
22 Ekim, Cumartesi
Uygar ve Miray'ın sade nişan töreninin üzerinden yirmi bir gün geçmişti. Düğünlerini Çınar'ın 5 Aralık'taki doğumundan dokuz gün önceye yani 26 Kasım'a planlamışlardı. Aslında hem Selay'ın doğumuna yakın olduğu için riskli olduğundan hem de havalar soğumaya başlayacağından, daha erken bir tarihte evlenmek istiyorlardı fakat Uygar ve Miray düğünlerinin Beylerbeyi Sarayı'nda olmasını istediği için ve ne yazık ki o tarihten önceki tüm tarihler dolu olduğu için düğünleri de 26 Kasım'a kalmıştı.
Arkamızda bıraktığımız bu yirmi bir günü şirket-kütüphane ya da kütüphane-şirket arasında mekik dokuyarak geçirmiştin. Eser her seferinde yanımda gelerek bana eskortluk yapmıştı. Asistanım Nida'nın ve kütüphane sorumlumuz Nurşah'ın yardımları sayesinde her şey çabucak halloluyordu, böylece ben de yorulmuyordum. Bir yandan Gebze projesi de sorunsuz ilerliyordu. Bunda Uygar'ın payı büyüktü. Bir yandan düğün telaşıyla bir yandan da Gebze'yle uğraşıyordu ve bu süreçte istemeden de olsa tam beş kilo vermişti.
Uygar'ın kapanan iştahının aksine benim iştahım bambaşka bir seviyeye ulaşmıştı. Aynı anda hem tatlı hem ekşi şeyler yemek istiyordum. Bir lokma çikolatalı sufle yedikten sonra, bir kornişon turşu yiyordum ve bu denge problemi yaşayan iştahım yüzünden Uygar'ın aksine kilo almıştım. Hamile olmadan önceki kilomdan on bir kilo fazlam vardı ama dert etmiyordum. Tek düşündüğüm bebeklerimi sağlıkla dünyaya getirmek ve onları sevilebilecek en yüksek sevgiyle sevmekti.
Bazı akşamlar Uygar'a ve Miray'a gidip hazırlıklar hakkında konuşuyor, bazı akşamlar Selay ve Can'a gidip doğum öncesi son önemli detayları konuşuyor, bazı akşamlarda ise evimizde oturup sohbet ediyorduk. Koltuğa kurulup internetten izlediğim videolara bakarak Su ve Toprak için atkı örüyordum. Deniz ise bir yandan lise ve üniversite anılarından bahsediyor, bir yandan aklına geldikçe karnımı öpüyor, bir yandan da Ne zaman tekme atacaklar? diye soruyordu. Yumaklarımla oyuncakmışçasına oynayan Roma'yı zapt etmek de tabii ki onun göreviydi.
Yaşadığımız tüm o akşamlarda hayatın bizim üzerimizde bıraktığı anlamı daha iyi anlıyordum. Biz ne olursa olsun her şeye göğüs gören ve tüm kötülüklerden sonra mutlu olmayı hak eden, bu mutluluk için bedeller ödeyen insanlardık. Neyse ki artık süreci değil sonucu düşünüyordum. Sevdiğim insanlar hayattaydı ve yanımdaydı. Buna tutunuyordum.
Bugün stada girip de maç izleyebilmeme olanak sağlayan kart beş ekimde ofisime ulaşmıştı. Deniz, İstanbul'daki ilk maça bilet aldığında çok heyecanlanmıştım çünkü hayatımda ilk kez bir tribünde yer alacaktım. Deniz benim kadar heyecanlı değildi çünkü yıllar önce statta çok maç izlemişti. Tabii Uygar'la birlikte.
Başakşehir'le olan maçın ilk düdüğü çaldığında tribünler ayağa kalktı. Sağ bek oyuncumuz Ferdi, topu rakip kaleye doğru hızla sürdü. Ama o tüm bu koşuşturmayı yaparken rakip takım da armut toplamıyordu. Turuncu-siyah formalı oyunculardan bir tanesi Ferdi'ye yaklaştı, Ferdi topu sürmekten vazgeçip ilk gördüğü kişiye pas attı. Ama pas yanlış kişiye gitmişti. Deniz'in kaşları çatıldı. "Ulan ne pası be, Ferdi!" diye mırıldandı kendi kendine. Gülümsedim, Fransa'da Sarp'la izlediğim maçlardan biliyordum, o çocuk hızlıydı ama bazen fazla risk alıyordu.
İlk yarı boyunca oyun hep aynı ritimde devam etmişti ve gol sevincini iki takım da henüz yaşamamıştı. Top bir o sahada, bir bu sahada dolaşıp durmuştu. Yirmi beşinci dakikada rakip bir korner kazanmış, kaptanları sakallı adam ceza sahasına girmiş, şutunu çekmiş ama Altay bir kedi gibi uzanıp topu kurtarmıştı. Otuzuncu dakikada bizimkiler bir kontra atak yapmıştı. Valencia topu almış, iki kişiyi çalımlamış, kaleye doğru sürmüştü ama son anda rakip stoper ayağını uzatıp topu taca çıkarmıştı.
Devre arası düdüğü çaldığında projektörlerin ışığı altında dumanlar yükseldi, sarı-lacivert sis bombaları patladı. 100. Yıl Marşı bir anda bütün statta yankılandı. Binlerce insan aynı anda marş söylüyordu. Deniz atkısını havaya kaldırıp sallamaya başladı, ben de onunla birlikte tempo tuttum. Yan tarafta bir grup genç "En büyük Fener!" diye bağırıyordu, sesleri ince ama kararlıydı.
İkinci yarı başlarken herkes hâlâ coşkuluydu. Devre arası o kadar kısaydı ki sanki maç hiç durmamıştı. Hakem düdüğünü çaldığında tribünler bir kez daha coştu. "Belki de gol ikinci yarıda gelir." dedim Deniz'e doğru bağırarak. Deniz o kadar bağırıyordu ki muhtemelen sesi kısılacaktı.
Seksen üçüncü dakikada zamanın ağır akmasını istiyordum çünkü dakikalar sonra maç bitecekti ama hâlâ gol atamamıştık. Hayatımda ilk kez maça geliyordum ve eve golsüz bir maçtan dönmek istemiyordum. Seksen dördüncü dakikaya girdiğimiz saniyelerde oyuncumuz İsmail rakip yarı sahaya girdi. Sol kanattan topu sürdü, rakipleri çalımlarıyla geçti. İçimden Hadi hadi diye geçiriyordum. İsmail ceza sahasındaki Rossi'ye pas attı, Rossi yapılması gereken tek şeyi yaparak kaleye şut çekti ve tüm stat saniyeler içinde GOOOLL diye inledi.
Stadyumun çatısı titriyor gibi hissettim. Binlerce insan aynı anda zıplamaya başladı, yer ayaklarımın altında sarsılıyordu. Atkılar havada uçuşuyor, ortam telefon flaşlarıyla parlıyordu. "Rossiiii! Rossiiii!" diye bağırışlar bir koro gibi yükseldi. Ses o kadar güçlüydü ki kulaklarım uğulduyordu.
Deniz de herkes gibi çok sevinmişti. Atkısını havaya savurdu, sonra bana döndü. Gözleri parlıyordu, yüzü sevinçten kıpkırmızıydı. "Adaaa!" diye bağırdı, kollarını açtı ve bana sımsıkı sarıldı. Öyle sıkı sarılmıştı ki nefesim kesilmişti. Sonra sanki golü ben atmışım gibi yüzümü, boynumu öpmeye başladı. Öpücükleri alnıma, yanağıma, çeneme, dudaklarıma yağmur gibi yağıyordu. "Gördün mü? Gördün mü?" diye bağırıyordu kulağıma. Ben de gülmekten kendimi alamıyordum.
Tam o anda, içimde bir kıpırtı hissettim. Elimi hemen karnıma koydum. Bir tekme! Su mu, Toprak mı bilmiyordum ama bu kesinlikle bir tekmeydi. Ardından bir tekmeyi daha elimin altında hissedince sevinçle Deniz'e baktım. ''Deniz.'' dedim, yüzümdeki elini karnıma koydum. ''Deniz tekme attı, hangisi bilmiyorum ama biri tekme attı!'' Gözlerimden neredeyse yaş gelecekti. Evet, içimdeki hareketlerini zaten uzun süredir fark ediyordum ama ilk kez tekme atmışlardı ve ben bulutlara çıkmış gibi mutlu hissediyordum.
''Ne?'' Deniz bakışlarını heyecanla karnıma indirdi. ''Emin misin?'' Bekledi, bekledi, bekledi ama beklediğimiz tekme ne yazık ki gelmemişti. ''Hani?'' dedi üzgün bir sesle. Elini karnımın her yerinde gezdirip hareket var mı diye yokladı ama bebeklerim babalarına istediğini vermemişti. ''Gerçekten mi?' dedi inanamayarak. ''Haftalardır bunu bekliyorum ve göremedim mi?''
O kadar üzgün görünüyordu ki ellerimi yüzüne koyup dudaklarına kocaman bir öpücük bıraktım. ''Şansına küs sevgilim.''
''Hayır şansıma küsmeyeceğim ama doğduklarında göstereceğim ben onlara, bacaksızlar.'' dedi homurdana homurdana. Bacaksızlar demesi kahkaha atmama sebep olmuştu çünkü tam da o minik bacaklar sayesinde bana tekme atabilmişlerdi.
Biz bebeklerimizin tekmesinin heyecanını yaşarken maç bitmiş, hakem bitiş düdüğünü çalmıştı. Geldiğim ilk maçın galibiyetle bitmesi, üstelik o maçta bebeklerimin ilk tekmesini atması hormonlarımı fena halde bozmuştu. Mutluluktan hüngür hüngür ağlamak istiyordum fakat bunun yerine arabaya gidene kadar Deniz'e sıkı sıkı sarıldım.
***
Eve vardığımızda saat gece yarısını geçmişti. Kapıyı açtığım anda Roma miyavlayarak ayaklarımıza dolandı, maçın gürültüsünden sonra evin sessizliği iyi gelmişti. Üzerimizi değiştirmek için yatak odasına geçtik, kazağımı çıkardım. Deniz ilk tekmeleri kaçırdığı için hâlâ keyifsizdi.
Yol boyunca huysuz cümleler kurmuş, beni de güldürmüştü.
Bi' doğsunlar, bana tekme atmayan o ayaklarını gıdıklamazsam bana da Deniz demesinler. Evet gıdıklayacağım, hatta ısıracağım. Evet evet, ısıracağım.
Yani... yani Ada, haftalardır bekliyorum. Elimi hep karnına koyuyorum, hiçbir şey yok. Sanki bana 'Baba, sen golü kutla, biz annemize özeliz.' dediler.
Bir dahaki sefere karnına mikrofon takacağım. Baba burada, lütfen tekme atın! diye anons yapacağım.
Acaba isimlerini değiştirsek mi? Su ve Toprak yerine Gizli Tekme 1 ve Gizli Tekme 2 mi yapsak? En azından daha doğru olur.
Ya doğduklarında ilk adımlarını da kaçırırsam? İlk baba dediklerini duymazsam?
Deniz formasını yatağa attıktan sonra kollarımı ona sardım ve çıplak göğsüne bir öpücük bıraktım. ''Sen hâlâ keyifsiz misin?'' dedim gülerek. ''Mutlu olman lazım. İstediğin gibi Fenerbahçeli oldum, seninle maça geldim. Üstelik minik marullarımız tekme attı.''
Deniz bir elini sırtıma, bir elini başımın arkasına koyarak saçlarımı öptü. ''Marul mu?'' dedi sesli bir gülümsemeyle.
''Marul tabii ya.'' dedim başımı kaldırıp yüzüne bakarak. ''Yirmi altıncı haftanın içindeyim. Şu an ikisi de marul büyüklüğünde.''
Deniz bir kez daha saçlarımı öptü. ''Bi' doğsalar, başka hiçbir şey istemiyorum.'' dedi kısık bir sesle.
''Nasıl?'' dedim şaşkın bir sesle. ''Başka hiçbir şey istemiyorum derken? Beni, benimle ve çocuklarımızla mutlu olmayı?''
''Hamilelik alınganlığın mı tuttu senin yine?'' dedi burnumdan makas alarak. Başımı aşağı yukarı salladım. ''Bugün günlerden ne?'' diye sordu.
Saat gece yarısını geçtiği için artık yeni bir güne girmiştik. 23 Ekim'e. Deniz'in bana evlenme teklifi ettiği, onunla ilk kez seviştiğimiz güne.
Yaşlarla dolan gözlerime aldırmadan Deniz'in sol dirseğinin üzerine kazınmış XXIII.X.MMXIX dövmesinde parmaklarımı gezdirdim. ''23 Ekim.'' dedim, sesim gözümdeki yaşlara tezat bir şekilde mutluluk doluydu. ''Üç yıl önce.'' Yutkundum. ''Su ve toprağın ilk kez birbirine karıştığı gün.''
Karnıma dokundu. ''Su ve toprak ilk kez o gün birbirini buldu. Aradan yıllar geçti, bir sürü acı çektik ama hepsi geride kaldı ve şimdi karnında çocuklarımızı taşıyorsun. Toprak'ı ve Su'yu. O gün sadece iki soyut kavram olan toprak ve su, şimdi seninle hayat buldu. Bu yaşadığım mutluluğu hangi kelime anlatır bilmiyorum.'' Gözümden akan yaşı sildiğimde Deniz devam etti. ''Bugün, o günün üzerinden üç yıl geçti. Hani az önce sordun ya, başka bir şey istemiyor musun diye.''
''Evet?'' dedim mırıldanır gibi.
''Seni istiyorum Ada. Seni hep yanımda istiyorum. Üç yıl, on üç yıl, elli üç yıl, altmış üç yıl.'' dedi, yüzümü ellerinin arasına aldı, dudaklarımı on saniyeden az, dokuz saniyeden fazla bir süre öptü.
''Seni seviyorum.'' dedim yüzünü çektiğinde. ''Ama lütfen giyinelim mi artık, lütfen?''
''Lütfen.'' dedi Deniz gülerek. Garip olan neydi? İki kez lütfen dedin Ada. ''Giyinmek?'' Kaşlarını kaldırdı, hafif bir gülümseme dudaklarına yerleşti. ''Neden sevgilim, üşüdün mü?''
Yutkundum. Hayır, üşümüyordum. Tam tersi, içimde bir ateş vardı. Göğsü çıplaktı üç yıl önce ilk kez olan şeyin bugün yine olmasını istiyordum ama şimdi sırası değildi. Aslında doktorların hâlâ izin verdiği sınırlardaydım ama bir kez düşük yaptığım için şimdi bir tehlike yaratmak istemiyor, tedbirli davranmak istiyordum.
"Evet." dedim yalan söyleyerek. Annelik içgüdüm, hormonlarımdan önce gelmişti. ''Üşüyorum. Marullar da üşüyor."
Deniz başını yana yatırdı, gülümsemesi yavaş yavaş yayıldı. Gözlerindeki o parıltı beni çözdüğünü söylüyordu. Bakışları bakışlarımı taradı. "Marullar üşüyormuş." dedi alaycı bir şekilde. Anlamıştı, anlamış olduğunu da ben anlamıştım. "Tamam, anladım."
Giyinme odasına gitti, hem benim için hem kendisi için pijama takımı getirdi. Önce beni giydirdi, ardından kendisi giyindi. Yüzünde İstediğin buysa yapıyorum. ifadesi vardı. "Yani gerçekten üşüdüğün için mi giyiniyoruz, yoksa başka bir şey mi var?"
Yüzüm kızardı. "Başka bir şey yok." dedim ama sesim inandırıcı çıkmamıştı.
''Neyse, marullar doğana kadar bekleyeceğim. Şurada ne kaldı ki? Üç ay. Alt tarafı doksan gün falan... Sabır.'' dedi, anlam veremediğim bir kuvvetle beni kucakladı, yavaşça yatağa yatırdı, üzerimi örtüp hemen yanıma uzandı. Kolunu yastık gibi boynumun altından geçirdiği için koluna yatmış bulunmuştum. Elini karnıma koydu. Parmak uçları karnımda hafif daireler çizerken şakağıma bir öpücük bırakmıştı.
''Marullar uyudu bence.'' dedim gülerek. ''Yani tekme atmalarını bekleme.''
''Sen uyu, ben bekleyeceğim.'' dedi. Yanağıma büyük bir öpücük bıraktı. ''Hadi sevgilim, gerçekten uyku vakti. İyi uykular.''
''İyi uykular.'' dedim ve gözlerimi kapattım.
***
Sabah gözlerimi araladığımda tavanla göz göze gelmiştik. Gece boyu aynı pozisyonda uyumamıza rağmen hiçbir yerim ağrımamıştı. Deniz'in hâlâ karnımın üzerinde olan elini kaldırdım, avcunun içini öptüm ve yataktan kalktım. Saat 7.42'ydi. Günlerden pazar olduğu için Ülkü abla geç gelecekti. Aç hissetmediğim için ve Deniz'in de bir süre daha uyuyacağını tahmin ettiğim için bu süre zarfında resmimi tamamlamaya karar verdim. Giyinme odasına gittim. Uzun kollu bir tshirt, polyester kumaştan eflatun bir salopet giydim ve mutfağa inerek su kaynattım, üzerine biraz zerdeçal ekledim. Bir tabağa da havuç ve salatalık koyarak çalışma odasına çıktım. Aylardır tamamlanmayı bekleyen resmimin üzerindeki örtüyü kaldırdım. Hiçbir ilerleme kaydedememiş olmak beni biraz da olsa üzmüştü ama bunu bugün halledecektim. Çünkü bugün özel bir gündü ve ben resmi bitirerek Deniz'e sürpriz yapmak istiyordum.
Saçlarımı topuz yaptım, renk paletime gerekli renkleri sıktım, bir elime fırçalarımdan bir tanesini, bir elime de havuç aldım ve tuvali şöyle bir incelemeye başladım. Bir yandan da havucumu kemiriyordum.
Tuvalin dört kenarı kobalt mavisi ve cerulean mavisinin karışımıyla çerçevelenmişti. Önce yelken fırçayla eski deniz katmanını tazeledim ve üzerine yeni bir katman çektim. Denizin rengi canlanmıştı. Beyaz jel kalemle güneş ışıltıları serpiştirdim, kuru fırça tekniğiyle dalgaları dağıttım, gölge tekniğiyle ise o dalgalara derinlik verdim. Havucumdan bir ısırık aldım, beden yükümü sağ ayağımdan sol ayağıma verdim. Ayaklarım şişti. diyerek kendi kendime mırıldandım.
Gözlerime giren kaküllerimi üfledim. Hiçbir işe yaramadığı için elimin tersiyle alnımdan geriye doğru ittim. Yine de işe yaramamıştı, bana bir saç bandanası lazımdı, gidip aramak istemiyordum ve hemen ayaklarımın bir metre ötesinde uyuyan Roma bana hiç yardımcı olacak gibi durmuyordu.
Salopetime boya bulaşmıştı ama umursamadım. Tuval yeteri kadar maviyle dolduğunda tuvalin tam ortasındaki adaya geçtim ve taslağını oluşturduğum yeşil topluluğa baktım.
Yuvarlak fırçama viridian yeşili ve sap green aldım. Tepeden bakıyormuşuz gibi görünen minik ağaçların üzerine yeni katmanları geçtim. Sonraki işim noktalama tekniğiydi. Ağaçların bir şemadan çıkıp gözle görülür bir ağaç şekli aldığını görmek beni motive etmişti, biten havucumun yerine salatalığı aldım ve onu kemirmeye başladım. Karnımı okşadım. Biraz vitamin alalım değil mi, sizi küçük marullar?
Ağaç tepelerini çoğalttım, yaprakları ince ince detaylandırdım ve onlara da güneş ışığı esintisi vermek için beyaz jel kalem kullandım.
Geri kalan detayları yapmak ve sağ alt köşeye imzamı atmak yarım saatimi almıştı. Bu esnada saat 10.53 olmuştu. Deniz'e daha sonra göstermek için resmin üzerini tekrardan örttüm.
Koridorda ses seda yoktu, belli ki Deniz hâlâ uyanmamıştı. Ülkü ablanın da geldiğini düşünmüyordum çünkü dış kapı sesi de gelmemişti. Ensemi kaşıyarak esnedim, sanırım biraz uykum gelmişti. Odaya gireceğim taktirde Deniz uyanırdı, bunu istemiyordum. Bu yüzden odadaki geniş siyah koltuğa uzandım ve gözlerimi kapattım. Küçük bir şekerlemeden zarar gelmezdi.
***
''Sevgilim.'' dedi Deniz yanağımı elinin tersiyle severken. Kirpiklerimi kırpıştırdım, göz kapaklarımı araladım. ''Neden buradasın?'' diye sordu sıcacık bir gülümsemeyle.
Yavaşça doğrulmaya çalışsam da başarılı olamadım, Deniz'in desteğiyle doğruldum ve yatış pozisyonundan oturuş pozisyonuna geçtim. ''Ben.'' dedim esneyerek. ''Şey.'' İşaret parmağımın ucuyla yanağımı kaşıdım. ''Resim yaptım.'' Elimle üzeri kapalı olan resmimi gösterdim. ''Tamamladım onu.''
Deniz çömeldiği yerden kalkıp yanıma oturdu, bir elini yanağıma koydu. ''Onu anladım.'' Başparmağını göz pınarımda gezdirdi. ''Neden sonra burada uyudun? Yatağımıza neden gelmedin?''
''Seni uyandırmamak için.'' dedim çok da önemli bir şey değilmiş gibi.
Tuvale baktı. ''Tamamladıysan, artık bakabilir miyim?'' Gözleri bana döndü, bakışları alnımda ve yanağımda geziyordu.
''Tabii.'' dedim heyecanla. ''Bugün 23 Ekim. Sana sürpriz olsun diye bugün bitirmek istedim.''
Deniz hafifçe gülümsedi. ''Bak sen, öyle mi?'' Ayağa kalktı, benim de kalkmama yardım etti ve benimle birlikte tuvale doğru yürüdü. Tanrı'm yirmi altı haftalık ikiz hamilelik ne kadar da zordu! Resmen yürüyemiyordum.
''Öyle.'' dedim. Tuvalin önüne geldiğimizde örtünün ucunu tuttum. ''Hazır mısın yakışıklı?''
''Hazırım.'' dedi Deniz. Örtüyü yavaş yavaş çektim. Deniz örtüyle paralel bir şekilde artık açıkta kalan kısımlara bakarken beni sabırla bekledi. Açılan her kısımda gözleri parlıyordu.
En sonunda örtüyü tamamen indirdim. ''Vernik de süreceğim ama bunun için tuvalin kuruması gerek. Yağlı boya minimum altı ayda kuruduğu için biraz bekleyeceğiz.''
Deniz'in gözleri tuval üzerinde sabitlenmişti. Denizin Ortasında Bir Ada'nın capcanlı mavisi, yemyeşil ağaçları bir anda onun dünyasına dolmuş gibiydi. Elini uzattı, parmak uçları havada titredi. Sanki dokunursa resim kaybolacakmış gibi elini kendine geri çekti. Ardından bakışlarını bana çevirdi, gülümsüyordu ama gözleri dolmuştu. "Bu, hayatımda gördüğüm en güzel resim." dedi. "Ama en güzeli... bunu senin yapmış olman." Kollarını bedenime sardı, yüzünü omzuma gömdü, minik bir öpücük kondurdu.
''Gerçekten beğendin mi?'' dedim kısık bir sesle.
''Beğenmek ne kelime? Sen bizi çizdin. Bu resme her baktığımda bizi göreceğim. Tıpkı bu suyun ortasına yerleşmiş toprak parçası gibi sen de benim tam kalbimin ortasına yerleştin. Bir resim ancak bu kadar anlamlı olabilirdi.'' Çenesini omzuma koydu ve sarılışını sıkılaştırdı. ''Seni seviyorum. Dünyada sevdiğim birçok şey var, olacaktır da. Ama her zaman en sevdiğim sen kalacaksın. Bundan emin olarak yaşamak beni mutlu ediyor. Seni seviyor olmak bile beni mutlu ediyor.''
''Ağlatacaksın beni.'' dedim. ''Gözyaşı musluklarımı açmamı ister misin?''
Deniz gülerek sarılışımızı sonlandırdı ve ellerini kollarıma koydu. ''Yok, istemem.'' diyerek şakağımı öptü. ''Bu boyalar nasıl siliniyor?'' diye sordu merakla.
''Resmimi silmek mi istiyorsun?'' dedim kaşlarımı kaldırarak. Tabii bunu sorarken kendi yüzümü boyamış olduğum hiç aklıma gelmemişti.
''Yüzün.'' dedi gülerek. ''Umarım cildine bir zararı yoktur ama alnında ve yanağında boya var sevgilim.''
''Ah.'' dedim yüzüme bakmak için bir şeyler ararken. Yüzümü nasıl boyamış olabilirdim ki? ''Yüzüm mü boyanmış?''
''Daha fazla kurumadan temizlesek mi sevgilim?'' diye sordu, elimi tutup beni odadan çıkardı ve odamıza götürüp banyoya soktu. ''Bu boyanın nasıl temizlendiğine dair hiçbir fikrim yok. O yüzden sen beni yönlendir, ben temizleyeyim.''
Aynada yüzüme baktım. Alnım ve yanağım mavi, kahverengi ve yeşile dönmüştü. ''Bir resim de yüzüme yapmışım.'' diyerek kahkaha attım. Deniz'e baktım, o da benim gibi gülüyordu. Dolaptan vazelin çıkartıp boyanın olduğu yerlere sürdüm. ''Birkaç dakika beklememiz gerekiyor.'' diyerek Deniz'e kısa bir bilgi verdim. Bu esnada hindistan cevizi yağını ve makyaj pamuklarımı çıkardım.
''Bunu mu süreceksin?'' dedi Deniz. Başımı salladım. Deniz makyaj pamuğuna yağ döktükten sonra lekelerin üzerinde gezdirmeye başladı.
''Biraz bastırman gerekiyor.'' diyerek küçük bir öneride bulundum. ''O şekilde çıkmayabilir.''
''Canını yakmak istemiyorum.'' dedi ve böylece yavaş yavaş ovalayarak devam etti. İlk sefer çok fazla işe yaramamıştı. İkinci bir pamuk aldı ve ona da yağ döktü. ''Yüzün kızardı, alerji yapmış olabilir mi? Boyalar?''
''Daha önce de yüzümü boyamıştım sevgilim. Yani bir alerji söz konusu değil. Bastırdığın için kızardı yüzüm, beyaz tenliyim ya.''
Deniz başını salladı, ikinci pamukla da tüm yüzümü sildi. ''Az kaldı. Bir kere daha yapınca bitecek muhtemelen.'' İkinci pamuğu çöpe attı. Üçüncü pamukla da işi bittiğinde bol yağlı makyaj çıkarma mendilimle yüzümü sildi. Bol suyla yüzümü yıkadım, Deniz çoktan bir nemlendiriciyi eline sıkmış, havluyla yüzümü kurutmamı bekliyordu. Ona doğru döndüm ve yüzüme nemlendiriciyi dağıtmasını bekledim. ''İşte oldu.'' dedi, yanağımı öptü.
''Teşekkür ederim.'' diyerek koluna girdim. ''Üzerimi de değiştirsem iyi olacak.''
***
Öğleden sonra evde durmak istemediğimiz için ve hava da çok güzel olduğu için dışarı çıkmak istemiş, bir güzel süslenip püslenip Beykoz turuna çıkmıştık. İlk istikâmetimiz Hidiv Kasrı olmuştu. Gördüğüm en güzel mimari yapılardan biri olabilirdi, bulunduğu konum, dört tarafındaki manzarası, tarihi dokusu kesinlikle görülmeye değerdi. Bu yapıyı gördüğüm için mi yoksa Deniz'le İstanbul'da ilk kez turistik geziye çıktığım için mi heyecanlıydım bilmiyordum ama içimde tatlı bir huzur vardı.
Kasrı ziyaret ettikten sonra arabaya atladık. Deniz rotayı belirlememi bekledikten sonra -ki bu sadece bir dakika sürmüştü, çünkü Kanlıca'ya gitmek konusunda kararımı vermiştim- motoru çalıştırdı ve kısa bir süre sonra kendimizi Kanlıca'da bulduk. İnternetten baktığım üzere buranın yoğurdu meşhurdu ve ben yoğurda bayılırdım. Tabii incirli olsaydı çok daha güzel olurdu fakat elimde olanla yetinmeyi öğrenmeliydim.
Denize karşı kurulmuş banklardan birine oturduk, bir yandan yoğurtlarımızı yiyor, bir yandan da hemen önümüzdeki iskeleye bağlanmış küçük balıkçı teknelerini izliyorduk. Tüm renkler iç içeydi, insanın içi gerçek anlamda şenleniyordu. Ya da sevdiğim yanımda olduğu için mutluydum, bunun ayrımını yapamıyordum.
Kanlıca'dan simit ve ayran alıp Beykoz Korusu'nda yürüyüş yapmış, oradan da Yuşa Tepesi'ne çıkmıştık. Buranın manzarası da İstanbul'da Mutlaka Görmemiz Gereken Yüz Yerden Biri listesine ilk yirmiden girecek kadar muhteşem görünüyordu. Keşke buraları daha önceden görme fırsatımız olsaydı diye düşünsem de kaderin bir yerlerden bana güldüğünü duyabiliyordum.
Son durağımız Yaros Kalesi'ydi ve kesinlikle buranın manzarasının daha güzel olduğuna karar vermiş, az önce kendi standartlarıma göre kurduğum listeye ilk ondan giriş vermiştim. Burası kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi. İstanbul'un Fethi'nde emeği geçen herkese içimden minnetlerimi sundum ve Deniz'in yardımıyla koltuğuma oturdum.
''Ayyy.'' dedim, bir yandan da derin bir nefes bırakmıştım. ''Yoruldum.''
''Az kaldı sevgilim. Buradan evimiz sadece on beş dakika.'' Kapımı kapattı, hızlı adımlarla kendi koltuğuna doğru yürüdü. Sonra birden durdu, başını sağ tarafına doğru çevirdi. Bir şey unuttuğumuzu zannetmiyordum. Manzaraya son bir kez bakmak istemiş olabilir miydi? Hayır bunu da sanmıyordum. Kaşlarımı çattım.
Kapım kapalı olmasına rağmen hafif neşeli ve oldukça coşkulu bir ses duydum ve o ses Deniz'in adını söylüyordu. ''Deniz.''
Hemen ardından görüş açıma bir kadın girdi. Uzun, gerçekten ama gerçekten çok güzel bir kızdı. Vücudu bir dergi kapağından fırlamış gibi oldukça fit ve biçimliydi. Her sabah koşuya ve her akşam spor salonuna koşan tiplerden olduğunu düşündüm. Marilyn Monroe sarısı saçları beline kadar iniyor, hacimli dalgaları rüzgârda uçuşuyordu. Deniz'e doğru yürürken, gülmemiz için ne kadar kas kullanıyorsak hepsini aynı anda kullanıyormuş gibi kocaman güldüğü için iki yanağına da yerleşmiş gamzelerini net olarak seçebilmiştim.
Kızın fiziksel özelliklerini incelemeyi es geçerek, kim olduğuyla ilgilenmeye başladım. Bu kız kimdi ve neden gülerek Deniz'e doğru geliyordu?
Bir anda heyecanla Deniz'in yanına koştu. ''Deniz!'' diye bağırdı. Bir sıçrayışta kollarını Deniz'in boynuna doladı. O kadar ani gelişmişti ki Deniz sendelemiş, omuzları hafifçe geriye kaymıştı. Kızın yüzünde sanki yıllardır aradığı bir şeyi bulmuş gibi mutlu ve heyecanlı bir ifade vardı.
"Deniz!" dedi tekrar, sesi heyecanla titriyordu. "Seni burada bulacağımı hiç düşünmezdim!" Kız İngilizce konuşuyordu. Aksanı Amerikan aksanıydı. Belli ki okuldan bir arkadaşıydı ama neden bu kadar sıkı sarılmıştı? "Tanrım, gerçekten sensin! İnanamıyorum. Ne kadar oldu, on yıl mı?''
Deniz kıza ne sarılıyor, ne de kendini geri çekiyordu. Kolları iki yanda asılı kalmıştı.
İçimde bir şey kıpırdandı. Kıskançlık mıydı bu? Evet, kesinlikle kıskançlıktı. Kız sanki Deniz onunmuş gibi sarılmıştı. Bir şey yapmalıydım, arabadan inmek için kapımı açtım. Deniz kapı sesini duyduğu an kızı apar topar üstünden itti ve bana doğru döndü.
Kızın gözleri beni bulduğunda neşesinin hâlâ yerli yerinde olduğunu görebiliyordum. ''Ada.'' dedi Deniz, elini uzattı, onların yanına varmama yardım etti.
''Ada?'' dedi kız soran gözlerle.
Deniz kolunu belime sardı, beni kendine iyice yapıştırdı. ''Eşim.'' dedi dünyanın en sahiplenici sesiyle. My wife ne kadar da havalı bir kelimeydi.
''Gerçekten mi?'' diye sordu kız, orman yeşili gözlerine baktım. ''Sen? Ve evlilik?''
''Evet.'' dedi Deniz, Ne var bunda? der gibi.
Kız vanilya ve pudra şekeri karışımı bir şey kokuyordu. Kek harcı gibiydi.
''Evleneceğini hiçbir zaman düşünmemiştim.'' dedi kız Deniz'i ve beni şöyle bir süzerken. ''Üstelik baba olacağını...hiç.''
Deniz sabırsız bir nefes verdiğinde müdahale ettim. ''Neden kocamın evlenilmez ve çocuk sahibi olmaz biri olduğunu düşündüğünüzü merak ettim doğrusu.''
Kızın orman yeşili gözleri önce Deniz'e, sonra karnıma, sonra tekrar Deniz'e kaydı. Bir an duraksadı. Sanki beyni, gördüğü manzarayı hâlâ sindirmeye çalışıyordu. Sonra gülümsedi ama bu kez biraz daha temkinliydi. "Sadece... şaşırdım. Deniz'i böyle hayal etmemiştim." Sesi hâlâ yumuşaktı ama bu sefer biraz kırgın çıkmıştı.
Başımı hafifçe yana yatırdım. "Nasıl hayal etmiştin peki?" dedim.
Deniz'in yüzü bir anda kızardı. Elini ensesine götürdü, başını kaşıdı. "Emilia..." diye mırıldandı.
Kulaklarımın beynime, doğru sinyalleri gönderip göndermediğini anlamamıştım ama buna rağmen beynim bana anında Emilia'yla ilgili bir slayt gösterisi hazırlamıştı.
Deniz'in O kadar da güzel değildi. dediği ama aslında çok güzel olan, mezuniyet balosunda vals yaptığı, gece sonunda evine gidip onunla yattığı, üç aylık sevgilisi Emilia tam karşımızda duruyordu.
"Merak ettiniz demek." dedi, sesinde ince bir serzeniş vardı. "Neden evlenilmez biri olduğunu düşündüğümü..." Kız yani Emilia Deniz'in uyarısına aldırmadan devam etti. "Bunun sebebi çok basit. Çünkü o, evliliğe hayatında yer bırakmayan biriydi." Deniz'in kesinlikle yeşil gözlü kızlara, özellikle orman yeşili gözlü kızlara bir zaafı olmalıydı. Çünkü Emilia da tıpkı Cemre gibi orman yeşili gözlere sahipti.
Deniz boğazını temizledi. "Emilia, lütfen.''
Emilia gülümseyerek devam etti. Yüzünde bir burukluk vardı ve bunun sebebini anlayamıyordum. Sadece üç ay sürmüş ve on yıl öncesinde kalmış bir aşkın acısını çekiyor olamazdı herhâlde değil mi? ''Deniz'i tavlamak için çok uğraştım.'' dediğinde yumruğumu sıktım. Bir insan eski sevgilisinin karısına neden böyle şeyler anlatırdı? ''Herkes üniversitede ilişki yaşamak, hayatın tadını çıkarmak ve eğlenmek ister öyle değil mi? Deniz öyle değildi. Gece gündüz ders çalışır, hedeflerine koşardı. Okuldan kütüphaneye, kütüphaneden okula giderdi. İlişkinin zaman kaybı olduğunu söyler dururdu. Final haftalarında uyumazdı.'' Ben bunları zaten biliyordum, çünkü Deniz bana anlatmıştı. ''Ben mezun olmamıza sadece üç ay kala onu ikna ettiğimde çok mutlu olmuştum. O evlenmem diye ortalıkta dolaşan adam, biriyle çıkmaya başlamıştı ve o bendim. Nasıl mutlu olmazdım ki?''
''Emilia, sus artık.'' dedi Deniz.
''Evliliğin ve çocuğun onun takvimine uymadığını bile bile onun yanında olmak istiyordum. Bir gün onu ikna edeceğime inanmak ve onu da inandırmak istiyordum. Bunun için hep çabaladım. Ama aynı zamanda onun için sadece zaman kaybı olduğumu düşünüp duruyordum, bu fikir beni yiyip bitiriyordu.'' Yutkundu. ''Bir gün beni bir not kâğıdıyla terk edene kadar bir umudum vardı.''
Şaşırma eylemi yüzümde hiçbir ifadeye yer vermeden sadece beynimde ve kanımda süzülüyordu. Deniz bir not kâğıdıyla mı ondan ayrılmıştı?
''Bir sabah bana bıraktığı notu görünce çok üzülmüştüm, aylarca kendime gelememiştim ama onun kendisi için doğru olanı yaptığını da biliyordum. Ben evlenmek istiyordum, Deniz istemiyordu. Onun hayatında onun planlarına uymayan hiçbir şeye yer yoktu. Bana da yer yoktu.''
''Bunlar on yıl öncesinde yaşanmış şeylerdi Emilia!'' dedi Deniz sert bir sesle. ''Takılıp kaldığını söyleme bana sakın.''
Emilia başını iki yana salladı. ''Elbette ki takılıp kalmadım.'' Elini şöyle bir savurdu. ''Sadece şaşırdım. Bana ne yazdığını hatırlıyorum da Evleneceğin adam ben değilim, üzgünüm. Umarım onunla kısa bir süre içinde tanışırsın. yazıyordu kâğıtta. Tanışmadım Deniz.''
Deniz oldukça sıkıntılı bir nefes vererek önce bana sonra Emilia'ya baktı. ''Seni gördüğüm için mutlu oldum Emilia. Ama şimdi izninle gitmemiz gerek.''
''Ah.'' dedi Emilia. ''Tabii. Kendine iyi bak Deniz.''
Deniz eliyle gitmesi gereken yolu Emilia'ya gösterirken beni tekrardan koltuğuma oturttu, kapımı kapattı, koşar adımlarla kendi koltuğuna geçti ve motoru çalıştırdı. ''Bir şey söylemeyecek misin?''
Emilia'nın kek harcı gibi kokan parfümünün kokusu yavaş yavaş beni terk ederken bakışlarımı Emilia'ya çevirdim. ''Sence seni bulmak için mi geldi?'' diye sordum sakince.
Deniz şaşırmış olmalıydı ki bir süre sustu, bakışlarımı ona çevirdim. ''On yıl önceydi Ada. Beni çoktan unutmuştur, sadece adımı hatırlıyordur, tıpkı benim, onun sadece adını hatırlamam gibi. Saçma bir tesadüf yaşadık, o kadar. Ayrıca beni bulmak için gelse, bu turistik yere niye gelsin? Benim burada olduğumu nereden bilecek hem? Ve numaram hâlâ aynı, istese arardı.'' Omuz silkti.
''Onunla kaç kez yattın?''
''Ada.'' dedi sakin bir sesle, bu konunun uzamasını istemiyordu. ''Ne önemi var?''
''Bilmek istiyorum.'' diye direttim.
Dudaklarının arasından sessiz bir mırıltı çıktı. ''Saymadım.'' dedi, sesindeki duyguyu yakalayamıyordum. ''Bilmiyorum.'' Derin bir nefesle birlikte oflayarak ayağını frenden çekti. ''Emilia'yı konuşmak istemiyorum.''
''Neden terk ettin onu? Gerçekten evlenmek istemediğin için, ideallerin olduğu için mi?'' diye sordum. Deniz evlenmeyi istemeyen biri değildi. Cemre'yle de evlilik hayalleri kurduğunu, bebekleri olacağını zannettiği için çok mutlu olduğunu biliyordum. Sorun Emilia'yla ilgili olmalıydı.
Bıkkın bir ifadeyle bana baktı, hemen ardından yola döndü. ''Ayrı ülkelerde yaşıyorduk, Türkiye'ye dönecektim, devam etmemizin imkânı da mantığı da yoktu. Bu yüzden devam etmek istemedim. O zamanlar evlenmeyi gerçekten düşünmüyordum.''
''Senin iyi dileklerine rağmen evleneceği adamla tanışmadığını söyledi.'' dedim kısık bir sesle. Sanırım içten içe üzülmüştüm.
''Kısmet.'' dedi umursamaz bir sesle. ''Yaşı daha çok genç, her şeyin bir zamanı var. Günü gelince tanışır.'' Kısa bir nefes verdi. ''Ne yapalım yani, hayat onun karşısına kimseyi çıkarmadığı için üzülelim mi?''
Kısa bir süre sustum. ''Sadece bir not kâğıdıyla terk etmen biraz kalpsizce değil mi?''
''Ona defalarca ayrılmak istediğimi söyledim, kabul etmiyordu Ada. Eğer konuşmak için yüz yüze gelseydik yine kabul etmeyecekti ve ağlayarak beni sevgili kalmaya ikna edecekti. Bunu yaşamaktan çok sıkılmıştım ve çözümü böyle yapmakta buldum. Türkiye'ye dönmeden bir gün önce ona bir kâğıt bıraktım ve bitti.'' dedi sağa dönerken. ''Bak, bugün çok güzel bir gün. Kimsenin bozmasını istemiyorum. Canının sıkılmasını da istemiyorum. Lütfen odağımızı değiştirelim. On yıl önce yaşanmış bir şeyi konuşmanın hiçbir mantığı yok.''
Başımı salladım, Deniz haklıydı. Sadece tatsız bir tesadüf yaşamıştık, bu tesadüfün canımızı sıkmasını istemiyordum.
***
Eve vardığımızda Ülkü ablanın çıkmasına henüz bir saat olmasına rağmen ışıklar kapalıydı, salondan cılız bir ışık süzülüyordu. ''Erken mi çıktı Ülkü abla?'' diye sordum Deniz kapıyı açarken.
''Evet, önemli bir işimiz yoksa erken çıkmak istediğini söyledi, ben de izin verdim.'' dedi Deniz. ''Hadi, geç bakalım.'' İçeriye geçmem için bana önden müsaade etti. Çıkarttığım ceketimi portmantoya astı, bir kolunu bana iyice sararak beni salona doğru yürüttü.
''Odamıza gitseydik, çok yorgun hissediyorum.''
''Acıkmadın mı?'' diye sordu Deniz. Acıkmıştım ama dinlenmek daha cazip geliyordu.
Salona varır varmaz gördüğüm yemek masası gülümsememe sebep olmuştu. Çünkü bu, çok romantik bir akşam yemeğiydi. Masanın üzerine ve salonun çeşitli yerlerine yerleştirilmiş mumlara baktım. Hemen sonra Deniz'e döndüm. ''Deniz.'' dedim sıcacık bir sesle.
Deniz elini uzattı, elimi avcunun içine yerleştirip beni masaya yürütmesine müsaade ettim. Sandalyemi çekti, oturmama yardım etti ve kendi yerine geçti. Kendisi için şarap, benim için de beyaz şaraba benziyor diye elma suyu seçmişti. Yemeklere göz attıkça iştahım kabarıyordu. ''Her şey çok güzel görünüyor. Sen mi istedin Ülkü abladan?''
Başını aşağı yukarı salladı. ''Hı hı.''
''23 Ekim yıldönümü için mi?'' diye sordum, tabağıma pilav ve beşamel soslu et yemeğinden aldım.
Gülümserken kendi bardağına şarabını döküyordu. ''Sen resmini bugüne yetiştirip hediye ettiği için, ben de altta kalmadım ve böyle bir yemek yemek istedim. Kutlama gibi.'' Elma suyunu aldı, benim kadehimi de doldurdu.
Havadaki elini yakaladım. Mum ışığında gözleri ışıl ışıl parlıyordu. ''Bence özel günlere sanki olması gerekiyormuş gibi bir prosedür uygulamayalım sevgilim. Kutlayalım ama hediye almayalım.''
''Zaten özel gün kutlamadık ki.'' dedi kaşlarını kaldırarak. ''Hediye almamak konusunda söz veremem.'' Kısa bir nefes verdi.
''Bizim özel günlerimiz ne?'' diye sordum yanağımın içini ısırıp kaşlarımı da çatarken. Ben hepsini biliyordum ama Deniz'in bilip bilmediğini de merak etmiyor değildim.
''14 Eylül'de tanıştık.'' dedi, doğruydu. ''18 Eylül, seni ilk öptüğüm gün.'' Bu da doğruydu. Geçtiğimiz ayın on sekizinde beni dakikalarca öperek o günün anlam ve önemini dudaklarıma mühürlemişti. ''23 Ekim zaten miladımız.'' Sesindeki mutluluğa sarılmak istiyordum. ''18 Kasım, doğum günüm.'' Bunu söylerken biraz üzgündü çünkü o gün Deniz'e baba olacağını söylemiştim. Kaybettiğimiz bebeğimiz aklına gelmiş olmalıydı. ''Ve... Hayatımın en kara günü olmasına rağmen, o günü yok saymak, ihanet etmek istemiyorum ve o yüzden 14 Aralık demek istiyorum.'' Elini elimin üzerinde gezdirdi, bakışlarını bakışlarıma sabitledi. ''14 Aralık olmasaydı senin kocan olmazdım.'' dedi gülerek. Ben de gülümsedim. ''14 Ocak doğum günün, ki bunu hiç kutlayamadık. İçimi en çok yakan şeylerden biri bu. Sen iyi ki doğmuştun ama ben sana bir kez olsun Doğduğun gün kutlu olsun sevgilim. İyi ki doğdun. diyemedim doya doya.'' Sesine hüzün karıştığında boğazına yapışan pürüzlü ifadeyi silmek istedim. ''Ve son olarak, 30 Ağustos. Nikâhımız.''
Güldüm. ''Peki biz evlilik yıldönümümüzü kutlamak istesek, ne zaman kutlayacağız?'' Daha da güldüm. ''Malum, iki kere evlendik ya. 14 Aralık mı yoksa 30 Ağustos mu?''
''Senede iki kez kutlasak olmaz mı?'' dedi gülerek.
''Olur.'' dedim, bir yudum elma suyu içtim. ''Peki sevgililer günü?''
Deniz yüzünü buruşturdu. ''Sevgili olmanın günü mü olur? Biz her gün sevgiliyiz. Sadece bir gün değil ki.'' Omuz kıstı. ''Tabii eğer sen kutlamak istersen.''
''İstemem.'' diye sözünü kestim. ''Ama yeni yılı kutlamak istiyorum. Seninle, hatta tüm sevdiklerimle. Fransa'da olduğum yıllar hariç, yeni yıl kutlamayı hep sevmişimdir. O coşku beni çok heyecanlandırıyor çünkü.''
Sessizce başını salladı. ''Sen yokken.'' Nasıl devam edeceğini bilemez bir halde başını iki yana salladı. ''Evde tek başımaydım. 2020, 2021 ve 2022'ye girerken yani.'' Yüzüne yerleşen hüznü görebiliyordum. ''Burada, evimizde... Hayal kurdum hep, Şimdi şu kapıdan çıkıp gelse, ne yaparım? diye. Mutluluktan delirirdim herhâlde. diye düşünüyordum. Saat tam gece yarısını bulduğunda şuursuzca ağladığımı hatırlıyorum. Elimde bir kadeh beyaz şarabımla.'' Gözlerimden birer yaş damladığında ellerimle sildim. Deniz şarap değil viski severdi ama sırf ben seviyorum diye yılın son günlerinde beyaz şarap mı içmişti? Elimi kendine çekip şükredercesine avcumun içini öptü. ''Sen ne yapıyordun o günlerde? Yani ne yaptın?'' Bunu sitem eder gibi ya da suçlar gibi değil de gerçekten merak ettiği için sorduğunu anlayabiliyordum. Bana dair bir şeyler öğrenmek istiyordu.
''Savaş yanımdaydı. Üç yılbaşında da yanımdaydı. Zaten 2021'e girerken hastanedeydim. 2020 yılının bitmesine iki gün kala.'' Boğazım o kadar düğümlenmişti ki konuşamamaktan korkuyordum. Şimdi Deniz'in yanında sağlıklı olsam da o günlerde o kadar karamsardım ki istediğim tek şey ölmekti. Bir yıla daha Deniz'siz girmek istemediğim için tıpkı annem gibi boynuma bir ip geçirmiştim. Beni Sarp bulmuştu ve ölümün pençesinden üçüncü kez almıştı. Savaş bunu duyar duymaz Fransa'ya gelmişti ve biz havai fişekleri hastanenin camından beraber izlemiştik.
O gün ölseydin, şimdi bugünleri yaşayamayacak, Deniz'le olamayacaktın Ada. Sarp gerçekten iyi ki var!
''İki gün kala?'' diye sordu Deniz merakla.
''Enfeksiyon.'' diye kısaca yanıtladım. Deniz'i üzmek istemiyordum. ''Salgın vardı.'' Bıçağımı ve çatalımı alıp yemek yemeye çalıştım. ''Hava da çok soğuktu, hastalanmışım işte. Hastanede yattım birkaç gün. Sarp Savaş'ı da çağırmıştı.'' Gülümsedim. ''Bir yıla nasıl girersen öyle geçermiş. derler ya. Tüm yılım hastanede geçecek diye çok korkmuştum ama şükürler olsun ki öyle bir şey olmadı tabii.'' Deniz'e döndüm ve gülümsedim. ''2022'ye girerken İstanbul'daydım.'' dediğimde gözleri şaşkınlıkla açıldı.
''Buraya mı geldin?'' dedi yutkunarak. ''Bana gelemedin ama İstanbul'a mı geldin?''
''Belki seni görürüm diye düşündüm. Yokluğumda gittiğin o gece kulübüne gittim Savaş'la o gece. Ama sen gelmedin.''
''Ben.'' dedi şaşkınlıkla. ''Rezervasyon yaptırmıştım.'' Gözleri daha da açıldı. ''Ama iptal ettim. Eğer iptal etmeseydim.'' Bir süre sustu. ''Sana iki ay daha erken mi kavuşacaktım yani?''
''Beni tanıyamazdın ki.'' dedim. ''Ben kendimi ele verdiğim için beni tanıyabilmiştin. Hatırlarsan, 1 Mart'ta biz benim otelimde karşılaştık. Yanımda Mavi vardı, beni tanımadın.''
Başını salladı. ''Gece kulübünde de tanımamıştım.''
Kaşlarımı çattım. ''Gece kulübü? Sen beni orada gördün mü?'' Bu sefer şaşırma sırası bendeydi. Bu konuyu daha önce neden konuşmadığımızı düşündüm.
Başını aşağı yukarı iki kez salladı. ''Sarp yanındaydı. Margarita içiyordun. Normalde böyle şeylere dikkat etmem. Ama seni o gün içinde ikinci kez gördüğüm için şaşırdım, o yüzden dikkat etmişim işte, bilmiyorum. Margarita içtin, sonra Sarp'la birlikte oradan ayrıldın.''
''Kadının biri sana asılıyordu!'' dedim sitemle.
''Ve ben de ona Evliyim, git. diye bağırıyordum.'' dedi gülerek. ''Sen o yüzden mi ayrıldın oradan?''
''Tabii ki o yüzden ayrıldım.'' dedim Ne var bunda? der gibi. ''Kocamı kıskanmam gayet normal değil mi? Evliydik sonuçta.''
''Normal.'' dedi gülümseyerek. Yüzümü sevdi. ''Gece yarısından sonra anahtarının dışarıda kaldığını sana söylemeye çalıştığımda sesini duyunca şüphelenmeye başlamıştım. Ama yine de emin değildim çünkü göğsünde kalp ritminden yapılmış bir dövme vardı. Buna rağmen, ertesi gün Sarp'ın kocan değil tercümanın olduğunu öğrendiğimde şüphelerim daha da arttı. Çünkü Fransızca bilmediğimi düşünüp Sarp'la yanımda kendini ele veren cümleler kurdun ve ben emin olmuştum. Bu yüzden de oteli sana sattım. Yani hata yapmasaydın, evet seni tanımam biraz zor olurdu.'' Başımı salladım. ''807 gün boyunca İstanbul'a kaç kez geldin?''
''Altı ya da yedi kez olması lazım. Hep Savaş'ın evindeydim. İki gün kalıp dönüyordum. Kimsenin çevresine yaklaşmadım çünkü tanınmaktan çok korkuyordum. Sadece o yılbaşı gecesi cesaret edebilmiştim, seni görmek istiyordum ama işte, sen de gelmedin.'' Yüzümü astım.
''Keşke çıksaydın karşıma. Hiç konuşmasaydın ama karşıma çıksaydın, tesadüf yaratsaydın. Ben seni tanımazdım belki ama en azından sen beni görmüş olurdun.'' dedi, dünyanın en güzel sesiyle.
''Bu haksızlık olurdu, sana.'' diyerek kısa bir nefes verdim. ''Bu yeni yılda herkesi bize çağıralım mı?'' dedim yavru kedi sesimle. ''Uygar, Miray, Selay, Can, Güneş, Savaş, Melis, Eren, Sarp, Eser, Ece, Beyza. Olur mu? Kocamaaaaaan bir sofra kurarız.'' Şimdiden çok heyecanlanmıştım.
''Çağırırız sevgilim. Önceden hayalini kurduğumuz gibi ağacımızı da süsleriz.'' Yüzümü tekrar sevdi. ''O gece bol bol Çınar'ı sever, bebek sevme alıştırması yaparız.''
''Aa o güne kadar Çınar doğmuş olacak.'' dedim, geç gelen bir farkındalıkla. Alkışladım. ''Harika olacak. Şimdiden çok heyecanlıyım.''
''Daha iki ay var sevgilim.'' dedi gülerek.
Omuz kıstım. ''Olsun. Yine de çok heyecanlıyım.''
Deniz tabağının neredeyse yarısına geldiği için ona yetişmem için biraz ara vermişti. ''Yarın şirkete mi geleceksin yoksa kütüphaneye mi gideceksin?'' diye sordu.
''Şirkete geleceğim. Nurşah baya iyi idare ediyor. Sürekli irtibat halindeyiz. Önümüzdeki hafta içi bir yazar söyleşi yapmaya gelecek. Onun programıyla uğraşıyor. Bir aksilik olduğunu sanmıyorum, olsa mutlaka yazardı.'' Deniz başını sallayıp bir yudum şarap içerken devam ettim. ''Yarın yoğun musun?''
''Önemli bir toplantım var. Biliyorsun, Londra'da butik otel yapmak istiyorum. Bizim şirketimiz teknik olarak tabii ki yeterli fakat PR ve global lansman konusunda eksiğiz. Yapmak istediğim bu otel için medya etkisi gerekiyor. Bunun için üniversite yıllarımda staj gördüğüm The Crown By Mrs Price'a mail attım. Bana olumlu dönüş yapmışlardı.''
''Hiç duymadım.'' dedim. ''Bahsettiğin firma inşaat firması mı?''
''Amerika merkezli, uluslararası inşaat & gayrimenkul geliştirme şirketi bu bahsettiğim şirket. Ece üç haftadır bu şirketin Avrupa ve Orta Doğu Bölge Direktörü'yle mailleşiyor. Kadın dün İstanbul'a gelmiş. Yarın da toplantı yapacağız.''
''Şirket neden bizim şirketin reklamını yapmayı kabul etmiş ki? Bir nevi rakip sayılırsınız. Ne kârı olacak?''
''Otelin isminde onların da adını kullanacağım. İsim hakkı talep ediyorlar. Otelin ismi The Crown Collection / By Aladag Group Of Companies olacak.''
''Anladım. O zaman umarım iyi geçer ve o çok istediğin desteği alırsın.''
''Umarım sevgilim.'' Gözleriyle tabağımı işaret etti. ''Daha yiyecek misin?''
Başımı iki yana salladım. ''Doydum.''
''O zaman, hadi sen çık yat. Ben de şurayı toplayıp geliyorum.'' dedi masadakileri kast ederek.
''Beraber toplayalım.''
Ayağa kalktı, beni de kaldırdı ve merdivenlere yöneltti. ''Sevgilim, lütfen dediğimi yap.''
İstemeye istemeye merdivenleri çıktım, odamıza girdim, üzerimi değiştirip yatağımıza yattım. Uykuya dalmam üç dakika bile sürmemişti.
24 Ekim, Pazartesi
Perde aralığından süzülen ışık yatağın üzerine ince bir tül gibi yayılmıştı. Hava serin gibi duruyordu ama Deniz'in yanı başımda olması içimi ısıtıyordu. Tenimde onun elinin sıcaklığını hissettim. Avcunu tam karnımın üzerine koymuş, sanki bebeklerimizi korumak ister gibi parmak uçlarını hafifçe hareket ettiriyordu.
Başımı yavaşça yukarı kaldırdım. Gözlerim önce onun çenesindeki bir günlük sakallarına, sonra dudaklarına, en sonunda da gözlerine takıldı. Çoktan uyanmıştı. Bana bakıyordu. ''Günaydın sevgilim.'' dedi uykulu bir sesle. Bir parmağı karnımın üzerinde ufak bir daire çizdi. ''İyi uyudun mu?''
Esnediğim için açılan ağzımı elimin tersiyle kapattım. ''Günaydın sevgilim. Evet uyudum, senin yanındayken aksi mümkün mü?'' Güldü, saçlarımı kokladı, uzun bir öpücük bıraktı. ''Saat kaç?'' diye mırıldandım.
''Henüz yedi buçuk bile değil. Kahvaltı yapmak istiyor musun?''
Başımı hevesle aşağı yukarı salladım. ''Evet.''
''Birazdan hazırlarım.'' dediğinde bebeklerimizin de uyandığını hissettim, içimde bir şeyler kıpırdanıyordu. Deniz'in tenimden uzaklaşmakta olan elini tuttum ve karnıma geri yasladım. ''Ne oldu?''
''Sshh, bekle.'' dedim işaret parmağımı dudaklarıma kapatarak.
Deniz dediğimi yaparak beklemeye başladı, ikimiz de hareketsiz kalmıştık ama bu hareketsizlik bebeklerimiz için geçerli değildi. Hangisi olduğunu çok merak ettiğim ancak bunu asla öğrenemeyeceğim bebeğim saniyeler içerisinde karnıma bir tekme attığında bakışlarımı Deniz'e çevirdim. ''Hissettin mi?'' dedim gülümserken.
Deniz yüzünün tamamına yerleşen kocaman biri sırıtışla bana bakıyordu. ''Ada?'' dedi sorar gibi. ''Ada tekme attı. Bana tekme attı. Gerçekten bana tekme attı.'' Gözleri dolmuştu. Aşağı doğru eğildi ve yüzünü karnımın hemen yanına getirdi. ''Merhaba ufaklık ya da günaydın mı demeliyim?'' Karnımın üzerine bir öpücük kondurdu. ''Bir süredir bunu bekliyordum, tabii ki şiddet çok kötü bir şey ama şu minik tekmenizi görmek dünyalara bedel. Sizi çok seviyorum ve seveceğim. Anneniz mükemmel bir varlık, umarım onun canını yakmıyorsunuzdur.'' Sevgilim, bunu bilmeni istemiyorum ama canımı fena halde yakıyorlar. ''Size kavuşmamıza sadece üç ay kaldı ama ben bu üç ayın nasıl geçeceğini inanın bilmiyorum.'' Çok kısa bir an sustuğunda parmaklarımı Deniz'in saçlarının arasına geçirmiştim, derken karnımın tam merkezine bir tekme daha gelmişti. Deniz kocaman bir kahkaha attı, yüzünü bana doğru çevirdi. ''İki oldu, bu iki oldu.''
''Artık muradına ermişsindir diye düşünüyorum.'' dedim sırıtarak.
Karnımı birkaç kez öptü ve vücudunu benimkiyle eşitleyerek alnımı öptü. ''Teşekkür ederim.'' diye fısıldadı. ''Bana tertemiz, masum, çok güzel bir aşk verdiğin için. Beni baba yapacağın için teşekkür ederim.'' Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. ''Sen dünyanın en güzel kadınısın.''
''Sen de dünyanın en güzel adamısın.'' dedim, burnunu burnumla sevdim, yüzümü boynuna sakladım. ''Sıcacıksın.''
''İstersen.'' dedi burnunu saçlarımın arasında gezdirirken. ''Odadan çıkmayabiliriz. Ama tabii istersen.''
''Normal şartlarda ilk tercihim büyük ihtimalle bu olurdu ama.'' Kısa bir nefes verdim. ''Çok acıktım sevgilim. Şirkete aç gitmek istemiyorum.''
''Pekâlâ güzelim, o zaman kalkıyoruz.''
***
Kahvaltıdan sonra şirkete gitmiştik. Ben Uygar'la önümüzdeki projeler hakkında konuşurken Deniz de birazdan gireceği toplantıya hazırlık yapıyordu. ''Niye heyecanlısın sen?'' dedi Uygar kısa bir an sustuğumuzda.
Deniz kravatını gevşetti ve koltuğunda geriye yaslandı. ''Bilmiyorum, sanırım gerginim.''
''Dünyanın sonu değil ya oğlum. İlla PR yapılmak zorunda değil ya otele. Baktın bize yardımcı olmayacaklar, Eyvallah. der geçersin ama biz yine yaparız otelimizi oraya. Reklama çok da ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum ben.''
''Yurtdışına ilk kez bir otel yapmayı planlıyoruz.'' dedi Deniz sıkıntıyla.
''Ece demedi mi sana bölge direktörü çok tatlı, çok uyumlu, çok sevecen bir kadın diye. Çok da olumlu yaklaşıyormuş firma sahipleri. Gergin olman için bir sebep yok, anlayacağın.''
''Uygar haklı.'' diyerek araya girdim. ''PR yapılmasa bile ben çok iyi bir iş çıkaracağımıza eminim. Türkiye'de vereceğimiz reklamlar bile yeterli olur. Tabii ben kötü ihtimali düşünerek konuşuyorum. Gönlüm firmanın kabul etmesinden yana.''
Deniz başını salladı. ''Tek şartları otelin isminde kendi isimlerini kullanmamız mı?'' diye sordu Uygar.
''Evet.'' dedi Deniz ve eline aldığı kalemin kapağıyla oynamaya başladı. ''Neyse, bekleyip göreceğiz.''
Kapı çaldığında üçümüz de bakışlarımızı çevirdik. Gülşah gelmişti. ''Deniz Bey, Ece Hanım ve The Crown By Mrs Price'ın bölge direktörü toplantı odasında sizi bekliyor.''
Deniz ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti. ''Bu kadının adı ne?'' diye sordu kaşlarını çatarak. ''Kendisine sorarsam ayıp olacak.''
Gülşah dosyalarını karıştırdı. ''Bakıyorum Deniz Bey.''
Uygar o sırada kalemini masaya vuruyordu. Ben de duvardaki saati izliyordum. Deniz ise sabırla Gülşah'ı bekliyordu.
''Hah, buldum.'' dedi Gülşah sonunda. Hepimiz ona doğru döndük. ''Emilia. Emilia Wilson.''
Üçümüz de şaşkınlıktan ne yapacağımızı bilemez bir hâlde birbirimize bakıyorduk. Sanki biri başımdan aşağı buz dolu bir kova boşaltmış gibi hissediyordum. Beynim bir saniyede bin parçaya bölündü. Emilia Wilson? Dün Deniz'in boynuna atlayan, kek harcı kokan, orman yeşili gözlü eski sevgilisi Emilia? Aynı Emilia'dan mı bahsediyorduk? The Crown By Mrs Price'ın bölge direktörü Emilia mıydı?
"Ne?" dedim, sesim kendi kulağıma yabancı geldi. "Emilia Wilson mı?"
Uygar ''Bu isim bana nereden tanıdık geliyor ya?'' diye sorarak işaret parmağıyla kafasının tam tepesini kaşıdı.
Deniz de en az benim kadar şaşırmıştı. "Ne dedin sen?" dedi, kravatını daha da gevşetti, düğümü tamamen çözdü. "Emilia... Wilson?" Adını söylerken sanki dilini ısırıyordu. Gözleri bana kaydı, sonra Gülşah'a, sonra tekrar bana. "Bu... bu bir şaka mı?"
Gülşah şaşkın şaşkın bizi izliyordu. ''Evet Deniz Bey. Emilia Wilson. Toplantınız onunla. Bir sorun mu vardı?''
''Oha.'' dedi Uygar anlık bir farkındalıkla. ''Emilia.'' diye kendi kendine tekrar etti. ''Üniversiteden. Hani şu üç ay.'' Bir anda sustu. Sonra söylesem mi söylemesem mi tedirginliğiyle bana baktı.
Deniz Uygar'ı ''Aynen öyle Uygar.'' diye yanıtladı. ''O Emilia, bu Emilia.''
''Abi ne alâka? Yani cidden olabilir mi?''
Deniz bakışlarını Gülşah'a çevirdi. ''Emilia ve Ece'ye on dakika sonra geleceğimi söyler misin Gülşah?''
Gülşah ''Tabii Deniz Bey.'' diyerek kapıya yaklaştı ve odadan çıktı.
Deniz koltuğuna otururken ''Demek bu yüzden geldi İstanbul'a.'' dedi sinirle.
Uygar kaşlarını çattı. ''Ben bir şey anlamadım. Emilia'nın geldiğini önceden biliyor muydun?''
Derin bir nefes aldım. ''Dün karşılaştık, Beykoz'da.'' Sıkıntıyla ofladım. Gözlerim Deniz'e kilitlendi. "Sen... sen bilmiyor muydun?" Sesim yükseldi, kontrol edemiyordum. "Mailleşiyordunuz, Ece mailleşiyordu, nasıl bilmiyorsun?"
Deniz yutkundu. "Bilmiyordum." dedi. "Ece mailleşiyordu ve ondan hep Ms Wilson diye bahsetti. Soyadı... Wilson... o kadar yaygın ki... aklıma gelmedi. Dün gördüğümde bile bağlantı kurmadım." Eli ensesine gitti, saçlarını kaşıdı. "Tanrım, bu... bu imkânsız."
"Vay anasını ya!'' dedi Uygar. ''Dün eski sevgiliyle karşılaş, bugün toplantı odasında bölge direktörü olarak karşına çıksın! Bu ne lanetli tesadüf!"
Deniz başını iki yana salladı. ''Tesadüf mü kaderin saçma sapan bir şakası mı birazdan öğreneceğiz.'' Koltuğundan kalktı. ''Sen de gelmek ister misin?'' dediğinde Uygar'a bakıyordum ama Deniz'in sorusu Uygar'a değil banaydı. ''Sevgilim?''
İçimde bir şey kıpırdandı. Kıskançlık mı, öfke mi, yoksa ikisinin karışımı mıydı bilmiyordum. Ama gitmemek gibi bir seçeneğim yoktu. "Geliyorum." dedim, sesimde kararlı bir tını vardı.
Deniz önce duraksadı, sonra başını salladı. ''Tamam.'' Kravatını bağlarken Uygar'a bakıyordu.
''İnanılır gibi değil.'' dedi Uygar, hâlâ şaşkındı. ''Benim de gelmemi ister misin?''
''Bilmiyorum. Bu pek de iş görüşmesi olmayacak. Muhtemelen onlarla çalışmak istemediğimi söyleyeceğim ama sen bilirsin, istersen gel.''
Uygar başını aşağı yukarı salladı, ayağa kalktı. Deniz kravatını bağlarken ve üstünü başını düzeltirken Uygar'ın bakışları bana kaydı, göz kırptı. ''İyi misin?''
''Neden kötü olayım ki?'' desem de canım sıkılmıştı.
''Tamam.'' Deniz yanıma ilerledi, elimi tuttu ve ikimiz üzerinde bakışlarını gezdirdi. ''Gidelim o zaman.''
Toplantı odasında görüş açıma ilk giren kişi Ece olmuştu, masanın başında oturuyordu. Hemen ardından Emilia'ya gözüm çarptı. En az dünkü kadar mükemmel görünüyordu. Lacivert kalem eteği, ipek ve kar beyazı gömleği, eteğiyle aynı renk blazer ceketiyle karşımda duruyordu. Saçlarını dalgalandırmış ve tam tepeden bir at kuyruğu yapmıştı. Orman yeşili gözleri Deniz'i görünce ışıl ışıl parladı.
''Selam.'' dedi sahte bir samimiyetle. ''Geciktiniz.'' Bakışları Deniz'den Uygar'a kaydı. ''Vay vay, seni görmek ne güzel Uygar.''
''Aynı şeyi söyleyemeyeceğim Emilia.'' dedi Uygar.
Emilia Uygar'ın söyledikleri hiç önemli değilmiş gibi Deniz'e döndü. ''Sürprizimi beğendin umarım.'' diye sordu.
''Ne sürprizinden bahsediyorsun sen Emilia?'' dedi Deniz sitemle. ''Başından beri biliyordun değil mi buraya geldiğinde benimle görüşeceğini?''
''Elbette ki biliyordum. Reklamını yapacağım şirketi ve CEO'sunu araştırmayacak kadar acemi biri değilim. İtiraf etmek gerekirse patronum Türkiye'ye gitmem gerektiğini ve Deniz Aladağ ile görüşmem gerektiğini söylediğinde dünyalar benim oldu.''
''O dünyaları da alıp ülkene geri dönebilirsin o hâlde. Ben sizinle çalışmak istemiyorum.'' dedi Deniz net bir sesle.
Emilia hayal kırıklığıyla dolu bakışlarla Deniz'i süzdü. ''Peki ama neden? The Crown By Mrs Price'a attığın maili okudum. Bu proje için çok istekli olduğunu ve bizimle çalışmak istediğini yazmıştın. Çok hevesliydin. Ne değişti?''
Deniz ''Seninle çalışacağımı öğrenene kadardı o.'' dedikten sonra ellerini beline koydu. ''Dün karşılaştığımız hâlde neden bahsetmedin bu iş meselesinden. Tesadüfmüş gibi yapman hiç profesyonelce değildi?''
''Dünkü karşılaşmamız gerçekten tesadüftü. Ben sadece İstanbul'u gezmek istemiştim. Seni göreceğimi nereden bilebilirdim ki? Beklenmedik bir şeydi.''
"Beklenmedik mi?" Deniz'in kaşı seğirdi. "Türkiye'ye benimle görüşmeye geldiğini biliyordun. Londra'daki otel projesi için buradasın. The Crown Collection / By Aladağ Group of Companies oteli için geldin. Dün neden bir şey demedin?"
Emilia'nın dudakları hafifçe aralandı ama hemen toparladı. "Deniz, lütfen. Dün sadece eski bir arkadaşı gördüğüme sevindim. İş konuşmak için doğru zaman değildi." Sesinde bir savunma vardı ama gözleri Deniz'in gözlerinden kaçıyordu. ''İş konuşmayı es geçmek gayet normal bir durum bence.''
''Bunun neresi normal?'' diye çıkıştı Deniz. ''Beni görünce tanıyorsun, boynuma atlıyorsun, on yıl öncesine ait detayları anlatıyorsun. Bunları es geçmiyorsun da buraya asıl geliş sebebini mi es geçiyorsun?''
''Gerçekten iş konuşmak istememiştim. Ayaküstü konuşulacak şeyler değildi çünkü.'' Gözleri beni bulduğunda iki saniye izledi, sonra Deniz'e döndü. ''Karın yüzünden mi istemiyorsun bizimle çalışmayı? Karın beni kıskandığı için mi?''
Deniz hiddetle masaya vurdu. ''Bu ne hadsiz bir itham! Derhâl çık buradan Emilia. Patronuna senin ne kadar üslupsuz biri olduğunu ve bu yüzden çalışmak istemediğimi bildireceğim.''
Emilia kahkaha attı. ''Beni tehdit mi ediyorsun? Bu yorumunun patronumun gözünden düşmeme sebep olacağını mı zannediyorsun?''
''Kimin gözünde yükseldiğinle ya da kimin gözünden düştüğünle ilgilenmiyorum.'' Deniz Gülşah'a döndü. ''Gülşah, hanımefendiye eşlik et. Sorun çıkartırsa güvenliği çağırırsın.'' Eliyle kapıyı Emilia'ya gösterdi.
''Hiç profesyonel değilsin.'' dedi Emilia başını sallaya sallaya. ''Ortak iş yapacağın ya da beraber çalışacağın ilk kadın değilim ve son da olmayacağım. Karın her kıskandığında birilerini ofisten kovarsan batarsın, biliyorsun değil mi?''
Deniz tam bir şey söyleyecekken araya girdim. ''Seni kıskanmıyorum.'' dedim özgüvenle. Sonra Deniz'e döndüm. ''Onunla çalışman benim için bir sorun değil.''
''Ne bu? Kahraman olmaya mı çalışıyorsun?'' dedi küstah bir tavırla beni süzerken. Hemen ardından Deniz'e döndü. ''Karını şirkette olan şeylerden uzak tutsan iyi edersin. Bu işler pek de onluk değil sanki.''
''Ada mimarlık departmanımızın müdürü, Emilia.'' dedi Deniz. ''Hani şu isim hakkı alacağınız otel var ya. Onun çizimini yapacak. Buraya gelmene sebep olan otel yani. Bilmem anlatabildim mi?''
Emilia bozulsa da belli etmemeye çalışıyordu. ''Bben.'' dedi kekeleyerek.
''Bence artık gitmelisin.'' dedi Deniz. ''Proje için kararımı daha sonra iletirim. Ama seni şirket sınırlarım içinde bir kez daha görmek istemiyorum.''
Emilia ağzının payını almış bir şekilde apar topar toplantı odasından çıkarken Ece şaşkın bakışlarla bize bakıyordu. ''Biri neler olduğunu anlatacak mı?''
Deniz bıkkınlıkla ellerini havaya kaldırdı, hemen ardından odadan çıktı. Ece bu sefer Uygar'a bakıyordu. ''Pekâlâ anlatayım.''
''Güzel, o zaman ben de kaçtım.'' dedim mahcup bir gülümsemeyle. ''Sonra görüşürüz.''
İkisi de ''Görüşürüz.'' derken ben çoktan kapıdan çıkmış, Sarp'ın odasına doğru yol almıştım bile. Vardığımda kapıyı çaldım, içeriden onay verdiğinde kapıyı açtım, ağır adımlarla ilerledim. ''Acil durum!'' dedim sitemle.
Sarp telaşla doğruldu. ''Sakın doğuruyorum deme.'' dedi korkunç bakışlarla. ''Beni kan tutar.''
''Saçmalama Sarp, seni kan falan tutmaz.'' dedim, panik halindeyken bazen ne dediğini bilmediğini unutmuştum. ''Ama merak etme, doğurmuyorum.''
Sarp üstünden bir yük kalkmışçasına elini göğsüne koydu ve derin bir oh çekti. ''Ee peki sorun ne?''
''Sorun şu ki.'' dedim, masasındaki hiç açılmamış su şişesini aldım ve sorma gereği duymadan birkaç yudum içtim. Hemen ardından tekli koltuğa çöktüm. ''Deniz'in eski sevgilisi burada.''
Sarp daha fazla detay ister gibi baktı. ''Derken?''
''Üniversiteden, yani on yıl öncesinden falan bahsediyorum.''
''Tamam da burada ne işi var, onu anlamadım.''
''Deniz Londra'da bir otel yapmak istiyordu. Bu otelin isminin duyulması için PR çalışması yaptırmaya karar vermiş ve bir firmaya mail atmış. Firma da bu çalışma için kimi göndermiş, hadi bil.''
''Yok artık. Eski sevgilisi mi çıktı PR çalışması yapacak olan kişi?''
''Aynen öyle Sarp. Deniz bunu öğrenince onlarla çalışmaktan vazgeçti ama ben devam etmesini istiyorum çünkü o kadın onu kıskandığımı ve sırf bu yüzden Deniz'in onlarla çalışmasını istemediğimi düşünüyor.''
''Peki Deniz neden onlarla çalışmak istemiyor?''
''Kıskandığım için.''
''Peki gerçekten kıskanıyor musun?'' diye sordu tereddütle. Evet dememden çok korkar bir hali vardı.
''Kıskanıyorum elbette.'' diyerek savunmaya geçtim.
''Kendin söylüyorsun Ada, on yıl önce diyorsun. Allah aşkına mantıklı mı yaptığın?''
''Kız çok güzel Sarp!''
Sarp Bunun ne önemi var? dercesine beni ayıplar gibi süzdü. ''Bunun Deniz'i etkileyeceğini ve baştan çıkaracağını falan düşünüyorsan, üzgünüm dostum ama Deniz'e güvenmiyorsun demektir.''
''Deniz'e herkesten çok güveniyorum.'' diyerek kendimi savundum. ''Bana nasıl aşık olduğunu en iyi ben biliyorum.''
''Ee sorun ne o zaman Ada? Kadının güzelliğini mi kıskanıyorsun o zaman? Neyi kıskanıyorsun? Deniz seni her gördüğünde dünyanın en güzel kadınına bakar gibi bakıyor. Farkında olmaman imkânsız.''
''Bilmiyorum Sarp, sanırım hormonlarım biraz değişik çalışıyor. Ne hissedeceğimi bilmiyorum. Profesyonel olamamaktan çok korkuyorum. Deniz'in yapacağı işlere engel olmaktan çok korkuyorum.''
''Kıskanmayı bırakırsan korkuların da geçer. Hem ayrıca Deniz Ozan'ı hiç kıskanmadı. Sen neden kıskanıyorsun?'' İnanamıyormuş gibi beni izledi. ''Sanırım ilk kez görüyorum seni böyle.''
''Aynı şey değil. Bu kız hâlâ Deniz'e karşı bir şeyler hissediyormuş gibi.''
''Sen kafanda kuruyorsun bence. Şimdi iyice sakin bir kafayla düşün. Sonra Deniz'i projeye onlarla devam etmesi için ikna et. İş hayatınızı ne zaman özel hayatınıza karıştırdınız gerçekten anlamıyorum ama benim tanıdığım Ada kesinlikle bu değil.''
Bir yudum su daha içtim. ''Bilmiyorum Sarp.''
''Sen şimdi Deniz'in yanına git ve onunla konuş. Eminim ki doğru ve mantıklı olanı bulacaksınız.''
Başımı salladım, koltuktan kalktım, odadan çıktım ve kendimi Deniz'in odasının kapısında buldum. ''Girebilir miyim?'' diye seslendiğimde başını kaldırdı, kollarını açtı ve başını salladı. İçeriye girdikten sonra kapıyı kapattım. Sanki bebeklerim karnımdan aşağı düşeceklermiş gibi karnımın altını tuttum ve hızlı adımlarla Deniz'in yanına ilerleyip bir bacağının üzerine oturdum. ''Beni artık taşıyamayacaksın.'' dedim hafif alaylı bir sesle. ''Çok ağırlaştım.''
''Ohoo hem de nasıl.'' dedi Deniz sızlanarak. ''Bacağım koptu neredeyse.''
''Ciddi misin?'' dedim şaşkın bir sesle ayağa kalkmaya çalışırken.
Deniz kahkaha attı, beni tekrar oturttu ve kollarını etrafıma sarıp kalkmamam için bana sımsıkı sarıldı. ''Sadece şaka yapmak istemiştim.'' diyerek boynumu öptü.
''Gülmedim.'' diyerek omzunu dişledim.
Deniz yüzünü boynumdan çekip yüzümü inceledi. ''İyi misin?''
Başımı iki yana salladım. ''Hayır, konuşmak istiyorum.''
''Bak konu Emilia meselesiyse, dert etme. Gerçekten onunla çalışmak istemiyorum. Hatta çalıştığı şirkete mail atmak üzereydim.'' Bakışlarıyla bilgisayar ekranını gösterdi.
''Tam zamanında gelmişim öyleyse.'' dediğimde bana merakla baktı. ''Projeye devam etmelisin Deniz. Dışarıdan nasıl göründüğünü düşündün mü? Emilia'yı haklı çıkarmak istemiyorum. Aladağ Group, bölge direktörü eski sevgilisi diye projeye devam etmiyor. Ya da daha kötüsü CEO'nun hamile karısı kıskandı, büyük proje iptal mi? Bu haber bir kere yayılırsa imajımız zedelenebilir. Söylemene göre The Crown By Mrs Price büyük bir marka ve o markayla çalışma fırsatını kaçırmanı istemiyorum. Üstelik böyle basit bir sebep yüzünden.''
''Ada, proje bitene kadar sürekli iletişim hâlinde olmak zorunda kalacağız. Ben değilse bile Ece. Yani bu kadının adı sürekli burada geçecek. Bu seni rahatsız etmeyecek mi? Küstahlık diz boyu. O böyle davrandıkça ondan neden sadece bir not kâğıdıyla ayrıldığımı hatırladım.''
''Rahatsız olmayacağım.'' dedim ama biraz da olsa yalan söylüyordum. ''Tamam, evet. Onu kıskandım ama bu benim sorunum. Bunu işimize karıştırmayacağım.'' Masadaki klavyeye uzandım ve Deniz'in yazdığı maili sadece bir saniyede sildim. ''Projeye onlarla devam et, lütfen.''
''Emin misin?'' dedi, sesinde biraz da olsa şüphe vardı.
''Elbette ki eminim. Emilia on yıl öncesinin gölgesi. Ben geleceğinim. Biz geleceğiniz." Elimi karnıma koydum, gülümsedim. "Ayrıca, marullarım da onaylıyor. Onlar da Londra'da bir otel istiyor."
Deniz bir an güldü ama gülüşü yorgundu. "Marullar mı karar veriyor şimdi?"
''Üzgünüm sevgilim ama bundan sonraki seçimleri o iki bacaksız yapacak.'' dedim kıkırdayarak. Deniz gülümseyerek boynuma gömüldüğünde bu hissi fazlasıyla özlediğimi fark etmem üzülmeme sebep olmuştu. Resmen kocamla sevişmeyi özlemiştim ama bunun ne yeri ne de zamanıydı. Apar topar kucağından kalktım. ''Ben artık gitsem iyi olacak. İşimin başına dönmem gerek.''
Deniz başını yana eğdi ve halinden son derece hoşnutsuz bir tavırla homurdandı. ''O marulların seni ele geçirdiğine inanamıyorum.''
Kıkırdadım ve odasından çıkarak işimin başına döndüm.
Günü bitirip de eve gittiğimizde yaptığımız ilk şey, yaptığım resmi salondaki duvara asmak olmuştu. Ve ben bu resme ömrümün sonuna kadar gözüm gibi bakacaktım.
18 Kasım, Cuma
Deniz her ne kadar Hiçbir şey istemiyorum, zaten hamilesin yorulma. dese de ben sabah 6.12'de kalkmış, kendimi mutfağa atmıştım. Onun için çikolatalı sufle ve portakal suyu hazırlamak istiyordum. Tamam, Deniz tatlı sevmiyordu ama amaç zaten tatlı yemek değildi. Malzemeleri çıkardım, tek kişilik olacak şekilde harcı yaptım, fırına attım. Pişme süresi çok az olduğu için hemen portakalların suyunu sıktım. Pişen suflenin üzerine bir mum diktim, portakal suyuyla ve bir çakmakla birlikte bir tepsiye koydum, odamıza çıktım. Deniz hâlâ uyuyordu. Onu bir yandan kocaman kocaman öpüyor, bir yandan da sevgi sözcükleri söylüyordum. ''Sevgilim.'' Yanağını öptüm. ''Canımın içi.'' Burnunu öptüm. Uyandığını biliyordum ama sırf devam edeyim diye gözlerini açmıyordu. ''Kocacım.'' Şakağını öptüm. ''İçimin gülen yüzü.'' Saçlarını öptüm. Gözlerini hâlâ açmamıştı. Suflenin çikolatasından aldım, yanağına sürdüm. Hissettiği ıslaklık sebebiyle sanırım, gözlerini açmıştı. ''Günaydın doğum günü çocuğu!'' dedim kocaman bir neşeyle.
Deniz kollarını bedenime sardı, beni yanına yatırdı ve sımsıkı sarıldı. ''Günaydın güzelim.'' dedi burnumu öperken.
''İyi ki doğdun.'' dedim, dudaklarını öptüm. ''Seni çok seviyorum.''
''Ben seni daha çok seviyorum.'' dedi, yanağına dokundu. ''Ne sürdün yanağıma?''
Elimi kaldırıp hemen arkamdaki komodinin üzerinde duran tepsiyi işaret ettim. ''Çikolata. Sana sufle yaptım.'' Hafifçe doğruldum. ''Hadi, mumu yakalım.''
Kalkmama yardım etti, tepsiye uzandım, içindeki çakmağı alıp mumu yaktım, Deniz'e doğru uzattım. ''Dilek dile.''
Kısa bir süre bekledi, mumu üfledi. Bana çok ama çok büyük bir aşkla baktı. ''Ben tatlı yemiyorum, biliyorsun en sevdiğim tatlı sensin.'' Başımı aşağı yukarı salladım. İşaret parmağının ucuna çikolata aldı ve yüzüme sürdü. Sonra dudaklarıma, boynuma, omuzlarıma ve göğüs kafesimin üzerine. Ne yaptığını sorgulamadan beni yönlendirmesine izin verdim. Birkaç saniye beni izledi, ardından sırtüstü yatırdı. Çikolatayı vücudumun neresine sürdüyse dudaklarıyla o çikolataları temizledi.
***
Deniz bugün işe gitmeyeceği için yatağımızda uzun bir süre oyalanmış, sabahın tadını doya doya çıkarmıştık. Üzerimdeki tüm çikolata bittikten sonra aslında Deniz için hazırladığım sufleyi yedim, portakal suyunu içtim, üzerimi değiştirdim ve Deniz'le birlikte mutfağa indim. Gerçekten özenilmiş bir kahvaltı öğününden sonra salona, televizyon karşısına geçmiştik.
''Hadi bir şeyler izleyelim.'' dedim, kumandaya uzandım.
Yüzümü severken ''Film mi izlemek istiyorsun?'' diye sordu.
''Güzel olmaz mı? Canım aksiyon filmi aşeriyor.''
Yüzüne muzip bir gülümseme yerleştirdi. ''Hani senin aşerme dönemin bitmişti sevgilim?''
Bozuntuya vermeden devam ettim. ''Aman canım, sadece yemeklerle ilgili kısmın aşerme dönemi bitti. Diğer kısımlarla ilgili olan aşerme durumu devam ediyor.''
Küçük bir kahkaha attı. ''Hayır, bir kere lafın altında kalsan olmuyor mu?''
Başımı şiddetle iki yana salladım. ''Asla.'' Dudaklarımı ısırdım. ''Yani maalesef.''
Yanağıma minik bir öpücük bırakırken gülümsüyordu. ''Peki neymiş o aşermeye devam ettiğin diğer kısımlar?''
''Sen.'' dedim hiç bekletmeden. ''Yani komple sen.'' Yüzüme şaşkınlıkla bakıyordu. ''Ne var canım? İnsan kocasını aşeremez mi?''
''Böylesini ilk defa duydum.'' dedi, gülerek yanımdan kalktı. Televizyonun yanına giderek arkasındaki girişlerden birine flashbellek taktı ve zaman kaybetmeden yanıma oturdu.
''Aksiyon filmi açacağız değil mi? Hani şu çok eski olan, internette bile olmayan, insanların sadece DVD'lerde, CD'lerde ya da flashbelleklerde sakladığı filmlerden?''
Büyük bir kahkaha attı. ''Sen yeraltı mafyalarının düşmanlarına şantaj yapmak için çektikleri cinayet videolarından falan bahsediyorsun sanırım. Çünkü fiziki bir harici dikste olup da dijitalde olmayan bir tane bile film kalmadı. Milenyum çağındayız.''
''Ha ha.'' diye hiç de samimi olmayan bir ifadeyle güldüm.
''Bugün biraz sevimli bir video izleyeceğiz. Yani sevgilim, üzgünüm aksiyon filmi beklentilerini karşılayamayacağım.''
Keyifsiz bir bakışla televizyona baktım. Sağ alt köşede 18.11.2003 yazıyordu. Görür görmez keyfim yerine geldi. Bu tarih yerde uçuşan balonları, halılara yapışmış kremaları, parkelere dağılmış kurabiye parçalarını, konfetileri açıklıyordu. Deniz'in 13. yaş günüydü. Artık sonra ermiş ve sadece dağınıklığı kalmış bir partiydi. Telaşlı bir gürültü duyuluyordu. Gördüğüm görüntüye bakılırsa çeken kişi kayıtta olduğunun farkında değildi. Biri Soner Arıca'nın şarkısını söylüyordu. Çok sevdiğim, sözlerine tezat olarak ritmi çok eğlenceli olan bir şarkıydı. Hamile olduğum için dans edemezdim fakat doğurur doğurmaz bu şarkıyı açıp yerimde zıplayacaktım.
Kime sorsan göreceksin, çilesi çokmuş.
Bu hayatın yolu hem düz hem de yokuşmuş.
İnsanoğlu masal misali bir varmış bir yokmuş.
Daha günler göreceğiz, bize umut lazım.
Kısa bir süre sonra videoyu çeken kişi kamerayı gövde hizasına kaldırdı, ses yaklaşmıştı.
Üst üste gelse de keder denen şeyler,
Boş ver üzülme.
Yüreğim, şarkılar söyle yine sen,
Şarkılar söyle.
Aldırma, aşk yüzünden için yanarsa,
‘Gelir geçer bu.’ de.
Yüreğim, şarkılar söyle yine sen.
Bize umut lazım.
Sanırım çeken kişi şarkıyı söyleyen kişiyi videoya almak istiyordu ama boyu o kadar ufaktı ki karşısındaki kişinin yüzünü değil bacaklarını görüyorduk. Sonra kamera bir anda daha yukarı kalktı ve Deniz'in boyayla çizilmiş yüzüyle karşı karşıya geldim. Aa kayıttaymış. dedi incecik bir ses.
Kahkaha attım. Güldüğüm şey bu değildi, güldüğüm şey şarkıyı söyleyen kişinin Deniz olmasıydı. Bakışlarımı Deniz'e çevirdim. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı, videoyu kaçırmamak için bakışlarımı tekrardan televizyona çevirdim.
'Abi aşık mı oldun?' dedi abisini kayda almak isteyen küçük Melis.
Deniz sustu, kaşlarını çatarak objektife baktı. 'Hayır.' dedi ciddiyetle. Küçükken bile açıklama yaparken ciddiyetini koruyordu. 'Bu şarkı yeni çıktı, ben de duydum ve hoşuma gitti. Dilime yerleş-.' Sustu, ciddiyetle bir şeyler anlattığını fark etmiş olacak ki ifadesini yumuşattı. 'Aşık olmak da nereden çıktı?'
'Aşk yüzünden için yanarsa, dedin az önce.' dedi Melis.
Deniz gülümsedi. 'O sadece bir şarkı sözü.'
'Aşık değilsin yani?'
'Değilim Melis. 13 yaşında aşık olunur mu hiç?' Elini beline koydu, sonra kendi kendine bir şeyler söyledi. 'Beş yaşındaki bücüre anlattığım laflara bak. Aşık olmakmış. Nereden öğrendiyse.'
'Ne dedin abi?'
'Bir şey demedim güzelim.'
Melis düşünceli bir Hmm sesi çıkardı. Abisine inanmadığı belliydi. Sonra 'Ne zaman aşık olacaksın?' diye sordu bıcır bıcır bir sesle.
'Büyüyünce olacağım.'
'Tamam da ne kadar büyüyünce?'
Deniz düşündü. 'Bunu hiç kimse bilemez Melis. Belki de hiç olmayacağım.'
'Bu çok kötü.' dedi Melis çok üzgün bir sesle.
'Nesi kötü?' Deniz ona kıyamamış olacak ki bir süre daha düşündü ve pişman bir ifadeyle devam etti. 'Peki, tamam. Ne zaman aşık olacağımı bilmiyorum. Sana zaman veremem. Ama sana söz, 32 yaşıma girdiğim gün aşık olduğum kadın yanımda olacak. Ben de o gün fotoğraf çekip sana göstereceğim.'
'Ama 32'ye daha çok var.' dedi Melis. Bu sayıdan hiç hoşlanmamıştı.
Deniz Neye bulaştım ben? der gibi başını iki yana sabırla salladı. Video bitti.
Bakışlarımı şaşkınlıkla Deniz'e çevirdim. Bugün 32 yaşına ayak basıyordu. Melis'e söz verdiği tarihte yanında gerçekten de aşık olduğu kadın vardı. Melis muhtemelen bunu hatırlamıyordu ama Deniz unutmamıştı.
Yüzüne dokundum. Dudaklarını uzun uzun öptüm. Deniz telefonunu çıkarttı, selfie çekti. Ardından galeriye girdi. Az önce çektiği selfieyi ve telefonunda da mevcut olan doğum günü videosunu seçti, altına ‘Bugün 32 yaşıma ayak bastım. Sana söz verdiğim gibi yanımda aşık olduğum kadın var. Onu çok seviyorum ve evet, seni de seviyorum.’ yazdı ve Melis'e gönderdi.
''Doğum günün kutlu olsun sevgilim.'' dedim, başımı göğsüne yasladım. Kollarını etrafıma sardı, saçlarımı öptü, doyana kadar kokusunu içime çektim. ''Seni çok seviyorum, iyi ki seninleyim.''
''İyi ki seninleyim sevgilim.''
26 Kasım, Cumartesi
Beylerbeyi Sarayı
Gelin odasının kapısını araladığımda içeriden gelen kahkahalar, parfüm kokuları ve hafif panik havası bir anda yüzüme çarptı. Beylerbeyi Sarayı'nın bu küçük ama muhteşem odası adeta bir çiçek bahçesine dönmüştü. Her yer beyaz ortanca ve pudra pembesi güllerle doluydu.
Oda, Beylerbeyi Sarayı'nın en güzel köşelerinden birinde, boğaza nazır bir odaydı. Duvarlar krem rengi ipek kumaşla kaplı, aynalar altın çerçevelerle çevriliydi. Yüksek tavandaki kristal avize ışıl ışıl parlıyordu. Bir masal kitabından fırlamış gibiydi.
Bir şeyler söylemeden önce odayı inceledim. İçerisi tatlı, sıcak, göz yaşartıcı bir heyecanla doluydu. Ayy, çok güzel! sesleri odanın duvarlarında yankılanıyordu.
Miray odanın tam ortasındaki boy aynasının karşısında bir prenses gibi süzülüyordu. Diğerleri ise odanın köşelerine yerleştirilmiş koltuklarda düğünün başlamasını heyecanla bekliyordu.
Hayranlıkla Miray'a baktım. Gelinliği bir rüya gibiydi. Beyaz saten kumaş vücudunu saran ince bir korseyle başlıyor, belinden aşağıya doğru açılan eteği adeta bir bulut gibi süzülüyordu. Eteğin uçları inci işlemelerle süslenmişti. Her adım attığında hafifçe dalgalanıyordu. Omuzları açıkta bırakan korse, sırtında ince bir V kesimle bitiyordu ve o bitiş kısmına minik inci detayları serpilmişti. Duvak, uzun ve transparandı, arkasında bir kuyruk gibi uzanıyordu. Ucunda yine aynı inci işlemeler vardı. Belinde ince bir kemer, yarım topuz yapılmış saçlarının tepesinde minik bir taç vardı. Makyajı doğal ama ışıltılıydı. Gözleri mutluluktan parlıyordu.
"Kızlar, nasıl görünüyorum?" diye sordu dönerek, eteği etrafında dönüyordu.
''Harika!'' dedim içeri doğru ilerleyerek.
''Güzelliğini anlatmaya kelimeler bile yetmiyor.'' dedi Selay.
Ece Miray'ın topuklu ayakkabısını almış, altına bekâr kızların adını yazıyordu. ''Eveeet. Şimdi yazdıklarımı sayıyorum. Ece, Güneş, Melis, Çağla, Feyza, Oya, Beyza. Yazmadığım kaldı mı?''
''Bence kalmadı.'' dedi Güneş.
Melis ''Aa, erkekleri de yazsanıza.'' diye ekledi. ''Sonuçta onlar da bekâr.''
''Kimi yazalım?'' diye sordu Ece. Sonra kendi sorusuna kendi cevap verdi. ''Savaş.'' dedi, Savaş'ın adını yazdı. Neredeyse kahkaha atacaktım.
Melis ''Sarp'ı da yazın.'' diye araya girdi.
Beyza'ya bakarak ''Eser'i de yazın.'' dedim. Beyza utangaç bir ifadeyle gülümsedi. ''Eren'i de ekleyin.''
Ece sırayla söylediğimiz isimleri yazarken Selay'ın yanına oturdum, elimi karnına koydum. Çınar'ın doğumu yaklaşmıştı, günleri sayılıyordu ve Selay sürekli kasılmalar yaşıyordu. ''Seloş'um, iyi misin?''
''Doğurmamak için kendimi çok zor tutuyorum.'' dedi, yüzünü buruşturdu. Sesinde hem heyecan hem de hafif bir sancı vardı. Yine bir kasılma geldiğinde yüzünü buruşturdu ama hemen toparladı. "Ama iyiyim. Kasılmalar işte, Çınar düğüne katılmak istiyor galiba."
Minik bir kahkaha attım. ''Durum o kadar ciddi mi?''
Elini belli belirsiz salladı. "Ağrım var ama aldırma, doğuma daha var." dedi gülerek. Karnını ovuşturdu. Selay şakaya vuruyordu ama yüzünde hafif bir gerginlik vardı. Çınar bir an önce aramıza katılmak ister gibi içeride kıpırdanıp duruyordu belli ki. ''Bugün benim günüm değil, Miray'ın günü. Minik oğlum beklesin biraz daha.''
''Selay Hanım, ciddi bir sıkıntı yaşarsanız söyleyin lütfen.'' dedi Beyza.
Selay minnetle gülümsedi, başını salladı, önce Miray'a sonra bana baktı. ''Çok güzel görünmüyor mu?''
''Çok.'' dedim hayranlıkla. ''Melek gibi.''
''Nefes alamıyorum heyecandan.'' dedi Miray. Gelinliğinin eteklerini düzeltti.
''Sakin ol Miray.'' dedik Selay'la aynı anda.
''Olamıyorum.'' Miray'ın sesi titriyordu.
''Salonda nereden baksan beş yüz kişi var.'' dedi Ece.
''Ayy zaten heyecanlı değilmişim gibi daha da heyecan yaptım şimdi.'' dedi Miray.
Selay yerinde huzursuzca kıpırdadı. Hamile olmak çok güzeldi ama çok da zordu. Ben Selay'dan daha iyi durumdaydım ama hamile olmayan birine göre çok can sıkıcı şeyler yaşıyordum.
31 haftalık halimle üzerinde oturduğum koltuğa gömülmüş oturuyordum. Önümde koca bir dünya gibi duran karnım o kadar büyümüştü ki artık yürümek bile bir mücadeleydi. Toprak 41 santim ve 1,8 kiloydu, Su ise 39 santim ve 1,6 kiloydu. Doktor son kontrolde Hindistan cevizi büyüklüğündeler. demişti. İçerideki alanları daraldığı için artık tekme atamıyorlardı ama içimdeki hareketleri dur durak bilmiyordu. Sanırım sürekli kavga ediyorlardı. Ağrısız kasılmalarım sıklaşmıştı ama doğuma daha zaman vardı. Emilia'nın şirketimize gelişinden beri şirkete gitmiyordum, çünkü hamilelik iznine çıkmıştım. Bu süreçte Emilia Ece hariç kimseyle iletişime geçmemişti. İçim rahattı ve bu süre zarfında evden çalışmış, bunun haricinde bebekler için ördüğüm atkılara ek olarak minik patikler ve battaniyeler örmüştüm. Kendi çocuklarıma örmüşken Çınar'a da örmüştüm.
Günlerim gerçekten çok yoğun geçmişti. Mesela doğumun kolay olması için yoga yapmaya başlamış, bir sürü bebek kitapları okumuş, mutfaktaki kileri portakal, mandalina, nar ve ayvalardan yaptığım reçellerle doldurmuş, Ülkü ablayla Deniz için akşam yemekleri hazırlamıştım.
Çağla masanın üstündeki çiçek buketini düzenlerken "Miray, bu buket tam senlik." dedi ve dikkatim dağıldı. Buket, beyaz güller ve lavanta dallarıyla süslenmişti, kokusu odayı dolduruyordu.
Güneş, Miray'ın makyajını kontrol ediyordu. "Rujun biraz daha canlı olsun mu?" diye sordu, elinde bir rujla.
Miray, "Yeter Güneş, yoksa palyaço olacağım." diye güldü.
Ve kapı çaldı, Uygar'ın sesi kulaklarımıza yerleşti. ''Kızlar, nikâh memuru geldi. Sevgilim, baban seni bekliyor.''
''Ay bayılacağım.'' dedi Miray. Hemen ardından ''Tamam sevgilim.'' diye ekledi.
''Biz çıkalım.'' dedik hep bir ağızdan.
Kızlar apar topar odadan çıkmaya hazırlanırken koltuktan kalkmaya çalıştım ama sırtımdaki ağrı yüzünden inledim. ''Güneş, ablacım. Bize bir yardım eder misin?''
Güneş önce Selay'ı, sonra beni kaldırdı. Birimiz Güneş'in bir koluna, birimiz de diğer koluna girmiştik. ''Hadi bakalım sevgili anneler, düğüne hazır mısınız?''
''Hazırııııız.'' diye çığlıklar attık ve koridora çıktık.
Koridorun sonundaki çift kanatlı yüksek kapıların önüne geldiğimizde müzik çoktan başlamıştı. İçeriden gelen piyano ve kemanın yumuşacık girişi, kalabalığın uğultusunu bir anda susturdu. Kapı önündeki görevliler bize gülümsedi, sonra kapılar yavaşça aralandı.
Salon... Tanrım, salon bir rüyaydı.
Tavan o kadar yüksekti ki kristal avizenin ışıkları gökyüzünden yağıyor gibiydi. İçeriden gelen uğultu birden kesildi. Sanki beş yüz kişi aynı anda nefesini tutmuştu.
Deniz ve Can bizi görür görmez bize doğru ilerledi, Deniz beni Güneş'in kolundan aldı ve koluna girmemi sağlayarak yürümeme destek oldu. Aynı şeyi Can da Selay için yapmıştı.
Bizim için ayrılan masaya oturduk. Işıklar yavaş yavaş kısıldı. Ve müzik başladı. Önce bir piyano sesi vardı. Sonra kemanlar usulca katıldı. Christina Perri'nin A Thousand Years şarkısı çalıyordu. Dans müziği olarak harika bir seçimdi.
Miray ve babası göründüğünde alkışlamaya başladık. Miray babasının kolunda, yavaş yavaş, sanki yere basmıyormuş gibi ilerliyordu. Eteği her adımda dalgalanıyor, inciler ışığı yakalayıp saçıyordu. Gözleri dosdoğru Uygar'daydı. Sanki aralarında kimse yoktu. Beş yüz kişi değil, beş yüz yıl bile olsa fark etmezdi.
Müzik tam "I have loved you for a thousand years, I will love you for a thousand more..." kısmına geldiğinde Uygar'ın gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Miray da gördü, dudakları titredi, gözleri doldu ama gülümsemesi hiç eksilmedi.
Uygar, Miray'ın elini babasından aldı, artan alkışlar eşliğinde dans ettiler, ardından nikâh masasına doğru ilerlediler.
Nikâh memuru gri saçlı, ciddi ama babacan bir adamdı. Elinde kırmızı deri kaplı defteriyle masanın başına geçtiğinde salon yeniden sessizliğe gömüldü. ''Evet, güzel çiftimiz burada olduğuna göre şahitleri de buraya alabiliriz.''
Deniz ayağa kalktı, papyonunu düzeltti. Selay ayakta duramadığı için Can Selay'ın ayağa kalkmasına yardım etti, Selay Can'ın koluna girdi ve üçü birlikte nikâh masasına doğru ilerlediler.
İkisi de şahit koltuğuna oturduğunda Uygar başını hafifçe eğip Deniz'e baktı. Bakışlarında Teşekkür ederim saklıydı. Miray Selay'a göz kırparak kocaman sırıttı.
"Sayın konuklar... Bugün burada, Uygar Uysal ile Miray Göksu'nun hayatını birleştirmek için toplanmış bulunuyoruz." dedi nikâh memuru. Sonra günün çiftine döndü. ''Evlenmek için belediyemize müracaat ettiniz ve evlenmenizde hiçbir sakınca görülmedi. Şimdi size şahitler ve konuklar huzurunda da soracağım.'' Miray'a döndü. ''Siz Miray Göksu. Hastalıkta, sağlıkta, iyi günde, kötü günde Uygar Uysal'la bir ömür beraber olmayı kabul ediyor musunuz?''
Miray nefesini tuttu, kocaman gülümseyerek Uygar'a baktı, hemen ardından mikrofona eğildi. ''Eveeeeet.'' dedi coşkuyla. ''Hem de nasıl evet!''
Salon alkışa boğuldu, nikâh memuru sorunun odağını değiştirdi. ''Peki siz Uygar Uysal. Hastalıkta, sağlıkta, iyi günde, kötü günde Miray Göksu'yla bir ömür beraber olmayı kabul ediyor musunuz?''
Uygar bir saniye bile düşünmeden mikrofona eğildi ve sesinin hepsini kullanarak ''Eveeeeeeeeeet.'' diye haykırdı. ''Milyonlarca kez evet.''
Alkışlar bittiğinde nikâh memuru söze tekrar girdi. ''Ben de sizleri belediye başkanımızın bana verdiği yetkiye dayanarak karı koca ilan ediyorum.'' Nikâh memuru defteri Miray'a uzattı, Miray imza attıktan sonra sıra Uygar'daydı. Miray o sırada Uygar'ın ayağına bastı. Uygar küçük bir Ah sesi çıkardığında herkes gülmüştü.
***
Nikâhın üzerinden yirmi dakika geçmişti, herkes dakikalar önce kesilen pastasını yemeye koyulmuşken Uygar ve Miray yarınlar yokmuşçasına pistte dans ediyordu. Eğlence kısmına bu kadar hızlı geçeceğimizi düşünmemiştim ama sonuçta Uygar evleniyordu ve onun beş dakika bile sakin kalmasını beklemek biraz mantık dışıydı.
Ece, Melis, Güneş, Çağla ve Feyza pastasını yarım bırakmış, piste koşmuştu. Selay da oynamak istiyordu fakat yerinden kalkamayacak kadar acı çekiyormuş gibi göründüğü için onu kimse oynamaya çağırmıyordu. Ben de ondan farksız olduğum için bu geceyi oynamadan kapatacaklar listesinde bitireceğimden emindim. Birkaç dakika sonra bütün pist dolmuştu. Tanıdığım herkes oynuyordu. Deniz ayağa kalktı, yanağıma kocaman bir öpücük bıraktı. ''Sevgilim, bana müsaade eder misin?''
''Müsaade senin sevgilim.'' dedim. Deniz oynamaya gittiğinde babam, halam, dayım, yengem ve babaannem bizim masaya gelmişti. Ailemi bir arada gördüğüm tüm toplulukları çok seviyordum.
''İyi misin Selaycım?'' dedi yengem.
''İyiyim.'' dedi Selay ama içten içe iyi olmadığını bildiğim için huzursuz hissediyordum. ''Sadece oynayamadığım için çok mutsuzum.''
''Olsun canım.'' dedi halam. ''Sen iyi olduktan sonra, Miray'ın yanında olduktan sonra oynamışsın, oynamamışsın ne fark eder değil mi?''
''Öyle tabii Neşe abla.'' dedi Selay.
Babaannem duygu dolu bakışlarla bana bakıyordu. ''Niye öyle baktın pamuk babaannem?'' dedim, elinin üzerine elimi koydum.
''Kocaman kızlar olmuşsunuz da karnınızda bebeklerinizi taşıyorsunuz. Duygulandım.'' dedi babaannem, dolan gözlerini sildi. O sırada Savaş gelmişti.
''Kim ağlattı ya benim babaannemi?'' dedi sitemle. Hemen yanında dedem ve eniştem de vardı. Savaş dedeme döndü. ''Dede, senin hatunu ağlatmışlar. Haberin olsun.''
Dedem eğilip babaannemin başını öptü. ''Kim ağlattı Hanım seni?''
''Aman, öyle duygulandım Cahit.''
Savaş güldü. ''He mutluluktan yani?''
''Tabii mutluluktan evladım. Bak Ada için ne kadar mutluyum. Darısı senin başına, Güneş'in başına.''
Savaş bakışlarını dans pistine çevirdi, Güneş'e baktı. ''Güneş daha küçük, olmaz öyle.'' Başını iki yana salladı. ''Daha 22 yaşında!''
''Canım ikizim.'' diye araya girdim. ''Ben de 22'imde evlendim, hatırlatırım.''
''Köşeye sıkıştırma beni.'' dedi Savaş hoşnutsuz bir sesle.
''Kardeşine kıyamıyor.'' dedi dedem. İçli içli Güneş'e baktı. ''Ne kadar büyürse büyüsün hep küçük olacak.''
''Hala minicik bir çocuk gibi.'' dedim gülerek. Güneş sanki onu konuştuğumuzu anlamış gibi bize doğru döndü, avcunun içini öptü ve bize öpücük gönderdi.
Müzik oyun havasından dans müziğine geçince şaşırmıştım. Miray ve Uygar dans etmişti ama anlaşılan bu yetmemişti. Onlarla beraber pistteki çiftler de dansa başladığında Savaş'a döndüm. ''Hemen şimdi Ece'yi dansa davet etmezsen seni dayılık kontenjanından atarım.''
''Yok artık.'' dedi Savaş beni ciddiye almayarak. Ona ölümcül bir bakış attığımda Savaş utangaç bir halde piste doğru ilerledi. Ece'yi kendine çevirdi. Birkaç saniye sonra Ece'nin kolları Savaş'ın boynuna sarıldığında gözlerim diğer çiftlere kaydı. Eser de Beyza'yla dans ediyordu. Kocaman sırıttım.
''Neden gülüyorsun sen?'' dedi Deniz yanıma geldiğinde. Omuzlarıma masaj yapmaya başladı, gözleri Eser'le Beyza'yı, Ece'yle Savaş'ı bulduğunda o da gülümsüyordu. Sonra bir anda gülümsemesi silindi. Çünkü Melis de Sarp'la dans ediyordu. ''Umarım düşündüğüm şey olmuyordur.'' dediğinde kocaman bir kahkaha attım, ayağa kalktım.
''Deliler gibi tepinemiyorum ama bence romantik bir dans edebiliriz.'' dedim, onu piste doğru yürüttüm.
***
Gece 00.07'yi gösteriyordu. DJ en son Birazdan kapanış yapıyoruz. demişti, müzik artık sadece hafif bir fon gibi çalıyordu. İnsanların çoğu vedalaşıyordu. Ben Deniz'le masaya dönmüş, ayaklarımı uzatmış, ayakkabılarımı çoktan çıkarmıştım. Selay iki sandalye ötemizde oturuyordu, Can sırtını ovuyordu. Bir ara "Biraz hava alayım." dedi, kalktı, birkaç adım attı ve birden durdu.
"Uh..."
Çok kısık ama o kadar tanıdık bir sesti ki içimde bir şey koptu. Başımı çevirdim. Selay'ın iki eli karnındaydı, dizleri hafif bükülmüştü, yüzü ter içindeydi. Hemen ayağa kalktım. "Selay?'' dedim tereddütle.
Göz göze geldiğimiz an anladım. Alt dudağı titriyordu. Gözleri doldu, sonra yavaşça aşağıya baktı. Ben de baktım.
Bordo elbisesinin önü koyulaşmıştı. Etek ucundan, yere doğru ince bir su akıyordu. Ayakkabılarının burnu ıslanmıştı. Yer karolarında küçük bir gölet oluşmuştu.
"Su... suyum mu geldi Ada?" Sesi titrekti, korkuyordu. Çok korkuyordu.
Dizlerimin bağı çözüldü ama kendimi topladım. Elini tuttum, avuç içleri buz gibiydi. "Tamam tatlım, tamam... korkma, ben buradayım." dedim. Sesim kendi kulağıma bile yabancı geldi, o kadar sakindim ki şaşırdım. ''Evet, suyun gelmiş.''
Can donup kalmıştı. "Ne... ne yapacağız?"
Beyza bir saniye içinde yanımızda bitti. Hemşire moduna geçmişti. Gözleri, elleri, sesi her şeyi kontrol altındaydı.
"Selay Hanım, bana bakın. Nefes alın. Kasılma var mı şu an?"
Selay başını salladı. "Var... çok sık... iki dakikada bir... belki daha az..."
Beyza hemen eğildi, Selay'ın dizlerini ayırıp eteğini hafifçe kaldırdı, yere baktı, sonra doğruldu. "Açılma da başlamış. Sular berrak, iyi. Ama zamanımız çok az. Hastaneye gitmemiz gerek!"
Deniz telefonu kulağına yapıştırmıştı bile. "Hakan, arabamı hemen kapının önüne getirin, hemen!''
Miray yanımıza koştu. "Selay!'' dedi korkuyla. Gözyaşları akıyordu.
Herkes Selay'ın başına toplanmıştı ve kimsenin bunun ne kadar stresli bir durum yaratacağından haberi yoktu.
Selay bir kasılma daha geldiğinde inledi. Bu kez sesliydi. Elleri karnını sıktı, başını arkaya yasladı. "Acıyor... çok acıyor..."
''Canım kızım.'' dedi Yeşim abla. ''Kızım.''
''Şimdi herkes açılsın, nefes alanı bırakalım Selay Hanım'a.'' dedi Beyza. ''Lütfen uzaklaşın, stres yaşıyor şu an.'' Beyza ayağa kalktı, Selay'ın nabzını yokladı. ''Selay Hanım, ne zamandan beri oluyor bu iki dakika aralıklı kasılmalar?''
''Bir saat.'' dedi Selay çığlık atarak.
''Aman Allah'ım.'' dedi Miray ellerini ağzına kapatarak. ''Selay sen bir saattir bu hâldesin ve bize söylemedin mi?''
Selay'ın yüzündeki ter sayısı artıyordu. ''Düğünü.'' dedi nefes nefese. ''Bozmak istemedim.''
''Ah, Selay.'' dedi Miray ağlayarak. ''Nerede kaldı araba?''
Beyza bize döndü. ''Nabzı iyi. Sakin olun.'' Selay'a döndü. ''Olabilecek en derin nefesleri almaya çalışın.''
Can çaresiz bir şekilde Selay'ın başında dururken gözlerinden akan yaşlara aldırmadan Selay'ın karnına mesaj yapıyordu. ''Dayan karıcım, dayan güzelim. Lütfen dayan. Nefes al, bak nefes alman gerekiyor.'' Selay sanki nasıl nefes alınacağını bilmiyormuş gibi Can derin derin nefesler aldı.
Hakan koşa koşa içeriye girdi. ''Araba hazır Deniz Bey.''
Can Selay'ı kaldırdı, Selay'ın kolunu kendi boynuna attı. Uygar da aynı şekilde Selay'ın diğer kolunu omzuna atmıştı. Selay çok yorgun görünüyordu, ağlamaya başladım. Ama ona belli etmemem gerekiyordu. Deniz beni kollarıyla sardı ve onların ardından benimle birlikte hızlı hızlı yürümeye başladı.
Tabii bizimle birlikte tüm düğün ekibi de saraydan ayrılmıştı.
***
Doğumhane biz hastaneye varmadan hazırlanmıştı. Şükürler olsun ki Selay yolda doğurmamıştı, varır varmaz Can'la birlikte Selay'ı doğumhaneye almışlardı.
Koridorda Selay'ın anne babası, Can'ın anne babası, Miray, Uygar, Deniz ve benden başka kimse yoktu, çünkü kalabalığa gerek yoktu ve Deniz herkesi evine göndermişti. İsteyen yarın gelip bebeği ve anneyi hastanede ziyaret edebilirdi.
Anneanne, babaanne ve dede adayları koridorda telaşla yürürken Deniz de onlara uyuyordu. Miray yanıma oturmuş, elimi elinin içine almış, benden destek almaya çalışıyordu. Uygar bize su ve kahve taşıyordu. Deniz'in gözleri sürekli bana kayıyordu. Birkaç hafta sonra aynı sahneyi biz de yaşayacaktık. Heyecanlıydı ama bakışlarında korku da vardı. Bu korkuyu gülümseyerek gizlemeye çalışıyordu.
Dakikalar geçmişti. Saat 01.45'i gösteriyordu. Selay doğuma gireli 45 dakika olmuştu. Bu süre endişelenmemi gerektirecek bir süre miydi?
''Doktor 5 Aralık demişti. Neden şimdi oluyor?'' dedi Miray ağlayarak. Yaşları asla durmuyordu.
''Doğumlar birkaç gün önce olabiliyor. Endişelenecek bir şey yok.'' dedim telkin etmeye çalışarak. Miray'ın yanağını okşadım. ''Her şey yolunda merak etme. Muhtemelen düğün için fazla heyecanlandı ve bu da doğumu tetikledi.''
Miray usul usul başını salladı. Doğumhane kapısı açıldığında heyecanla yerimizden kalktık. ''Benim yavrum, kızım iyi mi?'' diye sordu Yeşim abla. Herkes kendi yavrusunu düşünüyordu. Önce can, sonra canandı.
Doktor kocaman gülümsedi. ''Bebek de anne de çok ama çok iyi. Tosun gibi bir bebek dünyaya geldi ve anneyi biraz zorladı, o yüzden biraz geç kaldık.''
Doktor güldüğünde biz de büyük bir rahatlamayla gülümsemiştik. ''Birazdan anneyi de bebeği de normal odaya alacağız. Tekrardan geçmiş olsun ve gözünüz aydın.''
Miray bana sımsıkı sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. ''Ada ben.'' dedi yutkunarak. ''Teyze oldum.''
''Ben de!'' dedim aynı heyecanlı. ''Biz teyze olduk Miray.''
Gözyaşlarım durmuyordu. Miray'ı bırakıp Deniz'e doğru döndüm ve onun bana sarılmasını beklemeden ona sımsıkı sarıldım. Daha fazla hıçkırdım. Deniz bir elini sırtıma, bir elini başımın arkasına koydu, saçlarımı öptü. ''Gözün aydın sevgilim.''
Koridordaki minik kutlama hâli yavaş yavaş silinirken Selay için hazırlanan odaya girdik. Birazdan Selay da Çınar da gelecekti. Çok heyecanlıydım. Bu kelime yetmiyordu, heyecandan ölmek üzereydim.
Koridordaki sesler arttığında yatağı kontrol ettim, Selay'ın konforu her şeyden önemliydi. Kapı açıldı. Selay'ın neşe dolu kahkahalarını duydum. Hepimiz pür dikkat gelmelerini bekliyorduk. Ve sonunda görüş alanımıza girmişlerdi. Selay tekerlekli sandalyedeydi, Çınar kucağındaydı. Can Selay'ın sandalyesini ittiriyordu.
Çığlık atmak istiyordum ama bebeği korkutmak istemiyordum. Selay başını kaldırdı. ''Merhaba.'' dedi, bunu der demez gözlerinden yaşlar akmıştı. ''Ben anne oldum.''
28 Kasım, Pazartesi
Selay dün akşam taburcu olduktan sonra onların evine gelmiş, geceyi onlarda geçirmiştik. Herkes dün hastaneye gelip Selay'ı ve Çınar'ı gördüğü için eve kimse gelmemişti. Tabii Selay'ın annesi ve Can'ın annesi bizimle birlikte eve gelmişlerdi ve Çınar'ın bu dünyadaki kırkıncı gününe kadar Selay ve Can'ın yanında kalacaklardı.
Anneler dışında evde Can, Uygar, Miray, Deniz ve ben vardık ki bence bu çok da büyük bir kalabalık değildi. Zaten hiç istemesem de birkaç saat sonra kendi evimize gidecektik.
Gitmek istemiyordum çünkü Çınar hayatımda gördüğüm en tatlı erkek bebekti. Doktorun dediği gibi gerçekten tosun gibiydi. 4 kilogram 650 gram doğduğuna bakılırsa Selay gerçekten iyi iş çıkarmıştı. Üstelik bu tombik bebek tam 58 santimdi ve ben bu bebeği her an görmek istiyordum.
Çok uslu bir bebekti, hiç ağlamıyordu, yanakları elma gibi kırmızıydı, saçları daha şimdiden annesi gibi kıvırcıktı. Gözleri Can'a benziyordu ama onun dışında Selay'ın kopyasıydı. Selay resmen kendini doğurmuştu ve bu küçük kopyayı sürekli öpüp kokluyordu.
Çınar ağlamıyordu ama Selay sürekli ağlıyordu. Sanırım lohusalık da en az hamilelik kadar zordu, neyse ki Can da annesi de Yeşim abla da bu süreçte yanında olacaklardı.
''Kızım, biz balayından geldikten sonra doğursan olmaz mıydı?'' dedi Miray Çınar'ın kafasını severken. ''Ben şimdi nasıl bırakıp gideceğim sizi?''
''Sadece bir haftacık.'' dedi Selay. ''Gideceksiniz ve göz açıp kapayıncaya kadar geleceksiniz.''
''Vazgeçelim istersen?'' dedi Uygar. Görünüşe bakılırsa Çınar'a o da bayılmıştı.
''Yok.'' dedi Miray. ''Vazgeçmeyelim.'' Bence de vazgeçmemelilerdi çünkü evlendiklerinden beri iki gece geçmişti ve ikisinde de yalnız kalamamışlardı.
''O zaman çıkın, uçağı kaçıracaksınız.'' dedi Deniz.
''Beraber çıkalım.'' dedim Selay'ın yanına yaklaşırken. Ona kocaman sarıldım, yanaklarından öptüm. Yine ağlamaya başlamıştı. ''Ağlama kızım, yanına yerleşeceğim yoksa.''
''Toprak ve Su doğduğunda beni anlayacaksın.'' dedi Selay burnunu çekerek.
''Tamam ya.'' diyerek onu şaka yollu susturdum. ''Onu benim yerime öp.'' Bakışlarım annesinin kucağından fıldır fıldır bana bakan Çınar'a kaydı. ''Çok yakışıklısın ve ben seni bırakmak istemiyorum.'' Gülümsedim, elimi karnıma koydum. ''Birkaç hafta sonra sana arkadaş gelecek, mutlu olman gerekiyor seni küçük insan.'' Çınar gülümser gibi dudaklarını kıvırdığında ona uzaktan öpücük attım. Selay'ın saçlarından öptüm. ''Seni çok seviyorum.''
''Ben de seni seviyorum Adakuşum.'' Tam ağzımı açmıştım ki beni susturdu. ''Bir şey olursa seni mutlaka arayacağım. Söz.''
Başımı salladım. Evde kalanlarla vedalaştıktan sonra dışarıya çıktık, herkes kendi arabalarına dağılırken aklımda sadece Toprak ve Su vardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.95k Okunma |
10.91k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |