
Ben geldim ve sizleri hemen bölüme uğurluyorum! Bölüm sonunda mutlaka görüşelim.
İYİ OKUMALAR
1 Ağustos Pazar.
Sorguluyordum. Birçok şeyi. Ailemi... Annemi, babamı, ablamı, eski en yakın kız arkadaşımı, Ares’i, kendimi. En çok da kendimi.
Neden böyle olmuştu? Bu raddeye nasıl gelmiştim? Aslında bunun cevabı çok basitti. Hikayemin başına dönersek cevaba ulaşıyorduk.
Hikâyenin başı... Anne rahmine düştüğüm o an. Annemin bir birlikteliğe zorlandığı o an.
O an, annemin neden beni bir türlü sevmediğine bir bahane olabilir miydi? Ya da annemin en başından beri babamı sevmemesi babamın bugünkü haline bir bahane olabilir miydi?
Bence cevap keskin bir hayırdı.
Günün sonunda sonuca bakacak olursak ölen ölmüş, giden gitmiş, hayatına devam eden etmişti ve olan bana olmuştu. Artı bir halimle hiç olmadığım kadar çaresiz ve yapayalnız kalmıştım.
Eskiden, çok eskiden, annemin henüz nefes aldığı zamanlarda ve benim de aklımın gerçekleri göremediği ama benliğimin bir şeylerin yanlış olduğunu buram buram hissettiği o zamanlarda; Anne ve babamın sevgisini kazanmanın uslu bir çocuk olmaktan geçtiğini düşünürdüm.
Eğer uslu bir çocuk olursam; anneme ev işlerinde yardım eder, ablamla zıtlaşmaz, oyuncaklarıma zarar vermeden onlarla oynar, babamdan bir şeyler isteyerek ekstra para harcamasına sebep olmazsam annemle babam beni sevecekti. Dahası tüm bunlar olursa annem mutlu olacak ve babamı sevecek, babamda böylelikle mutlu olacak ve ailemizle daha çok ilgilenecekti.
Plan basitti.
Hayır, plan yanlıştı.
Sorun hiçbir zaman ben değildim.
Anne ve babamın sevgisini kazanmak benim görevim değildi. Bu kazanmam gereken değil, zaten bana verilmesi gereken bir şeydi.
Anlamıştım. Dünyadaki zaman kavramına göre erken, bana göre çok geç de olsa anlamıştım. Bunun için ödediğim bedeller beni bitirse de anlamıştım.
Keşke anlamasaydım.
“Yani erkek kardeşin sıcak bir aile ortamında büyüsün diye mi onu almaktan vazgeçtin?”
Bakışlarımı yanımda benimle birlikte eş adımlarla yürüyen Zero’ya çevirmeden onu başımı sallayarak onayladım. Daha doğrusu geçiştirdim. İşin aslı tam olarak böyle değildi ama bunu o bilmese de olurdu.
Hamileliğimin neredeyse 10. haftasına ulaşmak üzereydim. Belki de ulaşmıştım. Bundan tam olarak emin değildim. En son ki doktor kontrolüne gitmemiştim ve ondan öncekine de.
Geçirdiğim ciddi düşük tehlikesinden sonra sık sık doktor kontrollerim olması üzerine bir plan program ayarlanmıştı. İlk başlarda buna uyuyordum ama... Aması yoktu işte. Oraya tek başıma gitmek, o sedyeye uzanırken bir başıma olmak zordu. Çok zordu.
Ben daha önce hiç bu kadar yalnız kaldığımı hissetmemiştim hem de bu kadar kalabalıkken. Bir beden iki kişiyken nasıl bu kadar çok yalnız olabilirdi?
Geçen zaman kabuk tutması gereken yaraları taptaze tutarken hissettiğim acı tıpkı ilk günkü gibiydi. Artık Tamay’ları hiç mi hiç görmek istemezken buna tezat bir biçimde bir iki kelimede olsa Zero’yla sohbet etmeye başlamıştım. Daha doğrusu Zero’nun çenesi iyice açılmıştı ve sürekli soru sorup duruyor ve bir şeyler anlatıyordu ve bende arada onu cevaplıyordum. Şimdi de o anlardan birindeydik.
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Çok değil iki saat öncesine kadar evde uyuyordum ama peşimi bırakmayan kabuslardan biri yakamdayken kesilen soluğumla uyanmış ve kendimi nasıl olduğunu anlamadan sokağa atmıştım. Caddebostan sahiline çok yakın olan evden kısa sürede denize ulaşırken her zamanki gibi peşime takılan Zero’yla sık oturmalı bir yürüyüşe başlamıştık.
Zar zor aldığım soluklar uzun süreli hareketlere izin vermediğinden her on dakikada bir ilk bulduğum bankta yirmi dakikaya yakın oturuyordum.
“Peki hiç mi özlemiyorsun kardeşini? Aylardır görmediğini söylemiştin?”
Özlemek? Hislerimi basit kelimelerle tarif edemezdim. Daha da fazlasıydı. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Sadece hislerimi hissediyor ve yaşamıma devam ediyordum.
Ablam onu benimle görüştürmemek için elinden geleni yapıyordu. Çünkü ben onun gözünde bu ailenin yüz karasıydım.
“Sonradan sağır olan birisi de eminim bir şarkının notalarında dans etmeyi özlüyordur ama bu özlem ne kadar imkânlı?”
İlk defa bu uzunlukta kurduğum cümlenin şaşkınlığı mı yoksa sözlerimin doğruluk payı mıydı onu susturan bilmiyorum ama geri kalan vakitte bir daha ağzını açmamıştı. Bu iyiydi çünkü uyandığımdan beri var olan baş ağrım gittikçe şiddetini arttırmaya başlamıştı.
Artık deniz havasının da bir işe yaramamaya başladığı anda saat çoktan gece yarısını geçerken eve geri dönmüştüm. Zero’yu her zamanki gibi evin dış kapısında bırakırken ben doğruca soluğu yatakta almıştım.
Avcumun arasında sımsıkı tuttuğum telefonum bana aylardır yapmadığım bir şeyi yapmam için müthiş bir baskı kurarken daha fazla dayanamadım. Hızlıca ezbere bildiğim numarayı tuşladım.
Ablamı arıyordum.
Acınasılığım kasıklarımda yeni bir sancı yaratırken kendimden utanmamam elde değildi. Gerçekten bitik bir haldeydim. Hangi normal insan kovulduğu kapıya tekrar tekrar giderdi?
Uzun uzun çalan telefonun her bir saniyesi avuç içlerimi tere boğarken boğazımın da kuruduğunu hissettim. Hızlanan kalp atışlarım iyiye işaret değildi. Vaz mı geçseydim?
Tam bu ihtimal üzerine düşünürken zaten kapanmak üzere olan aramam son anda cevaplandı. Duyduğum ses ayların özlemi ve kırgınlığının yanı sıra son zamanlarda yaşadığım şeylerin ağırlığında bir an dilimi lâl etti. Tek kelime bile edemedim.
“Alo?”
Abla, demek istedim. Abla ben hiç iyi değilim. Yapayalnız bırakıldım. Sonsuz bir çıkmazın içinde terk edildim ve çok korkuyorum. Bu korku kalbimi durduracak cinsten ve soluklarım her geçen gün azalıyor.
Abla bana da yardım et!
Nasıl küçük kardeşimize kol kanat gerdiysen, beni de öyle al yanına. Abla... bende senin küçük kardeşinim.
“Alo? Kimsiniz?”
Saatin geçliğine rağmen hiç de uykulu gelmeyen sesi henüz ayakta olduğunu kanıtlarken kısık bir sesle boğazımı temizledim.
“Abla.” dedim her şeye rağmen. Başka ne diyecektim ki? Başımda öyle yeni dertler vardı ki öncekiler aklıma bile gelmiyordu.
Onun beni evden kovuşu, ihanete uğradığımı sanıp eve geri döndükten sonra zar zor ikna ederek buluştuğum kafede bana dedikleri, Nabi’yi benden uzaklaştırması... Hiçbiri şu anda gözümde değildi.
“Lavinia?” dedi hemen sesimi tanırken. “Ne var ne istiyorsun?” İlk baştaki ses tonundan eser kalmayan sesi içimi ürpertirken kasıklarımdaki sancı hiç kesilmeden varlığını sürdürüyordu.
“Ben... Ben biraz konuşmak istemiştim.” dedim anlamsız bir tonda. Ne diyeceğimi gerçekten de bilmiyordum. Aslında diyecek çok şeyim vardı ama ablam arayanın ben olduğumu anladığı anda büründüğü tavrıyla tüm her şeyin önünü kesmişti. Sözcükler dilime varmıyordu.
“Bu saatte ne konuşması? Ayrıca aylar sonra nereden çıktın sen yine?”
Titreyen gözlerimi sımsıkı kapattım. Tek bir damlanın dahi firar etmesine izin vermemek için yeminliymiş gibi sertti bu hareketim.
“Ben aslında hep buradaydım ama sen yoktun. Biraz olsun dinmedin mi abla? Konuşamaz mıyız hala?”
Kulağıma alaylı bir tonda ‘hıh’ nidası doldu. “Neyin dinmesinden bahsediyorsun? Babam mı geri geldi, annem mi dirildi? Ne dinecek Lavinia?”
Yutkunamadım. Hala daha beni suçluyordu.
“Abla.” dedim titrek bir sesle. “Ben varım, buradayım. Abla ben hiç iyi değilim.” dedim kasıklarımdaki seğirmeleri artık görmezden gelemezken.
Az önce apaçık sergilediğim yardım çığlığımdan daha önce hiç utanmadığım kadar utanırken karnımın da ağrımaya başladığını hissettim.
Her ne kadar yaz aylarında olsak da gece gece çok dolaşmıştım. Üşütmüş müydüm? Ama ben o gittiğinden beri zaten çok üşüyordum. Hele ki geceleri...
Bebeğim mi üşümüştü? Onu mu üşütmüştüm? O da hissetmişti babasının gittiği sanırım o da o günden beri çok üşüyordu. Tek başıma yetememiştim değil mi?
Benim annemde yetememişti zaten.
“Daha önce nasıl tek başına işler çevirdiysen şimdi de başının çaresine bak Lavinia. Ne de olsa sen alışkınsın.”
Buz kestiğimi hissettim. Bu üşümekten de beterdi.
Ne de olsa sen alışkınsın...
Ben alışkın mıydım? Öyleyse neden tüm bunlarla baş edemiyordum?
Neden ölecek gibi hissediyordum?
“Bende senin kardeşinim. Benim Nabi’den ne farkım var abla?” dedim artık ağlamama engel olamazken. Sesim artık daha çok titriyordu ve boğuktu. Sanırım ellerimde titriyordu. Karın ağrımda sanki gittikçe artıyordu.
O olsaydı ayağıma kesin çorap giydirirdi.
Ayaklarım günlerdir çıplaktı.
“Bu ne kadar saçma bir soru! Kendini küçücük çocukla mı kıyaslıyorsun? Saçmalıklarını daha fazla dinleyemeyeceğim. Haftaya düğünüm var ve başımda zaten bir ton iş var bir de senin şu ergenliklerinle uğraşamayacağım!”
Kendini küçücük çocukla mı kıyaslıyorsun?
Haftaya düğünüm var.
Senin şu ergenliklerinle uğraşamayacağım!
Sertçe yutkundum. Yutkunmamla mideme oturan ağırlığın kasıklarıma doğru inmesi ne kadar normaldi? Ben bu hissi daha önceden biliyordum.
Sol gözümden akan yaşın ısısı cehennem ateşiyle kapışacak derecede olmalıydı ki akıp geçtiği yeri dudaklarımdan sızlanma sesi çıkaracak derecede yakmıştı.
Kulağıma dolan aramanın sonlanma sesiyle irkilerek kendime gelirken bedenimin bir titremeye hapsolduğunu fark ettim.
Yanılıyordu. Ben ne kendimi küçük çocukla kıyaslıyordum ne de ergence davranıyordum.
Nabi’nin küçüklüğünden dolayı daha çok abla şefkatine ihtiyacının olması, benim daha azını hak ettiğim anlamına gelmiyordu. Bende çok büyük değildim. Bende kardeştim.
Bende insandım.
Elimden kayıp yatağın üzerine düşen telefona göz ucuyla bakarken bir an baktığım yeri göremedim. Bu kez dudaklarımdan acı dolu bir inleme çıkarken kasıklarımda hissettiğim akıntıyla donup kaldım.
Ben bunu daha önceden biliyordum.
***
23 Ağustos Pazartesi.
Meltem rüzgarının kıyafetlerimin örtemediği yerlerde bıraktığı kadifemsi hissin içimdeki o hissi yenemediği bir günde daha akşam olmak üzereydi. Güneş yok oldu olacak vaziyette etrafa son kızıllıklarını saçarken sokak lambaları çoktan aydınlatılmıştı.
Anlık olarak etrafa çevirdiğim bakışlarımı önüme geri döndürürken o gittiğinden beri benimle olan tek şeye her zaman yaptığımı yaparak iki elle tutunmamı sürdürdüm.
Siyah kalın kapaklı deri deftere son cümlelerimi yazarken parmak uçlarımın her bir şey yazdığımda olduğu gibi uyuştuğunu hissettim ama bunun beni durdurmasına izin vermedim.
Bir gün beni bir fanusun içinde hiç bilmediğim bir okyanusun tam ortasında bırakacağını bilseydim, sevmeyi ondan öğrenmek istemezdim. Cahildim. İster tecrübesizliğime istersen de çocukluğuma ver bunu. O beni keşfetmeye çalıştıkça ben kendimi değerli hissettim ama bu sanırım benim yanılgımdan ibaretti.
Ne de olsa Cahit Zarifoğlu’nun da dediği gibiydi, ‘Başını alıp gitmek sevdaya dahil değil.’ idi.
Bedenimde hala daha yirmi iki gün önce ablamla yaptığım telefon görüşmesinin sonunda yaşadığım düşük tehlikesinin etkileri vardı. Bir haftayı geçkin bir süre kaldığım hastanede her ne kadar ciddi bir düşük tehlikesi geçirmiş olsam da bu kez yoğun bakıma girmemiştim. Sanırım bu bebeğimin inatla beni bırakmamasından sonraki en büyük tesellimdi.
O anı düşündüğümde hayal meyal hatırladığım kadarıyla yatak odasının camına gitmiş ve oradan da her zaman apartmanın önünde bekleyen Zero’ya seslenmiştim. Sonrası bende yoktu. Gözümü açtığımda yine bir operasyon masasındaydım ve yine kan revan içerisindeydim.
Ben hep sanmıştım ki koştuğum her yere yetişirim, kaçtığım her şeyden kurtulurum, eğer hiç durmadan ararsam eksik parçamı bulurum. Ama sonra bir akşam üzeri koştuğum yerden alakasız bir yerde, kaçtığım şeylerden bir adım bile uzaklaşamamış bir halde aradığım hiçbir şeyi bulamamışken hiç bilmediğim bir hastane sedyesinde kan revan içerisinde yatarken buldum kendimi.
O an bir kez daha anladım ki nereye gidersem gideyim yanımda götürdüğüm şey kendim oldukça bunun hiçbir anlamı yoktu. Kaçamazdım. Kabullenmiştim. Ve bazen bir şeyleri kabullenmekte bir vedaydı.
Ben o gün Ares’le vedalaşmıştım.
Kanlar içinde yattığım o sedyede ne ara haber alıp ne ara yanıma geldiklerini bilmediğim Tamay’lara Ares’i istiyorum diye yalvarırken olmuştu bu vedalaşma. Çünkü görmüştüm. Tamay’ın da Tamer’in de Bars’ın da gözlerindeki o acımayı görmüştüm.
Biliyorlardı ki o geri dönmeyecekti. Ona ulaşamıyorlardı ve onun bizi terk ettiğini çoktan kabullenmişlerdi. Bana acıyorlardı. Karnımda bir bebekle ortada kalmıştım. Zaten kimsesizdim.
O günkü bakışları asla unutamayacaktım.
O günden sonra ağzımdan bir daha asla onun ismi sesli bir şekilde çıkmamıştı. Sanki yemin etmiş gibi o ismi kullanmayı kesmiştim ve ortamda geçtiğinde de duymuyormuşum gibi yapıyordum.
Bu sanırım hayatımda yaşadığım en acı vedalaşmalarda ilk üçe girerdi. Zor olmuştu, çok kan içinde kalmıştım ama olmuştu işte.
Ne kadar çabalarsa çabalasın insan bazen kaderinden kaçamıyordu. Bunu annemde öğrenmişken kendimde iyice emin olmuştum.
Oturma odasından gelen sesler gittikçe yükselirken önümdeki defteri kapatarak avuçlarımın içerisine hapsettim. Tamay’lar buradaydı tıpkı hastaneden çıktığım günden sonra her gün olduğu gibi. Tamer ve Bars o kadar olmasa da Tamay neredeyse işe hiç gitmemeye başlamıştı. Tüm günü yanımda geçiriyor ve benimle iletişim kurmaya çalışıyordu.
Yanımda olmalarını tıpkı ilk günkü gibi istemiyordum ama onlara söz geçiremiyordum. Zaten onları onların evinden kovmam ne kadar mantıklıydı bilinmez, içten içe asıl gitmesi gerekenin ben olduğumun bilincindeydim.
Ama gidecek bir yerim yoktu.
Resmiyette üzerimde mülk vardı ve bunlar babamdan şantajla aldıklarımdı. Ama hiçbiri evim değildi...
Evim neredeydi?
Oturduğum yerden ayaklanırken adımlarımı doğruca kaldığım odaya yönlendirdim ve elimdeki defteri yastığımın altına sakladım. Çok yapraklı bir defter olsa da bitmesine az kalmıştı. Kalan sayfalar beni belki on gün belki de bir saat götürürdü. Bu tamamıyla benim durumuma bağlıydı. Yeni bir defter almalıydım.
Tüm gün ne kadar yanımda olsalar da ve ben buna bir söz geçiremesem de durum geceler için böyle değildi. Geceler bana aitti. En sancılı anlarımda yanımda tek bir canlının soluğunu dahi istemezken zaten onlarda bunun için çok bir ısrarda bulunmamışlardı. Çünkü biliyorlardı, beni görüyorlardı.
“Lavkuşum çay demlendi hadi gel!” diye seslenen Tamay’ın sesini hiç beklemediğim bir anda duymak daldığım zeminden irkilerek sıyrılmamı sağladı.
Acaba ne zaman gitme zamanlarına yaklaştıklarını fark edip gideceklerdi? Bence sokak lambalarının aydınlanması bunun için yeterli bir sebepti.
Artık daha önce hiç olmadığım kadar bencil birisi olmuştum. Kırıcıydım da. Bu durum sanılanın aksine kırdığım kişilerden çok beni yaralıyordu.
Şu an aynada gördüğüm kadın ben değildim.
Her zaman yaptığımı yaparak yatağa yatıp dış kapının sesini duymayı mı bekleseydim? Neden pes etmiyorlardı ki? Neden kuzenleri gibi olamıyorlardı?
Tanrı tam olarak ne zaman Demiröz’ün cezasını verecekti?
Onu görmüştüm. O gün, kanlar içerisinde sedyede uzanırken, tam kanamama müdahale yapılması için ameliyathaneye götürülürken. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Her zamanki bakışlarına nazaran gözlerinde hüzün vardı.
Beni gördükçe Ares’in yokluğunu hatırlıyor ve onu terk edişine üzülüyor olmalıydı. Bana acıdığından üzülecek hali yoktu ya?
Umay Hanım ve Deniz Bey’de gelmişlerdi. Sanırım tıpkı Tamay’lar gibi Ares’ten kalan yadigâr için gelmişlerdi. Benim için gelecek halleri yoktu ya?
Herkes hem de herkes bebek için vardı yanımda. Çünkü o, onlardan birinin parçasıydı. Benim için olacak halleri yoktu ya?
***
“Peki patlamış mısır istemiyorsan karpuza ne dersin?”
Aslında sanırım istiyordum. Yani patlamış mısır. Ve karpuz. İkisini birden. Aynı anda.
Bu tuhaftı. Burnuma dolan kokular içimde bir şeyleri uyandırmış gibiydi. Her ne kadar hala daha yediğim ne varsa birkaç saat içerisinde çıkartıyor olsam da ve genelde canım hiçbir şey yemek istemiyor olsa da şu anda sanırım durum öyle değildi.
Kendisine bir cevap vermiyor oluşumu hayır olarak algılamış olan Tamay yenilgiyle arkasına yaslanırken karşı koltukta oturan Bars’a üzgün bir bakış attı. O gittiğinden beri benim yanımda yan yana gelmiyor oluşları dikkat çekmeyecek gibi değildi. Nafile çabaları içimde buruk bir tebessüm oluşturuyordu.
Aslında her zamanki gibi yatağa uzanmış gitmelerini beklerken Tamay’ın bir kere daha şansını denemesiyle bir anlık kararla onlara katılmaya karar vermiştim.
Oturma odasına yanlarına gittiğimde çayın yanına bir şeyler hazırladıklarını göz ucuyla görmüş olsam da onlarla ilgilenmeden ikili koltuğa yönelmiş ve oraya rahat edeceğim bir pozisyonda kurulmuştum.
Hamileliğimin 13. haftasında değil kilo alıp karnımın büyümesi, zar zor yemek yiyip onları da kusmamdan ötürü oldukça zayıf durumdaydım. Kasıklarımda oluşan seğirmeler dışında da bir şey hissettiğim yoktu. Açıkçası öyle bir beklentimde yoktu çünkü daha çok küçüktü.
Daha doğumuna altı ay vardı ve bunu düşünmek bedenimde hissettiğim ızdırap hissini arttırıyordu. Kim bilir tek başıma neler yaşayacaktım o altı ayda? Bebeğim her şeye rağmen bana sağ sağlam gelecek miydi?
Gelmeliydi.
Tamer’de bana umutsuz bir bakış atarak dudaklarını aralamışken onun bir şey demesine izin vermeden söze ben girdim.
“Aslında ikisini de istiyorum. Aynı anda.”
Bir anda herkesin hareketleri durdu. Sanırım nefeste almıyorlardı. Hepsinin suratlarına baktığımda, ki bu pek tercih ettiğim bir şey değildi, şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Bu paradokstan çıkan ilk kişi Tamer oldu.
“Aynı anda? Aşermek gibi mi?”
Aşermek? Hayır! Aşeriyor olamazdım!
Aşermeyi mutlu evliliklerindeki hamile kadınlar yapardı ve eşleri onlara ne istiyorlarsa bulup getirirdi. Burada ne ben mutlu evlilikteki o hamile kadındım ne de istediğim şeyi bulup getirecek o eş yanımdaydı.
“Hayır!” dedim keskin bir biçimde. Bir an için aşeriyor olduğumu düşünmenin bende yarattığı his tüm isteğimi kesecek gibiydi. Öyle ki damağımda oluşan o kekremsi tadı üst üste yutkunsam da geçirememiştim.
“Öylesine yemek istiyor olabilir canım ne var bunda!” dedi Tamay yüksek bir girişle. Sanırım bende oluşan o hali anlamıştı ve yine onlara arkamı dönerek gitmemden korkuyordu.
Oturduğu yerden hızla ayaklanarak el çabukluğuyla bana patlamış mısır ve karpuz tabağı ayarladı. Kendilerine bir bıraktıysa bana üç koyarak hazırladığı tabağı kucağıma koyarken ona ağız içinde bir teşekkür mırıldandım.
“Olabilir be ne dedim sanki!” diyerek homurdanan Tamer önündeki çayını fondip yaparken göz ucuyla da bana bakıyordu. Bende ters etki uyandıracak bir şey yaptığını fark etmiş olmalıydı ve hali bir şeyleri kontrol eder gibiydi. Keza Bars’ın bakışları da öyleydi.
Hiçbirine aldırış etmeden bir elime patlamış mısırdan bir elime dilimlenmiş karpuzdan alarak peş peşe ağzıma attım. Tuzlu ve tatlı. Çok saçma bir şekilde aşırı iyiydi. Bunu birkaç kez peş peşe tekrarladım. Aralıksız. Ta ki yutkunmaya yetişemeyip ağzım dolana kadar. O noktada ağzıma bir şeyler tıkıştırmayı bırakarak şişen yanaklarımla birlikte ağır ağır içeridekileri çiğnemeye başladım.
Karşılarında gördükleri görüntü tuhaflarına gitmiş olacak ki herkes beni pür dikkat izliyordu. Normalde de gözleri hep üzerimdeydi ama bu seferki başkaydı. Sanki eski beni görmüş gibilerdi çünkü bir an bende öyle hissetmiştim. Eski zamanlardan bir anda gibi.
Ağzımda kalan son parçaları zorlukla yutarken gözlerimin dolduğunu hissettim. Hayır böyle olmamalıydı! Daha az önce her şey gayet iyiydi. Oldukça normal bir an yaşıyordum. Neden hemen bozulmuştu?
Hep böyle mi olacaktı?
Tamer’le göz göze geldim. Sanki her şeyi anlamış gibi bakıyordu dolmuş gözlerime. Gülümsedi. Acının emareleri gülüşünde saklıydı.
“Ben hiçbir zaman toparlanamayacağım, değil mi?” dedim titreyen bir ses tonuyla.
Uzun, çok uzun bir zaman sonra onlarla ettiğim bu sohbet karşısında durakladılar. Belki de verecek cevapları yoktu.
“Hayır.” dedi Tamer. “Elbetteki toparlanacaksın ama bu biraz zaman alacak. Acıtacak.”
Derin bir nefes aldım. Doğrusu bunun için çabaladım. Ağzıma bir karpuz dilimi daha atarken hala daha titreyen sesimle konuştum.
“Acıtıyor.”
Oturduğu yerden usulca kalkarak ayak ucuma ilişti Tamay. Hareketleri son derece temkinliydi. “Geçecek. Geçiyor, yemin ederim ki. Biz her zaman yanındayız.”
Ona inanmadım. Bebek için buradalardı. Benim için olsalardı bunu bilirdim. Hiç kimse hiçbir zaman benim için var olmamıştı. Buna Ares’te dahildi. Hatta en çok o dahildi.
Bir tek istisna vardı bu durumda. Daha doğrusu o istisna altı ay sonra doğacak ve tamamıyla var olacaktı. Bebeğim babası sayesinde var olsa da babası gibi olmayacaktı.
Tamay’ın dediklerini onaylamadığımı belirtir bir şekilde başımı olumsuza iki yana salladım.
“Ben yalnız kalmak istiyorum.” dedim bu lafı onlara kaç yüzüncü kez söylediğimi bilmeden.
Ayaklarımı kendime doğru çekerken oturduğum yerde toparlandım. Kucağımdaki tabakları yakınımdaki orta sehpanın üzerine bırakırken çoktan yatak odasına gitme vaktimin geldiğine karar vermiştim.
“Bizi görmek istemiyorsun, biliyorum ve bunu anlaya da biliyorum ama yalnız kalmamalısın kuzum. Senin için endişeleniyoruz. Zor zamanlardan geçiyorsun ve sürekli...”
Tam koltuktan kalkmak üzere hareketlenmişken durdum. Nefesim de bununla eş zamanlı sekteye uğramıştı.
Tamay sözlerini tamamlamamıştı ama ben anlamıştım. Zor zamanlardan geçiyorsun ve sürekli bebeği kaybetme raddesine geliyorsun.
“Tamay’ın demek istediği şey size bir şey olsun istemiyoruz ve bunun için tedbirli davranmakta fayda olacağını düşünüyoruz.” diyerek hızla söze girdi Bars. Sevgilisinin sözlerini toparlamak istermiş gibiydi bu hareketi.
Bakışlarım otomatikman ona kayarken kısılan bakışlarımın ardında dolan gözlerimi sakladım. O normalde pek konuşmazdı. Çünkü Bars, diğer aile üyelerinden daha çok onu anımsatıyordu bana. Bunun o da farkındaydı ama yine de buna rağmen yanıma gelmekten de vazgeçmiyordu.
“İstemiyorum.” dedim kesin bir ses tonuyla. Oturduğum yerden ayaklandım. “Ben bebeğime sahip çıkabilirim. Tek başıma.”
Daha fazla bir şey demelerini istemezken hızlı adımlarla oturma odasının çıkışına yöneldim. Tam o esnada arkamdan Tamer seslendi.
“Bari Kibar Teyzeyi kabul et!”
Adımlarım aksayacak gibi oldu ama son bir güç kendimi zorladım ve daha da hızlanarak kendimi yatak odasına attım. Peşimden sertçe kapattığım kapıyı alışagelmiş bir çabuklukla kilitlerken soluk soluğa kalmış bir halde sırtımı kapıya yasladım.
Göz yaşlarım çok bile dayanmış halde hızla akarken geçtikleri yeri cayır cayır yakıyordu. Kalbim yavru bir kuş gibi titriyordu.
“Aptal mısın oğlum sen? Görmedin mi kızın geçen ki halini neden gündeme getiriyorsun bu konuyu bir daha?” diyen Bars’ın öfkeli sesi hayal meyal kulağıma dolarken bulunduğum yerde kayarak sert zemine oturdum.
Başımı olumsuzca iki yana sallarken çok fazla sesim çıkmasın diye titreyen ellerimi dudaklarımın üzerine örttüm. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken aklıma o an doldu.
Hastaneden çıkıp tekrardan bu eve döneli henüz üç gün olmuştu. Her zamanki gibi Tamay’lar yine evdeydi ve ben kaldığım odada onlardan ayrı bir biçimde yatarken zil çalmıştı.
Bu beklediğim bir şey değildi çünkü bu eve gelip zile basacak tüm kişiler zaten evin içerisindeydi. Zero’da zaten zile basmıyordu. Bu beni meraklandırmıştı. Demiröz ya da Deniz Bey’ler gelmiş olabilirler miydi diye düşünmüştüm.
Yanılmıştım.
Bir an evin içerisinde bir hareket cümbüşü olmuş sonrasında tüm hareketler kesilmişti. Fısıldaşmalar duymuştum. Neler konuşulduğunu anlayamasam da bir süre fısır fısır konuşmuşlardı.
Daha sonrasında Tamay gelmişti odaya yanıma. Tüm gün evde yalnız olmamdan duyduğu rahatsızlıktan bahsetmiş ve benim için endişelendiğine dair her zaman yaptığı konuşmasından yapmıştı.
Sonra bunun için bir çözüm bulduğunu söylemişti. Sözlerinin hemen peşine de içeri Kibar Teyze girmişti.
Onunla göz göze geldiğim o an da hiç unutulmamak üzere hafızama kazınmıştı. Bana öyle bir bakmıştı öyle bir incelemişti ki...
Aklım o güne gitmişti. O kasım akşamına...
Sanki her şey başa sarmıştı. Sanki ben o rezidansta ilk defa gözlerimi açmıştım ve o bana çorba ve ilaç getirmişti. Sanki Ares’le hikayemiz baştan başlamıştı.
Normalde ev işlerinde yardımcı olan bir kadının üzerimde bu kadar duygusal bir etkisinin olması hiç normal değildi. Ama hiçbir şey de normal değildi.
Tamay’lar bana yalnızlığımda yoldaş olsun diye ve evde yardımcı olsun diye Kibar teyzeyi malikaneden alıp getirmişlerdi.
Uzun zamandır hiç öyle içli ağladığımı hatırlamıyordum. O kadar çok ağlamıştım ki... İstemiyorum diye diye. İnleye inleye.
Bir insan nasıl böylesine her şeyi tetikleyebilirdi. Olmuştu işte. Az kalsın tekrar hastanelik olacaktım.
O kadar çok ağlamıştım ki. Şu ankinden de çok. Daha şiddetli. Sanki onun ilk gittiği günkü gibi.
Sanki giden o ama ölen benmişim gibi.
-BÖLÜM SONU-
Nasılsınız bakalım? Ben sonunda gelebildiğim için çok mutluyum. Bu satırı sizin dertlerinize ayırıyorum anlatın bakalım ne var ne yok?
Bölümü nasıl buldunuz bakalım?
Sizce gelecek bölümde bizi neler bekliyor?
Lütfen etkileşimleri de arttıralım. Beğenmeyi, bol bol yorum yapmayı ve kitabı diğer okuyuculara önermeyi unutmayın!
Desteklerinizi bekliyorum! Bir sonraki bölümde görüşmek üzere kendinize iyi bakın!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.9k Okunma |
640 Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |