64. Bölüm

BÖLÜM 63 - 2. KİTAP BÖLÜM 6

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

Her zamanki gibi sizi hemen bölüme uğurluyorum ve ben bölüm sonuna gidiyorum. Orada mutlaka görüşelim!

Bölümü beğenmeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın! Etkileşimleri daha canlı görmek istiyorum. Kitabı sosyal mecralarda paylaştığınızda beni de etiketlemeyi unutmayın!

İYİ OKUMALAR

ARES SANCAKTAR

15 Eylül Çarşamba.

O’ndan öncesinde bu şehirde ne yapıyordum bilmiyordum. Yüksek ihtimalle birçok şey yapıyordum ve fazlasıyla meşguldüm. Peki ya şimdi?

Ne yapacağımı bilmiyordum.

O’ndan sonrasındaydım ve o yoktu. Kelimelerin ironikliğine güldüm. O yoktu.

O da benden sonra bu cümleyi kurmuş muydu?

Pusulasını kaybetmiş bir denizciden farksızdım. Yer yön bilgim karman çorman olmuştu. Yıldızlarsa hiç yoktu. Ben yönümü nasıl bulacaktım?

Lavinia’yı nasıl bulacaktım?

Ya bulamazsam demiyordum. Nasıl bulurum diyordum çünkü aksinin ihtimal dahili bile yoktu.

“Bilmiyorum dayı. Elimdeki bütün bilgileri verdim işte sana. Sen yine de tüm Trabzon’u arattır işte. O düğüne kadar gelebilmişse demek ki orayla da bir bağlantısı var pezevengin.”

Çoktan ağrımayı geçip çatlama raddesine gelen başımı ovuşturdum. Zeki’nin kullandığı araçta boş boş tüm İstanbul’u turlarken kafamın içinde dönen çarkları kontrol etmeye çalışıyordum.

“Tamam oğlum sen endişelenme. En kısa zamanda bulacağız Lavinia kızımızı. Sen yine en ufak bir şeyde bana haber ver ve lütfen ne yapacaksan ortalığı karıştırmadan yap. Kendine dikkat et.” diyen Ali dayıyı birkaç onay lafıyla geçiştirirken konuşmayı sonlandırdım.

Boşa tembih yapıyordu. Ortalığında amına koymazsam bende Ares değildim!

Elimden telefonu bırakmadan direkt Ahmet’i ararken kaşlarım her zamankinden daha çok çatıktı. Çoktan ona verdiğim işleri bitirip beni aramış olması gerekiyordu. Neden aramamıştı?

“Buyur abi?” Çok değil ikinci çalışta açılan telefonum şu anki sabrım için fazlasıyla geç açılmışken ters ses tonuma hâkim olabildiğim söylemezdi.

“Ne yaptın? İlla benim mi aramam gerekiyor oğlum! Ben sana en ufak şeyde haber ver demedim mi?”

Başımın zonkladığını hissediyordum. Uzun zamandır dinmek bilmez bir baş ağrısıyla yaşıyordum.

“Abi şimdi çıktım Mahzen’den. Dediğin gibi gerekli kişilerle görüştüm ve Zero’nun eşkalini verdim. Geceyi geçmeden dosyası elinde olur. Bir de kellesini sağ getirene büyük ödül koydurdum. Tabi yengenin hassasiyetinden de özellikle bahsettim.”

Geceye kadar nasıl dayanırdım bilmiyordum. Değil dosyası bana direkt o kellesi gelse sabrım yine de geceyi bekleyecek kadar yoktu.

“Kimler vardı Mahzen’de? Kimlerle görüştün?” dedim her şeyin en ince ayrıntısını bilmek isterken. Artık emri verip geri de çekilemiyordum. Bunu yaptığımda neler olduğunu görmüştüm. Her şeyi ama her şeyi en yakından takip etmem gerekiyordu.

İnsanın ailesine bile güvenemediği bu dünyada adamlarını ince eleyip sık dokuması kaçınılmaz bir şeydi.

Arkadan araca binip onu çalıştırdığına dair sesler gelen adamın yarattığı hışırtı sesleri kulağımı tırmalarken bir an telefonu kulağımdan uzaklaştırma hissiyle doldum. Yüksek ihtimalle şu anda yanıma geliyordu ama ben onun yanıma gelmesini bekleyecek sabırda da değildim.

“Koral kardeşler vardı abi. Seymenlerle birlikte bir toplantıdaydılar ben bölmek durumunda kaldım. Sana selamları var hepsinin. Tamda Aikhal için bir bağlantı yolu üzerine konuşuyorlarmış. Dediler ki neden Ares Rusya’daki şubesi üzerinden bize katılmıyor? Bunu iletmemi istediler. Bir de merak etmesin gözümüzü kulağımızı açacağız dediler.”

Gözlerimi devirdim. Her şeyim tamdı bir pırlanta kaçakçılığı yapmam eksikti!

“MİT Dış Operasyonlar Başkanlığından Hakan Koman vardı. Dosyayı zaten o halledecek Teoman Müsteşar’la birlikte. Onların da sana selamı var.”

Birkaç isim daha sayarak herkesin bana olan selamını tek tek ileten Ahmet’i dinlerken aklımdan geçen tek şey Mahzen’e kadar düşmüş olmamın rezilliğiydi.

Mahzen, yüksek sosyeteden ve derin devlet adamlarından oluşan illegal bir topluluktu. Burada birçok ismi kolaylıkla bulabilirdiniz. Hepsinin tek bir amacı vardı: Kendi işini gördürmek.

Herkes karşılıklı menfaatlerle iş birlikleri yapardı. Çoğunun emelleri kirli işleri için olduğundan tamamıyla illegal ve gizlilik esaslı bir topluluktu. İçerisindeki devlet adamlarından tut MİT, FBI, KGB gibi birçok üyesi olduğundan illegalliği çok da bir sorun teşkil etmiyordu. Çünkü oradaki herkes kılıfını buluyordu.

Ben oraya üye değildim. Sadece biliyordum. Mahzen’i herkes biliyordu. İş camiasındaki tüm büyükler neredeyse oradaydı. Demiröz Sancaktar’da oradaydı. Ve Kubat’ta.

Ama ben değildim.

Bunun için birçok teklif almıştım ama görüşüm basitti. Babamın onaylamadığı hiçbir işte yoktum. Yani kısmen.

1 Temmuz’da buradan gittiğimden beri çok fazla iş döndürmüştüm. Hepsinin de babamın onaylamadığı şekilde olduğunu söyleyebilirdim. Ama yine de görüşüm netti hala daha aynı fikirdeydim. Babamın onaylamadığı hiçbir işte yoktum.

Mecburiyet haricinde.

1 Temmuz’dan sonra olan her şey birer mecburiyetti benim için. Mafya değildim ve asla da olmazdım ama bir süre mafyacılık oynamam kaçınılmaz olmuştu.

Hileler yapmış, rüşvetler teklif etmiş, tehditler savurmuş, adam dövmüş ve öldürtmüştüm. Bunların her biri birer mecburiyetti.

Amaçsa tekti. Canımı yakanların canını almak.

Birkaç dakika daha konuşarak aramayı sonlandırırken son beş dakikadır park halinde olan araçtan sonunda çıktım. Her ne kadar tüm şehri dolaşsam da benim dönüp dolaşacağım ve sonunda ulaşacağım tek bir yer vardı.

Bostancı’daydım.

Önümdeki dört katlı binaya uzun uzun baktım. Yokluğumda kendine burayı mı ev bellemişti? Sanmıyordum. Lavinia kolay kolay bir yeri evi olarak kabul etmezdi.

Ne düşünmüştü acaba bu ev hakkında? Sevmiş miydi? Nasıl anıları olmuştu bu evde? Hiç bizim evimizde attığı o içten kahkahalara şahitlik yapmış mıydı bu ev?

Siktir kere siktir!

Korkmanın ecele bir faydası yoktu. Avuçlarımın arasına aldığım anahtarı parçalamak istercesine sıkarken binadan içeri girdim ve adresini Ahmet’ten öğrendiğim daireye çıktım. Evin adresini de anahtarını da Tamay’dan almıştı.

Sık soluklar eşliğinde vardığım dış kapıyla bir an duraksadım. Şimdi bu kapıyı araladığımda karşıma çıksa ne olurdu? Aslında her şeyin birer yalandan ibaret olduğunu ve yine beni kandırdığını söylese?

Keşke.

Araladığım kapıyla bedenimi doğrudan içeri atarken kapıyı ardımdan hızla kapattım. Soluklarım hızlanmıştı. Aralanan kapıdan onun kokusu direkt burnuma dolarken nasıl olurda kokusunun dışarı kaçmasına izin verirdim?

Hızlı adımlarla evin hiçbir yerini bilmesem de tüm evi dolaştım. Geçtiğim her yerdeki ışığı da peşimden yaktım. Amacım açıkta bir kapı pencere var mı diye kontrol etmekti. Neyse ki yoktu. Bu rahat bir soluk almama sebep olurken içime daha çok onu soludum.

Çok özlemiştim.

Bunu fark ettiğim yerse ne bir mutfaktı ne de bir oturma odası. Üzerinde eşyalar olan bir yatağın bulunduğu yatak odasındaydım. Sanırım o’nun yatak odasındaydım.

Bocaladığımı hissettim. Kendimi doğrudan burada bulmayı beklemiyordum. Dün sabah doktora gitmek üzere üzerinden çıkarttığı pijama takımlarıyla karşılaşmayı beklemiyordum. Buraya geri dönemeyip de giyemediği o kıyafetleri görmeyi, yatamadığı o yatağı görmeyi beklemiyordum.

Lavinia, neredesiniz güzelim?

Lavinia ve bebeğimiz.

Ağır adımlarla ulaştığım yatağın üzerindeki tişörtü elime aldım. Bunu Lavinia’nın giydiğini anlamam için bir kanıta gerek yoktu çünkü kokusu doğrudan burnuma geliyor, buram buram o kokuyordu.

Bakışlarımı usulca tişörtte gezdirdim. Bedeni Lavinia’ya göre oldukça büyüktü. Bu Lavinia’ya çuval gibi olurdu.

Ama olmamıştı değil mi? Fotoğrafta gördüğümden beri hiç aklımdan gitmeyen o göbeği doldurmuştu tüm boşluğu.

Tüm odada dolaştırdım feri çekilmiş bakışlarımı. Dakikalarca aynı yerlere baktım durdum. Ben yokken bu odada neler yaptığını düşündüm. Bensiz uyuduğu geceleri, bensiz uyandığı sabahları...

Bakışlarım en son yatakta kitlendi. O en son ne zaman doğru düzgün uyumuştu acaba? Bende bunun bir yanıtı yoktu.

İçimdeki o kuvvetli isteğe dayanamayarak yatağa yönelirken son dakika çıkartmayı unuttuğum ayakkabılarımı fark ettim. Basit bir hareketle onları ayağımdan çıkartıp rastgele yere bırakırken yatağın üzerine gelişigüzel oturdum.

Çok mu sertti sanki bu yatak? Nasıl rahat yatabilirdi ki burada? Kesin beli çok ağrımıştır.

Şimdi ne yapacaktım? Belki de o piçin dosyası elime gelene kadar biraz uzanmalıydım. Onun kokusunun yanına.

Peki bu ne kadar adildi? O bensiz nerede olduğunu bile bilmezken ben burada bas bas onun varlığını bağıran odada?

Bunu bilsen bana kızar mısın sevgilim? Biliyorum bana çok kızgınsın. Bende sana.

Ama aşacağız. Başka bir seçenek yok.

Elimden tişörtü bırakmadan başımı yastıklardan birisine koydum. İçim sıkılıyordu. Kalbim o kadar sıkışıyordu ki sanki bir iblisin ateşten ellerinde kül ediliyordu. Onun kokusunun beni sarmalaması bile yetmiyordu.

Gözlerimi kapattım sertçe. Derin soluklar alıyordum. Zihnimin dağılmasına izin vermemem gerekiyordu. Onları bana geri getirebilmem için aklımın yerinde olmasına ihtiyacım vardı.

Ama neden ben annemi ve kız kardeşimi tekrardan kaybetmişim gibi hissediyordum? Hatta daha kötüsü. Altı yaşındaki Ares şu andaki hislerimi bilse bana çok üzülürdü.

Göğsümün üzerine bıraktığım tişörtü burnuma doğru yaklaştırırken uzandığım yerde yan döndüm. Etrafımı sarmalayan kokusunun dahasını istercesine başımı yattığım yastığa bastırıyordum.

Köpek gibi pişmandım. Bu kadar sürmemeliydi işlerim. Çoktan geri dönmeliydim.

Düşündükçe her şeyin yetersiz gelmesini hissetmemle diğer yastığa da uzanarak onu göğsüme doğru çektim. Amacım yastığa sarılarak biraz daha kafamı kokusuna gömmekti ama yastığı çekmemle açığa çıkan şeylerle duraksadım.

Yattığım yerden hafifçe doğrularak onların ne olduğuna bakarken defter olduklarını fark ettim. Biraz daha toparlanarak oturur pozisyona geçerken hızla defterleri elime aldım.

İki tane birbirinin aynısı siyah kalın kapaklı deri defterdi. İçlerine hızlıca baktığımda Lavinia’nın el yazısıyla karşılaştım. Daha çok bocaladım. Günlük mü tutuyordu? Bunu yaptığına daha önce hiç rastlamamıştım.

Bir tanesi tıka basa yazıyla doluyken diğeri henüz yarımdı. İlk önce tamamıyla dolu deftere yönelirken diğerini kucağımda bıraktım. Sırtımı yatağın başlığına yaslarken neyle karşılaşacağımı bilememenin gerginliği sardı bedenimi.

Ama korkunun ecele bir faydası yoktu değil mi? Kitabın ilk sayfasını açtım.

9 Temmuz Cuma.

Sonunda hastaneden taburcu olduk. Evet iyisin bebeğim. Bunun için çok mücadele verdik. Çok canımı yaktın ama olsun, senin canın sağ olsun.

Canı çok mu yanmıştı? Ne kadar çok? Ailesinin yaktığından az mı yoksa çok mu?

Bende onlar gibi mi olmuştum onun gözünde? Siktir! Bu kabul edebileceğim bir şey değildi!

Bu sabah ilk kontrolde oradan gitmek için doktorla ettiğim kavgayı unut olur mu? Senin kötülüğünü istediğimden değil ben sadece biraz iyi değilim o kadar.

Kalbim artık hiç olmadığı kadar sıkışıyordu. Daha en başındaydım. Henüz ilk defterin en başında, ilk sayfasında. Normal bir insanın baktığında orta boyut diyebileceği defterlerin benim gözümdeki büyüyüşünü nasıl tarif edebilirdim?

Beş gün o yoğun bakımda sende benim kadar çok korktun mu? Umarım korkmamışsındır. Ve teşekkür ederim bebeğim. Her şeye rağmen sende gitmediğin için.

Yoğun bakım?

Beş gün. 120 saat. 7200 dakika. Nasıl?

Beş koca gün boyunca siktiğim bir hastanenin siktiğim bir odasında tek başına ne yapmıştı? Korkmuştu. Çok korkmuştu!

Ben neredeydim peki? Öfkemin beni ele geçirmesine izin vermemeliydim. Herkes hata yapardı evet. Herkes çok hata yapmıştı bana evet. Ama hiçbiri benim yaptığım hata kadar canımı yakmamıştı.

Lavinia’yı bulmalıydım.

11 Temmuz Pazar.

Beni bu kadar kusturmak zorunda mısın? Kusmaktan nefret ediyorum ve babandan da! Onun ailesinden de nefret ediyorum! Neden yalnız bırakamıyorlar beni?

Bunu ilk defa dillendiriyordum. Sanırım bunun için çok geç kalmıştım ama özür dilerim sevgilim.

Her şey çok normalmiş gibi bir de kalkmışlar bana bir koruma tahsis etmişler! Zero artık yakın korumammış! Saçmalık! Ben o adamı daha önce de görmüştüm ve pek hazzettiğim söylenemezdi şimdi kalkmış bana onu yakın koruma diye getiriyorlar!

O piçi nasıl daha önceden görmüş olabilirsin? Trabzon’daki o düğünde değil mi? Orada çıktı karşına. Yoksa daha öncesinde mi çıktı karşına? Bunu da mı söylemedin bana?

Getiren kişi de Tamer! Babanın bizi bırakıp gittiği gün dedesiyle birlikte beni geldiğim yere geri göndermeye kalkan Tamer! Eğer seni öğrenmeselerdi çoktan bana sırtını dönecek olan insanlar!

Tamer’de Demiröz’le birlikte artık ölecek olanlar listesindeydi. Birini tutsam ötekini tutamıyordum! Neden herkesin Lavinia’ya bir zarar verme eğilimi vardı?

Ah! Özür dilerim bebeğim. Sana kızmıyorum ne olur daha fazla kanama.

Asıl ben özür dilerim babacığım. Ne olur daha fazla anneni kanatma. Yalvarırım.

12 Temmuz Pazartesi.

Ben Ares’i çok özledim. Yalvarırım geri gelsin. Söz bir daha anlatmak için gecikmeyeceğim. Yemin ederim.

Ama geciktin. Neden sevgilim? Neden onlar gibi o tarafta olmayı seçtin?

Yemin ederim her şeyi anlatacaktım ona. Amacım saklamak değildi. Ben sadece tüm bunları nasıl anlatacağımı bilemedim. O zaten yeterince incitilmişken nasıl olursa kalkıp bunların dahası da var derdim?

Demeliydin. İnan senin o tarafta olduğunu görmemden daha çok acıtmazdı canımı.

Beni neden anlamadın sevgilim? Hiç mi tanımamıştın beni? Nasıl olurda beni dinlemeden gidersin? Yoksa hiç mi sevmedin?

Sevdim. Hem de çok sevdim. Hala daha çok seviyorum. Peki ya sen? Bende bu soruyu çok düşünmüştüm. Yoksa hiç mi sevmedi beni?

Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Zaman kavramımı kaybedeli uzun bir süre oluyordu. En sonunda başımdaki ağrıya dayanamayarak defteri kapattım ve aldığım yere geri koydum. Tekrardan sırt üstü uzandım.

Onu bulacaktım. Başka bir seçenek yoktu.

*** 

Sadece gözlerimi dinlendirmek isteyişimin üzerinden baya zaman geçmiş olmalıydı. Israrla çalan zil sesiyle zorla araladım gözlerimi. Tam olarak ne zaman uykuya daldığımı bilmiyordum ama sanırım bunda dört bir yanımı kuşatan Lavinia’nın kokusu etkiliydi.

Hasret kalmıştım kokusuyla uyumaya.

Başımdaki ağrının az da olsa dinmesiyle biraz rahatlarken kapıdaki her kimse aynı ağrıyı geri getirmek ister gibi ısrarla zile basıyordu. Homurdandım.

Son zamanlarda üzerime yapışan bir terslikle ayaklanırken doğruca dış kapıya yöneldim. Alacaklı gibi neyin ısrarıydı bu?

Kısa sürede kapıya ulaştığımda tüm binada yankılanan bir sesle kapıyı açtım. Karşımda tedirgin ifadeyle hala daha zile basan Ahmet’i bulurken hiç duraksamadan kafasına bir tane çaktım.

“Neyi zorluyorsun piç? Ne elin zile yapışmış gibi soluksuz basıyorsun siktiğimin tuşuna?”

Kafasına aldığı darbeyle eş zamanlı zile basmayı da kesen adama ters ters bakarken onun konuşmasına fırsat vermeden elindeki dosyayı fark ederek elinden çekip aldım. Ardımdan kapıyı kapatma gereksinimi duymadan doğruca oturma odasına ilerlerken Ahmet’in hemen peşimden geldiğini hissediyordum. Kapanan kapı sesi de zaten bunu kanıtlar nitelikteydi.

“Abi dosya bir saat önce elime geçti. Onu Beşiktaş’ta bir depodan aldım o yüzden hemen gelemedim. Teoman Müsteşar bizzat getirdi dosyayı. Biraz da trafik vardı ancak gelebildim. Yolda da aradım seni ama açmadın. Son on dakikadır da zile basıyorum ama açmıyorsun. Ben bir şey oldu sandım.”

Oturduğum üçlü koltuktan Ahmet’e bir yastık fırlatırken amacım sadece çenesini kapatmaktı. “Başıma bir şey geldiğini sanınca kapıyı kırıp içeri girmek yerine mahalle karıları gibi zili köklemeni oturup bir düşünmeni istiyorum Ahmet.”

Evet ne kadar seçmece insan varsa hepsini elimle koymuş gibi bulmuş ve hayatıma dahil etmiştim.

“Abi şimdi kapı yengenin kapısı eğer gelince kırık görürse şey olur diye ben şey etmedim.” diyen adamıma sadece bakmakla yetindim.

Lavinia’nın geri geleceğine dair kesin konuşması ona bir şey daha yapmama engel olan tek şeydi. Ve haklıydı ki Lavinia evin kapısını kırık görürse büyük bir olay çıkardı ama yanıldığı ufak bir yer vardı. Lavinia’yı bulduğumda geri geleceği tek yer evimiz olacaktı burası değil.

Bakışlarım elimdeki dosyaya dönerken gerginliğin damarlarımda aktığını hissedebiliyordum. “Sen baktın mı dosyaya?” derken çoktan elimdekini incelemeye başladım.

“Yok abi.”

Büyük karton kesenin açılmamış ağzını gördüğümde Ahmet’e bakmadan başımı sallayarak onu onayladım. Dediği gibi bakmamıştı. Kesenin ağzı kendi yapışkanıyla yapıştırılmış duruyordu. Hiç açılmış bir görüntüsü yoktu.

“Geç otur.” dedim karşımda yalı kazığı gibi dikilen adam sinirlerimi iyice gererken.

Ahmet lafımı ikiletmeden hemen tekli koltuklardan birisine otururken ben pek de sabırlı olmayan bir şekilde karton keseyi yırtarak içindeki kalın kapaklı dosyayı çıkarttım.

Elimdeki MİT’te kullanılan gizli bilgileri dosyalamak için kullanılan bir dosyaydı. Yüksek ihtimalle yine gizlice toparlanmış bilgiler vardı içinde. Sonuçta kişisel bir mesele için yapılan bir araştırmaydı bu.

Araladığım kapakla karşıma direkt Zero dedikleri piçin birkaç fotoğrafı çıkarken ona uzun bir süre kıstığım bakışlarımla baktım. Siması yabancı gelmiyordu.

İlk birkaç sayfayı kaplayan fotoğrafları içimde birilerini öldürme isteğini arttırırken sesli bir soluk eşliğinde bir diğer sayfaya geçtim. Bunca zaman Lavinia’nın yanında oluşu hala daha sindirebildiğim bir olay değildi ve uzun bir süre daha sindirebileceğe benzemiyordum.

Benim yokluğumda benim olanın en yakınında olması... Müthiş bir cinayet sebebi olabilirdi ki olacaktı da.

Yeni açtığım sayfa yazılarla beni karşıladığında oturduğum yerde istemsizce dikleştim. Yazılan her bir satırı iyice algılayabilmek adına ikişer kere okudum. Hatta bazı yeri on kere okumam gerekmişti.

ZERO, gerçek adıyla YILDIRIM KARAAĞAÇLI.

1988 Moskova doğumlu. Tüm çocukluğu sessizlik içerisinde Moskova’da geçmiş. Bilinen özel bir eğitimi yok. Sıradan bir yaşantı sürdürmüş. 2008 yılına kadar Moskova’da yaşamış sonrasında üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelmiş.

Normal yaşantısında sık sık Moskova’ya gitse de 2008 yılından beri Türkiye’de yaşıyor.

Marmara Üniversitesi Ekonomi mezunu. Döneminin başarı sıralaması açısından en kötü öğrencilerinden birisi olmasına rağmen bir şekilde eğitimini dört yılda tamamlamış.

Yakın arkadaşı üniversite de tanıştığı Efe Türker. Efe Türker’in çevresiyle birkaç kez gözükmesi dışında ilginç bir şekilde Türkiye’de başka bir özel yaşantısına dair görüntü yok.

2002 yılında bilinmeyen bir sebepten annesi ölmüş. Annesine ne olduğu asla araştırılmamış, olay direkt kapatılmış. Hayatının geri kalanında babasıyla birlikte yaşadığı biliniyor.

Annesi Nastya Noskov. 1962 Moskova doğumlu bir Rus.

Babası Kubat Karaağaçlı. 1952 Trabzon, Ortahisar doğumlu bir Türk.

*** 

LAVİNİA ARAL

Nefes.

Nefes alamıyordum! Çok havasızdı. Neredeydim ben? Bir tabutta mı?

Karanlık.

Çok karanlıktı! Hiçbir şey göremiyordum. Neredeydim ben? Toprağın altında mı?

Bebeğim! Onu hissedemiyordum. Tüm bedenim uyuşmuş gibiydi ve ben kollarımı da kullanamıyordum. Sanırım arkadan bağlanmıştı.

Bebeğimi hissedemiyordum!

Orada olmalıydı! Orada! Karnımda!

Hissedemiyordum.

Anneciğim neredesin? İyi misin? İyi olmalısın. İyi olmalısın! Başka bir seçenek yok. Başka bir ihtimal yok!

Kendime gelmeye başladığımdan beri aralıksız akan yaşlarım nefes alışımı daha da güçlendiriyordu. Dudaklarımın arasından sıkıca geçirilmiş, başımın arkasından bağlandığını hissettiğim, tükürüklerimle ve göz yaşlarımla çoktan sırılsıklam olmuş bez parçası çoktan dudak kenarlarımı tahriş etmişti.

Dudak kenarlarımda oluşan yaraları bilmek için görmeme gerek yoktu. Kanadıklarını biliyordum çünkü ağzımdaki o metalik tadın başka hiçbir açıklaması olamazdı.

Canım yanıyordu.

Sanırım mutsuz biten masalın tam ortasında o’nun beni terk ettiği yerdeydim.

Canımın daha çok yanacağını bilsem de söylediğim harflerin anlaşılmayacağını dahası kimse tarafından duyulmayacağını bilsem de avazım çıktığı kadar bağırdım.

Hayır, çığlık attım.

“Ares!”

Kaybetmiştim. Ne önüme ne ardıma bakmıştım ve olan olmuştu. Düşmüştüm.

Ve o beni tutmamıştı.

Sanırım masal bitmişti.

-BÖLÜM SONU-

Bölümü nasıl buldunuz? İşler iyice kızıştı.

Bu kısmı sizden gelecek haberlere ve dedikodulara bırakıyorum. Anlatın bakalım ne var ne yok?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

Bölüm : 29.09.2025 23:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...