36. Bölüm

BÖLÜM 35

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

Ben geldim ve sizi hemen bölüme uğurluyorum!

İYİ OKUMALAR

11 Mart Perşembe saat 18.17

Ölümden kaçmak için attığımız her adım bizi ölüme götürüyormuş meğersem geç de olsa bunu anladım. Zor da olsa bunu kabullendim. Tadı acı da olsa midem de bulansa bunu yedim, yuttum.

Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Bu şekilde bir son olacağını... Her ne kadar babama anlatmak üzere uydurduğum hikâye tam olarak böyle olsa da gerçekte asla bu şekilde olacağını beklemiyordum. Her şey bir anda olup bitmişti ve ben hiçbir şey yapamadan bakakalmıştım. Yine ve yine baş rolde yakından izleyici olmaktan başka bir şey düşmemişti benim payıma. Acı yine bendeydi, ahlar yine benim omuzlarıma yüklenmişti.

Net bir görüş sağlamayan gözlerim bir sağ taraftaki minicik bebek mezarına bir de sol taraftaki yetişkin mezarına kayıyor, ikisi arasında mekik dokuyordu. Defin işlemleri bugün ikindi namazıyla beraber olmuştu. Hastane, ikisinin de bedenlerinde olması gerekenden fazla ilaç var diyerek bir gün cenazeleri vermemişti.

Cenazede bir ben bir imam bir de mezarlık görevlileri vardı. Sonradan Ahu'nun birkaç iş arkadaşı gelse de çok durmamışlardı. Ailesine ulaşmak istemiştim ama buna dair herhangi bir şey yapamamıştım. Babamın hala daha hiçbir şeyden haberi yoktu. Hala beni arıyor muydu bilmiyordum. Telefonum şu anda ilgileneceğim son şeydi. Hoş artık bir telefonum bile yoktu.

Hayatımda ilk defa tek başıma bir cenazeyle ilgilenmiş ve onun tüm işlemlerini kendi başıma halletmiştim. Pardon... iki cenaze ya da bir buçuk. Buçuk olan, yarım olan şey minik bebeğin cansız bedeni değildi. O, annesiyle birlikte tam bir bütündü ve bir olarak sayılıyordu. Buçuk olan şey hayatlarıydı. Böyle olmamalıydı... Nasıl olmalıydı bilmiyordum ama böyle olmamalıydı.

"Üzgünüm, çok üzgünüm." dedim zonklayan başımı önemsemeden akan yaşlarımı bugün kaçıncı kez sildiğimi bilmeden tekrar sildim.

Kafamın içi hınca hınç dolu olsa da bir şeyleri eksik olmasın diye yüz kere işlemlerin üstünden geçmiş, sürekli görevli kişilere danışarak ilerlemiştim. Onlara, annemin de yer aldığı mezarlıktan yan yana iki tane mezar satın almıştım. Bunun için son model telefonumu satmam gerekmişti. Bunu hiç düşünmeden yapmıştım ve yaparken de asla o telefonu babama aldırana kadar verdiğim uğraşları düşünmemiştim.

Yine aynı yerdeydim: başlangıç ve bitiş noktasının kesiştiği yerde, ölümde. Her şeyin anlamsız geldiği o yerde.

Biri büyük biri küçük iki mezarın arasında nemli ve soğuk olan toprağın üzerinde dizlerimin üzerinde oturuyordum. Kaç saattir buradaydım bilmiyordum. Defin işlemleri bittikten sonra okunan birkaç kısa duanın ardından yanımda olan görevli üç kişide gitmişti. O andan itibaren tek başıma burada kalmış ve bir yere gidememiştim. Aslında anneme çok gitmek istiyordum ama onları bir türlü yalnız bırakıp gidemiyordum. Nedenini asla bilmiyordum.

Dün öğlen saatlerinde Ahu'nun ölüm haberini de aldıktan sonra bende bir süreliğine tüm filmler kopmuştu. O kadar soyut bir hale gelmiştim ki varlığımı bir an kabul edememiştim. Birkaç saat hiçbir tepki veremeden öylece durmuştum. Düşünmüştüm. Ne olmuştu ve bundan sonra ne olacaktı?

Sadece nefes alışverişlerimden yaşadığım kanaatine varan insanlar geçip gitmişti yanımdan. Ama bu sadece bir yanılsamaydı bence çünkü o an öyle bir haldeydim ki varlığımı asla kabul etmiyor ve bunun doğrultusunda varlık gösterecek hiçbir harekette bulunmuyordum. Bulunamıyordum.

O anki halim Ares'i hiç anlamadığım bir biçimde ölesiye öfkelendirmişti. Ben artık varlık gösterip bir şey yapana kadar bir sürü şey denemişti kendime geleyim diye. En sonunda da bu uğraşında başarılı olmuştu. Beni kolumdan tutup zorla İstanbul'a götürmeye kalkana kadar...

O an saatler sonra ilk tepkimi vererek Ares'e oldukça ağır bir had bildirmiştim. Sonrasındaysa onu resmen alaşağı ederek kovmuştum. Onu hastanenin ortasında rezil etmiştim, onu yanımdan zorla ayrılmak zorunda bırakmıştım. Onun beni terk edip gitmesini sağlamıştım.

Dün akşam onu rezil rüsva ederek yanımdan kovduğumdan beri hiç görmemiştim. Sanırım gerçekten de gitmişti bu sefer. Sanırım bu sefer her şey gerçekten de bitmişti.

Hala daha kendime gelebilmiş değildim. Bundan sonra ne yapardım bilmiyordum. İçimde intikam duygusu bile kalmamıştı öylesine kendimi boş hissediyordum. Hiçbir şeyin anlamı yoktu şu anda benim için.

Net görmeyen bakışlarımı kucağımdaki ellerime diktim. Aklımın bir köşesinde dün Ares'le olan tartışmamız dönüp duruyordu. Çok mu ileri gitmiştim bilmiyordum ama dilimin nasıl zehirli olabileceğini çok net bir biçimde görmesini sağlamıştım. Artık benden nefret ediyor olmalıydı.

Flashback başlangıç.

10 Mart öğleden sonra.

Zihin tırmalayıcı bir uğultu hakimdi beynimin her kıvrımında. Canımı yakacak derecede rahatsız edici o uğultu talan ediyordu kafamın içini. Düşünemiyordum çünkü o uğultu buna engel oluyordu, duyamıyordum çünkü o uğultu buna da engel oluyordu, kendime gelip toparlanamıyordum çünkü o uğultu buna da engel oluyordu. Kendimi iyi hissetmiyordum.

Saatlerdir çalkalanan midem kussam da rahatlamayacak gibi bir hissiyat veriyordu bana. Başım zonklarcasına ağrıyordu uğultunun arka planında.

Hala daha kafeteryadaydık. Kaç dakika olmuştu onunda ölüm haberini alalı? Sanırım dakikalar saatlere devrilmişti. Kafeteryanın neredeyse en köşesindeydik. Ares saatlerdir bana bir şeyler anlatıyordu ama onu beynimin içindeki uğultudan dolayı duyamıyordum. Sanırım bunun için bana kızgındı çünkü dizlerimin dibine çömelmiş vaziyette çattığı kaşlarıyla bana bakıyordu.

Onu duymadığım için mi yoksa ona cevap vermediğim için mi bana kızgındı bilmiyordum. Bakışları hiç hoş bakmıyordu. Şu anda ürkütücü gözüküyordu. Eğer ki bedenim tepki verebilecek bir durumda olsaydı emindim ki şu anda Ares'ten korkardım.

"Kendine gel artık!" dedi Ares öfkeyle kollarımdan tutarak bedenimi sarsarken. Bu bedenimi kaçıncı sarsışıydı bilmiyordum ama ses tonu öyle sert ve keskin çıkmıştı ki bu sefer beynimdeki uğultudan baskın gelerek kendisini duyurmuştu.

Hiçbir ifadenin ve parıltının olmadığı nötr bakışlarımı öfkeden alev alev gözüken ela harelerine çevirdim.

"Lavinia iyi değilsin görmüyor musun? Sen kendine ne yapıyorsun burada ne diye bu eziyetin?"

Hiçbir yorumda bulunmadım sözlerine karşı. Ne diyeceğimi bilmediğimden değil haklı olduğundan susmaya devam ettim. Haklıydı.

Sadece ona bakarak hiçbir tepki vermediğimi gördüğünde iyice harlanan öfkesiyle ayaklandı. Ellerini saçlarının arasına daldırarak birkaç adım geriye doğru yürüdü. Gerginlikten kasılan bedenini süzdüm. O neden bu haldeydi ki? Olanlar yine bana olmuşken ona neydi bu kadar tepki? Anlamıyordum.

Hala daha benden bir tepki gelmediğini fark ettiğinde hırsla bana doğru yürüdü. Canımın yanmasını umursamayan bir tavırla beni kolumdan tutup oturduğum yerden kaldırırken kelimenin tam anlamıyla sürüklemeye başladı. Gözlerinin önüne perde inmiş gibi davranıyordu.

Bir anda yaptığı bu hareketle bedenim bir şok dalgasına maruz kalırken neler olduğunu algılamam biraz zaman aldı. Öfkesini on kilometre öteden belli eden adımları kafeteryadan direkt hastanenin dışına çıkan çıkışa doğru gidiyordu.

Düzgün atamadığım adımlarımdan dolayı her an yere yapışacak gibi olsam da Ares beni şu anda öyle bir biçimde tutuyordu ki asla yere düşmeyeceğimi biliyordum. Hızına yetişmeye çalışırken etrafa bakamasam da çevredeki neredeyse tüm gözlerin üzerimizde olduğunu hissedebiliyordum.

Ares'in bu hareketiyle bedenime verdiği ufak şok dalgası beni biraz olsun kendime getirirken o bizi çoktan hastane dışına çıkarmış ve otoparka doğru ilerlememizi sağlamıştı.

Şok dalgasının verdiği hissiyatla tabiri caizse titreyerek kendime gelirken kolumu Ares'ten kurtarmak istercesine kendime doğru çekiştirdim. "Ne... sen ne yapıyorsun ya?" dedim sesimin onun duyabileceği bir desibelde tutmaya çalışarak.

Ne kolumu çekmem ne de hayretler içerisinde konuşmam Ares'te bir anlam ifade etmezken bana bakmadı bile. "Tüm bu saçmalıklara son veriyorum, İstanbul'a dönüyoruz."

İlk başta dediklerini çok net duysam da tam algılayamadım. Ne demek İstanbul'a dönüyoruz? Dönüyoruz? Biz?

İlk seferkine nazaran daha sert bir biçimde kolumu kendime doğru çektiğimde sonunda bileğimi elinin kıskacından kurtarmıştım. Bu hareketimle birlikte adımlarım hastane otoparkının hemen girişinde duraksarken Ares hızla bana doğru döndü. Öfkesi hala daha yüzünden okunuyordu ve şu anda buna ek olarak kolumu çekmemle birlikte bir memnuniyetsizlikte eklenmişti suretine.

"Ne demek bu?" dedim kaşlarım derinden çatılırken.

"Ne duyduysan o, geri dönüyoruz dedim Lavinia! Yeter bu kadar saçmalıkla uğraştığımız!"

Saçmalık? Neyi saçmalık olarak görüyordu? Ailemden geriye kalan ve beni gerçekten seven tek kişi olan Nabi'yi yanıma almak için çaresizce bir şeyler yapmaya çalışmam mıydı saçmalık olan yoksa nasıl bir işin içine düştüğünü bilmeyen ve karısını öldüren bir katilden hamile kalan kadını kurtarmak adına didinmem miydi? Hangisinden bahsediyordu?

Ayrıca uğraştığımız demişti. O neyle uğraşıyordu acaba? Burada tüm zorluklarla mücadele eden, bir başına kalmasına rağmen hala daha bir şeyleri yoluna sokmaya çalışan benken o neyle uğraşıyor olabilirdi?

Çok değil şundan iki ay öncesine kadar belki de beni anlayan ilk ve tek kişi olduğunu düşündüğüm kişinin aslında büyük bir yanılsama olduğunu bir kez daha idrak ederken bakışlarıma hayal kırıklığının yerleşmesine engel olamadım.

"Biliyor musun asıl saçmalık sensin! Senin bu tavırların, isteklerin, başıma açtığın işler! Neden artık hayatımdan defolup gitmiyorsun? Görmüyor musun beni asıl saçmalıklarla uğraştıran kişi sensin! Ayrıca uğraştığımız derken sen neyden bahsediyorsun? Senin verdiğin tek uğraş kendi işini görmek adına beni kandırmaksa evet doğru sende bir uğraş veriyordun. Ama dediğim gibi veriyordun, önceden. Artık ona da gerek kalmadı. Maymun gözünü açtı anla artık şunu ve benim peşimi bırak!"

Şu anda yaşadığım ve önceden de var olan hayal kırıklığımın verdiği çaresiz öfkeyle sarf ettiğim sözlerle Ares dumura uğramışçasına bana bakakaldı.

Ağır mı konuşmuştum bilmiyordum ama şu anda önemseyeceğim bir durum değildi bu. Öfkeliydim. Bu öfkem birçok sebepten kaynaklanıyordu ama büyük bir çoğunluğu şu anda yaşadığım çaresizlikten kaynaklanıyordu.

Ahu ölmüştü! Bebek ölmüştü! Ben şu anda neyle uğraşıyordum tanrı aşkına! Kimi babamdan kurtarmak istesem bir bir elimden kayıp gidiyordu. Ölüyordu ve ben kimseyi kurtaramıyordum. Bir gün temelli bir biçimde kendimi de babamdan kurtarmak istediğimde ben de mi ölecektim?

"Lavi-"

"Yeter!"

Dolan gözlerimi her ne kadar kaçırmak istesem de bunu yapmadım ve dik bir biçimde karşımda iyice durgunlaşan ela harelere baktım.

"Yeter Ares, uzatma! Sen yapacağını çoktan yaptın ve bana yeterince zarar verdin zaten daha ne istiyorsun benden? Ben sana güvendim ama sen beni gözünü kırpmadan saçma bir intikam duygusu için harcamaya kalktın! İşlerin sonunda istediğin olmadığı için üzgünüm, amacına benimle birlikte ulaşamadın ama bitti. Çık git artık hayatımdan buradan sana ekmek çıkmaz."

Sol gözümden firar eden iri damlayı umursamayarak son kez Ares'e baktım ve hızla arkamı dönerek hastaneye doğru yürümeye başladım. Çok değil üçüncü adımımda adımı seslenmesiyle istemsizce duraksadım. Merak etmemem gerekiyordu, onunla ilgili hiçbir şeyi merak falan etmemem gerekiyordu ama ne diyeceğini merak etmiştim.

"Bu kadar mı, böyle mi olacak yani? Konuşmamız lazım diyorum sana! Adam akıllı bir kere konuşabilsek her şeyi halledece-"

"Bir değil bin de konuşsak bir şeyi halledeceğimiz falan yok. Biz diye bir şey yok! Bıktırdın kendinden." Durdum. Son cümlemi söylemek adına kendime derin bir nefeslik zaman tanıdım. Arkam hala daha ona dönüktü. Yüzüne bakarak söyleyeceğim şeyler değildi bunlar. "Sülük gibi yapıştın kaldın. Midemi bulandırıyorsun artık bende oluşturduğun başka hiçbir hissiyat yok. Daha fazla şansını zorlama yüzüne kusmak istemiyorum."

Sanırım her şey şimdi gerçekten de bitmişti.

Sözlerime inancım yoktu çünkü böyle düşünmüyordum ama bunu onun bilmemesi gerekiyordu. Her ne kadar bana alçakça bir oyun oynanmış olsa da her ne kadar iğrenç bir plana oyuncak olmuş olsam da lanet olsun ki onun hakkındaki düşüncelerim bunlar değildi. Ben ona sadece kırgındım. Artık kızgında değildim çünkü o zamanla geçmişti ve ben geriye bir tek kırıldığımla kalmıştım.

Flashback bitiş.

Belki de iyi olmuştu bu konuşma. En azından onun için. Çünkü onun hayatı zaten pek yolunda değilken benim iyice raydan çıkmış hayatımla da uğraşmasına gerek yoktu.

Benimle bu kadar istekli ne konuşmak istiyordu bilmiyordum ve sanırım bundan sonrada bilemeyecektim. İçimde bunu öğrenmediğime dair en ufak bir pişmanlık da yoktu. Çünkü ben artık öğrendiğim her yeni bir bilginin getirdiği yüklerin pek ala farkındaydım ve artık yeni hiçbir şey öğrenmek istemiyordum.

Bu kadar ısrarlı konuşmak istemesinde de vardır bir sebebi diye düşünüyordum. Kendini bana karşı aklayabileceğini düşünüyordu bunun farkındaydım ve ben Ares'in altından kalkamayacağı bir işe girmediğini biliyordum. Belki işler aslında hiç sanıldığı gibi değildi ve işin ana yüzü çok farklıydı ya da belki de beni tekrardan kandırabileceğine inanacak kadar aptaldı.

Uyuştuğuna emin olduğum bacaklarımı zorlayarak oturduğum yerden ayaklandım. Bu biraz acı verici olsa da aldırış etmedim. Bakışlarım hala daha iki mezar arasında gidip geliyordu. Gözlerimin buğuluğunda bir eksiklik yoktu.

Ellerime yapışmış hafif nemli toprakları silkelemekle uğraşmadım. Buruk bir biçimde gülümsedim. Sesimin titreyeceğini bile bile dudaklarımı araladım. "Birbirinize emanetsiniz. Umarım gerçek huzura kavuşacağınız bir yere gitmişsinizdir."

Derinden sızlayan burnum daha da doldurdu gözlerimi. Onca şeye rağmen hala daha iyi dileklerde bulunabildiğime sevindim. Bakışlarım Ahu'nun mezarından bebeğin mezarına kaydı.

Bebek. Biyolojik olarak kardeşim sayılan bebek. Belki de onun içindi bu iyi dileklerim. Ahu'yu hala daha sevdiğimi söyleyemezdim. O hala daha benim gözümde metresin tekiydi. Ama bebek... Ortada bir bebek vardı. Şu anda bir cesetten ibaret olsa da ortada hala daha bir bebek vardı. Onun hatırına söylemek istediğim tüm kötü kelimeleri yuttum.

Ahu'nun böyle bir sonu hak etmediğini biliyordum ama içimdeki anne özlemi çeken küçük kız çocuğu Ahu'ya öyle kötü sonları hak görüyordu ki! Bunların hiçbirini dile getirmeden içimde bir odacığa kilitledim. Onun ablasını kötü bilmesini istemezdim.

Gözlerimden akan birkaç yaşla onlara son kez bakarak arkamı döndüm ve adımlarımın beni aşinası olduğum yere götürmesine izin verdim. Anneme gidecektim.

Onun hayatta olduğu zamanlarda toplasan bu kadar çok ona gitmemişimdir. Bu gerçeklik beni her anımsadığımda boğuyordu. Her annemin mezarına gidişimde bana yavaş yavaş işkenceler çektiriyordu. Canım acıyordu. Canım o kadar çok acıyordu ki bu ruhsal acı boyutunu aşarak bedensel bir acıya evrilmişti.

Bundan sonrası için hiçbir planım yoktu. Sanırım uzun bir süre sineme çekilecektim. Hoş bir planım olsa da kendimde onu yapacak bir güç bulmam imkânsız gibi bir şeydi. Bir kez daha dibi görmüştüm. Dibin acımasız soğukluğunu her bir hücremde hissediyordum ve bu acımasız bir sızı bırakıyordu benliğimde.

Kaç dakika yürüdüm bilmiyordum. Hava hafiften kararmaya başlamıştı. "Ben geldim." dedim kısık bir sesle annemin mezarının ayak ucuna çökerken.

"Biliyorum son birkaç günde fazla aksattım seni ama inan anne şu son üç günü yaşamaktansa seninle burada olmayı tercih ederdim."

Nereden başlanılırdı bilmiyordum. Bunun içinde pek düşünecek modda değildim o yüzden direkt konuya girdim.

"Öldü anne. Bebekle birlikte öldüler."

Dizlerimi kırarak gövdeme doğru çektim. Kollarımı her iki yandan bacaklarıma sararak çenemi dizimin üstüne yasladım. Anneme baktım. O çok... çok kahverengiydi. Acı bir kahve.

"Bana göre hak etmemesine rağmen elimden geleni yaptım. Yemin ederim. Sonu senin gibi olmasın diye, o bebek benim gibi olmasın diye gerçekten her yolu düşündüm, denedim ama olmadı. Yine başaramadım, kurtaramadım anne."

Babama ne diyeceğimi bilmiyordum. Normalde onların öldüğünü çok rahat bir biçimde söyleyecekken şimdi gerçekten ölmüş olmalarıyla bunu neden söyleyemeyeceğimi hissediyordum bilmiyordum.

Derin bir nefes almaya çalıştım ama titrek bir soluktan başka hiçbir şey çıkmadı ortaya. Nefes almayı bile başaramıyormuşum gibi hissediyordum. Artık bitmiştim ve yavaş yavaş bedenimi saran tükenmişliğin tüm benliğimi kapladığını bilmiyordum. Vaktim kalmamıştı. Daha ne kadar bu şekilde dayanabilirdim bilmiyordum. O kadar uzun zamandır iyiye dair bir şey olmuyordu ki hayatımda!

Uzun süredir sabit bir biçimde bakmamı sürdürdüğüm mezar taşıyla bakışmamı keserek gözlerimi sıkıca yumdum. Bunu yapmamla gözlerimden hızlıca yaşlar boşalmaya başlarken artık daha fazla kendimi tutamadım.

"Anne yapamıyorum! Beni neden bunca yükle ardında bıraktın! Olmuyor işte görmüyor musun? Olmuyor!"

Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken ne kadar süre geçti bilmiyorum. Güneş iyice batmaya yüz tutmuşken etrafta acı bir kızıllık hakimdi. Ağlamama son veremiyordum. Bir süre sonra dinen hıçkırıklarımla yalnızca derin bir sessizlik eşliğinde yaşların bir bir dökülmesine müsaade ettim.

Etrafıma baktım, kimse yoktu. Kimsem yoktu. Ölü bir anne, ceza evinde bir baba, kardeşini silmiş bir abla, varlığımın unutturulmaya çalışıldığı bir kardeş, hiç beklemediğim bir anda sırtıma bir bıçak daha ekleyerek ortalıktan çekilen bir arkadaş ve artık yok olan bir Ares. Gerçek anlamda kimsesizdim.

Akan göz yaşlarıma tezat bir biçimde gülümsedim. Burnumu sertçe çekerken titreyen ellerimle göz yaşlarımı kurulamak adına amansız bir çabaya girdim. Bu bir işe yaramadı çünkü yaşlar artık ben hissedemesem de akmaya ara vermiyordu.

İçimde derinde bir yerlerde küçük bedeni enkaz altında bir kız çocuğu çığlık çığlığa bağırıyordu. Duyan kimse yoktu. Bu daha çok gülümsememe sebep oldu. Aklıma bir şarkıdan birkaç cümle düştü.

Ölü biri bi kör sevdi görmez ama duyar sanmıştı, yanılmıştı.

Büyük yanılmıştım. Onun beni gördüğünü sanmıştım ama o beni görmek bir yana dursun kendi intikam planını bir an olsun gözlerine inen perdeden çekmemişti. O benim suratıma bile bakmamıştı, bunu geçte olsa anlamıştım.

Öyle güzel güldü bana, rüya sandım inanmamıştım, uyanmıştım.

Kabusmuş... Bunu uyanınca anlamıştım.

Bir an... Çok kısa bir sürede olsa bir an gerçekten beni seviyor sanmıştım. O bana öyle güzel bakınca, beni sarıp sarmalayınca, geceleri bana o kadar sıkı sokulunca... Yanılmıştım.

Artık gerçekten birinin beni sevebileceğini düşünmüyordum. Bunun için yeterli nedenlerim vardı. En başta kusurlarım vardı lal olmak gibi, takıntılıydım, travmalarım vardı ve artık hiçbiriyle baş edemiyordum. Kimse için en değildim, yeterli değildim, hatalarım vardı, aşamadığım birçok söz, kaldıramadığım yükler... Gerçekten sevilecek biri değildim. Çürümeye yüz tutmuş bir ruhum vardı. Kim ne diye sevsindi beni?

Anneme baktım biraz daha. O da sevmemişti zaten beni. Nemli toprağına diktim buğulu bakışlarımı. Üstünde tek bir canlı çiçeğin kalmadığı toprağına. Ona renkli çiçeklerin çok yakışacağını düşündüm. En kısa sürede ona bir sürü çiçek hediye etmem gerektiğine karar verdim ama artık önce eve gitmeli ve biraz olsun uyumalıydım. Sanırım yine annemin antidepresan uyku ilaçlarına yönelecektim. Başka türlü nasıl uyuyabilirdim bilmiyordum.

Yorgunluktan ve uykusuzluktan her an bayılacakmışım gibi hissediyordum. Bu hisse rağmen yatağa girdiğimde asla uykuya dalamayacağımı da çok iyi biliyordum. Bu benim peşimi bırakmayacak lanetlerimden biriydi.

Acaba buralarda lavinia çiçeği bulabilir miydim? Annemin tüm mezarını kaplamak istediğim başka bir çiçek yoktu. Aklıma başka bir çiçek gelmiyordu onun için. Başkası yakışmazdı zaten, biliyordum. Her anlamda oldukça manidar bir karardı bu.

Artık ayaklanıp eve gitmek için bacaklarımda yeterli gücü ararken arka tarafımda bir hareketlilik hissettim. Ya başka bir mezarın ziyaretçisidir ya da mezarlık görevlisidir diye düşündüm.

Gittikçe yaklaşan büyük sessizlik içerisindeki hareketlilikle kaşlarım istemsizce çatılırken içimden bir ses düşüncelerimde yanıldığımı bangır bangır bağırmaya başladı. Bedenimin gerildiğini hissederken kollarımı bacaklarımdan çektim ve her an ayaklanabileceğim bir pozisyon aldım.

Ellerimle yüzümü kuruladım hızlıca. Dikleştirdiğim bedenimle birlikte başımı arka tarafıma doğru çevirdim. Bu hareketimle bedenimde az da olsa arkaya doğru dönmüştü.

Ne görmeyi bekliyordum bilmiyordum ama bunu görmeyi asla beklemediğime emindim. Karşımdaki tabloyla kaşlarım daha da derinden çatılırken hızlıca oturduğum yerden ayaklandım. Çok değil bir dakika içerisinde iki metre ilerimde durarak karşıma dikilen adama iğrentiyle baktım.

"Senin burada ne işin var?"

Bakışlarım hızlı bir biçimde etrafı tarayarak tekrardan önüne döndü. Karşımdaki adam ve onun arkasındaki altı adamdan başka görünürde kimse yoktu.

"Yazık." dedi kaba sesiyle ilk önce. "Seni tek mi bıraktı burada, bu şekilde?"

Aşağılayıcı tavrına karşılık hiçbir tepki vermezken sorumu yineledim nötr bir biçimde. "Senin burada ne işin var?" Bu kez kelimeler hece hece dökülmüştü dudaklarımdan.

Kaz ayaklarının etrafını sardığı gözleriyle uzunca bir süre süzdü beni. "Ares beni gerçekten de şaşırtmaya devam ediyor. Değişik bir çocuk..." dedi ve kısa bir süre duraksadı. "...gerçi o hep değişik bir çocuktu. Hareketlerini kestirmekte zorlandığım nadir kişilerden birisi. Bir diğer nadir kişi de sensin."

Daha fazla dayanamayarak çatık kaşlarımı alayla havaya kaldırdım. "Sohbet etmeye mi geldin Kubat? Ne işin var senin burada?"

-BÖLÜM SONU-

Ay neler oluyor?!!!

Bölümü nasıl buldunuz?

Lütfen ve lütfen etkileşim bırakmayı unutmayın!

Bölüm : 28.11.2024 22:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...