
Bölüm sonunda sizleri bekliyorum!
İYİ OKUMALAR
Bugün sondu. Saat on ikiyi bir geçerken on dokuz yaşıma girmiş, on sekizinci yaşımı tamamen doldurmuş olacaktım. Her geçen gün yetişkinliğe bir adım daha yaklaşıyordum. Zaten devletin gözünde üç yüz altmış dört gündür yetişkin bir bireydim. Ama ben zaten kendimi babamın annemi aldattığı günden beri değil; annemin bana çok uzak olduğunu fark ettiğim günden beri bir yetişkin gibi hissediyordum.
Olgundum. Bunu hiç kimse inkar edemezdi. Her ne kadar bazen dışarı deli dolu gözüksem de bu tamamen benim bilerek kendimi öyle göstermemdi.
Aslına bakılırsa ne zamandan beri bir yetişkindim kendim de tam bilmiyordum. Ya annemin bana aslında çok uzak olduğunu fark ettiğim günden beri ya babamın annemi aldattığını öğrendiğim günden beri ya da annemin babam tarafından gözlerimin önünde öldürüldüğü günden beri. Bunların her biri sadece birer teoriydi. Ama galiba ben tecavüz sonucu ana rahmine düştüğüm günden beri yetişkindim.
Nerede okuduğumu şu anda hatırlamadığım bir söz düştü aklıma. 'Yetişkinliğimiz, çocukluğumuzda yaşadığımız sorunları çözmek için vardır.' Bu söze kesinlikle katılmıyordum. Ben daha yetişkinliğimdeki sorunları çözemiyorken çocukluğumdaki sorunları nasıl çözecektim?
Yetişkinliğimdeki dertler bitmiyordu ki sıra çocukluğuma gelsin. Şimdi de başıma metres ve üvey kardeş meselesi çıkmıştı.
Dünkü görüşün sonunda babam ortaya bir bomba atıp gitmişti. Daha doğrusu görüş süresi bitmişti ve gitmek zorunda kalmıştı ama süre bitmeseydi de o an babam zaten orayı terk ederdi. Çünkü yüzümdeki ifade nasıldı hiçbir fikrim yoktu ama o an babamın gözlerinde korku gördüğüme yemin edebilirdim.
Korkmakta kesinlikle haklıydı çünkü benim bam telime değil basmak artık onu paramparça etmişti. Tam pes ettiğim anda öyle bir şey çıkıyordu ki benim intikam perileri coşuyordu. Herkesin anasını ağlatmak istiyordum. Benim annem yeterince ağlamıştı şimdi sıra neden onlara gelmesindi?
Elimdeki soğumaya yüz tutmuş çayımdan büyük bir yudum aldım. Bakışlarım diğer elimdeki telefonumun ekranındaydı. Babamın avukatı, Ahu denilen metres yosmasının evinin adresini göndermişti bu sabah.
Saat çoktan öğleni geçiyordu. Birkaç saate gücümü toparlayıp o kadının yanına gitmeyi planlıyordum. Her ne kadar içimden gram bunu yapmak gelmese de bir yanım deli gibi o kadını görmek istiyordu.
Hamile demişti babam. En son hamileydi demişti. Bebek doğmuş muydu yoksa hala daha hamile miydi? Normalde asla umursamayacağım bir durumdu bu ama merakım fazlasıyla ağır basıyordu. Planlarım doğrultusunda kullanabileceğim bir kozum olabilirdi bu durum. Artık bir şeyleri kazanabilmem adına bir savaş vermem ve en ufak bir şeyi bile değerlendirmem gerekiyordu. O yüzden rahatlıkla elimin tersiyle itemiyordum bu konuyu.
Dün artık babam nasıl korktuysa ben cezaevinden çıkıp eve gelene kadar hesabıma tek sefer için yüklü bir miktar yatmıştı. Beş haneli bir rakam. Çokta önemli bir meblağa olmasa da şu anki durumumda bana ilaç gibi gelmişti.
Bu korkunun getirdiği bir diğer gelişme de bu sabah babamın avukatının, metresin adresini atmadan önceki mesajında belirttiği üzere oturduğum evin tapusunun bana devredilmesi adına işlemleri başlattığıydı. Ama tabi ki bu iş para meselesi gibi kolayca olmayacaktı. Bu bilgilendirme mesajının altına önemle düşülmüş bir not vardı ki babamın bu tapu devir işine imzasını atması için öncelikle benim gidip metresi görmem, onunla özellikle ilgilenmem ve olan biten her şeyden babamı haberdar etmem gerekiyordu. Kadını dövmemem içinse ayrı bir uyarı almıştım hem babamdan hem de avukattan.
Bu saçmalıktı! Her ne kadar o kadını gördüğüm an öldüreceğime emin olsam da eğer gerçekten hamileyse ona asla dokunmazdım. Genleri her ne kadar bozuk insanlardan gelse de bir bebekten söz ediyorduk. Bebek ve çocuk dendi mi bendeki akan sular duruyordu.
Elimdeki buz tutan çayımla oturduğum koltuktan kalkarak mutfağa yöneldim. Evin içi sımsıcak ve tertemizdi. Bende aynı şekilde sabah uzun bir duş aldığımdan tertemizdim. Ama neden kendimi son derece pis hissediyordum? Neden bu ev buz gibi hissettiriyordu? Sanki karlarla kaplı bir çöplüğün ortasında yaşama tutunmaya çalışıyordum.
Bardağın yarı dolu olan içini lavabonun içerisine boşalttıktan sonra bulaşık makinesine yerleştirdim. Bakışlarımı şöyle bir etrafta dolaştırdıktan sonra yapacak herhangi bir iş göremediğimden ağır adımlarla üst kata odama çıktım. Adımlarım odama girdiğim gibi duraksamadan direkt giysi dolabını buldu.
Ne giyinsem diye dolabın içerisine bakarken aslında bunun gram umurumda olmadığını ama kendimi oyalamak adına bunu yaptığımı çok iyi biliyordum. Beş dakikalık boş bakınmanın ardından kalın içi yün bir tayt ile aynı tarz kalçamı kapatan bir kazak aldım. Hızlıca üzerimdeki pijamalardan kurtulup seçtiğim kıyafetleri giyindim.
Saçlarımı sadece tarayıp kendi haline bıraktıktan sonra elimi ve yüzümü nemlendirdim. Son zamanlarda o kadar salmıştım ki gittikçe çirkinleştiğimi hissediyordum.
On dakika da yarattığım dağınıklığı toparlayarak elime şişme montumu ve çantamı alarak çıkışa yöneldim. Tabi ki bunu yapmadan önce kalın çoraplarımı giyinmeyi ve beremi takmayı unutmamıştım. Dışarısı Ocak ayının hakkını fazlasıyla verecek cinstendi.
Evi son bir kontrol ettikten sonra telefonumu da cebime atarak evden ayrıldım. Her ne kadar kendimi oyalaya oyala hareket etsem de maalesef kaçınılmaz sondan kurtulamamıştım.
Avukatın gönderdiği adrese doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Çok uzak bir yer değildi verilen adres. Yürüme maksimum yirmi- yirmi beş dakika falan sürerdi.
Beremi taktığım başıma bir de montumun şapkasını geçirirken boğazıma kadar çektiğim fermuarı sanki mümkünmüş gibi daha da yukarı çektim. Eve döndüğümden beri elbetteki tanıdık birkaç kişiyle karşılaşmıştım ama bu karşılaşmada ya yolumu değiştirerek kaçmış ya da konuşmaları çok kısa tutarak acil işim var diye oradan uzaklaşmıştım.
Kimseyi görmek istemiyordum hem de hiç kimseyi. Geçen şans eseri gittiğim markette Benay'la karşılaşmıştım. Yanında benim eskiden hiç haz etmediğim bir kız vardı. Hoş o kızdan hala daha haz ettiğim söylenemezdi. Benim onu gördüğüm gibi o da beni görmüştü. Karşılaşmamıza oldukça şaşırmıştı. Onunla en son konuştuğumuz da ki o zaman ne zamandı asla hatırlamıyordum, ben İstanbul'daydım. Orada yeni bir hayat kurmuştum kendime ve her şeyim gayet iyi gidiyordu. En azından en son Benay bunları biliyordu.
O günden bu yana çok şey değişmişti ve o benim yanımda olmayarak tüm gelişmeleri kaçırmıştı. Yanıma gelmeye tenezzül edeceğini anladığım anda hızlıca marketten çıkmış, onunla olasılıkta olsa olan konuşma ihtimalimi yok etmiştim. Benim artık hayatımda varlığıyla göz dolduran ve varlığını sonuna kadar hissettiren birilerine ihtiyacım vardı. Bir var olup bin yok olanlarla işim olamazdı.
Bunca zamandır sırf yan yana değiliz diye beni hatırlamayıp yanımda olmayanlar beni gördüklerinde hatırlayıp yanımda olmasınlardı bir zahmet! Sahtelikten başka bir şey olmazdı zaten böylesi. Kaldı ki benim artık sahteliğe gram tahammülüm yoktu. Hoş benim artık hiçbir şeye tahammülüm yoktu ya neyse!
Tüm yol boyunca yerlerde iyice buz tutup sertleşen kar tabakasından bakışlarımı çekmeden düşünceler içerisinde yürümüştüm. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği. Bir çıkar yola asla varamadığım; varmak istediğim yeri bile bilmediğim bir haldeydim. Ne olsun istediğimi bilmiyordum, kendimi bilmiyordum, ne yapacağımı bilmiyordum. Bu bilinmezlikler beni boğuyordu.
6 Ocak gününe kadar yeni bir hayatım vardı, hayallerim vardı, bir amacım vardı. Ne yapacağımı, nasıl ilerleyeceğimi az çok biliyordum. Yanımda dağ gibi gördüğüm birisi vardı. Şimdiyse o kadar elim boş zihnim çıkmaz bir haldeydim ki halimi kimselere anlatamazdım.
Koca bir oyunun içerisinde basit bir kukla olduğumu öğrendiğim gün bitmişti bu hayata dair son çırpınışlarım. Ben bitmiştim. Şu anda ne yaptığımı bilmez bir halde herkesten intikam alma hırsında debelenip duruyordum. İntikamı kimden aldığımsa belli değildi çünkü bu uğurda kendimi yok edeceğim en başından belliydi. Tek temennim bu işin sonunda huzura kavuşabildiğim bir hayatım olması ve kendimde kalabilmemdi.
Nabi'yi de yanıma alarak küçük bir tatil beldesine yerleşme fikri zihnimin tümünü işgal ediyordu şu sıralar. Bunun için çok uğraşmam gerekiyordu. İlk önce maddi açıdan kendimi sağlama almam şarttı. Babamdan koparabildiğim kadar bir şeyler koparıp ardından Nabi'nin velayetini alsam, aklımdaki yere gidip oradan en azından küçükte olsa bir ev alıp düzen kurabilsem çok güzel olacaktı. Bu kadarını halledebilsem gerisi çok rahat gelirdi. Nabi zaten bir seneye okula başlayacaktı. Bende her ne olursa bir işe girerdim hallederdik bir şekilde hayatın gerisini.
Benden geriye artık bir şey kalmamıştı ve tüm hayatımı küçük kardeşime adamaktan daha mantıklı bir yol göremiyordum. Bundan sonraki tüm uğraşım bu minik adam için olabilirdi. Hayata daha yeni başlamıştı ve şimdiden beş sıfır gerideydi. Ben bir ablaydım; benim ablamın aksine ben bir abla olarak ona bir sığınak olabilirdim.
Planlarım şimdilik taslak aşamasındaydı. Şu anda halletmem gereken şeylere odaklanmalı ve planların ayrıntı işini düşünmeyi sonraya bırakmalıydım.
Bakışlarımı geldiğim üç katlı apartmana dikerek gözlerimi dairelerin üzerinde gezdirdim tek tek. Avukatın gönderdiği adreste dört numaralı daire yazıyordu. Kim bilir hangisi dört numaralı daireydi bunu binanın içerisine girmeden bilemezdim.
Adımlarım şu anda girmem gereken binanın karşısındaki kaldırımda sabit duruyordu. Onları harekete geçirmem gerekiyordu değil mi? İçimden bu asla gelmiyordu. Aksine arkama bakmadan kaçıp gitmemek için kendimi çok zor tutuyordum.
Şimdi ben verilen bu adrese gidip kapıyı çalsam ne olacaktı? Kapıyı metres açtı diyelim ona ne diyecektim?
'Hey selam! Beni tanıdın mı? Ben şırfıntılığını yaptığın adamın ortanca çocuğuyum. Evet evet sizi yakalayan ve patlatan kişi benim!' diyemezdim!
Sıkkınlıkla bir nefes verdim. Bakışlarımı bir süre öylece etrafta gezdirerek zihnimi toparlamaya çalıştım. Bulunduğum yer bana yabancı değildi. Buradan çok geçmişliğim vardı. Eskiden buradan geçerken asla bu şekilde burada böyle dikili kalacağımı düşünmezdim. Zaten kim düşünürdü ki sıklıkla yürüdüğü bir kaldırımda gelecek zamanda durarak babasının metresinin evine bakacak olmayı? Saçmalık!
Yanımdan tek tük de olsa geçen insanlar bir kaldırımın ortasında durmamı, buz gibi ilik donduran bir havada durup kalmamı, garipseyerek bana dik dik bakıyorlardı. Onlar nereden bilecekti benim derdimi? Anca böyle yargılayıcı bakışlar atarlardı. İçimde kopan fırtınadan kimsenin haberi yoktu.
Ben galiba yapamayacaktım! Karşımdaki apartmana baktıkça yaşayacağım karşılaşma aklıma düşüyor, zihnim acımasızca tüm oyunlarını sergiliyordu. Soluğum kesiliyordu. Babam neden bana bunları yapıyordu?
Annemin ölüm sahnesi gözlerimin önüne düşerken gözlerimin buğulandığını hissettim. Ardından çok geçmeden yakıcı ıslaklığın yanaklarımdan kayışını hissedip bunun verdiği burun sızısının can yakan o tadını aldım.
Tüm benliğimde kol gezen ihanet hissi beni sarıp sarmalayıp boğmaya başladığı anda hızla arkama dönerek bulunduğum yerden uzaklaşmaya başladım.
Babamın bana ne gibi bir garezi vardı da tüm bunları bir tek bana yaşatıyordu? Ben ona ne yapmış olabilirdim de tüm bunlarla bir başıma mücadele etmek zorunda bırakılıyordum?
Normalde çektiğim acılar yetmezmiş gibi bir de bana anneme ihanet ediyormuşum gibi hissettirecek şeyleri isteyip durması, anneme karşı olan gereksiz mahcubiyetimi daha da arttırıyordu. İçten içe tüm bunların benim suçum olmadığını biliyordum. Bunu bana annemin ölümünden sonra delirip dağıttığım bir gece de Ares söylemişti. Onun bu cümlesi istemsiz kafamda bir yer edinmişti. Ama aynı zamanda hiçbir şey de bilmiyordum.
Bu hikayedeki tüm suçlu bendim ama en suçsuz da bendim. Bu nasıl bir işti?
***
"Sırf senin bıraktığın emanete sahip çıkabilmek adına tüm bunları yapmak zorundayım anne. Beni anlıyorsun değil mi?"
Oturduğum buz tutmuş karlı zemin kalçamı iyice uyuştururken hava çoktan kararmıştı. Kaç saattir buradaydım bilmiyordum. O lanet yerden arkama bile bakmadan uzaklaştıktan sonra sokakları dolana dolana bir şekilde anneme gelmiştim.
Bu kadar dolanarak yürüme sebebim tamamıyla anneme anlatacağım şeyleri kafamda iyice toparlamak içindi. Her ne kadar sonuçta bunu başaramamış olsam da en azından denemiştim.
Annemin yanına geldiğimde bir süre susup öylece oturmuştum. Bunu son zamanlarda sık yapar olmuştum. En sonunda annemin bu sessizlikten sıkıldığını düşünerek tüm olan biteni ona anlatmaya başlamıştım. Annem bana kızmış mıydı ya da beni anlamış mıydı bilmiyordum ama onun bıraktığı emanete sahip çıkabilmek adına verdiğim mücadeleyi tebrik ediyor olmasını umuyordum.
Tekrardan alevlenen boğazım ve yutkunmakta çektiğim güçlükle suratım buruşurken aklıma düşen anıyla henüz yeni kurumuş olan gözlerim tekrardan ıslandı.
"Hatırlıyor musun anne ben daha yedi-sekiz yaşlarındayken kışın çok fena hastalanmıştım. Boğazım aşırı şişmişti ne yemek yiyebiliyordum ne de su içebiliyordum."
Bu anıya dair anımsadığım her bir ayrıntı bedenimde tarifsiz bir sancı yaratırken zaten ağrıyan boğazım ağlamamın ve anın getirisinde iyice zonklamaya başladı. Çektiğim acı o zamanlardaki kadar çok değildi ama neden şu anda o zamanlardan daha beter hissettiriyordu? Gerçi benim her bir anım birbirinden beterdi. Onları hangisi daha beter diye bir sıraya sokmam imkansızdı.
Flashback başlangıç.
Yazar ağzından.
19 Şubat Perşembe 2009.
Dışarıda sert rüzgarların kar yağışıyla birlikte döndüğü acımasız bir fırtına hali hakimdi. Bu küçük şehirde hemen hemen her evin bacasından siyah dumanlar gökyüzüne süzülüyor, atmosferi geçen her bir saniyede daha da kirletiyordu.
Kış mevsimi bu sene epey sert ve zorlu geçiyordu. Minik Lavinia'da çoğu çocuk gibi bundan etkilenerek hastalanmıştı. İki gündür süregelen boğaz ağrısı ve gittikçe şişen bademcikleriyle yemeden içmeden kesilen küçük kız; durmadan annesine ve babasına canının yandığını söyleyerek onların bir şeyler yapmasını bekliyordu.
Ailesinin ihmalkarlığıyla bu şekilde iki gün geçiren küçük Lavinia en son dün gece çektiği acıya dayanamayarak ağlamış ve canının yandığını bir kez daha dile getirmişti. Bu sefer annesinin ve babasının dikkatini çekebilen küçük kızın babası, önemli işleri olduğunu ve ertesi gün okula gitmeyerek annesinin onu mahallelerindeki sağlık ocağına götürebileceğini söyleyerek erkenden yatmıştı.
Babası yattıktan sonra küçük Lavinia'nın annesi kızının çok da bir şeyi olmadığını düşünerek ona üç sokak ötedeki sağlık ocağına kendisinin tek başına pek ala gidebileceğini söyleyerek aslında sabah erken saatte kalkıp bu hava şartlarında sağlık ocağına gitmenin pek de işine gelmeyeceğini alenen belli etmişti. Zaten kendisi de grip oluyor gibiydi. Ek olarak aldığı antidepresanların yarattığı yorgunluk halinin de buna pek müsaade etmeyeceği belliydi.
Uykusu sırasında susuzluktan gelen yutkunma hissinde yaşadığı acıyla sabah saat sekize doğru uyanan Lavinia hemen yattığı yerden ayaklanarak elini yüzünü yıkamış ve giyeceği kıyafetleri alarak oturma odasına gitmişti. Koskocaman evlerinde bir tek bu odaları sıcaktı çünkü soba bir tek bu odada vardı. Geceleri herkes elektrikli battaniyeyle kendi yatağında yatıyordu ama genel olarak yatma vaktine kadar oturma odasında olunuyordu.
Çoktan sönmüş olan soba her ne kadar bir ısı yaymasa da oturma odası kendi odasına nazaran daha ılıktı Lavinia'nın. Acıyan boğazını görmezden gelmeye çalışarak eline geçen en kalın kıyafetlerini giyindi. Bu kıyafetleri daha da üşütmemek adına özellikle seçmişti. Saçlarını yola yola tarayarak başına yün beresini taktı. Pembe montunu giyinerek fermuarını ağzına kadar çekti ve buna rağmen içi rahat etmeyerek şapkasıyla bir örnek olan atkısını da boynuna sardı. Yanına ne olur ne olmaz diye harçlıklarından birazcık para alarak kimliğinin olduğu cebine koydu.
Fazlasıyla akıllı olan minik Lavinia elinden geldiğince olabilecek her durumu düşünerek hazırlandıktan sonra evi son kez sessiz adımlarla dolandı. Babası ve ablası çoktan işe ve okula gitmişti. Annesi zaten derin bir uykudaydı ancak öğlende falan uyanırdı.
Boğaz ağrısının şiddetlendiğini hissederken hızlı adımlarla sokağa attı küçük bedenini. Minik ayaklarına zorlukla geçirdiği pembe çizmeleriyle nefes nefese kalan Lavinia karşılaştığı keskin soğukla neye uğradığını şaşırdı. Çektiği acıdan buğulanmış bakışlarıyla minik ellerine taktığı eldivenlere şükrederek karlarla kaplı yolda bir cesaret ilerlemeye başladı. Daha doğrusu bunun adına büyük bir mücadeleye girişti çünkü karın boyutu neredeyse minik Lavinia'nın beline geliyordu!
Zar zor kat ettiği bir sokak yolun ardından içi yünlü çizmelerine rağmen uyuşan ayaklarıyla ilerlemesi iyice güç aldı minik kızın. Her ne kadar ağzı burnu kapalı olsa da sertçe esen rüzgar gözlerine ve alnına acımasızca vuruyor, minik Lavinia'nın içini ağlama isteğiyle dolduruyordu. Zaten her üç adımında ya ayağı kayıyor ya da sertleşmiş karları aşamayarak düşüyordu. Çoktan altındaki kalın pantolonu su içinde kalmıştı. Cılız bacakları esen her bir rüzgarda titriyor ve Lavinia'yı daha da kötü hissettiriyordu.
Suratının açıkta kalan yerlerine çarpan her bir soğuk hava dalgasında boğazındaki şişkinliğin büyüdüğünü düşünen küçük kız suratını iyice buz tutmuş atkısının altına saklamaya çalıştı lakin bu nafile bir çabaydı.
Sağlık ocağına son bir sokak kala en son dayanamayarak ağlamaya başlayan küçük kız düşe kalka ağlayarak vardı tek katlı sağlık ocağına. Babasının arabasıyla üç-dört dakikada gelebilecekleri yere küçük adımları ve hava şartları nedeniyle otuz dakikada gelen minik Lavinia'nın bedeninde hissettiği tek yeri ağrısı daha da şiddetlenen boğazıydı.
İçeri girdiği gibi sıcak havanın sardığı minik bedeniyle az da olsa bir rahatlama hisseden Lavinia bir an için ürkmeden edemedi. Kendisi dışında birkaç hastanın bulunduğu sağlık ocağı şu anlık sakin görünüyordu. Titreyen elleriyle yüzündeki yaşları temizledi usulca.
Buğuluğunu koruyan bakışları annesi ve babasıyla gelen kendi yaşlarında olduğunu düşündüğü oğlan çocuğuna kaydı. Her ne kadar içten içe korkuyor olsa da bu durumu asla kabullenmeyerek gördüğü oğlan çocuğuna burun kıvırdı. Ben korkmuyorum ki hastanelerden tek başıma gelebiliyorum ama o korkuyor olsa gerek tek gelememiş diye düşündü. Aslında bu kendi acımasına bulduğu kılıftan başka bir şey değildi.
Girişteki vezne masasındaki görevli henüz Lavinia'yı fark etmezken küçük kız bir süre öylece girişte dikili kaldı. Tepesinden gelen sıcak hava dalgasını biraz daha hissetmek istiyordu ama aynı zamanda da hemen ilerideki sandalyeye oturup biraz soluklanası vardı. Çünkü buraya gelirken çok yorulmuştu.
Minik kız her ne kadar yorgunluktan ölse de ileriye doğru bir adım bile atacak hali kendisinde bulamıyordu. Bacaklarını soğuktan hala daha hissedemiyordu. Düşmekten ıslanan ardından soğuk havada donan yerleri acı bir sızıyla sızlıyordu.
Küçük ayak parmaklarındaki acı sızı bulunduğu sıcak ortamda daha da arttığında bakışları ayaklarına gitti. Fazlasıyla uyuşuk olan ayakları çok üşüyordu. Galiba ayakkabısı bir şekilde kar suyunu almıştı çünkü ayak parmaklarındaki bu acıyı başka türlü açıklayamazdı.
Küçük kalkık burnunu sakladığı atkının altından çıkartıp akan burnunu sertçe çekti. Bu hareketi onu kısa sayılmayacak bir öksürük krizine tutarken zaten küçük olan sağlık ocağı koridorunda tüm dikkatleri üzerine çekti. Fazlasıyla sert ve hırıltılı öksürükleri minik Lavinia'nın boğazını daha da çok acıttı. Bu acıya renkli hareleri daha fazla dayanamayarak birkaç damla göz yaşını feda etti.
Öksürüğü bittiği gibi utancından ne yapacağını bilemeyen küçük Lavinia kendisine dikkatle bakan veznedeki kadının yanına küçük adımlarla ilerledi. Acıdan neredeyse kendisini inletecek boğazından nasıl konuşacağını bilemeyerek bir süre sustu.
Karşısındaki burnu akan dolu gözlerle kendisine bakan kızın konuşmayacağını anlayan görevli olaya müdahale ederek konuştu. "Neye bakmıştın?"
Kendisine yöneltilen soruyla bir anda hem daha da korkup hem de heyecanlanan Lavinia hızla kendisini açıklama mücadelesine girdi.
"Benim boğazım acıyor doktora geldim ben. Kimliğimde var." diyerek cebindeki kimliğini soğuktan hissizleşmiş titreyen elleriyle çıkartıp kadına uzattı hevesle minik Lavinia. Boğaz acısı şimdilik korkusunu bastırıyordu. Bir an önce doktorla görüşüp onun acısını almasını istiyordu.
Görevli kadın minik kıza şaşkınlıkla baktıktan sonra gülümsedi. Ailesi nerede diye ufak bir çevreye bakındıktan sonra göremeyince karşısındaki kıza döndü.
"Ailen nerede bakalım?" dedi.
Minik Lavinia ailesinin sorulmasından duyduğu rahatsızlığı belli edercesine kaşlarını çattı. Ne diyecekti ki şimdi kadına? Gerçeği söylemek istemiyordu çünkü bu durumdan utanıyordu. Hem az ilerideki küçük oğlan çocuğu da kilitlenmiş ona bakıyordu. O da mı ailesi olup olmadığını merak ediyordu? Ona neydi ki bu durum!
"Onların işleri var ben kendim geldim." dedi bir dakikalık sessizliğin ardından minik kız. Hem yalan söylemeye içi el vermemişti hem de gerçeği söylemekten kaçınmıştı.
Görevli kadının duyduğu sözler karşısında gülümsemesi silinirken kaşları düz bir hal almıştı. "Ne demek işleri vardı ben tek geldim? Kaç yaşındasın bakayım sen?"
Neden direkt doktorla görüşemediğini merak eden Lavinia bu sorgu halinden hiç hoşlanmamıştı. Genelde hastanelere babasıyla giderdi ve onunla gittiğinde hiç böyle bir şey yaşadıklarını hatırlamıyordu.
"Yedi yaşındayım." dedi bir kez daha sert bir şekilde öksürürken boğazı artık acıdan uyuşmaya başlamıştı. Bedenindeki üşüme ve sızılarda zaten geçmemişti.
Görevli kadın çattığı kaşlarıyla başını iki yana sallarken önündeki evraklara döndü. "On sekiz yaşından küçüklere randevu oluşturabilmemiz için yanlarında ebeveynlerinin olması gerekiyor."
Duyduğu şeylere bir anlam veremeyen küçük kız akan burnunu çekerek konuştu. "Ama hastayım ben çok." dedi bir umut belki ikna edebilirim diye.
Yavaştan dolmaya başlayan renkli harelere baktı görevli kadın acıyarak. "Maalesef sana bu şekilde randevu oluşturamam şimdi git, annenlerle gel."
Çektiği acının üstüne bir de yaşadığı bu olay gelince iyice şişti minik Lavinia. Kendisine acıyarak bakan görevli kadına sadece başını sallarken herhangi bir şey demeden arkasını dönerek ayrıldı sağlık ocağından.
Tekrardan buz gibi fırtınalı havaya çıkar çıkmaz bedeninde artan acıyla hıçkıra hıçkıra ağlayarak eve döndü minik Lavinia. Dönüş yolunda tam yedi kez düştü sekiz kez kalktı. Yedi düşüşü de canını oldukça yaktı ama ağlamaktan başka hiçbir tepki vermedi tıpkı annesinin ileride alacağı yedi bıçak darbesinde ölümden başka bir şey olmayacağı gibi.
Flashback bitiş.
O gün, dün gibi aklıma kazılıydı. Çocukluğumda daha acılı ve travmalı bir anım var mıydı? Elbetteki vardı ama bu anı hiç silinmemek üzere zihnime mıh gibi kazınmıştı.
"Anne inanır mısın o günün izlerini silemiyorum zihnimden. O günden sonra her hastalandığımda aklıma düşüyor o anlar, soluğum tıkanıyor gibi oluyorum. Ben... O günü nasıl tarif edebilirim inan bilmiyorum ama o gün yaşadığım her bir his tam şuramda..." soğuktan kıpkırmızı olmuş işaret parmağımı kalbimin olduğu yere bastırdığımda titreyen sesimle duraksamak zorunda kalmıştım. "...tazeliğini koruyor." diyerek zorlukla tamamladım sözlerimi.
Yaşların akmaya asla ara vermediği yüzümü kurulamaya çalıştım titreyen ellerimle. Gerçekten buz dağının görünmeyen kısmında o kadar çok ızdırap verici anım vardı ki! Ben hangi birini atlatacaktım? Atlatamıyordum. Her geçen gün bunların altında eziliyordum.
"Neden bu kadar değersizdim sizin için?" diyerek cevabını asla alamayacağım bir soru sordum boşluğa doğru. Akan burnumu çektim sertçe.
Uyuşan ayak parmak uçlarımla kendimi bir an o gündeymişim gibi hissettim. Bu tüm bedenimi kasıp kavurmaya yetecek bir histi.
"O gün ağlaya ağlaya eve dönüşümü hatırlıyorum da... Ağlamalarıma uyanıp yanıma gelmiştin. Beni oturma odasında koltuğun en ucunda battaniyeye sarılı vaziyette ağlarken bulduğunda gözlerindeki korkuyu dün gibi anımsıyorum. İlk kez benim için endişelendiğini görüyordum galiba ya da ben o anı ilk sanmıştım. Belki daha öncelerde de benim için endişelendiğin olmuştur anne hakkını yemek istemiyorum ama ben daha öncesini hatırlamadığımdan o an ilk kez olduğunu düşünmüştüm."
Yaşlar iri iri akmasını sürdürürken yarım bir gülüş belirdi titreyen dudaklarımda. "Bana uyku sersemi bir biçimde ne olduğunu sormuştun. Ben sana her şeyi anlattığımda çok sinirlenmiştin. O an sinirin neyeydi anlamamıştım, hoş şu anda da düşününce hala daha anlayabildiğimi söyleyemem. O gün beni sımsıcak suyla, yaktığın sobanın yanında büyük pembe leğenin içinde yıkamıştın. Ardından yeni yaptığın tarhana çorbasını yedirip ilaç içirmiştin. Sonrasında harıl harıl yanan sobanın yanında dizlerinde uyutmuştun."
Her ne kadar başı çok ızdırap ve acı verici olsa da sonu benim için çok güzel bitmişti. Her ne kadar boğazım daha çok şişse de ve ondan sonra dört gün boyunca ateş alev yatsam da güzeldi işte.
"Şimdi de boğazım çok kötü anne. Biraz da ateşim var galiba ve o günkü kadar çok ağlıyorum. Yine beni sobanın yanında pembe leğenimizde yıkayıp, taze pişirdiğin tarhana çorbasını içirip, dizlerinde uyutur musun?"
Yapamazdı! Bunların hiçbirini yapamazdı çünkü artık ne sobamız vardı ne pembe leğenimiz yerinde duruyordu ne kavanozda tarhanamız kalmıştı ne de annem hayattaydı. Bende yedi yaşında değildim zaten.
***
Havada kuru bir soğukluk hakimdi. Son iki saattir kar yağmıyordu. Yerdeki kar ayak bileğimi bir tık geçiyordu ama o da havanın keskin soğukluğundan bir taş gibi sertleşmişti.
Şu anda annemin yanından eve dönüyordum. Saat en son gece yarısına yaklaşıyordu. Kaç dakikadır yürüyordum bilmiyordum belki de çoktan yeni bir güne başlamış olabilirdik.
Yeni bir gün. 31 Ocak. Benim doğum günüm. Ares'in ailesinin ölüm günü.
Yavaş ve sarsak adımlarla ilerlediğim yolda aklıma gelenlerle kısa bir süre duraksadım. Ares yine nereden aklıma gelmişti? Artık onun aklıma gelmemesi gerekirdi çünkü o geride kalmıştı. Onu düşünmemeliydim, onunla ilgili bilgiler aklıma gelmemeliydi!
Kendime kızgındım. Ona neden bu kadar inanıp güvendiğimi bilmiyordum ve bunun için kendime çok kızgındım. En çok da bana asla aile olamamış aileme kızgındım. Tüm bunlara sebep olan şeylerden birisi de onlardı. Hatta en önemli faktör onlar olabilirdi.
En kötüsü de şöyle bir baktığımda ortada gerçekten de kızabileceğim kimse yoktu. Ortada gerçekten kimse yoktu! Kimsesizdim! Bir başıma bırakılmıştım!
"Beni neden kendime bıraktınız ki? Ben beni öldürürüm." diye mırıldandım oldukça kısık bir biçimde. Öyle ki ben bile zor duydum ne dediğimi. Uzun süredir büyük bir depresyon halindeydim. Tam toparlandım dediğim anda daha beter yıkılmam beni daha da çıkmaza sürüklüyordu.
Kendi içimde kaçıncı cenazemdeydim bilmiyordum ama bugün babamın üstüme bir kürek toprak daha attığını çok iyi biliyorum. Bunu gözlerime kaçan, ağzıma doluşan toprak parçalarından sebep iliklerime kadar hissetmiştim. Normalde de var olan boğuluyormuşum hissi babamın son dakika üzerime attığı bir yükle daha da artmıştı. Ben artık soluğum komple kesiliyormuş gibi hissediyordum.
Tüm gün bir orada bir burada olmaktan yorulan bedenim eve gidip yatmak için sızım sızım sızlarken buna daha fazla kayıtsız kalamayarak adımlarımı hızlandırdım. Zaten eve geldim sayılırdı son bir sokak kalmıştı. Bir bilemedin iki dakikaya evdeydim.
Bugün başaramamıştım ama bundan kaçarım yok gözüküyordu o yüzden en kısa sürede o kadına gitmeliydim. Sıkkınlıkla ofladım. Tüm gün ağlamaktan şişen gözlerim acıyordu. Kendimi bok gibi hissediyordum. Artık dinlenmek istiyordum. Bu fiziksel bir dinlenme isteği değildi.
Ruhumun dinlenmesi gerekiyordu. Benliğimin toparlanması gerekiyordu. Bu en son onun yanında olmuştu. O. Ares.
Onunla baş başa geçirdiğimiz zamanlar, kolları arasında olduğum her an... Derin bir iç çektim. Bundan her ne kadar nefret etsem de onu özlemiştim. Muhteşem üçlüyü özlemiştim. Çok çabuk benimsediğim ve yerleştiğim o evi özlemiştim. Onlarda beni özlemişler miydi? Sanmıyordum.
Aptal mısın Lavinia tüm aile senin bir kukla olduğunu biliyordu! Ben ayaklarına kadar giden iyi bir fırsattım sadece o kadar! Dahası asla değildim.
Derin bir soluk aldım. Dönüp dolaşıp aynı düşüncelere boğuluyordum. Ben artık düşünmekte istemiyordum. Montumun cebinde olan elimi çıkartarak çantamın içerisindeki telefonumu aldım. Saati merak etmiştim. Bakışlarımı telefon ekranına çevirdiğim esnada dikkatimi tekrardan yağmaya başlayan kar çekti.
İri iri gökten düşen kar taneleri suratımda istemsiz bir gülümsemeye sebep olurken adımlarım yavaşladı. Her ne kadar onlarla güzel anılarım olmasa da onları seviyordum. Ben kış mevsimine aşık bir kadındım. Özellikle de kara.
Gecenin zifiri karanlığına sokaktaki lambalar ket vururken gökten düşen her bir kar tanesiyle loş olan ortam gittikçe hoş bir ambiyansa dönüşüyordu. Bu ambiyansı seviyordum.
Neredeyse varmakta olduğum evimle bakışlarımı gökyüzünden düşen kar tanelerinden alarak tekrardan telefonuma çevirdim. Aydınlattığım ekranla gördüğüm ilk şey saatin tam 00.00 olduğuydu ama bu çok da uzun sürmedi ve ekran ışığı sönmeden hemen önce saat 00.01 oldu.
Yeni bir güne geçmiştik. Yeni bir gün. 31 Ocak. Ocak ayının son günü, benim doğum günüm, o'nun ailesinin ölüm günü.
Bugün onun yanında olmak çok isterdim. Bugün o yanımda olsun çok isterdim. Ama olmamıştı. Demek ki nasip değil diye mırıldandım istemsizce. Telefonumu bu kez çantama koymak yerine elimle birlikte cebime sokarken varmış olduğum evime doğru başımı kaldırdım.
Evimin sokağına yöneleceğim esnada fark ettiğim ayrıntıyla duraksarken gözlerim kısıldı. Evimin karşısında park halinde duran araba bana fazlasıyla tanıdık gelirken bir de arabaya yaslı olan adam dikkatimi çekti.
Soğuktan buğulanmış ve ağlamaktan şişmiş bakışlarım asla net değilken yanlış görüyorum diye düşünerek gözlerimi hızlıca kırpıştırma ihtiyacında bulundum. Bu hareketimden sonra gördüğüm görüntü hala aynı olurken kaşlarım çatıldı ve adımlarım sokağa girmekten vazgeçip gördüğüm ama asla inanamadığım görüntüye doğru yöneldi.
Kendisine doğru attığım ikinci adımda varlığımı fark eden adam yaslandığı yerden doğrulurken bakışlarını diktiği ışıkları yanmayan evimden alarak tamamıyla bana çevirdi. Belki de varlığımın çoktandır farkındaydı ama ona yönelmemden cesaret alarak bana doğru ancak dönebilmişti?
Parmakları arasında henüz yeni yakılmış duran sigarayla ona gitmemi sabırla bekleyen adama, Ares'e kaşlarım çatık bakmamı sürdürürken adımlarımı olabildiğince hızlandırdım. Onun burada ne işi vardı?!
-BÖLÜM SONU-
Bölümü nasıl buldunuz? Ares'in orada ne işi var? Bu yazar ne güzel sık sık bölümler atıyor!
Beğeni, yorum ve takip yapmayı unutmayın! Seviliyorsunuz!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.9k Okunma |
640 Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |