm.’’ dedim düşünceli bir sesle. ‘’Sen çocuklara söyle, dün konuştuğumuz odayı boşaltsınlar, geldiğimde boş görürsem çok mutlu olurum.’’
‘’Söylerim.’’ dedi, güldü.
‘’Biz gizli balayımızda bir sürü fotoğraf çekildik. Onların hepsini çıkartmak istiyorum ben, bir tane albüm almak istiyorum. Fotoğrafçıya da gitmemiz gerekiyor bu yüzden.’’
‘’Gideriz.’’ dedi, daha da güldü.
‘’Maç bileti almam için kart çıkartmak gerekiyor diyordun, o kart için başvuru yapayım ben bak. Az daha unutuyordum.’’ dedim, elimi kaldırıp Deniz’e ne anlattıysam hepsini içimden parmaklarımla saymaya başladım. Serçe parmağımdan başlayarak tüm parmaklarıma dokundum. ‘’Ohoo, çok işimiz var çok.’’
Deniz yine güldüğünde ona doğru döndüm ve başımı kaldırdım. ‘’Sen niye gülüp duruyorsun? Bir şey söylesene.’’
‘’O kadar sevimli anlatıyorsun ki uzun bir şeyler söyleyerek dikkatini bölmek istemedim.’’ dedi, bir kolunu etrafımdan çekip burnumdan makas aldı. ‘’Çok tatlısın. Şöyle bıcır bıcır bir şeyler anlatıyorsun ya.’’
‘’Ee?’’ dedim ayakucumda hafifçe yükselirken. ‘’Ne olmuş anlatıyorsam?’’
Deniz bana cevap vermek yerine tek eliyle yüzümü kendine daha da yaklaştırdı ve beni uzun, çok uzun bir süre boyunca öptü. ‘’İşte böyle öpesim geliyor.’’ dedi Deniz.
Çay makinesi suyun kaynadığını belirten bir ses çıkardığında Deniz beni serbest bıraktı ve bana bırakmadan çayı demlemeye koyuldu. Ben de o sırada diğer kahvaltılıkları çıkarttım, her şey hazır olduğunda da kış bahçesine taşıdık. Deniz masaya bilgisayarını da indirmiş, benim için kart başvurusu yapmıştı. Hatta biz kahvaltı yaparken adamlarına üst kattaki odayı boşaltmalarını bile söylemişti. Sanırım ben gözümde büyüttüğüm için çok işimiz var zannediyordum fakat bugünün iki işi çoktan çözümlenmeye başlamıştı. Parmaklarımla tekrar saymaya başladım.
‘’Kaç işimiz kaldı bakalım?’’ dedi Deniz gülerek.
‘’Hastane.’’ dedim, serçe parmağımı kaldırdım. ‘’Alışveriş.’’ Yüzük parmağımı kaldırdım. ‘’Fotoğraflar.’’ Orta parmağımı kaldırdım. ‘’Üç tane.’’
‘’Gerçekten çok işimiz varmış.’’ dedi, benimle resmen dalga geçiyordu ama ben onu alışverişte görecektim.
***
Hastaneden sonra fotoğrafçıya gelmiştik. Çünkü fotoğraflar akşama kadar anca çıkardı ve biz de o sırada alışverişi halledebilirdik. Bu fikir Deniz’den gelmişti ve ben bazen, özellikle onun yanındayken aklımın neden daha az çalıştığını anlayamıyordum. Sanırım beynim çok fazla mutluluk hormonu salgıladığı için aptallaşıyordu. Halbuki zeki olduğum söylenirdi. Ben neden böyle oluyordum?
Fotoğrafçıya Deniz’le tanıştığım günden beri çekildiğimiz tüm fotoğrafları gönderdim. Aynı şeyi kendi telefonundan Deniz de yapmıştı. Bu fotoğraflara ek olarak flashbelleğe atılan Aydın’daki nişan fotoğraflarımız ve Çırağan Sarayı’ndaki düğün fotoğraflarımız da eklendiğinde bu fotoğraf işinin bugün bitmeyeceğini çoktan anlamıştım. Üstelik bu fotoğraflara albümler yetmezdi. Çünkü fotoğrafçının elinde beş bin tane fotoğraf olmuştu. Sadece en beğendiklerimi albüme koymaya karar vererek beş tane albüm aldım. Geri kalanları koymak için de ahşap bir sandık aldım. Bebeklerimiz için de minik bir albüm aldığımda fotoğrafçıdan çıktık. Deniz fotoğraflar için minik bir servet ödemek zorunda kalmıştı ama umursamadım. Çünkü fotoğraflara ekrandan bakmak istemiyordum.
***
Bir restoranda hızlıca yemek yiyip bebek mobilyaları ve eşyaları satan mağazaya geldiğimizde saat öğlen 12.45 olmuştu.
Mağaza geniş cam vitrinleriyle devasa bir masal dünyası gibiydi. Dışarıdan bakınca bile içindeki renkli vitrinler ve yumuşak ışıklar insanı çağırıyordu.
Kapıdan girer girmez kalbim tatlı bir heyecana kapıldı. Çünkü hamileliğimi öğrendiğimden beri bugünü bekliyor, bebeklerim için bir şeyler almak istiyordum. Etrafa bakındım. Sallanan beşikler, küçük çekmeceler, raflarda bebek odası setleri, minik kıyafet rafları, yumuşacık battaniyeler ve peluş oyuncak yığınları. Gördüklerimin hepsini almak istiyordum ama bir yerde kendimi tutmam gerektiğinin de farkındaydım.
‘’Sevgilim burası inanılmaz.’’ dedim, sesim heyecandan titriyordu. ‘’Hadi neler varmış yakından bakalım.’’ Elini tutup onu içeriye doğru sürükledim. ‘’Önce mobilyalardan mı başlayalım? Hangisinden başlayalım? Offf o kadar çok şey var ki. Hepsi bugüne sığmaz, yarın da gelelim mi? Gelelim mi?’’
Deniz minik bir kahkaha attığında bir şey söylemesine fırsat vermeden onu mobilyaların olduğu bölüme doğru çektim.
‘’Hadi gel bakalım, istediğimiz gibi şeyler bulabilecek miyiz?’’ dedim.
Kolunu belime sardı. “Buluruz sevgilim. Ama biraz sakin mi olsan? İlk günden evi bebek mağazasına çevirmeyelim. Doğuma daha var, sırayla alırız. Hem her şeyi almaya kalkarsak eve sığmayız.’’ Beni dizginlemeye çalışıyordu ama gözlerindeki ışıltıdan onun da en az benim kadar heyecanlı olduğunu görebiliyordum.
‘’Her şeyi almayacağız ki, ihtiyaç olan şeyleri alacağız.’’ dedim omuz kısarak.
O sırada bir görevli yanımıza yaklaşmıştı. ‘’Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?’’
‘’Şimdi şöyle.’’ dedim, elim gayriihtiyari karnıma gitmişti. ‘’İkiz bebek bekliyoruz. Ve bugün onlar için beşik almak istiyoruz. Bize önereceğiniz bir model var mı? Ve şunu söylemek istiyorum, göstereceğiniz ürünlerin sertifikalı olması ve doğal olması bizim için çok önemli.’’
Görevli öncelikle gülümsedi. ‘’Tebrik ederim. Size yardımcı olmaya çalışacağım. Mağazamızda sertifikalı ve doğal ürünler mevcut, evet. Bu konuda duyarlı olmanız çok güzel.’’
‘’Eşim mimar.’’ dedi Deniz gururla.
‘’Öyle mi? O zaman karşımda bilinçli ve duyarlı bir çift var diyebilir miyim?’’
‘’Evet.’’ dedim heyecanla.
Görevli bizi bir beşiğin yanında durdurdu. Beşiğin rengi bol sütlü latte tonlarındaydı ve ileri geri ittirerek beşiği sallayabiliyorduk. Yan taraftaki korkuluklarında bulut desenleri vardı ve inanılmaz tatlı görünüyordu. ‘’Bu çok güzelmiş.’’ dedi Deniz. ‘’Toprak için bunu alabiliriz.’’
Beşiği inceledim, altında ve yan tarafında çekmeceler vardı. O çekmeceleri Toprak’ın eşyalarıyla doldurmak için sabırsızlanıyordum.
‘’İkiz bebek bekliyordunuz değil mi?’’ dedi görevli.
‘’Evet.’’
‘’O zaman bundan bir tane daha alacaksınız?’’
‘’Evet ama onun rengi başka olsun.’’ dedim. ‘’İkizler ama karakterleri başka olacak. İkisini aynı kalıba sokmak istemiyorum.’’ Deniz’e döndüm. ‘’Sevgilim, sen ne düşünüyorsun?’’
Deniz kolunu boynuma sarıp şakağımı öptü. ‘’Ben de seninle hemfikirim karıcım. Başka renkleriniz var mı?’’
‘’Elbette, katalogdan seçebiliriz dilerseniz. İstediğiniz bir renk var mı? Pembe, mavi?’’
‘’Cinsiyetçi renkler de pek tercih etmiyoruz aslında.’’ dedi Deniz. Kataloğu elimize aldık. 70 kodlu renk çok hoşuma gitmişti. Mavi değildi, gri de değildi, ama bakınca çok açık bir günde denize bakıyormuş gibi bir his veriyordu. Bu renk dünyalar güzeli kızım için –tamam daha doğmamıştı ama ben yine de onun dünyalar güzeli olacağını biliyordum.- harika bir renkti.
Deniz’le aynı anda aynı rengi işaret ettik. ‘’Tamam bu olsun.’’
Görevli katalogdan Hasır 210 ve Rüzgar 70 kodlarını işaretledikten sonra kalemini cebine sokuşturdu. ‘’Dolap ve çekmece de bakacak mısınız?’’
Deniz’le aynı anda başımızı salladık ve tam dört saat sürecek alışverişimize devam ettik. Beşiklerden sonra gardırop ve çekmece almıştık. Bunları neden aynı gün aldığımı bilmiyordum ama sanırım bunun sebebi odalarının bitmiş halini bir an önce görmek istememdi.
Mobilyalardan sonra tekstil ürünlerine geçmiştik. Organik yataklar, yastıklar, çarşaflar, kılıflar, alt değiştirme minderi, önlükler ve her mevsim için ayrı olan battaniyelerden sonra bu bölümden de çıkmıştık. Bir yandan içim içime sığmıyor, bir yandan da her şey kafamda oturuyordu. Ama daha alınması gereken çok şey vardı, onları zamana yayarak almaya karar verdiğimiz için şimdilik burada noktalamış, kıyafet kısmına geçmiştik.
İlk olarak Su’ya bir şeyler bakmak istiyordum çünkü kızlar için seçenek her zaman daha fazla oluyordu ve ben bir an önce başlayıp bitirerek Toprak için bir şeyler almak istiyordum.
Bebek kıyafetleri bölümünde tavanlardan sarkan bulut şeklindeki lambalar loş bir ışıkla ortamı sarıyordu. Ahşap raflarda dizili minik kıyafetler, peluş oyuncaklar ve renkli kutular, insanın içini kıpır kıpır eden bir davetkârlıkla duruyordu. Hava yeni kesilmiş çim kokusuyla karışık hafif bir vanilya esintisi taşıyordu. Elimi tekrar karnıma koydum. Bebeklerimin içimde hareket ettiğini hissediyordum ama henüz hiç tekme atmamışlardı, o günü heyecanla bekliyordum. Deniz heyecanımdan habersiz elinde alışveriş sepetiyle beni izliyordu. Bense aşk dolu bakışlarla elbiselere bakıyordum. Hepsi o kadar güzeldi ki ben hepsini alıp Su’ya giydirmek gibi arsız bir istekle dolup taşıyordum. Deniz elbiselerin olduğu askılardan bir elbiseyi çıkartıp bana gösterdi. ‘’Bu nasıl?’’
Elbise süt beyazıydı, pamuklu bir kumaştan yapılmıştı. Etekleri hafif kabarıktı ve göğsünde minik bir dantel şerit vardı. Kolları kısa ve puf puftu. Sanki bir bulutun kanatları gibiydi. ‘’Çok güzel, alalım mı?’’ dedim. Deniz sormama gerek yokmuş gibi elbiseyi sepete attı.
Bu sefer ben bir elbise alıp ona gösterdim. Açık gri ve mavi tonlarda, dalgalı kumaştan, etek ucunda minik dalga işlemeleri olan bir elbiseydi. “Buna bayıldım!” dedim, parmaklarımla işlemeleri okşarken. “Sanki sahilde yürüyormuş gibi hissedecek.”
Deniz kaşlarını kaldırıp şakacı bir ifadeyle sordu. “Sahilde mi? Daha doğmadan mı?”
‘’Biraz daha büyüyünce işte canım.’’ dedim omzuna hafifçe vurarak. ‘’Yenidoğan bebekler çok çabuk büyüyor. Mavi de öyleydi. İpek bir giydirdiğini bir daha çok zor giydiriyordu.’’
‘’O zaman biz de ona göre alırız sevgilim.’’ dedi Deniz. Dediği gibi yapmış, tüm kıyafetleri giyebilecekleri zamanları ayarlayarak almıştık. Elimizde Su için on tane elbise, yirmi tane tulum, on beş tane takım, yirmi tane zıbın, on tane külotlu çorap, üç tane salopet elbise olduğunda onun için daha fazla bir şey almamaya karar vermiş, erkek bebek reyonuna geçmiştik.
Üzerinde zürafa, kaplumbağa, çapa, ayı, bulut olan tulumlar, çizgili ve yuvarlak desenleri olan günlük takımlar, kısa kollu gömlekler, şortlar, keten ve kot pantolonlar, rengarenk bodyler, tam onun gibi bir beyefendiye yakışacak hırkalar ve yelekler, özel günlerde giyeceği gömleklerin üzerine takacağımız papyonlar, dört tane şortlu salopet tulum derken onun için de alışverişin sonuna gelmiştik. Elimizde iki tane sepet vardı ve Toprak’ınki Su’nunkinden çok daha fazlaydı.
‘’Ben Su’nun elbiseleri daha fazla olur diyordum ama sen Toprak’ta kendini biraz aştın sanki sevgilim.’’ dedi Deniz iki sepete de bakarken.
Bir papyonu alıp ona gösterdim. ‘’Ama sevgilim, şuna bakar mısın? Şunu nasıl almayayım ben?’’ Salopeti elime alıp havaya kaldırdım. Çam yeşili keten bir salopetti ve Toprak’a kesinlikle çok yakışacaktı. ‘’Şuna bak, şunu oğlumuzun üzerinde hayal etsene bir.’’
Deniz beni gülümseyerek izledi, başını iki yana salladı. Hem Toprak için hem Su için, şapkalar, eldivenler ve kışlık çoraplar da aldıktan sonra ayakkabı reyonuna geldik ve yenidoğan için şimdilik üçer çift ayakkabı alarak kasaya ilerledik. Deniz son anda ikiz bebekler için yapılan kombinlerin önünde durdu ve Su için önünde Princess yazan, Toprak için de Prince yazan bodyleri aldı. Gözüm güneş şapkalarına takılmıştı. Yaz aylarına girdiğimizde bebeklerimiz beş ay civarında olacaktı ve elbette güneş şapkası da ihtiyaç duyacağı şeylerden olacaktı. Deniz’den rol çalarak üzerinde King yazanı Toprak için, Queen yazanı da Su için aldım ve Deniz’in yanına, kasaya ilerledim.
Deniz fotoğrafçıda döktüğü servetten sonra burada da küçük çaplı bir servet ödediğinde aslında fiyatın oldukça makul olduğunu düşündüm, çünkü biz her şeyden ikişer tane almak zorunda kalan bir çifttik.
Alışverişten sonra eve dönüş yoluna geçmiştik, fotoğraflar hala bitmemişti ama dert etmedim. Yarın da alabilirdik. ‘’Daha alınacak bir sürü şey var.’’ dedim kemerimi takarken.
‘’Ne kaldı?’’ dedi Deniz şaşkın bir sesle. ‘’Bir dünya elbise aldık sevgilim.’’
‘’Bebekler sürekli üzerlerini pisletiyorlar, İpek Mavi’nin üstünü günde kaç kere değiştiriyordu biliyor musun? Ohoo, çok kere değiştiriyordu. Çünkü Mavi yemek döküyordu, kusuyordu, salyalarını falan akıtıyordu. Hadi elbiseler, takımlar neyse de pijama takımı, zıbın, önlük falan çok olması gereken şeyler. Tüm günümüz onların üstünü değiştirmekle geçecek. İpek çok uğraşıyordu, biz daha çok uğraşacağız çünkü iki tane bebeğimiz olacak.’’ Parmaklarımla iki yapıp neredeyse gözüne soktum.
‘’Evet işte ne güzel değil mi?’’ dedi Deniz sağa sinyal verirken.
Elimi karnıma koydum. ‘’Eveeeeet.’’ dedim sanki bebeklerimiz duyuyormuş gibi ikinci E harfini uzatarak. Ardından bluetoothu açıp klasik müziklerden birini açtım. ‘’Çok güzel hem de.’’
‘’Ee, sen bir şeyler daha lazım diyordun karıcım.’’
‘’Bebek arabası, bebeklerimizi kucağımızda taşıyabilmek için kanguru, bebek küveti, perde, halı, gece lambası, emzirme koltuğu ve küçük ıvır zıvırlardan oluşan hijyen malzemeleri.’’
‘’Sen aslında mağazada hepsinden birer model beğenmiştin sevgilim?’’ dedi sorar bir sesle.
‘’Evet ama hepsini bir anda almayalım diye düşündüm. Sırayla alırız, hem bütçemizi de zorlamamış oluruz.’’
‘’Sevgilim kocan hala zengin.’’ dedi Deniz neredeyse kahkaha atarak.
‘’Aa zengin demişken, hala hesabımda duran on iki milyar küsür parayı ne yapacağım ben Deniz? Senin üstüne ne zaman devredeceğim? Ayrıca sana geri vermem gereken tapular var. Evimiz, arabaların, yatın ve bir sürü arsa. Notere ve bankaya gidelim bir gün.’’
‘’Kalsın sevgilim, benim ihtiyacım yok.’’ dedi kendinden gayet emin bir sesle.
‘’Saçmalama Deniz.’’ diyerek itiraz ettim. ‘’Oldu olacak şirketi de üstüme yap. Olacak iş değil.’’
‘’Hmm, fena fikre benzemiyor, sorumluluğum da azalır böylece.’’ dedi gayet ciddi bir sesle.
‘’Yok yok istemiyorum.’’ dedim ama Deniz beni ne kadar ciddiye almıştı bilmiyordum.
***
Eve geldiğimizde bizi Ülkü abla büyük bir heyecanla karşılamıştı. Deniz’i de özlemişti ama beni daha çok özlemişti. Öyle ki durup durup bana sarılıyor, saçlarımı seviyor, yanağımı okşuyordu.
‘’Aç mısınız?’’ dedi büyük bir sevecenlikle. ‘’Bir sürü yemek yaptım size. Senin sevdiklerinden de yaptım güzel kızım.’’
‘’Valla o kadar açım ki Ülkü abla, ne koysan yerim.’’ dedim mutfağa göz ucuyla bakarken.
‘’Bunları nereye koyalım?’’ dedi Hakan, elinde tam sekiz tane alışveriş torbası vardı.
‘’Üst kata, çalışma odasının yanındaki küçük odaya bırakın hepsini.’’ dedi Deniz, o da Samet’e bakıyordu çünkü onun elinde de en az Hakan’ın elindekiler kadar çok torba vardı.
‘’Maşallah neler aldınız böyle?’’ dedi Ülkü abla. Gözlerinin içi parlıyordu, sanki kendi torunu olacakmış gibi mutluydu.
‘’Neler almadık ki?’’ dedim. ‘’Hepsini beraber yıkayıp katlayacağız daha sonra seninle.’’
‘’Yaparız tabii kızım. Ama siz elinizi yüzünüzü yıkayın önce, hadi bakalım. Sonra da kış bahçesine gelirsiniz, oraya kuruyorum sofrayı.’’
‘’Tamam ablacım.’’ dedim. Deniz’le birlikte üst kata çıktık. Çocuklar odayı tamamen boşaltmıştı, hatta Ülkü abla da odayı temizlemiş, pırıl pırıl yapmıştı. Duvarlar boyandıktan sonra mobilyaları yerleştirebilirdik. Bir an önce boya almak istiyordum.
‘’Mobilyalar ne zaman gelir acaba?’’ dedim neredeyse oflayarak.
‘’Bir haftaya gelir dediler ya güzelim.’’ dedi Deniz kolunu boynuma sarıp saçlarımı öpmeden hemen önce. ‘’Senin bu sabırsızlığını ne yapacağız bilmem.’’
Güldüm. ‘’Yarın da boya alırız, olur mu? Duvarlara yapıştırmak için de duvar kağıtları ve ışıklı dekorlar alırız.’’
‘’Alırız.’’ dedi, beni koridora doğru çevirdi. ‘’Hadi üzerimizi değiştirelim, elimizi yüzümüzü yıkayalım ve yemeğe geçelim, açlıktan bayılacaksın yoksa.’’
Boş odaya baka baka koridora çıktım. Daha şimdiden bu evdeki en sevdiğim oda bu oda olmuştu.
Üzerimizi değiştirip ellerimizi yıkadıktan sonra kış bahçesine indik ve masaya geçtik. Evimizde yemek yemeyeli aylar olmuştu ve ben bunu da çok özlediğimi fark ettim. ‘’Sevgilim.’’ dedim tereddütle.
‘’Söyle hayatım.’’ dedi, bir kaşık çorba aldı ve kaşığını bıraktı.
‘’Yarın annenlere gidelim mi?’’ diye sordum dan diye.
Deniz ellerini birbirine sürterek hayali tozları arındırdı ve geriye yaslandı. ‘’O nereden çıktı?’’
‘’Bir yerden çıkmadı.’’ dedim utana sıkıla. ‘’Ailenle aranın düzelmesini istiyorum, bak her şey sona erdi. Hem ben Eren’i çok özledim. Sen aileni özlemedin mi?’’
‘’Ben şu an çok huzurluyum ve huzurumu bozmak istemiyorum Ada. Her şey sona ermemişken, başımızda bin bela varken neredeymiş bu aile? Bir fikrin var mı?’’
Elimi uzatıp elinin üzerine koydum. ‘’Bir fikrim yok. Ama çok uzun zaman oldu. Beş buçuk ay. Yani ömür boyu böyle mi devam edeceksiniz? Bak tamam, her zaman hep sen büyüklük yapıyorsun ama son bir kere daha affetsen onları? Tekrardan aile olsanız.’’
‘’Benim ailem sensin. Benim ailem çocuklarımız.’’ dedi, ses tonu neredeyse susmam için yalvarıyordu. ‘’Bu konu hakkında çok fazla bir şey konuşmak istemiyorum aslında. Yemeğimizi yiyelim biz.’’
‘’Deniz lütfen.’’ dedim. ‘’Ben arayayım anneni, akşam yemeği için onlara gidelim. Oturalım konuşalım. Üstelik ben hamileyim. Ne kadar heyecanlıdır şimdi onlar. Cinsiyetlerini biliyorlar mı onu bile bilmiyoruz. Heyecanımızı paylaşmak istiyordur onlar şimdi.’’
‘’Hiç zannetmiyorum.’’ dedi umutsuz bir sesle.
‘’Hayatım, lütfen.’’ dedim, neredeyse ayaklarına kapanıp yalvaracaktım. ‘’Beni kıracak mısın? Ben üzülürsem bebeklerimiz de üzülür. Üzülmelerini mi istiyorsun?’’ dedim, biraz duygu sömürüsü yapmaktan zarar gelmezdi.
‘’Ah ah, böyle kandıracaksın demek ki sen beni.’’ dedi Deniz pes eden bir sesle. ‘’Neyse, madem çok istiyorsun. Pekala, gidelim.’’
‘’Evet, işte bu.’’ dedim, zafer kazanmış gibi yumruğumu havada salladım. ‘’Bi’tanecik kocam benim ya, benim kocam.’’ Uzanıp yanağını aralıksız beş kez öptüm. ‘’Kocam.’’
‘’Ama eğer orada annemlerle tartışmaya başlarsam seni direkt evimize geri göndereceğim haberin olsun.’’
Elimi uzattım, elini uzattı. ‘’Anlaştık.’’
‘’Anlaştık.’’
Göz kırptığında konuşmanın sona erdiğini anlamıştım.
***
8 Eylül, Perşembe
Bugün de tıpkı dünkü gibi yoğun geçiyordu. Sabah erkenden kalkmış, boya almaya çıkmıştık. Şansımız yaver gittiğinden midir bilmem fotoğraflarımızın da hepsi çıkmıştı, fotoğrafçıya uğrayıp oradaki işimizi de hallettikten sonra eve döndük.
Tıpkı Deniz’in dediği gibi sabırsız bir insan olduğum için boya kovasını onun eline tutuşturduğum gibi onu bebeklerimizin odasına sürüklemiştim. Tabii Deniz önce kıyafetlerimizi değiştirmemiz gerektiğini söyleyerek beni odamıza götürmüştü. Diğerlerine nazaran eski, yakası açık, beyaz tshirt ve oldukça bol kot pantolon giydim. Deniz de salaş siyah tshirt ve dizlerinin altında biten, yine rengi siyah bir şort giymişti. Çok sıradan görünüyordu ama çok da çekiciydi. Böyle görünmesi çok tuhaftı çünkü sadece bir tshirt ve şort giymiş-
Düşüncelerim Deniz’in beni deyim yerindeyse yatağa atmasıyla bölünmüştü. ‘’Ee ne olmuş sadece bir tshirt ve şort giydiysem?’’ dedi sırıtırken.
‘’Bir saniye.’’ dedim. ‘’Ben o tüm kelimeleri dışımdan mı söylüyordum?’’
‘’Hı hı.’’ dedi boynumu öperken.
‘’Hayır, yok öyle bir şey. Düşüncelerimdi onlar benim. Dışımdan söylüyor olamam.’’
‘’Düşüncelerini okuyamıyorum sevgilim. Okusam kim bilir neler çıkar yani biraz korkmuyor da değilim.’’ dedi. Boynumu küçük küçük öpmeye devam ediyordu. Hamile olan bendim. Şiddetli çalışan benim hormonlarımdı. Deniz’e ne oluyordu? Bu kadar sıradan kıyafetlerimle beni öpmek istiyor olamazdı değil mi? Acaba onun da babalık hormonu mu devreye girmişti?
Babalık hormonu çocuklar için salgılanan bir hormon Ada!
‘’Bence neler düşündüğümü bilmek istemezsin.’’ dedim küçük bir kahkahayla.
‘’Neler düşünüyorsun?’’ dedi, bu sefer dudaklarıma minik buseler bıraktı.
‘’Beni çocuklarımızın odasını boyamaktan alıkoyduğun için seni cezalandırmayı düşünüyorum.’’ dedim, parmağımı sırtında gezdirirken.
‘’Çok masum şeyler düşünüyormuşsun sevgilim.’’ dedi, tabii ki masum şeyler düşünmüyordum ama şimdilik bunu Deniz’in bilmesine hiç gerek yoktu. ‘’Oysa ben daha farklı şeyler düşündüğünü zannediyordum.’’
‘’Ne gibi?’’ dedim, elimi yanağına koyup çenesinin alt dudağıyla birleştiği noktayı öptüm.
‘’Biraz ayıp şeyler.’’ dedi, yüzünü uzaklaştırdı ve elimden tutup beni bir hopluk sürede yataktan kaldırdı.
‘’Çıks çıks çıks, edepsiz.’’ dedim, sanki düşüncelerimi görmüş gibi minik bir telaşa kapıldım, hızlıca odadan çıktım ve hemen yandaki odaya girdim.
‘’Çocuklarımız doğduktan sonra.’’ dedi, boyanın kapağını açtı, minik fırçanın sapıyla şöyle bir karıştırdı. ‘’Seni rahat bırakmayacağım.’’
‘’Aaa, sen iyice edepsiz oldun.’’ dedim, küçük fırçayı aldım, boyaya batırdım. ‘’Çocuklarımızın yanında, ne kadar ayıp.’’ Umurunda değilmiş gibi omuz silkti. Büyük fırçayı kovaya batırdı ve duvarı boyamaya başladı. ‘’Ya bana ne ben de onunla boyamak istiyorum.’’ Elimdeki küçük fırçayı yere bırakıp gözlerimi ona diktim.
‘’Gel.’’ dedi, yanına ilerledim, birkaç saniye sonra fırçayı ikimiz de tutuyorduk. ‘’Bak şöyle yapacağız.’’ dedi, fırçayı duvarda gezdirmeye başladı. Birkaç dakika sonra ben sıkılıp bıraktım ve Deniz’i izlemeye başladım.
Deniz yarım saatte tüm duvarlara ilk katı atmıştı, biraz mola verdikten sonra ikinci katı da sürdü. Bir buçuk saatin sonunda boya işi bitmişti. Deniz her nasıl olduysa yere hiç boya damlatmamıştı. Neden elinden gelmeyen tek bir iş bile yoktu?
Ülkü ablanın getirdiği sandviçten ısırırken onu izledim. ‘’Yapamadığın bir şey var mı senin? Elinden gelmeyen bir şey yani? Yok mu?’’
‘’İlla vardır, ben de kusursuz değilim nihayetinde.’’ dedi meyve suyundan içerken.
‘’Ama yok?’’ Sandviçten bir ısırık daha aldım. “Deniz.” dedim. “Sen bir buçuk saatte koca odayı boyadın, yere tek damla boya damlatmadın, üstüne bir de bu sandviçi yerken yakışıklı görünmeyi başarıyorsun. Kusursuz değilim diyorsun, yemezler!”
Deniz kahkaha attı. ‘’Sevgilim, senin bu övgülerin beni bozar, haberin olsun. Yakışıklılık kısmına itirazım yok da boya işinde biraz şanslıydım diyelim.” Göz kırptı, sonra elindeki sandviçi ağzına götürürken sırıttı.
Güldüm. “Bak, işte bu yüzden seninle evlendim. Hem yetenekli, hem mütevazı, hem de başarılı!” dedim ama tam o sırada gözüm odanın köşesindeki boya kovasına takıldı. Kapağı açık unutmuştuk ve Roma usulca kovaya doğru süzülüyordu. “Deniz!” diye bağırdım, elimdeki sandviçi eline tutuşturup Roma’ya doğru koşturdum. “Roma! Hayır, yapma!”
Deniz benim baktığım yöne döndü, ne olduğunu anlamadan “Ne? Ne oluyor?” diye sordu ama Roma çoktan boya kutusunun başına geçmiş, meraklı gözlerle içine bakıyordu. Burnunu boyanın içine soktuğunda telaşla yanına vardım. ‘’Roma!’’ Roma korkuyla bana döndüğünde kuyruğu da kovanın içine girmişti. Hissettiği ıslaklık yüzünden kuyruğunu salladığında kuyruğundaki tüm boya yerlere sıçramıştı ve ben Roma’nın burnuna ve kuyruğuna bulaşan boyaya aldırmadan kahkaha atmak istiyordum.
“Aman Allah’ım!” dedim, yerdeki nokta nokta boyalara bakarak gülmeye başladım. Roma miyavlayarak odadan kaçtı.
Deniz elini beline koymuş, yere bakıyordu. “Bu kedi resmen beni sabote etti!” dedi. Sonra yere eğilip boya damlalarını silmek için bir bez aramaya başladı. “Bak sen şunun yaptığına. Benim bir damla boya damlatmadığım yeri ne hale getirdi.’’ Dudaklarını birbirine bastırdı. ‘’Ada, sen onu yakala, ben burayı temizleyeyim. Bu boya organik dediler ama Roma’nın burnuna bir şey olmaz umarım.”
Başımı salladım. Koşarak Roma’nın peşine düştüm. “Roma! Gel buraya, küçük Picasso!” diye seslendim. Onu merdivenlerde yakaladıktan sonra banyoya götürdüm, burnunu ve kuyruğunu suyla güzelce arındırdım ve çalan zile koştum.
‘’Biz geldik.’’ dedi Sarp kapıyı açtığımda. Eser’le birlikte karşımda duruyorlardı.
‘’Aa gelsenize.’’ dedim, Roma’yı aşağı indirdim.
‘’Bu ne hal yenge?’’ dedi Eser.
Üstüme başıma baktım. Tshirtüm boyayla lekelenmişti. ‘’Toprak ve Su’nun odasını boyuyorduk, e hadi ne duruyorsunuz? Gelsenize.’’
‘’Geleceğiz de.’’ dedi Sarp, Deniz merdivenlerden indi ve yanıma gelip kolunu belime sardı. Roma kalabalıktan korktuğu için sanırım bacaklarımızın arasından bahçeye kaçıvermişti. ‘’Bir sürprizimiz var.’’
Kaşlarımı çattım. ‘’Ne sürprizi? Ne oldu?’’
‘’Bu kadar çabuk mu?’’ dedi Deniz.
‘’Ne oluyor ya?’’ dedim ve evden çıkıp başımı hemen sağa çevirdim. Onlarca hediye paketi Eser’in yanı başında duruyordu. ‘’Aaa bunlar ne çocuklar, neler aldınız bu kadar?’’
‘’Ufak tefek şeyler işte.’’ dedi Sarp. ‘’Dün alışverişe çıkmışsınız. Deniz’e dedik ki Sakın her şeyi almayın, bize hediye alacak bir şeyler bırakın. Sağ olsun o da senin hoşuna giden her şeyi bize söyledi, biz de öyle aldık işte.’’
‘’Size inanamıyorum, burada bir dünya şey var.’’ dedim ve paketlere baktım. ‘’Ne var bunların içinde?’’
‘’İçeri geçip bakalım.’’ dedi Eser. Sarp ve diğer çocuklarla bütün paketleri içeri taşırlarken meraklı gözlerle olanları izliyordum.
Nihayet bütün paketler bitmişti. Hepsini sırayla açmaya başladım, ev savaş alanına dönmüştü. ‘’Bunlar benim aldıklarım.’’ dedi Sarp bir şeyleri işaret ederken. Bebek monitörü, telsiz, bebek küveti, perdeler, duvar aksesuarları ve dönenceler onun hediyesiydi.
‘’Sarp.’’ Boynuna atlayıp ona sıkıca sarıldım. ‘’Bir tanecik arkadaşım benim, teşekkür ederim.’’
‘’Güle güle kullanın kardeşim. Ne demek.’’
Sarılmamı sonlandırıp kalanlara baktım. ‘’O zaman bunları da sen mi aldın Eser?’’ Sallanan emzirme koltuğuna, halıya, lambadere ve gece lambasına bakıyordum.
‘’Evet yenge.’’ dediğinde ona da sarıldım.
‘’Ben vakti gelince monitörü kurarım.’’ dedi Sarp.
‘’Bize alacak hiçbir şey bırakmamışsınız.’’ dedi Deniz. ‘’Bu kadar da her şeyi almasaydınız ya oğlum.’’
‘’Aman, sanki ne?’’ dedi Eser. ‘’E hadi biz şu ambalajları toplayalım da gidelim.’’
‘’Aynen kardeşim.’’ dedi Sarp. Ne kadar kutu ve ambalaj varsa toplamaya başlamışlardı. ‘’Gerisini siz halledersiniz.’’
‘’Hallederiz, hallederiz.’’ dedi Deniz. ‘’Biz annemlere gideceğiz, hazırlanmamız lazım. Siz takılın kafanıza göre.’’
‘’Tamamdır.’’ dedi Eser, yukarı çıktıktan sonra duş aldım, saçlarımı kuruttum, yarım at kuyruğu yapıp kırık beyaz kurdeleyle tokanın etrafını kapattım. Artık uzamaya başlayan kaküllerimi dalgalandırıp yüzümün iki yanına ittirdim. Saçlarım kaynak olduğu için bakım zamanı gelmişti, kaküllerimi de kestirmem gerekiyordu ama hamilelikte saç kesilmemesi gerektiğini acı bir şekilde tecrübe ettiğim için doğum yapana kadar saçlarıma dokunmayacaktım. Orijinal saçlarım şu an muhtemelen omuzlarımın başladığı yere kadar anca geliyordu ama aldırış etmedim, ne de olsa çabuk uzuyordu. Yaza çıkmadan sırtıma kadar uzardı ve ben de artık bu kaynakları kullanmak zorunda kalmazdım.
Saçlarımla işim bittikten sonra üzerime kırık beyaz bir gömlek giydim. Onun da üzerine kahverengi, dizlerimin bir karış üzerinde, etekli bir salopet giydim. Bacaklarıma da ten rengi, kalın külotlu çorap geçirdim ve son olarak salopetimle aynı renk topuklu botlarımı giydim. Tam fermuarlarını kapatacaktım ki Deniz ayaklarımın dibine çöktü ve ayakkabılarımın fermuarlarını kapattı. ‘’Sen eğilme sevgilim. Benim yapmam gereken şeyleri neden sen yapmaya çalışıyorsun?’’ dedi, beni koltuktan kaldırdı ve kendi etrafımda döndürdü. ‘’Bu nasıl bir tatlılık böyle?’’
‘’Hanım hanımcık olmuş muyum?’’ dedim, olabilecek en masum gülümsememi sundum.
Çenemi sevdi. ‘’Fazlasıyla. Hadi artık çıkalım mı?’’
‘’Bir saniye.’’ dedim, çantamı aldım, çekmeceye ilerleyip fotoğrafçıdan aldığım albümlerden birini çantama attım.
‘’Ne yapacaksın o albümü? Daha içini doldurmadık ki.’’
Tüm fotoğrafların olduğu kutuyu açtım. Fotoğrafçı büyük sevaba girerek fotoğrafları ayırmıştı. Deniz’le benim olduğum fotoğrafları ayrı, ailelerle olan fotoğrafları ayrı, arkadaşlarla olan fotoğrafları ayrı zarflara koymuştu. Deniz’in ailesiyle çekildiğimiz tüm fotoğrafları da çantama attım. ‘’Şimdi şöyle sevgilim. Annen, baban ve Eren bu fotoğraflardan en çok hangilerini beğenirse o fotoğrafları onlara bırakacağım. Onlar da o fotoğrafları az evvel çantama attığım albüme koyacaklar. Geri kalan fotoğrafları da geri alacağım.’’
‘’Sen böyle her şeyi ince ince düşünecek misin?’’
Göz kırptım, gülümsedim ve kolumu beline sarıp ona yaslanarak kapıya doğru yürüdüm. ‘’Hadi, daha fazla geç kalmayalım sevgilim.’’
Deniz saçlarımın üzerine sıcak nefesini bıraktı, odanın ışığını kapattı.
***
Yaklaşık kırk dakika sonra Deniz’in aile evinin bahçesine giriş yaptığımızda bizi Canan abla, Fatih Bey ve Eren karşılamıştı.
Bu bahçeye ilk girdiğim günü hatırlayıp gülümsedim. Melis koşa koşa Deniz’e doğru geliyordu. Eren beni evinde ağırladığı için çok heyecanlıydı. Fatih Bey ve Canan Hanım da belki de yıllar sonra Deniz’in yanında bir karşı cins gördüğü için mutluydu. Tamam o gün Deniz’le aramda hiçbir şey yoktu ama hal öyleyken bile Canan Hanım ve Fatih Bey’in bizi yakıştırdığına emindim.
‘’Ada.’’ dedi Eren koşarak yanıma gelirken. ‘’Adacım.’’
‘’Eren.’’ dedim heyecanla. ‘’Ben koşamıyorum, malum.’’ İşaret parmağımla karnımı işaret ettim. Eren sırıtarak yanıma vardı ve karnıma bir zarar vermemeye dikkat ederek bana kocaman sarıldı.
‘’Hoş geldin.’’
Sarılmamız bittikten sonra onu şöyle bir süzdüm. ‘’Dur bakayım hoş bulacak mıyım?’’ Bakışlarımı üzerinde gezdirdim. ‘’Vallahi buldum. Bu ne yakışıklılık Eren? Sen nasıl bir şey olmuşsun böyle?’’
Eren kocaman sırıtırken karnımı okşadı. ‘’Yeğenlerimden n’aber?’’
Eren’i sadece gülümseyerek yanıtladım, Deniz anne ve babasına ilerliyordu. Yüzüme gerekli ciddiyeti takındıktan sonra peşinden ilerledim.
‘’Oğlum.’’ dedi ikisi de aynı anda. Sonra Canan Hanım ‘’Kızım.’’ diye ekledi. ‘’Hoş geldiniz.’’
‘’Hoş bulduk.’’ dedim, Deniz’in konuşmaya pek niyeti yok gibiydi.
Eren Deniz’in arkasından koşup sırtına resmen atladı. ‘’Abim hoş geldin.’’
Deniz hepsini başını sallayarak yanıtladı, ağzından hala tek kelime çıkmamıştı. Derin bir nefes aldı, yanında olduğumu fark ettiğinde elimi tuttu. ‘’Hoş buldum.’’ dedi kısaca. Anne ve babasının sarılmak üzere ona ilerlemesine aldırmadı ve eve doğru yürüdü.
Durumu toparlamak ve ortamı yumuşatmak için ortaya bir şeyler attım. ‘’Geç geldik biraz, trafik vardı. Çok bekletmedik değil mi?’’
‘’Yok kızım.’’ dedi Canan Hanım bozuntuya vermemeye çalıştığı sesiyle. ‘’Vaktinde geldiniz.’’
‘’Güzel, sevindim.’’
Fatih Bey ‘’Siz nasıl geldiniz, yolculuk nasıldı?’’ siye sordu.
Eren kapıyı kapattı, Deniz ‘’Formalite konulardan konuşmasak mı?’’ dedi ciddi bir sesle. ‘’Buraya sırf Ada için geldim, sessizce yemeğimizi yiyelim, ne konuşacaksak konuşalım. Bir orta yol bulacağımızı da düşünmüyorum gerçi, neyse. Masa hazır mı?’’
Deniz’in elini sıktım. ‘’Sevgilim, lütfen.’’
‘’Masa hazır.’’ dedi Eren. ‘’Geçelim isterseniz.’’
Deniz yemek masasına doğru ilerledi. ‘’Geçelim.’’
Yemek masasına geçtiğimizde bu yemeğin hiç beklediğim gibi olumlu ve sevimli geçmeyeceğini anlamıştım. Tek temennim Deniz’in çok fazla üzülmemesiydi.
‘’Afiyet olsun.’’ dedi Fatih Bey.
Deniz kendi tabağını da benim tabağımı da doldururken endişeli bakışlarla masadakileri izliyordum. ‘’Evlenmişsiniz.’’ dedi Canan Hanım. ‘’Yeniden.’’
‘’Öyle.’’ dedi Deniz kısaca.
‘’Çok mutlu olduk, güzel bir haber. Bebeklerin üstüne çok mutlu etti bizi.’’ dedi Fatih Bey.
‘’Hamileliğin nasıl gidiyor Ada?’’ dedi Canan Hanım. Başımı sürekli sağa sola çeviriyordum çünkü Canan Hanım masanın sağ başında, Fatih Bey de sol başında oturuyordu.
‘’Güzel, hiçbir sıkıntı yok.’’ dedim, gülümsedim, bir yudum su içtim. Bir şeyler söylemesi için Deniz’in ayağına ayağımla vurdum. Deniz umursamamıştı.
‘’Biri kız, biri erkekmiş. Ablam söyledi abi. Çok harika bir olay değil mi?’’
‘’Evet, harika.’’ diye yanıtladı Deniz. Bu sohbetin daha ne kadar böyle devam edeceğini bilmiyordum.
‘’Mobilya aldık ama henüz gelmedi, odalarını yapmaya başladık. Hatta bugün odayı boyadık.’’ dedim, gergin olmama rağmen sevimli konuşmaya çalışıyordum. ‘’Melis söyledi mi, isimleri Toprak ve Su olacak.’’
‘’Söyledi.’’ dedi Canan Hanım. ‘’Çok güzel isimler. Odaları için eksik bir şeyler var mı? Henüz almadığınız şeyler vardır illa.’’
‘’Biz hallediyoruz.’’ diye araya girdi Deniz. ‘’Siz zahmet etmeyin.’’
‘’Onlar bizim torunlarımız oğlum, ne demek zahmet etmeyin.’’
Deniz alayla gülüp çatalını masaya sertçe koydu. ‘’Siz anne ve babamsınız, aynı şeyleri iki kere anlatmaktan nefret ettiğimi en iyi siz bilirsiniz.’’ Bir annesine bir babasına baktı. ‘’Değil mi anne, baba?’’
‘’Oğlum.’’ dedi Fatih Bey, tıpkı benim gibi Deniz’in nereye varmak istediğini merak ediyor olmalıydı.
‘’Bütün belalardan kurtulduk, biliyorsunuz değil mi? Koral, Victor, Richard ve hatta anne.’’ Canan Hanım’a baktı. ‘’Senin üvey yeğenin Güney’den ve onun annesi Evrim’den.’’ Yutkundu, devam etti. ‘’Şeytanı bol olsun, üvey kardeşin Evren çoktan ölmüştü zaten.’’
‘’Bunları biliyoruz evladım.’’ dedi Fatih Bey.
‘’Öyledir muhakkak ama ben unuttuğunuz birkaç şeyi hatırlatmak istedim sadece.’’
‘’Deniz, lütfen.’’ dedim uyarır gibi.
Eren de ‘’Abi.’’ demişti.
Ama Deniz susmak istemiyordu. ‘’Ben bu şerefsizlerin yarattığı sebepler yüzünden karımdan boşanmak zorunda kaldım, bunun farkındasınız değil mi?’’
‘’Bu olanlar için çok üzgünüz Deniz. Olayların bu kadar geniş çaplı olacağını kim bilebilirdi ki?’’
‘’Ben de bilmiyordum baba. Ben de bilmiyordum ama kendimi bir anda o geniş çaplı olayların içinde buldum. Tabii nasıl olsa ben hallederim değil mi?’’
‘’Biz sana yıkmak istemedik Deniz, tüm bu olanlarla uğraşmak zorunda kaldığın için çok üzgünüz.’’
‘’Gerçekten mi anne? Benim kadar üzgün oldunuz mu acaba? Ben haksız yere suçlandım, Richard ortaya çıksın diye, hapiste olduğumu zannetmenize neden olan açıklamalar yaptı savcı. Ben iki ay boyunca saklanmak zorunda kaldım. Ada’dan boşandım diye Uygar benden nefret etti. Kardeşim, Melis ya Melis. Küçükken bacağıma yapışıp peşimi bırakmayan kardeşim bana sırtını döndü. Herkes beni iğrenç bir adam olmakla suçladı. Çünkü ben Ada’ya iğrenç davrandım. Karıma!’’
‘’Abi biz bilmiyorduk.’’
‘’Sana bir şey dediğim yok Eren, benim sitemim anne ve babamıza.’’
‘’İstediğini söylemekte haklısın oğlum. Biz yanında olamadık.’’
‘’Olsaydınız baba? Olsaydınız? Ben çok mu tecrübeliydim düşmanla mücadele etmekte? Hayatım mahvolacaktı benim az daha. Ada’yı kaybedebilirdim. Ada ikiz kardeşini, Savaş’ı kaybedebilirdi. Ne olacaktı Savaş ölseydi? Ada’yı nasıl toparlayacaktım ben?’’
‘’Sevgilim.’’ diye söze girdim, sesim sakin ama kararlıydı. Elimi Deniz’in elinin üzerine koydum, parmaklarını nazikçe sıktım. Gözlerime bakmasını sağladım, o bal rengi gözlerindeki fırtınanın dindiğini görmek istiyordum. ‘’Lütfen, bir dur. Seni anlıyoruz. Hepimizi inciten şeyler yaşadık ama buraya bunun için gelmedik. Aile olmak için buradayız. Birbirimizi suçlamak, geçmişi deşmek yerine, geleceğe bakalım. Toprak ve Su için, bizim için.’’
Deniz’in bir şey söyleyemeyeceğini anladığımda devam ettim. Gözlerimi Canan Hanım’a, sonra Fatih Bey’e, en son Eren’e çevirdim. ‘’Bakın, hepimiz hata yaptık. Deniz haklı, yalnız hissetti, çünkü o en önde savaşırken siz de yanında olmalıydınız. Ama olmadınız. Ben aslında bunları konuşmaya gelmedim. Hepimiz insanız, hepimiz kırıldık ama kırgınlıkları toplayıp bir kenara koyabiliriz. Çünkü aile demek, affetmek demek. Yeniden başlamak demek. Biliyorum Deniz benimle aynı fikirde değil ama.’’ Deniz’e baktım. ‘’Bak sevgilim, benim babam benim kardeşimi başkasına verdi ve ben o gün annemi kaybettim. Babamın yaptığı bir seçim yüzünden yıllarca acı çektim ama sonunda onu affettim. Çünkü babama olan sevgim öfkemden daha derin. Çünkü babamı çok seviyorum, çünkü o benim ailem. Biliyorum, sen de kızgınsın ama benim için, çocuklarımız için affet aileni. Onlar bence o kadar da affedilmeyecek şeyler yapmadılar.’’ Deniz ne düşündüğünü asla belli etmediği bir ifadeyle bakarken ben Fatih Bey’e ve Canan Hanım’a bakıyordum. İkisinin de gözleri dolmuştu. ‘’Bugün yepyeni bir sayfa açalım. Ne dersin?’’
‘’Ada’yı kıracak mısın?’’ dedi Eren muzip bir gülüşle. ‘’Abi ne olur kır şu inadını, beş ay oldu yüzünü göremiyor bu insanlar senin Allah aşkına, insaf et. Biz ne kadar güzel bir aileydik, hiç mi hatırlamıyorsun sen?’’
Deniz uzun bir süre annesine, sonra da babasına baktı. ‘’Hatırlıyorum Eren.’’ dedi Deniz. ‘’Bu yüzden anlam veremiyorum ya işte. Nasıl bu hale geldik?’’
‘’Hayat insanı nelerle sınıyor Deniz? Karşı koyabiliyor muyuz? Bak, ben seni bırakmak zorunda kaldım. İki seneden fazla yanında yoktum ve bu benim tercihimdi. Sen beni yana yakıla ararken ben uzaktan seni izledim. Sen beni affettin. Affedilecek bir şey değilken üstelik, affettin. Anneni, babanı da affedebilirsin.’’ Bir nefes alıp devam ettim. ‘’Aydın’da o yat patladığında senden saatlerce haber alamadık. Aklımı yitiriyordum, hiçbir yerde yoktun. Ben birkaç saat bile dayanamadım yokluğuna ama sen iki yıl iki ay on dört gün dayanmak zorunda kaldın. Döndüğümde affettin, çektiğin tüm acıları unuttun. Yaptığım seçimler yüzünden strese girdim, bebeğimizi düşürdüm, sen yine de affettin. Çünkü sevgin öfkenden büyüktü. Ben babamı affettim, sen beni affettin, bak Uygar da seni affetti mesela. Herkes bir şekilde birilerini affediyor. Yani sen aileni de affedebilirsin Deniz. Lütfen düşün, bana hak vereceksin.’’
Deniz’in bakışlarında bir teslimiyet ve pes ediş vardı. Belki kimse fark etmiyordu ama buzlarının kırıldığını ben hissedebiliyordum. Gözleri masanın üzerindeki boş tabağa kilitlenmişti. Parmakları çatalın sapında geziniyordu. Derin bir nefes aldı, sonra bakışlarını yavaşça kaldırıp annesine, babasına, en son Eren’e çevirdi. ‘’Haklısın Ada.’’ dedi, sesi önceki sertliğinden arınmıştı. ‘’Sevgi öfkeden her zaman büyüktür, evet. Ama affetmek de bu kadar kolay değil. Yine de senin için ve çocuklarımız için deneyeceğim.’’
Canan Hanım elini masanın üzerinden uzattı ama dokunmaya cesaret edemedi. ‘’Oğlum.’’ dedi, sesi titriyordu. ‘’Biz seni hiç bilerek incitmedik. Hatalar yaptık, evet, yanında olamadık. Ama seni ne kadar sevdiğimizi unutma. Torunlarımız, sizin mutluluğunuz. Bunlar için yaşamak istiyoruz artık. Bize bir şans ver, lütfen.’’
Fatih Bey başını öne eğdi, boğazını temizledi. ‘’Deniz, oğlum. Ben baba olarak eksik kaldım. Senin yaşadıklarını düşündükçe uykularım kaçıyor. Ama Ada’nın dediği gibi, aile affetmek demek. Bize bu şansı verirsen, bir daha seni yalnız bırakmayacağız. Söz veriyorum.’’
Eren muzip gülüşünü bırakıp ciddileşti. ‘’Abi, hadi ya. Seni özledim. Küçükken beni omzunda taşırdın, hatırlıyor musun? O abi geri dönsün. Hem bak ben Toprak ve Su’ya da öyle bir amca olacağım ki, gör bak!’’ Gülümsedi, ama gözleri nemliydi.
Deniz’in yüzünde küçük, isteksiz bir tebessüm belirdi. Başını hafifçe eğip bana baktı, elimi sıktı. ‘’Senin bu inadımı kırman. Bilmiyorum, Ada. Nasıl başarıyorsun?’’ dedi. ‘’Tamam.’ diye devam etti masadakilere bakarak. ‘’Affetmek kolay değil ama deneyeceğim. Çocuklarım dedesiz, babaannesiz büyümesin. Eren’in dediği gibi biz güzel bir aileydik. Belki yine olabiliriz.’’
Canan Hanım ve Fatih Bey ayağa kalktığında Deniz de kalkmıştı. Önce annesine sonra babasına sarıldı. Eren’i ise en sona bırakmıştı.
‘’Dünyanın en karizmatik abisi.’’ dedi Eren, Deniz onun saçlarını karıştırıyordu.
‘’Herkes doyduysa salona geçelim mi? Kahvelerimizi orada içelim.’’ dedi Canan Hanım, yanıma geldi, kolunu bana sararak tek yanağımı öptü. ‘’Sana ne kadar teşekkür etsem az.’’
‘’Ben bir şey yapmadım ki.’’ dedim mütevazi olmaya çalışarak. Ama içten içe biliyordum ki bu barışmanın temellerini gerçekten de ben atmıştım.
Herkes salondaki yerlerini aldığında ‘’Hadi, biraz neşelenelim.’’ dedim, çantamı açıp albümü ve fotoğrafları orta sehpaya koydum. ‘’Fotoğraflara bakalım. Toprak ve Su’nun dedesi, babaannesi, amcası neler seçiyor, görelim.’’ Fotoğrafları masaya yaydım.
Canan Hanım bir nişan fotoğrafını eline aldı. ‘’Bu an ne güzel!’’ dedi gözleri parlayarak. Salih abi nişan kurdelemizi kesiyordu. ‘’Ben sizin küçüklük fotoğraflarınızı da çıkartayım.’’
Gülümseyerek Canan Hanım’ı izledim. Beş dakika sonra orta sehpanın üzeri, bizim nişan ve düğün fotoğraflarımızla ve Denizlerin küçüklük fotoğraflarıyla dolmuştu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |