
Bölüm sonunda sizi bekliyorum!
İYİ OKUMALAR
9 Ocak Cumartesi.
Balın içerisine hem tereyağı hem kaymak hem de ceviz katmayı kim akıl etmişti bilmiyordum. Bu çok saçma bir karışımdı ama aynı zamanda da çok lezzetliydi. Bunu ilk kez annemde görmüştüm. Tabi daha öncelerinde bal-ceviz ya da bal-tereyağı ikilisini başka yerlerde de görmüştüm ama hiçbir yerde dörtlü bir karışıma denk gelmemiştim.
Annemin bunun için kendisine özel bir fikir olduğunu söylediğini hatırlıyorum. O zamanlar annemi bu fikrinden ötürü aşırı yaratıcı bulduğum doğruydu. Ama bunu bizim dışımızda yapan illaki birileri vardı her ne kadar ben daha hiç görmesem de.
"Nimete şöyle bakmayı keser misin? O zehir değil enerji deposu."
Elimdeki çayımdan büyük bir yudum alırken bakışlarım Ares'teydi. Saat öğlene yaklaşıyordu ve bugün hafta sonu olduğundan biraz pineklemiştik. Şuansa kahvaltı sofrasındaydık. Ares'in bakışları benim hazırladığım bal tabağındaydı. Kibar teyzeyle kahvaltı sofrasını kurarken dışarıdaki fırtınalı hava aklıma bu tabağı getirmişti.
O böyle havalarda mutlaka kahvaltı sofralarında bu tarz besin deposu tabakları hazırlar ve bulundururdu. Ailesine karşı ilgisi pek olmasa da bu tarz işlere oldukça ilgili ve yatkındı. Fazlasıyla becerikliydi de. Eli çok lezzetliydi. Bu konuda ben tamamıyla ona benziyordum.
"Bu tarz tarifleri nereden buluyorsun?" diyen Ares bakışlarını diktiği tabaktan çekerken bana döndü. Kahvaltının sonlarındaydık. Ben doymuştum bile sadece çayımı içiyor ve bu süreçte Ares'e sofrada eşlik ediyordum.
"Daha önce hiç görmediğin şeyler yaratmışım gibi davranıyorsun." dedim homurdanırcasına. Bu tavrı ilk değildi. Bizim eskiden sıklıkla yaptığımız yemek tariflerini burada her yaptığımda aynı tepkiyle karşı karşıyaydım. Belki benim yaptığım şeyleri ilk defa görüyor değildi ama farklı buluyordu. Buna şaşırmıyordum çünkü her evin mutfağı farklıydı. Herkes kendi el lezzetiyle bir şeyler yapıyordu ve bu da yapılan her yemeği özel ve farklı kılıyordu.
"Bu tabağı ilk defa görüyorum." dedi bana itiraz edercesine.
"Seninle o kadar kahvaltıya gittik. Neredeyse gittiğimiz her yerde bu tarz tabaklar vardı." dedim bende aynı itiraz tavrını ona göstererek.
Elindeki taze ekmeğe sürdüğü dörtlü karışımdan ilk lokmasını alırken bana bir süre cevap vermedi ve ağır ağır ağzındaki lokmayı çiğnedi. Çene hatları ne kadarda belirgindi. Hele elmacık kemikleri. Güzeldi. Erkek güzeliydi.
"Olabilir ama seninkiler farklı. Daha güzel."
Duyduklarım karşısında yüzümde samimi bir tebessüm oluşurken başımı hafif sola eğerek ona baktım. "Afiyet olsun."
Düşünüyordum. Kaç gündür gece gündüz düşünüyordum ve nasıl olurda tüm bunların birer sanrıdan ibaretti anlayamıyordum. Aslında sebebi biliyordum ve anlıyor gibi de olabilirdim ama kalbim tüm bunlara inanmayı reddediyordu. Aklım almıyordu. Kalbim çok saftı ve hala daha akıllanmamıştı. Beynimse içten içe bana gülüyordu. Bu aşağılayıcı bir gülüştü.
Bakışlarımı terasa açılan camdan kapıya çevirirken derin bir iç çektim. Dışarıda gerçekten de bir fırtına vardı. Gökyüzü kapalıydı ve tonu genelde beyaz ve açık gri olsa da yer yer koyu grilerde mevcuttu.
"Kar yağıyor." diye mırıldandım. "Oldukça iri ve sık yağıyor. Tutar mı sence?"
Konuşmamla Ares'in de bakışları dışarı kayarken orada çok oyalanmadı ve arkasına yaslanarak bana döndü. "Bilmem pek sanmıyorum." dedi.
"Bizim orada şu an kar çoktan tutmuştur. Hatta ayak bileğini bile geçiyordur." dedim hevesle Ares'e.
Oturup da Ares'e hiç eski yaşantımı anlatmışlığım yoktu. Onunda aynı şekildeydi ama bazen yeri geldiğinde bu tarz paylaşımlarımız olmuştu ve olmaya da devam ediyordu. Her şey yeri geldiğinde bizden izinsiz dilden dökülüyordu ve biz böyle böyle baya bir şeyler paylaşmıştık birbirimizle.
"Karı bu kadar seviyorsan kış bitmeden Uludağ'a ya da Palandöken'e gidelim." dedi oldukça sıradan bir şeyden bahseder gibi.
Işıldadığına emin olduğum bakışlarımı elimdeki çay bardağına çevirirken belli belirsiz mırıldandığım birkaç kelimeyle geçiştirdim onu. Hevesimi görmesini istemezcesine bakışlarımı bir müddet ısrarla ondan kaçırdım. Bir şey demedim.
Onunla birkaç gün Uludağ kaçamağı yapmak oldukça güzel olurdu ama bu şu anda oldukça imkansızdı. Kendimi daha fazla kandıramazdım. Babamdan sonra aldığım bu kararın sonuna kadar arkasındaydım. Babam benim kendimi ilk ve son kandırışımdı. Dahası yoktu. Olmayacaktı. En azından ben bunun için elimden geleni yapacaktım. Hatta daha fazlasını bile yapabilirdim.
Bunun için ne kadar ileri gidebilirdim? Kesinlikle sonuna kadar...
Ares ve ben. Bizim bu yakınlaşmalarımız ve samimiyetimiz oldukça hoştu. Benim için birçoğu ilkti. Mesela aynı yatakta sarılarak uyumak. Ama olmazdı. Bizden olmazdı.
Bu gerçek beni ne kadar sarssa da şimdilik belli etmemeye çalışıyordum. Daha sonrasında bunun acısını çekmek için çok fazla vaktim olacaktı ve kendimi o zamana saklıyordum. Tutuyordum. Bazen geceleri dayanamayıp ağladığım oluyordu ama onlarda benim elimde olan bir şey değildi. Yılların birikmişliğini üzerimden bir türlü atamıyordum. Sanki ruhum bedenimi terk etse ancak kurtulurmuşum gibi geliyordu.
Son demlerimdeydim. Son güç kırıntılarımı kullanıyordum. Yıkılacaktım. Bu kez toparlanabilir miydim bilmiyordum. Toparlanmak için artık bir sebebim yoktu.
Mavi Gri'nin O Ben Olamam şarkısında 'Uğradığım ihanete gücüm yetmedi.' dediği yerdeydim. Ama öyle güzel rol yapıyordum ki son birkaç gündür bunu kimse fark etmiyordu. İlk kez birinin beni anladığına inandıran bu adam bile. Sona yaklaşmıştık. Bu benim kendi ellerimle yazdığım bir son dahaydı lakin bunun diğer yazdığım sonlardan bir farkı vardı ki o da bu son bilinçli bir biçimde yazdığım bir sondu.
Ben artık aşkta, arkadaşlıkta ve hayatta cümlenin sonunu gördüğümde noktayı virgül yapmaya çalışmıyordum. Akıllanmış mıydım yoksa sadece yorgun muydum bilmiyordum ama ilk seçeneğin olmasını içten içe çok istiyordum.
"Lavinia?"
Bana seslenen adama çevirdiğim bakışlarımla gerçek dünyaya dönerken düşüncelerimi geri plana itmeye çalışıyordum.
"Telefonun çalıyor?" Soru sorarcasına dediği şeyi ilk başta anlamazken birkaç saniye sonra gelen idrakla telefonumun melodisi kulaklarıma ulaştı.
"Dalmışım." derken hızla masanın üzerindeki telefonumu elime aldım. Arayan Tamay'dı. Buraya mı geleceklerdi acaba? Neden arıyordu ki?
"Efendim." diyerek yanıtladığım telefonla oturduğum sandalyeden ayaklanırken Ares'in sorgu dolu bakışlarını görmezden gelmeye çalıştım.
"Ne yapıyorsun lavkuşum?"
Elime aldığım birkaç tabakla mutfak tezgahına giderken yanıtladım Tamay'ı. "Kahvaltı yaptık şimdi oturuyorduk öyle. Sen ne yapıyorsun?"
Elimdekileri tezgâha koyduğum esnada yaptığım hatanın farkına varırken bir anda hareketlerim duraksadı. Kız bana ne yapıyorsun demişti ve ben kalkıp kahvaltı yaptık demiştim, oturuyoruz demiştim. Kız sadece beni sormuştu bizi değil! Zaten biz diye de bir şey yoktu.
Neydi bu böyle? Bir anda yerlerde olan moralim iyice dibe batarken derin bir nefes aldım ve telefon ahizesinden gelen sese kulak vermeye çalıştım. Bugün son gündü ve benim güçlü olmam gerekiyordu. Her şey bitecekti.
"Ay ben ne yapayım kuşum Bars'ı bekliyorum alışverişe gideceğiz. O zamana kadar vakit geçsin diye seni arayayım dedim bir."
"İyi yapmışsın." derken masaya geri dönmeye başladım. Nasılsa kahvaltı faslı bitmişti o yüzden masayı toplamamda bir sakınca yoktu. Ulaştığım masayla ortadaki bitmiş kuymak tavasını elime aldığımda Ares'in sessizlik içerisinde ısrarla beni izlemeyi sürdürmesine kısa bir bakış attım.
Kiminle konuştuğumu merak eder bir hali vardı ama ağzını açıp da herhangi bir şey de sormuyordu. Aldığım tavayla arkamı ona dönerek tekrar tezgâha gidecekken mutfaktan içeri giren Kibar teyzeyle göz göze geldim.
"Bırak ben toplarım kızım." diyen kadına sadece bir baş hareketiyle onay verirken elimdeki tavayı hızla tezgâha koydum. Ares'i şu anlık biraz geri plana atıp kendimi toplamam gerekiyordu ve Tamay şu anda benim için iyi bir kaçış yolu olmuştu.
"Dün gece neler öğrendim babamdan bir bilsen." diyen neşeli sese odaklanmaya çalışırken mutfağı terk ettim. Tabi sırtımdaki dik bakışları umursamamaya çalışarak.
"Neler öğrendin?" derken olabildiğince ilgimi Tamay da tutmaya çalışıyordum.
Kafamın içi normalinden kat be kat fazla düşünceyle doluydu ve bu da odaklanmamı gittikçe zorlaştırıyordu. Zihnimin arka planında 'Bu Gece Son' şarkısı çalıyordu. Bu duruma yüzümü buruşturdum.
Oturma odasına girerek ikili koltuğa yöneldim ve doğruca oraya uzandım. Salık saçlarımı koltuğun kolçağından sarkıtırken Tamay'ın bu kadar neşeyi nereden bulduğunu sorguluyordum.
"Yaptığınız işleri yayınladığınız platformun takipçisi gün geçtikçe artıyormuş ve bununla doğru orantıda yapılan bağışlarda artıyormuş! Babam çok iyi işler çıkarıyorlar dedi."
Derin bir nefes içime çekerken gözlerimi sıkıca yumdum ve bir süre böyle kalmaya karar vererek hemen geri açmadım.
"Buna sevindim."
"Ay bende bende! Dedem yardım departmanını büyütmeyi düşünüyormuş galiba. Böyle giderse ekibe birkaç kişi daha eklenilebilir demiş."
"Ya öyle mi?" derken 'ya' kelimesini biraz uzatarak demiştim.
Elbette ki bu durum beklenen dedenin işine gelirdi. Geçen gün kafeteryada finanstan birileriyle konuşan Oğuzhan'ın sohbetine şans eseri kulak misafiri olmuştum. Aralarında pazarlamadan birileri de vardı. Yardım departmanının sosyal medyasının yarattığı yankılar onlar için fazlasıyla iyi reklamlar oluşturmuştu ve son zamanlarda artan mücevherat satışlarının yanı sıra buna ek olarak ayrıca gelen özel siparişlerin artışını da konuşuyorlardı.
Yardım departmanının sosyal medya kontrolüne ben elimi attıktan sonra artan etkileşimin pek ala farkındaydım. Benden önce genellikle işlere odaklandıklarından bağış kısmının artış olayına pek kafa takmadıkları bir gerçekti. Sadece Sancaktarların ve onların çevresinin yaptığı bağışlarla idare etme ve bu bütçe doğrultusunda ilerleme kafasındalardı. Tabi arada kendilerince bağışçılar buldukları elbette olmuştu ama tüm bunlar ben geldiğimde tamamen değişmişti.
Aden Sancaktar'ın yaptığı işleri satırı satırına incelediğim zamanlarda fark ettiğim bir ayrıntı vardı ki o da şuydu: Ne kadar çok güçlü bağışçı bulursan o kadar çok güzel işlere imza atarsın.
Yardım departmanındakilere bunu aşılamayı ilk girdiğim günden beri yapıyordum. Geçen zamanla da başardığımı görebiliyordum. Yeri geldiğinde bütçe nedeniyle yapamadığımız her bir planın ardından daha da hırslanıp daha güzel şeyler yapmak adına çabalıyordum. Tüm bunların bir sonucu olmalıydı ki olmuştu da. Dikkat çekmiştik. Daha doğrusu Sancaktar Mücevherat çekmişti bu dikkati.
Tüm bunlar tabi ki böyle anlattığım gibi basitçe olmamıştı maalesef. Baycan'la kaç kere karşı karşıya geldiğimi saymamıştım. Hatta onun beni işten attırma düşüncelerini bile duymuştum. Lakin onun için bu kısım biraz imkansızdı çünkü ben patrondan torpilliydim. Bu bir gerçekti. Her ne kadar hoş bir durum olmasa da ve ben bununla gurur duymasam da benim de durumumum pek iyi olduğu söylenemezdi. Bu durumda torpil olayına sesimi çıkartmamam pek ala anlaşılabilirdi. Çünkü en dipteydim ve bunun bir altı daha yoktu benim için.
"Öyle öyle."
Kolçaktan sallanan saçlarımı boştaki elimle karıştırırken hissettiğim hareketlilikle gözlerimi araladım. Ares mutfaktan çıkmış koridorda ilerliyordu. Oturma odasının kapısının önünden geçerken buraya bir an olsun bakmazken Tamay'a hitaben konuştum.
"Senin çizim yapman gerekmiyor muydu?"
"Şu anlık benlik bir şey yok kuzum ya. İşleri diğer tasarımcılar hallediyor." diyen Tamay'la kaşlarım havalandı.
"Önemli birçok özel tasarım siparişi geldi demiştin?" dedim soru sorar bir biçimde.
"Geldi geldi de benden daha iyi daha profesyonel tasarımcılar var şirkette. Bunların bana bırakılmasını beklemiyorsun herhalde." dedi derin bir soluk vererek.
Verdiği bu cevabı beklemiyordum. Kaşlarım çatıldı. Tamay'da bu durumdan pek hoşnut değilmiş gibiydi.
"Sende gayet iyisin." diyerek onu bir nebzede olsa teselli etmek istedim. Hoş bu dediğim yalanda değildi. Tamay'ın tasarımları oldukça iyiydi.
"Sağ ol kuzum biliyorum da işte dedemler pek öyle düşünmüyor."
"Nasıl yani?"
Onun canını sıkan bu durumu biraz olsun açmasını isterken hafiften yerimde toparlandım.
"Biz henüz bu sektörde birkaç yıldır varız ve dedem önemli işlerde bize pek bir söz hakkı sunmuyor." dedi.
"Siz?" diyerek bu durumda kimlerin olduğunu öğrenmek istedim.
"Ben, Tamer ve arada da Bars."
Peki ya Ares? O bu durumda hangi konumdaydı?
"Bu biraz saçma değil mi? Sonuçta bunun okulunu okuyup işe başlamışsınız zaten. Neden önemli işlerde de yer almayasınız?"
Her ne kadar haddim olduğunu sanmasam da merakımın ağır basmasıyla bu aile meselinin içerisine iyice girmekten geri duramadım.
"Bence de öyle ama işte gel gör ki büyükler tarafında durum böyle değil. Her ne kadar hepimizin kendimizce yetenekleri olsa da tecrübemiz pek yok. Bir tek Ares hariç. O çocukluğundan beri şirketin içerisinde olduğundan bir tek bu durum onda böyle değil."
Bu konu hakkında bazı tahminlerim olsa da hiçbirini dile getirmedim ve işin aslını açıklaması adına Tamay'a bir soru daha yönelttim.
"Ares ne kadardır bu işlerin içinde olabilir ki sizden farklı olarak?"
"Yengemle amcam öldüğünden beri desem yalan söylemiş olmam. Biz parklarda oynarken, arkadaşlarımızla gezip tozarken o dedemle hep şirketteydi. O zamanlar bunun onun kendi tercihi olduğunu sanmıyordum, hoş şu anda da yeterince büyük ama hala daha öyle olduğunu sanmıyorum. Dedem işte. Onu zorunda bıraktığı konulardan sadece birisi şirket."
Beklenen dede ya da Demiröz artık her neyse gittikçe sinir bozucu ve nefret etmeye başladığım birisi olmaya başlamıştı.
Onun zoruyla Ares'in daha hangi zorundalıklara maruz kaldığını düşünürken aklıma mezarlığa gitmeden önce yaptığımız kahvaltı geldi. Orada bana ne demişti?
Flashback başlangıç.
"Sen hangi üniversiteden mezundun?" diyerek saçma bir yerden konuyu değiştirme ihtiyacı hissettim.
"Boğaziçi Üniversitesi." dedi o da boğazını bir yudum çayla ıslatırken.
"Baya iyi." diye mırıldandım ve ekledim. "İşletmeydi değil mi?"
"Evet."
Ağzıma tıkıştırdığım birkaç lokma sonrasında büyük bir dilim patates kızartmasını da komple ağzıma atarken konuştum. "Üniversite hayatı nasıldı?"
Hep o kazandığım üniversiteye gitseydim neler olurdu, nasıl bir hayatım olurdu diye düşünmeden edemiyordum. Belki babamın ihanetini açığa çıkartmazdım belki annem ölmezdi belki iyi kötü bir ailem olmaya devam edebilirlerdi.
"Normal hayatımdan pek bir farkı yoktu açıkçası benim için." diye mırıldandı Ares. Her ne kadar mırıldanmış olsa da gür sesinden dediği şeyler oldukça net anlaşılmıştı.
Elindeki çatalı tabağının kenarına koyarak arkasına yaslanırken eline yeni doldurulmuş çay bardağını aldı. Bakışlarını gözlerimde sabitlerken karşımdaki yakışıklı suretinin tekrardan farkına varmak nefesimi anlıkta olsa kesmeye yetmişti. Ara ara onun yanımdaki varlığını fark ettiğimde nefesim kesiliyordu. Çok uzun olmasa da kısa sayılamayacak bir süredir birlikteydik ve benim için yanımdaki varlığı hala daha inanılmaz geliyordu tıpkı o gece hastane odasında yanında kalmam adına yaptığı teklifte olduğu gibi.
Bizim oralarda onun kadar yakışıklısı var mıydı bilmiyordum. En azından ben öyle birisini görmemiştim. Hem yakışıklı hem uzun boylu hem yapılı vücutlu olup üstüne bir de zengin olmak tanrının Ares'e büyük bir lütfu olmalıydı.
"İllaki farklı bir şeyler olmuştur." diyerek Ares'i yanıtladım büyük bir ısrarla. Kendi yaşayamadıklarımın yanı sıra onun yaşadıklarını da delicesine merak ediyordum. Aslında onu kendi yaşayamadıklarımdan da çok merak ediyordum.
Sözlerimin peşine bir süre düşünürmüş gibi yaptı. "Aslında farklı bir şey var gibiydi." dedi.
"Ne?" dedim büyük bir heyecanla. Onun hakkında öğreneceğim her yeni bir bilgide kalbim ritminin düzenini bozmaya başlamıştı. Neden böyle yapıyordu ki?
"Okula gidiyordum." dedi büyük bir keyifle. Onun suratında yandan bir gülüş belirirken benim hevesim bir balon gibi sönmüştü.
"Komik misin?!" diye homurdandım arkama yaslanırken. Gerçekten de bir şeyler diyecek diye beklemiştim.
"Hayır oldukça ciddiyim." dedi suratındaki gülümsemeyi bozmadan.
"Üniversite okurken okula gitmen kadar normal bir şey olamaz bunun nesi farklı?" dedim yine aynı homurdanmamı sürdürürken. Ses tonumdan buram buram isyan akarken o benim bu hallerime ışıltılı gözlerle bakıyordu. Gözlerinde gördüğüm o ışıltı halimden aldığı keyiften olsa gerekti.
"Benim için farklıydı. Üniversiteden önce okula pek gitmezdim." dedi. Çok normal bir şey anlatırmış gibi bir de sözlerinin sonunda omuzunu hafiften silkti.
Sözlerinden pek bir şey anlamazken merakla kaşlarım çatıldı. Oturduğum sandalyede hafifçe dikleşirken birazcık masaya doğru yaklaştım.
"Nasıl? E lise, orta okul falan okumadın mı?"
"Okudum ama çoğu evde özel hocayla falan." dedi hala daha çok normal bir şeyden bahsedermiş gibi.
Vay anasını der gibi ağzım açılırken başımı anladım dercesine salladım.
"Senin durum apayrı bir VIP imiş."
Flashback bitiş.
O zaman pek anlam veremediğim bu konuşma şu anda Tamay'ın anlattıklarıyla anlam bulurken içimin acıdığını hissettim. Bu acı onun acısından başka bir şey değildi. VIP dediğim durumun aslında bir ızdırap olduğunu kim bilebilirdi? Ben bilememiştim. Sonrasında o günde gezindim düşlerimde. Aklıma mezarlıktaki konuşmamız düştü.
Flashback başlangıç.
Sessizlik içerisinde ne kadar süre orada öyle kaldık bilmiyordum ama en sonunda bedenim soğuktan belirgin bir şekilde titremeye başladığında Ares ailesiyle sessiz bir biçimde vedalaştı ve biz geldiğimiz yolu aynı şekilde geri dönmeye başladık.
Onu tanıdıkça fark ettiğim bir ayrıntıyı kendisiyle paylaşmak için yanıp tutuştuğumu arabaya bindikten sonra fark ettim ve bunu daha fazla içimde tutmadım.
"Sen benden daha güçlüsün." dedim pat diye direkt konuya girerek ve ardından devam ettim. "Bende kolay şeyler yaşamadım bunun farkındayım ama sen çok ayrı bir şeysin ve benden daha güçlüsün. Ben senin yerinde olsam galiba delirirdim ki hoş şu anda da pek akıllı olduğumu söyleyemem."
Bir anda gelen itiraf karşısında bir süre duraksayan Ares bana yüzünde buruk bir tebessüm varken kısa bir bakış attı.
"Başka seçeneğim yoktu."
Flashback bitiş.
Ben farkında olmadan itiraf ettiği zorundalıktan sadece birisiydi bu durumda. O anlar zihnimde yankılanırken içimin onun adına bir kez daha acıdığını hissettim.
İstemsizce aklıma daha bir sürü şey düşerken en son Demiröz'de yenilen yemek gecesinde kaldım. İçimdeki acı sönmek bir yana dursun daha da harlanırken bedenimi saran öfkeyi kontrol etmek adına derin bir nefes aldım.
Geldiğimiz duruma gözlerim dolu dolu bakıyordum ama bunu ben dışında kimse görmüyordu. Böyle olmamalıydı. Bir süredir olanlara diyebildiğim tek şey buydu. Nasıl olmalıydı bilmiyordum ama öyle olmamalıydı...
Kulağımdaki telefon ahizesinden gelen sesle Tamay'ın varlığını anımsarken kendimi hızla toparladım. Delicesine bağıra bağıra ağlama isteğimi, bu dünyaya olan öfkemi kusma dürtülerimi ve isyan çıkartmak isteyen yanımı susturdum.
"Dünya burası, imtihanlar dünyası. Aksini düşünmek ve toz pembe hayaller kurmak aptallık olur." demekle yetindim sadece.
***
You gave me a shoulder when I needed it.
You showed me love when I wasn't feeling it.
You helped me fight when I was giving in.
And you made me laugh when I was losing it.
Mırıltı şeklinde eşlik ettiğim şarkı nasıl oluyor da hem bedenimi acıya boğarken hem de huzuru hissettiriyordu? Bilmiyordum.
Derdimi anlatacak kadar İngilizce bildiğimden yabancı şarkıları iyi kötü bir şekilde anlayabiliyordum ve bu sözler fazla güzeldi. Kaldı ki dertlerimin çokluğundan İngilizce seviyemin oldukça iyi olduğunu anlayabilirdiniz. Tabi bunda lisedeyken aldığım özel derslerinde elbette faydası vardı.
Ares'in tüm dikkatiyle kullandığı araç Kilyos'a doğru giderken dışarıdaki fırtına ulaşımı biraz zorlaştırıyordu. Sisin tüm şehre hâkim olduğu bugünde kar fırtına şeklinde yağıyordu. Arada radyoda verilen haberlerde denildiğine göre İstanbul'da yolların çoğu kazalarla ya da bir başka sebepten ötürü trafiğe kapanmıştı ve çoğu kişinin yolda kaldığına emindim.
Her ne kadar birkaç ay öncesine kadar burada yaşamıyor olsam da İstanbul trafiğini bilmeyen yoktur diye düşünüyordum. Haberlerden görüp duyduklarımız son derece yeterliydi bu tür tahminler yapabilmek için. Bunun için illaki bu şehirde doğup büyümeye gerek yoktu. İstanbul'du işte... Bu şehir fazla boğucu, yorucu ve zahmetliydi bana göre. Nedensizce bir türlü sevemiyordum burayı.
Bakışlarım Ares'e bugün bilmem kaçıncı kez kayarken sorgusuz sualsiz benim gitmek istediğim yere doğru sürüyordu. Evden çıkmadan önce ufak bir sorgu haline düşse de ben ısrarla net bir şey demeyince üstüme daha fazla düşmemiş ve kendisinden ricada bulunduğum bu isteğimi yerine getirmişti.
Kilyos'ta denize sıfır olan bir çay bahçesine doğru gidiyorduk ama tabi ki o bunu bilmiyordu. Kış ayında olmamızdan sebep kapalı olan mekânda sadece biz olacaktık büyük ihtimalle. Zaten bizim dışımızda hangi manyak giderdi oraya bu havada orası meçhuldü. Mekân şu anda terk edilmiş bir yere benziyordu ama yazları tabi ki öyle değildi. Burayı özellikle araştırmıştım.
Ares'e sadece orada halletmem gereken bir işim var demiştim. O işi halleder halletmez ait olduğum yere geri dönecektim. Bu belki annemin yanı olurdu belki de şu anda kimsenin kalmadığı eski evim olurdu bilemiyordum.
İçimde bir yerlerde bir yanım bunun annemin yanı olmasını delicesine istiyordu. O yanım bu isteğinde pekte haksız sayılmazdı. Yorulmuştum. Yüzümde gram makyaj yoktu. Üzerimde basit bir kazak tayt kombini vardı. Uzun gür saçlarım salık bir vaziyette etrafımdan aşağı doğru sarkıyordu. Büyük ihtimalle her bir saç telim birbirine girmişti ama bu umurumda değildi.
Bu sabah erken saatlerde babamın avukatı aramış ve babamın ısrarla benimle görüşmek istediğini o hapse girdiğinden beri bilmem kaçıncı kez dile getirmişti. Belki ona giderdim belki de gidemezdim. Gitmezdim demiyordum çünkü her ne kadar onu görmek istemesem de bugünden sonra onu görmek zorunda olduğumun farkındaydım.
Zorundalıklar, yaşadığım hayatın yanında nefesimi komple kesmek istercesine yüzüme çarpıyordu.
Bir süredir güzel bir hayalin içerisindeydim. Oldukça hayallerimin ötesinde bir hayaldi bu. İmkanlarını normal yaşantımda pek sağlayamayacağım bir hayal. Ama bitmişti. Her güzel şeyin bir sonu vardı tıpkı her kötü şeyin bir başlangıcı olduğu gibi.
Güzel bir rüyadan mı uyanmıştım yoksa hiç bitmeyecek bir kabusa mı yatmıştım bilmiyordum. Her ikisi de olası ihtimallerdi ve benim için bu ikisinden başka bir ihtimal yoktu. Belki de dünyaya uyanmıştım? Bilemiyordum...
Radyoda çalan kısık sesli yabancı müziği bastıran bir ses daha arabada yankılandığında bakışlarımı önümdeki fırtınalı yoldan aldım ve Ares'e doğru çevirdim. Gitmekte olduğumuz yolda da trafik vardı ve araçlar hava koşulları nedeniyle oldukça yavaş gidiyordu.
Ares yoldan çektiği dikkatli bakışlarını vitesin oradaki bölmede duran telefonuna çevirdiğinde arayan kişiye o telefonunu eline almadan baktım. Bars arıyordu.
"Efendim?" diyerek yanıtladığı telefonunu sol eline alarak sol kulağına sabitleyen Ares'e ısrarlı bakışlarımı sürdürürken Bars'ın neden aradığını merak ettim. Tamay'la hala daha alışverişte olmaları gerekiyordu.
Ares'in yanımda bir anda gerilen bedeni ve çatılan kaşları merakımı daha da körüklerken sessizlik içerisinde dinlediği telefonda Bars'ın neler dediğini ne kadar dikkat kesilsem de duyamıyordum.
"Neredesiniz?"
Tek kelimelik sorusunun ardından hızlandırdığı aracıyla dikkatli makaslar atan Ares'le bu kez bende kaşlarımı çatarken o bir süre daha sessizlik içerisinde telefonu dinledi ardından karşı tarafa bir şey deme gereksiniminde bulunmadan hızla telefonu kapattı ve aldığı yere fırlatırcasına geri koydu.
Ben, "Bir sorun mu var?" derken Ares'in karşımıza çıkan ilk kavşaktan ani u dönüşü yapmasıyla oturduğum yerde sarsıldım. Sağ kolum tahminimden sert bir biçimde kapıya çarparken canımın yandığını hissettim lakin bunu yüzüme yansıtmadım.
Yaşadığım sarsılmayla Ares'in bakışları anlık bana dönerken iyi olduğumu gördüğünde önüne döndü. Sağ kolumun sızlamasını yok sayacak olursak iyi sayılabilirdim.
"Tamer kaza yapmış, hastanedelermiş."
Duyduklarım karşısında ağzım o şeklinde açılırken hızla konuştum. "Nasıl kaza yapmış? Durumu nasılmış, iyi miymiş?"
"Bilmiyorum. Acil müdahaleye alınmış, görememişler. Hava şartlarından dolayı zincirleme bir kaza olmuş Beşiktaş'ta. Bu da kazanın tam ortasında sıkışıp kalmış galiba arabayla. Net bir şey demedi Bars gidince öğreniriz."
Tamer'den her ne kadar haz etmesem de yaşanılan bu olaya üzülmüştüm. Sancaktar ailesi oldukça korkmuş olmalılardı. Umay Hanım adına daha çok üzülmüştüm. Kim bilir o nasıldı? O kadını sevmiştim. Samimi ve dürüsttü.
Ares'in gittikçe hızlandırdığı araç beni daldığım düşüncelerden çekip alırken aklıma bir anda istemsiz iptal olan planım geldi.
Kahretsin! diye mırıldandım. Kaza geçirmek için bu zamanımı bulmuştu gerçekten? Ne yapacağımı düşünürken bedenimi istemsiz bir panik aldı. Araba hızlandıkça hızlandı ve ben her geçen saniyede yerimde rahatsızca kıpırdanıp durdum.
Şimdi ne yapacağımı, olacak olan şeyleri ve olasılıkları düşünüp durdum. Birkaç fikrim vardı ama gerçekte ne olurdu tam kestiremiyordum. Gerginlik bedenimi iyice mesken tutarken bu seferde arabanın içerisinde benim telefon melodim duyuldu.
Hızla elime aldığım telefonla kimin aradığına bakarken Tamay'ın aradığını gördüm. Kaşlarım bir sorgu halinde kalkarken aklıma Tamer'den kötü bir haber geleceği fikri düştü. Bu fikir bedenimi hafiften titretirken kendi ölümüm dışında bir ölüm haberini daha kaldıramayacağımı çok iyi biliyordum. Beynimi ele geçiren kötü sonlu senaryoları görmezden gelerek aramayı hızla yanıtladım.
"Efendim?" dedim derin bir nefes alırken.
"Lavinia!" Tamay'ın ağlayan sesi kulaklarıma dolarken içimden bir acaba geçti. Gerçekten de kötü bir haber geliyor olabilir miydi?
İçeride bir yerde sızlayan vicdanım bana onlar gibi olmadığımı hatırlatırken soğuk kanlılıkla konuştum. "Neredesin?"
"Ha-hastanedeyim."
Hırıltılı nefesleri ve titrek sesi onun çok fazla ağladığını gösterirken düşük olan modum yeterince düştü. İstemsiz benimde gözlerim dolarken güçlü kalmaya çalıştım.
"Tamam şimdi sakin ol biz oraya geliyoruz az kaldı. Bir haber yok değil mi?"
"Bi-bilmiyorum yok galiba. Bize bir şey demiyorlar. Lavinia korkuyorum! O-onu aldı-aldılar içeri ve bizi almıyorlar. Görmek istiyorum ama izin vermiyorlar. Ben ikiziyim dedim ama..."
"Tamay tamam sakin ol. Almamaları çok doğal bebeğim. Bırak onlarda işlerini yapsınlar. Az kaldı varmamıza geliyoruz tamam mı?"
Aralıksız ağlaya ağlaya konuşmasına dayanamazken bir an önce telefonu kapatmak için kıvranıyordum. Ben artık böyle hastaneli olaylar yaşamak istemiyordum. Anılarım tetikleniyordu.
"Tamam. Çabuk gelin ama tamam mı?"
Sesli bir soluk verirken Ares'in gittikçe hızlandığını fark ettim. Tüm sessizliğiyle kullandığı araca odaklıydı ama bir kulağının bende olduğunu biliyordum. Nasıl olduğunu dış görüntüsünden anlayamazken yine ser verip sır vermeyen moduna büründüğünü fark ettim.
"Tamam."
***
Aslında bu imtihanlar dünyasında tüm mesele sabır ve tahammüldeydi. Lakin insanoğlu bu ya, bunun asla farkında değildi. Farkında olanlarında bunları uygulayabildiği de pek görülmemişti.
Bekliyorduk. Oldukça lüks hastane koridoru ben para saçıyorum diye bangır bangır bağırırken tüm Sancaktar ailesiyle birlikte bu koridorda Tamer'den gelecek en ufak bir haberi bekliyorduk.
Tamay başını omzuma koymuş, bedenini bana yaslamış vaziyette sessizce ağlarken; karşı koltuğumuzda güçlü durmaya çalışan Deniz Bey ağlayan eşi Umay Hanım'a teselliler veriyordu. Bars ayakta durarak Ares'e eşlik ederken beklenen dede tüm nötrlüğüyle bir sandalyede oturuyordu. Suratında tıpkı Ares de olduğu gibi demirden bir maske vardı ve ne düşündüğünü geçin, üzülüyor mu anlamak bile mümkün değildi. Tıpkı adının Demiröz olduğu gibi bir duruş sergiliyor ve buna asla ara vermiyordu.
Yaklaşık bir saat yirmi dakika önce hastaneye varmıştık ve o zamandan beri koridorda sabırla beklememizi sürdürüyorduk. Tabi sabırla bekleme kısmını bir tek ben yapıyordum galiba. Geri kalanlar arada bir sinir havliyle asabi hareketler sergiliyordu. Mesela Ares'le beklenen dedenin neredeyse Tamer'in korumalarından sorumlu olan adamı dövecek olmalarına pek bir anlam verememiştim. Sonuçta zincirleme bir kazada o adam ne yapabilirdi?
Hiç mantıklı düşünüp hareket etmiyorlardı. Konu kendi canlarından birisi olduğunda korkmalarını ve buna bağlı tepkiler vermelerini anlıyordum ama bu o tepkileri onayladığım anlamına gelmiyordu. Hoş bu kadar kayıp vermiş travmalı bir aileden normal tavırlar beklemek ne kadar doğruydu bilmiyordum ama herkesin bir acısı vardı. Dünya bir tek onların etrafında dönmüyordu.
Tamay'ın omuzlarının tekrardan sarsılmaya başlamasıyla içim iyice sıkılırken bakışlarımı tedirginlikle bulunduğumuz koridorda gezdiriyordum. Gelirken fark ettiğim kadarıyla Sancaktar'lar bu katı komple abluka altına almıştı. O adamın buraya kadar gelebileceğini sanmıyordum ama yine de tedirgindim.
Birazcık temiz hava almak istiyordum. Bu ihtiyaçla yanıp tutuşan bedenimi sakin kalmaya zorlarken oturduğum yerde kıpırdandım. Tamay'a doğru döndüm.
"Lavaboya gideceğim gelmek ister misin?"
Sorum üzerine bana dönen Tamay'ın kızarmış gözlerinde duraksadım bir süre. Başını olumsuzca sallamakla yetinen Tamay bitkin bir biçimde arkasına yaslanırken ikizi için nasılda harap olduğunu bugün kaçıncı kez gördüğümü saymamıştım. Normalde de sevgi dolu birisiydi zaten. Her ne kadar genelde Tamer'le anlaşamıyormuş ve çok farklılarmış gibi gözükse de aslında onlar bir elmanın iki yarısı gibiydi. Bunu anlamak için yanlarında yeterince vakit geçirmiştim.
Bacaklarıma gönderdiğim son güç kırıntılarıyla ayaklanırken Ares'le beklenen dedenin bakışları üzerime döndü. Hadi Ares'e alışkındım, o beni sürekli göz kontağında tutuyordu ama beklenen dedeye ne demeliydi?
Aynı ortamda bulunduğumuz her vakit Ares'ten daha beter bir göz kontağı vardı. Tüm bunlardan hoşnut olduğum pek söylenemezdi.
Demirözü hiç takmadan Ares'e dönerek konuştum. "Lavaboya gideceğim."
Sözlerim üzerine yaslandığı duvardan ayrılarak beyaz fayanslar üzerinde dikildi Ares. "Tamam gel gidelim."
Suratımı buruşturmamak için kendimi tutarken içimden ona 'Açta avucuna işeyeyim oldu olacak!' demek geldi ama bunda da kendimi tuttum. "Gerek yok kendim gidebilirim."
Herhangi bir şey daha dememesi adına hızla onlara arkamı dönerek koridorda ilerlerken sesli bir soluk verdim. Yorgundum. Lavabo tabelalarını takip ederek karşıma çıkan ilk kadınlar tuvaletine girdim. Direkt musluğa yönelerek birkaç kez art arda elimi ve yüzümü yıkadım.
Demiröz ve Deniz Bey'in konuşmalarından duyup anladığım kadarıyla onlar bu kazanın bir tesadüf olduğunu düşünmüyorlardı. Hatta bunun bir kaza olduğunu da düşünmüyorlardı. Demiröz'ün tabiri üzerine bence bu bir suikasttı. Kasıtlı düzenlenen bir şeydi ve bundan sorumlu tutulan kişi Kubat denen adamdı. Ama ben böyle düşünmüyordum.
Her ne kadar Kubat'ın ne kadar kötü ve pislik birisi olduğunu bilsem de bu olay gerçekten de bir kazaydı ve bu işin altından Kubat denen adam çıkmayacaktı. Demiröz bunu araştırmaya başladığını söylemişti ve eminim ki yakında onlarda gerçeği öğrenirdi.
Aynadaki yansımamda birkaç dakika kendimi izlerken ne kadar kötü gözüktüğümü düşündüm. Tamay'ın bana hastaneye vardığım ilk andaki sarılıp ağlayışında kendimi tutamayıp belki bende birazcık ağlamış olabilirdim. Tabi ki bu durumu yanaklarımdaki ıslaklığı fark ettiğimde idrak etmiştim. O zamana kadar ağladığımı bile anlayamamıştım. Bu şaşırdığım bir durum değildi.
Ondan sonra, annemden sonra, benim tüm dengem şaşmıştı. Artık neye üzülünür neye ağlanılır bilemiyordum. Kimsesiz kalışımın acısı tüm duygularımı altüst etmek bir yana dursun; Tüm soluğumu tıkamış, tüm sesimi kesmişti. Ben artık nefes alıp konuşamıyordum.
Burada da duramadığımı lavaboda geçirdiğim on birinci dakikada anlarken kendimi hastanenin dışına attım. Otomatik kapıdan hızla geçip bahçeye ulaşırken havanın kararmaya başladığını fark ettim. Birazdan güneş tamamen batacak ve sokak lambaları yanacaktı. Etrafta gezdirdiğim bakışlarımla bazı yerlere konumlanmış tanıdık simalardaki korumaları görmezden geldim.
Fırtınalı hava kendini kuru bir soğukluğa bırakırken kar da yağmasını durdurmuştu. Bahçede ben ve korumaların dışında birkaç hastane görevlisi ve sıradan insanlar vardı. Korumaların bakışlarının sık sık üzerime uğradığının bilincinde hastane bahçesinde ilerlemeye başladım. Az ileride bahçe bitimi ve işlek bir cadde vardı. Oraya doğru ilerledim.
Hissediyordum. O buralarda bir yerdeydi. Hızlı adımlarım kuru soğukluğun tüm bedenimi sertçe sarmasına sebebiyet verirken üzerimdeki kaşe kabana daha sıkı sarındım. Çoktan üşümeye başlamıştım.
Özel hastanenin bahçesinden çıkarak hemen sola dönerken tüm korumaların göz kontağından çıktım mı diye ufak bir kontrol ettim. Görünürde korumalardan kimse yoktu. Önüme döndüm. Başımı sola doğru hafif kaldırmamla onunla göz göze gelmem bir olurken adımlarım bir an tekledi.
Onunda gözlerini dikmiş bana bakmasıyla kendimi toparlarken hızla yürümeye başladım. Aynı şekilde o da bana doğru gelmeye başladığında kısa sürede karşı karşıya geldik.
"Plan dışı bir şeyler oldu ve tarih değişti." dedim hızla.
Karşımdaki adam bundan hiç memnun değilmiş gibi kaşlarını çatarken tüm soğuk kanlılığı ve sertliğiyle konuştu. "Bunu bildirmem gerek. Patron senin gibi küçük bir kız çocuğunun lafıyla hareket edecek değil. Bir şansın vardı ve sen onu bugün kaybettin."
Duyduklarım anında tepemin tasını arttırmaya yeterken hiçte sakin olmayacak bir yaklaşımla adama doğru bir adım attım. "O patronunun nasıl olduğu gram umurumda değil! Ben ne diyorsam öyle olacak!"
Sözlerim üzerine kaşlarını çatan adam bir seri katile taş çıkartacak surat ifadesiyle bana bakarken ondan gram korkmadığımı bakışlarımla gayet net ifade ettiğimi düşünüyordum. Gerçekten de ondan korkmuyordum.
Sonum en fazla ne olabilirdi ki? Ölüm? Ondan hiç mi hiç korkmuyordum. O benim için ancak bir kurtuluş olurdu. Belki de bir kavuşma. Kim bilebilirdi ki?
Sesli bir soluk veren adam sol elini hizasındaki kulağına çıkartarak oradaki kulaklığı tuttuğunda birkaç saniye sessizlik içerisinde durdu. Sadece tamam diyerek tekrardan bana döndüğünde yüzünde az öncekinden daha da memnuniyetsiz bir ifade vardı.
"Yeni tarihi bildirirsin ama çok uzamasın bu iş."
Benden gelecek herhangi bir yanıtı önemsemeden arkasını dönüp gitmeye başladığında hızla ve birazda panik bir halde konuştum.
"Bu aksaklık onun yüzünden mi?"
Yüksek sesli konuşmam onu bir anlık durdururken omuzunun üzerinden geriye doğru döndü. Sadece yarım bir biçimde başını çevirmekle yetinirken tam anlamıyla bana doğru dönmemişti bile. Onu duyabileceğim bir tonda konuştu.
"Hayır."
Başka bir soruya izin dahi vermeden hızla ilerlemesine devam ettiğinde bakışlarımı bir süre üzerindeki kalın paltoda tuttum. O gözden kayboluncaya kadar bu şekilde kaldıktan sonra derin bir nefes çektim içime ve hemen ardından o nefesi aynı derinlikte geri verdim.
Anne böylesine bir yaşamın içerisine girdiğimi bilseydin benden daha fazla utanır mıydın?
Her bir uzvumun buz tuttuğunu hissederken bu durum bir tek gözlerimde böyle değildi. Onlar sıcacıktı ve bu da gözlerime dolan yaşlardan sebep olsaydı.
Üzerimdeki kabanıma biraz daha sığınırken arkamı döndüm usulca. Adımlarımı tekrardan hastaneye doğru atarken aslında oraya hiç dönmek istemediğimi içten içe biliyordum. Hava iyice kararmıştı ve sokak lambaları açılmıştı. Lambaların ne zaman açıldığına dair hiçbir fikrim yoktu. Birkaç adım sonrası derince bir soluk eşliğinde başımı yerden kaldırırken ciğerlerime dolan soğuk hava büyük bir kesintiye uğradı.
Bakışlarım karşımdaki adamın gözlerinde sabit kalırken adımlarımda tıpkı aldığım nefes gibi sekteye uğramıştı. Yüzündeki ifadesizlikten ne anlamam gerektiğini bilemezken onun bana gelen adımları bedenimi anlık bir paniğe sürükledi.
-BÖLÜM SONU-
Herkese merhaba! Bölümü nasıl buldunuz?
Beğeni ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım! Bir de kitabı ve beni takibe alırsanız sevinirim! Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.9k Okunma |
640 Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |