2. Bölüm

BÖLÜM 1

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

 

 

 

İlk bölümden herkese merhaba. Sizi hızla bölüme uğurluyor ve bölüm sonunda sizi bekliyorum!

 

 

Kitaba başladığınız tarihi burada belirtiniz lütfen.

İYİ OKUMALAR

1 KASIM 2020 PAZAR

Kendimi bildim bileli karanlıktan bir kere bile korkmamış aksine karanlıklar içinde yaşamayı kendine ilke edinmiş birisiydim ben. Gecenin en acımasız saatlerinde sebepsiz uyandığım anlarda gece lambasının evdekilerden biri tarafından kapatılmış olduğunu gördüğümde de bir akşam vakti tek başıma odamda otururken ansızın elektriklerin kesilmesiyle de korkmamış bir kız çocuğuydum.

Ya da tüm bunların bir zorunluluktan olduğu gerçeği, aslında en başından beri karanlığın tam orta yerinde acımasızca terk edilmiş bir kız çocuğu olmaya mecbur bırakmıştı beni. Belki de bu yüzdendi karanlıktan korkmamam. Bu yüzdendi kendimi hep karanlıkların ortasında hatırlamam. Bu yüzdendi kendimi karanlıklara alıştırmam. Sadece zorunluluklar içinde bırakılmış olmamdan sebepti ve bu zorunluluklar karanlığı benliğimde ev sahipliğine itmişti.

Yine karanlığı tüm hücrelerimde hissettiğim zamanlardan birindeydim. Gecenin karanlığı acımasızlığını yüzüme vurur gibi tüm şehre hâkim olurken havanın soğukluğunu da yanına partner olarak almış tüm şehirde hakimiyetini sürdürüyordu. Bu hakimiyet karşısında dolu gözlerim, hırpalanmış yaralarla bezeli bedenim ve bedenimdeki yarı yırtılmış yarı bir o yana bir bu yana çekiştirilmekten sünmüş ince kazağım ile tam olarak bir hiçtim. Hiçliğin içindeki milyonlarca hiçlikten sadece bir tanesiydim.

Kara bulutların gecenin karanlığına ev sahipliği yaptığı gökyüzünde mesken tuttuğu zamanlardan birindeydim. Gök gürültüsü, şimşek yoktu. Şiddetli bir yağışta yoktu ama çise adı verilen ince bir yağış hakimdi şehirde.

Koşmalıydım. Evet arkama bile bakmadan koşmaya devam etmeliydim ama cılız bacaklarım bana ihanet edercesine titriyor, bana bu olanağı sağlamıyordu. Gözlerimden kaçıncı olduğunu saymadığım yaşlar hızlıca inmeye devam ederken elimi pürüzlü sokak duvarından çekerek görüşümü netleştirmeye çalışırcasına gözlerimi sildim. Bu da tam bir başarısızlıktı. Acıyla inleyerek birkaç adım daha atmaya kendimi zorlarken aynı zamanda da ne kadar uzaklaşabildiğimi hesaplamaya çalışıyordum. Duraksayıp katettiğim mesafeye baktım. Galiba sadece birkaç sokak uzaklaşabilmiştim. Derin ve koşmaktan dolayı titrekleşmiş soluklarıma ara vermeden yenilerini eklerken biraz daha koşmaya karar verdim. Buradan olabildiğince uzaklaşmalıydım. Ama nereye gidecektim? Beynim işlevini yitirmiş gibiydi.

Acıyla inleyerek rahat nefes alamamamdan sebep öksürük krizine tutulan bedenimi dizginlemeye çalıştım ama nafileydi. Canım acıyordu. Canım çok fazla acıyordu. Hıçkırarak ağlamamı bastırmaya çalışırken pis sokak duvarına elimi geri dayadım ve destek almaya çalışarak zorla birkaç adım daha attım. Ellerimi tırtıklı duvarda sürterek ilerlerken parmak uçlarımda önce yapışkan bir sıvı daha sonrasında sert bir cisim hissettim. Puslu bakışlarımı karşıdan alarak elime çevirirken bu hissin sebep olduğu şeyin duvara yapışık halde duran salyangoz olduğunu fark ettim. Tiksintiyle elimi duvardan çekerken içten içe bildiğim tüm küfürleri sıralıyordum.

"Kahretsin!" diyerek hala daha elimde hissettiğim sıvıyı zaten berbat halde olan kazağıma sürerek sildim ve onu daha da berbat bir hale getirdim.

Köşeyi döner dönmez karşıma çıkan ana cadde gecenin geç saati olduğunu belli edercesine bomboştu. Yol ıssızlığını gözüme sokar gibi önümde öylece sere serpe uzanıyordu. Elimi dayanmak amacıyla koyduğum pürüzlü duvarda kımıldatırken duvarın soğukluğunu hissetmemek imkansızdı. Nefesim iyice sıklaşırken boğazımdan hırıltıya benzer bir sesin çıkmasına engel olamadım. Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver. Geçecek dedim içimden. Tüm bunlar geçecek. Geçmeliydi de.

Tüm acımasızlığıyla esen rüzgârın uğuldayan sesi kulaklarımda çınlarken havanın soğukluğu bedenimi mesken tutmuş, çiseleyen yağmur yavaş yavaş hızını arttırmıştı ve artık bedenimin hiçbir şeye mecali kalmamıştı.

Ağlıyor muydum hala bilmiyordum. Böyle zorlayarak bedenimin nereye kadar gideceğini de bilmiyordum. Nereye gideceğimi de bilmiyordum. Ben hiçbir şey bilmiyordum. Beynim de tüm vücuduma eşlik edercesine uyuşurken ileri doğru sendelemekten kendimi alıkoyamadım. Hiç mi tanıdık birisi, tek bir tanrının kulu geçmezdi sokaktan. Dayanmalıydım en azından kendimi bir alt mahallede oturan en yakın arkadaşıma kadar tutmalıydım. Şu durumda ondan başka gidecek yerim yoktu ki zaten.

Savsak adımlarım belediyenin baştan savma kaldırımlarında yürümeye yeni başlamış bir bebek edasıyla ilerlerken daha iyi nefes alma ihtiyacıyla dudaklarımı birbirinden ayırdım. Akciğerlerime temiz havanın dolmasını beklerken ağzıma doluşan metalik tatla olduğum yerde kasılıp kaldım.

Tamam biliyordum güzel hırpalanmıştım ama bu kadarda olamaz dedim. Ağzımın içine sızıp o iğrenç tadı tüm yoğunluğuyla hissettirecek kadar olamaz. Titrek elim sokağın öksüz duvarından ayrılarak dudaklarımı buldu ve o an en az benim kadar kırık olan parmak uçlarımı yoğun bir sıcaklık hakimiyeti altına aldı. Sımsıkı kapadım gözlerimi. Gerçeklerden kaçmak istercesine, kör olmak istercesine. Titrek ellerimi usulca dudak kenarımdan çekerek göz hizama çıkardım. Göz kapaklarım titredi, burnuma o metalik koku doluştu ve ben gözlerimi açtım.

Sokak lambalarının sağladığı imkanla parmaklarıma bulaşan koyu kırmızı kanıma baktım. Ellerimdeki kendi kanıma baktım ve bu ilk defa karşılaştığım bir manzara değildi, son da olmayacaktı bundan emindim. Kendini hatırlatan gerçeklikle dudaklarımda silik bir gülümseme oluştu. Kim bilir ne zamandan beri kanıyordu yaram da ben ancak fark edebilmiştim.

Hissettiğim yoğun duygu karmaşasına rağmen az çok dizginlemeyi başardığım titreme beni dinlemeye bir son verip şiddetini arttırdı ve acımasızca tüm bedenimi hakimiyeti altına aldı. Yer yerinden oynadı, gözlerim sanki mümkünmüş gibi daha çok doldu ve taşmasına hız kesmeden devam etti. Nefesim kesilmeye başladı sanki arkamdan demir bir tel görünmez eller tarafından boğazıma dolanıp dolanıp çekiliyordu. Bedenimin hakimiyetini iyice kaybederken göz bebeklerimin önüne siyah bir perde indi. Galiba bu perde benim kefenimdi. Ama kefenler beyaz olmaz mıydı?

Kontrolümün son kırıntıları da ellerimden kayıp giderken bedenimin ıslak, soğuk asfaltla buluşmasına engel olamadım. Ben neye engel olabilmiştim ki buna engel olacaktım zaten?

Gecenin karanlığına kara bir pelerin gibi eşlik eden ve sırtıma dökülen simsiyah saçlarım onu taşıyan başımın üzerinde düşmemin etkisiyle önce havada cansızca savruldu daha sonrasında yer çekimine mağlup olarak düşmemin etkisiyle asfaltta birkaç kez sekti. Başımın soğuk asfalta her değişince beynimin içine buzdan bir kılıç sokuluyormuş gibi hissederken karşıdan gelen bir çift araba farı ve acı bir fren sesi hatırladığım son şeylerdi.

Eğer ki ölümüm tam şu anda oluyorsa ben bu hayattan ayrılan, en suskun kız çocuğunun cesedini içinde taşıyan bir bedenden başkası değildim.

***

3 KASIM 2020 SALI

Karanlığın içinde kapana kısılıp kalırsın. Bu bazen hayatın sana vermiş olduğu imtihanlardan birisidir ya da bu karanlık kendi içinin yansımasıdır. Benim için her iki şıkta oluyordu. Kendimi bildim bileli ben hep o karanlığın içinde kapana kısılıp bir şekilde yaşamıştım. Kendi kendimi büyütmüş kendi doğrularımı kendim belirlemiştim. Ben kalabalıklar içindeki bulunduğu yere tezat kimsesiz, dili lal olan o kız çocuğunun ta kendisiydim.

Şimdiyse yine bir karanlığın içindeydim ve bu sorun değildi. Aksine bu o kadar tanıdıktı ki tüm bedenimde hakimiyet sahibi olan sızılar olmasa bu durumumu sorgulamazdım. Ama şu an o güçlü sızılardan sebebiyet sorguluyordum. Bu da neyin nesiydi? Ne olmuştu bana? Neredeydim ben? Bedenimin uzandığı bu konforlu yer benim o huzuru olmayan sözde evimde bulunan her acıma şahit olmasından sebep rahatsız edici yatağım olamazdı.

Her ne kadar acılar içinde kıvranıp cenin pozisyonunda ölmeyi beklemek istesem de merakım ağır basmış ve bu da gözlerimin açılmasına neden olmuştu. Çektiğim acıdan dolayı inleyerek araladığım gözlerimi ilk olarak boydan boya tüm duvarı kaplamış olan camdan gözüken gün batımı karşıladı. Güneşin o can yakıcı kızıllığı uzun süredir karanlıklar içinde kalan gözlerime işkence ederek canımı yakmasıyla hızla oradan kaçırdım ve daha önce hiç bulunmadığıma emin olduğum mekânı taramak istercesine etrafta dolandırmaya başladım.

Tüm duvarı kaplayan camın iki uç kısmında da koyu gri fon perdeler bulunuyordu. Sağ tarafımda bu odadan çıkış için tahmin ettiğim siyahlar içindeki kapalı bir kapı vardı. Kapının hemen yanında yine duvarın büyük bir bölümünü kaplayan bir kitaplık içindeyse sayısını şu anda sayamayacağım kadar çok kitap vardı. Merak içinde kavrulan gözlerim hızını kesmeden sol tarafa doğru kaymaya başladığında gözlerimle kesişen bir çift erkek gözüyle istemsizce hızını kesti ve o gözlerde durakladı.

Karşılaştığım bu yabancı adamla hızlıca uzandığım yerden toparlanmaya çalışıp üzerimdeki yorganı üstümden iteklemeye uğraşırken bedenim ani hareketlerimden dolayı acılar içinde kasılıp kalsa da kendimi zorlayarak en azından oturur pozisyona geçmeyi başardım. Hiç istifini bozmadan bir ruhsuz edasıyla beni incelemeye devam eden bu yabancı istemsizce beni de kendini incelemeye itti. Koca cüssesi ve uzun boyuyla perdelerle uyum içinde olan koyu gri tekli koltuğa rahat bir pozisyonda oturmuş öylece beni izliyor sanki tepkilerimi ölçmek istercesine bana bakıyordu.

Simsiyah saçları, esmer teniyle ilk bakışta dikkat çekici bir güzelliğe sahip olan bu yabancı adamın asıl numarası bunlar değil, ilk bakıştan anladığım kadarıyla ela olduğunu düşündüğüm gözleriydi. Işıl ışıl bakan gözleri gözlerimle kesişmesine devam ettiğinde konuşmak istedim. Dudaklarımı araladığım bu uğurda ilkten sesimi bulamayarak hafif bir öksürükle boğazımı temizlemek istedim ama bu acıyla bedenimin kasılmasına ve inlememe sebep oldu. Bedenimde hâkim olan acıyı görmezden gelerek dudaklarımı bir kez daha araladım ve bu kez zafer benimleydi.

"Sizde kimsiniz ve neredeyim ben?"

Sorularıma şaşırmamış olduğu apaçık ortada olan yabancıyla bakışmayı keserek gözlerimi bedenime indirdim. Altımdaki siyah taytım olduğu yerinde dururken aynısı siyah kazağım için geçerli değildi. Kazağımın yerinde yeller eserken yerini başka bir siyah uzun kollu tişört tamamlıyordu. Bir erkeğe ait olduğu belli olan tişörte bakmaya devam ederken aklıma doluşan senaryolarla gözlerim irice açıldı ve tekrardan yabancıya çevrildi.

İçimden senaryolarımın gerçek olmaması için dualar ederken düşüncelerimi dile getirmekten çekinmedim.

"Sa-sapık mısınız yoksa?"

İlk tepkimin ardından bu tarz bir yaklaşımla karşılaşmayı beklememiş olacak ki bir kadını bile kıskandıracak nizamda olan kaşları havalandı. Tam dudaklarını aralamış bana bir şey diyecek gibi olduğunda sözü yine ben devralarak kendisine fırsat tanımadım.

"Bakın Bay Sapı- ay Beyefendi ben inanın ki öyle şeylere değecek özelliklere sahip değilim yani sizde pek sapık tipide yok ama olabilirsiniz de bu devirde nereden ne çıkacak hiç belli değil amacım size sapıksınız demekte değil ama eğer sapık-"

"Bir yerde susarak bana da söz hakkı tanımayı düşünüyor musun?"

İlk defa duyduğum sesle bu sefer kaşları havalandırma sırası bendeydi. Kelimeleri her ne kadar tam bir İstanbul Beyefendisi tarzında olsa da sesi ve sesini kullanış tonu fazlasıyla sertti. Tamam karşımdaki tam bir soğuk nevaleyi andırabilirdi ama bu kadarda kaba bir biçimde konuşamazdı.

"Anlamadım?" dedim.

"Sapık falan değilim ve eğer sapık olsaydım yolun ortasında bayılmış bir kız çocuğuna olmazdım emin ol." dedi yine aynı kaba ses tonuyla.

"Sapık değilim diyerek de sapık olunmuyordu sanki. Bir de kız çocuğuymuş!" diyerek hiddetle homurdanmaktan alıkoyamadım kendimi. Cümlemin sonunda da 'Hah!' diyerek gözlerimi devirmekten çekinmedim.

"Duydum seni."

Büyük bir yavaşlıkla bir kez daha gözlerimi devirirken içten içe korkmuyor da değildim ama buna rağmen cevap vermede geri kalamadım. "Duyun diye konuşuyorum zaten!" İçten içe başıma daha ne gelebilir diye düşünürken bunun cevabını kendi kendime böyle düşünerek sağlayamayacağımın pek ala bilincindeydim.

"Kimsiniz siz eğer bir sapık değilseniz benim burada ne işim var?" dedim sakin ve uzlaşmacı bir biçimde.

"Hala sapık diyor. Yolun ortasında bayılan sensin asıl sen kimsin?"

Karşımdaki sapık olmadığına inanmayı seçtiğim yabancı adama cevap vermek üzere araladığım dudaklarımı odada yankılanan tiz telefon sesi gerisin geri kapadı. Tüm rahatlığıyla yayvanca oturduğu tekli koltukta hafifçe gerinerek siyah pantolonunun cebinden telefonunu çıkaran yabancıya diktim gözlerimi ve her hareketini dikkatlice izlemeye koyuldum.

Sanki ne yaptığımın farkında olan yabancı bu hareketimden duyduğu rahatsızlığı çekinmeden bana yansıttı ve telefonunun ekranına hissizce bakan gözlerini ekrandan çekerek benim gözlerimle buluşturdu.

"Burada bekle beni geri geleceğim cevabını o zaman verirsin." diyerek ilk başta çıkış kapısı olarak tahmin ettiğim kapıdan çıkarken hala çalmakta olan telefonunu yanıtladı ve böylece sorularımı boğazıma gerisin geri tıktı.

Yabancının odayı terk etmesiyle daha önce nasıl fark edemediğimi anlamadığım bir baş ağrısıyla karşı karşıya kaldım. Hatırladığım kadarıyla başım aldığı sert darbelerden olsa gerek zonklarcasına ağrıyordu.

Neredeydim bilmiyordum ama camdan gördüğüm manzaraya bakılırsa evimin olduğu şehirde olmadığımı tahmin edebiliyordum. Ne kadar süredir baygındım, baygınken başıma neler gelmişti hiçbir fikrim yoktu. Bir şey hatırlamada hatırlamıyordum. Bıkkınlıkla ofladım.

Kısa sayılmayacak bir sürenin sonunda odanın kapısı ilk önce güçsüz bir çalınmanın ardından tekrardan açılırken bakışlarımı kararmaya yüz tutmuş gökyüzünden çekerek kapıya diktim. Elinde bir tepsiyle odanın içerisine giren tahmini kırklarının sonunda olan kadınla karşı karşıya kalırken beni gören kadın kibar gülümsemesiyle elinde tepsisi ile usulca yanıma ulaştı ve yanı başımda bulunan komodininin üzerindeki gece lambasının odayı loş ışığa bulamasına izin verdi.

"Kızım az biraz bir şeyler yiyip bu ilaçları içecekmişsin."

Kadının sözlerinin ardından peşi sıra kucağıma koyduğu tepsiyle bacaklarım sızlasa da herhangi bir tepki vermedim. Gerçekten acıkmıştım ve bunu şu an tepsiden gelen nefis çorba kokusuyla anlıyordum. Sahi en son ne zaman yemek yemiştim?

Bundan daha önemli sorularımın olduğundan emindim bu yüzden bu soruyu es geçerek hala karşımda olan ve büyük ihtimalle bu evin çalışanı olan kadına nezaketen gülümseyip teşekkür ettim. Karşımda benden bir tepki beklerken gözlerinde acıma duygusu olarak adlandırdığım bir bakışla yüzümdeki yaralarımın bulunduğu yerler diye tahmin ettiğim noktalara bakan kadın verdiğim tepkiyle gözlerini benimkilerle buluşturdu. Hafiften dolmuş olduğunu gördüğüm gözleriyle ya da benim yanılmam da olabilirdi bu, gülümseyerek odayı terk etti.

Başıma gelenleri, nerede olduğumu, başıma neler geleceğini düşünmeyi bir kenara bırakıp önümdeki tepsiye odaklandım ve aç karnımı doyurmaya başladım. Belki de ilk defa gerçekten kendim için bir şeyler yapmam gerektiğinin farkına varıyordum.

Çok fazla yorulmuştum. On sekiz yıllık hayatımda ellilerinin sonunda artık ölüme biraz daha yaklaşmış yaşlı bir teyzeden tek farkım yaşımı olduğundan daha küçük gösteren dış görünüşümdü. Oysaki ruhum tamda o yaşlı kadına uyuyordu.

Bu hayattaki imtihanlarımın boyumdan büyük olduğunun farkına varmak çok da bir zamanımı almamıştı. Amacım isyan etmek değildi ama Tanrı hani hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü vermezdi? Ben bu yüklerin altında eziliyordum. Benim bu yüklerin altında canım çıkıyordu. Bu gerçekleri tekrar hatırlamamla boğazımda yumru oluştu ve daha iki üç kaşık aldığım çorbayı yutkunmam imkansızlaştı. Yine de kendimi zorladım ve ağzımın içinde kaç dakikadır çevirdiğimi bilmediğim lokmamı yuttum. Daha fazla yiyemeyeceğime karar vererek son olarak tepsinin kenarındaki ağrı kesici olduğunu düşündüğüm ilaçları tek hamlede ağzımın içine yuvarladım ve su bile kullanmadan umursamazca yuttum. Kucağımdaki tepsiyi yanı başımdaki komodine koyarken yattığım yatağın içinde aşağıya doğru kaykıldım. İyice gömüldüğüm yatağın içinde gözümü kapıya diktim ve yabancı adamın söylediği gibi geri gelmesini bekledim.

Ben yabancı adamın gelmesini gerçekten beklemek istemiştim istemesine de yavaş yavaş ağırlaşan göz kapaklarım ve sızım sızım sızlayan bedenim buna müsaade etmeyerek beni usulca alaca bir karanlığın içine çekme hükmünü çoktan vermişti. Bu hükmü desteklercesine sıcak olan yatak ve yeni yeni farkına vardığım hoş koku beni iyice mayıştırırken ben buna da karşı koyamamıştım.

***

Ertesi güne bir tık daha fazla sızıyla merhaba derken dün gece yabancı adamı beklerken uyuyakaldığımı fark etmemle bu kez dünün aksine ağır hareketlerle yatakta oturur pozisyona geçtim ve sırtımı yatak başlığına dayadım. En azından sapık olmadığını ve bana zarar verme niyetinde olmadığını biliyordum ya da öyle bilmek istiyordum. Tembel hayvan edasıyla kollarımı kaldırıp dikkatli hareketlerle gerindim. Bakışlarımı yabancı adamın dünkü oturduğu koltuğa çevirirken onu tekrardan koltukta dünkü gibi oturur pozisyonda beni izlerken bulmayı asla beklemiyordum.

Artık bir şeyleri konuşmanın zamanı geldiğinin bilincindeydim ve bu kez daha az saçmalayarak bu işi halletmeliydim. Yönümü tamamıyla karşımdaki yabancıya çevirdim.

"Teşekkür ederim." dedim. Titrek ellerim kenar köşede bulduğu güç kırıntılarıyla havalanıp saçlarımı üstünkörü düzeltti.

Konuşmamı bekliyormuşçasına beni inceleyen bakışlarının yönü, sesimi duymasıyla gözlerime çevrilmişti.

"Ne için?"

"Beni orada öylece bırakmadığın için ve şey... Dün biraz saçmaladım galiba onun içinse özür dilerim."

"İsmin ne?"

Teşekkürümü ve özrümü takmayan yabancıya gözlerimi devirmek istesem de kendimi tuttum ve sakince derin derin nefes alarak sorusunu cevapladım.

"Lavinia. Senin ismin ne?"

İsmimi duymasıyla gözlerini iyice gözlerime odaklayan yabancı sanki bir şeyleri çözmek istercesine benimle olan göz temasını sürdürüyordu.

Aralanan dolgun dudakları cevabımı vermek üzereyken odanın kapısı ansızın çalındı ve peşi sıra açılarak konuşmasına engel oldu. Dün akşamki bana yemek getiren kadın kapıdan içeri mahcupça soktuğu başıyla önce benimle daha sonra yabancıyla göz teması kurdu.

"Ares oğlum, çocuklar geldi kapıdalar seni soruyorlar ne diyeyim?"

Sözlerini benden çekinircesine dile getiren kadının bana karşı attığı kaçamak bakışları görmezden gelerek tek bir noktaya odaklandım.

Yunan savaş tanrısı...

İsmi Ares'miş.

İçimden bir ses yankılandı. Tamda ona göre bir isimmiş. Bence de öyleydi. Heybetli gövdesi uzun boyuyla tam bir savaş tanrısını çağrıştırıyordu. Tabi sert ve kaba tavırlarını da ekleyebilirdik bu listeye.

"İşimin olduğunu söyle ve gönder." dedi tek tonla.

"Tamam oğlum."

Kapanan kapıyla bakışlarımı tekrardan yeni tanıdığım bu yabancıya yani Ares'e çevirdim.

"Bunun cevabını sana daha önceden verdiğimi hatırlıyorum."

"Nasıl?"

Hiçbir anlam çıkaramadığım sözlerini düşündüm. Hayır ben bu adamı daha önceden hiç görmemiştim. İsmini de sormamıştım. Hatta Ares isminde biriyle ilk defa karşılaşıyordum yani daha önceden bana ismini söylemiş olması imkansızdı.

Kendisine yönlendirdiğim garip bakışlarımın pek ala farkında olan Ares beni çok bekletmeden konuştu.

"Hatırlamıyor musun? " dedi şüpheci bir tavırla.

"Neyi hatırlamıyor muyum? Bilmece gibi konuşmayı bırakacak mısın?"

"Seni orada bulduğum gece ilk olarak hastaneye götürdüm. O geceyi hastanede geçirdik. Ertesi gün uyandın çok sürmedi uyanıklığın ama hastaneden çıkış yapıp buraya gelene kadar uyanıktın. O zaman da sormuştun ismimi."

Konuşmaya başladığımızdan beri en uzun soluklu konuşmasını yapan Ares'le şaşırmadan edemesem de takıldığım nokta bu değildi.

"Bugünün tarihi ne?" diye sordum bir çırpıda.

Kaç gündür ortalarda yoktum acaba? Sonrasında evi düşündüm. Ne tür kıyametler kopmuştu kim bilir.

Gözlerimi ısrarla dikerek cevap beklerken o, olağanca rahatlığıyla iyice kurulduğu koltuktan cevapladı sorumu.

"4 Kasım Çarşamba."

"Ne!"

O lanet geceyi de sayarsam tamı tamına dört gündür ortalarda yoktum. Allah kahretmesin diye mırıldandım. Başıma daha ne tür belalar açabileceğimi içten içe sorgularken bir şeyler çözmek istercesine bana bakmayı sürdüren Ares'e yeni bir soru yönelttim.

"Şu an neredeyiz peki?" dedim.

"Benim evimde." dedi aynı rahat tavırlarıyla lakin tavırlarının altında yatan şüpheyi görmemek mümkün değildi.

Bu kez gözlerimi devirmeme bile isteye engel olmadım ve sıkkınlıkla nefesimi verdim.

"Şehir?" dedim.

"İstanbul."

Aldığım cevapla şaşkınlığımı bu kez daha baskın dile getirmekten kendimi alıkoyamadım.

"Ne!"

Sesimin ayarını istemsizce kaçırırken İstanbul'da yaşayan birinin buraya birkaç saat uzaklıktaki yaşadığım küçük sayılabilecek şehirde ne işi olabileceğini düşündüm. Tamam dün uyandığımda evimin olduğu şehirde olmadığımızı pek ala fark etmiştim ama ben yan ilçelerden birindeyizdir diye düşünmüştüm. Kaldı ki dikkatlice dışarısını da incelememiştim. İstanbul'da yaşayan bu adamın cidden ne işi olabilirdi benim kenar köşedeki küçük şehrimde?

Tam bu sorumu da dile getirecektim ki bu kez konuşmama Ares fırsat tanımamış kendisi konuşmaya başlamıştı.

"Yeter bu kadar sorgulaman sıra bende."

Ne demek istediğini anlamaya çalışırken o konuşmasına ara vermeden devam etti.

"O hale nasıl geldin?"

Karşı karşıya kaldığım soruyla kasılmadan edemedim. Böyle bir sorunun geleceğini elbette tahmin edebiliyordum ama bir ihtimal diye geçirdim içimden bir ihtimal bunu sorgulamaz ve kalkıp da bana bunu sormaz. Ama düşündüğüm olmamıştı aksine sessizliğimden güç olarak sorusunu yeni bir versiyonla tekrarlamıştı.

"Seni o hale kim getirdi?"

İşte bu nefesimi kesmişti. Tam anlamıyla kasılıp kalmama mâni olamazken nefesimin kesikleşmesi de işin cabasıydı.

Gözlerimi yangından mal kaçırır gibi Ares'in gözlerinden çektim ve karşımdaki tüm duvarı kaplayan cama diktim. Bir çıkış yolu arar gibi temizliği buradan bile belli olan camın ötesinde görülen şehre diktim gözlerimi. Derinden gelen burun sızlamasıyla dolan gözlerimi saklamak istedim. Ve bunun için harekete geçtim. Başımı hafiften iki yana sallayarak uzun dalgalı saçlarımın önüme düşmesini sağladım. Böylelikle eğilmedikçe yüzümü ve gözlerimi tam anlamıyla göremeyecekti.

Hissiz bir gülümseme hâkim oldu dudaklarımda. Kimden neyi saklamaya çalışıyordum. Her şey apaçık ortadayken istemsizce yaptığım bu aciz hareketime sadece hissiz bir tebessüm bağışladım. Sonrasında göz bebeklerimi bir sis bulutu kapladı, dolgun dudaklarım titredi. Gözlerimin esaretinden kurtulan birkaç damla belirgin elmacık kemiklerime doğru yola çıktı ve ben o güne geri döndüm.

***

Flashback başlangıç.

1 Kasım Pazar 2020 Akşam Saatleri

"Kız kalk da azıcık bir işin ucundan tutsana sabahtan beri camış gibi yatıyorsun tüm işi ablan yaptı."

Odama bir hırsla dalan anneme gram şaşırmazken umursamazca göz devirdim.

"Alt tarafı bir tencere yemek yaptı anne abartmasan mı?"

"Bir tencere bir tenceredir senin gibi yatmıyor ya. Hadi kalk çıkarttırma terliğimi.'' diyerek geldiği tarzı bozmayarak bir hışım odamı terk eden annemin arkasından bağırarak konuşmaya başladım.

"Tüm evi süpürüp silen ben, çamaşır asıp katlayan ben. Doğru dürüst ders çalışmama müsaade bile etmediniz be! Ama bir tencere yemek yaparak tüm işi ablam mı yapmış oluyor? Adaletinizi seveyim!"

Ablamı her ne kadar sevsem de şöyle konularda annemin bu tavırlarına içten içe köpürmeden de edemiyordum. Ben sustukça üstüme daha da yükleniyorlardı ve ben susmayı bırakalı epey zaman oluyordu. Bazı konular hariç suskunluğumu sürdürmüyordum.

"Ben oraya gelmeden çeneni kapat ve in şu aşağıya!"

Rabbimden sabır dilene dilene odamdan çıktım ve merdivenlere yöneldim. İnadına terliklerimden pat pat sesleri çıkararak aşağıya inmeye başladım. Bunlar insanı insanlıktan çıkarıyordu ama ailem deyip geçiyordum. Başka bir seçeneğim de yoktu ya orası ayrı bir trajediydi.

Aheste aheste indiğim merdivenlerden sonra adımlarımı aynı modda sürdürerek oturma odasına yönelttim. Tam bir Kraliçe Elizabeth edasıyla giriş yaptığım odada tüm gözler bana döndü. Eksiksiz tüm kadro burada toplanmış kestane ve çay keyfi yapıyorlardı.

"E hani iş?"

Bakışlarımı annemin üzerine dikerek cevabını beklemeye başladım. Aradan geçen üç dakikadan sonra bana dönen annem şükür cevap vermişti. Genelde cevaplamaya tenezzül etmezdi. Böyle saçma bir huyu vardı. Niye cevap vermiyorsun dediğimizde de duymadım diye geçiştirirdi.

"Ablan halletti hepsini. Sende geç kestane yiyeceksen ye seninki masanın üzerinde."

"Bok ablam halletti." diyerek masaya yöneldim.

Bu sırada edepsiz konuşmamdan sebep üstüme dikilen tüm gözlere ters bakış attım. Neyse ki biri bir laf atmamıştı da polemik oluşacak bir ortam oluşmamıştı.

Elime aldığım kestane tabağı ve çay bardağımla tekli koltuğun üstüne usulca tünedim. Kestane aşığı olabilirdim. Kokusu ayrı tadı apayrı bir güzellikteydi. Âşık olduğum kış mevsimine daha da aşık olmamı sağlıyordu.

Kucağıma yerleştirdiğim tabaktaki kestaneler bitene kadar ne başımı kaldırmıştım ne de etrafımda dönen muhabbete kulak kabartmıştım. Büyük bir keyifle yemeyi sürdürdüğüm kestaneler bitince ufaktan üzülmeden edemedim.

Bakışlarımı boş tabaktan çekerek aile fertlerinin tabaklarına diktim. Neredeyse hepsi kestanelerini yemişti biri hariç. Küçük erkek kardeşim. Hemen bir plan yapmalı onun önündeki tabağa el koymalıydım. Hem o kestane sevmezdi ki ona niye tabak verdilerse.

Beynimde bin bir tilki halay çekecek kıvamda takılırken Nabi'yle göz göze geldik. O an kendisine büyük bir sırıtma bahşederek gözlerimle tabağını işaret ettim. Ne demek istediğimi çoktan anlayan canım kardeşim pek bir itirazda bulunmayarak tabağını usulca bana ulaştırdı. Kucağımdaki boş tabağın yerine yenisi dolu bir şekilde gelirken Nabi'ye sulu bir öpücük kondurdum. Tam kucağımdaki enfes güzelliklerle ilgilenecekken duyduğum sesle bakışlarım karşımdaki koltukta yatar pozisyonda televizyon izleyen anneme kaydı.

"Bak kendisininki bitmiş çocuğunkine dadanıyor."

"Yemiyordu ne yapayım ziyan mı olsun nimet." derken ağzıma bir tane kestane atmaktan geri duramadım.

''Bırak yesin Nalan sen ne karışıyorsun." diyerek izlediği televizyondan bakışlarını çekme zahmetine bile girmeden konuya dahil oldu babam.

"Ya çocuğunkini niye yesin Ecevit? Kendi payını yedi zaten."

İçimden ya sabır çeke çeke susmayı zorlukla başardım. Bakışlarımı ekranda oynamakta olan diziye çevirdim. İzlediğim veya izleyeceğim bir dizi değildi ama konusuna hakimdim. Annem sağ olsun sürekli takip ettiği için bilmemek gibi bir şans tanımıyordu insana.

Bir adamın eşini aldatmasının ortaya çıkmasıyla başlayan dizi pek de ilgimi çekmiyor, aksine beni boğuyordu.

Televizyonda oynamasını sürdüren dizideki kadının ekrandaki feryatlarını duyup, çırpınışlarını gördükçe gözlerimin dolmasına engel olamadım. Bunları gördükçe boğazım düğümleniyordu sanki. Bakışlarımı babama çevirdim. Göz göze geldik.

"Allah'tan kadın zeki çıktı da çabucak çaktı ortadaki pisliği. Darısı çakamayanların başına." demekten alıkoyamadım kendimi.

Bunların hepsini babamla göz temasımızı kesmeden demiştim ve babam ne demek istediğimi gayet iyi anlamıştı. Babamın aksine diğer aile fertleri hiçbir şey fark etmeksizin ekrandaki diziyi izlerken gözlerini ilk kaçıran babam olmuştu.

"Zekayla pek alakası yok adam güzel patlak verdi."

Bakışlarımı ağırca babamın üstünden çekerek benim aksime gerçekten diziyle ilgili bir yorumda bulunan ablama çevirdim ve ona değil de babama hitaben konuştum yine.

"Böylelerine adam demek pek doğru olmazda neyse. Bunları bizzat patlatmak lazım öyle kendi kendilerine patlamalarını beklememek gerek."

Ağır ama bir o kadar da yerine uygun olan sözlerimin ardından öfke dolu bakışlarını bana diken babama aynı şekilde karşılık verdim. Daha fazla öfkesini içinde tutamayıp bir patlak da kendisi veren babam dikkatleri üzerine çekti.

"Çok biliyorsun sen kapa çeneni!"

"Kapamıyorum çenemi falan gerçekleri söylüyorum ben burada. Ne oldu da bu kadar öfkelendin?"

Üstüne bu kadar gitmek gibi bir niyetim yoktu ama sanki beni bile isteye kışkırtmak ister gibiydi hareketleri. Damarıma damarıma basıyordu. Hoş kasıtlı bir harekette bulunmasına gerek yoktu nefes alması yeterli bir sebepti bunun için.

"Lavinia!"

"Kız bir şey demedi ki baba bir dur."

Öfkesinden sebep yerinde dikilen babam ablamın araya girmesiyle ayağa kalktı ve bitmiş çay bardağını eline alarak ablama döndü ama bana hitaben konuştuğuna yemin edebilirdim.

"Burada büyükleri varken böyle saygısızca konuşamaz. Az edep!"

Gözlerini bana değdirmeden odanın çıkış kapısına yönelen babamın arkasından bakarken öfkeyle soludum.

"Edebi senden mi öğreneceğim? Senin o adamdan farkı olmayan hallerinden mi? Güldürme beni."

"Senin ağzına sıçarım!"

Galiba bardağı taşıran son damla bu olmuştu. Kuduz köpek gibi bir anda üstüme doğru saldıran baba demeye bin şahit babamdan aldığım tekme darbesiyle kucağımdaki kestane dolu tabak yere düşmüş, elimdeki soğumuş yarısı bardakta olan çayım üstüme devrilmişti.

Aldığım darbeyle oturduğum koltuk hafif bir sallanmayla geriye doğru oynarken odadaki herkes bir anda ayaklanmıştı. Annem ve ablam bir bağırışla babamı benden uzaklaştırırken Nabi korkuyla odada bulunan yemek masasının arkasına saklanmıştı.

Bakışlarım ağır çekimde ilk yerdeki kestanelere sonraysa masanın arkasından bana bakan Nabi'ye çevrilmişti. Sorun yok dercesine küçük kardeşime buruk bir tebessüm armağan ettim. Ama büyük bir sorun vardı. Sonunda daha fazla içimde tutamamış ve uzun bir zamandır omuzlarımda olan bu büyük yükü bomba edasıyla oturma odasının orta yerine bırakıvermiştim. Bıraktığım yükün kat be kat daha ağır halini omuzlayacağımı bilmeden. Omuzlamak zorunda kalacağımı bilmeden.

Dolan gözlerimi saklamak istercesine ayaklarıma çevirdim, derin bir nefes aldım ve titreyen sesimle Nabi'ye seslendim.

"Ablam hadi sen odana git."

Kararsız bakışlarıyla bana bakan küçüğüme güvence vermek istercesine gülümsedim.

"Söz geleceğim yanına ama şimdi git, hadi ablacım."

Dediğimi ikiletmeden yapan küçüğüm koşar adımlarla bulunduğumuz yeri terk etti, peşinden kapıyı kapatarak. Nabi'nin ardından kapıya her ne kadar uzun uzun bakmayı istesem de ağzından köpükler saçarak hala üstüme gelmeye çalışan babama çevirdim bakışlarımı. Sonra onu tutmaya çalışan annem ve ablama döndüm.

"Bırakın gelsin. Ne yapabilirsin ki ha? Döver misin yoksa öldürür müsün?" dedim yapmacık bir tebessümle. Son sözlerimi bizzat babama bakarak demiştim.

"Neler oluyor burada babanla ne biçim konuşuyorsun Lavinia?" dedi annem kızarcasına. Yüzündeki şaşkınlık kızgınlığını bastırıyordu. Bir anda neden ortalığın bu kadar alevlendiğini anlayamamıştı. Ondandı bu şaşkınlığı.

"Bir bok olduğu yok çok şımarttım tepeme çıkarttım bu orospuyu!"

Sabrım tam anlamıyla burada tükenmişti galiba ama son sabır kırıntılarımı da kullanarak ilkten sadece kahkaha atarak karşılık verdim. O kadar çok güldüm ki bana deliymişim gibi bakmaya başladılar. Olabilirdi. Delirtmiş olabilirlerdi beni. Şaşırmazdım.

"Burada orospu ben mi oluyorum yoksa annemi aldattığın şırfıntı mı? Ha baba söyles-"

Sıradaki darbe beklediğim gibi ama hiç beklemediğim bir anda yüzüme gelmişti. Sağa savrulan başımı toparlamaya fırsat bulamadan yere fırlatılmamın etkisiyle kendimi koruyamadım. Oturma odasında başımın yemek masasının köşesine vurmasıyla çıkan ses yankılanırken şoktan ilk çıkan ablamın babamın koluna asıldığını hatırlıyorum. Ama bu yetersiz gelmiş olacak ki karnıma ve sırtıma yediğim tekme darbeleri duraksamıyordu. Hem darbelerini acımasızca bana sunmaktan çekinmiyor üstüne zehir zemberek diliyle hakaretlerini sıralıyordu. Zaten ablamın gücü nasıl yeterdi ki böyle bir şeye.

Annemse şok içinde bulunduğu yerde kalakalmış babamın bana armağan ettiği darbeleri izlediğini gördüm. Neye bu kadar şaşırmış olabilirdi? Hangi şok karşısında çocuğunun dövüldüğünü görmesine rağmen kendisine gelip çocuğunu kurtarmasına mâni olabilirdi?

Gözlerimin önünde siyah noktalar uçuşurken düşündüm. Bir insan ömürlük eşini nasıl aldatırdı? Canından kanından olana nasıl böyle içi acımadan vurabilir? Nasıl bir anne evladının bu hallere düşmesine izin verirdi? Nasıl evladının bunca yük altında ezildiğini görmez, günden güne eriyip yok olduğunu anlamazdı?

Elim kasıklarıma doğru giderken yeminler ettim kendi kendime. Sözler verdim içten içe. İleride, eğer ki ileride anne olursam dünyanın en iyi, en güçlü, en özenilen, en anlayışlı, en mükemmel annesi ben olacaktım. Annem gibi bir anne olmayacaktım. Bunun için yeminlerimi ardı arkasına sıraladım. Çocuklarımı kendi doğrularımla yetiştirecek ama asla onlara baskı yapmayacaktım, onların kendi doğrularını oluşturmasına izin verecektim. Onlara kendilerini anlatması için sonsuz fırsatlar tanıyacak, onları en iyi ben anlayacaktım. Bunlar ve daha niceleri için yeminlerimi sundum önce Tanrıya sonra kendime daha sonra doğmamış çocuklarıma.

Düşüncelerimin derinliklerinde kaybolduğum saniyelerde annemin çığlığı yediğim darbeleri durdurdu.

"Yeter!"

Etrafımda neler dönüyordu anlamıyordum ama biraz olsun kendime gelmemi sağlayacak darbesiz bir zaman tanımıştı bana. Ne zaman kapattığımı bilmediğim gözlerimi usulca araladım. Bana doğru uzanan ellerle irkilsem de ablam olduğunu anladığımda ondan destek alarak zorlukla ayaklandım. Dengem şaşmış vaziyetteydi. Annemin ağlayarak bir hışım odadan çıkmasıyla vakit kaybetmeden babamın da peşine takıldığını gördüm göz ucuyla.

Zar zor bulduğum sesimle ablama döndüm.

"Annemi yalnız bırakma o adamla."

"Ama se-"

"Ben başımın çaresine bakarım sen anneme ve Nabi'ye sahip çık. Git hadi." diyerek son güç kırıntılarımı kullandım ve ablamı ileri doğru iteledim.

Yardıma en çok benim ihtiyacım varken ben yine kendimi feda ettim. Yine ve yine.

Oradan oraya savrulmamdan sebep odanın bir köşesinde bulduğum telefonumu elimden geldiğince hızlı hareketlerle bol kazağımın derin cebine yerleştirdim. Bir an önce çıkmalıydım buradan. Üst kattan bağrışma sesleri geliyordu ve bu benim kaçmam için güzel bir fırsattı. Şoktan ve aldığım darbelerden sebep titreyen bedenime son sözlerimi geçirdim. Göz bebeklerimin önünde uçuşan siyah noktaları görmezden gelerek dış kapıya bin bir güçle ilerledim.

Ve ben bu evden gittim. Kaçıncı gidişimdi bilmiyordum ama eninde sonunda geri geleceğimi bilerek gittim. Kendi enkazımı toparlayıp arkamda en az kendim kadar büyük bir enkaz bırakarak gittim. Bedenen kalıcı bir gidiş olmayabilirdi bu ama ruhumun yıllar evvel ebediyen gittiği bu evden bende gidişimin kalıcı olmasını umarak gittim.

Flashback bitiş.

***

4 KASIM 2020 ÇARŞAMBA SABAH SAATLERİ

"Lavinia?"

Dolmuş bir biçimde hissizce karşıya dalmış gözlerim, adımın seslenmesiyle irkilmemden sebep birkaç damlasını daha feda etti.

Ağır çekimde bakışlarımı daldığım noktadan çekerek Ares'e çevirdim. Büyük bir hissizlikle tavrımı sürdürürken bakışlarımızın kesişmesine izin verdim. Gözlerimde gördüğü şey neydi bilmiyorum ama çatık olan kaşlarının daha da çatılmasına neden olmuştu. Bir şeyler anlamıştı bunu gözlerinden çıkarmak pek de zor değildi. Ama tahminlerinde pek de emin gibi durmuyordu bu yüzden benden bir adım bekliyordu. Lakin beklentisini karşılayamayacak kadar yorgun bir kızdım ben. Ona tüm bu olanları anlatamayacak kadar yorgun ve güçsüzdüm. Zaten tüm bunları anlatmak isteyende yoktu.

Benden bir şeyler çıkmayacağını anlamış olmalıydı ki sıkkınca nefesini verdi. Öne doğru kaydı ve böylelikle aramızdaki mesafede pek bir önemi olmayacak yakınlaşma yaşandı. İki elini birbirine kenetledi. Aramızda hala daha fazla bir mesafe hakimdi. Derin bir soluk alırken pes etmediğini belirtircesine sorusunu hatırlatmak ister gibi konuştu.

"Soruma bir cevap bekliyorum?"

Çok ısrar etmişti madem cevabını vermemek olmazdı öyle değil mi? Bir cevabı hak etmişti. Yüzüme küçük bir kız çocuğunun ilk aşkı olan babasının kendisine asla göstermediği ilgi ve şefkati başka bir kız çocuğuna verdiği anı görmüş olduğu zamandaki burukluğunu yerleştirdim. Israrla bakmayı sürdürdüğü gözlerimi gözlerinden kaçırmayarak hissizce mırıldandım.

"Babam."

Ben tüm gücüm çekilmişçesine sadece bir mırıltıdan ibaret bir cevap vermiştim. O ise karşımda aldığı cevapla sanki bir fırtınanın ortasında kalakalmış gibi kasılıp kalmıştı. Oysa ben sadece mırıldanmıştım. Bir mırıltı nasıl bir fırtına etkisi yaratabilirdi ki?

-BÖLÜM SONU-

 

 

 

Ay heyecan içerisindeyim! Bölümü nasıl buldunuz?

 

Beğeni ve yorum yapmayı unutmayın. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

Bölüm : 19.09.2024 17:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...