27. Bölüm

BÖLÜM 26

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

İYİ OKUMALAR

Babadan hiç bu kadar nefret edilir mi? Edilirmiş. Küçük Lavinia hiç bilememiş asıl kötünün babası olduğunu ve hiç bilemeyecekmiş küçük masum ruhunun katilinin babası olacağını. Çünkü o daha dünyada bile yokken katletmiş babası onun o küçük, masum ve eşsiz ruhunu.

Benim gibiler bilirler ki her baba en az bir kez katleder küçük kızlarının ruhlarını. Ve yine bilirler ki katledilen o ruhların cesetleri, hapsedildikleri o yerden kurtulduğu an sonsuza dek saklanır ve bir daha asla bakmazlar o küçük kızların eşsiz ruhları babalarına.

Peki ya anneleri? Eğer o babalar küçük kızların annelerini de ellerinden aldıysa ve o küçük kızlar artık annelerine de bakamıyorlarsa? O zaman küçük kızlar ne yapacaktı?

"Anne... Farkına varıyorum, biliyorum büyüyorum. Bazen insanlar bana fazla geliyor. Anne... Yapamıyorum, nefes alamıyorum. Yanına gelmek istiyorum. Anne, ben bu yerde çok zorlanıyorum. Lütfen... Lütfen sadece yanına gelemez miyim?"

Titreyen ellerimi annemin toprağından çekerek yüzüme götürdüm. Ellerimin topraklı olmasını umursamadan kaçıncı kez göz yaşlarımı kuruladım bilmiyorum. İlk kez annemin yanında böylesine kendimdim ama mutluluk bana çok uzaktı. Kimsesizdim.

Bugün 26 Ocak Çarşamba'ydı. Saat kaçtı bilmiyordum ama tarihi çok iyi biliyordum. Ondan gideli on beş gün oluyordu. Onsuz geçirdiğim on beşinci günümdeydim.

Ona inanışımın bedeli benim için fazlasıyla ağır olmuştu. Çünkü ben onda; bende kalan son güveni, umudu, inancı, sevgiyi ve hayali harcamıştım. Uğradığım hayal kırıklığının bende bir karşılığı yoktu. Acım tarifsizdi.

11 Ocak Pazartesi günü ona arkamı dönüp koşarak oradan uzaklaştığımda nereye gittiğimi kesinlikle bilmiyordum. Olduğumuz yeri de bilmiyordum. Telefondan konuma bakmak aklıma bile gelmezken saatlerce bir koşup bir yürüdüğümü, arada yere yığılıp öylece oturduğumu hatırlıyordum. Beni bir intikam oyunu uğruna yanında tutması ve bedenimi kendine bir meze gibi görmesi kabullenebildiğim bir şey değildi.

Kendime gelmem oldukça uzun bir zamanımı almıştı. O da ancak havanın karardığını fark etmemle olmuştu. Etrafta olan tek tük sokak lambalarının yandığını idrak ettiğimde ancak o zaman biraz olsun kendime gelebilmiştim. Bulunduğum yer oldukça ıssızdı. Sadece yollardan, boş arazilerden ve yer yer olan ağaçlıklardan oluşan bir yerdeydim. Ne bir araç geçiyordu etraftan ne de yardım isteyebileceğim herhangi bir bina vardı.

O kadar kendimden geçmiştim ki kendimi kuş uçmaz kervan geçmez bir yere sürüklemiştim hiç farkında olmadan. İstanbul'da hiç bu kadar ıssız bir yer olacağını tahmin etmezdim ama vardı işte.

Geceye kadar etrafta bir sağa bir sola deli gibi dolanmıştım herhangi bir yaşam belirtisi bulurum amacıyla ama bulamamıştım. Telefondan konumuma bakarak taksi çağırmaya çalışmıştım ama kimse o saatte bulunduğum yere gelmeyi kabul etmemişti. Her ne kadar zor durumda olduğumu anlatmaya çalışsam da bu bir işe yaramamıştı.

Saat ilerledikçe korku tüm benliğimi sarmıştı çünkü etraftan hayvan sesleri yükselmeye başlamıştı. En yakın yerleşim yeri bana kilometrelerce uzaktı ve şarjım azdı. Konum açık oraya kadar gitmeye çalışsam şarjım asla dayanmaz ve beni yarı yolda bırakırdı. Kaldı ki bu ıssız yollarda başıma neler gelirdi kestiremiyordum.

Polisi aramayı düşünmüştüm ama aklıma geçenlerde Tamay'la düştüğümüz karakol faciası geldiğinden bu fikirden hemen vazgeçmiştim. Onun elinin kolunun uzunluğunu o gün daha iyi anlamıştım çünkü.

Gerçi Ares beni arıyor muydu emin değildim ama ona dair hiçbir ihtimali kabul etmeyeceğimden yetkili birilerinden uzak kalmaya kararlıydım. Bu yüzden o geceyi dışarıda geçirmek zorunda kalmıştım.

Bir saat kadar daha yürümenin ardından vardığım bir sahil kenarında bulduğum ufak cankurtaran kulesine sığınmıştım. Her ne kadar etrafı aralıklı olsa da bir çatısının olması en azından sabaha karşı başlayan kar yağışından beni az da olsa korumuş, bir nebzede olsa esen rüzgârın şiddetini kesmişti.

Sabahı zor ettiğim gecelerin en kötülerinden birisiydi o gece. Hiç uyumamıştım. Donarak öleceğimi düşündüğüm anlar sıklıkla olmuştu. O gecenin bende bıraktığı izi kelimelerle tarif etmem mümkün değildi. Tüm geceyi deli gibi ağlayarak geçirdiğimden bir şekilde bedenim canlı kalabilmiş bir vaziyette sabahı edebilmiştim. Ancak ruhum için aynı şey geçerli değildi. Galiba o gece ruhumdan kalan son parça da intihar etmişti.

Güneş'in doğmasıyla zar zor kendimi yola atmıştım ve yine bir saati aşkın bir yürümenin ardından yoldan şans eseri geçen bir aracın yardımıyla en yakın merkezi bir yere gidebilmiştim. Aracın oldukça eski olmasından ve şoförünün meraklı bir hanımefendi olmasından kaynaklı bu işlem her ne kadar uzun sürse de bunu pek de umursamamıştım. Bu şehirden bir an önce gitmeliyim düşüncesinden başka bir fikre sahip değildim o anlarda.

Her ne kadar bir tek buradan gitmeye odaklansam da beni aracına alan kadının birkaç sorusuna kulak vermek ve onları yanıtlamak durumunda kalmıştım. Artık ne kadar rezil görünüyorsam bana tecavüze mi uğradığımı bile sormuştu. O an kadına her ne kadar hayır cevabını versem de galiba yanıt evet de olabilirdi. Sonuçta bana kalan son parçamın da el birliğiyle içinden geçmemişler miydi?

Ares... Elimde kalan yaşama dair olan son umudumu da resmen sikip atmıştı. Ona inanmıştım, ona güvenmiştim ve onu...

Bin bir zahmetle ulaştığım merkezden bulduğum taksiyle en yakın otogara giderken büyük bir heves ve istekle başladığım yeni hayatımın sayfalarını zihnimde tek tek yırtmış ve onları tek bir kibritle tutuşturuvermiştim. Her şeyin küle dönüşünü yaşlı gözlerimle seyretmiş en son da kalan külleri ucu bucağı gözükmeyen bir okyanusun acımasız dalgalarına savuşturmuştum.

Cüzdanımda yeterli nakit paranın olması nedeniyle kendimi şanslı görebilir miydim sanmıyordum. Bu durum sadece beni ekstra bir durumu daha düşünmekten kurtarmıştı o kadar.

Otogardan da iki saat kırk altı dakika sonrasına bulduğum biletle o gün bir şekilde önceden yaşadığım şehre geri dönebilmiştim. Otobüsten indiğimde hava çoktan kararmışken nereye gideceğimi yine bilememiştim. Her ne kadar tüm yol boyunca aklımda bu soru dönüp dursa da aslında bunda pek takılı kalamamıştım.

Beynimde durmadan yankılanıp duran o sözler bir türlü gerçek hayata dönüp bakmama izin vermemişti. Onun o umursamaz, kendinden emin ve ruhsuz sesi asla susmuyordu. Sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu.

"Kubat Lavinia'ya inanmış durumda ve ben bu durumu kullanarak o şerefsizi ortadan kaldıracağım! Tabi bu süreçte elimde olan güzel bir kadının bedenini kullanmamı yadırgama. Sonuçta ben bir erkeğim."

Beni güzel bulduğuna sevinmediğim tek an bu an olabilirdi. Son derece çirkin olup kimsenin suratıma bile bakamayacağı halde olmak istediğim tek an da bu an olabilirdi.

"Ben yalnızca ayağıma kadar gelen bu fırsatı değerlendirmek istedim. Plan zaten hazırdı sense tamamıyla bir piyondun. Seninle bir alakası yok durumun, iyi bir fırsattın sadece o kadar."

Ares hiç şüphesiz şanslı bir adamdı. Bir kere onun ayağına kadar giden bir fırsatı vardı.

Kimsesizliğimin bu kez bedenimde olmasa da ruhumda son derece yakıcı ve asla silinmeyecek bir iz bıraktığı anlarda adımlarım beni alışkanlığından olsa gerek eski evime getirmişti. O'nun beni kurtardığı eski evime...

Gizli saklı bir biçimde zar zor vardığım eski evim bana tekrardan ev olabilecek miydi bilmiyordum ama o dört duvar ve bir çatıdan oluşan beton yerden başka hiçbir yerim olmadığını biliyordum.

Aynı benim gibi kimsesizliğini dönüştüğü harabe halden çok net belli eden eve vardığımda girişteki ayakkabılıkta bulunan anahtarla eve girebilmiştim. Daha içeri attığım ilk adımda karşılaştığım manzarayı ruhumun bir yansıması sanmıştım ama değildi. Ruhum kadar beter olmasa da ev gerçekten beter bir haldeydi.

Aşırı kirli, tozlu, soğuktu ve kötü anılarla dolu bir haldeydi. Artık babam evden en son ne zaman ve ne halde çıktıysa evin bazı camları açık kalmıştı ve böylelikle eve zamanla toz toprak doluşmuştu. Hırsız girmiş miydi bilmiyordum ama evi ilk turlayışımda ve sonraki gezişlerimde herhangi bir eksiklik fark etmemiştim.

Eve girdikten hemen sonra açık kalan tüm kapı ve pencereleri kilitleyip perdeleri de sonuna kadar çekmiştim. Ardından sadece kendi yatağımın nevresimlerini dolapta bulduğum temiz nevresimlerle değiştirmiştim. Tüm bunları yaparken evin ışıklarını asla açmamış gerektiğinde telefonumun ekran ışığını kullanmıştım.

Berbat halde olan bedenimi temizlemek istesem de bunu yapamamıştım. Çünkü o an ödenmeyen faturalardan sebep evde ne elektrik ne su ne de doğalgaz olmadığını fark etmiştim. Bu yüzden sadece kıyafetlerimi dolapta bulduğum saçma sapan birkaç parça temiz eşyayla değiştirmiştim. Ardından kendimi yatağa atmıştım.

Sonrasını asla hatırlamıyordum. Galiba daha fazlasına dayanamayıp uykuya bayılmıştım. Sıklıkla gözlerimi açsam da bunu çok uzun tutmayıp gözlerimi tekrar tekrar kapattığımı hatırlıyordum. Ara ara bedenimin yanmasıyla ve boğazımdaki büyük yumru hissiyle gecem iyice zehre dönmüştü. Bu şekilde yatakta yirmi altı saate yakın bir zaman geçirmiştim.

En sonunda yattığım yerden bile feci bir şekilde dönen başıma dayanamayıp ayılmak zorunda kalmıştım. Uzun zamandır aç ve susuzdum. Hem yaşadıklarım hem de bunlardan sebep tansiyonum galiba yerlerdeydi çünkü tüm dünyamın dönmesi, asla dengede duramamam ve ayılmaya çalışmamın altıncı dakikasından sonra bir saate yakın kusup en sonunda da kusacak safra suyum bile kalmadığından boş boş öğürüp durmalarıma başka bir açıklama bulamamıştım.

Tüm gece fırtınalı havada dışarıda kalmamın acısı feci boğaz ve baş ağrısıyla bana geri dönmek de pek geç kalmamıştı. Ateşler içerisinde yandığımı tüm iliklerimde hissettiğim bir andı.

Resmen sürüne sürüne gittiğim banyodan yine aynı şekilde çıkarak bin bir zorlukla mutfağa indiğimde asla net görmeyen gözlerle yiyecek bir şeyler bulmaya çalışmıştım. Her yer sımsıkı kapalı ve örtülü olduğundan ev fazlasıyla loş bir haldeyken bu işlem ekstra bir zorlukta olmuştu benim için.

Evde elimi neye atsam bozulmuş olduğunu görmem beni bir sinir kriziyle birlikte ağlamaya itse de en sonunda uzun uğraşlar sonucu tarihi geçmemiş bir bisküvi paketi bulmuştum. Ağlamama asla ara vermeden titreyen ellerimle çöktüğüm yerde o bisküvileri yiyişimi hiç unutmayacaktım.

Çikolata dolgulu bisküvileri sırf biraz olsun kendime gelebilmek adına zorla yerken onlardan öylesine nefret etmiştim ki aklıma her gelişlerinde ya da markette onları her gördüğümde midemin ağzıma gelmesi engel olabildiğim bir durum değildi.

Bisküvilerin ardından mutfaktaki su sebilinin sonunda kalan iki bardaklık suyu da içtikten sonra tekrar yatmış ve o günümü de yatakta geçirmiştim. Her ne kadar ara ara uykuya dalsam da pek uyuyamadığım bir gece olmuştu. Annemin ölüm anı kabuslarıma tekrardan baş konuk alırken o geceyi de nasıl atlattığımı inanın ki bilmiyordum.

Ertesi güne bedensel olarak hiçbir değişiklik olmadan uyanırken hala daha ağır grip hallerim devam ediyordu. Her ne kadar hastalıktan kırılsam da ev o haldeyken orada asla yaşayamayacağımın bilincine varmam çok vaktimi almamıştı. Üstüme başıma elimden geldiğince çeki düzen verdikten sonra kendimi kamuflaj edecek giysiler tercih ederek dışarı çıkmıştım. Adımlarım el mahkum beni babamın avukatına götürürken onunla uzun bir görüşme gerçekleştirmiştim.

Artık eve geri döndüğümü ve bunu babama iletmesini istediğimi söylemiştim. Bunu duyan babam zaten asıl konuyu direkt anlardı ki zaten öyle de olmuştu. Asıl konu benim bundan sonra hayatımı nasıl sürdüreceğim ve onun oradayken benim maddi geçimimi nasıl sağlayacağıydı.

Avukat birkaç talep ve rica üzerine babamla telefon görüşmesini sağladıktan sonra bana babamın talimatlarını tek tek anlatmıştı. Babamın tutuklanma zamanında kendisinde kalan cüzdanını bana vereceğini ama kredi kartlarının kapatıldığını ve banka hesabının da erişiminin olmadığını ancak babamın talimatı üzerine benim banka hesabıma beni bir süre rahatlıkla idare edebilecek yüklü bir miktarın yatırılacağını, bunlarla bizzat kendisinin ilgileneceğini ve hepsini en kısa sürede halletmeye çalışacağını söylemişti.

Lakin tüm bunlardan önce babamın bana koyduğu şartı söylemiş ve o şartı kabul ettiğim takdirde tüm bunların gerçekleşeceğini ayrıyeten özellikle belirtmişti.

Babamın şartı şuydu: O andan itibaren onun her görüşüne gitmem ve o oradayken onunla özellikle ilgilenmemdi.

Kabul etmiştim. O şartı mecbur kaldığım için içim kan ağlayarak kabul etmiştim. Ben o şartı anneme ihanet ederek kabul etmiştim.

"Babamın şartını kabul ettiğim için bana çok kızdın mı anne?" dedim gözümden iri bir damla daha geçtiği yeri yakarak yol alırken. "Mecbur kaldığımı biliyorsun. Çok üzgünüm anne. Sana ihanet etmişim gibi hissediyorum ve bu hisle nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum." Ben bu hissi babamın annemi aldattığını öğrendiğim o günden beri değil; ben henüz altı yaşlarındayken annemin zorla kliniğe yatırıldığı esnada babamın bu duruma asla sesini çıkartmamasından beri çekiyordum.

O gün o şartı kabul ettikten sonra avukatın verdiği cüzdan ve anahtarla bir süre ne yapacağımı bilememiştim. Çünkü son zamanlarda o kadar planım dışında şeyler yaşamıştım ki artık kendime gelip doğru düzgün ne yapacağımı bile düşünemiyordum.

Arabanın polisler tarafından çekildiğini avukattan son dakika bürodan çıkmadan önce öğrenmiştim. O yüzden anahtar şu anlık hiçbir işime yaramıyordu ama onu da avukat, babamdan gelecek herhangi bir talimatla halledebileceğimizi söylemişti.

Tüm bunlar dışında bir sürü şey daha söylerken ara ara onu dinlememiştim. En son şey dediğini hatırlıyordum. 'Banka hesabına yatırılacak para için, araba ve diğer birkaç işlem için baban önce onunla bir kez görüşmeni şart koştu. Bunları sen babanla görüştükten sonra halledeceğim yani talimat böyle. Sen şimdilik cüzdandaki nakitle idare et ben en kısa zamana bir görüş ayarlayacağım o zamana seni haberdar ederim.'

Ayarlamıştı. Avukat o günden tam altı gün sonraya bir görüş ayarlamıştı ama ben gidememiştim.

O gün avukattan çıktından sonra babamın elimdeki cüzdanını kontrol etmiştim. Şansıma iyi sayılabilecek nakit bir meblağa vardı. İlk işim evin ödenmemiş faturalarını ödemek olmuştu. Bu işlem sandığımın aksine elimdeki nakit paranın neredeyse hepsini almıştı. Geriye elimde sadece bir tane iki yüzlük kalmıştı ve onunla marketten beni bir süre idare edebilecek yiyecek bir şeyler almaya çalışmıştım ama bu pek mümkün olmamıştı.

Bunu pek de önemsemeyerek en azından önemli birkaç sorunu halletmenin verdiği rahatlamayla eve geri dönmüştüm. Normalde temizlik takıntısı olan benim bu eve adım attığım gibi direkt her yeri temizleme isteğiyle dolup taşmam gerekiyordu ama bende bu isteğin zerresi yoktu. O kadar bitik bir haldeydim ki bunlara asla takılamıyordum.

O günü de o şekilde geçirdim. Ertesine güne kadar kaç kere ağlayarak uyuya kaldığımı ve bu uykularımın kaç kere kabuslarla bölündüğünü hatırlamıyordum.

Zaman akıp giderken geçen her bir saniyede bende yavaş yavaş kendime geliyor ve bu doğrultuda olan biten her şeyi tekrar tekrar zihnimde oynatarak kendime işkence ediyordum. Fark ettiğim her bir detay, hatırladığım her bir anı beni göz yaşlarına boğuyordu. Oysaki ben onların annemin cenazesinde tükendiğini sanıyordum.

Yeni bir güne yine kabusla başlarken aslında beni uyandıran şey o gün kabus olmamıştı. Eve elektrik, su ve doğalgazı açmak için gelen teknik elemanların ısrarlı kapı çalmalarıyla bir kabustan sıyrılıp uyanmıştım. Ödenmemiş faturaları öderken bana bir gün içinde hepsi açılır demişlerdi tamam da ben bunun için sabahın sekizinde kapıya dayanacaklarını hiç düşünmemiştim.

Bok gibi bir gecenin ardından sabahın köründe uyanmak beni ekstra agresif yaparken uyumak adına tekrardan yatmıştım ama bu mümkün olmamıştı. Benim gibi uykuyla arası hiç olmayan bir kızın sürekli bir uyku halinde olduğunu görenler oldukça şaşırabilirdi ama aslında durum böyle değildi.

Her ne kadar buraya döndüğüm ilk gece kolaylıkla uykuya dalabilmişim gibi gözüksem de aslında uykuya bayıldığım gerçeğinin pek ala farkındaydım. Her ne kadar bunu itiraf etmek benim için oldukça zor olsa da gerçeği kendimden ne kadar saklayabilirdim? Kendimi kandıramazdım ki!

"Eve döndüğüm ilk gece o kadar kötü bir haldeydim ki yatağa girdiğim gibi resmen bayılmışım anne. Ama bu durum sen de tahmin edersin ki çok da uzun sürmedi. Yalnızca birkaç saat sürdü. Kabuslar içinde ağlayarak uyanmam yalnızca birkaç saat sürdü." Derin bir nefes çektim içime. Sanki itiraf edeceğim şeye yaklaştıkça bu dünyanın oksijeni yetersiz geliyordu bana.

"Beni en iyi sen anlarsın. Biliyorum senin de benim gibi olduğunu. Gerçek de asla uzun ve derin uykular çekemediğini." Gülümsedim. "Hatırlıyorum da evde gece gündüz fark etmeden sık sık derin uykulara dalardın hep. Sana çok imrenirdim bu kadar çok ve güzel uyuduğun için. Ama artık biliyorum anne... O uykuların nedeni olan o ilacı biliyorum."

Burnumu çektim derin bir sızı eşliğinde. Beceriksizce temizlemeye çalıştım tekrardan yüzümdeki yaşları. "E-evet o ilacı buldum anne. Bulmakla kalmadım içtim de. O yüzden eve döndüğüm o geceden sonra bir günü aşkın bir süre uyudum. Hoş ilaç bana sana etki ettiği gibi etki etmedi. Sen deliksiz uyurdun anne, bense yine sık sık uyanıp duruyorum."

O gece kabuslar içerisinde uyandığımda kriz geçiriyorum sanmıştım. Gördüğüm şeyler çok kötüydü. Çok çok kötüydü ve ben buz gibi pislikler içerisindeki o evde bir başımaydım. Her yer çok karanlıktı. Telefonum kapanalı çok oluyordu. Ne yapacağımı bilemez bir biçimde deli gibi ağlayarak evi dolaşırken Nabi'nin odasında pille çalışan gece lambasını bulmuştum. Evi o şekilde dolaşmama gece lambasının ışığıyla daha rahat devam ederken girdiğim banyoda şans eseri o hapı bulmuştum.

İlk başta hapın ne için olduğunu anlayamazken ismini daha önce hiç duymadığıma emindim. O anki merakın beni az da olsa kendime getirmesiyle ilacın prospektüsünü okumayı akıl edebilmiştim. O an ilacın aslında bir antidepresan ilacı olduğunu, uykuda problem çeken bipolar bozukluğu olan kişilerin kullandığı dozajı yüksek bir ilaç olduğunu öğrenmiştim.

"İlacı ilk kez bulduğum o an içmiştim. Uyuyamıyordum anne ve çok kötüydüm. O geceden sonra dört kez daha içmiş olabilirim. Ama inan uyanık olduğum her an büyük bir eziyet. Olmuyor anne yapamıyorum! Ne yapacağımı, tüm bunlarla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. En kolay kendimi zorla uyutmak geliyor, biliyorum kaçıyorum ama inan gerçekten elimden başka hiçbir şey gelmiyor."

'Bir kez uyandın mı sonsuza dek uyanık kalacaksın.' demiş Friedrich Nietzsche. Peki o bunu derken uyanık kalınan her anın verdiği acıyı hiç hesaba katmamış mı?

Peki ben sonsuza dek uyumak istiyorsam o zaman ne olacaktı? Uyanık olmanın bedelleri benim için fazla ağır olmuşken şimdi bir de sonsuza dek uyanık kalmak ihtimal dahilinde bile değildi. Yapamazdım. Dayanamayacağımı biliyordum.

Babamdan sonra gittiğim o yerde, Ares’te, uyanık kalmamı sürdürdüğüme pişmandım. Babamda da uyanık kaldığıma pişmandım. Uyanık olmanın yanında gelen çok şey bilmenin sorumlulukları ve yükleri benim taşıyabileceğim bir boyutta değildi. Ben o kadar güçlü değildim.

Evin açılan tüm aboneliklerinin ardından bir daha uyuyamamanın verdiği sinir ve agresiflik haliyle o gün gece yarısına kadar neredeyse hiç aralıksız temizlik yapmıştım. Evde babama ait ne varsa hepsini onun yatak odasına kaldırmış ve o odayı kilitlemiştim. Annem, ablam ve Nabi'ye dair hiçbir eşyanın olmamasıyla onların boş kalmış odalarını da kilitleyerek önüne geçemediğim anılara bir set çekmeye çalışmıştım ve ara ara bu işe de yarıyordu. Bir şeyler görmeyince bazen gerçekliklerden kaçabiliyordun.

"Şehre döneli yeterince uzun bir zaman olduğunu biliyorum. En azından yanına gelebilmem adına uzun bir zaman olduğunu... Özür dilerim hemen yanına gelmediğim için. Aslında bakılırsa bugünde geleceğimi sanmıyordum ama bak buradayım."

Kaç kere anneme gitmek için tüm gün ölü gibi yattığım o yataktan çıkıp hazırlanmıştım bilmiyordum. Aynı şekilde ablam ve kardeşime gitmek içinde çokça niyetlenmiştim ama olmamıştı. Yapamamıştım.

"Bu sabah o adamın yanına gittim anne." dedim bir anda dan diye.

Mezarının başına geldiğimden beri anlatmak istediğim bir şeydi ama sanki anneme ondan bahsetsem orada onun canı tekrardan yanacaktı. Yaraları tekrardan kanayacaktı. Uzun bir süre bu konuya girmeye çekinerek öncesinde bir ondan bir bundan bahsetmiştim. Ama artık anlatacak bir şeyim kalmamıştı ve artık hava iyice kararmıştı. Kar yağmasına asla ara vermeden acı kahverengi toprağı beyaza bularken ben bedenimi hissetmeyi uzun zaman önce bırakmıştım.

Bedenimde varlığını sürdüren hastalık zamanla ilk güne göre daha da azalmışken şu anda yaptığımın akıl karı olmadığını biliyordum. Bu gece tekrardan ateşleneceğimin ve belki de iki üç gün yataktan hiç çıkamayacak hale geleceğimin de farkındaydım ama tüm bunlar umurumda değildi. Ben şu anda annemin yanındaydım ve gerisi teferruat gibi geliyordu.

"Avukatının ayarladığı ilk görüşmeye kendimi hazır hissedip gidememiştim. Hoş bugün için kendini hazır hissettin mi dersen... Hayır anne, o adama dair olan en ufak bir şeye hazır değilim ve galiba ömrümün son gününe kadar da öyle olacağım."

Titreyen ellerimi annemin karla kaplanmış toprağında gezdirdim. O esnada bugün o adamla gerçekleştirdiğim görüşmeyi düşündüm. Anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyordum. Galiba en iyisi en başından anlatmaya başlamaktı.

Flashback başlangıç.

26 Ocak Çarşamba sabah saatleri.

Titriyordum. Bu kesinlikle üşümekten değildi. Tiksinti hissi damarlarımda dolaşarak tüm bedenimi turluyordu. Karşımda gördüğüm suret midemin bulanmasına yetiyor ve artıyordu.

Şu anda cezaevindeydim. Sabah babamın avukatıyla çok erken bir saatte onu görmeye gitmek için yola çıkmıştık. Yaşadığımız şehrin hemen yakınında bulunan başka bir şehirdeki ceza evindeydi. Geçen ayarlanan görüşmeye gitmeyince babamın sinirlenip her şeyden vazgeçeceğini ve beni zor durumda bırakacağını düşünmüştüm ama öyle olmamıştı.

Şu anda karşılıklı olarak oturuyorduk. Aramızda kalın ses geçirmez bir cam vardı. Camın bittiği yerde başlayan duvara sabit bir telefon dururken babam çoktan o telefonu almış ve kulağına götürmüştü. Bana da artık telefonu almam adına kaş göz işareti yapıyordu. Süremiz kısıtlıydı.

Onun sesini duymak istemiyordum. Onun yüzünü görmek istemiyordum. Ona dair hiçbir şeyi istemiyordum ama maalesef ki tüm bunlara mecbur bırakılmıştım.

Ardımda bıraktığım, bırakmak zorunda kaldığım yeni hayatımın güzellikleri bana şu anda göz kırpıyordu. Canım acıyordu. Ardımda bıraktığım yeni hayatım benim son umudumdu ve gerçekten de benim için oldukça özel ve olması imkânsız derecede güzeldi. Parıldayan gözlerle yaşadığım hayatın şimdi acı birer anı olarak kalması yüreğimi ezip çiğniyordu.

Derin bir nefes eşliğinde kavradığım telefonu kulağıma dayadım. Buna kesinlikle hazır değildim ama mecburdum. Beni mecburiyetler içerisine hapseden bu hayata da son derece kırgındım.

"Sonunda gelebildin kızım." Babamın mide bulandırıcı sesi elimdeki telefonun ahizesinden çıkarak kulaklarımda yankılanırken suratımı buruşturmamak adına büyük bir çaba sarf ediyordum.

Yüz ifademi sabit tutmak adına kastığım bedenimle kısık bir sesle konuştum. "Beni buna sen mecbur bıraktın." dedim. Dürüsttüm.

Sözlerimi duyan babam bu dürüstlüğüme gülümsedi. Kızını tanıyordu ve değişmeyecek huylarımın pek ala farkındaydı. "Hala aynısın." dedi suratındaki eğrelti gülümsemeyi bozmadan.

"Ne istiyorsun?" dedim bu konuşmayı kısa kesmeyi amaçlayarak.

"Geçen ki görüşmeye neden gelmediğini sormayacağım ama şunu bil bir daha böyle bir şey tekrarlanırsa kendini sokakta bulursun."

Yüzündeki gülümseme iyice iğrençleşirken gördüğü surat ifadem karşısında iyice keyiflendiğini saklamadı.

"Ne oldu o yanındaki artist pezevenge kullanıp sokağa mı attı seni?"

Bu kez de benim bedenime yedi bıçak darbesi bırakmış gibi soluğum kesilirken gözlerimin dolmaması adına bakışlarımı birkaç saniyelik ondan çekerek sola doğru baktım. Sakin olmalıydım. Mecburdum. Kahretsin ki ona mecburdum!

"Ne istiyorsun?" dedim tekrardan ama bu kez hecelercesine.

Gür bir kahkaha attı bu sefer. "Biliyordum." dedi bana hiç acıması yokmuşçasına. Onun zaten ne bana ne de anneme hiç acıması yoktu ki. Bunu her ne kadar acı da olsa anlamıştık. Büyük bir bedel ödememiz gerekmişti ama anlamıştık.

Birkaç saniye keyfini çıkara çıkara güldükten sonra bir anda ciddileşerek cama doğru eğildi. Ağzındaki baklayı sonunda çıkartarak kendinden oldukça emin bir biçimde konuştu. "Ben elbet buradan çıkacağım. O zamana kadar sen artık uslu bir kız olup evde oturacak ve beni bekleyeceksin. Ben çıkana kadar da kardeşlerini evimize geri döndüreceksin!"

Gittikçe dozajı kaçan istekleri karşısında kaşlarım çatıldı. "Nasıl çıkacaksın acaba bu delikten? Kaç yıl yemiştin sen on dört müydü?" dedim alayla konuşarak.

Ağırlaştırılmış müebbet alması gereken adamın on dört yıl yemesi yetmiyormuş gibi bir de gelmiş çıkacağım buradan diyordu! Bu nasıl bir işti? Adalet bu işin neresindeydi?

Alaycı tavrıma karşılık sırıtarak arkasına yaslandı yayvanca. Onda gördüğüm şey özgüven miydi?

"Sen orasını dert etme babacığım o halledilir. İyi hal indirimiydi, kazayla olduydu, pişmandım falanla ve birazda kefaretle bir iki yıla kapatırız biz o meseleyi."

En az annemin yedi bıçak darbesi aldığı anki kadar kanım donarken duyduklarıma inanamıyordum. Nasıl böyle konuşabiliyordu? Nasıl bu kadar rahat konuşabiliyordu? Bu özgüveni nereden buluyordu! Çıldıracaktım!

Artık tutamadığım yaşlarımdan bir tanesi özgürlüğüne kavuşurken titreyen çenemi sımsıkı bastırdım birbirine. Sağ gözümün seğirdiğini hissedebiliyordum. Tıpkı onun az önce yaptığı gibi cama doğru eğildim.

"Bunun olmaması için gerekirse canımı bile veririm." dedim titreyen sesimle. Bu esnada birkaç damla yaşım daha akıp gitmişti.

Sözlerimi asla ciddiye almayan babam tekrardan gülse de bu seferkinde keyifsiz olduğu oldukça belliydi. "Sabrımı sınama Lavinia sakın! Senin suyun fazlasıyla ısındı zaten daha da gözüme batma!"

Başımı olumsuzca iki yana doğru salladım. Tüm bu olanlara, şu anda burada olmama, bunları duyduğuma inanamıyordum.

Ben galiba yapamayacaktım. Bu kış gününde sokakta kalsam hayata tutunabilir miydim? Hemen bir iş bulur idaretenlik bir yer tutardım kendime. Olmaz mıydı? Olmazdı!

Şu anda yatağımda olmayı ve içim çıkana kadar ağlamayı istiyordum. Bir planı vardı. Onun bir planı vardı biliyordum. Bir işler çevireceğini ve yine başıma bela olacağını biliyordum.

Tekrardan başka bir şehre gitsem orada bu kez gerçekten tek başıma hayata tutunamaz mıydım? Bu soru sürekli kafamda dönüp duruyordu.

İçten içe bunların imkansızlığını biliyordum ama yine de tüm bunları düşünmekten ve başarabileceğimi ummaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.

Her ne kadar Ares'in yanındayken çalışmaya başladığım gibi birikim yapmaya çalışsam da bu konuda çok başarılı olduğum söylenemezdi. Elimde ciddi manada üç kuruş diyebileceğim bir para vardı. Babamın cüzdanındaki nakiti eve harcarken kendi paramdan kalan üç kuruşa asla dokunmamıştım. Onu en son ihtimal olarak saklıyordum. Zaten o gün eve dönerken yola iyi bir para dökmüştüm.

Buğulu bakışlarımı karşımdaki insan müsveddesinden çektim. Ablama gitmeyi ve 'Bana da sahip çık bende senin kardeşinim!' demeyi delicesine istiyordum. Aslında bunu yapmasına yapardım ama en son kapının önüne konulduğumu çok net hatırlıyordum. Gidemiyordum.

"Senden nefret ediyorum." dedim hiç düşünmeden.

Babamın bakışlarına çöken karanlığı görmezden gelerek elimdeki telefonu duvara sabitli duran yerine geri koydum. Oturduğum son derece rahatsız olan sandalyeyi gürültüyle geriye iterek ayaklandım. Bakışlarımı inatla babama değdirmeden geldiğim yolu gerisin geri dönerken gerçekten de ne yapacağımı bilmiyordum.

Başıma ne gelecekti, babamın planı neydi, bundan sonra ne yapacaktım... Hiçbir fikrim yoktu. Bu bilinmezlikler beni boğuyordu ve bu gidişle sonum olacağa benziyordu.

Flashback bitiş.

"Avukatın yolda dediklerine göre bir iki gün içerisinde hesabıma para yatırılacakmış. Kredi kartlarını komple kapatmış ve banka hesabının kartını da şimdilik benim elime vermeyi reddetmiş. Hesap zaten şu anda bloke haldeymiş. Araba işini de birkaç haftaya hallederim dedi. İnan anne hiçbiri umurumda değil."

Kızarıklıktan morarmaya dönen parmaklarıma baktım. Annemin toprağının üzerine usulca geziniyorlardı. Akan burnumu kabaca çektim.

6 Ocak'a kadar güzel bir rüyadan mı uyanmıştım yoksa hiç bitmeyecek bir kabusa mı yatmıştım bilmiyordum. O güne kadar hep bunu düşünüp durmuştum. Şu anda buna bir yanıt verecek olursam her ikisi de derdim.

"Bunu dediğim için bana sakın aptalmışım gibi bakma anne ama sence de Ares'le dedesinin konuşmasını duyduğum günden sonra ani bir kararla bu kadar kısa sürede böylesine bir oyun çevirmem fazlasıyla yanlış değil mi?" dedim artık annemin bana aptalmışım gibi bile bakamayacağının son derece farkında olarak ama bunu görmezden gelmeye çalışarak.

"O an öylesine öfke dolu bir hisse kapılmıştım ki içim nefretle dolup taşmıştı. Bu nefret neyeydi kimeydi inan bilmiyorum. Ben sadece bana oynanan oyunu, yaşadığım ihaneti kaldıramadım." Dolan gözlerimi kırpıştırdım annemi daha net görmek istercesine. Bu hareketim sayesinde göz yaşlarım yakıcı bir ısıyla buz gibi yanağımdan aktı ve gitti.

"Ben galiba böylesine bir işe kalkıştığım için pişmanım. Ben kötü birisi değilim anne ve bu yaptığım beni onlara benzetmekten başka ne işe yaradı ki?" İçim asla soğumamıştı aksine daha da kötü hissediyordum.

Kaç saattir ne herhangi bir konuşmama ne de herhangi bir soruma yanıt vermeyen anneme baktım bir süre. Gerçeklikleri tekrar tekrar idrak ettim. Hıçkırıkların dizildiği boğazım yırtılmış gibi sızladı.

O her ne kadar benim hayatımda pek olmasa da aslında çokça vardı ve benim bunu onu kaybettikten sonra anlamam, benliğimi içinden çıkılmaz bir ızdıraba ve pişmanlığa boğuyordu.

Ne yapacağımı ne hissedeceğimi bilmiyordum. Korkuyordum. Neyden korktuğumu bile bilmeden sadece korkuyordum. Küçücük bir kız çocuğu gibi kıvrıldım annemin yamacına. Küçük kız çocukları annesiz ne yaparlardı bu hayatta?

*** 

Alev alev yanıyordum. Bu durum her ne kadar ruhum için uyabilecek bir tabir olsa da bu yanma ciddi anlamda gerçekti. Ateşlenmiştim.

Annemin mezarında o havada ne kadar vakit geçirmiştim bilmiyordum ama bu hale geleceğimi biliyordum. Boğaz ağrım tekrardan şiddetlenmişti ve yutkunmakta oldukça güçlük çekiyordum. Başım feci derecede ağrıyordu. Gözlerim etrafı asla net görmüyordu.

Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Bir saat önce eve gelmiş ve sıcak, aşırı sıcak bir suyla duş aldıktan sonra direkt yatmıştım. Tabi ki uyuyamıyordum. Her ne kadar doğalgaz yansa da hem battaniye hem yorganla yatsam da fazlasıyla üşüyordum. Ateşim kaç dereceydi bilmiyordum. Umurumda olduğu da pek söylenemezdi. Umarım gece uykumda havale geçirirdim de sabaha ölü çıkardım.

Burnum aşırı tıkanıktı bu yüzden ağzımdan nefes almak durumundaydım. Ağzımın içi kupkuruydu. Su içmek istiyordum ama odamda hiç su yoktu. Mutfağa gidecek halim de yoktu. Galiba karnımda acıkmıştı. En son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyordum. Yemek yemeye de halim yoktu.

Yatağa girdiğimden beri yaptığımı yapıp tavanı seyretmeye devam ettim. Açlığımı, susuzluğumu ve hastalıktan neredeyse kırılacak olmamı görmezden gelmeye çalıştım.

Onlar, ben gittikten sonra ne yapmışlardı acaba? Her ne kadar oradaki herkese özellikle Ares'e kırgınlığım fazlasıyla ağır bassa da bir yanım onları deli gibi merak ediyordu. Beni hiç aramışlar mıydı? Ares'in yanından koşarak kaçtıktan sonra herkesi engellemiştim. Hem de her yerden.

Babamın avukatı dışında kimseyle telefon görüşmesi yapmamış ve o görüşmeler dışında da telefonumu hep kapalı tutmuştum. Aramışsalar bile ben bunu bilmiyordum. Çünkü ne telefonu açtığımda bildirimlere bakmıştım ne de sosyal medya hesabıma girmiştim.

Her ne kadar Ares evimi bilse de buraya da gelmemişlerdi. Galiba onlarda bana oldukça öfkeliydi. Sonuçta oyunlarını bozmuştum. Üstüne üstlük arkalarından iş çevirmiştim. Eğer öyleyse onlara hak verir miydim bilmiyordum ama beni aramamalarını anlayabilirdim. Sonuçta her şey bir oyundan ibaret değil miydi? Beni sevmeleri, yanlarında istemeleri ve benimsemeleri kandırmacadan başka bir şey değildi.

Ben galiba gerçekten de salaktım. Bu halde bile onları anlayabilecek olmama fazlasıyla sinirlenirken öfkeyle saçlarımı çekiştirdim.

"Aptal Lavinia sen bu salaklıkla devam et aferin! Senin başına daha çok şey gelir bu salaklıkla!"

İçten içe tam saf mıyım salak mıyım tartışmasına girmek üzereyken beni bu iç kaostan kurtaran şey evin içinde yankılanan zil sesi olmuştu.

Evin içinde yankılanan zil sesi?

Anında yattığım yerden zorlukla da olsa dikilirken hemen seslere kulak kabarttım. Kim gelmişti bu saatte? Hem de benim bu şehirde ve evde olduğumu kimse bilmezken?

-BÖLÜM SONU-

Bölüm : 20.11.2024 20:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...