Herkesin bir hikayesi var onu büyüten. Acının, mutluluğun, hüznün, umudun, çabanın ve daha nicesinin yazıldığı; sayfalarının kısa olmasının mı yoksa uzun olmasının mı iyi olduğu bilinmeyen bir hikaye. Bazısının canını derinden yakan, acımasız; bazısınınsa tekrar gelip yaşamak isteyebileceği kadar güzel, doyulmayan. Birbirinden bu denli farklı ama ortak nokta hep büyümek, büyütülmek. Farklı kişilerle yaşanan farklı olaylar herkesi illaki bir yerde büyütüyor çünkü. Ne yaşadığından bağımsız, bir gün, yaşın önceki günle aynı olmasına rağmen. Bir gün uyandığında çocuk olmayı bırakıyorsun.
Şimdi dolu gözlerini gölün üzerinden ayıramayan bu adam kaç kere?
Bilmiyorum. Bir yakınını kaybetmenin ne demek olduğunu bilmediğim gibi. Aslında ben kalan bir hatıraya sahip çıkamamak ne demek onu da bilmiyordum. Çünkü benim bildiğim, insanların hatıralarını çalmaktı. O hatıralardan birini çalarken bedel ödediğim ve bunu iliklerime kadar hak ettiğimdi.
Sessizce yutkundum. Avuçlarım dizlerimin üstüne düşerken ben de gözlerimi göle doğru çevirdim. Titrek bir nefes aldığımda zihnimde korkunç bir senaryo dönüyordu. Zamanın, çevrenin, söylediği birkaç kelimenin getirisi aptal bir senaryo.
“Ne hatırasından bahsediyorsun?” diye varla yok arası kısık bir sesle sorduğumda, vereceği cevaptan korkuyordum. Belki anlamsız bir korkuydu ama parçalar birbirine uymak üzereyken başka ne düşünebilirdim? Façacı bu işi anlattığında bir adamın ölen kardeşine ait demişken, Kandemir haftalar önce aynı zamana denk düşerek beni o sahile çağırmışken, o adamın evinin ve Kandemir’in evinin konumu Baturganlara bu kadar yakınken, bu sikik kafam başka ne düşünebilirdi? “Uğraştığın mesele bununla mı ilgili?”
Ona doğru baktığımda başını bana doğru çevirdi ve artık neşesiz olan gözleriyle bir süre bana baktı. Sonra da dudaklarını birbirine bastırıp, “Boş ver sen bunu,” dedi yine geçiştirerek. “Bir sürü meseleyle uğraşıyorsun zaten.” Ayağa kalktığında başımı kaldırıp ona doğru baktım. “Gidelim mi artık?”
“Neden anlatmıyorsun?” Diye sordum sakin bir şekilde ama kesinlikle sakin değildim. Hem net bir cevap verip beni rahatlatmasını istiyordum hem de şüphelerimi doğrulayacaksa eğer sussun istiyordum. Bunu ona yapmış olma fikri bile bu kadar boktan hissettirirken gerçek olursa ne yapardım bilmiyorum ama bana düzgün bir cevap vermeliydi. Böyle sikik bir şüpheyle yaşayamazdım. “Ben sana açık oluyorum ama sen sanki hep kaçıyorsun.” Merakımın tek sebebi kafamda kurduğum ihtimal de değildi üstelik. Ben, hem beni rahatlatsın hem de anlatıp kendi rahatlasın, benim yaptığım gibi o da paylaşsın istiyordum. “Neden?”
“Çünkü yeterince derdin var, Uğur.” İtiraz etmek için dudaklarımı araladığımda, “Benim meselem kontrolüm altında,” dedi net bir şekilde. “Gerçekten.” Bana doğru bir adım atıp tam önümde durdu. “Amacım senden kaçmak ya da gizlemek değil. Bazı şeyleri ortalık biraz sakinleştikten sonra konuşmak daha doğru geliyor bana.” Uzanıp parmaklarının tersini yanağımda gezdirdiğinde sesimi çıkarmadım. “Aklını biraz olsun dağıtmayı başarmışken, başka bir toprağı eşerek o suyu bulandırmak istemiyorum.”
“O suyu çoktan bulandırdın Kandemir.” Diyerek bileğinden tutup elini indirdim. “Seni merak etmem hangimizin suçu?”
“Haklısın benim suçum,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Ben bir anda boş bulundum, niyetim konuşmak değildi.” Kastettiğim bana olan yakın davranışlarının benim duygularım üzerindeki etkisiydi ama o söylediklerine yormuştu. İlgimin ne boyutta olduğunun farkında bile değildi. “Az önce söylediklerimi en azından bir süre unut. Tamam mı?”
“Tamam,” dedim başımı sallayarak. Anlatmak istemiyorsa uzatmayacaktım. “Sen ne zaman istersen o zaman anlat. Ama ben şuna bir açıklık getireyim,” deyip ayağa kalktım ve tam karşısında durdum. “Ben anlatmanı istiyorsam bu sadece olanları merak ettiğim için değil, seni merak ettiğim için. Anlıyor musun? Ben, sırf biri bana ilgi gösteriyor diye o kişiyle olmam Kandemir. Eğer yanımdaysan, seninleysem, bu benim de seni istediğim içindir. Başka bir şey için değil.”
Baktığım gözlerinin içinde tekrar peyda olan ışığı gördüğümde bana gülümsüyordu. Sakince “Tamam,” deyip elime uzandı. Parmakları nazikçe benim parmaklarımı aralarken bakışlarımı ellerimize doğru çevirdim. Henüz tam anlamıyla tutmuyordu ama parmak uçlarımızın birbirine teması hoşuma gitmişti. “Ama bana bu kadar açık olmanın tek yolu buysa…”Diyerek muzip bir tını takındığında ona baktım ve gülerek meydan okurcasına tek kaşımı kaldırdım. “Ne olur?” Diye sordum. “Anlamamazlıktan mı gelirsin yoksa?”
“Hayır,” dedi. “Riske atmam.” Başını bana doğru eğdi. “Ama değiştiririm.” Gözleri yüzümde gezinirken benim odağım dudaklarında, söyleyeceklerindeydi. “Ne düşünüyorsan açıkça söyle diye.”
Alayla sordum. “Beni mi değiştireceksin?”
Parmak uçlarımda duran parmakları hareketlendiğinde gözlerine baktım. “Mesafeni aşacağım Uğur.” Anlamayarak kaşlarımı çattım. “Bana konuşurken düşünmeyeceksin, o duraklarını yıkacağım.” Bugünkü yalanlarımı kastetmediğini umdum. “Sen içinden geldiği gibi davranana kadar durmayacağım.”
Huzursuzca soludum. “Beni değiştireceksin.”
Başını olumsuz anlamda salladı. “Seni aşacağım,” dedi tekrar ve elimi sıkıca kavradı. “Ama bu sadece bana olacak.”
Yürümeye başladığında dedikleri zihnimde dolanıyordu. Kastettiğini anlamıştım ama bu içimi korkuttu. Dediği gibi ona yalansız, duvarsız, mesafesiz kalacak kadar beni ele geçirirse diye. O kadar yakınım olursa diye. Huzursuzlandım. Ben hiç kimseye tamamen şeffaf kalmamıştım bugüne dek ama o bana bunu değiştireceğini söylüyordu şimdi. Bunun benim için anlamını ben bile bilmezken üstelik.
“Seranın içinde biraz beni bekle,” dedi biz ormanın içinde yürümeye devam ederken. “Arabayı alıp geleceğim.”
“Buraya arabayla gelebiliyor muyduk?”
“Asıl giriş bir süredir seranın diğer tarafından ve o yol üzerinden araçlar girebiliyor.” Dediğinde bizim neden arabayla gelmediğimizi düşündüm. “Ben, sen buranın eski kapısından geç, o yol üzerinden biraz yürü istediğim için arabayı bıraktım ama bu kadar yorulacağını tahmin etmemiştim.”
“Daha iyiyim yürüyebilirim.” Dedim çiçekli yola çıkarken. “Hem inmesi daha kolay olur beraber gidelim.”
“Arabayı alıp geleceğim,” dediğinde seranın önüne doğru yürüyorduk. “İçeride bekle olur mu? Hava iyice soğudu.”
Uzatmayıp başımı salladığımda beni seranın önünde bıraktı ve çevresinden ilerleyerek gözden kayboldu. İçeri girip onu beklerken yavaş adımlarla yürüyerek ilerlediğimde aklım içimde kalan şüpheye gitti. Kafamdaki şüphe yerli yerinde duruyordu ama öğreneceğim kişi artık o değildi. Bunu onu sıkıştırmadan kendi yollarımla öğrenmem gerekiyordu. Belki boş bir ihtimal için riske girecektim ama böyle bir bilinmezliğin ihtimaliyle bile yaşayamazdım. O yüzden yarın ilk iş çeteye gidip bunu bir şekilde öğrenecektim.
Dakikalar sonra, “Hanımefendi,” diye bana seslenen kadına döndüğümde, buraya girdiğimizde bizi karşılayan Selen adındaki çalışan olduğunu gördüm. Bana gülümseyerek bakarken, “Kandemir Bey size girişe kadar eşlik etmemi istedi,” diye konuştu. “Bu taraftan.”
Kadının peşine takılırken göz ucuyla ona baktım ve “Burayla siz mi ilgileniyorsunuz?” diye sordum.
“Bir süredir evet,” dedi bana hafifçe gülümseyerek. “Aslında ben Kandemir beyin asistanlığını yapıyordum bundan bir üç sene önce kadar. O dönemlerde ara ara buraya gelir bazı işleri kontrol ederdim. Daha doğrusu Kandemir beyin işlerinin yoğun olduğu bazı zamanlarda gelmek mecburiyetinde kalırdım. Ama benim için en güzel mecburiyetti.” Hafifçe güldüğünde ona hak verdim. “Gel zaman git zaman çoğu pürüzle ben ilgilenir oldum. Hakkını yemeyeyim Kandemir Bey hep ilgilendi burayla, asla elini çekmedi ama her iki şirkette yeterince yoğun olduğu için üzerine bir de buraya yetişmekte zorlanıyordu. Bu yüzden, benim de ilgim olduğunu fark edince böyle bir şey teklif etti. Ben de seve seve kabul ettim.”
“İki şirket derken neyi kastettiniz?” Diye sordum söylediklerinden sonra aklıma takıldığı için ama Selen bu sorumu garipsemiş gibi görünüyordu. Bilmemem ona tuhaf gelmişti. “Kandemir’le ben yeni tanıştık sayılır.”
“Anlıyorum,” diye mırıldandığında içeri girdiğimizin tersi yönde başka büyük bir kapıya doğru yöneldik. “Kandemir Bey, Karaer Holding’de yönetim kurulu başkanlığına ek olarak, Akkırmanlılar’ın mücevher zincirlerinin tamamını birkaç sene evvel dedesi Halis Akkırmanlı’nın isteği üzerine devraldı.”
“Anladım,” diye mırıldandıktan sonra bu konu için başka bir şey sormadım. “Buraya sık sık gelir mi peki?”
“Burayı hiçbir zaman tam anlamıyla bırakacağını düşünmüyorum.” Dediğinde içeri girdiğimizin tersi yönde başka büyük bir kapıyı araladı. “Zaten benden sürekli rapor alır, işlerden vakit bulduğu her zaman da burasıyla ilgilenir Kandemir Bey.”
“Anladım,” diye mırıldandığımda kapıdan çıktık. Rüzgar saçlarımın arasından boynuma doğru sızarken gözlerim arabayla içeri giren Kandemir’i buldu. Merak ediyordum onun derinlerinde bilmediğim neler saklıydı?
“Kandemir Beyin buraya ilk defa biriyle geldiğini gördüm.” Diye mırıldanan kadına baktığımda, kollarını göğsünde birleştirmiş bir şekilde bana baktığını gördüm. “Onun için özel biri olmalısınız.” Ne diyeceğimi bilemediğimde gözlerim tekrar Kandemir’i buldu. O arabadan inip yanımıza doğru yürürken, “Size nasıl baktığını gören herkes bunu anlar,” diye mırıldandı. “Burada ilk kez gelen diğer herkes çiçeklere nasıl bakıyorsa, o da size öyle bakıyordu çünkü.”
Yutkundum. İlk defa işlediğim bir günah bu denli korkutuyordu beni. Ben onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyordum. Ona yanlış yapmış olmaktan, onun canını yakmış olmaktan. Çünkü o iyiydi. Çünkü o bana hep iyiydi ve ben ona kötülük yapmışsam, o zaman hayat bana yanlış yapmanın bedelini çok daha ağır ödetirdi. O kurşunla ölmemiş olmak yeni bir şans değil, acımasız bir bedel olurdu.
Kandemir yanımıza gelip, “Benim ufak bir işim var, iki dakika arabada bekleyebilir misin?” diye sorduğunda başımı salladım ve Selen’le vedalaşıp arabaya doğru ilerledim.
İçimdeki kuşku bir duman gibi bedenimde yayılırken beni açık havada boğuyordu sanki. Para çalmak, zenginlerin pahalı zevklerini onlardan almak kolaydı ama ölen birinin hatırasına yeltenmek, bu en başından adiceydi. Duyduğum ilk an içimi huzursuz etmiş, o an bazı fikirlerle bunu normalleştirmiştim kendime ama işte yine aynı yerdeydim. Kendi düşüncelerim ve yaptıklarımın çeliştiği o yerde.
Arabanın kapısını açıp içeri oturduğumda gözlerimi kapattım ve başımı geriye yasladım. Belki de benim içimdeki bu şüphe ödeyeceğim asıl bedeldi. Hiç tanımadığım birine acı çektirmenin, ölümün ucundan döndükten sonraki o yeni bedeli. Beni böyle yiyip bitirecekti ve belki de boşu boşuna olan bu şüphe de buna hizmet ediyordu. Belki de bunu çok daha derinden hissetmem ve sonrası için yanlış yaptığım o kişiyi düşünüp vicdan azabı çekmem içindi tüm bu sikik düşünceler. Neden sadece benim içimde böyleydi peki? Tek başıma yapmamıştım ama benim içime dert, diğerlerine hiçti. Ya dünyanın derdi benimleydi ya da ben hala onlardan biri değildim.
Oraya gittiğim ilk gün, Tuna’ya yapamam demiştim. Ben burada yapamam Tuna, demiştim. Ben başkasının hakkını çalamam, benim canımı yakmayan insanlara kötülük yapamam. Kabullenememiştim ama bir şekilde de ikna olmuştum. Belki o günlerde yaşadığım son hayal kırıklığından, belki ergen ruhumun hayata isyanından, belki de gerçek dünyanın ve insanların kötülüklerine kötülükle cevap vermeyi içimde oldurttuğumdan, bilmiyorum ama ikna olduysam eğer suç sadece ikna edende değildi. Ben de bir şekilde adapte olmuştum. Uyum sağlamış, onlar gibi düşünmeye başlamıştım ama belli ki o aradaki gibiyi hiç atamamış, onlardan olamamıştım. Ve belki de bu yüzden yıllar sonra yine yaptığım bir işten pişmanlık duyuyor, olduğum yerden ve kendimden tiksiniyordum.
Aralanan kapı sesi beni düşüncelerimden sıyırdığında gözlerimi açtım ve Kandemir’in benim olduğum tarafın kapısını açtığını gördüm. Ardından da gözlerim elinde tuttuğu seramik saksıdaki beyaz çiçekte takıldı. Dudaklarım aralanırken “Senin için bir yasemin getirdim,” diyerek bana uzattığı saksıyı tutup ona baktım. “Korkma ısırmaz.”
Kandemir gülerek kapımı kapattığında gözlerim onun üzerindeydi. Kendi tarafına geçip oturduğunda bana kısa bir bakış atıp emniyet kemerine uzandı. “Beğenmedin mi?”
“Ben daha önce hiç çiçek bakmadım,” dedim, içimdeki garip hisleri es geçerek. “Bakamam ben. Geri götür istersen.”
Arabayı saran çiçek kokusu burnuma dolarken ona bakan gözlerimi buldu gözleri. “Bakımı çok kolay,” deyip arabayı çalıştırdı. “Sana anlatırım.”
“Kandemir bakamam ben,” dedim tekrar, kendimi biliyordum. “Suyu az gelir kurur, fazla gelir çürür. Ben anlamam hiç zaten-“
“Uğur,” dedi sakince. “Yapamayacağını düşünsem emin ol getirmezdim.”
“Ya unutursam?” diye sessizce mırıldandığımda başını iki yana sallayıp, “Unutmazsın,” dedi. “Böyle önemsediğin sürece unutmazsın.”
Bir şey demeyip kucağımın üzerindeki çiçekte gezdirdim gözlerimi. Çok güzeldi ve sahip olduğum ilk çiçekti. Hissettiğim korkunun sebebi bu olabilirdi. Ben bunu mahvetmek istemiyordum evet ama aynı zamanda bunun da yaşadığım bu anı mahvetmesini istemiyordum. Bu yüzden endişelerimi bir kenara bıraktım ve eğilip çiçekten uzunca kokladım. Kokusu gözlerimi kapatarak gülümsememe sebep olurken vermem gereken asıl tepkiyi verdim. “Teşekkür ederim.”
Kandemir arabayı evimin karşısındaki kaldırıma park ettiğinde akşam olmuş ve hava bozmuştu. Rüzgarın uğultusu arabanın içine dolarken, “Onu evinin en güneş alan yerine koy olur mu?” diye konuşan Kandemir’e döndüm. “Toprağı nemli kalacak şekilde de su verirsin.”
Elimdeki çiçeğe baktım ve havanın karanlık olmasını umursamadan konuştum. “Tamam ama ben çiçeği nereye koymam gerektiğini,” diye mırıldanarak ona çevirdim gözlerimi. “Sen gösterirsin diye düşünmüştüm.”
Güldü Kandemir. “Hangi odanın ışık aldığını nasıl anlayacağım peki?”
“Orasını ben bilemem çiçekçi olan sensin,” diye muzır bir tonda konuşup arabanın kapısını açtığımda gülerek “Başım dertte,” diye mırıldandığını duydum. Dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırarak arabadan indikten sonra kapıyı kapatmadan hemen önce konuştum. “Kendine güveniyorsan apartmanın şifresi 1315.”
Kandemir’i arabada bırakıp, kolumun altındaki saksıyla beraber karşıya geçtikten sonra ona doğru baktım. Arabadan indiğini görmek sırıtmama sebep olduğunda apartmanın şifresini girdim ve onu beklemeden içeri girdim ama o kapı kapanmadan bana yetişmişti. Merdivenin ilk basamağındayken kapının arasından sıyrılıp “Bekle beni,” diye seslendi. “O çiçeğin bana ihtiyacı olacak.”
Sesli bir şekilde gülerek merdivenleri tırmandıktan sonra dairemin önünde durdum ve çantadan aldığım anahtarla kapıyı açtım. Günler sonra evime giriyor olmak ilk saniyeden bana güvende hissettirdiğinde ayakkabılarımı çıkartarak içeri girdim.
Kandemir’e “Gel,” deyip sağa doğru ilerlediğimde ev karanlıktı ama odanın penceresinden içeri dolan ışık etrafı görmemi sağlıyordu. Oturma odasına geçip ışığı açtığımda günler öncesinden kalma dağınıklığı görüp yüzümü buruşturdum. “Kusura bakma biraz dağınık,” diyerek çiçeği ada tezgaha bıraktım ve koltuğun üzerindeki yastıkları düzelttim. “Normalde dağınık biri değilimdir ama düzenleyemeden çıkmak zorunda kalmıştım .”
“Sorun değil,” dediğinde koltukta bıraktığım pikeyi hızlıca katlayıp ona baktım. Gözleri mutfak tezgahının üzerinde duran ilaç kutularında geziniyordu. “Bunlar ne?” Pikeyi koltuğa bıraktım ve oraya doğru yürüyüp ilaç kutularını topladım hızlıca. “Önemli bir şey değil, grip için.”
Yanından geçip koridora çıktığımda sesli bir nefes verdim ve ilerleyip lavaboya girdim. Sorgulamamasını umarak ilaçları bir kutuya kaldırıp buranın da dağınıklığını kısaca topladım ve ellerimi yıkayıp içeri geçtiğimde Kandemir’i pencerenin önüne çökmüş çiçeği yerleştirirken buldum. Yanına doğru yürüdüğümde bana doğru baktı ama sonra çiçeğe geri döndü. Onu tam pencerenin yanına parkenin üzerine yerleştirmişti. “Bana doğruyu söylemeni istiyorum Uğur,” diye konuştuğunda yan profilden onu izliyordum. “Baran bugün abartmıyordu değil mi? Sen gerçekten iyi değilsin ve her ne yaşıyorsan durum ciddi.”
Onu daha fazla geçiştiremeyeceğim belli olmuştu. Doğruyu söyleyemeyecektim belki ama en azından kabul etmem gerekiyordu artık. Bu yüzden, “Öyleydi,” diye konuştum kısık bir sesle. “Ama şimdi iyiyim. Gerçekten. Baran abartıyor. O evde kalmamı istediği için de bu süreci ne kadar uzatabilirse uzatmak istiyor sadece.”
Bana doğru baktığında gözlerinin içinde bir sürü soru var gibiydi ama o hepsini susturdu. “Sana inanmak istiyorum.” Söylediğinin anlamını idrak etmek zor olmasa da o açık açık devam etti. “Seni sorgulamak yerine güvenmek istiyorum Uğur. Bu yüzden artık bana yalan söyleme. Çünkü bu, sakladığın doğrularından daha büyük bir sorun. Gerçekleri bilmem, bu gerçekler ne olursa olsun, emin ol bundan daha iyi.”
“Tamam,” dedim sadece. İnkar etmedim, uzatmadım, karşı çıkmadım. Madem gerçekleri bilmeyi yalan söylememe tercih ediyordu, o zaman öğreneceği şeylerin sorumluluğunu almazdım. Belki utanırdım, sıkılırdım, bu gerçeklerden sonra devam etmek istemese üzülür, isterse bundan sonrası için zorlanırdım ama o hayatımda olacaksa eğer her şeyimi kabul ederek olmuş olurdu. Daha önce bana hayatımı sormamıştı ama artık sorarsa öğrenecekti.
Benim kabullenmem onun yalan söylediğime dair olan şüphelerini kesinleştirdiği için bu kabullenişimin onu memnun etmediğini gördüm. Yine de o da benim gibi uzatmadı ve “Dışarıdan bakıldığında en iyi ışık alan odanın burası olduğunu düşündüm,” diye konuşup ayağa kalktı. “Doğru muyum?”
“Hıhı,” diye kapalı dudaklarımın arasından mırıldandığımda bana döndü ve sesli bir nefes verip başını hafifçe yana eğdi. Bir süre yüzüme bakıp “Asma yüzünü,” diye konuştu. “Neden yalan söylediğini bilmiyorum ama neden söyleme gereği duyduğunu anlayabiliyorum. Sana bunun için kızmıyorum. Sadece istemediğimi söylüyorum.” Bana doğru bir adım attı ve elini uzatıp saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Bana yalnızca dürüst ol.” Parmaklarının ucunu yanağımda gezdirdiğinde temasının verdiği hisle gözlerimi kapattım. “Sana yargısızım bunu göremiyor musun?”
“Yargısız?” Diye fısıldadığımda yavaşça yüzümü kavradı. Varla yok arası kirpiklerimin üzerinde gezinen parmağını hissettiğimde “Öyle,” diye mırıldandı. “Gizlediğin her şey sensin ve ben senin her şeyini bilmek istiyorum. Doğru ya da yanlış.”
Yavaşça gözlerimi aralayıp ona baktım. Bugün gölün yanında bana seni aşacağım derken de bunu kastediyordu. Kandemir benim ona söylediğim her yalanı yakalamış ama bunu sorgulamak yerine beklemişti. Şimdi de yanlışlarımı dahi ona anlatacağım kadar ona güvenmemi ve yalansız olmamı istiyordu benden. Beni yargılamayacağını, günahlarımla beraber beni kabul edeceğini söylüyordu. O da farkındaydı. Yıllarca ailesiz büyümüş biri günahsız olamazdı.
“Peki o zaman,” deyip yüzümde duran elini aşağıya indirdim. İki elimle avucunu tutarken ona baktım ve “Daha sonra kararından pişman olursan,” diye konuştum. “Sorumlusu ben olmam.” Tepkilerini bekleyerek gözlerinin içine baktım. “Bir insanın her şeyini bilmek sandığın kadar kolay olmaz. Bazı şeyleri bilip bir şey yapamamak ağır gelir, altından kalkamazsın. Ben kendi bildiğini okuyan biriyim Kandemir. Sen bir şeyleri bilirsen biz çok zıt düşeriz.”
Avucunun içindeki parmaklarımı sıktı. “Aramıza yalan sokmayalım yeter.”
Nasıl olacaktı bilmiyorum. Nasıl yapacaktım onu da bilmiyorum ama isteğinde haklıydı. Ona olacakların olasılığını sunmama rağmen bunu hala istiyorsa yapabilecek bir şeyimde yoktu. Ne kadar zor ve zorlayıcı olacağını bilsem de kendime engel olamıyordum ve devam edeceksem, bir şekilde hayatımdaki bazı şeyleri bilmesi gerekecekti. Kendi de böyle istiyorsa saklayıp daha kötü bir hale sokmak yerine sorduğu zaman doğruları anlatacaktım.
“Tamam,” diye fısıldadığımda gamzelerini göreceğim şekilde gülümsedi. Sonra da tüm konuştuklarımız sanki hiç konuşulmamışçasına, “Ee,” diye mırıldanarak avcumdaki elini daha da sıktı ve mutfağa doğru yöneltti beni. “O kadar davet ettin, bir yemek yaparsın artık bana ha?”
Kaşlarımı çattım ve “Yemek mi?” Diye sordum yüzümü buruşturarak. İki tezgahın arasına girdiğimizde elimi bıraktı ve “Evet,” dedi bana bakarak. “Sen acıkmadın mı?”
Sabahki kahvaltıdan sonra saatler geçmişti ama açlık hissim yine yoktu. İstemsizce “Hayır,” dediğimde anlamayarak bana baktığı için açıklama gereği duydum. “Yani yiyeceğim ama acıkmadım, daha doğrusu acıktığımı hissetmiyorum ben bir süredir.”
“Ne demek açlık hissedemiyorum?”
“Öyle işte,” dedim normal bir şeymiş gibi. “Asıl sorun ben yemekte yapamam Kandemir,” dedim utana sıkıla. “Yani kusura bakma ama dışarıdan söylesek, ben yapmasam olur mu?”
Ne söyleyeceğini bekleyerek ona bakarken, “Olmaz öyle,” demesiyle yüzüm düştü. “Hem ben dışarıdan yemek yemem.”
“Neden ya?” Diye yakındığımda gülerek mutfak kısmından dışarı doğru yürümeye başladı. Anlamsızca panikleyerek sordum. “Nereye?”
Sırtı bana dönük halde içeri doğru yürürken, “Senden hayır yok,” diye mırıldanmasıyla dudaklarım aralandı. “E sağlıksız bulduğum için hazır yemekte yiyemiyorum…” Gidiyor muydu yani? Kandemir anlamadığım bir şekilde kol saatini çıkartıp sehpanın üzerine bırakıp bana döndüğünde konuşmasına müsaade etmeden, “Yani yemekten sayar mısın bilmem ama,” diye araya girdim. “Yumurta yapabilirim istersen?”
Ufak bir kahkaha attıktan sonra kollarını sıyırarak yanıma geldiğinde hala genişçe gülümsüyordu. Anlamayarak ona baktığımda omuzlarımdan tutup, “Seni şöyle alırsam sorunumuz çözülecek,” dedi ve beni kenara kaydırarak buzdolabının önünü açtı. “Yemekler benden.”
“Ciddi misin?” Diye sorduğumda gülerek başını salladı ve dolabın kapağını açtı. “Sen yemek yapabiliyor musun?”
“Elim lezzetlidir,” dedikten sonra dolabın içine bakarak memnun olmuşçasına başını aşağı yukarı salladı ve “Dolabın senden beklenilmeyecek kadar sağlıklı görünüyor,” diye mırıldandı. “Açlık hissetmeyen birine göre fazla değil mi bunlar?”
Göz devirdim ve kalçamı tezgaha yaslayıp, “Karan’ın işi bu,” dedim gözlerim yere doğru dalarken. “Geçen hafta benden habersiz alışveriş yapmış.”
“Yapar öyle güzellikler,” dedi eğilmiş dolabı kurcalarken.
“Onu iyi tanıyorsun değil mi?” Diye sordum yavaşça.
“Çok,” dedi elindekileri yanıma bırakıp. Ardından bana baktı ve “Doğduğumdan beri beraberiz diyebilirim,” dedi. “Bir yirmi yedi yıl kadar.”
Kandemir dolaptan bir şeyler aramaya geri döndüğünde, “Bütün bu olanlar yaşanmamış olsaydı beni de tanıyor olacaktın,” diye mırıldandım. “Acaba o zaman da birbirimizden hoşlanır mıydık yoksa birbirimizden nefret mi ederdik?”
Kandemir dolabın kapağını kapatıp, aldığı diğer malzemeleri de tezgaha bıraktı ve “Bunu asla bilemeyeceğiz,” dedi oldukça yakın bir mesafeden. “Ama senden nefret etme fikri hiç hoşuma gitmedi. Ve muhtemelen o zaman da gitmezdi.”
Yakınlığı yutkunmama sebep olurken istemsizce aralanan dudaklarıma baktı. O baktığında benim de gözlerim onunkileri buldu ama zihnim yanlış zaman olduğunu söylüyordu. Kandemir dudaklarıma yaklaştığında yarından sonra diye düşündüm. Yarından sonra. Çünkü yarın içime dolan kuşkunun gerçeğini öğrenecektim ve o zaman dilediğim gibi davranabilirdim. Bu yüzden gözlerimi kaçırıp geri çekildim ve tezgahta duran malzemelere odaklandım. “Ne yapacaksın bize?”
Kandemir birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra sesli bir nefesle beraber bozuntuya vermeden benden uzaklaşıp, “Doyurucu, lezzetli ve en önemlisi sağlıklı bir salata.” dediğinde yüzümü buruşturmaktan çekinmedim.
“Salatama burun kıvırdın ama ikinci tabağı istediğinde bulamayacaksın.”
“Ben ikinci bir tabak yemek yemem zaten,” diye üste çıktığımda gözlerini kısarak baktı ve ardından “Göreceğiz!” diyerek işe koyuldu. Hatta oturmama müsaade etmeyip beni de kattı. Salata malzemelerini yıkama ve onun aradığı mutfak gereçlerini ona verme görevlerime eş değer olarak(!) tavukları kesti, onun için ballı-hardallı olduğunu söylediği güzel bir sos hazırladı, onları pişirirken yeşillikleri teker teker doğradı ve en sonunda hepsini tabaklayarak üzerlerini süsledi. Ne yalan söyleyeyim gerek görünüm gerekse evi saran koku çok iyiydi ve bende bir an önce yeme isteği uyandırmıştı.
Kandemir’le beraber salonun ortasındaki sehpaya kurulduğumuzda onun gözleri benim ilk çatalımdaydı. Vereceğim tepkiyi çok merak ediyor ve gözünü tek bir mimiğimi kaçırmak istemezcesine üzerimden çekmiyordu. Geniş kasedeki salatamdan büyük bir çatal alıp ağzıma attığımda ilk birkaç ısırıktan sonra gözlerimi kapatıp inlememek için kendimi zor tuttum. Yaptığı sos tavuklara ve üzerinde olduğu yeşilliklere geçmiş inanılmaz lezzetli bir şey olmuştu.
Gözlerimin içine bakarak, “Nasıl olmuş?” diye hevesle sorduğunda, ona gıcıklık yapamayacak kadar sevimli görünüyordu. Sinir etmek, beğenmediğimi söylemek, onu delirtene kadar uğraşmak istiyordum ama o gerçekten düşüncelerimi duymak isterken bunu nasıl yapabilirdim ki? Ah, sik-tir.
“Zor bir itiraf olacak ama,” deyip yenilmişlikle nefesimi bıraktım ve koca bir çatal almadan hemen önce devam ettim. “Bu çok iyi olmuş.”
“Gerçekten beğendin mi?” Ağzımdaki lokmayı yuttum ve başımı sallayarak onun tabağını işaret ettim. “Sen de ye hadi,” dedim kendi tabağımdan yeni bir çatal alarak. “Acıkan sendin ama bu gidişle benim tabağım ilk bitecek.”
“Acıkmıyorsun ama iştahlısın,” dedi yemeğine başlarken. “Tuhaf.”
Ona ters bir bakış attım. “Tat duyumu kaybetmedim,” deyip sehpadaki bardağa su doldurdum. “Sadece acıktığımı hissetmiyorum.”
Ben suyumdan yudumlarken, “Ne zamandır böyle bu durum?” diye sordu. “Çocukluğundan beri değil, değil mi?”
“Yok, hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Son iki üç yıldır falan.” Aklıma gelen düşüncelerle beraber elimdeki çatalla tabağımla oynayanken buldum kendimi. “Bir dönem biraz para sıkıntısı çektim. Kafamda sürekli yediğim iki lokmanın beni tok tutması ve sonrasında acıktırmaması dolanır dururdu. Çünkü acıktığımda sürekli karnım guruldardı, uyuyamazdım. Bazı günler yiyeceğim şeyleri geç saate bırakıp öyle yerdim uyuyabilmek için ama bu hep böyle olmazdı. Bir süre sonra kendimi aç olmadığıma inandırmaya, bir nevi beynimi kandırmaya çalıştım. Pek işe yarar bir yöntem değil sanırdım ama sonrasında zamanla gerçekten aç hissetmediğimi fark ettim.” Elimdeki çatalı bırakıp ona baktım. “Yani anlayacağın bunu kendime ben yaptım. Daha doğrusu yapmış olabilirim çünkü benim çıkarımım bu.”
Kandemir’in gözleri gözlerimdeydi ama konuşmadı. Gerilen ifadesi ve sessizliği ile ne diyeceğini bilemiyor oluşuna, “Ne?” diye gülmeye çalışarak omuz silktim. “Mükemmel bir hayatım olduğunu düşünmüyordun herhalde?”
“Hayır, ben sadece,” derken sözcüklerini seçmeye çalışıyordu sanki. “Böyle yaşamak zorunda bırakıldığın için kızgınım. Sana ve diğerlerine geri dönüşsüz hasarlar verilmesine, bir ailenin darmadağın edilmesine, bunun seneler sonra bile etkilerinin devam etmesine öfkeliyim.“ Kandemir duraksayarak devam etti kısık bir sesle. “Masumdun.” Öyleydi. “Masumdunuz. Hepiniz çocuktunuz. Neyin intikamı, kavgasıydı bilmiyorum ama nasıl bir canilik sizi böyle savurup hepinize ayrı ayrı cehennemi yaşatır benim aklım almıyor.”
“Akıl alır gibi değil ama gerçek işte.” Diye mırıldandım boş vermişlikle. Sonra da bir itiraf döküldü dudaklarımdan kısık bir sesle ama asla boş vermiş birine ait olmayan. “Kendi ailemin yanından kaçmak için senden yardım istiyorum. Onların yanında duramıyorum, nefes alamıyor gibi hissediyorum. Her kelimeleri batıyor, her cümleleri. İyi kötü fark etmez ne yaparlarsa onlara hep öfke duyuyorum içimde. Çabaladıkları her şey boşa.”
Gözlerine baktım ama boş değildi. İçten içe hissettiğim acı yansıyordu. Günlerdir bir bataktaydım ve duygularımla zihnim tamamen çamura bulanmıştı.
“Seninle o sahilde karşılaştığımız gün var ya hani…” dediğimde başını salladı. İlgiyle beni dinliyordu. Söylediğim her cümle odağındaydı, gözleri üzerimde ve bakışları derdime derindi. “O gün tüm ipler koptu.”
Dudaklarımı yaladım. Zorlanıyordum ama anlatmak istiyordum bir yandan da. Onunla dertleşmek alışkanlığa evriliyordu ve bu benden bağımsız, hayat tarafından olmuştu. “Sadece onlar değil, o gün ben de deliydim. Ben de yanlıştım düşününce.” Başımı sallayarak kendimi onayladım. “Ama ilk yanlış onlardan geldi. Beni çileden çıkartan onlardı. Benim ayarlarımla oynayan, beni o raddeye getiren onların davranışlarıydı. Ne oldu sonra? İp koptu.” Güldüm. “Birinin hayatına girip ona tamamen kendi doğrularına göre davranamazsın ki... Onların doğruları, benim kırmızı çizgilerim Kandemir. Onların yaptıkları, benim geri dönülmezim. Ne oldu şimdi? Benim hatalarımı onlar unuttu, yok saydı diye ben de unutacak mıyım? Unutmam.” Başımı iki yana salladım ama hissettiğim belirsizlik canımı yaktı. “Unutmam, biliyorum ama buna rağmen olursa ne yaparım bilmiyorum.”
“Korkuyorum.” Sessiz fısıltım kendi içimde büyük bir yankı yaptı. Bedenimin her hücresine ayrı ayrı çarpan sesim canımı yakarak bana günlerin getirisi bir belirsizlik bıraktı. “Onların bana o gün hissettirdiklerine rağmen affederim diye çok korkuyorum. Çünkü biliyorum Kandemir, unutmayacağım. Hatırladıklarımsa yaptığım bu yanlışın bedeli olacak.”
“Kalbinden affedebiliyorsan yanlış değildir.”
“Öyle değil,” dedim ona mı yoksa kendime mi kanıtlamaya çalıştım bilemeden. “Günlerdir o evde olmak bana iyi gelmedi. Aklımla kalbimi birbirine karıştırdılar sanki. İstemediğimi bildiğim şeylere meyletmeye başladım. Dik durmam gereken yerde gardımı indirdim. Anlayacağın bir yanlışa kapıldım.”
Başını onaylamaz anlamda iki yana salladı. “Sen korkuların yüzünden kendi duygularından kaçmışsın. Bu yanlıştan dönmek değil, yanlışa doğru yürümek.”
“Kime göre?” Diye sordum bir cevap beklemeksizin. “Duygularıma göre hayatımı şekillendiremem. Bu aptallık olur.”
“Niye öyle oluyormuş?” Sesindeki bariz kızgınlığı sezdim. Kandemir ya benim korkularımı görmüyordu ya da bu korkuların duygularımın önüne geçiyor olmasını doğru bulmuyordu. Ama sorun tam olarak buydu. Duygularım, korkularımın önüne geçerse korktuğum başıma gelirdi. “İçinden geldiği gibi yaşamazsan bu yaşamak olur mu Uğur?”
“Sırf yaşamak için kalbimin kırılma riskini alamayacak kadar yorgun hissediyorum Kandemir. Anla beni. Onları affetmek sandığın kadar kolay değil. İçimdeki öfkeye rağmen affetme isteği duymaksa… beter.”
Başını olumsuz anlamda sallayıp durgun bir sesle konuştu. “Keşke kendine bu kadar yüklenmesen.”
“Ben sadece kendimi koruyorum.”
“Her ihtimali düşünemezsin Uğur. Yaşanacakların ne olduğunu varsayarak hareket edemezsin. Hayat böyle işlemiyor.”
“O zaman dene,” dedi inanarak. “Sadece diğerlerine değil, kendine de bir şans ver.”
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi pencereye doğru çevirdim. Bunu yapabilecek biri değildim ben. Sineye çekmek diye bir şey yoktu hayatımda. En azından yapabildiğim, gücümün yettiği her yerde ve her seferinde bu böyleydi. Benim birisine şans verebilmem için o kişinin hayatımda bir önemi olması gerekiyordu. Onlara şans vermek akıl işi değildi, mantığım onlarsız bir hayatın sorunsuz bir hayat olduğunu kabullenmişken hiç değildi. Kendime şans vermemi söylüyordu ama onlara şans vermediğim sürece bunun imkanı yoktu. Kabul etsem de etmesem de ya hepimiz iyileşecektik ya da hiçbirimiz.
“Uğur,” dediğinde ona baktım. “Kafanın karışık olduğunu görebiliyorum. Söylediklerimi yanlış anlamanı istemiyorum. Sadece zihnindeki olumsuz fikirlerin dışında olan güzellikleri de görmeni istiyorum. Aileni buldun ama bunun farklında değil gibisin. Her şey o kadar hızlı gidiyor ki oturup bu olanları düşünecek zaman bulamadın belki ama bu kaç kişinin başına gelir?”
“Keşke,” deyip masanın üzerindeki parmaklarıma dokundu. “Ama geldi işte. Belki de bir zamanlar en çok istediğin şey gerçekleşti. O zamanki Uğur, bugünün geldiğini görse…”
“Mutluluktan delirirdi.” Başını sallayarak beni onayladığında parmaklarının üzerinde gezdirdim parmaklarımı. “Ama ben o kız değilim artık Kandemir.” Yapma böyle der gibi baktığında boş vermişlikle omzumu kaldırıp indirdim. “Hiç şans verilmemiş birine kendi de şans veremiyor bir zaman sonra.”
Elimi çekip yavaşça ayağa kaktığımda gözleri üzerimdeydi. “Ben bir sigara içip geleyim,” dedim içeri doğru yürümeden hemen önce. “Yemeğini ye aç kaldın.”
Kandemir sessiz kalarak bana müsaade ettiğinde odama girdim ve kapıya yaslandım. Karanlık odanın içine yansıyan sokak lambası görüşüme yardım ederken yavaşça yatağımın kenarındaki çekmeceye doğru yürüdüm ve içinde duran sigaralardan bir tane alıp yaktım. Pencereyi açıp dirseklerimi cama yasladığımda soğuk içime işlemişti anında. Umursamadan sigaramı içmeye devam ettim. Söylediklerini düşündüm. Yaşananların sindiremediğim gerçekliği yine buldu beni. Olanların hızı bana ne yaşadığımı unutturmuştu besbelli. Gözlerimi kapatıp derin bir soluk aldım. Tek istediğim artık biraz sakinlikti.
Sigaram bittiğinde odadan çıktım Kandemir’in yanına gitmek için. Konuştuklarımız beni düşündürüp yorsa da üzerine biraz soluklanınca rahatladığımı fark etmiştim. Her yaşadığım olay içimde günden güne büyüyerek kocaman bir yüke evrilirken onları ufaltabildiğimi görmek derin bir nefes vermiş gibi hissettiriyordu. Kandemir’e içimden geçenleri anlatmadan önceleri biriyle dertleşmenin bende böyle etkileri olacağını bilmez, bunun saçma bir fikir olduğunu düşünürdüm ama ilk seferinden şimdiye dek bunun tersi olduğunu yaşayarak görüyordum.
“Kandemir,” diye seslenerek içeri girdiğimde onu mutfak kısmında buldum. “Ne yapıyorsun?”
“Daha iyi misin?” Diye sordu elini kurularken. Mutfağı toparlayıp, çıkardığımız bulaşıkları yıkamış olduğunu görmek beni şaşırtmış, birazda mahcup etmişti.
“İyiyim,” deyip yanına doğru yürüdüm. “Bıraksaydın, ben hallederdim.”
“Bir şey yoktu zaten,” deyip ada tezgahta duran tabağı eline alıp bana uzattı. “Yemezsen hatırım kalır.”
İstemsizce gülerek göz devirdiğimde, çekmeceden yeni bir çatal çıkartıp ikisini de bana uzattı. Çatalı ve tabağı alarak, “Yiyecektim zaten,” dediğimde bana inanmadığını gösteren bir bakış attı. “Gerçekten.”
“Yürü,” diyerek başıyla koltuğu gösterdiğinde içeri doğru yürümeye başladım ve “Neden inanmıyorsun?” diye sorarak koltuğun köşesine kuruldum. “Yiyecektim, gerçekten.”
“Gitmeden gözlerimle göreceğim.”
“Gidiyor musun?” Diye sordum koltuğa oturduğunda. Gözlerim onunkilerin üzerindeyken tabağımı gösterdi ve “Yiyene kadar buradayım,” dedi. “Kaçamazsın.”
“Yiyeceğim diyorum,” dedim sesimi biraz yükselterek. “Neden inanmıyorsun Allah Allah?”
“Hala daha bir çatal almadığın için olabilir,” diye konuştuğunda sinirle söylenerek dolu bir çatal salatayı ağzıma tıkıştırdım. “Oldo mo?!”
Başını iki yana sallayarak, olduğum duruma kahkaha atmaya başladığında ağzımdaki koca lokmayı bitirmekle uğraşıyordum. “Kandemor!”
Gülüşünün arasından, “Boğulacaksın konuşma,” diye bana uyarı çekmeyi ihmal etmedi ve sonra gözlerimi kocaman açmama sebep olacak bir şey yaptı. “Hoyor!” Telefonunu çıkartıp fotoğrafımı çekmeye çalıştığında hızlıca elimi kendime siper ettim ama çoktan bir an yakalamış olmalıydı. “Of!”
“Çok güzel çıktın,” diyerek elindeki fotoğrafa bakıp gülümsediğinde suratım beş karış vaziyette ona bakıyordum. “Gerçekten, bak.”
Fotoğrafı bana gösterdiğinde omuzlarım düştü ve “Bu mu güzel?” diye yakındım. “Sil şunu ya!”
“Kalsın,” deyip telefonunu kapattığında oflayıp, “Haksızlık bu,” dedim yemeğe devam ederek. “Görürsün ama ben fena öç alırım.”
“Hemen de tehdit,” dediğinde omuz silkerek çatalımı ona doğrulttum ve “Bizde böyle,” dedim. “Dişe diş kana kan. Bekle sen…”
Kandemir gülerek başını yana eğdiğinde gözlerini içi de gülüyordu sanki. “Ne yapacağım ben seninle acaba?”
O böyle konuşup, böyle güzel gülünce istemsizce ben de gülümsedim ama böyle kurtulacağını sanıyorsa yanılıyordu. “Bakma öyle, kaçamayacaksın bundan.”
“Çekeceğim fotoğraftan sonra görüşeceğiz,” dedim meydan okuyarak. “Bakalım o zaman da bu kadar keyifli olabilecek misin?”
Sadece güldüğünde kalan tabağımı yemeye devam ettim. Kısa sessizliğimizi aklıma gelen fikirle bölmeden önce ona baktım. Gözleri bana verdiği yaseminin üzerinde dolanırken, bugün çiçek bahçesinde olduğu gibi durgunlaşmıştı. “Kandemir,” dediğimde daldığı yerden çıkıp bana döndü. “İyi misin?”
Başını sallayarak, “İyiyim,” dedi ama düşündüğü şeyin saatler önceki konu olduğuna emindim. O anda konuşmak istemediği gibi, gözleri şimdi de konuşmak istemez gibi baktığı için üstelemedim ve kafası dağılsın diye ona aklıma gelen şeyi söyledim. “Bu hafta sonu Gökçe’ye söz verdim,” dediğimde dikkatini çekmiştim. “Beraber pikniğe gideceğiz. Muhtemelen diğerleri de orada olacak.” Biraz duraksadığımda devam etmemi bekledi. “Ben… onların yanındayken hepsine karşı tek başıma kalıyorum sanki Kandemir. Çok zor oluyor, zorlanıyorum. Ama eğer,” duraksayıp dudaklarımı yaladım. “Sen orada yanımda olursan bununla daha kolay başa çıkabilirim.”
Bu sabah Gökçe’ye o sözü vermeden önce alanımı bu kadar işgal ettiklerini bilmiyordum. Dün gece yaşadığım kabusun izleri onları bu denli içeri dahil etmişken yanlarında kendimi görünür hissetmek benim için kolay olmayacaktı. Duydukları, gördükleri ve her ne kadar belirsiz olsa da gerçeğe ayna olan çıkarımları, ister istemez beni geriyor, nefesimi daraltıyordu. Onlarla beraberken çekeceğim bu işkence Kandemir’in varlığıyla biraz olsun azalabilir, utancım bana kendini unutturabilirdi. Böylece o günü bir şekilde atlatabilmiş olurdum. Aynı şekilde onunda dalıp gitmesine sebep olan şey her neyse onu unutur, belki biraz olsun kafasını dağıtırdı.
Beklenti dolu gözlerimle ona bakarken, hafifçe gülümsedi ve “Olur,” dedi. “Ben konuşurum Karan’la yeri öğrenirim beraber gideriz.”
Gülümseyerek başımı salladım. “Tamam.”
Elimdeki tabağa dönüp sırıtarak çatalla karıştırdığımda, “Bitiremedin mi hala?” diye sordu bana takılarak.
Ona gözlerimi kısarak baktım. “Gitmeyi mi kolluyorsun?”
“Buna sinirlendiğine göre kalmamı istiyorsun?”
Dudaklarımı aralayarak ona baktığımda tek kaşını kaldırdı. Elimdeki kaseyi sehpaya bırakıp meydan okuyan bir sırıtışla koltukta ona döndüm. “Cevap vermemi istediğine emin misin?”
Kandemir gülüşünü bastırmak için dudağını ısırıp başını iki yana salladı. “Hiç sanmıyorum.”
Oturduğu yerden kalktığında “Akıllıca,” diye mırıldandım. Sesli bir şekilde gülüp, “Öyle görünüyor,” dediğinde onunla beraber ayağa kalktım ve Kandemir kendine ait eşyaları toplayıp kapıya doğru yürüdüğünde peşinden ilerledim. Sonra da onun ayakkabılarını giymesini beklerken duvara yaslandım canımı acıtmamaya çalışarak. Gözlerim istemsizce vücudunda gezdiğinde kendime kızdım ama bunu engelleyemedim de. Eğildiği için belirginleşen sırt kasları, omuzları ve ayakkabılarını bağlayan uzun kemikli parmaklarında dolandı gözlerim. Alnına düşen kahverengi saç tutamlarında ve belirgin yüz hatlarında. Her biri için farklı yüzlerce fikir dolandı zihnimde. Beni yutkunmak zorunda bırakan, sesli bir nefes vermeme sebep olan, saniyeler içinde gerçekleşip ayağa kalktığında biten, edepsiz fikirler.
Dairemden çıkıp bana döndüğünde boğazımı temizleyerek yaslandığım yerden uzaklaşarak bu sefer kapı eşiğine dayandım. “Gidiyorum,” dedi. “İstediğin bir şey var mı?”
Gülümsedim ve başımı iki yana salladım. Sonra da biraz yersiz ama gerekli bir şey isteme gereği duydum. “Sadece,” diye mırıldanıp yanlış anlamamasını umarak devam ettim. “Konuştuklarımızı onlarla paylaşma-“
“Uğur,” diyerek sözümü böldüğünde sesi ciddi çıkmıştı ama sonrasında daha sakin bir şekilde, “Bak,” dedi bana yaklaşıp yüzümü elleri arasına alarak. “Ben düz bir adamım. Yalanla dolanla işim olmaz. Hislerimi de tepkilerimi de çekinmeden söylerim. Birinin arkasından iş çevirmem. Aynı şekilde bunlardan birinin bana yapılmasından da hiç hoşlanmam.”
“Kandemir,” diyerek bunu kastetmediğimi söylemek istedim ama müsaade etmedi. “Eğer seninle ilgili onlara bir şey anlatacağımı düşünüyorsan,” sol eliyle saçımı kulağımın ardına sıkıştırıp gözlerime döndü tekrar. “Bu iş başlamadan bitsin.” Dudaklarımı araladığımda kaşlarını kaldırıp, “Çünkü ben,” diyerek söz almamı engelledi. “Yanımda güvensiz, acabaları olan bir kadınla yapamam. Olurda bana bu şekilde bir imada bulunursan her şeyi koparır atarsın.” Elini yüzümden yavaşça çektikten sonra, “Biliyorum her şey çok yeni,” dedi sakince. “Güven denilen şey zamanla oturan bir şey, biliyorum. Yine de bu konuda bana güvenmeni istiyorum. Çünkü benim sizin aranızdaki yerim tam olarak bu. Ben sizin aranızda hep aynı yerde kalacağım. Ne onlara ne de sana... Anlıyor musun beni?”
“Tamam,” dedim inanmak isteyerek. “Ama sen de benim neden böyle bir şey istediğimi anla. Zamanla oturacağını düşündüğün o güveni kazanman sandığından daha uzun sürebilir.”
“Ya da,” diye kısık sesle mırıldanıp gözlerimin içine bakarak konuştu. “Senin sandığın kadar uzun sürmez.”
Kendinden emin konuşmaları hem hoşuma gidiyor hem tedirgin ediyordu ama bu Kandemir için artık alışmam gereken bir huydu. Çünkü ne zaman olumsuz bir varsayımda bulunsam bir şekilde beni çürütüyor, yaşanabilecek şeylerin olumlu yanlarını bana hatırlatıp bunu ihtimallerin arasına koyuyordu. Hoşuma giden de beni tedirgin eden de buydu. Tüm olumsuz düşüncelerimi susturup kendimi onun umutlu yanına uyarken bulmaktan korkuyorken, içime ekmeye çalıştığı güzel duygulardan hoşlanıyordum. “İyi geceler, Uğur.”
“İyi geceler, Kandemir.” O gitti.
Ve ben günler sonra yapayalnız kaldım. Yine ve hep olduğu gibi.
Evde dolandım, ufak tefek işlere el attım, çantamın içindeki ilaçları alıp içtim ve o çantada gördüğüm defteri açmaya yeltenip bunu yapamadım. Düşündüm, düşüncelerimden yoruldum, yaşadıklarımdan yoruldum. Zor sandığım hayatımın çok daha zor bir dönemine girdiğimi, bundan sonrası için artık kendime bir dur demem gerektiğini yeniden kendime hatırlattım. Dur, düşün ve kendin için en iyi yolu seç, en doğru kararları ver, bu hayatta bir de sen kendine yük olma. Sonra kendi hayatıma döndüm. Yapmam gerekenleri ve en başta yarını düşünüp sessizce uykuya daldım.
Sabah kendi kendime uyandığım anda bir şey oldu. İlk birkaç saniye ne olduğunu anlayamadım. Etrafa baktım sessizce, odamda gezdirdim gözlerimi. Sonra burnum sızladı. Kapının ardından gelen sesler yoktu. İçeri girmek isteyen kimse yoktu. Evde zifiri bir sessizlik hakimdi.
Olması gereken, diye düşündüm. Hep böyle olur. Yine de günler sonra kendi kendime uyanmanın verdiği, çözemediğim bir his vardı içimde. Sanki her yerim ağrıtan bir his. O evde kalmanın izleri.
Gözlerimi kapatıp bekledim. Kolay olmayan bir süreçten geçiyordum ve bunlar, normaldi. Yaşadıklarım değişen ruh halimin en büyük sebebiydi. Tüm bunlarla baş etmeye alışacaktım, alıştığım diğer birçok şey gibi. Biliyordum çünkü bu hep böyle olmuştu. Bir darbe, sallantı ve sonra daha temkinli yeni temeller. Yıkıntıya yer yoktu.
Yavaşça gözlerimi açtım ve dün gece düşündüğüm gibi gerçek hayata geri dönmek için yataktan çıktım. Önceliğim bir duş almak için odadan uzaklaşmaktı ama kapının tam yanında yerde duran defter kaşlarımı çatarak beni olduğum yerde duraksattı. Bu defteri dün gece makyaj masamın üzerine bırakmıştım ama anlaşılan gelişigüzel bıraktığım defter yerçekimine yenilmişti.
Defteri yeniden masaya bırakmak için aldığımda kenarından sarkan kağıt parçası dikkatimi çekince son sayfayı açtım. Sayfalar ve kapak arasına sıkıştırılmış bir CD bulmayı beklemiyordum ama beklemediğim bir diğer şeyse, kağıt kılıfından çıkardığım CD’nin üzerinde Güncem yazmasıydı.
Bu CD’nin içinde, benim bebekliğim vardı.
CD’yi defterin içine bırakıp yanlış bir şeye dokunuyormuşçasına gerisingeri masaya bırakıp lavaboya ilerledim. Tıpkı o defteri okumaya cesaret bulamadığım gibi o CD’yi izlemeye de cesaret bulabileceğimi hiç sanmıyordum.
Kısa bir duşun ardından hazırlandım. Üzerime koyu, boru paça bir kot pantolon ve üzerime de ince bordo bir bluz giyinip koridorda ilerlerken kendimi daha dinç hissediyordum. Nemli saçlarımı elimle karıştırıp geriye atarken kendimi mutfağa ilerlemeye zorladım. Amacım birkaç lokma bir şey yiyip ilaç içebilmekti çünkü artık kendi düzenime dönmek istediğim gibi eski formuma da tam anlamıyla dönmek istiyordum.
Ayaküstü bir ekmek dilimine sürdüğüm reçeli yerken arka cebimde titreyen telefonumu elime aldım. Yediğim lokma boğazımda tıkandığında birkaç kez öksürdüm ve çalmaya devam eden telefonumun üzerindeki ismi bir kez daha okudum.
Elimdeki ekmeği tezgaha bırakıp boğazımı temizleyerek telefonu açtığımda hiç açmamış olmayı dilediğim bir konuşma yaşandı. Biten kasım ayının henüz ödemediğim kirası yüzünden yaşanan gergin konuşma bir hafta içinde kiranın ödenmesinde karar kılınarak son bulduğunda, elimdeki telefonu sıkıp parçalamak istiyordum.
Cebimde kirayı ödeyebilecek kadar param yoktu. Bu ay için tüm planım, çalacağımız tablodan gelen paraya göreydi ve işi yapmış olmamıza rağmen beş kuruş alamamıştık. Eğer vurulmamış olsaydım parayı bir şekilde bulurdum ama şimdi iki haftadan uzun süre bir gecikme ve yarı sağlam bir bedenle ne bok yiyeceğimi bilmiyordum.
Olmayan iştahım tamamen kesildiğinde kalan ekmeği kendimi zorlayarak ağzıma tıkıp ilaçları içtim. Yapmam gereken belliydi. Gidip Façacı’yla konuşacak ve o parayı bir şekilde ondan alacaktım.
Vakit kaybetmeden odama gidip siyah deri ceketimi giyindim ve yanıma ihtiyacım olan şeyleri alıp içeri doğru ilerledim. Hayatımda o kadar çok şey yaşanıyordu ki kafam tamamen bunlarla doluydu ama zihnim her şeyi tek tek düşünüyordu. Dışarı çıkacaktım, evet, ama o dede bozuntusu beni bulmuşsa işler karışırdı. Bu yüzden önce bir süre dışarıyı izlemeye koyuldum. Aynı zamanda dün konuşulanlarda zihnimi kurcalıyordu. Dedelerinin benim peşimde olması onların işine gelecekken geri planda durmaları anlamsızdı. Eğer bir şeyler biliyorlarsa da konuşurken orda olduğumu bilmemelerine rağmen, bundan sonra ben konuşana kadar üstelemeyeceklerini söylemeleri çok tuhaftı. Belki de bildiklerini Sedef’ten saklıyorlardı. Ya da Karan şu aptal telefonumu getirmeden önce, ben anlamadan beni gözetlemenin yolunu bulup telefonumu takip ettiriyor olabilirlerdi.
Bambaşka herhangi bir şey… Ama benim istediğim yola girmekten başka her şey. Çünkü onları artık tanıyordum. Onlar durmazdı. Beni o halde gördükten sonra değişen tavırları ve davranışları bu yönde olsa da biliyordum ki zarar göreceğim başka herhangi bir şeye tahammülleri yoktu. Bana farklı gösterip arkadan olayları kontrol etmeye çalışacaklarından neredeyse emindim. Bu beni hem sinirlendiriyor hem de tuhaf bir şekilde kollanmış hissettiriyordu. Hislerimin kontrolü yoktu ve bu artık beni çileden çıkartacak seviyeye gelmek üzereydi.
Evden çıktıktan sonra temkinli ve tamamen algılarım açık bir şekilde ilerledim. Kimsenin takipçim olmadığına neredeyse emindim ama yine de sanki birileri peşimde gibi hareket edip ona göre davranmış ve yolumu neredeyse bir saat uzatmıştım.
Metruk’un dik yokuşlarında ilerlerken üşüyen ellerimi ceketimin cebine yerleştirdim. Gözlerim tanıdık sokaklarda gezinirken tanıdık yüzleri seçmeye başlamıştım. Birkaç kişiyle selamlaşırken cebimde duran telefonumu sıktım avucumun içinde. İlk işim bu telefon olacaktı çünkü peşimde kimsenin olmaması ve dedelerine karşı durmaları demek buna ihtiyaç duymamaları demekti.
Adımlarım çay bahçesine doğru ilerlerken biraz yavaşlamıştım. Gözlerimle içeriyi tarayarak Semih’i bulmayı beklerken, çay dağıtılan tezgaha yaslanmış elindeki kelebeği döndüren Sungur’la göz göze geldik. Yaslandığı tezgahtan ayrılıp bana doğru adımladığında beklemek yerine içeri yöneldim. Masaların arasından geçip kollarını kocaman açarak bana sarıldığında düşünmeden karşılık verdim. “Çok özledim be kızım.”
“Ben de,” diye mırıldandığımda başımdan öptü ve hafifçe uzaklaşarak yüzümü inceledi. Gözlerinde endişe hakimdi. “İyisin değil mi?” diye fısıldadığında başımı salladım ama onun yüzü benimki kadar iyi görünmüyordu. “Bir sorun yok?”
“Yok,” dedim. “Yok da,” elimi onun suratına götürdüm. Yüzü gözü dağılmıştı. “Sana ne oldu böyle?”
“Önemsiz,” dedi bana tekrar sarılarak. “Sen önemlisin sadece.” Akılsız.
“Kavgaya mı karıştın?” Başıyla onayladığında arkadan Yakup’un sesini duydum. “Neden?”
“Kızı bir sal da hal hatır soralım lan!”
“Kes lan!” diyerek benden ayrılan Sungur’un yüzündeki endişe yavaş yavaş dağılıyordu. Kolunu dikkatli bir şekilde omzuma atarak Yakup’a döndüğünde yamuk sırıtışını takınmıştı. Sorduğum soruyu es geçerek keyifle konuştu. “Güzelimin şerefine bu gece içmeye gidiyor muyuz ekip?!”
Herkes hep bir ağızdan “Evet!” diye yükselerek sevinirken kaşlarımı çatarak ona baktım. “Bakma alttan alttan bana,” dedi, etrafın gürültüsüne tezat bir mırıltıyla. “Ne zamandır çıkmıyoruz. Herkes, sen, ben… bok gibiyiz Uğru. Bırak da biraz keyiflenelim.”
“Sungur uğraştığım bir sürü şey var.”
“Tamam işte,” dedi bunu kastediyormuş gibi. “Sana iyi gelecek sen de biliyorsun. Biraz dans, müzik, alkol. Hadi be kızım, aylar oldu!”
Gözlerimi ondan çekip etrafa bakındığımda duyduğum kahkahalar ve kendi arasında gülerek eğlenen yüzler, hasret kaldığım bir neşeydi. İçimde hareketlenen heyecan, düşünmem gereken onca şey yokmuş gibi, uzun zaman sonra kafayı çekip eğlenme isteği uyandırdığında kendimi tamam derken buldum.
“O zaman prensesin külkedisine dönüştüğü saatte,” diye yüksek sesle herkese seslenip odağı yakaladığında göz devirerek kolunun altından çıktım. “Herkes mekanda!”
“Aptal herif,” diyerek içeriden çıktığımda gülerek peşimden geldi.
“Saklamadım ki,” diyerek ona döndüğümde gülen gözlerle bakıyordu bana. Açık havanın esintisi saçlarımı ona doğru savururken iki elimle saçlarımı kulaklarımın ardına sıkıştırdım.
“Sungur,” diyerek onu uyarsamda istifini bozmadı.
“Ne, ne var?” Bugün keyfini kimsenin bozamayacağını bana göstermek istercesine, o gülüşü bir an bile bozmadan bakmaya devam etti. “Sözünü aldım bak, akşam hazırlan seni ben alacağım.”
Ona, “Tamam,” dedikten sonra, “Bana Semih lazım,” diye konuyu değiştirdim. “Nerede?”
“Şu telefonum,” deyip elime aldığımda gözleri elimdeki telefona değdi. “Atmıştım hani, hatırlıyor musun?”
“Ben ortadan kaybolunca yolun kenarında bulmuşlar.” Gözlerini yüzüme getirdiğinde tuhaflaşmıştı. Vurulduğum anı hatırlıyor olmalıydı ki şimdi düşününce o gün çektiğim acı yaramın olduğu yeri sızlattı. “Karan getirmişti. Yaptırmışlar ama aklıma takıldı, acaba takip yazılımı falan yüklemiş olabilirler mi diye. Bir Semih’e baktırayım diyorum.”
“Anladım,” dedi sadece. Sonra da eliyle ensesini ovaladı. “Baktır bence de bir.”
Gözlerinde oyalanarak başımı salladım yavaşça. “Gittim o zaman ben.”
Yeniden başımı sallayarak onu onayladıktan sonra ilerlemeye başladım yavaşça. Arkamdan hissettiğim bakışlarıyla beraber ikinci sokaktan girmeden hemen önce dönüp ona baktım. Olduğu yerde durmuş beni izliyordu hala. Anlamıyorum sanmıştı. Ama anlamıştım. Gözlerinde bilmemi istemediği bir şey saklıydı.
“Ne saklıyorsun Sungur?” diye kendi kendime mırıldanarak sokaktan içeri girdim. Aklımı kurcalayan yeni bir soru daha yerine yerleştiğinde sesli bir nefes vermekten alıkoyamadım kendimi. Zorluyordu. Bu hayat, gerçekten artık beni zorluyordu. Tek istediğim, yanlış bir şey yapmamış olmasıydı.
İçimdeki hissi savuşturmaya çalışarak Semih’in olduğu harabeden içeri girdiğimde, onu bilgisayar başında bir şeylerle uğraşırken gördüm. Kapının açılmasıyla bana bir bakış attığında, hafifçe gülümseyerek işine geri döndü.
“Gel Uğru,” dedi bilgisayardan gözünü ayırmadan.
“Müsait misin?” diye sordum ona doğru yürürken. “Pek değil gibisin ama...” Odanın ortasına kurduğu U şeklindeki masa düzeninin işini kolaylaştırdığını söylemişti bana daha önce. Tüm ekranları bu şekle göre yerleştirmiş, ihtiyaç halinde kendine masanın altından bir çekmece gibi uzanan sürgülü bir ikinci masa edinmişti. Düzenine karışılmasından nefret ederdi, ayrıca masanın etrafında gezinilmesinden ve o çalışırken yanına oturulmasından da. Tıpkı ona ait bu bilgisayarlara dokunulmasından nefret ettiği gibi.
“Ayakta bekleme,” deyip hızlıca ayağa kalktı ve orta alanın köşesinde duran başka bir sandalyeyi alıp kendinden biraz uzağa, masaya yakın olmayacağım bir şekilde yerleştirdi. “Otur şöyle.”
“Gerek yoktu, rahatsız olma.” Dedim bildiğim huylarından dolayı ama o başını iki yana sallayarak işine geri döndü.
“Normalde olurum ama olanlar malum,” dedi ufak bir hatırlatmayla. “Nasıl oldun, daha iyi misin?”
“İyiyim ya bir şeyim yok,” dedim sandalyeye yerleşip ona bakarken. “Sen ne yapıyorsun?”
“Yeni iş üzerinde çalışıyorum.”
Kaşlarımı çattım hafifçe. “Ne işi?”
“Façacı yeni iş getirdi. Senin haberin yok anlaşılan.”
“Yok,” derken sesim bariz bozuk çıkmıştı.
“Bu haldeyken seni operasyona sokması doğru olmazdı zaten.”
“Ne haldeymişim ki ben?” diye sordum bir soru sormaktan başka her şeye benzeyen bir üslupla. “Ayrıca bu kadar doğru meraklısıysa beni bu hale getiren operasyonun parasını verebilirdi.” Başını çevirip bana baktığında ters bakışlarımın hedefi oldu. “Ne, yalan mı?”
“Kendi o parayı yiyor ama,” dedim sağ dizimi sallamaya başlarken. “Ben geberiyordum lan orda. Hepimizi tehlikeye attı herif. Adam yok dememiş miydi, hani?”
“Deli deli bakma kızım,” deyip sandalyede döndü ve karşı karşıya bıraktı bizi. “Olan oldu ne yapalım yani? Sakın aptalca bir hareket yapma bak.”
“Vereceği üç kuruştu, onu da vermedi Semih. Sürekli yutmaktan bıktım artık anlıyor musun?”
“Ben de bıktım,” deyip omuz silkti. “Biz de bıktık Uğru. Ama bak, yeni iş getirdi. Eksileri varsa artıları da var. Bu işten para alamadın diye hep böyle olmayacak ya. Sen onun en iyilerindensin kızım, illa görür seni.”
“Ben o kadar emin değilim.” Haftalardır yoktum. Şimdiyse eskisi gibi onun işine yarayabilecek güçte değildim. Bu elbette sorun olacaktı. İlk emareleriyse buydu işte… yok sayılmak. Sorulmamak, haber vermeye değer görülmemek. “Her neyse.” Ona baktım. “Senden bir şey istesem halledebilir misin?”
“Ne gibi?” Cebimden çıkarttığım telefonumu ona uzattım. “Ne yapmamı istiyorsun?”
Telefonumu eline aldı. “İçine değişik bir yazılım yüklenip yüklenmediğine bakabilir misin? Her şey olabilir, farklı bir şey var mı yok mu, bir bak olur mu?”
Kaşlarını çattı hafifçe. “Bakarım bakarım da ne alaka?”
“Orasını kurcalamasan,” diye ricada bulunduğumda üstelemeyip, “Tamam,” dedi umursamazca omuz silkerek. “Bir iki saat içinde hallolur.”
“Eyvallah,” deyip ayağa kalktığımda, aslında planlamadığım bir şey daha geldi dilimin ucuna. “Semih,” diye mırıldandığımda telefonumdaki bakışlarını bana çevirdi. “Bir şey daha istesem?”
Semih’in yanından çıktıktan sonra Façacı’nın yanına gitmek için ilerlemeye başladığımda içimden kendimi sakin bir konuşmaya hazırlamaya başladım. Ona söyleyeceklerimi kafamda planlayarak ilerlerken, aynı zamanda kendime duygularımı kontrol etmeyi de telkinliyordum. Evet başım sıkışıktı, evet paraya çok ihtiyacım vardı ancak bu sıkışmışlık beni saldırgan bir hale getirmemeliydi. Çünkü onun mekanında ona saydırmak aptallıktan başka bir şey olmazdı. Façacı bana lazımdı. Onunla arayı iyi tutmalıydım. Bile bile mayına basmamalıydım. Tersi hiç akıllıca olmazdı.
Ama.
Yaptığı kahpelik nabzımla bu denli oynarken, eğer bana olumsuz bir dönüş yaparsa kendime diyeceğim hangi söz beni durdurabilirdi, kesinlikle bilmiyordum.
Belki aynı şeyi başka zaman yapsa bu kadar koymazdı bana. Belki umursamaz, konuşmaya bile gitmezdim yanına. Ama şimdi… Bu iş yüzünden ölümün kıyısına gelmişken karşılığını alamamak, yine bu iş yüzünden kapkaç dahi yapamayacak bir hale gelmek ve tüm bunlar yüzünden geciktirdiğim kirayı ödemiyor olmak, işte bunlar büyük sorunlardı. Bunların hepsi birbirine bağlıydı ve bana başka çözüm yolu bırakmıyorlardı.
Façacı’nın kendine ait binasına girdiğimde içerideki adamları bana döndü. Vakit kaybetmeden, “Façacı yerinde mi?” diye sorduğumda içlerinden biri “Toplantıda o,” dedi. “Sizinkilerle.”
İstemsizce gerilirken, “Bizimkiler?” diye sordum, her ne kadar anlasam da. “Bizimkiler kim, ne?”
“Grup iki işte kızım, her zamanki yerinizde.” Dudaklarım aralanırken sanki başımdan aşağı bir kova su dökülmüş gibi hissettim o an. Grup iki, her zamanki yerinde.
İçimde kaynayan öfkeyle oradan çıkarken az önce düşündüğüm tüm telkin cümlelerini siktir ettim. Bu olan ne demekti bilmiyorum ama birazdan hiç iyi şeyler olmayacağını çok iyi biliyordum. Sürekli yaptığımız genel toplantılara çağırılmamış, çağırılmayı geç haberim dahi olmamıştı. Bu nasıl oluyordu? O siktiğimin telefon grubunda ben de vardım!
Çenemin titrediğini hissederken bir cevap bulmak için adımlarımı hızlandırıp Semih’in yanına koşarak geri döndüm. Kapıyı gürültüyle açarken bu sert girişim kaşlarını çatarak bana bakmasına sebep oldu. “Semih telefonumu ver,” derken elimi uzatarak ona doğru yürüdüm hızla. “Hadi!”
“Ne oluyor kızım?” diye sorsa da ayağa kalkıp telefonumu bana uzattı. “Delirdin mi amına koyayım ne bu halin?”
“Delirdim!” Dişlerimin arasından konuştuğumda sinirden ellerim titriyordu. “O orospu çocuğu Façacı toplantıdaymış. Bil bakalım kimlerle?” Telefonumu açıp mesaj uygulamasına girdiğimde sert soluklarıma hakim olamıyordum. Bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar sinirli hissediyordum bilmiyorum ama sanki kan beynime sıçramıştı. Yıllardır gösterdiğim çabaya bunu yapamazdı. “Tek bir mesaj görmedim Semih… Neden?!” Parmaklarım mesajları aldığım grubun üzerine tıkladığında tahmin ettiğim şeyi görmek elimdeki telefonu parçalara ayırma isteğiyle doldu içimi. Gözlerimi kapatıp, “Sikeyim.” diye fısıldadığımda elimdeki telefonu aldı. Ellerimle saçlarımı kavrayıp öfkemin geçmesi için ileri geri yürümeye başladığımda bunun hiçbir işe yaramayacağını biliyor ama mantığımın son kırıntılarını kullanmak için kendimi zorluyordum. “Sikeyim, sikeyim, sikeyim!”
“Delirdi mi bu herif?!” diye bağırdım ona dönüp. “Delirdi mi amacı ne beni mi sınıyor bu?!”
“Ben o sikik iş yüzünden ölüyordum lan ölüyordum!” Hırsla yanımızda duran sandalyeye yönelip bir tekme savurup devrilmesine sebep oldum. “Karşılığı bu muydu?!”
“Bana bak sakin ol,” dedi Semih beni omuzlarımdan kavrayıp kendine bakmaya zorlayarak. “Sakin ol aptallaşma sakın duydun mu beni?”
Başımı iki yana salladım. “Karşılığı bu değildi… Karşılığı. Bu. Değildi.”
“Farkındayım,” dedi onu görmem için göz hizama gelerek ama farkında olmadığı bir şey vardı ki gözüm hiçbir şeyi görecek durumda değildi. “Farkındayım ama bu öfken sana zarar Uğru, sakinleş.”
“Kızım,” dedi uyarırcasına. “Bak delirme!”
“Bırak!” Bağırarak onu kendimden uzaklaştırdım. “Ben çoktan delirdim!” Adımlarımı kapıya yönlendirdiğimde arkamdan ismimi bağırdı ama beni durdurmadı. Ne kadar uğraşsa da engel olamayacağını biliyordu çünkü. Bu saatten sonra durulmamın imkanı yoktu.
Neredeyse altı yıl olmuştu ben buraya geleli. On sekiz olduğum o gün Tuna’nın eline sımsıkı sarılmış, korkak bir kız çocuğu olarak adımlamıştım bu yolları. Etraf bana yabancı ben etrafa yabancı. Öyle yorgun ve kırgın bir günün ardıydı ki. Yaşamayı bırakmak üzereyken buranın bana yeni bir hayat olacağına inanarak tutunmayı seçmiştim. Yapamayacağımı sandığım o günlerde bile kalmaya devam etmem bundandı işte. Bu yerden çıkarsam tutunacak hiçbir şeyi olmayan o Uğur olacaktım yine. Yapamadım. Yaptığım yanlışlara güzel kılıflar buldum. Sonra neden öleyim ki, diye düşündüm. Madem bu izbeye girmeden önce yaşamak benim için bir hiçti, o zaman bu izbede yaşamak bana bir sebepse eğer neden kendimi seçmeyecektim ki?
Ben de mi bana düşmandım? Hayır.
O halde kal, dedim, kızım. Kal ve kendinden almak isteyecek kadar vazgeçtiğin o hayatı kendine sen ver.
Sonra çok çabaladım. Burada kendime bir yer edinmek için çok uğraştım. Yaptığım her şeyde bir adım daha öne çıktım. Diğerleri beş saat koşu idmanı yapıyorsa ben on saat yaptım. Onlar dövüş eğitiminde pes ederken ben bayılana kadar devam ettim. Kimsenin yüreğinin yetmediği işlere ben koştum, ne denildiyse anında yaptım. Diğerlerinin tuhaf bakışlarını umursamadım, kimsenin hakkımda ne dediğini duymadım, sadece daha iyisi olabilmek için çabaladım. Bu hayata sonradan girmiştim belki ama yetişmiş ve ardından hepsini de geçmiştim. İlk başlarda etrafına korkarak bakan o kızı, ona korkarak bakılan birine dönüştürmüştüm.
Burada çok kanatılmıştım belki ama bunların hepsi daha da hırslanmama ve sonrasında bu hırsla beraber güçlenmeme sebep olmuştu. Belki çocukluktan beri burada yetişmemiştim ama buranın demirbaşlarından olmayı başarmıştım. Şimdiyse kendi etimle elde ettiğim bu dokunulmazlık bu kez kendi kanımla beraber ellerimden akıp gidiyordu. Üstelik tek bir sebep dahi yokken.
Yıllardır uğraştığım, çaba gösterdiğim her şey hiç gibi görülüyordu. Kendimi uzun zaman sonra bir maşa gibi hissediyordum şimdi. Söylenen sözler, başarılar, hepsi ama hepsi sadece onların işine yarayana kadardı işte. Bunlar arasında parmakla gösterilen olsan bile işe yaramadığın o anda diğerleriyle aynı kefeye bir adımdın. Benim o adımı alabilmem senelerimi almıştı ama şimdi yaşanan bir olay benden o adımı hiç çabasız geri alıyordu.
Önemsizliğim yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Yanlış yolda ilerlediğimi biliyordum ama ilerlediğim tüm adımların gerisine düşüp geriye sadece yorgunluğun kalacağını bilmiyordum. Şimdi başladığım yerde ama sadece birkaç yaş almış, büyümüş ve yorulmuş bir halde kalakalmıştım.
Her zamanki toplantıları yaptığımız binanın önüne geldiğimde düşünmeden demir kapıyı tekmeleyerek açtım. İçerideki tüm yüzler bana döndüğünde ayakta duran Façacı da gürültüye doğru çoktan kaşlarını çatmıştı. Beni gördüğünde bir anlık şaşıran ifadesi saniye dolmadan yerini öfkeye bırakmıştı.
“Sen yaşıyor musun hayatım?” diye kaşlarını kaldırdı, alaycı ifadesiyle öfkesini örtmüştü ancak onu tanıyordum ve öfkesinin kokusunu aramızdaki beş metreye rağmen alabiliyordum.
İçeri doğru ilerleyip, “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diye direkt sorduğumda güldü ve “Bu soruyu asıl benim sormam gerekiyor,” dedi boynunu yatırarak. “Sen ne yapmaya çalışıyorsun, Uğrucuk?”
“Beni,” deyip ona doğru bir adım attım. “Ciddiye al, Façacı.”
“Gördüğün gibi işimiz var. Aramıza yeni arkadaşlar katıldı, kaynaşıyoruz.” Bakışlarını sandalyelere oturan diğerlerine çevirdiğinde dişlerimin arasından, “Façacı.” diye tısladım ama beni ciddiye almadan diğerlerine bakarak devam etti. “Sonra bakarız.”
“Uğru,” diye bana dönerek son uyarısını yaptığında artık sinirlendiğini gizlemiyordu.
Umursamadan konuştum. “Yeni işten haberim yok!”
Yüksek çıkan sesim arka tarafta oturan Tuna’yı ayaklandırdı. “Uğru,” diye beni uyarıp buraya doğru adımladığında elimle onu durdurup devam ettim. Bu işe karışırsa o da payına düşeni alırdı. “Benim,” deyip Façacı’ya doğru bir adım attım. “Bu siktiğimin kıytırık toplantısından bile haberim yok!”
Façacı bir hışımla üzerime doğru gelip, sol koluyla göğsümden iterek beni duvara sertçe yasladığında dudaklarımın arasından bir çığlık döküldü. Göğsümden bastırarak bana yaklaştığında sırtımda hissettiğim acı gözlerimin yaşarmasına sebep oldu. Hırsla ona baktığımda, “Neden olmadığını anladın mı, Uğrucuk?” diye konuştu sesindeki tehlikeyle. “Biraz daha anlatmamı ister misin?!”
“Bu halde olmam hangimizin suçu?” diye tısladım bakışlarımı gözlerinden çekmeden. “O adamın operasyonun ortasında eve girmesi hangimizin suçu Façacı?! Ben bu işe canımı koydum. Ya sen? Sen ne yaptın? Siktiriboktan bir bilgiyi bile getiremedin!”
“Kes lan!” Yüzüme yediğim tokat başımın sola düşmesine sebep olduğunda avucuyla çenemi kavrayıp ona bakmamı sağladı. “Kes sesini bak gebertmiyim seni!”
“Ben olmasaydım o tabloyu nah görürdün sen anladın mı?” diye konuştum çenemi kavrayan eli beni zorlasa da. “Kaç para demiştin? Yüz bin dolar mı? Hepsini ben verdim eline ben!”
“Sen kimsin lan benim elime para koyacaksın?!” Çenemi kavrayan eli başımı geriye bastırırken canımın yanışına inledim. Parmaklarının etime geçtiğini hissedebiliyordum. “Kimsin lan sen!” Façacı cebinden çıkardığı bıçağı yanağıma yasladı. "Söyle, kimsin sen?”
Yüzüme bastırdığı metalin yakan soğuğunu umursamadan, “Ben,” deyip gözlerinin içine bakarak devam ettim. “İş bitirenim ve sen bunu kaybettiğini göremeyecek kadar aptalsın.”
“Öyle mi?” Façacı’nın sağ gözü seğirmeye başladığında, bana son şansımı verdi. “Biliyor musun Uğru? Bana bir şeyleri göremeyecek kadar aptal olan senmişsin gibi geliyor.” Elindeki bıçağı yüzümde gezdirdi yavaşça. “Mesela yüzünü sevdiğimi bilecek kadar cesur ama bozabileceğimi göremeyecek kadar aptalsın. Ve haklısın. Yüzünü seviyorum Uğru. Onu bozmak,” başını ağırca iki yana sallayarak devam etti. “İnan hiç istemiyorum.” Bıçağın ucunu gözümün altına bastırdığında, “Ama galiba,” diye fısıldadı gözünü üzerimden çekmeden. “Sen benim kadar sevmiyorsun.”
Karşımda bir ayna yoktu ama gözlerimdeki nefreti gören ifadesi bana kendi nefretimin neye benzediğini gösteriyordu. Korkusuzdum. Belki de bu zamana kadar hiç olmadığım kadar korkusuz ve vurdumduymazdım karşısında. Verdiği şansı kullanmayacağımı ikimiz de görüyorduk. Ona göre aptallık olabilirdi ama bunun sebebi aptallık falan değildi. Bunun sebebi akıllanmaktı.
Beni uyandıransa olanlar değildi. Ben yine en iyi olmayı bilirdim çünkü. Ben yine onun gözüne girer, buradaki herkesin önüne geçerdim. Geriye düştüysem yine öne çıkardım. Yapardım bunu. Ama sorun bunların hiçbiri değildi. Sorun, benim en ufak bir düşüşümde üzerimin çizilmesiydi. Ben en iyi olduğumda bile aslında diğerleriyle aynı görüldüğümü fark etmemdi. Onların gözünde benim de herkes olmamdı.
Burada artı biri eksiltmek de eksi biri artırmak da hiç zor değildi.
Bu çöplük koca bir sıfırdan ibaretti.
“Bu kadar çok mu seviyorsun gerçekten yüzümü?” Nefret, öfke, hayal kırıklığı. Bunların bütünü insanın gözünü karartmaya yetip artıyordu. İnsan böyle büyük duygular hissettiğinde kendini bile düşünmüyordu. “O zaman kes gitsin!”
Benim yerimi benden başka kim doldurabilir?
***
İnstagram’dan bana ulaşabilirsiniz..
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
9.53k Okunma |
884 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |